Bu kitap, Patates Baskı Ekibi tarafından tek kopya olarak, Beyazıt Devlet Kütüphanesi Görme Engelliler bölümünde kullanılmak üzere görmeyen okuyucuların yararlanabileceği hale dönüştürülmüştür. Bu çalışma Patates Baskı'nın söz konusu kamu hizmetine destek sağlamak amacı ile gönüllü olarak yürüttüğü bir faaliyettir. ISBN: 975-343-309-3 (TL No.) 1SBN: 973-343-322-0(4. cilt) KAYNAK YAYINLARI: 331 ANALİZ BASIM YAYIN TASARIM UYGULAMA LTD. ŞTİ. İstiklal Cad. 184/4 80070 Beyoğlu-İstanbul Tel: (0212) 252 21 56 - 252 21 99 Faks: (0212) 249 28 92 SUNUŞ Kaynak Yayınları, Kemalist Devrim'in tarih tezlerini içeren Türk Tarihinin Ana Hatları adlı temel kitaptan1 sonra dört ciltlik lise Tarih kitaplarını da eski ve yeni kuşakların incelemesine sunuyor. Türk Tarihinin Ana Hatları, Kemalist Devrim'in önderleri ve seçkin tarihçiler tarafından incelenmek üzere, 1930 yılında yüz adet basılmıştı. Bu açıdan denebilir ki, devrimin öncülerine, kendi aralarında tartışmaları için bir çerçeve sunuyordu. Daha sonra Türk Tarih Kurumu'nun Kemalist Devrim döneminde yayımladığı kitaplar ve elinizdeki dört ciltlik lise Tarih kitapları bu temel metne dayandı. Lise Tarih kitaplarının üretilmesi süreci şöyle özetlenebilir: Tarih çalışmalarındaki seferberlik, 1929 yılında Atatürk tarafından başlatıldı. 1930 yılında, Afetinan'ın deyişiyle "geniş bir tarih araştırmaları devri" açıldı. 23 Nisan 1930 günü Türk Ocakları'nın VI. Kurultayı toplandı ve Atatürk'ün isteği üzerine Türk Tarihi Heyeti'nin oluşturulması kararlaştırıldı.2 Türk Tarihi Heyeti üyeleri 1930 yılında öncelikle Türk tarihi üzerine daktilo bir metin hazırladılar. Çalışmalara 1930 yılı yazında Yalova'da devam edildi. İlk hazırlanan daktilo metni inceleyen Atatürk, sayfalara kendi eliyle düzeltmeler ve ekler yazdı. Kimi zaman da yanında bulunanlara yazdırdı.3 1 Türk Tarihinin Ana Hatları, önsöz: Doğu Perinçek, ikinci basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 1996. 2 Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1981, s.10 vd. 3 Atatürk'ün kendi eliyle yazdığı veya yazdırdığı bu ekler ve düzeltmelerin yer aldığı özgün daktilo nüshalar, Anıtkabir Kütüphanesi'nde bulunmaktadır. Bu belgelerin önemli bir kısmının fotokopisi Aydınlık ve Kaynak Yayınları Arşivi'nde de korunmaktadır. Atatürk'ün elyazılarının veya yazdırdığı notların bulunduğu sayfalardan bazıları, ilk kez 1986 yılı Mart ayında Saçak dergisinin 26. sayısında yayımlandı. Bir kısmı ise, ilk kez 2000'e Doğru'nun 22 Şubat 1987 tarihli 8. sayısında gün ışığına çıktı. Daha sonra 11-18 Temmuz 1993 arasında "Atatürk'ün Elyazısıyla Allah ve Peygamber" başlıklı dizide Aydınlık gazetesi sayfalarında yer aldı. Atatürk'ün elyazılarının fotokopyaları ve Tarih kitapları üzerindeki etkisi için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah, Kaynak Yayınları, Eylül 1994, "Ekler" bölümü, s. 197. IV Böylece Türk Tarihinin Ana Hatları başlığıyla seçkinler için basılan kitap ortaya çıktı. Bu kitap, daha sonra yapılan tarih çalışmaları ve yayımlanan tarih kitapları için kılavuz işlevi gördü. İkinci önemli adım ise, 1931 yılında elinizde bulunan lise Tarih kitabının yayımlanmasıyla atılmıştır. O zaman lise dört yıl olduğu için dört cilt halinde basılan Tarih, büyük ölçüde Türk Tarihinin Ana Hatları kitabından yararlanılarak yazılmıştır ve Atatürk'ün yaptığı ekleri ve düzeltmeleri de içermektedir. Öte yandan yine 1931 yılında Türk Talihinin Ana Hatları Methal Kısmı başlığıyla 87 sayfalık bir ö/et, 30 bin adet basılmıştır. Bu özet, Türk Tarihinin Ana Hatları'nm çeşitli bölümlerinden alınan parçalardan derlenmiştir.4 Lise Tarih kitaplarının ilk basımı 1931-1932 ders yılına yetiştirilmişti. Yoğun tarih incelemelerinin 1929 yılında başladığı dikkate alınırsa, çalışmanın temposu, hayranlık verici hızdadır ve ancak devrimin yakıcı ihtiyaçlarıyla açıklanabilir. Kemalist önderlik, Cumhuriyet'i emanet edeceği genç kuşaklara, Cumhuriyet Devrimi'nin tarih görüşünü dört ciltlik Tarih kitabıyla özetlemiştir. Prof. Dr. Şerafettin Turan'm söylediğine göre, lise gençliği 1931 yılından 1941'e kadar bu kitaplarla eğitilmiştir. Atatürk'ün ölümünden bir yıl sonra, 1939'da bu kitapların müfredattan kaldırılması kararı alınmışsa da, yeni kitapların hazırlandığı 1941'e kadar bu kitaplar okutulmuştur. Bu nedenle lise Tarih kitaplarının, devrimci kuşakların ideolojisini belirleyen en temel metin olduğunu söylemek abartılı değildir. Her devrim, yönettiği topluma, kendi ideolojisini öncelikle tarih üzerinden verir. Çünkü, devrimin kendisi tarihin ürünüdür. Her devrim, tarihin içinde eskimiş olanı yıkarken, yeni toplumu yine tarihin içinde oluşan devrimci birikimle kurar. Devrim, aslında tarih yapmaktan, başka deyişle toplum kurmaktan başka bir şey değildir. O nedenle her devrim, hem yıktığı toplumsal-siyasal kuruluşu, hem de kurmak istediği toplumu, öncelikle tarih üzerinden açıklamak ve kavratmak durumundadır. Kemalist Devrim de bunu yapmıştır. Cumhuriyet'in lise tarih öğrenimi, dünya ve Türkiye tarihini açıklarken, Cumhuriyet Devrimi'nin dünya görüşünü de açıklamıştır. Bu nedenle Türk Tarihinin Ana Hatları olsun, lise Tarih kitapları olsun, Tarih öğ4 Bu kitabın başlığı yanıltıcıdır. Çünkü kitap, Türk Tarihinin Ana Hatları kitabının "Methal Kısmı" (Giriş Bölümü) değil. Aslında kitabın başlığı, Türk Tarihine Methal (Türk Tarihine Giriş)'dir. Nitekim içindekiler bölümünün başındaki başlık böyle. renmekten önce, Kemalist Devrim'in ideolojisini incelemek isteyenler için, eşi bulunmayan kaynaklardır. Kemalist Devrim önderliğinin tarih çalışmaları ve tarih eğitimi, tek sözcükle devrim içindir. Bu amaç, hem Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kılavuz kitabın, hem de lise Tarih kitabının başında açıkça ortaya konur. Elinizdeki kitapta yer alan önsözün ikinci ve üçüncü paragrafı aynen şöyledir: " l 000 yıldan fazla süren Islamhk-Hıristiyanlık davalarının doğurduğu düşmanlık duygusuyla tutucu tarihçiler bu davalarda asırlarca İslamlığın öncülüğünü yapan Türklerin tarihini kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeye savaştılar. Türk ve İslam tarihçiler de Türklüğü ve Türk medeniyetini İslamlık ve İslam medeniyeti ile kaynaştırdılar; İslamlıktan önceki binlerce yıla ait devreleri unutturmayı Ümmetçilik siyasetinin icabı ve din gayreti vecibesi bildiler. Daha yakın zamanlarda, Osmanlı İmparatorluğu'na dahil bütün unsurlardan tek bir milliyet yaratmak hayalini güden Osmanlılık cereyanı da, Türk adının anılmaması, Milli Tarihin yalnız ihmal değil, hatta yazılmış olduğu sayfalardan kazınıp silinmesi yolunda üçüncü bir etken halinde diğerlerine eklendi. Bütün bu olumsuz cereyanlar, tabiî olarak, mektep programları ve mektep kitapları üzerinde bile etkisini gösterdi ve Türklüğün, çadır, aşiret, at, silah ve savaş kavramlarıyla eşanlamlı tutulması geleneği mektep kitaplarımıza kadar girdi." Görüldüğü gibi, Cumhuriyet Devrimi önderliği, tarih çalışmalarına, Avrupamerkezci tarih tezlerine karşı ulusal-devrimci tarih teorisini inşa etmek için başlamıştır. Birinci çıkış noktası, Batı'nın Türk tarihine ilişkin görüşlerinin çürütül-mesidir. İkinci hareket noktası ise, birinciyle bağlantılı olarak, Cumhuriyet toplumunu ortaçağın ümmetçi tarih görüşünden arındırmaktır. Bilindiği gibi, 18. yüzyıldan sonra üretilen Avrupamerkezci tarih teorisi, insanlık tarihini, eski YunanRoma uygarlıkları ekseninde açıklamış ve uygarlık mirasını da Asyalı ve Ortadoğulu kaynaklarından kopararak, AvVI rupa'nın tekelinde göstermişti.5 Batı Avrupa dışındaki halklar, bu arada Türkler, uygarlık yaratan değil, uygarlıkları yağmalayan ikinci sınıf "barbar" ırklardan sayılmıştı. Bu halklar, ancak Avrupa'nın yönetimi altında uygarlaşabilirlerdi. Avrupamerkezcilik, emperyalizmin sömürgecilik siyasetini haklı göstermek için bilimdışı bir zeminde imal edilmişti. Kemalist Devrim önderliği, hem Kurtuluş Savaşı'yla ulusal devleti kurarken, hem de Cumhuriyet Devrimi'ni .gerçekleştirirken, Avrupamerkez-ci safsatalarla göğüs göğüse geldi. Bu nedenle, emperyalizme karşı silahlı mücadele, daha sonra kültürel düzlemde devam etti. Tarih çalışmalarının ikinci cephesi, "din gayreti" içindeki ortaçağ güçlerine karşıydı. Cumhuriyet önderliğinin amacı, yıktıkları feodal Osmanlı devletinin ideolojisiyle hesaplaşmak ve topluma Cumhuriyet'in ideolojisini hâkim kılmaktı. Atatürk'ün Türk Tarihinin Ana Hatları'mn ilk daktilo taslağı üzerinde yaptığı düzeltme ve eklerin çoğunun dinlerin tarihi ve İslamiyet üzerine olması, bu açıdan çok doğaldı. O'nun önderliği sayesinde, lise Tarih kitabının II. cildinde, İslamiyetin dışından yazılmış bir İslam tarihi bulunmaktadır. Cumhuriyet'in liseli gençlere öğrettiği İslam, doğaüstü bir kuvvetin değil, fakat tarihsel-sosyolojik gelişmelerin ürünüdür. Zaten daha ilk cildin başında evrenin ve insanın yaratılışı teorisi çürütülmüş ve bu süreçler bütünüyle bilimsel verilerle açıklanmıştı. Selçuklu ve Osmanlı "feodal" devletleri ve toplumları da, II. ve III. ciltlerde, sınıf tahlilini esas alan bilimsel yöntemlerle anlatılmıştır. Lise Tarih kitabına göre, Selçuklu ve Osmanlı toplumları, sınıflı toplumlardır. Devlet, feodal hâkim sınıfın yönetimindedir. Osmanlı ordusu, özellikle yeniçeri birlikleri, Osmanlı sultanı ile hâkim zümresinin çıkarlarını korumaya memurdur. İslamiyet ise, aynı feodal hâkimiyet sisteminin ideolojik aracıdır.^ 5 Avrupamerkezci tarih teorisinin dayandığı temellerin esaslı eleştirisi için bkz. Martin Bernal, Kara Atena, çev, Özcan Büze, Kaynak Yayınları, İstanbul, Haziran 1998. Yine bkz. Bilim ve Ütopya dergisinin "Avrupamerkezci Tarih Safsatası" başlıklı özel sayısı, sayı 21, Mart 1996. 6 Kemalist tarihçilik konusunda bkz. Doğu Perinçek, "Burjuva Liberal Tarihçilik ve Kemalizm", Saçak, sayı 30, Temmuz 1986, s.20 vd; Doğu Perinçek, "Kemalistlerin Osmanlı Toplumu Üzerine Sınıfsal Tahlili", Saçak, sayı 56, Eylül 1988, s.44 vd. Yine bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah, Kaynak Yayınları, Eylül 1994, s. 119 vd. VII Lise Tarih kitapları, kuşkusuz Devrimci-Milliyetçi önyargıları da içermektedir; ayrıca 1930'lu yılların tarih bilgisiyle sınırlıdır. Ne var ki, bugünkü Milli Eğitim'in bu kitapları temel alan bir uygulamaya girişmesi, öğretim sisteminde devrim anlamına gelir. *** Lise Tarih kitabı, Sayın Kurtuluş Güran'ın dikkatli çalışmasıyla sadeleştirildi. Özgün metnin tarihsel havasının korunmasına dikkat edildi. Bu nedenle yalnız bugün bilinmeyen sözcükler değiştirildi. Cumhuriyet Devrimi'nin ilk kuşaklarının Tarih kitabı, yeni kuşaklara ilk yayımlandığı yazı karakteriyle, sayfa düzeniyle ve ciltle sunuluyor. O zamanın yoksul Türkiye'sinin devrimci eğitime verdiği önem, kitabın yalnız içeriğine değil, kâğıt, baskı ve cilt kalitesine de yansımıştı. Lise Tarih kitabını, devrimci gelenekten devrimci geleceği yaratma bilinciyle yayımlıyoruz. Doğu Perinçek 24 Eylül 2000 TARİH IV TÜRKİYE CUMHURiYETi T. T. T. CEMiYETi TARAFINDAN YAZILMIŞTIR C 1934 İSTANBUL DEVLET MATBAASI Maarif Vekâleti Milli Talini ve Terbiye Dairesi'nin 25/1/1934 tarih ve 458 numaralı emriyle ikinci defa olarak 32 000 nüsha basılmıştır* * Bu bilgi, kitabın 1934 yılında yapılan ikinci basımında yer almaktadır (Kaynak Yayınlan'nın notu). i CUMHURBAŞKANI GAZİ MUSTAFA KEMAL. BAŞBAKAN İSMET PAŞA. BİRİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ Son yıllara gelinceye kadar "Türk Tarihi" memleketimizde en az incelenmiş konulardan biri halindeydi. l 000 yıldan fazla süren İslamlık-Hıristiyanlık davalarının doğurduğu düşmanlık duygusuyla bağnaz tarihçiler bu davalarda asırlarca İslamlığın öncülüğünü yapan Türklerin tarihini kan ve ateş maceralarından ibaret göstermeye savaştılar. Türk ve İslam tarihçiler de Türklüğü ve Türk medeniyetini İslamlık ve İslam medeniyeti ile kaynaştırdılar; İslamlıktan önceki binlerce yıla ait devreleri unutturmayı Ümmetçilik siyasetinin icabı ve din gayreti vecibesi bildiler. Daha yakın zamanlarda, Osmanlı İmpara-torluğu'na dahil bütün unsurlardan tek bir milliyet yaratmak hayalini güden Osmanlılık cereyanı da, Türk adının anılmaması, Millî Tarihin yalnız ihmal değil, hatta yazılmış olduğu sayfalardan kazınıp silinmesi yolunda üçüncü bir etken halinde diğerlerine eklendi. Bütün bu olumsuz cereyanlar, tabiî olarak, mektep programlan ve mektep kitapları üzerinde bile etkisini gösterdi ve Türklüğün, çadır, aşiret, at, silah ve savaş kavramlarıyla eşanlamlı tutulması geleneği mektep kitaplarımıza kadar girdi. Türk tarihinin, inkâr edilmiş ve unutturulmuş simasını ve mahiyetini, bütün gerçekleriyle meydana çıkarabilmek için çalışmakta olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti bir kısım üyesini tarih öğretimindeki bu boşluğu doldurabilecek bir kitap hazırlamakla görevlendirdi. En yeni eserlere ve Anadolu, Mısır, Mezopotamya, Orta Asya, Kuzey Hint, Kuzey Çin ve Güney Sibir'de her gün daha ileri götürülmekte olan arkeolojik incelemelere dayanmakla beraber, konunun genişliği, zamanın darlığı yanında, önümüzdeki ders yılına yetiştirilmesi zaruretinin de zorXIV TARİH laması sebebiyle, bu küçük eserin ihtiyacı tam ve mükemmel şekilde karşılayacağı iddia olunamaz. Noksanlan, ileride, yeni basılışlarda tamamlanacaktır. Kitabın içerdiği konular etrafında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, aynı heyetin pek yakında bastırılmak üzere hazırladığı Umumi Türk Tarihinin Ana Hatları hakkındaki esere müracaat edebilirler. Cemiyet, dört kitap halinde hazırlamış olduğu bu küçük eseri, mekteplerde okutulmasını kabul eden Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti'ne hediye etmiştir. İKİNCİ BASIMIN ÖNSÖZÜ Evvelki ders yılı başında yayımlanmış olan "Tarih" serisinin ilk üç cildi geçen sene tekrar basılmıştı. Mevcudu bitmiş olan dördüncü cilt de bu defa tekrar bastırılmıştır. Bu cilde ilk basımdan sonra geçen senelerin belli başlı devrim hareket ve hamleleri eklenmiş, istatistikler ve grafikler en son bilgilere göre yenilenmiş ve haritalar öğrenimde daha kullanışlı olmak üzere kitabın sonuna ve metin dışına alınmış, bazı gerekli görülen haritalar yeniden eklenmiş ve eksiklerin klişeleri de tekrar yaptırılarak daha mükemmel bir şekilde basılmasının sağlanmasına çalışılmıştır. TARİH İÇİNDEKİLER I. KISIM TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURULUŞU I- TÜRK MİLLETİNİN YENİ BİR DEVLET DAHA KURMASI A. Yeni bir Türk Devleti 1-55 l B. Büyük Harbin sonunda Avrupa Devletlerinin durumu 1-7 Büyük Harbin alanı ve buna katılan devletler, s.l. - Vilson'un "14 madde"si, s.2. - İttifak Devletlerinin yenilmesi, s.3. - Paris Konferansı ve barış antlaşmaları, s.3. - "Milletler Cemiyeti", s.3. - Avrupa'nın yeni yüzü, s.4. - Sevr Antlaşması, s.4. - Milliyet prensibinin uygulanma derecesi, s.5. - Merkezî Avrupa, s.5. - Savaş sonu ihtilalleri, Rusya'da "Bolşeviklik", s.6. - İtalya'da "faşistlik", İspanya'da "devrim", s.6. İktisadî buhran, s.7. C. Cihan Harbi'nin sonunda Osmanlı Devleti'nin durumu 8-16 Genel manzara, s.8. - Hıristiyan unsurlann faaliyeti, s.8. - Türklerin savunma oluşumları, s.ll. - Birliğe ve savunmaya zararlı oluşumlar, s. 11. - Padişah ve hükümetinin Osmanlı Devleti'nin durumuna bakışı, s. 13. - Türk milletinin duruma bakışı, s. 14. - Mustafa Kemal'in duruma bakışı, s. 14. D. Mustafa Kemal Siyasî faaliyete başlaması, s. 18. - 16-27 Mustafa Kemal'in gençliği, s. 16. - Hazarî orduda hizmetleri, s. 19. - Trablusgarp Savaşı'nda hizmetleri, s.20. - Balkan Savaşı'nda hizmetleri, s.20. - Cihan Harbi'nde Mustafa Kemal, s.21. - Türkleri kurtarmak ve yeni Türk Devleti'ni kurmak girişimi, s.26. XVIII TARİH E. Millî Müdafaa 27-39 İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali, s.27. - Osmanlı memleketlerinin paylaşılması, s.29. - Türklerin karşı koyusu; Batı cepheleri, s.31. Güney cepheleri, s.32. - Mustafa Kemal'in Türk milletini ve ordusunu toplamaya başlaması, s.33. Erzurum ve Sivas Kongreleri, s.35. - Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti, s.38. F. Millî Müdafaa ve İstanbul Hükümeti 39-49 Millî harekete karşı İstanbul Hükümeti'nin aldığı tutum ve bunun sonuçlan, s.39. - Ali Rıza Paşa Kabinesi, s.41. - Meclisi Mebusan meselesi, s.43. - Son "Osmanlı Meclisi Mebusanı", s.44. - İstanbul'un Müttefikler tarafından işgali, s.48. - Meclisi Mebusan'ın dağıtılması, s.49. G. Yeni Türk Devleti'nin Ankara'da temelleşmesi - "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti", s.52. II- İSTİKLAL HARBİ 49-55 "Türkiye Büyük Millet Meclisi", s.49. 56-13 İstiklal Harbi'nin mahiyeti, s.56. - İstiklal Harbi'nin askerî ve siyasî cepheleri, s.57. A. Yeni Türk Devleti'nin devletlerarası ilk ilişkileri 60-61 Fransa Cumhuriyeti'yle ilişki, s.60. Rus Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti'yle ilişki, s.61. B. Sevr Antlaşması arasında barış görüşmesi, 62-66 Osmanlı Devleti'yle Anlaşma Devletleri s.62. - Sevr Antlaşması, s.64. - Yunanlıların ileri hareketleri; Türk Devleti'nin millî ordu kurmaya başlaması, s.65. C. Yeni Türk Devleti'nin ilk başarıları, içerideki anarşi unsurlarının ortadan kaldırılması 66-83 Padişah ve mensuplarının yalanlan, s.66. -" Yeşilordu" ve Çerkez Ethem, s.67. - Kuzeydoğu cephesinde Ermeniler üzerine kazanılan galebe ve sonuçlan, s.72. - Birinci İnönü Savaşı, s.74. - Çerkez Ethem isyanının mahiyeti, s.75. - Düşmanların İstanbul'la Ankara'yı anlaştırmak ve İstanbul'la Ankara'ya ortak bir anlaşma imzalattırmak girişimi, s.76. - İkinci İnönü Savaşı, s.80. IİÇİNDEKİLER XIX D. Yeni Türk Devleti'nin ilk anayasası ve Meclis'te siyasî gruplar 83-88 Anayasanın esas maddeleri, s.83. - Meclis'te kurulan gruplar, s.86. E. Yeni Türk Devleti, Anlaşma Devletleri ve Padişah Hükümeti 89-91 Yeni Türk Devleti'nin Anlaşma Devletleriyle bazı ilişkileri, s.89. - İki zihniyet ve iki karakter, s.90. F. Sakarya Zaferi ve semereleri 91-109 Kütahya ve Eskişehir savaşları, s.91. - Mustafa Kemal Başkumandan, s.95. - Sakarya Meydan Savaşı, s.97. - Milletin, kendini kurtarana Gazi ve Mareşal unvanı ve rütbelerini vermesi, s.101. - Türkiye ile RSFSC arasında Moskova Antlaşması, s. 101. - Türkiye ile Fransa arasında Ankara Anlaşması, s. 104. Anlaşma Devletlerinin banş saldırısı, s. 106. G. Nihaî zafer durum, saldırıya hazırlıklar, s. 110. 110-123 Sakarya Savaşı'ndan sonra askerî - Meclis'te uyumsuzluk ve sabırsızlık, Gazi'nin cevapları, s.113. -Büyük Taarruz ve Başkumandan Savaşı, s. 118. - Mudanya Ateşkesi, s.121. H. Yeni Türk Devleti'nin kuruluşunun tamamlanması 123-133 Saltanatın ve Saltanat Hükümeti'nin resmen kaldırılması ve saltanat ile hilafetin ayrılması, s. 123. Lozan Konferansı, s. 125. - Mondros: 30 Ekim 1918; Mudanya: 10 Ekim 1922; Sevr: 10 Ağustos 1920; Lozan 24 Temmuz 1923, s.131. - Türk mucizesi, s.131. II. KISIM İSTİKLAL HARBİ'NDEN SONRA DEVRİM VE REFORM SAFHALARI I- LOZAN'DAN CUMHURİYETİN RESMEN İLANINA KADAR 137-144 Birinci Büyük Millet Meclisi'nin son, zamanlan, s. 137. - Nankörlük, s. 137. - Seçimin yenilenmesi karan, s. 139. - İkinci Büyük Millet Meclisi'nin seçimi; Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk CemiyeXX TARİH ti'nin "Halk Fırkası"na dönüşmesi, s. 141. - Lozan Anlaşması'nın Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde onaylanması; Anlaşma kuvvetlerinin topraklarımızdan çekilmeleri, s. 142. - Ankara: Yeni Türk Devleti'nin merkezi (13 Ekim 1923), s. 142. II- CUMHURİYETİN İLANI Türk devrim ve reform hareketlerinin uygulanmasında güdülen usul, s. 145. - İkinci Büyük Millet Meclisi'nde ilk muhalefet kaynaşmaları; hükümetin istifası, s. 148. - Anayasa'da değişiklikler; hükümetin kurulmasında kabine usulü, s. 149. - Cumhuriyet: Yeni Türk Devleti'nin asıl ismini alması, s. 151. - Gazi Mustafa Kemal: Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk reisi, s. 153. - "Cumhuriyet"in ilanından sonraki günlerde, s. 154. III- HALİFELİĞİN KALDIRILMASI Halife ve hilafet kelimelerinin son anlamı ve gösterdiği neydi? s. 156. - Halife Abdülmecit Efendi. Halife ve hanedanın çıkarılması, s.158. IV- CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASÎ CEREYANLAR Anayasa'nm olgunlaşması ve hükümleri, s.163. - Anayasamızın esas hükümleri, s.164. - Millî hâkimiyette tek kuvvet, kuvvetlerin ayrılması ve kuvvetler dengesi, s, 164. - Cumhuriyet Halk Fırkası ve programı, s. 166. - Halk Fırkası Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal, s.172. - Büyük Nutuk, s.175. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Üçüncü Büyük Kongresi (10 Mayıs 1931), s. 177. - Program, s.178. Halkevleri, s.188. - İkinci Büyük Millet Meclisi'nde muhalefet cereyanları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, s. 190. - Gericilik hareketleri, s.192. - Büyük soysuzluk, Gazi'ye kıymak niyet ve girişimi, s.194. İstiklal Mahkemeleri ve Takriri Sükûn Kanunu, s. 197. - Büyük Millet Meclisi'nin ikinci ve üçüncü devreleri. Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 198. - Dördüncü Büyük Millet Meclisi. İşçi ve köylü mebuslar. Bağımsız adaylar, s.200. - Türkiye Cumhuriyeti'nin iç siyaseti, s.202. - Türkiye Cumhuriyeti'nin dış siyaseti, s.204. 145-155 156-162 163-205 VA B. İÇİNDEKİLER XXI V- DİNÎ, HUKUKÎ DEVRİM VE REFORMLAR 206-243 A. Dinin devletten ayrılması (laik devlet) Devleti'nde hukuk ve adliye, s.208. 206-220 Din ve devlet, s.206. - Osmanlı - Seriye ve Evkaf Vekâleti'yle şer'iye mahkemelerinin kalkması, s.209. - Hukukî devrimin Büyük Devrimci tarafından izahı, s.211. -Türk Medenî Kanunu, s.214. - Anayasa'nın din ve devlet ayrılığı esasına göre değiştirilmesi, s.215. - Millî Vakıflar Genel İdaresi'nin laikleşmesi ve gelişmesi, s.217. Tapu ve kadastro işleri, s.220. B. Yeni Türk Devleti'nin adlî gelişimi açılması, s.220. - Adliyede yeni kanunlar, 220-225 Ankara Hukuk Mektebi'nin s.221. C. Kadın hukuku 225-233 Osmanlı saltanatı kanunlarında ve toplumsal hayatında Türk kadınının yeri, s.225. - Cumhuriyetimizin kanunlarında ve toplumsal hayatında Türk kadının yeri, s.228. - Türk kadınlığının siyasî haklan. Belediye meclisleri için seçme ve seçilme hakkı, s.231. D. Din esaslarından sanılan batıl âdet ve geleneklerin kalkması 233-240 Fes nasıl bir başlıktı, Türkiye'de nasıl yerleşti? s.233. - Şapka!.. Ga-zi'nin Kastamonu-İnebolu seyahati, s.234. - Tarikatlar, şeyhlikler, dervişlikler, tekkeler, zaviyeler, türbeler, türbedarlıklar, cüppe ve sarık (din adanılan kılığı), s.238. - Hükümet kararnameleri, s.241. -Türkçe Kur'an ve ezan, s.242. Milletlerarası takvim ve saatin kabulü. Yeni rakamlar, s.242. VI- EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE DEVRİM VE REFORM CEREYANLARI 244-273 A. Osmanlı saltanatında öğretim ve devrim 244-248 Tanzimat devrine kadar eğitim ve öğretim, s.244. - Tanzimat devrinde eğitim ve öğretim, s.245. - Meşrutiyet devrinde eğitim ve öğretim (1908-1918), s.247. B. Türkiye Cumhuriyeti'nde eğitim ve öğretimin durumu 248-265 Millî Mücadele devrinde (1919-1923), s.248. - Cumhuriyetin ilanından sonra, s.249. - Eğitimin birleştirilmesi, s.251. - Harf devrimi; XXII TARİH Türk harflerinin kabulü (1928), s.253. - Tarih ve Yurtbilgisi eğitiminin millileşmesi, s.259. - Türk dil devrimi hareketi, s.263. - Azınlık ve yabancı mektepleri, s.265. C. Cumhuriyet'in eğitim ve öğretim gayeleri 265-273 Ana esaslar, s.265. - Eğitim ve öğretim uygulamalarında yeni ve eski anlayışlar, s.266. - Cumhuriyet ve öğretmenler, s.269. - Mekteplerde spor ve spor hayatında genel gelişme, s.271. - Türk sporcularının düsturu, s.273. VII- İKTİSADÎ, MALÎ DEVRİM VE REFORM CEREYANLARI 274-329 A. Millî iktisat, devlet siyasetinin en önemli unsuru 274-278 Geçmişe kısaca bakış, s.274. Millî Mücadele yıllarında iktisadî işlere verilen önem, s.275. - İktisadî ve malî siyasetin ana hatları, s.277. B. Ziraat alanında 278-295 Köylüye verilen özel önem, s.278. - Aşarın kaldırılması, s.279. -Üreticiyi devlet yardımlarıyla koruma tedbirleri, s.281. - Dikim ve ekim iyileştirme tedbirleri, s.283. - Ziraatçılık meslek ve uzmanlığının yükseltilmesi, s.285. - Ziraî mücadele, s.286. - Ziraat Bankası, s.287. - Ziraî kredi kooperatifleri, s.290. - Gazi'nin çiftçiliği, s.291. Toprağı olmayan bir emektar çiftçi, s.294. C. Sanayi alanında 295-299 Osmanlı saltanatında Türk millî sanayiinin ölümü, s.295. - Türk millî sanayiinin dirilişi, s.296. - Ölçü sisteminin yenileşmesi, s.298. D. Ticaret alanında 299-311 Osmanlı saltanatının çeşitli devirlerinde ticaret, s.299. - Türkiye Cumhuriyeti devrinde iç ve dış siyasetin canlanması, s.300. - İç ve dış ticarette kanunlar ve uygulamalar, s.301. - Ticarî kredi müesseseleri, şirketçilik, sigortacılık, s.303. - İş Bankası, s.304. - Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, s.305. - Deniz ticareti ve deniz nakliyeciliği, s.305. - Deniz ticareti alanında kanunlar ve uygulamalar, s.309. - Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, s.310. İÇİNDEKİLER XXIII E. Maden işletme, ormancılık ve hayvancılık alanlarında 311-318 Maden işletme, s.311. - Ormancılık, s.313. - Hayvancılık, s.315. F. Bayındırlık alanında 318-327 Türkiye Cumhuriyeti'nin bayındırlık'siyaseti, s.318. - Türkiye Cum-huriyeti'nin demiryolu siyasetinin gelişim tarihi, s.319. Demiryolu siyaseti ve İsmet Paşa, s.323. - Demiryolu siyasetinin başarısı, s.324. - Yollar, köprüler, su işleri, s.326. G. İstatistik ve nüfus işleri 327-329 İstatistik, s.327. - Nüfus, s.328. VIII- SAĞLIK, TOPLUMSAL YARDIM İŞLERİNDE YENİ ÇIĞIRLAR VE UYGULAMALAR 330-343 Osmanlı İmparatorluğu'nda sağlık ve toplumsal yardım, s.330. -Türkiye Cumhuriyeti'nde sağlık ve toplumsal yardım, s.332. - Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti, s.340. - Türkiye Himayei Etfal Cemiyeti, s.342. IX- TÜRK ORDUSU VE MİLLÎ MÜDAFAA saltanatının son asırlarında, 344-348 Türklük ve askerlik, s.344. - Osmanlı s.345. - Millî Mücadele başında, s.346. - Türkiye Cumhuriyeti ordusu, s.346. - Türkiye Tayyare Cemiyeti, s.348. EK KRONOLOJİ CETVELİ 349-358 359-370 DİZİN 371-390 HARİTALAR 1- Umumî Harp'te Avrupa 2- Umumî Harp'ten sonra Avrupa 3- Gelibolu Yarımadası 4- Millî Mücadele başında yabancı işgal kuvvetleri 5- Millî cephelerin genel durumu 6- Sevr Antlaşması'na göre Osmanlı Imparatorluğu'nun paylaşılması 7- Birinci ve İkinci İnönü savaşları 8- Kütahya, Eskişehir ve Sakarya savaşları 9- Büyük Taarruz'da genel durum 10- 30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Savaşı 11- Türkiye Cumhuriyeti haritası 12- Türkiye Cumhuriyeti demiryolları haritası TABLOLAR I- Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal II- Başbakan İsmet Paşa III- Büyük Millet Meclisi Reisi Kâzım Paşa IV- Büyük Erkânıharbiye Reisi Mareşal Fevzi Paşa V- İstiklal Madalyası RESİMLER YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN KURULUŞU 1- Selanik'te Mustafa Kemal'in doğduğu ev 2- Gazi'nin annesi Zübeyde Hanım 3- Gazi, İzmir'de annesinin mezarını ilk ziyaretinde 4- Mustafa Kemal Harbiye öğrencisi 5- Mustafa Kemal Erkanıharp Yüzbaşısı 6- Mustafa Kemal Trablusgarp Savaşı'nda 7- Mustafa Kemal Trablusgarp'ta Derne savaş cephesinde 8- Miralay Mustafa Kemal Çanakkale siperlerinde 9- Anafartalar Grubu Kumandanı Miralay Mustafa Kemal ve maiyeti Sayfa XI XIII XXXV XXXVI XXXVII l2234556 XXV Sayfa 10- Umumî Harp sırasında Diyarbekir'de İkinci Ordu Kumandanı Mirliva Mustafa Kemal Paşa 8 11- Umumî Harp'te Yıldırım Orduları Grubu Kumandanı Mirliva Mustafa Kemal Paşa 9 12- İzmir'in işgali günü şehit edilen Miralay Süleyman Fethi Bey 10 13- İzmir işgalini protesto için halkın İstanbul'da Sultanahmet Meydanı'nda toplanması 10 14- Mustafa Kemal ve Sivas Kongresi üyeleri 11 15- Sivas Kongresi'nin toplandığı Sivas Lisesi binası 12 16- Sivas Lisesinde "Sivas Kongresi"nin toplantılarını yaptığı tarihî salon 12 17- Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya ilk gelişinde hükümet konağı önünde yapılan karşılama töreni 13 18- Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti Reisi Mustafa Kemal Paşa 14 19- İstanbul'da Osmanlı Mebusan Meclisi ve Anlaşma Devletleri donanması 15 20- İstanbul'un işgali günü İngiliz bahriyelileri Galata Köprüsü'nden geçerlerken 16 21- İstanbul'un işgali günü Harbiye Nezareti avlusunda İngiliz bahriyelileri 17 22- İstanbul'un işgali günü şehir sokaklarında gösteri gezintisi yapan İngiliz askerleri 17 23- Ankara'da ilk Büyük Millet Meclisi binası 18 24- Büyük Millet Meclisi'nin ilk açılma töreni 19 25- Mustafa Kemal'in başkanlığı altında toplanan Birinci Büyük Millet Meclisi toplantılarından bir sahne 19 26- Birinci Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal 20 27- İlk İcra Vekilleri Heyeti Reisi ve Millî Müdafaa Vekili Fevzi Paşa 28- Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa ve Erkanıharbiye Reisi Miralay İsmet Bey İSTİKLAL HARBİ 22 21 29- Sevr Antlaşması'nın Osmanlı Başdelegesi tarafından imzalanması 23 30- İstiklal Harbi sırasında cepheye giden bir asker kafilesinin Ankara istasyonunda trene binişi 24 31- İstiklal Harbi'nde silah altına çağrılan bir asker, ailesinden aynlırken 24 32- Birinci İnönü Savaşı'nın muzaffer kumandanı Mirliva İsmet Paşa 25 XXVI Sayfa 33- Birinci İnönü Zaferi'nden sonra bir askerî kıtanın Eskişehir istasyonunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal tarafından teftişi 26 34- Türkiye Büyük Millet Meclisi Süvari Muhafız Bölüğü 27 35- Millî Mücadele'de bir dağ topçu bataryası talim sırasında 27 36- Büyük Millet Meclisi'nin ilk yıldönümü günü yapılan geçit töreninde Büyük Millet Meclisi Reisi ve üyeleri 28 37- Büyük Millet Meclisi'nin ilk yıldönümü günü Ankara'da yapılan askerî geçit töreninde kıtalar Hakimiyeti Milliye Meydanı'ndan geçerken 29 38- Yunanlılar tarafından yakılan Yenişehir'den bir manzara 30 39- Sakarya Savaşı sırasında genel karagâhın bulunduğu Alagöz Köyü (Malhköy civarında) 31 40- Büyük Erkanıharbiye Reisi Fevzi Paşa ve maiyeti 32 41- Kağnısı ve çocukları ile birlikte cepheye mermi nakleden bir köylü kadın 33 42- Cepheye sırtlanyla cephane taşıyan Türk kadınları 34 43- Sakarya Savaşı'nda Başkumandan Mustafa Kemal düzenlenmiş kolordu gözetleme tepesinden Duatepe'ye yapılan saldırıyı takip ederken 35 44- Sakarya Savaşı'nda Erkanıharbiye Reisi Fevzi ve Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşalar Duatepe saldırısını takip ederlerken 36 45- Sakarya Savaşı sırasında Başkumandan: Sağ cenahta savaşı idare ederken 37 46- Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal 38 47- Cepheyi teftiş eden Başkumandan bir kıta kumandanına emir verirken 39 48- Gazi Başkumandan cephe gerisinde bir gezinti sırasında 40 49- Gazi Başkumandan cephe gerisinde bir istirahat durağında 41 50- Gazi Başkumandan cephede 42 51- Kars'tan öküzlere çektirilmek suretiyle Büyük Taarruz'dan evvel Batı Cephesi'ne ağır topların nakli 43 52- Cephe gerisinde kağnılarla ve merkep kollan ile cephane nakliyatı 53- Cepheye mermi taşıyan bir kağnı kolu 44 44 54- Millî Müdafaa Vekili Kâzım Paşa 45 55- Gazi Başkumandan ile Batı Cephesi Ordulan Kumandanı İsmet Paşa Büyük Taarruz'dan evvel yapılan bir geçit töreninde 46 XXVII Sayfa 56- Büyük Taarruz'dan evvel cephede ordunun Gazi Başkumandan huzurunda geçit töreni 47 57- Büyük Taarruz'dan evvel Gazi Başkumandan'ın cephede kıtaları teftişi 48 58- Büyük Taarruz'dan evvel bir piyade tümeninin kumandanı tarafından teftişi 49 59- Büyük Taarruz'a hazırlanan bir topçu bataryası 60- Büyük Taarruz'a hazırlanan Türk süvari kuvvetlerinden bir grup 50 51 61- Büyük Taarruz sabahı Gazi Başkumandan harekâtı idare ettiği Kocatepe'ye çıkarken 52 62- Büyük Taarruz günü Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Kocatepe'de harekâtı takip ederken 53 63- Gazi Başkumandan İzmir'e vardığı gün 54 64- Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal ve Büyük Erkanıharbiye Reisi Mareşal Fevzi Paşalar zaferden sonra İzmir kordonunda 55 65- Mudanya Ateşkesi'nin görüşüldüğü ve imzalandığı binanın o tarihte çıkarılmış resmi 56 66- Mudanya Ateşkesi'ni imzalayan Türk ve Anlaşma Devletleri generalleri 57 67- Mudanya Ateşkes metninin imzalı sayfası ve Yunan delegelerinin itiraznamesi 58 68- Lozan'a gönderilen Türk Delege Heyeti Başkanı Hariciye Vekili İsmet Paşa 59 69- Lozan Konferansı'na katılmakla görevli Türk Delege Heyeti 60 70- Lozan Antlaşmasının Lozan Üniversitesi tören salonunda Türk Başdelegesi İsmet Paşa tarafından imzalanması 61 71- Lozan Konferansı'na katılan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun bıraktığı birçok pürüzlü ve karışık işler üzerinde İsmet Paşa tarafından kendileriyle çetin görüşme ve tartışmalar yapılan Anlaşma Devletleri başdelegeleri antlaşmanın imzalanmasından sonra İsviçre Cumhurbaşkanı ile birlikte 62 72-73- Lozan'dan başarılı bir barış yaparak memlekete dönen İsmet Paşa'nın Ankara ve İstanbul'da karşılanması 63 74- Anlaşma kuvvetlerinin ve generallerinin İstanbul'dan çıkarken Dolmabahçe'de yapılan askerî törende Türk sancağını ve askerlerini selamlamaları XXVIII LOZAN'DAN SONRA Sayfa 75- Anlaşma kuvvetleri çekildikten sonra Türk Ordusu'nun 64 İstanbul'a girişi "Piyadeler Galata Köprüsü'nden geçerken" 65 76- Anlaşma kuvvetleri çekildikten sonra Türk Ordusu'nun İstanbul'a girişi "Süvariler Eminönü Meydam'ndan geçerken" 66 77- Ankara'nın Türkiye Cumhuriyeti'ne merkez kabul edildiği zamana ait üç manzara 67 78- Ankara'da Gazi'nin ikamet ettiği Çankaya Köşkü'nün ilk hali 68 79- Cumhuriyet merkezi Ankara'nın bugünkü halini gösteren üç resim 69 80- Ankara'nın bugünkü İstasyon Caddesi ve şehrin en işlek yerlerinden birini oluşturan Anafartalar Caddesi'nin on sene evvelki hali 70 81- Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal 71 82- Başkumandan Savaşı'nın ikinci yıldönümü günü yapılan törende Gazi 72 83- Ankara'da Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi'nin toplandığı Büyük Millet Meclisi binası 73 84- Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi'nde Gazi tarihî Büyük Nutuk'unu söylerken 74 85- İstanbul Mebusu Tesviyeci Yaşar Bey 75 86- İstanbul Mebusu Kunduracı Hayrullah Bey 75 87- Kastamonu Mebusu Çiftçi Halil ve Ankara Mebusu Çiftçi Muslihiddin Beyler 76 88- İstanbul Mebusu Hamdi ve Zonguldak Mebusu maden işçilerinden Hasan ve Esat Beyler 76 89- Ankara'da millî hâkimiyetin belirdiği yüksek yer: Büyük Millet Meclisi binası 77 90- Gazi'nin Cumhurbaşkanı locasından görüşmeleri takip ettiği Büyük Millet Meclisi toplantılarından biri 78 91- Millî Mücadele'nin ilk günlerinde Mustafa Kemal köylüleri bağımsızlık ve millî hâkimiyetin önemi hakkında aydınlatırken 79 92- Gazi Anadolu'da son yaptığı inceleme gezilerinden birinde halkın dertlerini ve arzularını dinlerken 80 93- Daima halk arasında yaşayan, halkın fikrini alan ve fikirlerini halka bizzat anlatan halkçı Cumhurbaşkanı Gazi 81 94- Gazi, şapkanın kabulünden sonra Bursa'da halkla yaptığı temaslardan birinde 82 95- Gazi, inceleme gezilerinden birinde İstanbul'da Harbiye Mektebi ve Üniversite talebeleri arasında 83 XXIX Sayfa 96- Gazi, inceleme gezilerinden birinde Cumhuriyet'i kendilerine emanet ettiği Türk bağımsızlığının evlatları ile konuşurken 84 97- Cumhuriyet idaresinde memleket düzen ve asayişinin gözcüsü bir jandarma eri 85 98- İmparatorluk devrinde memlekette düzensizliğin timsali bir zaptiye eri 85 99- Başbakan İsmet Paşa inceleme gezilerinden birinde bir ihtiyar vatandaşın açıklamalarını dinlerken 86 100- Hilafetin kaldırılmasının kararlaştırıldığı İzmir harp oyunları toplantısına katılan kumandanlardan Başbakan İsmet Paşa 87 101- İzmir harp oyunlarına katılan kumandanlardan o zaman Millî Müdafaa Vekili olan Büyük Millet Meclisi Reisi Kâzım Paşa 88 102- Ankara'da Evkaf İdaresi'nin yaptırdığı büyük otel ve apartmanlar 89 103- Bir vilayet tapu idaresinin imparatorluk devrinden devretmiş vaziyeti 104- Aynı tapu idaresinin Cumhuriyet devrindeki vaziyeti 105- Gazi, Ankara Hukuk Mektebi'nin açılma günü 90 90 profesörler ve talebeler arasında 91 106- Resmî kıyafetleriyle Cumhuriyet adliyecileri ve görev halinde bir Cumhuriyet mahkemesi 92 107- İmparatorluk devrinde kadın kıyafetleri: Peştamal, yaşmak, çarşaf ve peçe 93 108- Bir Türk gencinin kıyafetinde Cumhuriyet devrinin meydana getirdiği değişiklik: Festen şapkaya 94 109- Gazi, şapka devrimi seyahatinde Kalecik'te 95 110- Gazi, şapka devrimini yaptığı Kastamonu seyahatinden Ankara'ya döndüğü gün kendisini karşılayanlar arasında 96 111- Eğitim usulü yalnız ezbercilik ve eğitim vasıtası yalnız falaka olan eski mahalle mektebinden iki sahne 97 112- Cumhuriyet devrinde yapılan yüzlerce ilkmektep binasından üç örnek 98 113- Gazi'nin başkanlığı altında Dolmabahçe Sarayı'nda yapılan dil tartışmalarından bir sahne 99 114- Millet Mekteplerinin Başöğretmeni Gazi Mustafa Kemal 100 115- Memleketin her ferdinde yeni açılan nur âlemine bir an evvel kavuşmak gayretini gösteren dört sahne 101 116-Millet Mekteplerine devam eden ihtiyar kadınlar 102 117-Hanımların devam ettiği millet dersanelerinden biri 103 118- Gazi, Sivas'ta halka yeni Türk harflerini bizzat öğretirken 104 XXX Sayfa 119- Türk harflerinin pek basit tertip kasalarından biri 105 120- Arap harflerinin çok kalabalık ve kullanılması güç tertip kasalarından biri 105 121- Gazi, inceleme gezilerinden birinde Samsun Lisesi talebelerini Türk tarihi ve Türklerin anayurdu hakkında aydınlatırlarken 106 122- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin Büyük Gazi'nin başkanlığı altında yaptığı toplantılardan biri 107 123- Büyük Gazi Birinci Türk Tarih Kongresi'ne katılan tarih profesör ve öğretmenleri arasında 108 124- Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda Birinci Türk Dili Kurultayı'nın ilk toplantısı ve kurultaya katılanlardan bir grup 109 125- Ankara'da İsmet Paşa Kız Enstitüsü 110 126- Ankara'da Musiki Muallim Mektebi binası ve talebe orkestrası 111 127- Bir Türk heykeltraşı tarafından yapılan Gazi'nin Bursa heykeli 112 128- Ankara'da zafer abidesi ve Gazi heykeli 113 129- Dumlupınar'da Meçhul Asker abidesi 114 130- İstanbul'da Taksim Meydanı'nda Cumhuriyet abidesi 115 131- İstanbul'da Taksim Cumhuriyet abidesinin açılma gününde yapılan törenden bir izlenim 116 132- İstanbul'da Valdebağı'nda kurulan Maarif Prevantoryumu 117 133- Ankara'da Gazi Eğitim Enstitüsü 118 134- Cumhuriyet mekteplerinde beden eğitimi: Ankara ve İstanbul'da yapılan Mayıs cimnastik şenlikleri 119 135- Türk izcileri Cumhuriyet Bayramı'nda Gazi'nin önünden geçerken 120 136- Ankara'da Yüksek Ziraat ve Baytar Enstitüleri 121 137- Ankara'da Tavukçuluk Enstitüsü Merkezî İdaresi 123 122 138-Ankara Ziraat Bankası 139- Gazi, çiftliğini kurmaya başladığı günlerde bizzat traktör kullanırken 140- Ankara civarında Gazi Orman Çiftliği'nin bir yüzü 141- Gazi Çiftliği'nin 1925'te çadır halinde görünüşü ile 124 125 Orta Köşk Parkı'ndan bir koru ve Karadeniz Havuzu 126 142- Türkiye'de Cumhuriyet devrinde sanayi hayatının gelişme eserlerinden: Trakya'da Alpullu Şeker Fabrikası 127 143-Ankara Ticaret Lisesi 128 144- Ankara'da Türkiye İş Bankası İdare Merkezi 129 145-Cumhuriyet Merkez Bankası 130 146- Seyrisefain İdaresi tarafından imar edilerek çağdaş bir su şehri haline getirilmiş olan Yalova'dan iki manzara 131 147- Ankara-Kayseri demiryolunun Kayseri'ye vardığı gün İsmet Paşa açılış töreninde nutuk söylerken 133 llll r XXXI Sayfa 148- Ankara'dan Kayseri'ye ilk giden tren 132 149- Ankara-Sivas demiryolunun açıhş.4öreninde İsmet Paşa 133 150- Ankara-Sivas demiryolunun açılış töreninde İsmet Paşa nutuk söylerken 133 151- Cumhuriyet devrinde memlekette yapılmış köprülerden üç güzel eser: Nazilli-Bozdoğan yolunda Akçay, Zonguldak'ta Kirazlı, Balya-Çankırı yolunda Küçük Doğan köprüleri 134 152- Yeni köprüler 135 153- Ankara'da Sağlık ve Toplumsal Yardım Vekâleti 154- Ankara Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü 136 137 155- Ankara Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü'nün diğer binaları 137 156- Ankara Numune Hastanesi'nde İsmet Paşa pavyonu 137 157- Ankara Türkiye Hilaliahmer Cemiyeti Genel Merkezi 158- Millî Mücadele yıllarında Hilaliahmer Teşkilatı'nın 138 teşekküre değer faaliyetlerinden üç izlenim 139 159- Ankara Keçiören'de Himayei Etfal Cemiyeti'nce yaptırılan Ana Kucağı müesseselerinden bir pavyon 140 160- Ankara'da Himayei Etfal Cemiyeti Genel Merkezi arkasında kurulan Fuat Bey çocuk bahçesi 140 161- Ana kucağında bakılan kimsesiz çocuklardan birkaçı 141 162- Gündüz bakımevlerinden birinde yemek saati 141 163- Çocuk Bakımı Hemşireler Mektebi'nin ilk mezunları 141 164- Gazi, askerî manevraları idare ederken 142 165- Türk Ordusu: Piyade, süvari ve topçu kuvvetleri 1931 Cumhuriyet Bayramı büyük geçit töreninde 143 166- Türk Ordusu: 1931 Cumhuriyet Bayramı büyük geçit töreninde 144 167- Türk hava savunması silahlarından: En yeni sistem bir top 145 168- Türk Donanması: Yavuz Zırhlısı 146 169- Türk Donanması: Hamidiye, Mecidiye kruvazörleri, Samsun ve Berki Satvet torpidoları 147 170- Türk Donanması: Adatepe, Kocatepe torpidoları ve Dumlupınar, Sakarya denizaltı gemileri 148 171- Türk Donanması: Denizkuşu, Doğan, Martı avcı botları 172- Bir tayyare filosu uçuşa hazırlanırken 173- Türk hava filolarından biri 174- Kayseri'de Türk Tayyare Fabrikası 149 150 150 150 175- Ankara'da Büyük Erkanıharbiye Reisliği Dairesi 151 176- Ankara'da Millî Müdafaa Vekâleti 152 XXXII GRAFİKLER Çeşitli senelerde işletilen demiryolu uzunlukları 1- 1923-24 yılına göre 1931-32 ders yılında ilkmekteplere devam eden kız ve erkek talebe miktarlan 2- 1923-24 yılına göre 1931-32 ders yılında ortamekteplere devam eden kız ve erkek talebe miktarlan V Y91V7 Sayfa XXXVIII 249 251 ^ei^L Ziraat Bankası'nın 1919-1932 bilançolarına göre (nâzım ve kefalet hesapları hariç) aktif ve pasifinin seyrini gösteren tahlilî grafik 288 4- 1913, 1921 ve 1927 yıllarında Türkiye'de sanayi işçileri 5- 1927 yılma göre 1933'te mevcut fabrikalarımız 297 . 298 6- Ereğli kömür havzasının 1886'dan (1301) 1932'ye kadar üretimi 312 7- Sığır vebası bulunan köylerin 1922-1932 senelerindeki miktarları 316 8- 1921'den 1927'ye kadar Türkiye'ye ithal edilen kinin miktarı ve tüketimi 333 9- Sıtma mücadele teşkilatınca 1925'ten 1931 yılına kadar halka parasız dağıtılan kinin miktarı 334 10- Sıtma mücadele teşkilatının yedi senelik çalışması 334 11- 1925-1931 yılında trahom mücadele teşkilatı dahilinde faaliyet 12- 1925-1931 yıllarında tedavi edilen trahomlular 336 336 13- 1922 yılına göre 1932 yılına kadar kurulan hastane miktarı Î39 14- 1922 yılına göre 1932 yılına kadar meydana getirilen hastanelerde yatak miktarı 340 15- 1922 yılına göre 1932 yılına kadar Türkiye'de kurulan dispanserler 341 16- 1922 yılına göre 1932 yılına kadar Türkiye'de kurulan dispanserlerde yatak miktarı 341 1927-1931 senelerinde orduda okuyup yazma öğrenenlere ait grafik TABLOLAR XXXV 348 BÜYÜK MİLLET MECLİSİ REİSİ KAZIM PAŞA. XXXVI BÜYÜK ERKANIHARBİYE REİSİ MAREŞAL FEVZİ PAŞA. İSTİKLAL MADALYASI. "Meydana getiriliş tariki: 29 Ekim 1920." istiklal Harbi sırasında fiilen kıta başında kahramanlık ve fedakârlık gösteren general, subay ve erler ile sivillere ve cephe gerisinde yüksek millî davanın kazanılması için çalışanlara ve bu amaç uğrunda şehit olanların ailelerine verilmiştir. XXX TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KURULUŞU TÜRK MÎLLETİNİN YENİ BÎR DEVLET DAHA KURMASI A. YENİ BİR TÜRK DEVLETİ İnsanlık tarihinde, Türkler kadar çok ve büyük devletler kuran bir ırk gelmemiştir. Tarihte bilinen ilk medeni devletten beri (Sümer Devleti, MÖ 4000 yıl) Asya'da ve Avrupa'da kurulan beyliklerin (prensliklerin), hanlıkların (krallıkların), hakanlıkların (imparatorlukların) çoğunu Türkler kurdu. Bir Türk devleti tarihe karıştı mı, derhal başka bir veya birkaç Türk devleti hayat sahnesine çıkar. Büyük Harp sonunda (1918), Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp parçalanırken, Türk kudreti yeni bir devlet daha meydana getirdi. Bu yeni devlet, tam çağdaş bir tarzda kurulan "Türkiye Cumhuriyetî"dir. B. BÜYÜK HARBİN SONUNDA AVRUPA DEVLETLERİNİN DURUMU BÜYÜK HARBİN ALANI VE BUNA KATILAN DEVLETLER BÜyÜk Harp (1914'1918)' hemen bütün AvruPa devletleriyle, onların sömürgelerini, Amerika ve As- ya devletlerinden de birçoğunu boğaz boğaza getir- misti. Eski dünyanın üç parçasında ve bunları çevreleyen küçük ve büyük denizlerde, hatta havada çarpışan milyonlarca insan kütleleri iki kısma ayrılmışlardı, l) İttifak Devletleri, 2) Anlaşma Devletleri ve ortakları. İttifak Devletleri, Almanya, Avusturya-M acar İstan ve 2 TARİH Osmanlı İmparatorluklarıyla Bulgar Çarlığı'ndan ibaretti. Anlaşma Devletleri ise başta İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya, Sırbistan, Karadağ ve Belçika'dan meydana gelirken, sonra bunlara, Portekiz, Romanya, Yunanistan, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ile Güney Amerika'nın Brezilya Devleti de eklenmişti. İngiltere'nin, Kanada, Kap, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi büyük, zengin ve hemen hemen bağımsız dominyonları da metropolle birlikte hareket ediyorlardı. Belli başlı bütün dünya devletleriyle savaşan Müttefikler, savaşın ilk üç buçuk senesinde başarılı gibi görünmüşler; Fransa'nın kuzeydoğusuyla, Belçika, Sırbistan ve Romanya'nın her tarafını istila ettikleri gibi, Rusya'yı da saf dışı bırakabilmişlerdi (1917 sonlan ve 1918 başları). Lakin Rusya'nın yenilgisinden birkaç ay evvel (1917 başlan) Amerika Birleşik Devletleri de Anlaşma Devletleri tarafında savaşa girmiş olduğundan, Rusya'nın çekilmesinden dolayı, Anlaşma Devletleri cephesinde doğabilecek zayıflamanın önü alınmış bulunuyordu. VİLSON'UN 14 MADDESİ O sırada, Amerika Birleşik Devletleri'nin cumhur- başkanı olan Vilson (Wilson), Birleşik Devletlerin savaşa katılmasından önce, banşa esas olmak üzere, milliyet prensiplerine dayanan bazı görüşler ileri sürmüştü. İngiltere ve Fransa, kendi ülkelerinde uygulanmaması şartıyla, bu görüşlere pek taraftar görünmüşlerdi. Rusya yenildikten sonra, Vilson, meşhur "14 Madde"sini ilan etti (Ocak 1918). Bu maddelerde önemli olarak her milletin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi hakkını, silahları ekşitilmiş bütün milletlerin bir cemiyet halinde derlenmesiyle barışın kuvvetlendirilmesi fikrini ve mağlup devletlerden savaş tazminatı alınmaması esasını tespit ediyordu. Devletler hukuku profesörlüğünden cumhurbaşkanlığına getirilmiş olan Vil-son'un, belki hukuki esasları hayata geçirmek için samimiyetle ortaya attığı bu teoriler, çok yorulmuş ve barışa susamış olan İttifakçıların halkları ve orduları içinde müthiş bir propaganda silahı mahiyetini aldı. Anlaşmacılar, Vilson'un 14 maddesini barışa esas olmak üzere derhal kabul etmişlerdi; ancak, Fransa savaş tazminatından vazgeçtiğini ifade etmekle beraber istila olunan vilayet-lerindeki tahribatın, Almanlar hesabına tamir ettirilmesinde ısrar etmişti. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU İTTİFAK DEVLETLERİNİN TANILMASI 3 Manevî savunma kuvvetleri Vüson Beyannamesi yüzünden sarsılmış olan İttifakçıların maddî durum-ları da gittikçe kötüleşiyordu. Balkanlar'da Bulgarlar, Suriye'de Osmanlılar geri çekiliyorlardı. Nihayet Bulgaristan'da Fer-dinant, hükümdarlıktan feragat etti ve oğlu 29 Eylül 1918'de düşmanlarıyla ateşkes yaptı. Bulgar cephesi bozulunca, Osmanlıların Avrupa'da direnmesi imkânsız bir hale gelmişti. Osmanlı Devleti de 30 Ekim'de Mondros Ateşkesi'ni imzaladı. Avusturya-Macaristan'ın da artık direnme kudreti kırılmış (3 Kasım 1918) ve İmparator Kari İsviçre'ye kaçmıştı. 1918 sonlarında ve Anlaşma Devletlerinin saldırısı sırasında Alman bahriyelileri, Rus Bolşevikleri'nin etkisiyle ihtilal ettiler; ihtilal cepheye de bulaştı. Alman İmparatoru //. Vilhelm Felemenk'e kaçtı. Başka Alman kral ve prensleri de tahtlarından indiler. Almanya'da cumhuriyet ilan edildi. Bu karışıklıkta savaşın sürmesi mümkün olmadığından, Almanlar, Anlaşma Devletlerinin ağır şartlarını kabul ederek ateşkes imzaladılar (11 Kasım 1918). PARİS KONFERANSI VE BARIŞ ANTLAŞMALARI işte bu suretle sona eren Dünya Savaşı'nı bitirmek için Paris'te bir konferans toplandı. Uzun uzun gö- ilişmelerden sonra, nihayet çeşitli tarihlerde Almanlarla Versay (28 Haziran 1919), Avusturyalılarla Sen J ermen (10 Eylül 1919), Bulgarlarla Noyyi (27 Kasım 1919), Macarlarla Triyanon (4 Haziran 1920) ve Osmanlılarla Sevr (10 Ağustos 1920) antlaşmaları yapıldı. Bu antlaşmaların tarihlerinden de görülüyor ki, Osmanlı Devleti ile Anlaşma Devletleri arasında imzalanan Sevr Antlaşması en geç kalmış ve ileride görüleceği üzere, hiçbir şeye de yaramamıştır, çünkü, gene ileride görüleceği üzere, kurulmaya başlayan yeni Türk Devleti, Osmanlı Devletiyle Anlaşma Devletlerinin arasında barış antlaşması yapılmasının gecikmesine sebep olmuş ve yeni Türk Devleti tamamen kurulunca da düşmanlarını yeni bir antlaşma (Lozan Anlaşması) yapılmasına ve Sevr koşullarının tamamen değiştirilmesine mecbur etmiştir. Antlaşmaların imzalanmasından önce, Vilson girişimiyle bir "Milletler Cemiyeti Sözleşmesi", hazırlanmış ve başlıca devletler tarafından kabul edilmişti. Bu suretle "Milletler "MÎLLETLER CEMİYETİ" 4 TARİH Cemiyeti" kuruldu. Sözleşmenin bir sureti bir önsöz'gibi antlaşmaların basma kondu. Bütün dünyanın başlıca milletlerinden çoğu Milletler Cemi-yeti'ne katıldılar. AVRUPANIN YENİ YÜZÜ Bu antlaşmalardan ve Milletler Cemiyeti'nden çıkan yeni Avrupa'nın şekli şöyle özetlenebilir (Harita l ve 2): Milliyet prensibine dayanarak, eski Lehistan canlandırıldı ve aynı prensip gereklerinden sayılarak Almanya'nın Leh dili konuşan doğu vilayetleri Lehistan'a, bir-iki asır Fransız idaresi altında bulunmuş olan Alsas ve Loren kıtaları Fransa'ya, verildi. Birçok milletin Habsburglar hükmü altında bir araya toplanmasından doğan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da milliyet prensibi gereğince parçalandı. Lehçe konuşan bölgeler Lehistan'a, Romence konuşanlar Romanya'ya, Sırpça konuşanlar Sırbistan'a, İtalyanca konuşanlar İtalya'ya eklendi; Habsburglar İmparatorluğu'nun bunlar çıktıktan sonra kalan kısımları bağımsız Macaristan, Avusturya ve Çekoslovakya devletlerini oluşturdular. Birbirlerinden dilleriyle ayrılan bu çeşitli milletler asırlarca beraber yaşayarak birbirlerinin arazisine girmiş olduklarından, millî sınırları ayırmak çok güç oldu. Her millet toprağında, diğer milletlerden birtakım azınlıklar kaldı. Bunlar için "azınlık hakları" diye bir hak tanındı. Bulgaristan'ın güneyinden bir parça, Yunanistan'a ve Sırbistan'a verildi. Makedonya halkı çok karışık olduğu halde kuzey tarafları Sırbistan'da, güney tarafları da Yunanistan'da bırakıldı. Arnavutluk olduğu gibi kaldı. Sevr Antlaşması da, güya milliyet esasına göre düzenlenerek, Osmanlı İmparatorluğu'nun Türklerin yaşamadığı iddia edilen kıtaları imparatorluktan koparılmış ve bu arada Türklerin çoğunluk oluşturduğu bazı yerler de (Kilikya ve Musul gibi) Anlaşma Devletlerinin siyasî ve iktisadî çıkarları dolayısıyla Türk olmayan alanlar arasına karıştırılmıştı. Vilson'un barışa esas olan on dört maddesinde, her milletin kendi kaderini kendisinin tayin etmesi hakkı ilan olunmuşken, Osmanlı İmpartorluğu'nun paylaşımında bu esas tamamen unutulmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türklerin v£ Türk olmayan unsurların memleket sınırları tayin edildiği zaman, milliyet ve dil meseleYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 5 leri, ciddî bir surette göz önünde bulundurulmadı. Halkının çoğu Türk olan istanbul ile sırf Türklerin yaşadığı vilayetlerin bile kaderi galip devletler tarafından tayin olunmak istenildi. MİLLİYET PRENSİBİNİN UYGULANMA DERECESİ - Zaten Profösör Vilson'un hukuk teorisine uygun ilke-leri, İngiliz ve Fransız politikacılarının elinde pek ça-buk galip devletlerin siyasî çıkarlarına uyacak bir şekle dökülmüştü. Milliyet prensibi, yalnız mağlup devletlerin kuvvetten düşmesi için uygulanarak, İngiltere, Fransa gibi birçok millete hâkim olan galip imparatorluklar asla kapsamına alınmamıştır. Bundan başka, mağlup devletlere uygulanmasında da esasa sadık kalınmayarak, büyük devletlerin o andaki çıkarları gözetilmişti. Vilson'un ilkelerinde savaş tazminatı alınmayacağı açık olarak yazılıyken, Fransa'nın ısrarı üzerine, tamirat adıyla mağluplara yüklenen tazminat, en ağır savaş tazminatlarından ileri olmak şöyle dursun, akla sığmayacak miktarlara çıkarılmıştı. Hele sömürgeler halkının arzu ve iradeleri asla dikkate alınmamıştı. Sömürgeler halkı, adeta hayvan sürüleriymiş gibi evvelki sahiplerinden başka sahiplere verilivermişlerdi. Kısacası 19. asrın ortalarından beri milliyet teorisyenlerinin gerçekleştirmek istedikleri millî devletler ve Avrupa'da millî devletler birliği gayesine yönelik Vilson ilkeleri, büyük devletlerin çıkarlarına göre bozulmak istenilince, Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti, Avrupa işlerinden tekrar elini çekti; "Milletler Cemiyeti Sözleşmesi"ni ve savaşa son veren anlaşmaları onaylamadı; bu suretle Milletler Cemiyeti'ne girmemiş oldu. Bolşevik ihtilali ile yeni bir devlet şekli kurmaya çalışan ve Avrupa devletlerinin hepsine düşmanlık gösteren eski Rusya Devleti de Milletler Cemiyeti'ne girmedi. MERKEZİ AVRUPA Rusya'dan batı vilayetlerinin ayrılması ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun parçalanmasıyla, Merkezî Avrupa'da küçük küçük birtakım devletler ortaya çıktı. Bu devletlerin hemen hepsi cumhuriyet rejimini kabul ettiler. Bununla milletler içeriden ve dışarıdan bağımsızlık kazanmış oldularsa da, hepsinin iktisadî hayatları bozuldu; Avusturya-Macaristan ve Rusya camiaları altında kuvvetli birer iktisadî birlik oluşturmuş olan bu milletlerin bağımsız hayatlarında, eski iktisadî ge6 TARİH lişme düzeyine ulaşmaları zorlaştı; özellikle Macaristan ve Avusturya devletleri çok sıkıldı. Yeni kurulan devletler arasındaki gümrük setleri, milletlerarası ticareti güçleştirdi. SAVAŞ SONU İHTİLALLERİ RUSYAYA BOLSEVİKLİK Savaşın sonunda, mağlup memleketlerin çoğunda kargaşalıklar ve ihtilaller oldu; ve bunların sonucun- da eski ferdi hâkimiyet, yani krallık ve imparatorluk idarelerinin yerine cumhuriyet rejimi geldi. Rusya İhtilali, siyasî alandan pek çabuk toplumsal alana geçti. Ruslaş-mış bir Türk ailesinden gelen Lenin (asıl ismi Viladimir İlyiç Ulyanof) adlı bir adamın azim ve iradesiyle, o ana kadar yalnız teoride kalan komü-nizm'in hayatta tamamıyla uygulanmasına girişildi. Eski Rusya İmparatorluğu, görünüşte millî çoğunluklar dikkate alınarak, birçok devlete bölündü. Nihayet, Rusya ismi de resmen kaldırıldı: Eski Rusya İmparatorluğu nihayet "Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği" adını aldı. Yeni idare tarzı, ferdî mülkiyetin ve üretici olmayan zümrelerin kaldırılması, ortak bir mülk üzerinde ortak çalışmayla fazla üretim yapılması, üretim ve tüketimin bir plan dairesinde düzenlenmesi esaslarına dayanıyordu. Komünizmin Rusya sınırından dışarıya yayılması, büsbütün başka esaslar üzerine kurulmuş Avrupa toplumlarını altüst edebileceğinden, bütün Avrupa devletleri Rusya aleyhine bir cephe aldılar. Bununla beraber, komünizm fikirleri, savaş sonunda, diğer memleketlere de yayıldığından, Bavyera ve Macaristan'da komünist ihtilalleri oldu; buralarda pek az süren komünist hükümetler bile kuruldu. Berlin'de komünistlik dolayısıyla ciddî kargaşalıklar olup geçti. İTALYA'DA FAŞİSTLİK İSPANYADA DEVRİM İtalya'da komünist teşkilatı hayli ilerlemişti; orada da bir komünist devrim olacağından korkulurken, Büyük ve küçük mülk ve mal sahiplerinin gençlerinden bir milis kuvveti oluşturan M ussalını adlı eski bir sosyalist, bu kuvvete dayanarak azim ve şiddetle hareket ederek, komünist teşkilatını yenmeyi ve "faşist" adını verdiği yeni bir idare tarzı kurmayı başardı. Gittikçe işlenip olgunlaşan faşistlik teorisi, sermayeliler ve YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 7 sermayesizler (kapitalistler ve proleterler) mücadelesini ortadan kaldırmak iddiasındadır. Bu maksada ulaşmak için, sermaye sahipleriyle işçilerin uzlaşmasına hizmet edecek birtakım müesseseler, kapitalist ve proleterlerden meydana gelen sendikalar vücuda getirildi; aynı zamanda devletin iktisadî ve toplumsal işlere müdahalesi artırıldı. Evvelleri İtalya Sosyalist Partisi'nin reislerinden sayılan Mussolini, yeni idareyi düzenleyebilmek için, parlamentolu idare usulünü kaldırdı, yerine komünistlerde olduğu gibi tek bir parenin diktatörlüğünü koydu; kendisi de tıpkı Lenin gibi bir diktatör oldu. Büyük savaşa girmediği için çok zenginleşmiş olan İspanya'da bazı bölgelerin ayrılmak istemesi ve işçilerin patronlarından memnun olmaması yüzünden çıkan karışıklıklar, parlamenter rejim aleyhinde fikirler uyandırmıştı; bunun üzerine, İtalya'yı takliden orada da bir diktatörlük çıktı. Fakat İspanya diktatörü Primo do Rivera, Lenin ve Mussolini değerinde bir adam olmadığından, idare tarzı uzun zaman devam edemedi. Nihayet İspanya'da da demokratik bir cumhuriyet kuruldu. İKTİSADİ BUHRAN Komünizm ve faşizm gibi önemli dönüşümlere uğ- ramayan Avrupa ülkelerinde de savaştan sonra toplumsal denge tamamen sağlanabilmiş değildir. Rusya'nın devletlerarası ticarî alışverişin dışında kalıp, mağlup devletlerin ağır tamirat vergisiyle fakirleşmesinden ve Avrupa sömürgelerine Vil-son'un milliyet prensibiyle Lenin'in komünizm inançlarının az çok yayılmasından dolayı, oralarda (özellikle Hindistan'da) sömürgeci devletlere karşı başgösteren boykot ve ayaklanma hareketleri, Avrupa sanayi ve sermayesini hayli zarara uğrattı. Bu yüzden İngiltere, Almanya gibi sanayi memleketlerinde işsizler çoğaldı. İşsizler çevresi sosyalist ve komünist fi-kilerin yayılışına elverişli bir zemin hazırladığından, İngiltere Devleti işsizleri devlet hazinesinden geçindirmek zorunda kaldı ve bundan bütçesinin masraf kısmına bir hayli ağırlık yüklendi. Kısacası çeşit çeşit sebeplerden çeşitli şekillerde ortaya çıkan iktisadî buhrarim bugüne kadar bir türlü önü alınamadı. TARİH C. CİHAN HARBİ'NİN SONUNDA OSMANLI DEVLETİ'NİN DURUMU GENEL MANZARA Cihan Harbi sonunda Osmanlı Devleti'nin durumunu Gazi Mustafa Kemal Hazretleri;Büyük Nutuklarında çok mükemmel olarak şöyle tasvir buyurmaktadırlar: 1919 senesi Mayıs'nın 19. günü, durum ve genel manzara: "Osmanlı Devleti'nin dahil bulunduğu grup, Umumî Harp'te mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartlan ağır bir ateşkes imzalanmış... Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir hale düşmüş... Millet ve memleketi Umumi Harbe sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler... Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, soysuzlaşmış şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta... Damat Ferit Paşa'nın başkanlığındaki kabine, aciz, haysiyetsiz, korkak, yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını koruyabilecek herhangi bir vaziyete razı... "Ordunun elinden silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta... "Anlaşma Devletleri, ateşkes hükümlerine riayete lüzum görmüyorlar.1 Birer vesileyle Anlaşma donanmaları ve askerleri İstanbul'da... Adana vilayeti, Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap İngilizler tarafından işgal edilmiş... Antalya ve Konya'da İtalyan askerleri; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor... Her tarafta yabancı subay ve memurları ve hususî adamları faaliyette... Nihayet, söz başı olarak aldığımız tarihten dört gün evvel, 15 Mayıs 1919'da, Anlaşma Devletlerinin rızasıyla Yunan ordusu İzmir'e çıkarılıyor... HIRİSTİYAN UNSURLARIN FAALİYETİ "Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan unsurlar gizli, açık, hususî emel ve maksatlarını elde edebilmek için devletin bir an evvel çökmesine çalışıyorlar... "Bilahare elde edilen bilgi ve belgelerle doğrulandı ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan 'Mavri Mira' Heyeti, vilayetler dahi1 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkesi. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 9 linde çeteler oluşturmak ve idare etmek, mitingler ve propagandalar yaptırmakla meşgul... Yunan Salibiahmeri,* resmî göçmen komisyonu 'Mavri Mira' Heyeti'nin işine yardım etmekte... 'Mavri Mira' Heyeti tarafından idare olunan Rum mekteplerinin izci teşkilatları 20 yaşını aşmış gençler de dahil olmak üzere her yerde ikmal olunuyor... "Ermeni Patriği Zaven Efendi de, 'Mavri Mira' Heyeti ile hemfikir olarak çalışıyor. Ermeni hazırlığı da tamamen Rum hazırlığı gibi ilerliyor... "Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz sahillerinde kurulmuş ve İstanbul'daki merkeze bağlı Tontus Cemiyeti' kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor... TÜRKLERİN "Durumun dehşet ve vahameti karşısında, her SAVUNMA yerde, her bölgede, birtakım zevat tarafından OLUŞUMLARI kurtuluş çareleri düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle girişilen çalışmalar birtakım oluşumlar doğurdu. Mesela, Edirne ve dolaylarında 'Trakya-Paşaeli' unvanıyla bir cemiyet vardı. Doğuda, Erzurum'da ve Elaziz'de genel merkezi İstanbul'da olmak üzere 'Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti1 kurulmuştu. Trabzon'da 'Muhafazai Hukuk' namında bir cemiyet mevcut olduğu gibi, İstanbul'da da 'Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti' vardı. Bu cemiyet merkezinin gönderdiği delegelerle, Of kazasıyla Lazistan livası dahilinde şubeler açılmıştı... "İzmir'in işgal olunacağına dair Mayıs'm 13'ünden beri fiilî belirtiler gören İzmir'de bazı büyük vatanperverler, ayın 14/15. gecesi, bu elim durum hakkında konuşmuşlar; oldubitti haline geldiğine şüphe kalmayan Yunan işgalinin ilhakla sonuçlanmasına engel olmak esasında müttefik kalmışlar ve 'Reddi İlhak' prensibini ortaya atmışlardır. Aynı gecede bu maksadın yayılmasını sağlamak için İzmir'de Yahudi Maşatlığı'na toplanabilen halk tarafından bir miting yapılmışsa da ertesi gün Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle, bu girişim maksadı ümit edilen derecede sağlayamamıştır. '"Trakya-Paşaeli Cemiyeti'nin reislerinden bazıları ile daha İstanbul'dayken görüşmüştüm. Osmanlı Devleti'nin yok olmasını çok kuvvetli bir ihtimal dahilinde görüyorlardı. Osmanlı vatanının parçalan* Salibiahmer: Kızılhaç (Kaynak Yayınları'nın notu). IfHI 10 TARİH ma tehlikesi karşısında Trakya'yı, mümkün olursa Batı Trakya'yı da bağlayarak bir bütün olarak, İslam ve Türk camiası halinde kurtarmayı düşünüyorlardı. Fakat bu maksadın sağlanması için o zaman akıllarına gelen biricik çare, İngiltere'nin, bu mümkün olmazsa Fransa'nın yardımını sağlamaktı. Bu maksatla bazı yabancı devlet adamlarıyla temas ve görüşme yolları da aramışlardı. Hedeflerinin bir 'Trakya Cumhuriyeti' kurmak olduğu anlaşılıyordu. '"Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemîyeti'nin kuruluş maksadı da (nizamnamelerinin ikinci maddesi) Doğu vilayetlerinde yaşayan bütün unsurların dinî ve siyasî haklarının serbest gelişimini sağlayacak meşru çareler için girişimde bulunmak; adı geçen vilayetlerin Müslüman halkının tarihî ve millî haklarını gerektiğinde medeniyet âlemi huzurunda savunmak; Doğu vilayetlerinde yaşanan zulüm ve cinayetlerin sebepleri ve etkenleri ve fail ve sebep olanları hakkında tarafsızca inceleme yapılarak suçluların süratle cezalandırılmalarını talep etmek; unsurlar arasındaki yanlış anlaşılmanın giderilmesiyle eskisi gibi iyi bağların güçlendirilmesine gayret etmek; yaşanan harbin Doğu vilayetlerinde doğurduğu haraplık ve sefalete, hükümet nezdinde girişimlerde bulunmak suretiyle mümkün mertebe çare bulmaktan ibaretti. "İstanbul'daki merkezlerinden verilmiş olan bu direktif dahilinde, Erzurum şubesi, Doğu vilayetlerinde Türkün haklarını korumakla beraber göç ettirme sırasında yapılan kötü muamelelerde milletin kesinlikle payı bulunmadığını ve Ermeni mallarının Rus istilasına kadar korunduğunu, buna karşılık Müslümanların pek gaddar hareketlere maruz kaldığını ve hatta emre aykırı olarak göç ettirmeden alıkonulan bazı Ermenilerin koruyucularına karşı reva gördükleri muameleyi deliller ve belgelerle medeniyet âlemine sunmaya ve bildirmeye ve Doğu vilayetlerine karşı güdülen istila maksatlarını hükümsüz bırakmak için çalışmaya karar veriyor... " 'Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'nin ilk Erzurum şubesini kuranlar, Doğu vilayetlerinde yapılan propagandalar ve bunların hedeflerini, Türklük-Kürtlük-Ermenilik meselelerini, ilmî, fennî ve tarihî açılardan inceledikten sonra gelecekteki çalışmalarını şu üç noktada tespit ediyorlar: YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 11 1) Kesinlikle göç etmemek; 2) Derhal ilmî, iktisadî, dinî teşkilat yapmak; 3) Doğu vilayetlerinin saldırıya maruz kalacak herhangi bir bucağını savunmada birleşmek. "'Vilayatı Şarkiye Müdafaa! Hukuku Milliye Cemiyeti'nin İstanbul'daki idare merkezinin medenî ve ilmî vasıtalarla maksada varabileceği hakkında fazla iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten bu yolda çalışmaktan geri durmuyor. Doğu vilayetlerinde Müslüman unsurların haklarını savunmak için 'Le Pays' adlı Fransızca bir gazete çıkarıyor; 'Ha-disat' gazetesinin imtiyazını üzerine alıyor. Bir taraftan da İstanbul'daki Anlaşma Devletleri temsilcilerine ve Anlaşma Devletleri başvekillerine muhtıra veriyor; Avrupa'ya bir heyet gönderme girişiminde bulunuyor. "Bu açıklamalardan kolaylıkla anlaşılacağını zannederim ki 'Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'ni vücuda getiren önemli sebep ve endişe, Doğu vilayetlerinin Ermenistan'a verilmesi ihtimali oluyor. Bu ihtimalin tasavvurunda: Doğu vilayetleri nüfusunda Ermenilerin çoğunlukta gösterilmesine ve tarihî açıdan bu vilayetlerde fazla hakları olduğunun kabul ettirilmesine çalışanların, ilmî ve tarihî belgelerle dünya kamuoyunu kandırmayı başarması ve bir de Müslüman halkın Ermenileri katleden vahşiler olduğu iftirasının gerçek şeklinde yürütülebilmesiyle gerçekleşeceği faraziyesi hâkim oluyor. Dolayısıyla cemiyet, aynı mahiyette deliller ve belgelerle donanmış olarak millî ve tarihî hakları savunmaya çalışıyor. "Karadeniz'e sahil olan bölgelerde de, bir 'Rum Pontus Hükümeti' kurulacağı korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında bırakmamak ve varlıklarını korumak gayesiyle, Trabzon'da da bazı kişiler ayrıca bir cemiyet kurmuşlardı. "Merkezi İstanbul'da olan 'Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti'nin siyasî maksat ve hedefi, isminden anlaşılmaktadır. Her halde merkezden ayrılmak gayesini takip ediyor. BİRLİĞE VE SAVUNMAYA ZARARLI OLUŞUMLAR Kurulmaya başlayan bu oluşumlardan başka memleket içinde daha birtakım girişimler ve oluşumlar da ortaya çıkmıştı. Diyarbekir, Bitlis, Ela-ziz vilayetlerinde İstanbul'dan idare olunan 'Kürt Teali Cemiyeti' bun12 TARİH lardandı. Bu cemiyetin maksadı, yabancı himayesi altında, bir Kürt hükümeti kurmaktı. Konya ve dolaylarında, İstanbul'dan idare olunan 'Tealii İslam Cemiyeti' kurulmaya çalışılıyordu. Memleketin hemen her tarafında 'İtilaf ve Hürriyet', 'Sulh ve Selamet' cemiyetleri de vardı. "İstanbul'da, çeşitli maksatlarla gizli veya açık birtakım parti veya cemiyet unvanı altında oluşumlar vardı. "İstanbul'da önemli sayılacak girişimlerden biri 'İngiliz Muhipler Cemiyeti'ydi. Bu isimden İngilizlere dost olanların kurduğu bir cemiyet anlaşılmasın! Bence bu cemiyeti kuranlar, kendi şahıslarını ve şahsî çıkarlarını sevenler ve şahıslarıyla çıkarlarının korunması çaresini Loyit Corç (Llyod George) Hükümeti marifetiyle İngiliz himayesini sağlamakta arayanlardır. Bu bahtsızların, İngiltere Devleti'nin bütün halinde bir Osmanlı Devleti muhafaza ve himaye etmek emelinde olup olmayacağını, bir defa düşünüp düşünmedikleri araştırılmaya değer... "Bu cemiyete mensup olanların başında Osmanlı Padişahı ve 'Ha-lifei Ruyizemin' unvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nezareti'ni işgal eden Ali Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Beyler ve Sait Molla bulunuyordu. Cemiyette İngiliz milletine mensup bazı maceracılar da vardı. Mesela Rahip Fru (Frow) gibi. Muamele ve uygulamalarından anlaşıldığına göre cemiyetin reisi Rahip Fru'ydu. "Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı: Biri açık cephesi, medenî girişimlerle İngiliz himayesini talep ve sağlamaya yönelik mahiyetiydi. Diğeri, gizli tarafıydı. Asıl faaliyet bu gizli taraftaydı. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilal çıkarmak, millî bilinci felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince girişimler, cemiyetin bu gizli kolu tarafından idare edilmekteydi. Sait Molla'nın cemiyetin açık girişimlerinde olduğu gibi, gizli tarafında da, ondan daha fazla rolü olduğu görülecektir. "İstanbul'da kadın erkek birtakım ileri gelenler de, gerçek kurtuluşun Amerika mandasını istemekte ve sağlamakta olduğu kanaatinde bulunuyorlardı. Bu kanaatte bulunanlar fikirlerinde çok ısrar ettiler. Mutlak isabetin kendi görüşlerinin hayata geçirilmesinde olduğunu ispata pek çalıştılar."' YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 13 PADİŞAH VE HÜKÜMETİN OSMANLI DEVLETİNİN DURUMA BAKIŞI - Mondros Ateşkesi'yle (30 Ekim 1918)' düşmanların Mondros Ateşkesi'nin en önemli maddeleri şunlardır: 1) Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının açılması, Karadeniz'e serbest geçmek, Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının Müttefik Devletler (Anlaşma Devletleri) askerlerince işgali; 2) Sınır koruması ve iç asayişte gerekli kıtalar dışında bütün Osmanlı ordusunun derhal terhisi; terhis edilmeyen kıtaların mevcudu ve bölünme şekli, sonradan Türk Hükümeti'nin fikri alınarak Müttefikler tarafından tespit edileceği; 3) Türk sularında veya Türkler tarafından işgal edilmiş sularda bulunan bütün savaş gemilerinin teslim edileceği ve bunların gösterilecek sular ve limanlarda tutuklu bulundurulacağı; 4) Müttefiklerin kendi güvenlik ve selametlerini tehdit altında görünce stratejik noktaları işgale hakları olduğu; 5) Türklerin işgalinde bulunan bütün demiryollarından Müttefiklerin serbestçe yararlanacakları ve Müttefiklerin düşmanlarının bunlardan yararlanmasının yasaklanacağı, Müttefiklerin Türk tüccar gemilerinden de aynı surette yararlanmak hakkına sahip olacakları; 6) To-ros tünellerinin Müttefikler tarafından işgal olunacağı; 7) Telsiz telgraflarla kabloların Müttefiklerin denetimi altında bulunacağı; 8) Kafkasya, Hicaz, Asir, Yernen, Suriye ve Irak'taki Osmanlı askerî kıtalarının, Trablus ve Bingazi'de bulunan Osmanlı zabitlerinin ve Osmanlılar tarafından işgal edilen limanların Müttefiklere teslim olunacağı; 9) Teç-hi/.at, silah, cephane ve askerî nakliye vasıtalarının Müttefiklere istedikleri anda teslim olunacağı ve bunların mevcuduna zarar verilmemesi için askerîdeniz ve kara malzemesi ile ticarî eşyanın tahrip edilemeyeceği; 10) Müttefiklerin bütün esirleri ve Ermeni esirleri Müttefiklere teslim olunduğu halde, Türk esirlerinin Müttefiklerin emri altında kalacağı; 11) "Bir Ermenistan vilayetinde" (!) karışıklık çıkarsa, Müttefiklerin oranın işgaline yetkili olacakları. (Yukarıdaki maddeler, ateşkes metninden özetlenerek toplanmıştır; rakamlar, ateşkes metninin madde rakamlarını göstermez). * Hamiyet: Millî onur ve haysiyet (Kaynak Yayınları'nın notu). 14 TARİH dişahını da, Osmanlı Hükümeti'ni de istedikleri gibi sevk ve idare ediyorlardı. Böyle hamiyet ve gayretten mahrum bir padişah ile kâh haysiyetsiz ve alçak, kâh aciz ve korkak adamlarla idare edilen bir hükümetin doğal olarak memleketin durumuna olumlu ve faydalı bir bakısı olamazdı. TÜRK MİLLETİNİN DURUMA BAKIŞI Osmanlı padişahı ve Osmanlı Hükümeti, imparator-luğun yıkılmasına, memleketin düşmanlar tarafından durmaksızın istilasına ve parçalanmasına karşı bir şey yapmayarak ve bir şey yapmak istemeyerek sırf nefislerini düşünmekle meşgulken, asıl memleketin sahip ve hâkimi olan Türk milleti, durumu iyileştirmek ve anayurdunu kurtarmak için derhal harekete geçmişti. Mondros Ateşkesi'yle Osmanlı Devleti'ne öldürücü bir darbe vuran düşmanlar, aynı darbe ile Türkü de öldürdük sanmışlardı ve bunda çok yanılmışlardı. Çok kudretli ve yaratıcı Türk milleti, yaralı, yorgun, fakat canlı ve ümitli olarak ayakta duruyordu. Anadolu'da Selçuk saltanatı yıkılıp dağılınca, ondan daha kuvvetli Osmanlı saltanatını kuran millet, Osmanlı saltanatı tarihe karışırken de, ondan daha kuvvetli başka bir devlet, kendi adını taşıyan millî ve çağdaş bir devlet kurmaya azmetmişti. Yozlaşmış Osmanlı saltanatı padişahını ve işbaşında bulunanlarını kolaylıkla emir altına almak mümkündüyse de, binlerce yıl hür ve bağımsız yaşamış, bunca devlet ve medeniyet kurmuş bir milleti mahkûm etmek imkânsızdı. Osmanlı saltanatının müttefiki olan başka milletler galiplerinin hükümlerine pek çabuk baş eğmişlerdi; fakat Türk milletini o milletlerle kıyaslamak doğru değildi. Zorluklar arttıkça onları küçümseyerek başını yükselten bu mağrur ve fedakâr millet, düşmanlarının önüne çıkıp dikildi ve onları anayurdundan alıncaya kadar oturmadı. Türk milletinin mayasında saklı olağanüstü kudret, pek eski bir geçmişten beri tarihin seyrini değiştiren, dinleri, medeniyetleri ellerinde oynatan kahramanlar halinde belirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu yok olacağı sıralarda Türk kudreti, yine böyle bir temsilcisini yarattı! Mustafa Kemal. MUSTAFA KEMAL'İN DURUMA BAKIŞI Mustafa Kemal'in duruma bakışı, genel olarak Türk milletinin hale bakışını ifade eder: YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 15 "Düşman devletler, Osmsnlı devlet ve memleketlerine maddeten ve manen tecavüz halinde bulunuyorlar; onu imha ve paylaşmaya karar vermişlerdir; padişah ve halife sayılan adam, hayat ve rahatını kurtarabilecek ça/eden başka bir şey düşünmüyor; onun hükümeti de aynı halde... Ordu dağılmış; kumandan ve subaylar, Umumi Harbin zorluk ve sıkıntılarıyla yorgun, yürekleri vatanın parçalanmakta olduğunu görmekten ezgin, gözleri önünde derinleşen karanlık felaket uçurumun kenarında kafaları kurtuluş çareleri aramakla meşgul..." Bu sıralarda kurtulmak için, çare olarak, halka üç veçhe (direktif) gösteriliyordu: 1. İngiltere'nin himayesini istemek; 2. Amerika mandasını istemek (bu iki veçheyi gösterenler Osmanlı Devleti'nin bir bütün halinde korunmasını düşünenlerdi); 3. veçhe Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü korumak mümkün olamayacağına göre, belirli bölgelerin bağımsızlık ve hürriyetlerini sağlamak veya belirli bölgeleri Osmanlı birliğinden ayırmak suretiyle onu uğrayacağı akıbetten kurtarmaya yönelikti. Mustafa Kemal, bu fikirlerin hiçbirinde isabet görmüyordu. Çünkü artık Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada Türkün barındığı öz yurdu Anadolu kalmıştı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım manasız sözlerden ibaretti. Düşmanlar, Türklerin öz yurtlarını da paylaşmaya girişmişlerdi. "Bu durum karşısında, bir tek karar vardı; o da millî hâkimiyete dayalı, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!" Türk milletini temsil eden Mustafa Kemal, bu kararını şu muhakemeye dayandırıyordu: "Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, tam bağımsızlığa sahip olmakla ancak sağlanabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve yardımını kabul etmek, insanlık vasıflarından mahrumiyeti, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu derekeye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. 16 TARİH Halbuki Türkün haysiyet ve şerefi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa mahvolsun, daha iyidir! Dolayısıyla ya istiklal, ya ölüm! İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktı!"1 Bu direktife göre kurtuluş, Osmanlı sarayının ve Babıâli'nin yaptığı gibi, miskince notalar yazıp, düşmanlardan "merhamet dilenmekle" veya bazı cemiyetlerin yaptığı gibi himaye ve mandaya sığınmakla, yahut geçmişe ve bugüne ait ilmî incelemelere bakmakla mümkün olmazdı. Kahramanca derhal faaliyete geçmek, ancak milleti ve orduyu düzenlemekle, düşmanlara karşı birleşik ve kuvvetli bir savaş cephesi açmakla mümkündü. Mustafa Kemal Paşa, müfettişlikle Anadolu'ya giderken Babıâli'nin merdiveni başında kendisini uğurlayan ve endişeli bir eda ile durum hakkında görüşünü soran ihtiyar vezirlere şu kısa cevabı vermişti: "Kahramanlık gösteriniz!" Fakat vücutları kadar ruhları ve kafaları da yıpranmış bu zatlar, kahramanlık gösteremezlerdi! Babıâli'nin Avrupa devletlerine dost görünmekten ve itaatten ibaret bir asırlık korkak siyasetini bu köhne ve harap adamlar değiştiremezlerdi. Bu kahramanlığı ancak Türk milleti ve millî kudretin timsali olan, o milleti kendinde somutlaştıran Mustafa Kemal gösterebilirdi. Bu Türk Re-isi'nin en esaslı fikirlerinden birisi, milletler hayatının, ancak kuvvetle, direnmekle, fedakârlıkla korunabileceğidir. D. MUSTAFA KEMAL MUSTAF KEMAL'İN GENÇLİĞİ Son bağımsız Türk Devleti'nin yani Osmanlı İmpar- torluğu'nun yıkılması gibi Türk tarihinin pek buhranlı bir devrinde Türk milletinin kudret ve hayatiyetini temsil eden Mustafa Kemal, 1880 senesinde Selanik'te doğmuştur (Res. 1). Babası vergi memurluğundan çekilip kereste ticaretiyle uğraşan Ali Rıza Efendi'ydi. Mustafa Kemal daha küçükken babası öldüğünden, bu yetim çocuğu, pek büyük bir Türk kadım olan, anası Zübeyde Hanım (Res. 2, 3) yetiştirmiştir. l "Nutuk"Uın özetlenmiştir. "Nutuk", s.8-9. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 17 Mustafa Kemal, Selanik'te Şemsiefendi mektebinde1 ilköğrenimini bitirdikten sonra Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydedildi. Bu mektepte bir hocanın kendisine haksız olarak bir değnek vurması üzerine derhal mektebi bıraktı ve kendiliğinden AskeriRüştiye'ye girdi. Burada, ateşli zekâsı, olağanüstü kabiliyeti, hele matematikte emsalsiz yeteneğiyle sivrilerek öğretmenlerin dikkatini çekti. Ve her açıdan pek çabuk geliştiğinden hocaları ona bir talebe değil, yetişmiş bir adam ve arkadaş muamelesi yapmak lüzumunu duydular. Mustafa Kemal'in adı daha önceleri yalnız Mustafa'ydı. Mektebin matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendi, talebesi Mustafa'da gördüğü olağanüstü yeteneği takdir ederek, kendisiyle talebesi arasındaki farkı belirtmek gibi değerbilir bir maksatla resmî künyesinde Mustafa'ya "Kemal" adını da ilave ettirdi. Mustafa Kemal, öğretmeni Mustafa Efendi bulunmadığı zamanlar onun yerine sınıflarda ders verirdi. Rüştiyeyi bitirdikten sonra, Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisine, oradan Harbiye Mektebine gitti (Res. 4); Erkanıharbiye sınıflarına ayrıldı. Harbiye Mektebi'nde ve Erkanıharbiye sınıflarında hocalarının daha çok dikkatini çekti. Mustafa Kemal'in matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye büyük bir yeteneği ve çok merakı vardı; askerlik sanatına gelince, Mustafa Kemal büyük bir asker olarak yaratılmıştı. Hocaları ve arkadaşları, Mustafa Kemal'in müstesna bir şahsiyet olduğunu anlıyorlardı. Mustafa Kemal'in kavrayışlı zekâ ve geniş merakı, idadi mektebinden itibaren, mektep ve derslerle sınırlı kalamazdı; memleketin haline, siyasî durumuna ilgi göstermeye başlamıştı. Arkadaşlarıyla vatan ve millet işleri üzerine konuşurdu; her düşündüğünü pervasız söyler ve Sultan Hamit idaresini şiddetle eleştirirdi. Bununla beraber, samimiyeti ve yüksek dirayetiyle kendisini arkadaşlarına sevdirmiş ve onlar üzerinde manevî bir nüfuz kurmuş olan Mustafa Kemal'i mektep idaresine karşı ele veren kimse çıkmamıştır. Lakin mekteplerde genel seviyeden yüksek ve eleştirici kişilikleri takip ve öğrenmeye çalışmaktan geri kalmayan despot ve kuruntucu idare, Mustafa Kemal'i de gözden uzak tutmamış ve onu Erkanıharbiye yüzbaşılığı rütbe Bu mektep yeni usul öğretimde bulunmak üzere Selanik'te açılmış ilk mekteptir. 18 TARİH ve diplomasını aldığı gün (29 Aralık 1904) tutuklatarak Yıldız Sarayı'na getirmişti. Günlerce Yıldız'da ve Abdülhamid'in işitebileceği bir vaziyette sorgulanıp, aylarca tutuklu kaldıktan sonra Şam'a sürüldü. SİYASÎ FAALİYETE BAŞLAMASI Yüzbaşı Mustafa Kemal Bey (Res. 5), Suriye'nin her tarafını görevle dolaştı. Mülkî idarenin sakatlığını, ordunun eğitim ve öğretimdeki eksiklerini, halkın kötü idareden çektiği ıstırapları gördü, anladı. Resmi görevlerinden artırdığı zamanları da boş geçirmedi. Çevresine, adalet ve hürriyete sevgi, haksızlığa, despotluğa, kötü idareye karşı nefret ve muhalefet fikri dağıttı ve 1906 senesi Ekim'inde bazı arkadaşlarıyla Şam'da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" adıyla gizli ve ihtilalci bir cemiyet de kurdu. Yafa'da cemiyetin bir şubesini açtı. "Vatan ve Hürriyet Cemiye-ti"nin faaliyetini Rumeli'ye de yaymak maksadıyla Mısır ve Yununistan'dan geçerek gizlice Selanik'e geldi ve cemiyetin Selanik'te bir şubesini kurdu. Meşrutiyet'in ilanı sıralarında bu cemiyet "İttihat ve Terakki" adım aldı. Mustafa Kemal Bey'in Selanik'e gelmesinden dört ay sonra İstanbul Hükümeti O'nu Yafa'da araştırmakla beraber, tutuklanması için Selanik'e emir vermişti. O zaman Selanik Merkez Kumandan Muavini olan Cemil Bey'in (eski Dahiliye Vekili) dostluğuyla meseleden haberdar olan Mustafa Kemal, yine gizlice ve pek çabuk Yafa'ya döndü; izini kaybettirdi. 1907 senesi Eylül'ünde Kolağası Mustafa Kemal Bey kendisini Makedonya'da Üçüncü Ordu'ya naklettirmek çaresini buldu, Manastır'a gönderilmesi kararlaştırılmışken, bir numune alayının teftişi sırasında zekâ ve iktidarını takdir edebilen Üçüncü Ordu Kumandanı, Mustafa Kemal Bey'i Mareşallik Erkanıharbiyesi'nde alıkoydu. Burada resmi görevini yaparken evvelce kendisinin kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'nm yerine geçen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nde de çalışıyordu. Pek az zaman sonra Meşrutiyet ilan edildi (23 Temmuz 1908). İlan olunan Meşrutiyet, Mustafa Kemal'i tatmin etmiyordu. O, memlekette büyük ve radikal bir değişimin lüzumuna inanıyordu. Varmak istediği gayeyi, daha o zaman tayin etmişti; fakat Mustafa Kemal'in fikir ve kanaatleri, Cemiyet'in başka reislerinin fikir ve kanaatlerine uymuyordu. Hele Meşrutiyet'in ilanından sonra ordunun İttihat ve Terakki siyasî cemiyetiyle ve genel olarak politikayla alakalı olmasından doğacak mahzurları, etkili baYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 19 kışıyla derhal görmüş ve bunun önüne geçmek için, bir İttihat ve Terakki Kongresi'nde pek çetin mücadelelerde bulunmuştur; fakat kongrede hâkim olan zihniyet, bu görüşün isabetini anlayamadı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Bey, politikadan ilgisini keserek kendini askerliğe, askerin eğilim ve öğretimine verdi. Ordunun siyasetle uğraşmaması hakkında Mustafa Kemal tarafından ileri sürülen görüşlerin ne kadar haklı olduğunu ispat eden 31 Mart Gericilik Hareketiyle (13 Nisan 1909), yalnız İttihat ve Terakki Partisi değil, bütün Meşrutiyet rejimi tehlikeye girmişti. Bunu gören Mustafa Kemal'in girişimiyle Rumeli'de kurulan Hareket Ordusunun Erkanıharbiye Reisli-ği'ni kendisi üstlendi. Bu küçük ordunun harekâtını sevk ve düzenlemekte müstesna bir başarı gösterdi. HAZARI* ORDUDA HİZMETLER İstanbul'da yeni idare sağlamlaştıktan sonra, Meşrutiyet'in ve memleketin yakın tehlikeden kurtulduğunu gören Kolağası Mustafa Kemal Bey, memleketin gerçek dayanağı olan orduyu güçlendirmek için yine özellikle askerî göreviyle uğraşmaya başladı. Selanik'te Üçüncü Ordu Zabitan Talimgahı Kumandanlığında ve bu ordunun er-kânıharbiyesinde gösterdiği yüksek başarı, askerlikte gösterdiği kudret, herkesin takdirini kazanıyordu. Erkanıharbiye seyahatlerinde, savaş oyunlarında, manevralarda, fiilen hareket müdürlüğü görevini birçok daha yüksek rütbeli subayın ve hatta paşanın katılmasına rağmen daima Kolağası Mustafa Kemal Bey yerine getirirdi. Eleştirilerine dayanamayan bazı amirler, kıtada başarılı olamayarak şevk ve hevesi kırılsın diye, Mustafa Kemal'i, kolağası olduğu halde Alay Kumandanlığı'na tayin ettiler. Lakin Mustafa Kemal, Alay Ku-mandanlığı'nda daha büyük bir başarı gösterdi. Subayları ve bütün kıtası kendisine son derece bağlandı. Selanik'in bütün garnizon kıtaları ve subayları adeta onun etrafında toplanmışlardı. İnsanları sevk ve idare için yaratılmış bir adam olduğu, artık pek bariz görünüyordu. Bu durumdan hoşlanmayan Üçüncü Ordu Müfettişliği, orduyu isyana hazırlıyor diye onun aleyhine iftiralı raporlar yazdı. Harbiye Nezareti de bu korkunç Kolağası'nı Selanik'ten kaldırarak, İstanbul'da Erkânıharbiye-i Umumiye Dairesi'ne memur etti. * Hazan: Barış zamanına ait (Kaynak Yayınları'nın notu). 20 TARİH Görülüyor ki Mustafa Kemal, her bulunduğu yerde yaşının ve rütbesinin küçüklüğüne rağmen zekâsının şiddeti, güzel konuşma kuvveti, genel olarak yaratılışının olağanüstülüğü yüzünden daima müstesna ve yüksek bir mevki kazanıyordu. Mustafa Kemal demokrat yaratılışlıydı; çoğunlukla küçük rütbeli subaylarla yaşar, kibir ve azamet göstermez, onların dertlerini samimiyetle dinler ve onlarla bütün meseleler üzerinde ciddi bir şekilde sohbet ederdi. O vakit ki büyük kumandanların, aciz ve meziyetsiz paşaların hatalarını asla affetmez, her yolsuz emre, her kanunsuz harekete karşı kahramanca bir tutum alırdı. Daha o zamanlar, orduda herkes tarafından sevilir, sözü dinlenir, hürmet edilir bir arkadaş, bir âmir, bir lider olmuştu. TRABLUSGARP SAVAŞINDA HİZMETLER Orduda böyle bir sevgi ve iyi şöhret kazanmış olan Kolağası Mustafa Kemal Bey, Trablusgarp'a İtalyanlar saldırınca derhal birkaç arkadaşıyla beraber 1911 senesinde Mısır yoluyla gizlice Bingazi'ye geçti. Sınırı geçince ilk rastladığı büyücek kumanda mıntıkası Halepli Ethem Paşa'nın kumanda ettiği Tobruk mevkiiydi. Orada arkadaşlarıyla birlikte bizzat İtalyan mevziini ve kuvvetim keşfederek Tobruk kuvvetlerini derhal saldırı lüzumuna ikna etti. İtalyanlara saldırıldı. 9 Ocak 1912'de yapılan Tobruk Savaşı, o dolaylarda ilk savaş ve ilk başarı oldu. Mustafa Kemal Binbaşılığa terfii haberini de burada aldı. Derne'ye vardığında, Derne kuvvetlerinin kumandanlığını üstlendi (Res 6, 7) ve bir sene kadar orada kaldı. BALKAN SAVAŞINDA HİZMETLER Mustafa Kemal henüz Trablusgarp'tayken Balkan Savaşı başlamıştı. Savaşı haber alınca zaten artık yapılacak bir iş kalmayan Traslusgarp'ı terk ederek asıl Anavatan'ın savunmasına koştu. Komanova yenilgisini, Selanik'in düşüşünü, Bulgar ordusunun Çatalca'ya kadar gelmiş olmasını, Mısır'da öğrendi. İşittikleri karşısında çok üzüntü ve acı duymakla beraber bu felaketlerin bu kadar süratle gerçekleşmiş olmasına inanmak istemiyordu. Pek iyi bildiği Balkanlar'daki siyasî ve askerî durum bu sonucu doğurmuş olamazdı. Bunun sebebini Osmanlı Hükümeti'nin ve Osmanlı ordusunu sevk YENİ TÜRK DEVLETİNİN-KURULUŞU 21 ve idare edenlerin azimsizliklerinde, liyakatsizliklerinde ve fahiş hatalarında aramak gerekiyordu. Binbaşı Mustafa Kemal Bey, Avrupa yoluyla Romanya üzerinden İstanbul'a geldiği zaman durumu işittiğinden daha kötü buldu. Durumu az çok düzeltmeyi başarmak için, orduda fiilî bir hizmet aldı; Akdeniz Boğazı Mürettep Kuvvetleri Harekât Şubesi Müdürü oldu. Edirne'nin geri alınması için harekete geçilirken, Bulayır Kolordusu harekâtını, Kolordu Er-kânıharbiye Reisi sıfatıyla düzenledi ve idare etti. Edirne'ye en evvel giren kıta, bu kolordunun süvari tugayıydı. Mustafa Kemal, bu hizmeti sırasında Çanakkale Boğazı'nın savunma şanlarını incelemeye de fırsat bulmuştu. Balkan Savaşı'ndan sonra Sofya'ya ataşemiliter olarak tayin olundu. Umumî Harbe kadar ve Umumî Harp başladıktan sonra 1914 Aralık'ı sonuna kadar bu görevde bırakıldı ve o sırada kaymakamlığa terfi edildi. Yalnız kendisine verilen görevleri yerine getirmekle yetinmeyerek vatanına ait büyük meselelerin cümlesine derin bir ilgi gösteren Mustafa Kemal, Umumî Harp başlangıcında savaşan devletlerin siyasî ve askerî durumlarını incelemiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun savaşa girişinde acele edildiği kanaatine varmış ve bu kanaatini zamanında gereken kişilere bildirmişti. Savaşın başlangıcında savaşın sonunu görüyordu. Alman ordularının Paris üzerine başarıyla yürüdüğü sıralarda bile sonucun İttifakçılar için vahim olacağını ifade etmekten çekinmiyordu. CİHAN HARBİ'NDE MUSTAFA KEMAL Memleketi böyle bir korkunç kavgaya girmişken, Mustafa Kemal gibi bir askerin Sofya Ataşemiliterliğinde savaşa adeta seyirci kalmaya razı olmayacağı pek doğaldır. Osmanlı Ordulan Başkumandanlığı'ndan faal bir hizmet istedi. Onun askerlikteki olağanüstü yetenek ve iktidarını, ordudaki emsalsiz saygı ve sevgi mevkiini pek iyi bilen Başkumandanlık, bu talebe olur cevabı vermedi! Daima doğru gören, daima doğruyu söyleyen, hatalı fikir ve hareketleri gözünden kaçırmayan ve bunları açmaktan, ortaya atmaktan asla çekinmeyen ve o ana kadar her işte başarıyla sivrilen bu adamdan Başkumandan Vekili, yani Enver Paşa çekiniyordu... 22 TARİH Çanakkale Boğazı'nda. - Kaymakam Mustafa Kemal Bey'in faal hizmet istemekte ısrarı üzerine nihayet onu Tekirdağı'nda kurulacak, olmayan bir tümenin kumandanı tayin ettiler. O bunu da memnuniyetle kabul etti; artık hareket halinde bulunan ordunun faal bir uzvu olmuştu. O olmayan tümeni bir ay zarfında savaşabilir güzide bir tümen haline getirdi; Büyük Savaş'ta büyük bir şöhret kazanan 19. Tümen'i hazırladı. 19. Tümen bir müddet sonra Tekirdağı'ndan Maydos'a nakledildi. Bu tümenle beraber daha bir kısım kuvvetler Kaymakam Mustafa Kemal Bey'in emrine verilerek, onu Arıburnu, Anafartalar ve Ece limanını içine alan Maydos bölgesinin kumandanı yaptılarsa da pek az zaman sonra miralay rütbesinde diğer bir tümen kumandanını tümeniyle beraber bu bölgeye gönderdiler ve Kaymakam Mustafa Kemal Bey'i Mıntaka Kumandanlığından ayırarak tümeniyle beraber Bigalı köyüne çektiler. Anlaşma Devletlerinin Gelibolu Yarımada-sı'na büyük kuvvetler çıkardıkları 25 Nisan 1915 tarihine kadar, orada kaldı. Fakat Arıburnu'na ihraç harekâtı başlar başlamaz bu büyük asker derhal kendi girişimiyle, inisiyatifiyle, Arıburnu bölgesine yetişerek saldırıya geçti ve düşmanı sahilde tespit etti; yarımadanın tahliyesine kadar düşmanın ilerlemek için yaptığı saldırıları, şiddetli hücumları sonuçsuz kalmaya mahkûm etti; Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılardan meydana gelen Büyük Britanya askerleri, yapışıp kaldıkları Arıburnu'nun yalçın yamaçlarından ileriye bir adım bile atamadılar. Gelibolu Yarımadası'na yapılan saldırı İstanbul'u tehdit ediyordu. Mustafa Kemal'in başarıları İstanbul'da derin ve samimî bir hürmet ve şükran hissi uyandırdı. Bu kudretli ve başarılı Tümen Kumandanı'nın rütbesi 19 Mayıs 1915'te miralaylığa yükseldi. Görülüyor ki Mustafa Kemal Bey, rütbelerini savaş meydanlarında ağır ağır ve hakkıyla kazanıyordu. 6-7 Ağustos 1915'te Osmanlı cephesini yandan Anafarta-lar'dan çevirmek üzere çıkan 100 bin kişilik Kiçner Ordusu da karşısında yine Mustafa Kemal'i buldu. Miralay Mustafa Kemal Bey, 8-9 Ağustos günleri Suvla Limanı istikametinde Conkbayın'nda ve Kocatepe'de yaptığı şanlı saldırılarla Kiçner Ordusu'nu da mağlup ederek Osmanlı ordusunun durumunu bir daha kurtardı (Res. 8, 9). Conkbayırı Savaşı'nda bir mermi parçası bu Türk kahramanının tam kalbinin üzerine gelmişti; fakat cebindeki saate çarptığından saat parçaYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 23 lanmış, Türkün gelecekteki hayatı için büyük görevler taşıyan Büyük Adam kurtulmuştu... Anafartalar'da uğradıkları yenilgiden sonra, Anlaşma Devletleri Gelibolu Yarımadası'm tahliye etmek zorunda kaldılar. Türk ordusunun Gelibolu Yarımadası'na çıkan (Harita. 3) düşmanlara karşı kahramanca direnerek büyük bir zafer kazanması, nihayet dünyanın en düzenli ordularıyla en mükemmel donanmalarını geri çekilmek zorunda bırakması, Türk askerinin yaratılışındaki fedakârlığı, yüksek karakterini en iyi anlayan ve ondan yararlanmasını en iyi bilen Mustafa Kemal'in ulvî dehası sayesinde olmuştur. Düşmanlar Çanakkale Boğazı'ndan hüsranla çekilip gidince artık İstanbul zapt ve istila tehlikesinden kurtulmuş demekti. Bütün memleket halkının ve özellikle İstanbulluların Mustafa Kemal'e hürmet ve minnettar- lıkları son dereceyi buldu; savaş başlamadan önce veya savaşın başlangıçında Mustafa Kemal iktidar mevkiinde bulunmuş olsaydı, uğranılan f elaketlerden masun kalınmış olacağı inancı doğmuştu. l Düşmanlar da bu dâhi kumandan idaresi altında bulunan Türk askeri- J nin harekâtına hürmet ve takdirlerini ifade etmekten geri durmamışlardır; f Mustafa Kemal grubunun saldırılarını hayran hayran izleyen İngiliz ordusu Başkumandanı General Hamilton, resmî raporunda: "Türkler, biri diğeri ardınca mükemmel saldırılarda bulundular..." diyor. Çanakkale harekâtına taraftarlık eden ve saldırıyı hazırlayan İngiltere Bahriye Nazın Vins-ton Çörçil de hatıratında savaşlardan bahsederken Mustafa Kemal'in emsalsiz bir kumandan ve Türklüğün kaderine hâkim bir deha olduğunun o zamanlar anlaşıldığını üstü kapalı anlatıyor.* Kafkas cephesinde. - Düşman Çanakkale'den çekildikten sonra, Miralay Mustafa Kemal Bey Kafkas cephesine gönderildi ve Diyarbekir'dey-ken mirlivalığa terfi edildi. Bu cephede bulunan bir Rus ordusunu evvela geri çekilme manevrası ve sonra tasavvur ettiği noktadan karşısaldırıyla mağlup etti. Bu önemli askerî hareket Bitlis ve Muş'un gen alınmasıyla sonuçlandı (7-8 Ağustos 1916). Bu başarının ardından Kafkas cephesinde l W.S. Churchill (Çörçil), La erişe mondiale, T. l1, p.254, 256, 361, 371. 24 TARİH II. Ordu Kumandanlığı vekâletine tayin ve bir müddet sonra Hicaz Kuv-vei Seferiyesi Kumandanlığına nakledildi (1917). Şam'a geldiği zaman, Hicaz ve Suriye'nin genel vaziyetini inceleyerek, yalnız yerel durumun değil, genel durumun çok tehlikeli olduğunu gözlemlemiştir. Bu önemli gözlemlerini ve buna karşı alınacak tedbirlere ait görüşünü, Şam'da IV. Ordu Kumandam'na ve o ara Şam'a gelen Başkumandan Vekili'ne açık ve kesin olarak ifade etmiştir. Tavsiye ettiği aslî tedbir şuydu: Derhal Hicaz'ın boşaltılması ve toplanabilecek kuvvetlerle Suriye cephesinin güçlendirilmesi. Bu bakıma göre kendisine verilmiş olan yeni görevin de doğal olarak hükmü kalmamıştı. Mustafa Kemal Paşanın görüşü ve düşünüşü orada kabul edilmişken, sonradan askerliğe yabancı ve gerçekten uzak birtakım hisler galip gelerek uygulanmasına geçilmemiş ve bunun sonucu olarak Hicaz ve Suriye felaketi gerçekleşmiştir. Şam görüşmesinden sonra Mustafa Kemal Paşa, Kafkasya cephesinde bulunan //. Ordu Kumandanlığı'na tayin edildi (Res. 10). Suriye cephesinde. - Bu sıralarda Bağdat'ın geri alınması amacıyla bir Irak seferi hazırlanıyor ve düzenleniyordu. "Yıldırım Ordular Grubu" adı verilen bu kuvvetin kumandanlığına tanınmış Alman generallerinden Fal-kenhayn tayin edilmişti. Mustafa Kemal Paşa da Falkenhayn orduları grubunu oluşturan ordulardan VII. Ordu'ya verildi. Bu devir, Almanların Osmanlı işlerine en çok müdahale ve tahakküme başladıkları, her şeye karışmak istedikleri zamandır. Mustafa Kemal Paşa, Falkenhayn'ın tasavvurlarını ve yaptıklarını, özellikle aşiretlerle ilişkilerini hiç beğenmiyordu. Askerlik alanı dışında, sırf iç siyaset ve idareyi ilgilendiren işlere Almanların karışmasını istemiyor ve durmaksızın onların bu zihniyetleriyle mücadele ediyordu. Aynı zamanda o andaki askerî duruma göre, Irak'ta yapılacak hareketlerden hiçbir sonuç çıkmayacağına da inanıyordu. Mustafa Kemal bu kanaatlerini, birçok yazıyla sadrazama, Başkumandan ve Harbiye Nazırı'na ve daha başka gereken makamlara bildirdi. Tarihî bir değere sahip olan bu yazılarında, bu seferi gerçekleştirmenin, yeni bir kanal felaketine maruz kalmak olacağını anlattı. Fakat sözünü dinletemeYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 25 yince protesto mahiyetinde olarak istifa etti. O sırada ordusu Halep etrafında bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın görüşü tamamen doğru çıktı; Irak seferi yapılamadı; Falkenhayn kuvvetleri Palestin cephesine gönderildi ve orada yenilgiye uğradılar. Mustafa Kemal Paşa, VII. Ordu Kumandanlığından istifa edince, tekrar II. Ordu Kumandanlığına tayin edildiyse de, Paşa'nın genel karargâhla anlaşmazlığı yalnız bir ordunun idaresiyle sınırlı olmayıp, genel ve bütün orduları kapsadığından bu görevi de kabul etmedi. Bu sırada o zaman veliaht olan Vahdettin Efendi ile birlikte Alman Genel Karargâhı'ha gitti ve Alman cephelerini gözden geçirdi. İmparator Vil-helm, Mareşal Hindenburg ve General Ludendorfla görüştü. Bu şekilde müstakbel Osmanlı Padişahı ile Cihan Harbi'ni idare eden Alman şeflerinin karakterlerini, kıymet derecelerini etkili zekâsıyla ölçmeyi ve Alman cephesinin gerçek durumunu belirlemeyi başardı. Bu gözlemleriyle savaş hakkında zaten iyimser olmayan fikirleri kuvvetlendi; savaşı idare eden Almanlara da savaşın muhtemel sonuçlan hakkındaki görüşlerini söylemekten çekinmedi. Mustafa Kemal Paşa memlekete döndükten sonra, General Falkenhayn Almanya'ya çağrıldı ve yerine "Yıldırım Ordular Grubu" Kumandanlı-ğı'na Mareşal Liman von Sanders tayin edildi. O sırada padişah olan Vah-dettin'in ısrarı üzerine Mustafa Kemal Paşa, Palestin cephesinde bulunan VII. Ordu Kumandanlığı'nı ikinci defa olarak aldı (Ağustos 1918). Fakat durum başlarda yapılan hatalardan ve özellikle Enver Paşa'nın Sarıkamış saldırısıyla Cemal Paşa'nın Kanal hareketinden ve Almanların müdahalesinden dolayı, Osmanlılar aleyhine pek çok değişmiş, Osmanlı ordusunun kaderi artık belirmiş bulunuyordu. Bu kaderi değiştirmek artık hiç kimsenin elinde değildi. Alman cephesinde ihtilal başlarken, Palestin cephesinde de Osmanlı ordusu kendisine kat kat üstün düşman kuvvetlerinin saldırısına uğradı. Ordusunun başına henüz geçen Mustafa Kemal Paşa sağ ve solundaki ordulann dağılmış olmasına rağmen, ustalık ve dirayeti sayesinde, kendi ordusunu dağılmaktan kurtardı. At üstünde ve düşmanla temas halinde, en geri kalan askerlerinin yanında ve içinde olarak, düzen 26 TARİH içinde ordusunu Halep'e çekti. Bu kadar aykırı şartlar altında, bu derece başarıyla yapılabilmiş geri çekilme hareketleri, savaş tarihlerinde pek seyrektir. Halep güneyinde İngiliz süvari tümenini ve bunu destekleyen düşman kuvvetlerini mağlup ederek, ordusunun manevî kuvvetini yükseltti. 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığı'na geçti (Res. 11). Artık Osmanlı ordusunun ve Türk milletinin ümit bağlayıp kurtuluş yolunun açılmasını kendisinden beklediği tek bir adam vardı: Mustafa Kemal. Savaşın çeşitli safhalarında, Mustafa Kemal Paşa'nın görüş ve tavsiyeleri dinlenmiş olsa, işin bu dereceye kadar gelmemiş olacağını herkes anlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, bu vahim durumun dahi, bir derece iyileştirilebile-ceğine inanıyordu. Fakat İstanbul'daki hükümet, ürkmüş, şaşırmış ve Mondros Ateşkesi'ni (30 Ekim 1918) imzalayarak adeta düşmana teslim olmuştu. Mustafa Kemal Paşa, bu ateşkesin yapılmasından önce, düşmana böyle kayıtsız şartsız teslim olmanın tehlikelerini anlatarak gereken makamlara tavsiyelerde bulunmuştu; aldıran olmadı. Artık Suriye kuzeyinde yapılacak ciddî bir iş kalmadığından, Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'a geldi. TÜRKLERİ KURTARMAK VE YENİ TÜRK DEVLETİNİ KURMAK GİRİŞİMİ İstanbul'un durumu, Osmanlı Devleti'nin düşman TARMAK VE YENİ darbeleriyle yıkılıp dağılmakta olduğunu gösteriyor- du. Düşman gemileri İstanbul limanına girmeye başlamışlardı; memlekette siyasetle meşgul toplumsal tabakalarda herkes hayal kırıklığına uğramış, ümitsizliğe düşmüştü. Memleket için artık kurtuluş ümidi kalmadığını sanan ve idare başında bulunan kimseler, yalnız hayatlarını ve şahsî çıkarlarını korumak kaygısındaydılar. Parti ve politika kavgaları artmıştı. Düşmanların açık ve gizli memurları, propaganda vesaire ile herkesi ümitsizliğe düşürüp, bir tarafa çekilmeye veya birbirleriyle uğraşmaya teşvik ediyorlardı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'da bir müddet kalarak durumu iyice inceledi. Bu incelemeleri sonucunda İstanbul'da bir şey yapılmayacağına kanaat getirdi. Bu felaketler karşısında büyük Türk kitlesinin, milletin asıl çoğunluğunun ne kadar üzüntü ve elem duymakta olduğunu biliyordu; Türk milletinin içinde ve onunla birlikte çalışarak durumu düzeltmeye karar verdi. İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edildiği 75 Mayıs 1919'da III. Ordu Müfettişliği göYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 27 revini alarak, İstanbul'dan Anadolu'ya hareket etti; ve Samsun iskelesine çıktı (19 Mayıs). İşte bu tarihten itibaren Mustafa Kemal'in hayatında yeni Türk devletini kurmak safhası başlamaktadır. Mustafa Kemal, büyük millî mücadeleye giriştiği zaman henüz 39 yaşındaydı. E. MİLLÎ MÜDAFAA İZMİR'İN YUNANLIAR TARAFINDAN İŞGALİ Mondros Ateşkesi'nin 7. maddesinde Anlaşma Dev- Jetlerinin "emniyet ve selametlerini tehdit eden bir durum karşısında herhangi bir stratejik noktayı işgal hakkına sahip" oldukları Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmişti. Düşmanlar, bu maddeyi, galip mevkiinde bulunmalarına dayanarak ve sırf kendi çıkarlarını gözeterek işlerine geldiği gibi yorumladılar ve buna dayanarak Yunanlıları İzmir'e çıkarttılar. Halbuki bu ihracın asıl sebebi, aşağıdaki olaylar zincirinden anlaşılmaktadır: Cihan Harbi başlangıcı sıralarında Yunanistan'ın başında Kral Kostan-tinle Başvekil Giritli Venizelos bulunuyordu. Girit'in Osmanlı idaresi altında bulunduğu zaman doğan ve bu suretle evvelce Osmanlı tebaası bulunan Venizelos, Osmanlı'ya karşı gerçekleşen Girit ihtilallerinde önemli roller oynamıştı. Girit'in Yunan'a katılmasından sonra Yunan Hariciye Nazın ve Başvekili olarak seçilmişti. Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde Balkan ittifakının kurulmasında da Venizelos'un büyük etkisi olmuştu. Balkanlıların ga-lebesiyle Yunanistan çok genişleyince, Venizelos'un Yunanistan'da nüfuz ve önemi artmıştı. Kraldan çok Yunanlıların sevgi ve saygısını kazanan Venizelos, Cihan Harbi'nde Anlaşmacılara katılmak taraftarıydı. Almanya imparatorluk ailesiyle akrabalığı olan ve öğrenimini Almanya'da görmüş bulunan Kral Kostantin ise tarafsız kalmaya karar vermişti. Yunan Hükümeti, 1913 Antlaşması'na göre Sırbistan'a saldın olduğunda ona yardım etmekle mükellef olmasına rağmen, Avusturya'nın Sırbistan'a saldırısında tarafsızlığını bildirmişti. Fakat Başvekil Venizelos, Yunanistan'ın çıkarlarının, Yunanistan'ın bağımsızlığına kefil olan üç devletin, yani İngiltere, Fransa ve Rusya'nın yanı başında bulunmak olduğunu ilan etmişti. Bu üç devlet, sa28 TARİH vaşta başarılı olurlarsa, Yunanistan'ın hizmetlerine mükâfat olarak Anadolu'dan bir kısım arazi vermeyi de vaat ediyorlardı. Bununla beraber Kral, Yunanistan'ın tarafsızlığını koruyabildi. Hatta Venizelos'u iki defa istifaya bile zorladı. Anlaşmacılar Selanik'i işgal ettikleri zaman (12 Ekim 1915) Venizelos Atina'dan kaçıp Selanik'e geldi ve orada bir askerî ayaklanma sayesinde Atina Hükümeti'ne karşı bir hükümet kurdu; buna Girit, Adalar ve Balkan Savaşı'ndan sonra Yunanistan topraklarına katılan memleketler itaat ettiler. Anlaşma Devletleri, Venizelos Hükümeti'ne dayanarak asıl Yunanistan'ı abluka ederek karaya bir miktar asker çıkardılarsa da Kostantin bunları silahla def etti. Nihayet Anlaşmacılar bir sene sonra Yunanistan'a daha çok asker göndererek Kostantin'i düşürdüler (Haziran 1917). Kos-tantin'in düşmesi üzerine krallık makamına oğlu Aleksandr ve başvekilliğe Venizelos geçti. Venizelos Anlaşmacılarla birleşti ve Selanik'te Fransız ve İngilizlere yardımcı olarak 200 bin kişilik bir Yunan ordusu düzenlendi. Bu Yunan kuvveti Makedonya savaşlarında Anlaşmacılar lehinde savaşa katıldı. Venizelos amacına ulaşmış, Yunan'ı, Anlaşmacıların yanı başında, nihayet savaşa sokarak, söz verilen tazminata hak kazanmıştı. İşte güya Mondros Ateşkesi'nin 7. maddesine dayanarak İzmir'e çıkarılan Yunan kuvveti, ancak o sözü yerine getirmek için Anlaşmacıların Venizelos'a verdikleri izinden başka bir şey değildi. Çünkü İzmir ve dolaylarında "Anlaşmacıların emniyet ve selametini tehdit eden hiçbir durum" yoktu. İngiliz, Fransız, İtalyan ve Japon devletlerinin başvekillerinden meydana gelen "Âli Meclis" dedikleri heyet, 14 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'e asker çıkarmalarına izin verdi. O gün İngiliz, Fransız, Amerikan ve Yunan donanmaları İzmir limanına gelerek orada bulunan 17. Osmanlı Kolordusu Kumandanı'na bir nota verdiler. Notada "Ateşkes antlaşmasının 7. maddesi gereğince İzmir istihkâmlarıyla civarının ve bütün savunma tertip ve vasıtalarına sahip arazinin devletler adına Yunanlılar tarafından işgal edileceği için direnilmemesi" tebliğ olunuyordu. Kolordu Kumandanı'nın İstanbul'a başvurusu üzerine, tam bir aciz içinde bulunan Osmanlı Harbiye Nazırı, "Amiral Kaltrop'un bu teklifi, ateşkes şartları icabından olduğundan (!) uygun görülmesi tabii olduğu" cevabını vermişti. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 29 15 Mayıs sabahı saat yedi buçukta Yunan kuvvetleri İzmir rıhtımına çıkarıldı; rıhtımda Rumlar, yabancılar ve Müslüman olmayanlar tarafından alkış ve gösterilerle karşılandı. Efzon taburları, İzmir kışlasının yanına yaklaşırken, Yunanlılar tarafından atılan silahları bahane ederek kışlayı ateşe tuttular. Halbuki Osmanlı Kumandanı, İstanbul'dan aldığı talimat üzerine, direnilmemesi emrini vermişti. Ateş sırasında kumandanlarının emrine itaat etmiş olan Türk askerlerinden birkaç kişi şehit oldu. Kışlaya ve hükümet konağına saldıran Yunan alayı, silahsız subay ve neferlerle vali ve hükümet memurlarını yerlerinden alıp bir kafile halinde süngü ve dipçiklerle aşağılar şekilde rıhtımdan geçirerek Yunan vapurlarından birisine tıktı. Fakat yolda bu kafileye Yunan torpidoları tarafından hiçbir sebep olmaksızın ateş edildi; askerden otuz kişi şehit oldu ve kırk kişi yaralandı. Yunanlılar, kışladan ve hükümet konağından çıkardıkları askerlere, memurlara, subaylara süngü ve dipçik tehditleri altında baş açtırıp "Yaşasın Venizelos!" diye bağırtmak istiyorlardı. 17. Kolordu Ahzi Asker Heyeti Reisi Erkânıharbiye Miralayı Süleyman Fethi Bey (Res. 12), bu tehdide karşı başım kaldırdı, göğsünü kabarttı, çıkartılmak istenilen serpuşunu eliyle başında tutarak "bağırmam!" dedi. Derhal birkaç dipçik ve süngü darbesiyle şehit edildi. Anlaşma Devletleri donanmasının himayesi altında bu vahşi zulümleri yaptıktan sonra, ateşkes hükümleriyle eli ayağı bağlanmış ve topraklarını savunma hakkı kendisinden alınmış olan Osmanlı ordusunun bu durumundan yararlanarak, 7-8 gün içinde İzmir'in iç bölgesini de istila ettiler. Daha sonra, Devletlerarası Soruşturma Komisyonu'nun da tespit ettiği üzere Yunanlıların Türk memleketini işgali adeta "bir fetih ve bir Haçlı hareketi manzarasını" gösteriyordu. İşte bu olaylar olup geçerkendir ki, Mustafa Kemal Pasa da Samsun'da Anadolu topraklarına çıkıyordu. OSMANLI MEMLEKETLERİNİN PAYLAŞILMASI Yunanlıların İzmir'i işgallerinden (Res. 13) bir müd- det sonra, İngiltere Hükümeti, Mezopotamya, Pales-tin ile Musul petrol havzasının İngilizlere kalması hakkında Fransa'nın rızasını elde ettiği gibi (22 Mayıs 1919), sultanın delegeleriyle de gizli bir antlaşma yapmayı başardı. 12 Eylül 1919 tarihli bu antlaşma gereğince Osmanlı saltanatı, Büyük Britanya mandası altına 30 TARİH geçmeyi kabul ediyor ve "hilafetin ruhanî ve manevî kudretini" İngiliz çıkarlarının hizmetine vereceğini taahhüt ediyordu. İzmir'in işgalinden daha evvel Fransızlar Kilikya'yı, İngilizler İstanbul ve Çanakkale dolaylarıyla Musul bölgesini ve Anadolu güzergâh hattını işgal etmişlerdi; İtalya'ya gelince; İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında imzalanan 26 Nisan 1915 tarihli Londra Antlaşması'yla "Osmanlı Devle-ti'nin yenilgisi halinde Akdeniz havzasında antlaşmaya dahil diğer devletlerin hissesine denk bir hissenin" İtalya'ya da sağlanacağı taahhüt edilmişti. Aynı antlaşmanın 9. maddesinde İtalya'nın hissesinin Antalya ve dolayları olacağı söyleniyordu. Bu maddeye dayanarak, Mondros Ateşkesi'nin ardından İtalya da Antalya'ya asker çıkarıp Orta Anadolu'nun güneyini işgal ederek merkezine doğru ilerlemeye başlamıştı (Harita. 4).{ Düşmanların "Ermenistan ve Kürdistan" adım verdikleri Doğu Anadolu vilayetlerinin Çarlar imparatorluğuna verileceği de 16 Şubat 1916 İn-giliz-Fransız-Rus Sözleşrnesi'yle kararlaşmıştı. Rusya'da ihtilal çıkıp Rus cephesi bozulduktan sonra bile, Bolşeviklerin iktidar mevkiine geçmelerinden evvel Rusya'yı idare eden Kerenski Hükümeti "ilhaksız ve tazminatsız l Mondros Ateşkesi'nin ardından (Ekim 1918) İngiltere, Fransa ve İtalya'nın Osmanlı İmparatorluğu içinde işgal ettikleri rnevkilerle işgal kuvvetlerinin miktarı şöyleydi: İngilizler : İstanbul bölgesinde Çanakkale bölgesinde Anadolu demiryolu güzergâhında Musul bölgesinde Fransızlar : İstanbul ve Çatalca bölgesinde Çanakkale bölgesinde Rumeli demiryolu güzergâhında Kilikya'da (Adana Tarsus, Mersin. Urt'a. Maraş ve Ayıntap civarı) İtalyanlar : İstanbul bölgesinde Antalya, İsparta, Muğla, Söke. Meğri ve Finike'de Afyon Karahisan, Akşehir ve Konya'da 30 000 3000 5500 1000 41.500 24 000 4000 l 000 20 000 49000 3900 12000 1500 17400 YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 31 bir barış" istemekle beraber1 "Avrupa Türk hâkimiyetinin tasfiye olunmasını" ve "Rusya'nın Boğazlaf'a hâkimliğini" talep etmişti. Ancak Rusya'da komünist ihtilali ile Lenin ve yoldaşları iktidara geçtikten sonradır ki, Rus-Bolşevik Hükümeti, Brestlitofsk Antlaşması 'yla (3 Mart 1918) bütün bu iddialardan vazgeçmişti. İşte Anlaşma Devletleriyle Yunan Krallığı ve Osmanlı saltanatı, Türk vatanı üzerinde böyle istedikleri gibi paylaşımlar ve tertipler yapıp dururken, bu vatanın gerçek sahibi olan Türklerin varlığını ve kuvvetini hiç hesaba katmıyorlardı. Halbuki bu kuvvet, çok geçmeden kendini göstermeye başlayacaktı. TÜRKLERİN KARŞI KOYUŞU BATI CEPHELERİ Memleketlerinin her taraftan saldırı ve istilaya uğra- dığını gören Türkler, yukarıda söylendiği üzere Ru- meli'nde "Trakya Paşaeli"; Doğu vilayetlerinde "Vi-..lyatı Şarkiye Müdafaai Hukuk Cemiyeti"; Trabzon'da "Muhafazai Hukuk"; İzmir ve dolaylarında "Reddi İlhak" adları altında birtakım millî müdafaa cemiyetleri kurmuşlardır. Lakin bu cemiyetlerin çoğunluğunun faaliyetleri, yine yukarıda açıklandığı üzere pratik olmaktan uzaktı. Yalnız İzmir'in işgalinden sonradır ki, Samsun'da bulunan Mustafa Kemal Paşanın verdiği direktifler üzerine fiilî hareketlere geçen bazı oluşumlar meydana gelmiştir. Yunanlılar İzmir'i zapt edip içeriye doğru ilerlemeye başlayınca, İzmir'in doğu, kuzey ve güneyinde, ordu amir ve subaylarıyla silah kullanmaya ve insan sevk ve idare etmeye alışkın bazı kimselerin kumandaları altında üç askerî cephe kuruldu (Harita. 5). Bu cephelerden en önemlisi, İzmir'in kuzeyinde kurulan cephedir. Bu cepheye, 61. Tümen Kumandanı Miralay Kâzım Bey'le (Meclis Reisi Kâzım Paşa) Kaymakam Ali Bey (Afyon Mebusu) kumanda ediyorlardı. Ayvalık tarafında 600 kişilik bir kuvvet başında bulunan Ali Bey, Ayvalık'ı işgale gelen Yunan alayını ateşle karşıladı; artık düşmana, saltanat ordusu tarafından değil, Türk halkının millî oluşumları tarafından fiilî karşı koyuş başlamıştı. Bu andan itibaren Yunanlılara karşı, Anayurt'un Türk milleti tarafından silahla savunulması başlamış demektir (28 Mayıs 1919). \ Rusya Hiikümeti'nin 9 Nisan 1917 beyannamesi. 32 TARİH İzmir bölgesinde kurulan bu cephelerden başka Bursa ve dolaylarında da l 000 kişilik millî bir kuvvet toplanmıştı. Batıdaki bu cepheler düşmanın üstün kuvvetleri önünde bir müddet direndikten sonra, sarsıldı (Haziran sonlan ve Temmuz başları 1919); kısmen dağıldı. Görülüyordu ki, birçok amire tabi, disiplinleri az, dağınık kuvvetler, hamiyet, gayret ve fedakârlıklarına rağmen, düzenli bir orduya uzun müddet karşı koymaktan acizdirler. Millî hamiyetin, vatanseverliğin, fedakârlığın askerî disiplin altına alınarak, bir elden düzenli olarak idare edilmesi lazımdır. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal, bir müddet sonra bu dağınık cepheleri birleştirip askerî disiplin altına almış ve girmek istemeyenlerin zararını gidermiştir. GÜNEY CEPHELERİ Güney sınırlarında Mondros Ateşkesi'nden sonra İngilizler, bu ateşkesin yedinci maddesine dayanarak 1919 senesi Ocak'ından itibaren Urfa, Ayıntap, Maraş, Adana ve dolaylarını işgal etmişler, yedi ay sonra da bütün bu bölgeleri Suriye'yle birlikte Fransızlara devretmişlerdi. Bu işgallerden ve özellikle Fransızların oluşturup ileri sürdükleri Ermeni millî olayıyla birlikte yaptıkları zulüm ve katillerden coşan halk Fransızlara karşı millî oluşumlar kurmaya ve direnişlerde bulunmaya başladı. Bu millî heyecanın örgütlü bir hale sokulması için Mustafa Kemal Paşa değerli bazı subayları Adana, Kozan, Elbistan, Maraş, Ayıntap ve Urfa bölgelerine göndermişti. 21 Ocak 1919'dan itibaren Mersin, Tarsus, Osmaniye civarlarında 3 300 kişiyle Adana cephesi oluştu, 20 Ekim 1921 tarihine kadar Toros ve Amanos geçitleri elde tutuldu. Tufan (Yüzbaşı Osman Nuri) ve Doğan (Topçu Binbaşı Kemal) ve daha sonra Yürük Selim (Yüzbaşı Salim) Beylerin Kozan ve Osmaniye'ye karşı topladıkları kuvvetler ise silahlı üç misli Ermeni kuvvetlerine karşı Kozan'ı 14 Kasım 1920'deki kesin saldırılarıyla zapt edip bu dolayları Ermenilerin saldırılarından temizlediler, islahiye, Maraş, Pazarcık bölgelerinde Maraş cephe-si'nin kurulmasında bu bölgeye memur edilen Kılıç Ali (Yüzbaşı Asaf) Bey'in gayreti çoktur. Aslan Bey'in de (eski Maraş Mebusu) bu cephede hizmeti vardır. Maraş halkının Fransızlara karşı isyanıyla kuvvet bulan bu cephe, nihayet Fransızları 1920 Şubat'ında Maraş'ı tahliye ederek islahiye ve Ayıntap'a çekilmek zorunda bıraktı. l YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 33 Bundan sonra Ayıntap'ın kurtarılmasına çalışıldı ve 2 500 kişiye ulaşan Kılıç Ali ve Şehit Şahin ve daha sonra Binbaşı Recep ve Özdemir Beylerin idaresinde bulunan millî kuvvetler Aymtap'ta dışarıda ve içeride mücadeleye girişmişlerdi. Bu mücadele 1920 Nisan'ından 8 Şubat 1921 tarihine kadar sürdü. 10 aylık Fransız kuşatmasında daimî mücadeleden yılmayan Ayıntap nihayet açlık ve cephanesizlik yüzünden düştü (8 Şubat 1921). Bu kahramanlığa karşılık Ayıntap'a, Büyük Millet Meclisi "Gazi Ayıntap" unvanını verdi. Ali Saip ve Nuri Beyler kumandasında Urfa'da toplanan millî kuvvetler ise, 9 Şubat 1920 tarihinden itibaren üç ay devamlı saldırılarla buradaki üstün Fransızları çekilmek ve nihayet Urfa'yı teslim etmek zorunda bırakmışlardı. Bundan sonra Suruç, Birecik, Cerablus bölgelerinde de Ağus-tos'a kadar başarılı savaşlar vermişlerdir. MUSTAFA KEMAL'İN TÜRK MİLLETİNİ VE ORDUSUNU TOPLAMAYA BAŞLAMASI Milliyetperver ve hamiyetli Türk kumandan ve subaylarının örgütçülük yetenekleri sayesinde, millî müdafaa örgütlenmesi yapıldığı sırada Osmanlı ordusunun dağıtılmamış kuvvetleri pek azdı. Cihan Harbi sırasında milyonlara varmış olan Osmanlı ordusu, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıktıkları sırada 50 000 kişiye inmişti. Üç orduya bölünen bu kuvvetlerden1 Üçüncü Ordu Müfettişliği'nin merkezi Erzurum'du. Mustafa Kemal Paşa işte bu Üçüncü Ordu Müfettiş-liği'ne tayin olunarak Anadolu'ya gönderilmişti. Üçüncü Ordu'ya 3. Kolordu (merkezi Sivas, kumandanı Refet Bey) ile 15. Kolordu (merkezi Erzurum, kumandanı Kazım Karabekir Paşa) bağlıydı. Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a gelir gelmez (19 Mayıs 1919) ilk iş olarak, yalnız kendi müfettişliğine bağlı kolordularla değil, başka ordular dahilindeki kolordu kumandanları ve vilayet valileriyle haberleşmeye başladı, hepsini millî hakların savunulması, millî bağımsızlığın elde edil. Birinci Ordu'nun merkezi İstanbul olup dört kolordudan meydana gelmekteydi: 17. Ko. (Merkezi İzmir, Kumandam Ali Nadir Paşa); 14. Ko. (Bandırma, Yusuf İzzet Paşa); 25. Ko. (İstanbul, Sait Paşa); 1. Ko. (Edime, Cafer Tayyar Bey); İkinci Ordu Müfettişliği (Konya, Mersinli Cemal Pasa) iki kolordudan meydana geliyordu: 12. Ko. (Konya, Fahrettin Bey); 20. Ko. (Ankara, Ali Fuat Paşa); bunlardan başka, doğrudan doğruya İstanbul'a bağlı bağımsız bir 13. Kolordu daha vardı ki, merkezi Diyarbekir, Kumandanı Cevdet Bey'di; Güney sınırındaki Siirt ve Mardin fırkaları bu bağımsız kolorduya bağlıydı. 34 TARİH mesi için mücadeleye davet etti.^ Türk milletinin ruhunda doğan millî müdafaa emeli, Mustafa Kemal gibi bir dehanın sevk ve idaresi altında birlik ve düzen içinde gerçekleşmeye başlıyordu. Mustafa Kemal'in bu ilk faaliyet devresinde, Osmanlı Devleti'ni İtilaf-çıların emri altında idare eden Ferit Paşa ile İstanbul'daki İngiliz Muhip-ler Cemiyetinin ve Anadolu'ya dağılmış İngiliz ve Fransız subaylarının zararı az çok hissedilmiştir. Fakat, Türk milletinin Doğal Lideri, bütün bu etkileri yenmeyi başarmıştır. Mustafa Kemal, girişimlerini ve icraatını şahsî mahiyetten çıkarmak, millî savunma teşkilatını hukukî bir esasa dayandırarak, bütün milletçe kabul ve itaat edilecek bir hale getirmek için, Türk milletinin temsilcilerinden meydana gelen bir meclis toplayarak o meclisin kararlarım esas tutmak istiyordu. 18 Haziran 1919'da Birinci Kolordu (Edirne) Kumanda-nı'na verdiği direktifte, Trakya ve Anadolu millî teşkilatlarını birleştirmek ve millî hakkı gür sesle dünyaya duyurmak için emin bir yer olan Sivas'la ortak ve kuvvetli bir heyet oluşturulacağını bildiriyordu. 22 Haziran'da Amasya'dan gönderdiği bir genelgede fikirlerini daha açık olarak yazmıştı; Türk milletinin milletçe ilk organizasyonuna başlangıç olması itibariyle çok öneme sahip bu genelgenin esas noktaları şunlardı: "l- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. 2- Merkezî hükümet, üstüne aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu hal milletimizin hiçe «sayılması sonucuna varıyor. 3- Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. 4- Duruma çare bulmak, milletin hak isteyen sesini dünyaya işittirmek için her türlü etki ve denetimden bağımsız bir millî heyetin varlığı elzemdir. 5- Anadolu'nun her açıdan en emin yeri olan Sivas'ta millî bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. 6- Bunun için bütün vilayetlerin her livasından milletin güvenine sahip üç delegenin mümkün olan süratle yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekir. l Bu haberleşmeler Gazi Hazretlerinin Büyük "Nutuk"larında vardır (Ek 1). YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 35 7- Her ihtimale karşı durumun millî bir sır halinde tutulması ve delegelerin lüzum görülen yerlerde seyahatlerinin kılık değiştirerek yapılması lazımdır. 8- Doğu vilayetleri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır. Bu tarihe kadar diğer vilayetlerin delegeleri de Sivas'a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas genel toplantısına dahil olmak üzere hareket eder."1 Milletin bu davete uyması, artık İstanbul hükümetinden ümidini kesip, başının çaresine kendisinin bakması, yani resmî Osmanlı Devleti'nin görevini iyi yapamamasından dolayı yeni bir devlet kurmaya başlaması demek olacaktı. Türk milletinin fikir ve emniyetlerine tercüman olan Mustafa Kemal'in bu davetine her taraftan cevap verildi; yani Türk milleti yeni bir devlet kurmak kararını vermişti. Sivas Kongresi'ne daveti içeren bu genelge, bütün askerî ve mülkî makamlara ve İstanbul'da bazı zatlara gönderilmişti. Bunlara bu genelgeden başka ayrıca bir de mektup yazılmıştı ki, bu mektubun bir maddesi çok önemlidir; "Artık İstanbul Anadolu'ya hâkim değil, tabi olmak zorundadır." Bu cümle Anadolu'da yeni ve millî bir Türk hükümetinin kurulma kararının kesinliğini açıkça belirtiyordu. ERZURUM VE SIVAS KONGRELERİ Mustafa Kemal Paşa'nın bu pek önemli genelgesi üzerine İstanbul Hükümeti, onun resmî görevine son verip nüfuzunu eksiltmek, aldatarak İstanbul'a çağırmak, hatta Sivas'ta tutuklatıp getirmek gibi birtakım girişimlere kalkıştıysa da, bunların hiçbirinde başarılı olamadı. Mustafa Kemal Paşa Amasya'dan Sivas'a geldi; halk, asker ve memurlar tarafından heyecanlı bir sevgi ve derin bir saygıyla karşılandı (27 Haziran 1919). Erzurum'a gitti ve orada da aynı hararet, aynı sevgi ve saygıyla karşılandı (3 Temmuz). Yolda her tarafla telgraf haberleşmesinde bulunuyordu. İstanbul'da, Erkânıharbiyei Umumiye Riyaseti'nde birbirinin yerini alan Cevat (şimdi Askeri Şûra üyelerinden, Birinci Ferik) ve Fevzi (bugün Cumhuriyetin Büyük Erkânıharbi1 "Nutuk", s. 19 (lüks basımı, s.24). 36 TARİH ye Reisi, Mareşal) Paşalarla ve İstihzaratı Sulhiye Komisyonu üyelerinden Miralay İsmet (bugün Başvekil) Bey'le temastaydı; İstanbul'un kendi hakkındaki fikir ve emellerini tamamıyla biliyordu. Erzurum'a gelince, Erzurum Kongresini hazırlamaya başladı. "Vilaya-tı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti"nin Erzurum Şubesi tarafından Erzurum'da yapılması girişiminde bulunulan "Vilayetti Şarkiye Kongresi", Mustafa Kemal Paşa'nın otorite ve itibarı sayesinde nihayet 23 Temmuz 79/9'da toplandı. Mustafa Kemal Paşa kongre hazırhğıyla meşgulken resmî memuriyetine son verileceğini anladığından 8/9 Temmuz gecesi, "padişaha, memurluk göreviyle beraber askerlik mesleğinden istifasını bildiren bir telgraf verdi." Bu önemli olay, kendi tarafından ordulara ve millete derhal ulaştırıldı. Bu münasebetle Mustafa Kemal Büyük Nutuk'unda diyor ki: "Bu tarihten sonra resmî sıfat ve yetkilerden bağımsız olarak, yalnız milletin şefkat ve civanmertliğine güvenerek ve onun bitmez tükenmez feyiz ve kudret kaynağından ilham ve kuvvet alarak, vicdanî görevimize devam ettik..."1 Mustafa Kemal Türk milletinin şefkat ve civanmertliğine güvenmekte asla hata etmiyordu. Bütün o iğreti rütbe ve unvanları terk ettikten sonra, Türk milleti, Mustafa Kemal'e, güvenini, saygı ve sevgisini daha çok artırdı. Bütün Erzurum halkı ve "Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti"nin Erzurum Şubesi, Millî Reisi'ne derin bir samimiyet ve güvenle sarıldı; "Vilayatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti" Mustafa Kemal'den Faal Heyet Reisliği'ni kabul etmesini rica etti. "Vilayatı Şarkiye Kongresi", 23 Temmuz'da toplanınca Kongre Reisli-ği'ne Mustafa Kemal Paşa seçildi ve ilk nutkunda çalışmaya hedef olarak, "millî iradeye dayanan bir şûranın ve kuvvetini millî iradeden alacak bir hükümetin kurulmasını gösterdi." 14 gün devam eden Erzurum Kongresi bir nizamname düzenlediği gibi bir beyanname de yayımladı. Bu nizamname ve beyannamede esaslı ve kapsamlı birtakım prensipler tespit edildi. En önemlileri şunlardır: "l- Millî sınır dahilinde vatan bir bütündür; onun çeşitli kısımları birbirinden ayrılamaz. "Nutuk" s.28, (lüks basımı, s.35). YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 37 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hü-kümeti'nin dağılması halinde, millet hep birlikte kendini savunacak ve direnecektir. 3- Vatanın ve bağımsızlığın muhafaza ve teminine merkezî hükümet muktedir olamadığı takdirde, maksadın temini için, geçici bir hükümet kurulacaktır. Bu hükümet heyeti, Millî Kongre'ce seçilecektir. Kongre toplanmamışsa, bu seçimi "Heyeti Temsiliye" yapacaktır. 4- Kuvayı milliyeyi etkili ve millî iradeyi hâkim kılmak esastır. 5- Hıristiyan unsurlara siyasî hâkimiyetimizi ve toplumsal dengemizi ihlal edici imtiyazlar verilemez. 6- Manda ve himaye kabul olunamaz. 7- Millî Meclis'in derhal toplanmasını ve hükümet icraatının meclisin denetimine konulmasını sağlamak için çalışılacaktır." Görülüyor ki, Mustafa Kemal'in daha İstanbul'dayken zihninde karar-laşmış olan maksat ve gaye, çeşitli şekillerde ve aslî mahiyetini asla de-ğiştirmeksizin, milletin kabulüyle desteklenerek takip edilmektedir. Bir taraftan "Erzurum Kongresi'nde" çalışılırken diğer taraftan da İstanbul'da Meclisi Mebusan'ın toplantıya daveti İstanbul Hükümeti'nden talep olundu. "Erzurum Kongresi" kongrede "Şarkî Anadolu Müdafaa! Hukuk Cemiyeti" adını alan cemiyetin nizamnamesi gereğince bir "Temsil Heyeti" seçip oluşturarak dağıldı (6 Ağustos 1919). Kongrenin beyannamesi memleketin her tarafına yayıldığı gibi, yabancı temsilcilere de gönderildi. Mustafa Kemal, Erzurum'dan Sivas'a döndü (2 Eylül); Sivaslıların çok uzaklardan başlayan büyük tezahüratıyla karşılandı. Sivas'ta yalnız Doğu vilayetlerinin değil, bütün Osmanlı vilayetlerinin delegelerini bir araya toplayacak olan "Sivas Kongresinin hazırlıklarıyla uğraştı. Bu ara yine birkaç taraftan maruz kaldığı zorlukların tümüne galip geldi. "Sivas Kongresi", 4 Eylül 1919'da açıldı (Res. 14-16), başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Kongrenin önemli görüşme konusu, Erzurum Kongresi'nde Doğu vilayetleri adına kabul olunan nizamnameyi bütün memleketi kapsar hale getirmekti. Bazı maddeler değiştirilip nizamname kabul edildi: "Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti"; "Anadolu ve 38 TARİH Rumeli Müdafaa i Hukuk Cemiyeti" oldu; bütün maddeler buna göre değiştirildi. İşgal ve müdahale aleyhinde olan madde, Anlaşma Devletlerine karşı daha açık olarak bir düşmanlık ifade eden şekle çevrildi. Bu kongrede, İstanbul'dan gelen bazı mektuplarla, kongreye gelen bazı kimselerin sözleri üzerine, bir Amerika mandası meselesi konuşuldu. Anadolu delegelerinin çoğu mandanın şiddetle aleyhindeydi. Zaten Erzurum Kongresi açık olarak manda aleyhinde karar vermişti. "Sivas Kongresi"nin büyük çoğunluğu da mandanın kabulü aleyhine oy verdi: Türk milleti tanı bir bağımsızlık istiyordu ve kendi işlerini millî kuvvetiyle başarabileceğine inanıyordu. Yedi gün devam eden "Sivas Kongresi", 11 Eylül'de son buldu. Kongre hayli heyecanlı geçmişti; düşman devletler ve İstanbul Hükümeti birlikte bu millî hareketlerin başarılı olmaması için cinayetkâr bazı tertibat almaktaydılar; kongre başkanlığına her taraftan "sinirlere gerginlik verecek mahiyette haberler" geliyordu. Fakat Kongre Reisi Mustafa Kemal, "Sivas Kongresi"nin belirli kararlarla düzenli bir şekilde sona ermesini pek lüzumlu gördüğünden, bu haberlerin aynen kongreye sunulmasını sakıncalı buluyordu. Kongre, Reis Mustafa Kemal'in basireti sayesinde gündemini tamamlayabildi. Bütün memleketi kapsayan millî teşkilat nizamnamesi ve kongre beyannamesi basılıp yayımlandı. ANADOLU VE RUMELİ MUDAFAİHUKUK CEMİYETİ Sivas Kongresi'nin toplandığı hafta, yeni Türk dev- letinin kuruluşu tarihinde çok önemliydi. Kongreyi idare eden ve aynı zamanda bu kongre vasıtasıyla bütün memleketin kuvvetlerini bir merkeze toplayarak, belirli hedefe doğru düzenli bir şekilde yürümeye çalışan Mustafa Kemal'in görevi çok ağırdı. Her taraftan, dış ve iç millet düşmanlarının çıkarmak istedikleri zorluklar pek çoktu. Mustafa Kemal, işte bu pek buhranlı anda siyaset, askerlik ve idare işlerinde yüksek dehasını gösterdi. Mustafa Kemal, kongreyi olağanüstü bir ustalıkla idare ederek, Erzurum'da tespit edilmiş ilkelere dayanan ve bütün memleketi kapsayan bir cemiyet kurdurdu ve o cemiyetin nizamnamesini düzenletti. Bu nizamnameyle kurulan cemiyete "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" adı verildi. CemiYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 39 yetin teorik olarak en önemli uzvu "kongresi"ydi; fakat Kongre toplanmış bulunmadıkça Kongre'nin seçtiği "Heyeti Temsiliye" cemiyeti temsil edip cemiyet adına hareket edebilecekti. Bu heyeti temsiliyenin ruhu da Mustafa Kemal'di. Kongre bir daha toplanamadığından, onun adeta icra kuvveti, hükümeti demek olan "Heyeti Temsiliye" Mustafa Kemal'in idaresi altında Türk vatanım bağımsızlık ve hürriyete eriştirinceye kadar tam bir başarıyla çalıştı. Kongre görüşmeleri devam ederken, Emsalsiz Reis, bütün vilayetlerle haberleşmelerde bulunarak, Anadolu ve Rumeli vilayetlerinin hepsini, "Müdafaai Hukuk Cemiyeti"ne bağlayarak "Heyeti Temsiliye" tarafından verilecek emirlerin, talimatın uygulanmasını sağladı. Bu suretle millî hareketin başlarında, bazı yerlerde baş gösteren ve Türk vatanının parçalanmasına sebep olabilecek mahiyette bulunan cereyanlara bütün milletin irade ve kararıyla son verilmiş oldu. Nihayet İstanbul'la bazen mülayim, bazen çok şiddetli haberleşmelerde bulundu ve hatta kongrenin son bulduğu günün ertesi günü (12 Eylül 1919) İstanbul'la ilişkiyi kesti. Heyeti Temsiliye'nin umum kongre heyeti adına verdiği talimat üzerine bütün vilayetlerin mülkî memurları ve askerî kumandanları İstanbul'la haberleşmez oldular; yani İstanbul memleket-siz bir hükümet merkezi haline getirildi. F. MİLLÎ MÜDAFAA VE İSTANBUL HÜKÜMETİ MİLLİ HAREKETE KARŞI İSTANBUL HÜKÜMETİ'NİN ALDIĞI TUTUM VE BUNUN SONUÇLARI Mustafa Kemal Paşa III. Ordu Müfettişliği ile Erzurum'a gittiği zaman, istanbul Hükümeti'nin başında hâlâ sadrazam unvanını taşıyan Damat Ferit Paşa bu- lunuyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın yalnız III. Ordu asken işleriyle yetinmeyip butun memleketin kaderiyle ilgilenmeye başlaması üzerine, onu görevden almak isteyen hükümet de yine Ferit Paşa hükümetiydi. Mustafa Kemal Paşa padişah ordusundan istifa ederek Türk milletinin bir ferdi sıfatıyla milletin başına SONUÇLARI 40 TARİH geçtiği sıralarda, Ferit Paşa ve etrafındakiler, Sultan Vahdettin ile beraber, Mustafa Kemal'in bu millî hareketi aleyhine birtakım girişimlerde bulundular. Millete Mustafa Kemal'in bir devlet memuru olmayıp, devletin emrine muhalif hareket eden bir asi olduğunu aşılamaya çalıştılar. Vilayetlerdeki askerî ve mülkî memurların Mustafa Kemal'e itaat etmemesi için emirler verdiler. Fakat Türk milleti ve onun öz evladı olan askerî ve mülkî amir ve memurları, kimin millî çıkarlara hizmet edip, kimin ihanet etmekte olduğunu pek iyi seçebildiklerinden, aralarından İstanbul'un emirlerine, talimatlarına kulak asan hemen hiç kimse çıkmadı. Ferit Paşa hükümeti bu suretle de bir sonuç elde edemeyince yabancı dostlarının tavsiyesiyle Türk milletinin millî bağımsızlık ve hürriyet hareketini arkadan ve içten vurmak yoluna girdi. Şahsî çıkarlar ihtirası uğrunda milletin hal ve gelecekteki hayat ve mutluluğuna ihanet edebilecek yaratılışta bulunan Ali Galip adlı bir şahsı, Harput Valisi tayin ederek, Anadolu'nun Doğu vilayetlerinde gerçek çıkarlarını anlamaktan aciz bazı bedevi kabilelerden toplanacak askerlerle, meydana gelmekte olan Türk kuvvetine bir baskın yaptırmak istedi. Bazı yabancı subaylarla feodalite devrinde o dolaylarda hüküm sürmüş olan bazı derebeyi çocukları da yabancıların emriyle Ferit Paşa hükümeti tarafından bu kabilelere yabancı altını dağıtarak Ali Galip'in işini kolaylaştırmakla görevlendirilmişlerdi. Doğu Anadolu vilayetlerinin ayrılmasını, merkez ve batı vilayetlerinin anarşi içinde kalmasını doğurabilecek bu hareketi Osmanlı Padişahı ile Sadrazamı idare ediyorlardı!.. Ali Galip ve hempaları Malatya civarında toplanarak Sivas'a hareketle toplantı halinde bulunan Millî Kongre 'yi basıp dağıtmak istiyorlardı. Fakat Mustafa Kemal derhal karşı tedbirler almış ve bu zararlı hareketi, gelişmesine vakit bırakmayarak dağıtmıştı. Bunun üzerine Ali Galip'le yabancı subayları ve derebeyizadeler savuşmaktan başka kurtuluş çaresi bulamamışlardır. Vahdettin ve Damat Ferit'in Türk milletine hainlikleri bu suretle de ortaya çıkınca, Mustafa Kemal evvela Ferit Paşa kabinesi aleyhine şiddetli hücumlara başladı. Hatta 11 Eylül'de telgraf başında Dahiliye Nazırı Adil Bey'e aynen şu sözleri söyledi: "Alçaklar, caniler! Düşmanlarla millet aleyhine haince tertiplerde bulunuyorsunuz. Milletin kudret ve iradesini takdirden aciz olduğuYENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 41 nuza şüphe etmiyordum; fakat vatana ve millete karşı haince ve bo-ğazlarcasına harekette bulunacağınıza inanmak istemiyordum. Aklınızı başınıza toplayın! Galip Bey ve hempaları gibi budalaların ahmakça olan boş vaatlerine kapılarak ve Mister Novil gibi milletimiz ve vatanımız için zararlı olan yabancılara vicdanınızı satarak yaptığınız alçaklıkların milletçe tatbik olunacak sorumluluğunu göz önünde tutunuz. Güvendiğiniz şahısların ve kuvvetin sonunu öğrendiğiniz zaman kendi sonunuzla karşılaştırmayı unutmayınız." Hain kabine aleyhine, milletin temsilcisi olan "Sivas Kongresi" adına başlayan bu hücum, nihayet yukarıda söylendiği gibi vilayetlerin İstanbul'la haberleşmesinin kesilmesine vardı (12 Eylül 1919). İstanbul'la haberleşme kesilir kesilmez "Heyeti Temsiliye" Ferit Pa-şa'mn düşürülmesi ve "Meclisi Mebusan"ın toplanması için girişimlerde bulunmuştu. Millet Temsilcisi olan Mustafa Kemal bu girişimlerin her ikisinde yabancılara ve özellikle İngilizlere dayanan İstanbul Hükümeti'ne galip gelmiştir. 2 Ekim 1919'da Ferit Paşa kabinesi düştü; yerine ayandan Birinci Ferik Rıza Paşa geçti ve Rıza Paşa kabinesi tarafından Meclisi Me-busan'ın toplanması için hazırlıklara başlandı. Ali Rıza Paşa kabinesi millî harekete karşı Ferit Pa- şa gibi açıktan bir düşmanlık cephesi almamakla beraber, ürkek ve çekingen hareket ediyordu. Türk milletinin temsilcisi olan "Sivas Kongresi"nin esaslarını açıkça kabule yanaşmıyordu. Mustafa Kemal ile yeni kabine arasında anlaşma noktalan bulmak üzere birçok haberleşme cereyan etti. Bu uzun haberleşmelerden anlaşılıyor ki, iki tarafın görüşleri uzlaştırılamayacak derecede birbirinden farklıydı. Türk milletine dayanan Mustafa Kemal milletin iradesini hâkim kılmak, milletin hâkimiyetini sağlamak istiyordu. Rıza Paşa kabinesi ise hâlâ padişaha ve yabancılara tabi olarak bir nevi kararsızlık içinde bulunuyordu. Yazılı konuşmadan bir sonuç çıkmayınca, İstanbul Hükümeti, Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı, Millet Reisi Mustafa Kemal'le konuşmak üzere, Amasya'ya gönderdi. 42 TARİH Amasya görüşmesi üç gün sürdü (20-22 Ekim 1919). istanbul Hüküme-ti'nin bir nazırını gönderip, "Heyeti Temsiliye" ile görüşmeye girişmesi bu millî oluşumun resmen tanınması demekti. Mustafa Kemal'le Salih Paşa arasında tarafların imzasıyla resmen yapılan protokoller, bu tanımak durumunu daha çok doğruladı ve güçlendirdi. Bu görüşme sırasında Salih Paşa İstanbul Hükümeti tarafından tasvip edilmek şartıyla, Mustafa Kemal'in "Sivas Kong-resi"nce tespit edilen esaslara dayalı tekliflerini şahsen kabul etti. Kabul edilen hususların en önemlileri şunlardı: 1) Türklerin yaşadığı vilayetlerin düşmana şu veya bu suretle terk olunmaması ve hiçbir himaye veya mandanın kabul edilmemesi, yani Türk vatanının bütünlük ve bağımsızlığının korunması; 2) Müslüman olmayan unsurlara Türk memleketinin siyasî hâkimiyet ve toplumsal dengesini ihlal edecek mahiyette imtiyazlar verilmemesi; 3) "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti"nin hukukî bir oluşum olmak üzere İstanbul Hükümeti'nce tanınması; 4) Anlaşma Devletleriyle Osmanlı Devleti arasında barışı sağlamak için yapılacak konferansa "Heyeti Temsiliye" tarafından da uygun bulunan kimselerin gönderilmesi; 5) Toplanmak üzere bulunan "Osmanlı Meclisi Mebusam"nın İstanbul'da toplanmasının uygun olmadığı. Salih Paşa, kabul ettiği bu esaslara kabine erkânının da katılmasına çalışacağını, başarılı olamadığı takdirde kabineden çekileceğini vaat etmişse de vaadini tutmamıştır. Bundan başka İstanbul Hükümeti ötede beride bazı kimselerin millî hareket aleyhine bazı teşviklerde ve hareketlerde bulunmalarının önüne de geçmemiştir. Çoğunluğu zayıf ve beceriksiz adamlardan meydana gelen Rıza Paşa kabinesinde Dahiliye Nazırlığı eden Damat Şerif Paşa, millî harekete karşı düşmanlığını birtakım hamiyetsiz adamları vali tayin etmek ve İstanbul civarında millî harekete muhalif olmak üzere Türk olmayanlardan toplanan çetelere yardım etmek suretiyle gösteriyordu. Lakin dış ve iç düşmanların ve onların müttefiki ve kölesi olan padişahın elbirliğiyle Ali Rıza Paşa kabinesini devirerek açıktan açığa millî harekete düşman olan Ferit Paşa'yı tekrar iktidar mevkiine getirmek istediklerini de Mustafa Kemal pekâlâ biliyordu. Çünkü Türk milletinin düşmanları, Ali Rıza Paşa kabinesini ancak Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin baskısıyla ve milleti avutup oyalamak için hükümet başına getirmişlerdi. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal, ötekine YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 43 oranla daha az kötü saydığı bu kabinenin bir müddet daha kalmasına taraftardı. Vaatlerini tamamen yerine getirmemesine rağmen onu, Meclisi Mebusan toplanıp yasama görevini yapıncaya kadar korumak istiyordu. MECLİSİ MEBUSAN MESELESİ Bu sırada gerek Heyeti Temsiliye-, gerek İstanbul Hükümeti Meclisi Mebusan'ın toplanması meselesiyle çok meşgul oldular. Mustafa Kemal düşman işgali altına alınmış ve daima düşman gemilerinin toplarıyla tehdit olunabilecek bir şehirde, bir Millet Meclisi'nin toplanıp serbest ve bağımsız görüşmede bulunabilmesinin mümkün olmadığını söylüyor, yazıyor ve Millet Meclisi'nin iç vilayetlerden birisinde toplanması gereğini reddolunamayacak kadar kuvvetli delillerle ileri sürüyordu. Fakat evvelce delegelerinin katıldığı bu görüşe İstanbul Hükümeti yanaşmak istemiyordu; hatta Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin İstanbul'daki üyelerinden bazıları bile Mebusan Meclisi'nin İstanbul'da toplanması fikrini savunuyorlardı. Aşağıda sırası geldikçe anlatılacak olaylar, Mustafa Kemal'in bütün meselelerde olduğu gibi, bunda da geleceği ne kadar açık ve belirgin gördüğünü ispat edecektir. Fakat İstanbul Hükümeti başında bulunan ve millî harekete yardım ediyor, hatta dayanıyor gibi görünen nazırlar şöyle dursun, Mustafa Kemal'in bazı arkadaşları bile durumu kavrayamamışlardı; bundan dolayı Heyeti Temsiliye, Meclisi Mebusan'ın İstanbul'da toplanmasına kesin muhalefet etmemiş; ancak meclise gelecek üyelerden "vatanın bütünlüğünü, devlet ve milletin bağımsızlığını sağlamaktan ibaret olan gayeyi korumak ve savunmak için birleşik ve azimkar bir grup vücuda getirmeyi" amaçlayarak bunu sağlamaya çalışmıştır. Bu maksadı elde etmek için Mustafa Kemal ve arkadaşları İstanbul'a daha yakın bir yere gelip işi yakından takip etmek istediler ve Sivas'tan, Ankara'ya geldiler (27 Aralık 1919) (Res. 17,18). İşte bu andan itibaren Heyeti Temsiliye merkezi Ankara oldu. Mustafa Kemal İstanbul'a gidecek Anadolu mebuslarını ilkönce Ankara'da toplayıp görüşerek onların hareket hatlarını kararlaştırmak ve bu suretle hem Müdafaai Hukuk'un meclisteki grubunu düzenlemek hem de mebusların güvenlikleriyle ilgili tedbirleri almak istiyordu. Fakat büyük meselelere, böyle önemli ve nazik zamanlarda devlet işlerine aklı ermeyen birtakım dar ve kısa düşünceli adamlar, başların44 TARİH da İstanbul Hükümeti olmak üzere buna da muhalefete kalkıştılar. Genel olarak görülmektedir ki, öteden beri İstanbul'da siyasetle meşgul kimseler, hükümet adamları, bir türlü siyasetin ancak gerçek bir kuvvete dayanarak kıymet kazanabileceğini anlayamamışlardır. Sırf teorik hukuk, mantıkî söz veya düşmana yaranmak ve yalvarmak gibi boş şeylerin bir kıymeti olacağına inanabilmişlerdir. Durumların gerçek mana ve mahiyetlerini olduğu gibi görebilen dâhinin nasihatlerini olsun, dinleyecek kadar bir anlayış gösterememişlerdir. İstanbul'un ileri gelenleri ve taraftarları, Türk vatanının bütünlüğünü, Türk bağımsızlığının korunmasını hâlâ yabancı kumandanlarının emirlerine itaatle ve fiilî kuvvet gösterip düşmanları hürmete zorlamaksızın mümkün olacağını sanıyorlardı!.. Bu yanlış düşünceler hakkında Mustafa Kemal, Bütün Türklerin daima hatırlarından çıkmaması gereken şu vecizeleri Büyük Nutuk'unda söylemiştir. "Adalet ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. Adalet ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye'nin müstakbel çocukları, bunu bir an hatırdan çıkarmamalıdır..."1 İstanbul'un ileri gelenleri bu gerçeği görmemekle beraber, Anadolu halkı, onu, adeta içgüdüsel olarak mükemmel şekilde anlıyordu. Hür ve bağımsız görüşmeye uygun olmayan bir muhitte Türk vatanının, Türk milletinin gerçek çıkarlarını istemeyen veya görmeyen kimselerin idaresi altında açılacak bir mebusan meclisinden, olumlu sonuçlar çıkamayacağını Mustafa Kemal pekâlâ biliyordu. Bunun için, artık Meclisi Mebusan'a ciddi bir kıymet vermeksizin, şimdiye kadar olduğu gibi, doğrudan doğruya milletle temasta bulunarak ve millet kuvvetine dayanarak işinde devam etti; Ankara'da, Ankara halkına ve Ankara'ya gelen mebuslara uyarılarda bulundu. Bu uyarılar ile sonuçları ileride görülecektir. SON OSMANLI MECLİSİ MEBUSAN Mustafa Kemal bu faaliyetlerde iken, İstanbul'da da "Meclisi Mebusan" açıldı (12 Ocak 1919). l "Nutuk", s.221 (lüks basımı, s.263). YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 45 İstanbul'da düşman kuvvetlerinin tehditleri altında ve yakınında kendini savunabilecek ciddî bir kuvvet bulunamayan bu son Osmanlı Meclisi Mebusanı (Res. 19) kendi zaaf ve aczini artıracak hareketlerden de çekinmedi: Meclis'te Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin bir grubunu oluşturmaktan korkan gafil ve gerçeklerden bihaber adamlar, "Felahı Vatan Grubu" adlı bir teşkilat meydana getirmeye kalkıştılar. Bununla millî kuvveti kendinde toplayan "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'ne" bağlı olmadıklarını göstererek zaaflarını gösterdiler ve düşmanın cesaretini artırdılar. Halbuki siyasî durumu olduğu gibi görenler için bu sırada yapılabilecek biricik doğru iş Meclis'te, Müdafaai Hukuk'un bir grubunu kurarak bu grubun ve Meclis'in başkanlığına Mustafa Kemal'i seçmekten ibaretti. Memleketin asıl temsilcisi olan bu partinin Meclisi Mebusan'daki etkili konumu ve Anadolu'da fiilî bir kuvvet başında duran ve bütün duruma hâkim bulunan Mustafa Kemal'in tehditkâr mevkii, dış ve iç düşmanları endişeye düşürerek meclisi kuvvetlendirecek ve görüşme ve icraatlarına bir dereceye kadar hürriyet ve bağımsızlık verecekti. Bu doğru ve olumlu strateji, meclis üyelerine tavsiye edildiği halde onlar tarafından uygulanmadı. Bunun uygulanmaması üzerine artık meclisin ciddi işler göremeyeceğine ve pek çabuk dağılmaya mahkûm bulunduğuna şüphe olunamazdı. Mustafa Kemal bu akıbeti derhal görmüştü. Onun için Meclisi Mebusan'ın saldırıya uğrayacağını ve dağıtılacağını bekleyerek evvelden alınacak tedbirleri hazırlamakla meşgul bulunuyordu. Ankara'yla gelen mebuslar için, Mustafa Kemal, milletin emel ve maksatlarını kısaca ifade edecek bir programın ilk müsveddelerini de kaleme almıştı. İstanbul Meclisi'nde bu programa uygun olarak "Misakı Millî" denilen belge düzenlendi ve meclis tarafından kabul edildi (28 Ocak 1920). Erzurum ve Sivas Kongreleri esaslarının Meclis kararı olmak üzere "Misakı Millî" suretinde ilanı bu son Osmanlı Meclisi'nin biricik olumlu işi olarak kabul edilebilir.' l Misakı Milli'nin metni şudur: "Aşağıda imzaları olan Osmanlı Meclisi Mebusan üyeleri, devlet bağımsızlığının ve millet geleceğinin, haklı ve devamlı bir barışa kavuşmak için gösterebileceği fedakârlı46 TARİH Meclisi Mebusan'ın dayanaksız, kuvvetsiz ve ciddi teşkilattan mahrum olduğunu gören düşmanlar, bu meclisi toplayan ve ona dayanmak isteyen Osmanlı Hükümeti'nin kıymetsizliğini anlayarak, derhal onu tehdide başladılar: Meclis'in açılmasından birkaç gün sonra İngiltere, İtalya ve Fransa temsilcileri, Osmanlı Hükümeti'ne ültimatomlu bir nota vererek, millî harekete taraftar sandıkları Harbiye Nazırı ile Erkânıharbiye Reisi'nin kabineden çekilmesini talep ettiler. Bunlar da çekilmekten başka çare ve tedbir bulmadılar. Devletin bağımsızlığını ihlal eden bu tehdide baş eğmemeleri için ğın azami haddini içine alan aşağıdaki esaslara tamamen riayetle temininin mümkün olduğunu ve belirtilen esaslar dışında kalıcı bir Osmanlı saltanat ve toplumunun varlığının devamının mümkün olmadığını kabul ve tasdik etmişlerdir. Madde 1. Osmanlı Devleti'nin yalnızca Arap çoğunluğun yaşayıp 30 Teşrinievel 1918 [30 Ekim 1918] tarihli Ateşkes'in imzalandığı sırada düşman orduların işgali altında kalan kısımlarının kaderi, halkın serbestçe beyan edecekleri oylara uygun olarak tayin edilmek lazım geleceğinden, belirtilen Ateşkes hattı dahilinde dinen, ırkan ve aslen birleşmiş, birbirine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık hissiyatıyla dolu ve ırkî ve toplumsal haklarıyla çevre şartlarına tamamıyla riayetkar Osmanlı-İslam çoğunluğunun yaşadığı kısımların tamamı, hakikaten veya hükmen hiçbir sebeple ayrılma kabul etmez bir bütündür. Madde 2. Halkı ilk serbest kaldıkları zamanda halk oylarıyla anavatana katılmış olan Elviyei Selase için icabında tekrar serbestçe halk oyuna müracaat edilmesini kabul ederiz. Madde 3. Türkiye barışına bağlanan Batı Trakya hukukî vaziyetinin tespiti de sakinlerinin tam bir hürriyetle beyan edecekleri oylara tabi olarak vaki olmalıdır. Madde 4. İslam hilafetinin merkezi ve saltanatı seniyenin payitahtı ve Osmanlı hükümet merkezi olan İstanbul şehriyle Marmara Denizi'nin emniyeti her türlü halelden korunmuş olmalıdır. Bu esas saklı kalmak şartıyla Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve nakliyatına açılması hakkında bizimle diğer bütün alakadar devletlerin birlikte verecekleri karar geçerlidir. Madde 5. Anlaşma devletleriyle düşmanları ve bazı ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esasları dairesinde azınlıkların haklan, civar memleketlerdeki Müslüman halkın da aynı haklardan yararlanmaları arzusuyla tarafımızdan teyit ve temin edilecektir. Madde 6. Millî ve iktisadî gelişmelerimiz imkân dairesine girmek ve daha çağdaş bir düzenli idare şeklinde işleri çevirmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de gelişme vasıtalarımızın temininde tam bağımsızlık ve serbestiye kavuşmamız, hayatımızın ve sürekliliğimizin esas temelidir. Bu sebeple siyasî, adlî, malî vesair gelişmelerimize mani kayıtlara muhalifiz. Tahakkuk edecek borçlarımızın ödenme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır. 28 Ocak 1336(1920)." YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 47 Harbiye Nazın'na, Sadrazam'a Mustafa Kemal tarafından tavsiyelerde bulunuldu. Lakin İstanbul'da bulunan Müdafaai Hukuk mensupları bile, yabancı temsilcilerinin haklıymış gibi görünen propagandalarına inanacak kadar safdillik gösteriyorlardı. Bu safdillik ve bütün muhitin ürkekliği bu tavsiyelerden yararlanmaya engel oluşturmuştu. Harbiye Nazırı'nın ve Erkânıharbiye Reisi'nin fuzulî bir müdahaleyle düşürülmesinden sonra Meclis Reisi yabancılar tarafından tutuklandı ve Meclis'te serbest görüşmenin imkânsızlığı pek çabuk meydana çıktı. Bazı mebusların yine yabancılar tarafından tutuklanacağı da duyuldu. Buna rağmen hâlâ hükümet kendi kuvvetine dayanarak değil, düşmanlara yaranmakla bir şey kazanabileceği sanısını gafil gafil taşıyıp duruyordu; Mustafa Kemal'in mektup ve telgrafnamelerindeki uyarıcı tavsiyelerini dinlemiyordu. Şubat (1920) sonlarına doğru, Yunanlılar, İzmir'e yeni asker yollayarak cepheyi kuvvetlendirdiler ve aynı zamanda Anlaşma Devletleri İstanbul Hükümeti'ne bir nota vererek Yunanlılar karşısında bulunan "Kuvayı Milliye" cephesinin üç kilometre geri alınmasını talep ettiler. Anlaşma Devletlerinin siyaseti, gittikçe açıklık kazanıyordu. İstanbul'da Meclisi Mebusan'ı toplayıp padişah hükümetini o Meclis'e dayandırarak, bütün memlekete hâkim ve etkili bir hale getirmek; Müdafaai Hukuk Cemiye ti'nin nüfuz ve otoritesini kırmak ve bu suretle her istediklerini bu kanaldan külfetsizce yaptırmak. Fakat Anlaşma Devletleri bu planlarında Mustafa Kemal'in deha ve kudretini iyice hesaplayamamışlardı... Mustafa Kemal'in gerçek durumu görerek bu oyuna gelmemesi üzerine, Anlaşma Devletleri yine maddî kuvvete başvurdular, destekledikleri Yunanlıları İzmir dolaylarında daha içerilere saldırttılar. Ali Rıza Paşa kabinesi, millet temsilcisi Mustafa Kemal'e samimî bir şekilde yanaşmamış ve yabancı düşmanlara yaranabilmek siyasetinden yalnız zararlı meyveler toplamış olduğundan dayanaklarını tamamen kaybetmişti; istifa edip çekildi (3 Mart 1920). Yerine gelen Salih Paşa kabinesi, Ferit Paşa'ya yol açmak üzere bir köprü hizmetini gördü. 48 TARİH İSTANBUL'UN MUTEFİKLER TARAFINDAN İŞGALİ Artık yabancı düşmanlarla onlara sadık ve itaatkâr padişah, elbirliğiyle, Türk milleti aleyhine şiddetli tedbirler almaya karar vermişlerdi. İngilizler, 9 Mart'ta İstanbul'un Türk Ocağı merkezini bastılar; 16 Mart'ta İstanbul limanına büyük zırhlılarını sokup bir miktar asker daha çıkararak hükümet dairelerini işgal ettiler (Res. 20-22). Müteffikler adına yapılan bu işgal sırasında Şehzadebaşı Karakolu'nu ansızın basarak içindeki Türk erlerini şehit ettiler... Bütün bu olayları Manastırlı Hamdi Efendi adlı hamiyetli ve cesur bir Türk telgrafçısı doğrudan doğruya Mustafa Kemal'e bildirdi... Bu kahraman telgrafçının haberleri adeta batmakta olan bir gemiden son dakikada alman haberler gibi birdenbire kesildi. Onun telgraf çektiği İstanbul merkezi de işgal edilmiş demekti.' Kısacası, 16 Mart 1920'de, Müttefikler adına, çoğu İngiliz olmak üzere, Müttefiklerin ve hatta Yunanlıların, deniz ve kara kuvvetleri tarafından istanbul resmen işgal edildi. Gerçi bu resmi işgalden önce, Mondros Ateşkesi'nin (30 Ekim 1918) ardından İstanbul fiilen Anlaşma Devletlerinin askerî işgali altına girmişti. Fakat 16 Mart'ta, Anlaşma Devletleri adına ilan edilen resmî işgal, devletlerarası hukuk açısından yeni bir dıırufn ortaya çıkarıyordu. Anlaşma Devletleri adına İşgal Ordusu Kumandanı İngiliz ferik generallerinden Vilson'un (Wilson), 16 Mart tarihiyle yayımladığı iki adet beyanname ile İstanbul'da sıkıyönetim ilan olunduğu ve Vilson'un "emirlerine muhalif veya genel asayişin ihlalini doğuracak veya düşmanlarına yardım edebilir bir harekette veya hareket girişiminde bulunursa divanı harp tarafından yargılanacak ve idam veya diğer bir ceza ile hükmedilecektir"2 deniliyordu. Bu yeni duruma göre, işgal ordusunun divanı harbi gerek İstanbul'da, gerekse İstanbul'a bağlı ve itaatkâr olmayı kabul eden her yerde, herkesi siyasî sebeplerden dolayı yargılamak hakkım kendine almış oluyordu; bu suretle Anadolu ve Rumeli vilayetlerinden İstanbul'a itaati kabul etmiş olanlarında, millî müdafaa hareketine katılan kimselerin, "İngilizlerin emirlerine muhalif hareket ettikleri, genel asayişi ihlal ettikleri" gerekçe1 Bu heyecanlı haberleşmeyi, talebe mutlaka Büyük Nutuk'tan okumalıdır: s.259-260 (lüks hasımı, s.306-308) (Ek II). 2 Beyannamenin metni aynen alınmış olduğundan, cümle düşüklükleri düzeltilmemiştir. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 49 siyle, İstanbul'da kurulan İngiliz Divanı Harbi Örfisi'ne getirilip yargılanarak cezalandırılmalarına imkân doğuyordu. Bundan başka, Anlaşma Devletleri işgal beyannamesinde, "işgal geçicidir" denilmekle beraber, işgal müddeti sınırlanmış ve belirlenmiş değildi. Ver-say Antlaşması'nda, Anlaşma Devletlerinin Almanya'yı işgal altında bulundurabilecekleri zaman, belirlenip sınırlanmış olmasına rağmen, Almanya arazisinden çekilmeleri için birçok görüşme ve tartışmalar gerekmişti. İşgal müddetinin belirli olmaması, şu veya bu vesileyle işgalin uzatılmasına hukukî imkân verebilecekti. İngilizlerin Mısır'daki geçici işgal meselesi, bu imkâna çok inandırıcı bir örnek oluşturuyordu. Bu açıdan 16 Mart işgal beyannameleri, Mondros Ateşkesi hükümlerini şiddetlendirir bir mahiyetteydi. MECLİSİ MEBUSAN'IN DAĞILMASI İstanbul'un işgali günü Meclisi Mebusan'a giren bir İngiliz müfrezesi bazı mebusları tutuklarken^ tutuklanmayanlar da o şartlar içinde bir iş görmenin mümkün olamayacağım nihayet anlayabilerek dağılmışlar ve bunlardan bir kısmı İstanbul'dan kaçarak Ankara yolunu tutmuşlardı. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nun son Mebusan Meclisi bu şekilde dağılmıştır (16 Mart 1920). G. YENİ TÜRK DEVLETİNİN ANKARA'DA TEMELLEŞMESİ TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ Mustafa Kemal, daha Anadolu'ya gitmeden önce durumu pek doğru, pek iyi takdir ve tayin ederek millî hâkimiyete dayalı, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmaktan başka Türkler için kurtuluş çaresi olmadığına karar vemıiş bulunuyordu ve bunun da sözle, hak iddia etmekle, merhamet dilenmekle, siyaset diye düşmanlara güleryüz göstermek ve onlara göz yummakla elde edilmeyip fiilî bir kuvvete dayanarak "kahramanlık göstermekle", feda1 İngilizler tarafından tutuklanan mebusların çoğu Malta'ya sürülmüşlerdir. Bunlardan bazılarına, örneğin Rauf Bey'e. Mustafa Kemal tarafından, işin gerçekleşmesinden evvel haber verilerek Ankara'ya gelmeleri tavsiye edilmişse de. bu tavsiyeden yararlanmamışlardır. 50 TARİH kârca direnmekle mümkün olacağına da kesin kanaati vardı. Siyasî geçinenler arasında bu realist görüşü kendiliğinden idrak edenlerin bulunması şöyle dursun, Mustafa Kemal'in tavsiye ve uyarılarından sonra dahi bu görüşü be-nimseyebilenler pek azdı. Mustafa Kemal, bu esas kanaatini gerçekleştirmek için anavatanın saldırıya uğramış kısımlarında savunma tertibatını bir merkeze bağlayarak düzenlemeye çalıştığı gibi, memleketin belli başlı kumandanlarını ve idare memurlarını da yine bir merkeze bağlayarak Bağımsız Türk Devletini kurmaya uğraşıyordu. Bu iki cepheli faaliyetinde maksadını pek iyi anlayan yabancı düşmanlarla, onlara uyan padişah mensupları tarafından birçok zorluklara ve engellere uğruyordu. Hatta Mustafa Kemal'in millî ve vatanî mücadelesine katılan arkadaşlarından bile Reis'in fikir ve gayelerini hakkıyla kavrayamamak yüzünden, ayrıca zorluk çıkaranlar da oluyordu. Mustafa Kemal Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın toplanması'nı amaca ulaşmakta bir aşama olabileceği ümidiyle teşvik etmişti. Yukarıda açıklandığı üzere Mustafa Kemal, Meclis'in İç Anadolu şehirlerinden birinde; yani düşmanın kolay tehdit edemeyeceği, tehdidi halinde de milletçe korunması mümkün olacak bir mevkide toplanmasını istiyordu. Bu suretle Meclis milletin fikir ve emellerini bağımsız ve hür bir şekilde temsil edebilir, görüşme ve tartışmalarında serbest bulunabilirdi. Mustafa Kemal'in bu çok esaslı fikrine rağmen, Meclis'in İstanbul'da toplanması kararlaştırılın-ca artık bu Meclis'ten bir iş beklenemeyeceğine ve Meclis'in pek az devam edebilip zorla dağıtılacağına, hatta bazı mebusların tutuklanacağına dahi kanaat getirmişti. Hele Meclis'i idareye kalkışan bazı az bilgili, hafif akıllı, zayıf düşünceli kimseler tarafından, yabancılarla saray etkisi altında işlenen hatalar sürdükçe bu kanaat daha çok doğrulanıyordu. Mebusların pek kısa bir zamanda baskı ve tehdide maruz kalacağını bu suretle evvelden kestiren Mustafa Kemal, gerçekleşeceğini kesin gördüğü bu hale çare olmak üzere tedbirler almaya başlamıştı. Bunların esası, Orta Anadolu'da maddî ve manevî kuvveti bir araya toplamak, düşmanın Anadolu'daki kuvvetlerini eksiltmek ve saldırısını güçleştirmek için bazı yollarda engeller yaratmak1 ve tutuklanacak millet temsilcilerine karşılık rehine olmak Eskişehir ve Afyon Karahisarı'ndaki yabancı kıtaları silahtan arındırılmış, Geyve, Ulukışla civarlarında demiryolu hatları tahrip ettirilmişti. YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 51 üzere Anadolu'daki bazı yabancı subaylarım tutuklattır maktı. Orta Anadolu'da maddî ve manevî kuvvetleri bir araya toplamak için, Mustafa Kemal'in verdiği en önemli karar Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir millet meclisi toplayıp millî hâkimiyeti, o bağımsız ve hür mecliste ortaya çıkarmaktı. O gün ve gelecek için son derece önemli olan bu kararını Mustafa Kemal 19 Mart 1920'de yani İstanbul işgal edilip son Osmanlı Meclisi'nin dağıtılmasından üç gün sonra bütün vilayetlere ve kolordu kumandanlıklarına bildirdi.1 Bu emirde olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplanması ve dağılmış Meclisi Mebusan'dan Ankara'ya gelebileceklerin de bu meclise katılması zorunluluğundan bahsedilerek yeni seçimlere başlanması bildiriliyordu. Seçimlerin yapılması için gereken talimat da bu emirde yazılıydı; mebusların 15 gün zarfında Ankara'da toplanabilmelerinin sağlanması bu talimatla isteniyordu. Talimat gereğince memleketin her tarafında, sürat ve ciddiyetle seçim yapıldı ve memleketin bütün seçim dairelerinden seçilen mebuslar Ankara'ya geldiler. Bu suretle kurulan meclis, bütün milletin, bütün memleketin gerçek temsilcisi oldu ve buna "Türkiye Büyük Millet Meclisi" adı verildi. Büyük Millet Meclisi, 1920 Nisan'mın 23. günü Ankara'da açıldı (Res. 23-25). Mustafa Kemal'in Meclis'te ilk söylediği program nutukta memleket ve milletin durumu gayet etkili bir bakışla tahlil edilmiş ve takip edilecek yol da açık ve kesin olarak çizilmişti. Mustafa Kemal sözlerinin başında şu büyük gerçeği ifade ediyordu: "Hayat demek mücadele, çarpışma demektir. Hayatta başarı mutlaka mücadelede başarıyla mümkündür. Bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete dayanan bir durumdur"; sonra eski Türk ve İslam ı Mustafa Kemal bu meclisin bir kurucu meclis, yani rejimi değiştirmeye yetkili bir meclis olması lüzumunu daha o zaman zihninde kararlaştırmış ve yazdığı cümlenin ilk müsveddesinde bu tabiri de kullanmıştı. Fakat cümlenin kesin yazılışında halkın alışmadığı bir tabir olduğu için. "olağanüstü yetkiye sahip bir Meclis" denilmesi tercih edilmiştir. (Hatta Mustafa Kemal, o zaman gönderilecek mebusların seçilmesinde dikkate alınmak üzere bu meclisin mahiyet ve yetkilerinin ne olacağını telgrafla soran bazı kişilere verdiği cevaplarda bunun bir kurucu meclis olacağını, fakat bu tabiri şimdiden kullanmanın uygun görülmediğini yazmıştır.) f 52 TARİH devletlerinin tarih ve siyasetlerini ustaca tahlil edip eleştirerek "bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasî meslek millî siyasettir" diyordu. Millî siyaseti de şöyle tarif ediyordu: "Millî sınırlarımız içinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanmakla varlığımızı koruyarak, millet ve memleketin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak... Rasgele uzak emeller peşinde milleti uğraştırıp zarara sokmamak. Medenî dünyadan medenî ve insanî muamele ve gelişmiş dostluk beklemek." "TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ HÜKÜMETİ Büyük Millet Meclisi'nin ilk işi hükümet kurmak meselesi oldu. Bu mesele son derece nazikti. Bir Osmanii saltanatı, bir İslam Halifeliği, hayal bile olsa henüz vardı. Hatta aydın sayılan bir kısım kimseler arasında bile padişahın mazeretli konumda bulunduğu sanısında olanlar yok değildi. Bu açıdan hükümet kurmak teklifini çok ihtiyatla yürütmek gerekiyordu. Bununla beraber Mustafa Kemal'in iktidar ve itibarı bu meselenin de olumlu bir şekilde halline yetti. Mustafa Kemal'in bir önergesi üzerine kısa bir tartışmadan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi şu esasları kabul etti: 1) Hükümet kurulması zorunludur; 2) Geçici kaydıyla bir hükümet reisi tanımak veya padişah kaymakamı ortaya çıkarmak uygun değildir; 3) Meclis'te yoğunlaşmış olan millî iradeyi bilfiil vatanın kaderine hâkim tanımak esas ilkedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir kuvvet mevcut değildir; 4) Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. Meclis'ten ayrılacak bir heyet Meclis'e vekil olarak hükümet işlerini görür. Meclis reisi bu heyetin de reisidir. Hatıra: Padişah ve halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği kanunî esaslar dairesinde vaziyetini alır. Bu esasları ifade eden önerge hukukî ve siyasî açılardan dahiyane bir eserdir; hele en sonuna eklenen o küçük muhtıra fevkalade önemlidir; bu muhtıra hâlâ padişahın ve padişahlığın mahiyetini anlayamayanları bir taraftan tatmin eder gibi görünmekle beraber, gerçekte padişahın ve padişahlığın tamamen Millet Meclisi irade ve emrine tabi olacağını kesin olarak ifade ediyordu; bu önergeyi kabul etmekle "Kurucu Meclis" olduğunu tespit ve ilan etmiş YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU 53 demek olan Büyük Millet Meclisi, bu muhtırayla Osmanlı Devleti teşkilatının en esaslı ilkelerini değiştirmek hak ve yetkilerine de sahip bir Kurucu Meclis olduğunu daha açık söylemiş oluyordu. Bu önergenin kabulü üzerine artık yeni Türk devleti, milletin temsilcisi olan Meclis tarafından onaylanmış ve kabul edilmiş demekti. Önergenin içerdiği esaslara göre kurulan devlet mutlak olarak millî hâkimiyet esasına dayalı bir devlet, yani "cumhuriyet" demekti. Bu kelime telaffuz olun-mamakla beraber, hukuken ve fiilen cumhuriyet kurulmuş oluyordu. Önergenin içeriğine göre bu yeni Türk devleti "kuvvetler birliği" (yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrılığı varsayımını doğru görmeyip, bütün devlet kuvvetlerinin esasta birliğini kabul) teorisine göre kuruluyordu. Bütün hâkimiyet ve iktidar Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde toplanıyordu. Bu meclis yürütme görevini yerine getirmek için kendisine karşı sorumlu olacak birkaç vekil ayıracaktı. Meclisin ve Vekiller Heyeti'nin başkanlığında aynı kişi bulunacaktı. Yeni Türkiye Devleti'nin kurulmasıyla sonuçlanan bu önemli mesele halledilir edilmez Mustafa Kemal, Meclis ve Hükümet başkanlığına seçildi (24/25 Nisan 1920) (Res. 26). Bu seçimle Mustafa Kemal yalnız Meclis ve Hükümet'in değil, devletin yani Cumhuriyet'in de başkanlığına seçilmiş oluyordu. 2 Mayıs'ta çıkan bir kanunla Erkânıharbiyei Umumiye işleri de dahil olmak üzere 11 vekilden meydana gelen "İcra Vekilleri Heyeti" kurularak faaliyete başladı. Millî Müdafaa Vekaleti'ne Fevzi Paşa (Res. 27),' Erkânıharbiye ı Fevzi Paşa - Yeni Türk Devletinin ilk iki mareşalinden birisi olan ve Yunan saldırısına karşı gerçekleşen savaşların hepsinde Türk Ordusunun Erkânıharbiye Reisliğini büyük bir iktidar ve yetkiyle yapan ve bugün de Büyük Erkânıharbiye Reisi olan Fevzi Paşa, 1876'da İstanbul'da doğmuştur. Babası Topçu Miralayı Çaknıakoğullarından Ali Bey'dir. İlköğrenimini Rumelikavağı mahalle mektebinde tamamladıktan sonra Soğuk-çeşme Rüştiyesi'ni, sonra Kuleli İdadisi'ni ve Pangaltı Harbiye Mektebi'ni bitirerek 1895'te mülazim oldu; Harbiye Mektebi'nde başarısından dolayı Erkânıharbiye sınıflarına ayrıldı; 1898'de Erkhanıharbiye sınıflarını da tamamlayrak, Erkânıharbiye yüzba-şılığıyla mektepten çıktı. İstanbul'da "Erkânıharbiyei Umumiye" 4, Şubesi'nde başlayan askerî hizmetlerini, başta Osmanlı Avrupası'nın batı kısmında, Sırp ve Arnavutların yaşadığı bölgelerde pek parlak yerine getirdiğinden, dokuz senede miralaylığa terfi olunmuştu. Miralay Kavaklı Fev:i Bey, 1908 senesinde Sırp, Avusturya ve Karadağ sınırları arasındaki Yenipazar 54 TARİH Riyaseti'ne ismet Bey (Res. 28) seçilmiştir. Artık Türk milletinin kurmaya giriştiği yeni devletin temelleri çok sağlam olarak atılmıştı. Bu yeni devsancağmda Taşlıca Mutasarrıf ve Kumandanlığıyla beraber, Nizamiye 35. Fırka'ya kumanda ediyordu; o sıralarda bu mevki büyük bir siyasî ve askerî öneme sahipti. 1908 Devriminin ardından, Fevzi Bey, yine o dolaylarda askerî ve mülkî görevlerini yapmaya devam etti; Taşlıca mutasarrıflığı üzerinde kalmak üzere Mürettep Kosova Kolordusu karargâhında ve bir müddet sonra bu kolordunun Erkânıharbiye Reisliğinde bulundu (1910). İtalyanların Trablus'a saldırısı üzerine Adriyatik Denizi tarafından Rumeli'ye asker ihraç etmeleri ihtimaline karşı oluşturulan Batı Kolordusu Erkânıharbiye Riyasetine tayin olundu. Balkan Harbi seferberliği başlangıcında (Eylül 1912) Vardar Ordusu Erkânıharbiyesi Harekât Şubesi Müdürlüğünde bulunarak; Balkan Harbi bittikten sonra, Anadolu'da, Ankara Fırkası Kumandanlığıyla görevlendirildi; üç ay sonra merkezi yine Ankara'da bulunan 5. Kolordu Kumandanlığına geçirildi. Beşinci Kolordu Kumandanı iken rütbesi de mirlivalığa terfi olundu (Mart 1914). Büyük Harp başladıktan sonra, Mirliva Fevzi Paşa, kolurdusuyla Çanakkale savunmasına katılmış ve Anafartalar Savaşı'nın nihayetinde, tahliyeden biraz evvel bir ay kadar Anafartalar Grubu Kumandanlığı vekâletinde bulunmuştur (Aralık 1915). Oradan yine 5. Kolordu Kumandanlığına geçmiş ve 1916 senesi Eylülünde, Kafkas cephesinde bulunan 2. Kafkas Kolordusu Kumandanlığına, bir sene sonra da aynı cephede savaşan II. Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir (Temmuz 1917). O sıralarda Suriye'nin durumu önem kazanıyordu. Galiçya'dan dönen askerlerden, Suriye'de VII. Ordu kurulmuştu; Mirliva Fevzi Paşa II. Ordu'dan alınıp bu VII. Ordu'nun başına geçirildi ve Suriye'deki hizmetlerine mükâfat olarak ferikliğe terfi edildi (28 Temmuz 1918). Ateşkes'ten sonra, bir müddet Erkânıharbiye Reisliği (1918 sonları ve 1919 başları) ve bir müddet de Harbiye Nazırlığı (1920 başlan) yaptı. Bu makamlarda bulunduğu sırada, Anadolu'ya levazım ve teçhizat şevkiyle ve diğer suretlerle millî savunmaya önemli hizmetlerde bulundu. Türk millî hareketi aleyhine şiddetli bir tutum almak için tekrar iktidara getirilen Ferit Paşa kabinesinin kurulmasından evvel Harbiye Nezareti'nden çekildi ve artık millî görevin ancak Anadolu'da yapılabileceği kanaatiyle 8 Nisan I920'de Anadolu'ya geçti. Millet Temsilcisi Mustafa Kemal ve Büyük Millet Meclisi, Ferik Fevzi Paşa'nın askerî iktidarını, millî hizmetlerini tamamıyla takdir etmekte olduklarından, adı geçen komutan Ankara'ya gelince, Büyük Millet Meclisi tarafından Millî Müdafaa Vekilliğine ve Vekiller Heyeti Reisliğine seçildi (3 Mayıs 1920). İkinci İnönü zaferi üzerine Ferik Fevzi Paşa'ya Büyük Millet Meclisi Birinci Ferik rütbesini verdi (3 Nisan 1921). Sakarya Savaşı'ndan bir müddet evvel Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi tarafından Başkumandan seçilmesinin ardından, İsmet Paşa Batı Cephesi Kumandanlığına tayin olunmuş ve Erkânıharbiye Reis Vekilliğine Fevzi Paşa getirilmişti (5 Ağustos 1921); YENİ TÜRK DEVLETİNİN KURULUŞU let başlarda "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" adını aldı. 55 21 Temmuz 1922'ye kadar Erkânıharbiye Vekilliğinde ve Vekiller Heyeti Reisliğinde kaldı. Sakarya zaferi üzerine, Büyük Millet Meclisi, Erkânıharbiye Vekili Fevzi Paşa'ya bir takdirname verdi (29 Eylül 1921); ve büyük zaferin ardından da, bu zaferin hazırlanmasındaki hizmetlerini takdiren kendisine mareşallik rütbesini verdi. Toplumsal ve askerî ilimlerde derin bir bilgi sahibi olduğu gibi fazilet ve çalışkanlığıyla da örnek olan Müşür Fevzi Paşa, o zamandan beri, aralıksız olarak Türk Ordusunun Erkânıharbiye Reisliğinde bulunmakta ve Türk ordusuna, Türk milletine büyük hizmetler yapmaktadır. II. İSTİKLAL HARBÎ İSTİKLAL HARBİNİN MAHİYETİ İstiklal Harbi'ni, yalnız askerî ve siyasî bir savaş saymamalıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nün yıkıl-makta olduğunu gören Türk milleti, her yönden bağımsız bir devlet ve toplum kurmaya çalıştı. Mustafa Kemal'in idaresi altında, birçok cepheden saldırı ve savunmayı gerektiren işte bu çabaların toplamı İstiklal Harbi'ni oluşturur. İstiklal Harbi'nin gayelerinden birkaçı bugün gerçekleşmiş olduğundan kolaylıkla tespit edilebilir: 1) Osmanh saltanatı yıkılırken ve yerine Türk milleti yeni ve bağımsız bir devlet kurarken, Türk vatanını yabancı istilacılardan kurtarmak; 2) Osmanlı saltanatının zayıfladığı zaman büsbütün belirginleşmiş olan iktisadî ve adlî bağımsızlıktan yoksunluğunu, Yeni Türk Devleti'ne bulaştırmamak; 3) Osmanlı saltanatını yıkıma sürüklemiş olan ferdî idare usulünü (despotik veya meşrutî hükümdarlık) kaldırmak; 4) Zamanımız devlet ve cemaat idaresinde başarısızlığı olgularla sabit olmuş olan dinî esas ve kanunları, yalnız fertle Tanrı arasındaki ilişkilerle sınırlayarak, medenî, toplumsal ve siyasî kanunları ve müesseseleri, Türk milletinin ihtiyaçlarına ve zamanımız hukuk ve siyaset teorilerine göre yenileştirmek ve bu suretle yeni Türk devlet ve cemaatini laik prensiplere dayandırmak; 5) Laik bir devlet ve cemaatte yeri kalmayan ve esasen pratik bir faydası olmak şöyle dursun, zararları dokunmuş olan hilafet müessesesi'ni ortadan kaldırmak; 6) 16. ve 17. asırlarda ilerleme ve gelişmesi durgunlaşarak, ortaçağın feodal ve el sanayii medenî seviyesinde kalmış olan Doğu medeniyetinden, açıklıkla Batı medeniyetine geçİSTİKLAL HARBİ 57 mek; 7) Ortaçağ medeniyetinde önemli bir yer tutan boş inanca dayanan gelenek ve müesseseleri yıkmak... İşte bu önemli hedeflere varılabilir-se Türk milleti, a) Umumi Harp'teki üstünlük ve galibiyetlerinden yararlanarak kendisini mahvetmek isteyen dış düşmanlarına ve onların yamaklarına karşı toprak bütünlüğünü sağlayacak; b) Asırlarca kendini kötü idare ederek ve sömürerek yıkılışını hazırlayan saltanat ve hilafet sistemine son verecek; c) İktisadî hayatını birçok bağla bağlayarak, refah ve mutluluğunu kemiren kapitülasyonlardan ve bunlara dayanan malî müesseselerden kurtulacak; d) Doğu'nun bu dünya ve öteki dünya anlayışı ile feodal toplumsal teşkilatını bertaraf ederek hürriyet ve bağımsızlığını kazanmış olacaktı. Kısacası İstiklal Harbi, Doğu'nun dinî, toplumsal ve siyasî despotlu-ğııyla Batı devletlerinin siyasî ve iktisadî tahakkümünden masun, yeni ve tam bağımsız bir Türk devleti kurmak için girişilen çok cepheli millî savaşımın, ikinci bir tabirle "kurtuluş hareketinin" toplamıdır. Laik millî mücadelenin ilk görevi, doğal olarak, Anavatan'ı çiğneyen yabancı düşmanları kahredip millî sınırlar dışına atmak ve milletin savunma arzu ve ifadesini baltalayarak vatana ihanet eden padişah ve hükümetini cezalandırmak suretiyle millî birliği korumak olacaktı. Bu açıdan dış ve iç düşmanlarla beş sene kadar süren uzun bir savaş, kurtuluş hareketinin ilk safhasını oluşturur. Özel anlamıyla "İstiklal Harbi" adı işte bu savaşa verilmiştir. İSTİKLAL HARBİNİN ASKERİ VE SİYASİ CEPHELERİ - İstiklal Harbi'nin askerî ve siyasî cepheleri vardır: Tür-kiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasından önce ve toplanıp hükümet kurmasından sonra, Millet Temsilcisi olan Mustafa Kemal, bir taraftan memleketi her yönden işgal etmiş olan düşmanlara karşı savunmayı hazırlarken diğer taraftan da Yeni Türk Devleti'nin çeşitli devletlerle siyasî ilişkilerini düzenlemeye çalışmıştır. İstiklal Harbi'nin askerî cepheleri, batıda Yunanlılara, güneyde Fransızlara, doğuda Ermenilere karşı oluşmuştur. Bunlardan başka padişah hû58 TARİH kümeti, kandırdığı bazı vatandaşlardan devşirdiği çetelerle, memleketin çeşitli yerlerinde ve düşmanlara karşı alınan cephelerin arkasında millî savunmayı tehlikeye koymuştu; bunlarla da vuruşulması gerekti. Bu çeşitli askerî cephelerden en önemlisi, Anlaşma Devletlerine dayanarak İzmir ve dolaylarını istila eden Yunanlılara karşı tutulan cephe olmuştur. Bu askerî cephelerde, savaşı başarıyla idare ederek kesin galibiyetle sona erdirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin reisi olan Mustafa Kemal, İstiklal Harbi'nin siyasî, daha açık bir ifadeyle diplomatik cephesine de çok önem vermiştir. Müttefiklerin, Doğu'nun ve özellikle Osmanlı Devleti'nin paylaşılması hakkındaki görüşleri aynı değildi. Bazı devletler, Yunanistan'ın İzmir ve dolaylarını almasını, İngiltere'nin Osmanlı Devleti üzerinde diğerlerinden fazla nüfuz kazanarak Osmanlı Devleti parçalarından en önemlilerini eline geçirmesini çekemi-yorlardı. Fakat Anlaşma Devletleri arasındaki bu görüş ayrılıkları, daima Avrupa ve Alman meseleleriyle birleşerek birtakım pazarlık zeminleri olmuştur. Bu açıdan Müttefikler, Osmanlı Devleti ve Ankara'daki millî hükümetle ilişkilerinde ve konferanslarda resmen ve daima birleşik bir cephe halinde hareket etmişlerdir. İttifakları devam eden İngiliz, Fransız ve İtalyanlardan başka, Türk işleriyle alakadar iki devlet daha vardı: Rus Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti, Kuzey Amerika Birleşik Devletleri. Bu iki devletin, Yeni Türk Devleti'ne karşı aldıkları siyasî cepheler, ötekilerden büsbütün farklıydı. Yeni Türk Devleti'nin kuzey komşusu olan Rus Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile, Umumî Harp'te Çarlığın müttefikleri olan devletler arasında Bolşevik İhtilali üzerine derhal düşmanlık doğmuştu. Anlaşma Devletleri Almanya ve müttefiklerine her yerde galip ve hâkim olduktan sonra Sovyet Rusya aleyhine iç ve dış her taraftan saldırıya geçtiler. Polonya ve B altık devletleriyle Romanya cephesi fiilen savaş açmıştı. Rusya; İstanbul ve Kafkasya'nın işgali, İran'da ve Afgan'da İngiliz siyasî hâkimiyeti ile karadan ve denizden tamamen kuşatılmış ve ardından İSTİKLAL HARBÎ 59 Avrupa'da donatılan büyük ölçekli Beyaz-Rus orduları Sibirya'dan, Kuzey Denizi sahillerinden, Kafkasya'dan ve Kırım'dan Bolşevik Rusya aleyhine saldırıya geçmişlerdi. Hatta Anlaşma kuvvetleri bile bazı kısımlarıyla gerek kuzeyden ve gerek Karadeniz'den saldırıya katıldılar. Bolşevik Rusya bu büyük hayat memat mücadelesinde doğrudan doğruya kendisini savunmaya çalışırken diğer taraftan Anlaşma Devletlerinin bütün sömürgelerinde bağımsızlık hareketlerini teşvik ediyor, Avrupa içinde ihtilal çıkarmaya çalışıyor ve Türkiye ve İran'da düşünülen yeni paylaşım planlarına muhalefetini ilan ediyordu. Anadolu'da ortaya çıkan silahlı millî ayaklanma hareketi siyasî konum ve hedeflerde Sovyet Rusya'yla tam benzerlik arz ediyordu. Düşmanlar aynıydı. Her iki memleketin mücadelesinde ortak noktalar vardı; her iki memleket, coğrafî konumlarından dolayı biri ötekinin düşmanları tarafından kuşatılmasına engel oluyordu. Büyük çıkarlardaki bu ortaklık ve birbirine olan ihtiyaç, dostça bir politika yaratmıştır. Bu dostça politika tarafların basanları arttıkça ve kendini hissettirdikçe gelişmiştir. İki memleketin birbiriyle ilişkilerinde nazik ve önemli bir nokta şuydu: Millî Türkiye, Bolşevik İhtilali'nin kendi memleketine yayılmasına izin veremezdi. Bolşevik Rusya da millî cereyanın Rusya'ya yayılmasına müsait olamazdı. Tarafların, bu hassas meselelerde dürüst hareket etmek karar ve siyaseti, aralarında anlaşmazlığa engel olmuştur. Kuzey Amerika Birleşik Devletlerine gelince, savaş sırasında bu dev-, letin başında bulunan Vilson, Doğu işlerinde de teorik milliyet esasına dayanarak, Anadolu ve Kafkasya'da bir Ermenistan Devleti kurmak emelin-deydi. Doğuya gönderilen bir Amerika heyeti, bu emelin gerçeklik düzleminde hayata geçmesinin hemen imkânsız olduğunu bildirdikten ve Amerika Birleşik Devletleri, esasen Avrupa işlerinden ellerini çekip, tekrar Monroe kaidesi'ne sığındıktan sonra, Ermenilere olan yönelim de pratik alandan çıktı. Bu suretle Amerika'nın Yakındoğu'daki emelleri, ticarî ve kültürel alanla sınırlı kaldığından Birleşik Devletler, Türklerle genel olarak iyi geçinmek siyasetini tercih ettiler. 60 TARİH Demek oluyor ki, Yeni Türk Devleti'nin ayrıca gözde tutacağı bir Rus, bir de Amerika siyasî cepheleri vardı. Dış siyasete, yani diplomasi alanına ait bu cephelerden başka, Yeni Türk Devleti'ni uğraştıran bir iç siyaset cephesi de vardı: Padişah hükümeti birtakım çetelerle millî müdafaanın kuvvet ve düzenini bozmaya çalışmakla beraber, Türk milletinin, fikrî ve vicdanî birliğini bozmak için de, türlü türlü propaganda yapmaktan geri kalmıyordu. Bu ihanet cephesine karşı da, siyasî tedbirler zorunluydu. Dâhi bir asker olduğu kadar, büyük bir siyaset adamı ve diplomat olan Mustafa Kemal, bu çeşitli siyasî durumların özelliklerini tamamen kavrayarak gereken tedbirleri almıştır. Bütün dış siyaset meselelerinin millî çıkarlarımıza uygun bir tarzda çözülmesi için tek bir çare vardı: Fiilî çarpışmada bulunmaksızın memleketin bazı yerlerini işgal eden yabancı işgal ordularını ve özellikle memleketin en bayındır ve büyük bir kısmını savaşla zapt etmiş olan Yunanlıları ve Fransızları silahla çıkarmak. Bu sonucu elde etmeden dış meselelerde herhangi bir taahhüde girmemek ve yarı anlaşma şekilleriyle yetinmemek dış siyasetimizin esas noktasıydı. A. YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN DEVLETLERARASI İLK İLİŞKİLERİ FRANSA CUMHURİYETİYLE İLİŞKİ Güneydeki Fransız askerî cephesine karsı konumlanan milli müfrezeler başarıyla savaşıyorlardı. Bozantı'da Fransızları kuşatarak geri çekilmek zorunda bıraktılar. Maraş'ta, Urfa'da yaşanan ciddî çarpışmalar sonucunda, Fransızlar buralardan da çekilmek zorunda kalmışlardı. Nihayet 1920 senesi Mayıs'mda, yani Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından az bir zaman sonra, Fransızlar, Yeni Türk Devleti'yle temas ve görüşmeye lüzum gördüler: Mayıs sonlarında Suriye Fevkalade Komiseri Yardımcısı'nın başkanlığı altında Ankara'ya gelen bir Fransız heyeti ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti arasında, 20 günlük bir ateşkes yapıldı. İSTİKLAL HARBÎ 61 Fransa, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'yle, bu yolda görüşmeye girişmekle, Ren Havzasında Almanlara eğilim gösteren İngilizleri, Fransız çıkarlarına daha uygun bir tutum almaya davet etmek istiyordu. Yeni Türk Devleti ile Fransa Cumhuriyeti arasında yapılan bu ateşkesin siyasî ve hukukî açılardan önemi vardır: Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti, henüz Anlaşma Devletleri tarafından onaylanmış değildi. Bu devletler Türk milletinin ve Türk memleketinin kaderiyle ilgili meselelerde İstanbul'da bulunan padişah hükümetiyle ilişkide bulunuyorlardı. Fransızların İstanbul Hükümeti'ni bir tarafa bırakıp, Ankara'da Büyük Millet Meclisi Hükümeti'yle görüşmeleri ve herhangi bir meselede o hükümetle belirli bir anlaşmaya varmaları, Yeni Türk Devleti'ni dolaylı olarak tanımaları demekti. Mustafa Kemal bu ateşkes görüşmesi sırasında, Fransızların Türk vatanında işgal ettikleri kısımlardan çıkmalarını istemişti; delegeler bu hususta yetkileri olmadığını bahane ederek memleketlerine döndüler; Fransa'yla savaş Adana cephesinde yine devam etti. Fransa ile anlaşma, ancak yeni Türk ordusu Ermenilerin haddini bildirdikten, iki İnönü ve Sakarya zaferleriyle Yunanlıları mağlup ederek kuvvet ve önemini iyice gösterdikten sonra yapılabildi (20 Ekim 1921). RUS SOVYETLİ FEDERATİF SOSYALİST CUMHURİYETİYLE İKLİŞKİ Fakat o sıralarda, Yeni Türk Devleti'yle Rus Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti arasında daha önemli sonuçlar veren ilişkiler başlamıştı. biraz evvel anlatıldığı üzere Sovyetler Cumhuriye-ti'nin Türk kurtuluş ve bağımsızlık hareketine eğilimli, hatta yardımcı olması, onun genel siyaseti ve çıkarları gereğiydi. Bunun içindir ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin dış meseleler hakkında ilk verdiği karar, Moskova'ya bir heyet gönderilmesi olmuştur. Heyetin esas görevi, Rusya ile irtibat kurmaktı. Bu heyetle, Rus Sovyet Hükümeti arasında, daha sonra yapılacak bir antlaşmanın bazı esasları tespit edildi (24 Ağustos 1920). Fransa ve Sovyet Cumhuriyetleriyle ilişkiye girişmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne karşı, italya Devleti de düşmanca görünmeyen bir tutum almıştı. 62 TARİH B. SEVR ANTLAŞMASI OSMANLI DEVLETİYLE ANLAŞMA DEVLETLERİ ARASINDA BARIŞ GÖRÜŞMESİ İstanbul İngilizler tarafından işgal edilip (16 Mart 1920), son Osmanlı Meclisi Mebusanı dağılmadan önce, Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa kabineleri zama- nında İngilizler ve İngiliz nüfuzuna tabi sultan, Anaanadoluda oluşan Türk Milli Müdafaa Teşkilatı'nı ve özellikle başındaki Millet Temsilcisi Mustafa Kemal'i kandırarak İstanbul Hükümeti'ne bağlamak ve Osmanlı Meclisi Mebusanı'nı da kendi emelleri dairesinde idare etmek istemişlerdi. Anlaşma Devletleri ve özellikle İngiltere, millî oluşumun İstanbul'a bağlanmasından sonra, sultanla antlaşma yaparak bu antlaşmayı Meclisi Mebusan'a onaylattırmak ve o antlaşma hükümlerinin uygulanmasına millî teşkilatı zorlamak niyetindeydi. Bunun içindir ki, Mustafa Kemal'le görüşmek için Ali Rıza Paşa kabinesi tarafından Amasya'ya gönderilen delege Salih Paşa, Barış Konferansına yollanacak adamlar hakkında da Millet Temsilcisi ile görüşmelerde bulundu. İstanbul'la ilişkiyi büsbütün kesmenin henüz zamanı gelmediğine inanan Mustafa Kemal bu görüşmeler sırasında, millî teşkilatça uygun görülmeyen adamların Barış Konferansı'na delege olarak gönderilmemesini teklif etmişti. Bu teklif Salih Paşa tarafından kabul edilerek, iki tarafın uygun bulduğu delegelerin bir listesi de düzenlenmişti. Lakin İstanbul'da son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nın Türk düşmanları oyununa tamamen alet olmasına, Mustafa Kemal'in siyaseti engel olunca, bütün bu tasavvurlar suya düşmüş oldu. Bunun üzerine İngilizler İstanbul'u işgal ederek tekrar baskı siyasetine dönmüşler ve Salih Paşa kabinesi yerine kendilerine ve köleleri olan padişaha tamamen itaatkâr olan Damat Ferit Paşa'yı sadrazamlık makamına geçirmişlerdi (5 Nisan). Ferit Paşa, İngilizlerin baskı siyasetine alet olmuştu. İşte bu baskı devresinde'dir ki, Anlaşma Devletleri Osmanlı sultanını Paris'te toplanacak Barış Konferansı'na davet ettiler (22 Nisan 1920).1 Sultan tarafından eski Sadrazam Tev-fik Paşa başkanlığında bir delegeler heyeti seçildi (26 Nisan). Anlaşma l Bu davet tarihinin ertesi günü (23 Nisan) Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılmıştır. İSTİKLAL HARBİ 63 Devletlerinin Osmanlı sultanını Barış Konferansı'na davetlerinden sekiz gün sonra da Mustafa Kemal tarafından, Büyük Millet Meclisi Hüküme-ti'nin, yani Yeni Türk Devleti'nin kurulduğu, bir genelgeyle bütün Avrupa devletleri dışişleri bakanlıklarına bildirildi (30 Nisan). Tam zamanında yapılan bu genelge, hâkimiyeti İstanbul surlarından uzağa gitmeyen Osmanlı saltanatıyla yapılacak bir barışın, Türk milleti tarafından kurulan bu yeni ve bağımsız devlete bir etkisinin olmayacağım pekâlâ gösteriyordu. Fakat Avrupa devletleri, en başta İngiltere, Yeni Türk Devleti'ni sultana ve İstanbul Hükümeti'ne boyun eğmeye zorlayabileceklerini ummaktaydılar. Bu ümitle Anadolu Hükümeti'nin kuruluşu hakkındaki genelgeye kulak asmayarak Osmanlı saltanatıyla barış yapmakta ısrar ediyorlardı: Anlaşma Devletlerinin şartları Paris'e giden Tevfik Paşa Heyeti'ne, 11 Ma-yıs'ta bildirildi.1 Fakat evvelce de söylenildiği gibi, Anlaşma Devletlerinin Paris'te birleşik gibi görünen siyasî cephelerinin pek sağlam olmadığı, Ankara'ya gelen Fransız delegelerinin 30 Mayıs'ta Yeni Türk Devleti'yle Kilikya askerî cephesinde bir ateşkes yapmış olmalarından da anlaşılıyordu. Bu durumu bir dereceye kadar gören ihtiyar Tevfik Paşa, "Barış sanlarının bağımsız bir devlet kavramıyla uzlaştırılması mümkün değildir" diyerek görüşmeye yanaşmayınca, Damat Ferit kendisini delegeler heyeti başkanlığına tayin ettirerek, Anlaşma Devletlerinin barış şartlarına karşılık, Osmanlı saltanatının şartlarım teklif suretiyle görüşmeye girişti (25 Haziran). Aynı günde İngilizler Mudanya ve Bandırma'ya asker çıkardıkları gibi, birkaç gün evvel Venizelos'un "Anadolu'da düzenin sağlanması" için teklif ettiği askerî planı da Anlaşma Devletleri kabul ederek Yunanlıların Anadolu içlerine saldırmalarına iıin vermişlerdi. İleride görüleceği üzere, bu saldırı 22 Haziran'da başladı. Demek oluyor ki, Anlaşma Devletlerince bir taraftan Osmanlı saltanatına barış şartlarını kabul ettirmek için görüşme kapısı açılmış ve diğer taraftan da bu şartların kabulüne Türkleri zorlamak için Türk topraklarının bir kısmı ücret gösterilerek, Yunanlılar harekete geçirilmişti. l Aynı günde. Ferit Paşa Kabinesi, millî teşkilatı tehdit etmek hayaliyle istanbul'da bir divanıharp tarafından Mustafa Kemal'in idamına hüküm verdirmişti. Ve o sıralarda Harbiye Nezaretini de üzerine alan Damat Ferit Paşa, Anzavur çetelerini ve diğer buna benzer çeteleri artırarak "Hilafet Orduları" adını verdiği bir kuvveti düzenlemeye çalışıyordu. 64 TARİH Ferit Paşa'ya teklif edilen barış şartları yalnız Osmanlı Devleti'ni değil, Türk vatanını ve Türk milletini de parçalamak mahiyetindeydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal karşılık verdi ve 18 Haziran oturumunda "Misakı Millî"ye yemin ederek Türk topraklarının parçalanmasına izin vermeyeceğini dünyaya ilan etti. Fakat İstanbul'a dönmüş olan Ferit Paşa, Hadi Paşa adlı Bağdatlı bir Osmanlı ferikiyle, kafası karışık Rıza Tevfik Bey'i Paris'e göndererek Osmanlı Hükümeti için sonsuz bir ayıp olan, Anlaşma Devletlerine de hiçbir fayda sağlamayan "Sevr Antlaşması" adlı diplomatik belgeyi imzalattı (10 Ağustos 1920) (Res. 29). Sevr Antlaşması'nın imzalanmasından evvel, İstanbul'da bizzat sultanın başkanlığı altında padişahlığın büyük memurlarından meydana gelen olağanüstü bir meclis toplanarak, antlaşma şartlarını görüşmüştü; Topçu Feriki Rıza Paşa dışında bu meclisin bütün üyeleri, antlaşmanın imzalanmasını kabul etmişlerdi. Bu olgu, İstanbul'daki tecrübeli sanılan büyük memurların, gerçek durumdan ne kadar habersiz olduklarını ve padişaha karşı nasıl bir köle ruhu taşıdıklarını gösterir. SERV ANTLAŞMASI Uygulanmayarak tarihe kansan Sevr Antlaşması'nın 1) Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul ve civarı ile Anadolu'nun küçük bir kısmından ibaret kalıyordu; 2) İstanbul ve Çanakkale Boğazlan savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulunacak ve Boğazlar bir Avrupa komisyonu tarafından kontrol edilecekti; . 3) Doğu Anadolu vilayetlerinin bir kısmı özerk bir Kürdistan oluşturarak ve İzmir bölgesi Yunan idaresi altına geçerek imparatorluktan ayrılıyordu; 4) Doğu Trakya, Karadeniz'de Midye'nin hayli doğusundan başlayıp Marmara Denizi'nde Büyük Çekmece Gölü'ne varan bir sınıra kadar Yunanistan'a veriliyordu; 5) Doğu Anadolu vilayetlerinin diğer bir kısmında "bağımsız ve hür bir Ermenistan Devleti" meydana getiriliyordu; 6) Irak, Arabistan ve Suriye, imparatorluğun dışında kalacaktı; 7) Osmanlı Devleti, İngiliz, Fransız ve İtalyanların evvelce işgal ettikleri memleketler üzerindeki her türlü haklarından vazgeçecekti; İSTİKLAL HARBÎ 65 8) Türk olmayan unsurların (azınlıkların) medenî ve siyasî hukukta Türklere eşit olması ve bunların Mebusan Meclisi'nde nispî temsil hakları kabul ediliyordu; 9) Osmanlı Devleti silahtan arındırılacak, devletin bütün servet kaynakları her şeyden evvel Anlaşma Devletlerinin işgal masraflarını ve savaş tazminatını ödemeye sarf olunacak ve devletin maliyesi, Anlaşma Devletlerinin belirleyeceği bir komisyon elinde bulunacaktı; 10) Umumî Harp sıralarında kaldırılmış olan kapitülasyonlar ve savaştan evvel verilen imtiyazlar tamamen iade edilecekti. Biraz ayrıntılı olarak yazılan şu maddeler bir iki kelimeyle özetlenirse, Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanması ve sultan idaresi altında bırakılan küçük kıtanın da bağımsızlığını tamamen kaybetmesi emrivaki olmuştu demek gerekir. Türklerin idam kararnamesi mahiyetinde olan bu antlaşmayı Osmanlıların padişahı ve bütün İslamların halifesi Sultan Mehmet Vahdettin ile onun veziriazamı Damat Ferit Paşa kabul ettiler ve bir araya topladıkları İstanbul'un "devlet adamlarına" da kolaylıkla onaylattılar; mahvolmak istemeyen, Anavatan'ını her türlü fedakârlığa katlanıp savunmaya karar veren Türk milletine de bu esaret ve utanç zincirini takmak için, Yeni Türk Dev-leti'ne karşı, büyük devletler ve Yunanlılarla birlikte silah kullandılar, iftiralar attılar, fetvalar yazdılar, isyanlar çıkarttılar (Harita. 6). Bütün bu hareketleriyle padişah ve padişah hükümeti, Türk milletine düşman ve hain olduklarım pek açık gösterdiler. Bütün bu haince girişimlerinin en kötüsü, Anavatan'a saldıran, Anadolu'yu tahrip eden ve Türk milletini bunca kayba uğratan Yunanlıların hareketlerine katılmalarıdır. YUNANLILARIN İLERİ HAREKETLERİ TÜRK DEVLETLERİNİN MİLLİ ORDU KURMAYA BAŞLAMASI Yunanlılar, 22 Haziran 1920'de saldırıya geçtiler. Altı tümene varan kuvvetlerini kuzeye ve doğuya doğru ilerleterek, kuzeyde Bursa'yı işgal ettiler, doğuda Dumlupınar sırtlarının önüne kadar geldiler. Türk kuvvetleri Eskişehir ve Dumlupınar'a çekildi. Yunanlıların süratle Anadolu içlerine ilerlemeleri ve millî kuvvetlerin geri çekilmek zorunda kalmaları, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde pek şiddetli ve heyecanlı tartışmalara sebep oldu (13 Temmuz 1920). 66 TARİH Fakat Mustafa Kemal'in verdiği çok mantıklı, inandırıcı ve susturucu açıklamaları ve nihaî başarıya tam inancını ifade eden beyanatı, fırtınalı bir deniz halinde köpüren Millet Meclisi'ni sakinleştirdi. Mustafa Kemal, Millet Meclisi'nin heyecan ve endişesini yatıştırmak ve gidermekle beraber, yalnız millî ve gönüllü askerlerle, Avrupa tarafından çok iyi donatılmış, bol top, cephane vesair savaş araçlarına sahip, düzenli Yunan tümenlerine karşılık verme zorluğu ortaya çıktığından, düzenli bir Türk Ordusu kurmaya ve bunun için millet evlatlarından belirli yıllar doğumlularını silah altına almaya lüzum gördü (Res. 30, 31). Millet Meclisi de buna karar verdi. İşte bundan sonradır ki, Yeni Türk Devleti'nin düzenli ordusu kurulmaya başladı. C. YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN İLK BAŞARILARI, İÇERİDEKİ ANARŞİ UNSURLARININ ORTADAN KALDIRILMASI PADİŞAH VE MENSUPLARININ YALANLARI Salih PaŞâ kabinesi düşünce, yerine geçen Ferit Pa- şa kabinesi (5 Nisan 1920), bir taraftan düşmanlarla barış yapmaya çalışırken, diğer taraftan düşmanların tavsiyesine uyarak millî hareket aleyhine açık bir düşmanlık tutumu almıştı. Bu kabine İstanbul'daki bütün olumsuz cereyanların başına geçtiği gibi, Anadolu'da bulunan Türk ve Türklük aleyhtarlarının hareketlerini teşvik ve takviyeye girişmişti. Millî hareketin birleşik cephesini bozmak için de Türkler arasında türlü türlü yalanlar yayıyordu. Millî hareket düşmanlarının çok önem verdikleri bir saldırı silahı, millî müdafaa hareketini, gerçekte mevcut olmayan bir devlete, Osmanlı Devleti heyulasına karşı isyan olarak gösteren bir fetva'ydr, bu fetvayı halifenin şeyhülislamı Dürrizade Abdullah vermiştir (11 Nisan 1920). Fetva örneği düşman uçaklarıyla memleketin her tarafına yağdırıldı. Bu fetvayla, "asi" sayılan Mustafa Kemal ve taraftarları, yani Türk milletinin Temsilcisiyle hemen bütün Türk milleti aleyhine bastırma hareketi başlıyor demekti. Balıkesir ve Bursa vilayetlerinde millî müdafaa aleyhine hareket eden Anzavur adlı Türk olmayan birine paşalık unvanı verileİSTİKLAL HARBÎ 67 rek, çetesi güçlendirildi. Bolu ve Düzce taraflarında, padişaha taraftar bir kuvvet oluşturularak, millî müdafaa zayıflatılmak istenildi (13 Nisan 1920). Bütün bu derme çatma kuvvetlere "Hilafet Ordusu" diye şatafatlı bir unvan da takılmıştı. Kurulmakta olan meşru ve millî Türk devleti aleyhine yapılan bu hareketlerdir ki, asıl ayaklanma ve isyan mahiyetindeydi. Bu ayaklanmalar, padişahın ve Ferit Paşa kabinesinin yalan ve teşvikleriy-le öteye beriye bulaştıysa da, bütün bu sıkıntılar yukarıda görüldüğü üzere, Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasını ve açılmasını engelleyemedi; çünkü Mustafa Kemal bütün bu ihanet tertiplerine karşı gereken tedbirleri derhal alıyordu. Bununla beraber padişah hükümetinin çeteleri, asıl dış düşmanlara karşı yoğunlaştırılması gereken millî kuvvetin dağılması ve yalnız dış düşmanlarla değil bunlarla da uğraşması sonucunu doğuruyordu. Bu açıdan Mustafa Kemal, düşman cephelerinden başka bu iç ihanet cephesiyle de meşgul olmak zorunda kalıyordu. Meclis açılır açılmaz, bu isyanları bastırmak için Hıyaneti Vataniye Kanunu çıkarıldı (29 Nisan). Ondan sonraki aylarda bu kanunu uygulayacak "İstiklal Mahkemeleri" kuruldu. Aynı günlerde Anadolu uleması tarafından, İstanbul fetvasına karşılık, Ferit Paşa Hükümeti'ni vatana ve millete ihanet etmekle suçlayan bir fetva verildi ve yayımlandı (5 Mayıs). O sıralarda millî kuvvetler, Bandırma, Adapazarı, Bolu ve Düzce tarafında asilerin bastırılmasıyla meşgul bulunuyorlardı. İşte bu suretle iç ihanet cephesi, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni işgal etmekte olduğundan, millî savunma teşkilatının zayıfladığına hükmeden düşmanlar, yukarıda görüldüğü üzere Sevr Antlaşması'nı, zorla Türk milletine kabul ettirebilmek ümidiyle İzmir ve dolaylarında kuvvetlerini çoğaltmış ve düzenlemiş olan Yunanlıları az evvel söylendiği üzere saldırıya geçirmişlerdir (22 Haziran 1920). "YEŞİLORDU" VE ÇERKEZ ETHEM - Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, Ankara'da si- yasî parti mahiyetinde birkaç oluşum meydana geldi. Bunların oluşumuna Rusya olaylarının ve Rusya'da yayılan komünist fikirlerin az çok etkileri dokunmuştur. Bu partiler içinde bir hayli önem kazanarak Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni ve ordusunu işgal eden, "Yeşilordu" 68 TARİH adlı oluşum olmuştur. Komünistlikten geçmiş karışık fikirlerle evvela bir siyasî cemiyet halinde ortaya çıkan "Yeşilordu"nun asıl mahiyeti askerî'ydi: Henüz Yeni Türk Devleti'nin düzenli askerî kurulmamış ve Umumî Harp kalıntısı olan ordu kısımları ise, senelerce savaşarak yorulmuş bulunuyordu. Asi çetelerin, üzerlerine gönderilen askerlere, halifenin fetvasından, padişahın askerliği affettiğinden, Ankara Hükümeti'nin meşru olmadığından bahsederek onları etkileyebildikleri, birkaç defa görülmüştü. Bu durum karşısında, yeni Türk ordusu, yeni zihniyete göre yetiştirilinceye kadar bilinçli kimselerden meydana gelen ve millî hareket için güvenilebilir askerî kuvvetler meydana getirmek vesilesi ve propagandasıyla bazı gizli teşkilat yapmaya kalkışanlar oldu. Bu teşkilata "Yeşilordu" adı verildi. Yeşilordu'nun kurulması girişiminde bulunan kimseler, bu girişimlerinden Millet Reisi Mustafa Kemal'i de haberdar etmeksizin onu bu kuvvetin başında göstererek teşkilatlarını genişletmeye çalıştılar. Mustafa Kemal bundan haberdar olur olmaz bunların ileri gelenlerini ve genel kâtip olan zatı yanına çağırdı. Bu teşkilatın zararlı olduğunu, derhal dağıtılmasını bildirdi. Fakat teşkilatçılar kuvvetlerine o kadar güveniyorlardı ki, olumsuz cevap vermekten çekinmediler. Buna karşı Mustafa Kemal de onları dağıtmak için gereken tedbirleri almaya başladı. En nihayet Ethem kuvvetleriyle vuruşmak ve onları tepelemek suretiyle bu zararlı girişim bertaraf edilebildi. Çerkez Ethem o zamanlar önemlice bir millî müfrezenin kumandanıydı; Çerkez, Anzavur'un takibinde ve Düzce isyanında başarılı bazı hizmetler yerine getirmiş ve hizmetleri doğal olarak takdir edilmişti. Bu takdirlerden gururlanan Ethem ve kardeşleri bazı hayallere kapılarak üst kumandanların emirlerini dinlememeye ve onlara kafa tutmaya ve ağır muamelelerde bulunmaya, valilere ve herkese emir vermeye ve emirleri uygulanmazsa idamla tehdide başladılar. Çerkez Ethem kuvveti, millî müdafaa hareketine faydalı olmaktan çıkmış, artık bir anarşi unsuru haline gelmeye yüz tutmuştu. Aynı zamanda, "Yeşilordu"nun siyasî örgütlenmesi de genişleyip duruyordu. Basan şartlarını tamamen hazırlamadan hiçbir girişimde bulunmamak esasım takip eden Mustafa Kemal, "Yeşilordu"nun olumsuz bir tutum almakta olduğunu görmekle beraber, aldığı tedbirleri kesin bir şekilde uygulayacağı en uygun zamanı ve fırsatı beklemeyi tercih etti. Evvela Ethem ve kardeşlerini batıya, Yunan cephesine sevk etti; fakat "Yeşilordu" siyasî teşİSTİKLAL HARBİ 69 kilatı dağılmamakta inat gösteriyordu ve hatta Çerkez Ethem kuvvetlerinin himayesine güvendikleri Eskişehir'de "Yenidünya" adlı ve görünüşte komünistliğe eğilimli bir de gazete çıkardılar (Ağustos 1920). Yeşilordu'nun ve "Kuvayı Seyyare" adını alan Çerkez Ethem müfrezesinin lehine yapılmakta olan propaganda, her tarafta, hatta Büyük Millet Meclisi içinde gittikçe arttı; bu müfrezeyi düzenli askerî kuvvetlere tercih ederek orduyu eleştirenler bile çıktığından, Ethem ve kardeşleri her tarafta bir tür nüfuz ve hâkimiyet kurmaya başlamışlardı. Batı Cephesi Kumandanı olan Ali Fuat Paşa belki de Ethem ve Tevfik'in etkisiyle, Yunan ordusunun Gediz civarında bulunan ayrı bir tümenine saldırdı (24 Ekim 1920). Durum bu saldırıya uygun olmadığından, Erkanıharbiye Riyaseti (İsmet Bey), bu saldırıyı uygun bulmamıştı. Gediz saldırısı başarısızlıkla bitti. Ethem'in tasavvur ve tertibiyle Batı cephesinde başlayan hareket, bir geri çekilmeyle son bulmadan önce "Yeşilordu" teşkilatında hizmet eden Nazım Bey adlı bir eski vali Halk iştirakiyim (Komünist) Fırkası diye sırf çıkarlar sağlamak maksadıyla ve hatta bazı yabancıların da yardımıyla, millî olmadığı gibi ciddî de olmayan bir parti kurmaya girişmişti. İşte bu Nazım Bey Eylül başlarında Meclis tarafından, zayıf bir çoğunlukla Dahiliye Vekilliği'ne seçilmişti. Görülüyordu ki, bir taraftan Anlaşma Devletleri ve onlara tabi Yunanlılar ve İstanbul Hükümeti'yle, diğer taraftan bu düşmanların memlekette çıkardıkları isyanlarla uğraşıp duran yeni ve millî Türk devleti aleyhine, Çerkez Ethem müfrezeleri ve "Yeşilordu", "İştirakiyim Fırkası" gibi adlar altında büyük ölçekte bir ihtilal ve isyan cephesi de kurulmaktadır... Bu çok zor durum karşısında Türk milletinin emsalsiz Reisi derhal sürat ve şiddetle hareket etti. Evvela Dahiliye Vekili'ni istifaya mecbur ederek, vekiller seçimi usulünü daha makul bir şekle çevirdi; sonra zaaf göstermiş olan Fuat Paşa'yı cepheden çekip, İsmet Bey'i^ Batı Cephesi Ku1 İsmet Bey - (Başbakan ismet Paşa) - Büyük Gazi'nin yüksek idaresi altında, genel olarak Yeni Türk Devleti'nin kuruluşunda, özel olarak İstiklal Mücadelesinde büyük millî görevler yapmış olan kişilerden biridir. Millî Türk Ordusunun ilk Erkanıharbiye Reisliği, Yunan istila ordularına karşı açılan Batı Cephesi Kumandanlığı ve Yunanlılar üze70 TARİH mandanlığı'na tayin etti; cephenin güney kısmını, Konya dolaylarında asayişi sağlamak göreviyle beraber, Refet Bey'e havale etti ve her iki kumandana "süratle düzenli ordu ve büyük süvari kitlesi meydana getirmek" ve "düzensiz teşkilat fikrini ve siyasetini yıkmak" direktifini verdi; Fuat Paşa'yı da Moskova elçiliğiyle görevlendirdi (8 Kasım 1920). İsmet Bey Batı cephesine varınca, mevcut kuvvetleri teftişe başlamıştı. Ethem Bey kendi kuvvetlerinin teftişine razı olmayarak, itaatsiz bir tutum aldı ve bu tutumunu sürdürdü; gitgide cephe kumandanlığını tanımayarak doğrudan doğruya Meclis başkanlığıyla haberleşmeye kalkıştı. Ethem ve biraderlerinin, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne karşı isyana karar verdikleri anlaşılıyordu. Bir müddet sonra Ethem ve kardeşleri, bütün millî müfrezeleri kendi emir ve idareleri altında toplamak ve cephe kumandanını düşürüp kendirinde kazanılan büyük zaferin ardından Mudanya ve Lozan Konferansları Başdelegeli-ği gibi önemli ve zor askerî ve siyasî görevleri büyük bir yeterlilik ve başarıyla yerine getirdikten sonra Cumhuriyet'in ilanında (29 Ekim 1923) İcra Vekilleri Heyeti Reisliğine seçilmiş ve o günden bugüne kadar -yalnız üç aylık bir arayla (22 Kasım 1924-3 Mart 1925)-Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin Başbakanlığını yapmakta olan İsmet Paşa 25 Eylül 1884'te İzmir'de doğmuştur. Babası, birçok mahkeme üyeliğinde bulunduktan sonra Harbiye Nezareti Muhakemat Dairesi Mümeyyizliğinde ölen Reşit Bey'dir. İlk ve ortaöğrenimlerini İzmir ilk mektebinde ve Sivas Askerî Rüştiyesi'yle Mülkiye İdadisi'nde ve lise öğrenimini Halıcıoğlu Topçu İdadisi'nde bitirerek 1900'de Topçu Harbiye Mektebi'ne girmiş ve bu mektepteki başarısından dolayı Erkânıharbiye sınıfına ayrılmış ve 1906'da Topçu Erkânıharbiye Yüzbaşılığıyla mektepten çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda Meşrutiyet'in ilanından bir müddet sonra (1910) Yemen'de-ki durumun iyileştirilmesi için gönderilen derlenmiş kuvvetin Erkânıharbiyesine memur edilmişti; orada binbaşılığa terfi etti (1912). Yemen'den döndükten sonra Balkan Harbi'ni takip eden barış görüşmeleri sırasında, Bulgar delgeleriyle görüşmekle görevli heyetin Askerî Müşavirliğinde bulundu. Büyük Harp seferberliği sırasında, Kaymakam İsmet Bey evvela I. Ordu Erkânıharbiyesine, Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmasının ardından da Karargâhı Umumî Birinci Şube Müdürlüğüne tayin edildi. Bu tayinden bir sene kadar sonra Miralaylığa terfi etti (11 Aralık 1915). Cihan Harbi sırasında 4., 20. ve 3. Kolordu Kumandanlığında bulundu. Ateşkes devrinde Harbiye Nezareti Müsteş'arlığıyla Sulh Hazırlık Komisyonu Reisliğinde resmî ve millî görevlerini hakkıyla yerine getirdi. İSTİKLAL HARBİ 71 leri o mevkiyi tutmak girişiminde bulundular ve devlet memurlarını, kanun dışında idamla tehdide kalkıştılar. Lakin bu isyan hazırlıklarıyla meşgul oldukları zaman bile Mustafa Kemal'e itaatlerini hiç olmazsa görünüşte ifade ederek ona karşı saygılı görünmeyi siyaset icabı sayıyorlardı. Millet Reisi, henüz ordu teşkilatı tamamlanmamış ve Meclis içinde çeşitli cereyanlar başgöstermiş olduğundan, Yunanlıların gittikçe tehlikeli hale geldikleri bir zamanda, bir iç savaşa yol açmaksızın bir müddet durumu idare etmek fikrindeydi. Fakat Çerkez Ethem ve kardeşlerinin, kurulan Türk Devleti'ne karşı "hayasız, haddini bilmez ve küstah" hareketleri, cezalandırılmalarından başka çare kalmadığını göstermiş ve Büyük Millet Meclisi'nin kararıyla aleyhlerine sevk olunan düzenli kuvvetler, ileride görüleceği üzere, bu asileri mağlup edip bozguna uğratarak kaçmak zorunda bırakmıştır. 20 Mart 1920'de Ankara'ya geldi. Miralay İsmet Bey Birinci Büyük Millet Meclisi'ne Edirne Mebusu olarak girmişti; Büyük Millet Meclisi de onu Erkânıharbiye Reisliğine seçti. Birinci İnönü Savaşı'nda taarruz eden düşmanları püskürten ve Kütahya'da Çerkez Ethem'in hıyanetkâr hareketlerini ezip mahveden İsmet Bey'i, Türkiye Büyük Millet Meclisi Mirlivalığa yükseltti (10 Aralık 1921). İkinci İnönü Savaşı'nda da Yunanlıları geri çekilmeye zorlayan İsmet Paşa'ya bütün Batı Cephesi Kumandanlığı verildi (10 Kasım 1921); bu sıfatla Sakarya Meydan Savaşı'nda kumandan İsmet Paşa'ydı. Sakarya Meydan Savaşı'ndakı önemli hizmetlerinden dolayı İsmet Paşa'ya, Büyük Millet Meclisi tarafından bir takdirname verildi. Büyük zaferden sonra ise, İsmet Paşa, Ferikliğe terfi olundu (31 Ağustos 1922). Yunanlılar denize dökülüp, anavatan silahla istiladan kurtarılınca ortaya çıkan durumu siyaseten tespit için kurulacak konferansta, Türk milletinin çıkarlarını hakkıyla savunabilecek zatın da İsmet Paşa olacağına, Millet Reisi ve Büyük Millet Meclisi kanaat getirdiğinden, adı geçen, 31 Ekim 1922'de Hariciye Vekilliğine seçildi ve 6 Mart 1924'e kadar bu görevde kaldı. Lozan Konferası'nda Başdelege olarak bulunması (21 Kasım 1922 - 24 Temmuz 1923) bu devreye rastlar. Cumhuriyet'in ilanının ertesi günü (30 Ekim 1923'te) Hariciye Vekilliği üzerinde kalmak üzere, icra Vekilleri Heyeti Reisliğine seçildi. Bir sene kadar sonra (22 Kasım 1924) İsmet Paşa Kabinesi çekilip, yerine Fethi Bey Kabinesi gelmişse de, bu kabine ancak üç ay kadar mevkiini koruyabilmiş ve yerini tekrar İsmet Paşa'nın kurduğu kabineye bırakmıştır (3 Mart 1925). İsmet Paşa, Başbakan bulunduğu sırada, Birinci Ferikliğe terfi edildi (30 Ağustos 1926); bir sene sonra da kendi talep ve isteği üzerine emekliliğe sevk edildi (30 Haziran 1927). 72 TARİH KUZEYDOĞU CEPHESİNDE ERMELİLER ÜZERİNE KAZANILAN GALEBE VE SONUÇLARI Anadolu'nun kuzeydoğusunda kurulan cephede, Ye- ni Türk Devleti, Ermenilere karşı başarılı bir savaş yaparak; ilk devletlerarası anlaşmayı yapmıştır. Ermeniler, Mondros Ateşkesi nden ben, gerek Ermenistan'da,1 gerek sınıra yakın yerlerde Türkleri kitle halinde öldürmekten vazgeçmiyorlardı. 1920 senesi ilkbaharında, Ermenilerin Türklere ettikleri zulümler tahammül olunamayacak bir hale geldi. Bunun üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Ermenistan seferine karar verdi. 9 Haziran 1920'de Doğu vilayetlerinde geçici seferberlik ilan edildi. Millet Reisi Mustafa Kemal, 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa'yı Doğu Cephesi Kumandanlığına tayin etti. Yine Haziran ayında Ermeniler, Oltu'da kurulan yerel Türk idaresine karşı hareketle o dolayları istila ettiler. Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin Hariciye Vekaleti tarafından Ermenilerin bu yolda saldırılarının engellenmesi üzere, Ermeni Taşnak Hükümeti'ne bir ültimatom verildi (7 Temmuz 1920). Fakat Ermeniler saldırı ve istila hareketlerine devam ettiler. Hatta 24 Eylülde sınır bölgesinde toplanan kuvvetlerimize saldırarak savaşa girişmek cüretini gösterdiler. Ermenilerin bu saldırısı püskürtüldükten sonra, Türk ordusu, 28 Eylül sabahı ileri harekete geçti. Bazı mevkileri zapt etti ve bir müddet Sarıkamış hattında kaldı. 30 Ekim'de Kars ve 7 Kasım'da Gümrü'yü (Aleksand-ropol) zapt etti. Kars'ı direnemeden terk eden Ermeniler, 6 Ekim'de çarpışmayı kesip barış için başvurmak zorunda kaldılar. Türk ordusu tarafından zapt edilen Gümrü şehrinde, 26 Kasım'da başlayan barış görüşmesinin sonucu olarak Gümrü Antlaşması imzalandı (3 Aralık 1920). l Rusya'nın dağılma devrinde Güney Kafkasya'nın Erivan, Gümrü, Kars şehirleriyle o dolaylarda çokça Ermeni bulunan bölgeleri içermek üzere bir Ermenistan kurulmuştu. "Ermeni Devleti" denilen bu oluşumun başına, Türk düşmanı ve aşırı Ermeni milliyetçisi olan Taşnak Fırkası geçmişti. Anlaşma Devletlerince korunan Taşnak Hükümeti, elinden geldiği kadar Türklere zarar dokundurmaya çalışıyordu. l İSTİKLAL HARBÎ 73 Gümrü Antlaşması, Yeni Türk Devleti'nin yaptığı ilk antlaşmadır. Bu antlaşma yeni Türk ordusunun başarısının ürünüdür. Osmanlı Devleti'ne galip gelmiş Müttefikler, Ermenilere Trabzon, Erzurum, Gümüşhane, Erzincan, Bitlis, Van vilayetlerini, kısacası ta Harşıt Vadisi'ne kadar çok geniş Türk ülkelerini kâğıt üzerinde vaat etmişlerdi; Ermeniler de bu vaat edilmiş memleketleri istila hayalini besliyorlardı. Türk ordusu önünde hezimet ve firarla bu hayal uykusundan uyanıp gerçeği gördüler ye Osmanlı Devleti'nin 1878 Harbi'yle kaybettiği Kars ve dolaylarını Gümrü Antlaş-ması'yla Türklere terk etmek zorunda kaldılar. Bu yenilgiyle Ermeni Devleti, artık Türk Devleti'ne zarar veremeyecek bir hale getirilmiş oldu. Daha sonra, Ermenistan Devleti Rus Sovyetli Sosyalist Cumhuriyeti'ne dahil olunca, Gümrü Antlaşması yerine de, ileride görüleceği üzere, Türkiye ile Sovyetler Cumhuriyeti arasında yapılan Moskova (16 Mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) antlaşmaları geçti. Türk ordusu, Ermenistan ordusunu mağlup ederek Güney Kafkasya'ya girince, Gürcistan'la temasa gelmiş oldu. Bu senenin Temmuz'unda, İngilizler işgalleri altında bulunan Batum'u boşaltmışlardı. Bunun üzerine Ba-tum'a hak iddia eden Gürcüler, derhal Batum'a asker sokarak, orayı idareye başlamışlardı. Bu durum, Osmanlı Devleti ile Sovyetler Cumhuriyeti arasında, Büyük Harp bitmeden yapılmış olan Brestlitovsk Antlaşması'na ve yine Osmanlı Devleti ile Gürcüler arasındaki Trabzon Antlaşması'na aykırı olduğundan, Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Gürcü Hükümeti'ne bir protesto vererek, o dolaylardan Gürcülerin çekilmesini talep etti. Nihayet Gürcülerin Ankara'ya gönderdikleri bir elçiyle yapılan görüşmeler sonucunda, Gürcü Hükümeti Ardahan, Artvin ve Batum'un Türk Hükümeti idaresi altına geçmesine razı olmak zorunda kaldı. Türkiye'ye katılmayı sabırsızlıkla bekleyen bu dolayların hamiyetli halkı, Türk ordusunu heyecan ve alkışlarla karşıladılar (Mart 1921). Gerçi Gürcistan'ın Sovyetler Cumhuriyeti'ne girişinden sonra yapılan Moskova Antlaşması ile Batum Gürcistan'da kalmışsa da Artvin ve Ardahan Türkiye'ye katılmıştır. Kısacası Yeni Türk Devleti'nin bu ilk zaferi, Osmanlı İmparatorlu-ğu'nun 19. asır sonlarında, Türklerin yaşadığı Anadolu'dan Moskoflara bıraktığı hemen bütün bölgelerin Anavatan'a tekrar katılması gibi büyük bir 74 TARİH başarıyı sağlamış demektir. Doğu ve kuzey sınırlarını bu suretle düzeltip güçlendiren Büyük Millet Meclisi Hükümeti, artık bütün dikkatini diğer cephelere yöneltebilirdi. BİRİNCİ İNÖNÜ SAVAŞI Ethem ve kardeşlerinin isyanı üzerine Yunan cephe-sindeki kuvvetlerimizin önemli bir kısmı mevkilerinden alınarak Kütahya'dan Gediz istikametinde asileri takibe ve cezalandırmaya koyulmuştu. Ethem ve kardeşleri bu kuvvetlere karşı koyamayacaklarını anlayınca çekilmiş, Yunanlılara sığınmış ve düşman hizmetine girmişlerdir. Ethem'i takip dolayısıyla cephelerin boşaldığını asilerden haber alan Yunanlılar, Bursa ve Uşak cephelerinden Eskişehir ve Afyon istikametlerinde yürümeye başladılar (6 Ocak 1921). Görülüyor ki, cephedeki Türk kuvvetlerinden önemli bir kuvvet isyan etmişti. Fazla olarak bu asi kuvvet Yunanlılarla birlikte Türklere saldırmayı da kabul etmişti. Bu duruma göre Yunanlılar şu gayeyi güttüler: Türk cephesinde ortaya çıkan zaaftan ve Türk kuvvetlerinin Ethem'i takip için mevkilerinden uzaklaşmış olmalarından yararlanarak Türk kuvvetlerini basıp mağlup etmek ve bu suretle millî savunmayı ve millî hükümeti kuruluş zamanında yıkmak. Yunan saldırısı belirince asi Ethem'in kuvvetlerine karşı Kütahya civarında bir piyade tümeni (Kaymakam izzettin Bey kumandasında 61. Tümen) ve bir süvari grubu bırakılarak kalan kuvvetler cebrî yürüyüşle,* Yunanlıları karşılamak üzere, İnönü ve Dumlupınar mevzilerine hareket ettirildi. Bursa bölgesindeki üç tümenden ikisiyle saldırıya geçen Yunanlılar, 9 Ocak'ta inönü mevziimize gelip çattılar, Kütahya bölgesinden İnönü cephesine gönderilen kıtalar, zorluklarla sevk ediliyordu. 10 Ocak 1921 sabahı, İsmet Bey asilerin takibini bırakarak İnönü savaş meydanına geldi (Harita. 7). 9 akşamı başlayarak 10 Ocak'ta düşmanın İnönü cephemize yaptığı birçok saldırı, birçok tehlikeli dalgalanmaya rağmen püskürtüldü. Yunan baskını sonuçsuz kalmıştı.1 * Cebrî yürüyüş: Bir yere kuvvet yetiştirmek veya düşmandan önce varmak için yapılan sıkı yürüyüş (Kaynak Yayınları'nın notu). l Birinci İnönü Savaşı'nda karşılaşan kuvvetlerin miktarı şöyledir: Yunanlılar 20 000 tüfek, 150 ağır makineli tüfek,'50 top, 200 kılıç; Türkler ise 6 000 tüfek, 50 makineli tüfek, 28 top, 3 000 kılıç. İSTİKLAL HARBÎ 75 Yunanlılar 10/11 Ocak gecesi Bursa istikametinde geri çekildiler. Yunanlılar, kuzeyden İnönü mevziimize saldırırken, güneyde Afyonka-rahisar batısındaki Dumlupınar mevziimize ciddî bir girişimde bulunmamışlardır. Yunanlılar, kuzeyde İnönü mevziimize saldırırken hain Ethem ve kardeşleri ve vatan savunması için emirlerine verilen Türk kuvvetlerini zor ve tehditle Kütahya batısındaki mevzilerimize saldırttılar. İzzettin Bey kumandasındaki Millet Meclisi kuvvetleri asileri de püskürttü. İnönü'nde Yunanlıların yenilgisinden sonra kuzeyde ve Afyon cephesinde serbest kalan kuvvetlerden bir kısmı ayrılarak Kütahya batısındaki asi Ethem kuvvetlerine saldırıldı. Ethem ve kardeşleri aralıksız Gediz istikametinde takip edildi ve idaresindeki kuvvetler elebaşıların elinden kurtarıldı. Ethem ve kardeşleri de Yunanlılara sığındılar. Birinci İnönü Savaşı ve asi Ethem'in ve kardeşlerinin bastırılması bağımsızlık tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Bu zaferlerle millî ordunun ve millî hükümetin içeride ve dışarıda itibarı artmış ve Batı cephesinde düşman ordusunun istilasını durdurabilecek düzenli bir ordu kurmak imkânı doğmuştur (Res. 32, 33). ÇERKEZ ETHEM İSYANININ MAHİYETİ Çerkez Ethem'in isyanı ve mağlup olarak çekilişiyle biten hareket yeni türk devleti'nin kuruluşu sı-rasında başgösteren buhranların en önemlilerinden biri, belki de birincisidir. Bu hareket, merkezî ve düzenli bir devlet fikriyle, sırf maddî kuvvetlerine dayanarak şurada, burada, keyif, hırs ve çıkarlarının sağlanmasını amaçlayan elebaşıların adeta yerel feodal devletçikler kurmak arzularının çarpışmasıdır. Yeni Türk Devleti, başta yeni devletin kurulmasına hizmet eden kimselerden olmak üzere, bütün Türkiye halkından şu esaslara itaat etmelerini istemiştir: 1) Asker, ancak Büyük Millet Meclisi namına ve onun kabul ettiği kanunlar dairesinde belirli memurlar tarafından toplanabilir; 2) Vergi de aynı şartlar ve usulle, yalnızca Büyük Millet Meclisi adına alınarak, Yeni Türk Devleti'nin hazinesine yatırılır; 3) Halkı yargılayıp cezalandırma hak ve yetkisi, ancak Büyük Millet Meclisi tarafından kendilerine bu hak ve yetki verilmiş olan hâkimlerde vardır ve bu hâkimler mevcut kanunlara göre adalet dağıtırlar. 76 TARİH Düzenli bir devletin temeli olan bu prensiplere herkesin itaat etmesi lazımdı; aksi takdirde düzenli bir devlet yok demek olurdu. Türk memleketlerinin düşman istilasından, iç isyanlardan kurtarılmasında hizmetleri geçen bazı müfreze kumandanları, kumanda ettikleri kuvvetlere dayanarak, bu esaslara uygun hareket etmemek cüretini göstermişlerdi; fakat Çerkez Ethem dışındakiler, pek çabuk bu yanlış yoldan dönüp, Büyük Millet Meclisi'nin kanun ve emirlerine itaat etmişlerdi. Çerkez Ethem, maiyetindeki önemlice kuvvete, gördüğü hizmetlere ve Büyük Millet Meclisi'nde lehine doğmuş olan bazı cereyanlara güvenerek, serkeşlikte devam etti; yukarıda sayılan esaslara muhalif olarak, asker ve para toplamaya, idama kadar giden cezalar vermeye kalkıştı. Bu durumun devamı, Yeni Türkiye Devleti içinde, ikinci bir devletin oluşması, yahut Çerkez Ethem'in, maiyetindeki kuvvetlerle, Büyük Millet Meclisi'ndeki taraftarlarına dayanarak, Büyük Millet Meclisi'ne, yani Yeni Türk Devle-ti'ne tahakkümü demek olacaktı. Henüz kuruluş devresinde bulunan devletler için bu tür buhranlar çok tehlikelidir. İşte bu tehlikeli durumdan, devleti, Mustafa Kemal'in irade ve dehasıyla yardımcılarının (özellikle İsmet Bey'in) metanet ve dirayetleri kurtarmıştır; çünkü Çerkez Ethem'in ve ona yönelmiş olan başka müfreze kumandanlarının maddî kuvvetleri, henüz kurulmaya başlayan düzenli Türk ordusuyla boy ölçüşecek derecede önemliydi. Çerkez Ethem buhranı ortadan kalkınca, artık Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne karşı bu tür hareketlerin gerçekleşmesi, önemini tamamen kaybetmiştir. DÜŞMANLARIN İSTANBIL'LA ANKARA'YI ANLAŞTIRMAK VE İSTANBUL ANKARA'YA ORTAK BİR ANTLAŞMA İMZALATTIRMAK GİRİŞİMİ Yeni Türk Devleti alehine Anadolu'da kargaşalıklar ve isyanlar çıkarılmıştı. Hilafet orduları adıyla- birtakım kıtalar millî kuvvetler aleyhine saldmlmışti. Yunanlılar saldırıya geçerek ilerlemişlerdi. Hatta Serv Antlaşması yapılmıştı. Fakat "Büyük Millet Meclisi Hükümeti bütün bu saldırılara başarıyla karşılık vermiş, Yunanlıları fazla ileriye bırakmamış, isyanları söndürmüş, Fransızlarla siyasî ilişkilere girmiş, İtalyanların İSTİKLAL HARBÎ 77 askerî tarafsızlıklarını sağlamış, Ruslarla elçi alışverişi yapmış, Ermenistan Devleti'nin mevcut askerî kuvvetlerini ezmek ve Gürcistan Devleti'yle anlaşmak suretiyle Ermenileri önemli bölgeleri terk ederek barışa zorlamış ve Gürcülerden de savaşmaksızın daha 1878'de elimizden çıkmış olan geniş Türk topraklarını geri almayı başarmıştı. "Sevr Antlaşması"na gelince Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, milletin hiç rızası olmaksızın imzalanan bu belgeyi, hiç yokmuş ve hiç yapılmamış sayıyordu. Böyle bir gerçek kuvvete karşı, padişah hükümeti heyulasının zor ve şiddetle bir iş görebilmesi doğal olarak imkânsızdı; Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin her tür düşmanla birlik olarak silahla sonuç almak planı, uygulamada başarılı olamamıştı. Düşmanlar bunu değiştirmek, yeniden, görünüşte anlaşma politikasına geçmek suretiyle Yeni Türk Devleti'ni içinden bölmenin daha faydalı olacağına hükmettiler. Şiddetten evvel bir kere daha denenen bu siyasete tekrar başvurdular. Ferit Paşa kabinesi yerine, Tevfik Paşa kabinesi geldi. Mareşal Ahmet İzzet Paşa bu kabinede Dahiliye Nazırıydı. Yeni kabine, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin reisiyle temas ve ilişki kurmaya çalıştı. Mustafa Kemal, bu ilişkiden ciddî bir sonuç çıkmayacağına inanmakla beraber, herkesin fikrini tatmin maksadıyla İstanbul Hükümeti'nin bu girişimine muhalefet etmedi. Ahmet izzet Paşa ve birkaç arkadaşı, Anadolu'ya geçerek, Bilecik'te Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla buluştular (5 Aralık 1920); sonra Ankara'ya gidip uzunca bir müddet orada kaldılar. İzzet Paşa Heyeti'nin Ankara'da bulundukları zaman, Millî Hükümet'in çok meşgul ve çok faal olduğu bir devreye rastlar; Birinci İnönü Savaşı, o sırada kazanıldı. İzzet Paşa Heyeti, Ankara'da misafir olarak alıkonulduğu sırada Anlaşma Devletleri de nihayet Sevr Antlaşması'nm ölü doğmuş olduğunu itiraf etmek zorunluluğu duydular. 25 Ocak 1921'de Paris'te toplanan Müttefikler Meclisi, 21 Şubat'ta Londra'da Müttefik Devletler delegeleriyle Osmanlı ve Yunan delegelerinden meydana gelen bir konferansı davet ederek, mevcut antlaşmada (yani Sevr Antlaşması'nda) olaylar dolayısıyla (yani Türk milletinin direnişi dolayısıyla) zorunlu görülen değişiklikleri yapmaya karar verdi. Osmanlı delegeleri arasında, bizzat Mustafa Kemal Pa\ 78 TARİH şa'nın veyahut ondan yetki almış kimselerin bulunması da isteniliyordu. Paris Meclisinin bu kararlarını, Anlaşma Devletlerinin temsilcileri İstanbul'da Osmanlı sadrazamına resmen bildirdiler (26 Ocak 1921). Şimdiye kadar Türk millî kuvvetlerine "eşkıya çeteleri" ve Türk Milletinin Temsilcisi Mustafa Kemal'e "Asi General" diyen Anlaşma Devletleri, "eşkıya çetelerinin" Türk vatanını savunmada gösterdikleri fedakârca direniş sayesinde, bir idam mahkûmu "Asi General"in kurduğu "gayri meşru" hükümetin delegelerini davet etmek ve konferans masası başında onlarla konuşmak, yani dolaylı olarak Yeni Türk Devleti'ni tanımak zorunda kalmışlar demekti. Fransa Hariciye Nazırı Milran birkaç ay evvel bir notasında "Müttefik Devletler Sevr Antlaşması 'nda hiçbir değişikliğe izin vermez" demişken, şimdi zorunlu görülecek değişikliklerden bahsediyorlardı. Bu büyük sonuç, ancak, Mustafa Kemal'in durumları olduğu gibi görerek, siyasette hakkın, lüzumunda millî kuvvete dayanması düsturundan doğmuştu. Bu gerçeğe tabi olan Anlaşma Devletleri de bir taraftan konferansa davet ederken, diğer taraftan Yeni Türk Devleti'ni, Paris Meclisi'nin bu kararına meylettirmek için İzmir'e bir Yunan kolordusunu daha yollattılar. Sadrazam Tevfik Paşa, müttefiklerin teklifini Mustafa Kemal'e bildirmekle beraber, delegelerin tayin edilmesini de diliyordu. Tevfik Paşa'nın bu teklifi, saltanat devrinde akıllı ve tecrübeli tanınan bu ihtiyar vezirin de gerçekliği hakkıyla idrak edemediğini gösteren bir olgudur. Artık İstanbul'da gerçek bir hükümet kalmamıştı. Sevr Antlaşma-sı'nın uygulanamamasına ve Müttefiklerin bunu değiştirme zorunluluğu duymalarına tek sebep, yeni ve kuvvetli bir Türk Devleti'nin Ankara'da kurulmuş olmasıydı. Bu açıdan padişah hükümetinin Ankara temsilcilerini de arkasına takarak Londra'ya gitmek istemesi, hem akılsızca, hem küstahça bir arzuydu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal, buna gerektiği gibi bir cevap verdi; evvela şu esasları koydu: Millî iradeye dayanarak Türkiye'nin kaderini ele alan biricik meşru ve bağımsız hâkim kuvvet Ankara'da aralıksız toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Türkiye'yle ilgili bütün meselelerin halline memur ve her türlü dış ilişkilerde muhatap ancak işte bu meclisin hükümetidir. İSTİKLAL HARBİ 79 İstanbul'da herhangi bir heyetin hiçbir suretle meşru ve hukukî vaziyeti yoktur. Bu esaslara dayanarak İstanbul Hükümeti'nin ortadan çekilmesini ve Müttefik Devletlerin davetlerini doğrudan doğruya Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne yapmaları lüzumunu Tevfik Paşa'ya bildirdi. Millet Temsilcisi'nin bu açık, kesin ve tamamen hukukî olan teklifine karşı Babıâli'de yetişmiş ihtiyar Paşa, kemkümlerle dolu, güya diplomatça cevaplar vermeye kalkışmış ve söz arasında ancak millî teşkilat sayesinde ortaya çıkan değişimde başka etkenlerin bulunduğunu da imaya cüret etmişti. Buna cevaben Mustafa Kemal, Yeni Türk Devleti'nin Anayasası'nı göndererek, Türk vatanında biricik devletin "Türkiye Devleti" olduğunu ve İstanbul'daki heyulanın Türk milletinin gözünde artık hiçbir mevkii kalmadığını anlattı. Haberleşme birkaç gün sürdü. İstanbul hâlâ Osmanlı saltanatından ve Osmanlı Kanunu Esasisi'nden dem vuruyordu. Uyuşmak mümkün değildi. Nihayet mesele Büyük Millet Meclisi'nde görüşülerek, Londra Konferansına ayrıca davet gerçekleşecek olursa gitmek üzere, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin yani gerçek Türk Devleti'nin temsilcisi olacak bir delege heyeti seçildi. Hariciye Vekili Bekir Sami Bey'in başkanlığındaki bu heyet, Loit Corç tarafından İtalya aracılığıyla davet geldikten sonra, Londra'ya gidip konferansa katıldı. Londra Konferansı, 13 gün (27 Şubat-12 Mart 1921) devam etti. Londra Konferansı'nı anlatan bir yazar diyor ki; Osmanlı delegeleri titrek ve zayıf ihtiyar adamlardı. Delegelerinin reisi olan beyaz sakallı bir zat üşümemek için bacakları üstüne bir yün battaniye örtmüştü. Anadolu delegeleri sağlam, dinç, top ağzından çıkan mermiler gibi hızla ve şiddetle salona girdiler; padişahın delegeleri klasik "Hasta Adam"m, millî delegeler Anadolu yaylasının saf ve sağlam havasında büyümüş genç ve gürbüz Türk Devleti'nin gerçekten temsilcileriydiler. Osmanlı Başdelegesi Tevfik Paşa söz sırası gelince, "Ben sözü Türk milletinin gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi Başdelegesi'ne bırakıyorum"; Bekir Sami Bey söz söylerken Osmanlı delegelerinden Mustafa Reşit Paşa da: "Bekir Sami Beyefendi, bütün Türkiye adına söz söylüyor" demişlerdi. 80 TARİH Londra Konferansı'nda görüşülen maddelerden olumlu bir sonuç çıkmadı. Anlaşma Devletleri ilk metin üzerinde yapılan pek zorunlu değişikliklerle "Sevr Antlaşması"m Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne de onaylattırmak istemişlerdi. Yeni Türk Devleti, elbette buna razı olamazdı. Bu sonucu evvelden sezen Müttefikler, son tekliflerine daha cevap almadan, hemen Yunanlıları tekrar saldırttılar (23 Mart 1921). Lakin Yeni Türk Devleti delegelerini konferansa davet ederek onlarla görüşmeyi kabul olgusu, aslında önemli ve olumlu bir sonuçtu. Müttefikler, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin, Türkiye'de asıl hâkim kuvvet ve devlet olduğunu teslim etmiş ve onaylamışlar demekti. İKİNCİ İNÖNÜ Birinci İnönü Savaşı'ndan sonra Yunan ordusu Bur-SAVAŞI kuvvetlerini artırmıştı. Uşak ve sa ve doğusundaki doğusunda da önemli bir grup toplanmıştı. Bundan başka Yunanlıların izmit'te bir tümenleri ve ona karşılık bizim Kocaeli Grubu denilen kuvvetlerimiz vardı. Yunanlıların Menderes dolaylarındaki kuvvetlerine karşı da bazı kıtalarımız bulunuyordu. Yunanlılar, Millî Ordu'nun daha çok kuvvetlenmesine meydan vermeden ve Millî Hükümeti Londra Konferansı kararlarını kabule zorlamak için, 23 Mart 1921'de tekrar ileri harekete geçtiler. Birinci İnönü zaferinden ikinci Yunan saldırısına kadar geçen iki buçuk ay kadar az bir müddet zarfında ordumuzun güçlendirilmesine mümkün olduğu kadar çalışılmıştı (Res. 34, 35). Yunanlılar, Bursa ve Uşak'ın batısından üstün kuvvetlerle Eskişehir ve Afyon istikametlerinde ileri harekete geçtiler (Harita. 7). Bursa, Bilecik ve Pazarköy üzerlerinden ilerleyen Yunanlılar, 27 Mart'ta evvelce hazırlanmış olan İnönü mevziinde İsmet Paşa kumandasındaki Batı Cephesi kıtalarına saldırıya başladılar. Yunanlılar başlangıçta sağ yanımıza ve destek kıtaları aldıktan sonra bütün İnönü mevzii cephesine şidBursa'dan ve Uşak'tan saldıran Yunanlıların kuvveti 40 000 tüfek ve 3 700'den fazla ağır ve hafif makineli tüfek ve 144 top, l 200 kılıç; buna karşı bizim tarafta Eskişehir ve İnönü civarında İsmet Paşa kumandasında 15 000 tüfek. 150 hafif ve ağır makineli tüfek, 900 kılıç (süvari) ve 56 topumuz vardı. Afyon ve batısında Refet Paşa kumandasında da 9 000 tüfek, 64 makineli tüfek 4 OOO'e yakın kılıç ve 51 top mevcuttu. İSTİKLAL HARBİ 81 detle hücum ettiler. Merkez ve sol cenahta bazı gerilemelere rağmen, Türk kurnandan ve askerlerinin cidden fedakârca çarpışmalanyla mevzi savu-nulabilmiş ve düşman saldırısı püskürtülebilmişti. Yunanlılar 30 Mart'ta aldıkları destek kttalarıyla saldırılarını tekrarladılar. Türk sağ cenahı karşısaldınlarla bu düşman saldırısını da püskürttü. O ara Ankara'dan gelen yeni kuvvetlerle -bunlar arasında Meclis Muhafız Taburu da vardır-, sarsılmış olan sol cenahımız desteklenmiş ve Yunanlılara bu taraftan da karşısaldırıya geçilmiştir. Artık Yunanlıların saldırı kuvveti tamamen kırılmıştı. Düşman 31 Mart / l Nisan gecesi, savaş meydanında zaferi kahraman ordumuza terk ederek çekilmişti. Bursa'nın doğusundaki mevziine kadar şiddetle takip olundu. Bu zafer üzerine Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa ile Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal arasında karşılıklı çekilen telgrafnameler, millî heyecan ve sevinci, çok samimî ve gayet güzel bir üslupla ifade eden seçkin örnekler olduğundan aynen aşağıya alınmıştır. Metrestepe'den 1-4-1337 (1921) Saat 6:30 sonrada Metrestepe'den gördüğüm durum: Gündüzbey'in kuzeyinde, sabahtan beri sebat eden ve artçı olması muhtemel bulunan bir düşman müfrezesi, sağ cenah grubunun saldırısıyla düzensiz şekilde çekiliyor. Yakından takip ediliyor. Hamidiye istikametinde temas ve faaliyet yok, Bozüyük yanıyor. Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir. Batı Cephesi Kumandanı ismet Ankara 1-4-1337(1921) İnönü Savaş Meydanı'nda Metrestepe'de Batı Cephesi Kumandanı ve Erkanıharbiyei Umumiye Reisi ismet Paşaya Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Savaşları'nda üstlendiğiniz görev kadar ağır bir görev üstlenmiş kumandanlar enderdir. Milletimizin 82 TARİH bağımsızlık ve hayatı, dahice idareniz altında şerefle görevlerini yapan kumandan ve silah arkadaşlarınızın kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin kötü talihini de yendiniz. İstila altındaki bahtsız topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün sınırlarına kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak hurdahaş oldu. Namınızı tarihin iftihar kitabına kaydeden ve bütün milleti hakkınızda sonsuz minnet ve şükrana sevk eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüsüyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar milletimiz ve kendiniz için parlak yükselişle dolu bir gelecek ufkuna da bakıyor olduğunu söylemek isterim. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Zulüm ve despotluk dünyasının en zalimce saldırılarına karşı yalnız ve şaşkın kalan milletimizin maddî ve manevî bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete geçiren Büyük Millet Meclisi'nin Reisi Mustafa Kemal Paşa! Kahraman subaylarımız ve askerlerimizle avcı hatlarında omuz omza vuruşan tümen ve kolordu kumandanları adına takdir ve tebriklerinize büyük bir iftiharla teşekkürlerimi sunarım. Batı Cephesi Kumandanı ismet Uşak bölgesinden Afyon istikametine yürüyen Yunanlılar, 24 Mart'ta Dumlupınar mevziini zapt etmişler ve 27 Mart'ta Balmahmut mevziini zorlamaya başlamışlardı. Yunanlıların bu cephedeki hareketleri, başlangıçta başarılı oldu. 28 Mart'ta Afyonkarahisarı'nı düşürdüler ve Konya istikametinde yürümeye başladılar. Fakat İnönü'nden düşmanı kaçmaya zorlayıp serbest kalan Türk kıtaları, düşmanın yan kollarını tehdit edince, Yunan kuvvetleri Afyon'u boşaltarak Uşak istikametinde geri çekilmeye İSTİKLAL HARBÎ 83 başladılar. 8 Nisan'dan 11 Nisan'a kadar Türkler, Yunanlılara saldırmaya devam ettilerse de, Uşak'tan destek kıtaları alan Yunanlıları Dumlupı-nar'dan atmak mümkün olamadı. D. YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN İLK ANAYASASI VE MECLİS'TE SİYASÎ GRUPLAR ANAYASANIN ESAS MADDELERİ Büyük Millet Meclisi kurulur kurulmaz, bir hükü-metin faaliyeti için elzem olan esasları içeren Mustafa Kemal'in bir önergesi kabul edilmiş, Meclis ve onun İcra Vekilleri Heyeti, o esasları uygulamak suretiyle iş görmeye başlamıştı. Bir taraftan da Meclis'in oluşturduğu "Hukuku Esasiye Encümeni", kabul olunan esaslara göre Yeni Türk Devleti'nin anayasa tasarısını hazırlamaya çalışıyordu. Dört ay kadar çalıştıktan sonra bu encümen "Büyük Millet Meclisi'nin şekil ve mahiyetine dair kanun maddeleri" başlıklı sekiz maddelik bir kanun tasarısı hazırlayıp Meclis'in genel kuruluna sundu. Bu tasarının görüşülmesi sebebiyle, Meclis'te iki cereyan belirdi. Encümen de dahil olmak üzere Meclis'in bir kısmı, bilfiil kurularak icraatta bulunmakta olan Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin ancak "geçici bir hükümet" olmasını istiyordu: Onların fikrince bu geçici hükümet, Osmanlı Devleti'nin ve İslam hilafetinin bağımsızlığı ve sınırları belirli Anavatan'ın bütünlüğü sağlanıncaya değin devam etmeliydi. Bunun içindir ki, kanunun 2. maddesinde "amacın gerçekleşmesine değin" kaydıyla Millet Meclisi'nin yetkisi zamanla sınırlanmıştı. Buna muhalif olan cereyan saltanat ve hilafetin kaldırılmasıyla hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız millete geçmesini ve milletin emellerine ve iradesine göre fiilen kurulmuş olan yeni devletin, hukukî esaslarının da bu gerçek duruma göre tespit edilmesini istiyordu; fakat bu cereyanda bulunanlar, fikirlerinin açıklıkla ifadesi zamanının henüz gelmemiş olduğuna inanıyorlardı; bu sebeple fikirlerini açıktan açığa söyleyemiyorlardı... Bu iki cereyan temsilcileri arasında görüşme ve tartışmalar aylarca sürdü; birinci muhafazakâr cereyanın sağ cenahını hocalar oluşturuyordu. Bunlar "amacın gerçekleşme84 TARİH sine değin" tabirini de belirsiz bularak Anayasa'ya "hilafet ve saltanatın ve vatan ve milletin bağımsızlığının kurtarılmasına kadar..." ibaresini koydurmak istiyorlardı. Bu tartışmanın böyle uzayıp gittiği sıralarda Meclis'in bir gizli oturumunda Mustafa Kemal bizzat meseleye müdahale ederek, siyasî basirete bir örnek olan önemli nutuklarından birini söyledi (25 Eylül 1920). Bu nutukta özetle şu görüşleri ileri sürüyordu: "Türk milletinin ve onun tek temsilcisi olan Yüce Meclis'in, vatan ve milletin bağımsızlığını, hayatını temin için çalışırken; hilafet ve saltanatla, halife ve sultanla bu kadar çok meşgul olması sakıncalıdır. Şimdilik, bunlardan hiç bahsetmemek yüce çıkarlar gereğidir. Eğer maksat, bugünkü halife ve padişaha bağlılık ve sadakatin korunduğunu ifade etmek ve belirtmekse, bu zat haindir. Düşmanların, vatan ve millet aleyhinde aletidir. Buna halife ve padişah deyince millet, onun emirlerine itaat ederek düşman emellerini yerine getirmek zorunda kalır. Hain veyahut makamının kudret ve yetkisini kullanmaktan men edilmiş olan zat, zaten padişah ve halife olamaz. 'O halde onu tahttan indirip yerine derhal diğerini seçeriz' demek istiyorsanız, buna da, bugünün durum ve şartları uygun değildir. Çünkü tahttan indirilmesi gereken zat, milletin yanında değil, düşmanların elindedir. Onun varlığını yok sayarak diğer birine tabi olmak tasarlanıyorsa, bugünkü halife ve sultan haklarından feragat etmeyerek İstanbul'daki kabinesiyle, bugün olduğu gibi makamını korumaya ve faaliyetini sürdürmeye devam edebileceğine göre, millet ve Yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler davasıyla mı uğraşacak? Ali ile Muaviye devrini mi yaşayacağız? Özetle, bu mesele geniş, nazik ve önemlidir. Halli bugünün işlerinden değildir. "Meseleyi esasından halle girişecek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir. Bugün çıkaracağımız kanunî esaslar varlığımızı ve bağımsızlığımızı kurtaracak olan Millet Meclisi'ni ve Millî Hükümet'i güçlendirmeye yönelik anlam ve yetkiyi vermeli ve ifade etmelidir!.." Bu ikna edici açıklamalardan sonra da mesele derhal hallolunmadı. Bununla beraber Mustafa Kemal tarafından 13 Eylül 1920'de verilmiş İSTİKLAL HARBİ 85 program dairesinde, Meclis, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin", yani Yeni Türk Devleti'nin anayasasının esas maddelerini tespit ve kabul etti (20 Ocak 1921). Bu esas maddeler şunlardrr. 1- Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü, halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. 2- Yürütme kudreti ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde toplanır. 3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilir. Ve hükümeti "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" unvanını taşır. 4- Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca seçilmiş üyelerden meydana gelir. 5- Büyük Millet Meclisi'nin seçimi, iki senede bir kere uygulanır. Seçilen üyelerin üyelik müddeti iki seneden ibaret olup, tekrar seçilmeleri uygundur. Eski heyet, yeni heyetin toplanmasına kadar göreve devam eder. Yeni seçimlerin uygulanmasına imkân görülmediği takdirde, toplanma devresinin yalnız bir sene uzatılması uygundur. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri, kendini seçen vilayetin ayrıca vekili olmayıp bütün milletin vekilidir. 6- Büyük Millet Meclisi'nin genel kurulu, Kasım başlarında davetsiz toplanır. 7- Şeriat hükümlerinin uygulanması, bütün kanunların konulması, değiştirilmesi ve kaldırılması ve antlaşma ve barış yapılması ve vatan savunması ilanı gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi'ne aittir. Kanun ve nizamların düzenlenmesinde halkın işlerine ve zamanın ihtiyacına en uygun fıkıh ve hukuk hükümleri ile usul ve işlemler esas kabul edilir. - Heyeti vekilenin görev ve sorumluluğu özel kanunla tayin edilir. 8- Büyük Millet Meclisi, hükümetin ayırdığı daireleri, özel kanun gereğince seçilmiş olan vekiller vasıtasıyla idare eder. Meclis, yürütme işleri için vekillere yön tayin eder ve ihtiyaç gördüğünde bunları değiştirir. 9- Büyük Millet Meclisi genel kurul» tarafından seçilen reis, bir seçim devresi zarfında Büyük Millet Meclisi reisidir. Bu sıfatla meclis 86 TARİH adına imza koymaya ve heyeti vekile kararlarını onaylamaya yetkilidir. İcra Vekilleri Heyeti içlerinden birini kendilerine reis seçerler. Ancak Büyük Millet Meclisi Reisi Vekiller Heyeti'nin de doğal reisidir. 10- Anayasa'nın işbu esas maddelerine ters düşmeyen eski hükümler yürürlüktedir. Toplumda mevcut kuvvetlerin gerçek dengesini asla gözden kaçırmayan Mustafa Kemal, bu "esas maddeler"de Osmanlı Anayasası'nın tamamen kaldırıldığını ve Osmanlı saltanatının ve hilafetinin artık varlık sebebi kalmadığını ilan ettirmiyordu; "şeriat hükümlerinin uygulanmasından ve fıkıh hükümlerinden" de bahse lüzum görülmüştü. Meclis'in sağ cenahının (muhafazakâr cereyanın) fikir ve endişelerini tatmin için şekilsel olarak böyle bir tedbir alınmakla beraber, "esas maddeler"in bütün maddeleri, Büyük Millet Meclisi'nin bir kurucu meclis olduğunu aydınlatıp doğrulayarak milletin mutlak hâkimiyetini tespit ve ilan etmekteydi. Böylece İstanbul Hükümeti'nin artık Türk siyasî teşkilatında gereksiz bir uzuvdan ibaret kaldığı ifade edilmiş oluyordu. Bu esas maddeler, Yeni Türk Devleti'nin Osmanlı İmparatorluğu'ndan tamamen ayrı, Türk milletinin iradesiyle kurulmuş, bağımsız bir siyasî varlık olduğunu hukuk diliyle söyleyen bir kanundur. Osmanlı Kanunu Esasi maddelerinden bazılarının yürürlükte kalmasına izin vermesi, yukarıda söylenildiği gibi, sırf siyasî bir düşünceden ve bir de Avusturya İmparatorluğu'nun dağılmasından meydana çıkan devletlerin bir müddet Avusturya kanun ve parasını kullanmaları gibi pratik ihtiyaçtan ileri gelmişti. MECLİSTE KURULAN GRUPLAR Bu esas maddelerin görüşülmesinde, Meclis'te çeşitli cereyanlar bulunduğu görülür; gerçekten Meclis toplandıktan bir müddet sonra Meclis üyeleri birtakım gruplara ayrılmıştır. Halbuki Büyük Millet Meclisi seçimlerinde etkili olan bir teşkilat vardı: "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti". Bu cemiyet, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle kurularak program maddelerini tespit etmişti. Bunların başlıcaları, "Misakı Millî" maddeleriydi. Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin programına göre seçilmiş Büyük Millet Meclisi'nin üyelerinin, bu cemiyetin, yani siyasî parİSTİKLAL HARBİ 87 tinin bir grubu mahiyetinde olması gerekirdi. Fakat "Misakı Millî" maddelerinde tamamen birleşik olan Meclis üyeleri, durum ve koşulların meydana çıkardığı diğer birçok meselede aynı fikir üzerinde birlenmiyordu. Bundan dolayı Meclis'e gelen meseleler uzun tartışmalar ve oyların çok dağılmasıyla sonuçlanıyordu. Mustafa Kemal, Müdafaai Hukuk esaslarına dayanarak, "Halkçılık Programı" unvanlı bir parti programı düzenlemiş ve ilan etmişti (13 Eylül 1920). Biraz evvel bahsolunan "Esas Maddeler"in de kaynağını oluşturan bu programdan esinlenmiş olarak Meclis'te birtakım gruplar kuruldu. "Tesanüt Grubu", "İstiklal Grubu", "Müdafaai Hukuk Zümresi", "Halk Zümresi" ve "Islahat Grubu" gibi birtakım adlar alan bu zümrelerin, Meclis dışında teşkilatları yoktu. Bu grupların ortaya çıkması başlarda Meclis görüşmelerinin dağılıp uzamaması gibi bir fayda sağlar sanılmıştı. Bu sanı gerçekleşmedi. Bu grupların hemen hepsi, aynı programdan esinlenmiş oldukları için, birbirlerinden farklı ve cidden işlenmiş esaslı fikirler ortaya koyamıyorlardı. Görüşmelerde hatiplerin birbirleriyle iyi konuşma yansına girişmeleri, sözlerini uzattırıyor ve bu yüzden görüşmeler uzun sürmekte devam ediyordu. Meclis görüşmelerini daha pratik bir hale getirmek için, Mustafa Kemal "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu" adıyla bir grup kurdu. Memlekette faaliyet gösteren "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti"nin Meclis'teki grubu demek olan bu oluşumun programına esas olarak şu iki madde alındı. l- Grup "Misakı Millî" esasları dairesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını sağlayacak barışı elde etmek için, milletin bütün maddî ve manevî kuvvetlerini gereken hedeflere yöneltip kullanacak ve memleketin resmî ve özel bütün teşkilat ve tesislerini bu esas amaca hizmet eder kılmaya çalışacaktır: 1- Grup, devlet ve millet teşkilatını, Anayasa dairesinde şimdiden adım adım tespit etmeye ve hazırlamaya çalışacaktır. Meclis'te bulunan bütün gruplarla Meclis'in gruplara dahil olmayan üyelerinin çoğu, bu iki esas üzerinde birleşip, kuvvetli bir grup kurdu (15 Mayıs 1921). Bu grubun genel başkanlığını bizzat Mustafa Kemal üstlendi. 88 TARİH Meclis üyelerinin çeşitli gruplara bölünüşü görünürde ve şekilsel bir bölünmeydi; Meclis üyeleri, gerçekte üç, dört cereyana ayrılmıştı; en sağ cenahta çoğunluğu hocalardan meydana gelmek üzere İslamcı muhafazakârlar, sağ cenahta, daha ılımlı muhafazakârlar; sol cenahta ise çok miktarda demokratlar, yani Mustafa Kemal'in fikirlerini bütün sonuçlarıyla kabul ederek, İstanbul müesseselerini kaldırıp, halkın hâkimiyetine dayalı yeni bir Türk Devleti'nin pürüzsüz kurulmasına taraftar olanlar ve nihayet bunların daha solunda komünist etkilere az çok kapılanlar vardı. Çoğu mebuslar meclisinde olduğu üzere, bazen sağ cenahla en sol cenahın uyuştukları da görülüyordu. Fakat genellikle bu çeşitli cereyanlara tabi olanların çoğu maksatlarını ve gayelerini iyice anlayıp muhakeme ederek, bilinçli hareket etmek kudretine sahip değildiler; çünkü siyasî bilgi ve hazırlıkları noksandı. Fikirleri işlenmiş ve açıklık kazanmış ancak iki cereyan vardı: Birisi Mustafa Kemal'in devrimci halkçılığı; diğeri hocaların bağnaz dinciliği. Bu çeşitli cereyanlardan komünizme meyleder gibi görünüp, fikirden çok şahsî çıkar ve ihtiras takip eden cereyan, sonunda yozlaşıp "Yeşilor-du" maceracı hareketine dönüşerek Çerkez Ethem'in ihanetine kadar ilerleyip mahvolmuştu. Olaylar gelişip, Mustafa Kemal'in programı galip geldikçe, ılımlı muhafazakârların çoğu halkçılara katıldılar. En sağ cenahı oluşturan hocalar grubu Birinci Millet Meclisi'nde, hükümetin ileri hareketini biraz ağırlaştırmakta etkili olabildiyse de, İkinci Millet Meclisi toplanınca gerek Meclis'te, gerekse muhit dışında önem ve kıymetini kaybetti. (İkinci Millet Meclisi'nde ortaya çıkan siyasî cereyanlardan ileride bahsolunacaktır.) Birinci Büyük Millet Meclisi böyle maksat ve cereyanlara kapılmış ve çeşitli grup ve zümrelere ayrılmış bulunduğu zaman bile esaslı bir noktada -hesaba katılmayacak kadar az kimse dışında- yekpare bir kitle halinde bulunuyordu (Res. 36-37); o esaslı nokta, bilinen millî sınır dahilinde Türk vatanının bütünlüğü ve Türk Devleti'nin tam bağımsızlığı ilkesiydi. İSTİKLAL HARBİ 89 E. YENİ TÜRK DEVLETİ, ANLAŞMA DEVLETLERİ VE PADİŞAH HÜKÜMETİ YENİ TÜRK DEVLETİNİN ANLAŞMA DEVLETLERİYLE BAZI İLİŞKİLERİ Millî Hükümet tarafından Londra'ya gönderilen Delegeler Heyeti'nin reisi. Hariciye Vekili Bekir Sami Bey, sonuçsuz kalan Londra Konferansından sonra, İngiltere, Fransa ve İtalya siyaset adamlarıyla kendiliğinden temas ve görüşmelerde bulunarak birtakım sözleşmeler imzalamıştı (Mart 1921). Bu sözleşmelerin içeriğinin, Sevr Antlaşması'mn ardından, İngiltere, Fransa ve İtalya arasında, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde nüfuz bölgelerini ayırmak ve belirlemek maksadıyla imzalanan Üçlü An-laşma'yı (L'accord tripartite) başka adlar altında, Millî Hükümet'e kabul ettirmek mahiyetinde olduğu açıktı. Londra Konferansından bir sonuç alamayan Anlaşma Devletleri, Yeni Türk Devleti'nin Hariciye Vekili'yle özel olarak konuşarak, maksatlarını elde etmek istemişlerdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin esas ilkesi, "memleketin bütünlüğünü ve milletin tam bağımsızlığını" sağlamak olduğuna göre, bu ilkeye uygun olmayan sözleşmeler Büyük Millet Meclisi'nce doğal olarak kabul edilip onaylanamazdı. Bekir Sami Bey sözleşmelerinin tamamı reddolundu; ancak esir mübadelesine* dair İngilizlerle imzalanan sözleşme, İstanbul'da Millî Hükümet Temsilcisi'yle İngiliz Komiseri arasında tekrar görüşülüp düzeltildikten ve iyileştirildikten sonra kabul olundu. Bu sözleşmelenin gereklerinden olarak, Malta'da tutuklu bulunan Türk vatandaşları vatana iade ediliyorlardı. Daima İngilizlerin emirlerine göre hareket ederek, onlara boyun eğmekten bir an geri durmayan Osmanlı hükümetlerinin idare ettikleri İstanbul'da İngilizlerin her türlü hak ve nezakete aykırı olarak tutukladıkları ve Malta'ya sürdükleri Türkler, İngilizlere karşı kudret ve ezici kuvvetini gösteren Millî Türk Hükümeti tarafından kurtarılmış oldu. Bekir Sami Bey sözleşmeleri, Büyük Millet Meclisi'nce onaylanmamış olmakla beraber, Anlaşma Devletleri, bunlara imza atmakla, bir defa daha Yeni Türk Devleti'nin hiç olmazsa fiilen varlığını kabul etmiş oluyordu. * Mübadele: Değiş tokuş (Kaynak Yayınlan'nın notu). 90 TARİH İKİ ZİHNİYET VE İKİ HAREKET Mustafa Kemal, Anadolu'da Millî Türk Devleti'nin kurulmasına giriştiği zaman, İstanbul'da şöyle böyle bir hükümet olduğu halde, Anadolu'da ciddî bir teşkilat yoktu. O sıralarda bazı kimselerin durumu layıkıyla kavrayamayarak tereddüte uğramaları bir dereceye kadar anlaşılabilir. Fakat Anlaşma Devletlerinin, Ankara'yı Londra Konferansı'na davet edip Sevr Antlaşması'nı değiştirme zorunluluğu duymalarından Yunanlıların İkinci İnönü darbesini yiyip geri çekilmek zorunda kalmalarından ve Padişah Hükümeti'nin değil Anadolu'da, hatta İstanbul surları içinde bile hiçbir kıymet ve önemi kalmadığı belli olduktan sonra, devlet adamları sayılan Osmanlı vezir ve mareşallerinin hâlâ anlamsız bir gelenek ve unvandan ibaret Osmanlı saltanatı ve İslam hilafeti gibi heyulalara kıymet verip, Osmanlı Devleti'ni korumayı mümkün görmeleri ve bu korumada genel bir çıkar tasavvur etmeleri hiç anlaşılamaz. Halbuki böyle bir zihniyeti, Osmanlı Devleti'nin son devirlerinde hayli şöhret kazanmış devlet adamları da taşımakta devam ediyorlardı; yeni kurulan Türk Devleti'ni, hayalden ibaret kalan Osmanlı padişahlığına tabi kılmayı memleket ve millete faydalı bir siyaset sanıyorlardı. Bu köhne ve gerçeklikten uzak zihniyete karşı Türklerin genç ruhlu aydınları, özellikle subayları, memleketin ve milletin kurtarılmasının, ancak Mustafa Kemal'in gösterdiği yolda fedakârca yürüyüp, düşmalarla bilfiil çarpışarak, onu vatanın kutsal topraklarından atmakla mümkün olacağını tamamen kavramışlardı. İhtiyar "Osmanlı devlet adamları" ile genç ruhlu Türk subayları bu eski ve yeni zihniyetlerin temsilcileri oldular. Ankara'ya gelip orada aylarca oturan İzzet Paşa ile Salih Paşa, Gazi'nin güzel bir tabiriyle "bir türlü Ankara'ya ısınamadılar. " Millî Türk Devleti'nin hizmetine girmekten sakındılar. İstanbul'a bir an evvel geri gönderilmelerini sürekli rica edip durdular. Ve nihayet tutmayacakları bir vaatte bulunmaktan bile çekinmeyerek, İstanbul'a döndüler; vaatlerinin tersine, artık hiçbir maddî ve manevî kuvvet ve kıymeti kalmayan saltanat makamını güçlendirmek emeliyle padişahın hizmetini tekrar kabul ettiler; "ekmeği ve nimetiyle yetiştikleri Türk milletinin içinde kalarak ona en acı ve kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin'in hizmetçisi olmaya tercih edemediler."^ Halbuki İstanbul'un genç ruhlu subayları, düş"Nutuk", s.376 (lüks hasımı, s.440). İSTİKLAL HARBİ 91 inanlarla fiilen çarpışan Türk ordusuna, genç ruhlu memurları da yeni devletin az maaşlı, az konforlu, çok işli memuriyetlerine, kısacası Anavatan'in göbeğine doğru akın akın gidiyorlar; yoldaki engelleri, tehlikeleri hiçe sayarak durmaksızın gidiyorlardı. İstanbul'da kalan genç subaylarla küçük memurlar ve İstanbul'un esnaf, işçi, hamal gibi demokrasisini oluşturan öz Türkler de, yine ölümü, asılıp kesilmeyi bile göze alarak, Millî Türk Ordusunun teçhizat eksiğini gidermeye çalışıyorlar ve halk arasında örgütlenerek, olumlu propagandalarda bulunarak, Türk maneviyatının korunmasına ve hatta yükseltilmesine uğraşıyorlardı. Bu fedakârca çalışma arasında bir hayli subay yakalanıp Anlaşmacıların hapishanelerine sokuldu ve Malta'ya sürüldü; birçok hamal ve mavnacı tutuklanıp hidematı şakkaya'1' gönderildi; hatta bazıları asilik. Fakat bütün bu tehlikelere rağmen vatanî hizmetlerine sekte gelmedi. Buna karşılık, Türk milletinin büyük fedakârlıklara katlanarak büyük mevkilere çıkardığı "devlet adamları"ndan ve büyük memurlardan çoğunluğu, "siyasî tedbirlerle daha iyi iş görülür" maskesi altında, rahatlarını bozmamaya, sefil ve esir hayatlarını mümkün olduğu kadar konforlu geçirmeye uğraştılar... Hatta bununla da yetinmeksizin, hamiyetli sayılanları bile Yeni Türk Devleti düşmanlarının iktidarını artırabilecek ve millî müdafaanın manevî kuvvetim azaltabilecek işlerden, sözlerden ve hatta Millî Devleti idare edenlere nasihat vermek gibi cüretkârlıklardan bile çekinmediler! BM iki zihniyet ve karakterin hangisinin Türk milletine ve Türk vatanına faydalı olduğunu olaylar pek açık gösterdi. Hareket ve fedakârlık yeteneğinden yoksun, atıl ve zayıf tabiatlı olmalarına rağmen akıl ve fikirleriyle mağrur Osmanlı devlet adamları Türk milletinin haklı eleştilerinin hedefi haline geldi. F. SAKARYA ZAFERİ VE SEMERELERİ KÜTAHYA VE ESKİŞEHİR SAVAŞLARI -Londra Konferansı, bir sonuç elde edemeden da- ğılmıştı (12 Mart 1921). Müttefik Devletlerin, bu konferanstaki tekliflerini kabul ettirmek için Yunanlılara yaptırdıkları saldırı da İnönü'nde (İkinci İnönü Savaşı) kesin bir yenilgiyle sonuçlan* Hidematı şakka: Toprak kazmak, taş taşımak gibi mahkûmlara gördürülen ağır hizmetler (Kaynak Yayınlan'nm notu). 92 TARİH rini kabul ettirmek için Yunanlılara yaptırdıkları saldırı da İnönü'nde (İkinci İnönü Savaşı) kesin bir yenilgiyle sonuçlanmıştı (31 Mart 1921). Anlaşma Devletlerinin ayrı ayrı Büyük Millet Meclisi Hariciye Vekili ile yapmak istedikleri zararlı sözleşmeler de Meclis tarafından reddedilmişti (Mayıs 1921). Anlaşma Devletlerinin ve Yunanlıların askerî ve siyasî alanlardaki bu başarısızlıklarından sonra da İngiltere Hükümeti'nin başında bulunan Loit Corc, Fransa ve İtalya'nın bir derece isteksizliklerine rağmen, İngiliz yardımıyla Yunan ordusunun bütün kuvvetini bir defa daha Yeni Türk Devleti'ne saldırtmak kararını verdi. İkinci İnönü yenilgilerinden sonra Anadolu'daki Yunan Kuvvetleri Başkumandanı General Papulas, hükümetine sunduğu raporda, "kuruluş halinde bulunan Türk ordusu henüz kuvvetlenmeden ve Anadolu'dan destek kıtaları gelmeden saldırıya mecburuz" diyor; raporunun sonunda "Anadolu'daki kuvvete ek olarak 85 000 askerlik bir destek" istiyordu. Yunanistan'da Birinci İnönü Savaşı'ndan (10 Ocak 1921) evvel önemli bir değişiklik olmuştu: Anlaşma Devletlerinin Kral Kostantin'i düşürmesinden (12 Haziran 1917) sonra yerine geçirdikleri Kral Aleksandr, kuduz bir maymunun ısırması yüzünden ölmüştü (25 Ekim 1920). Aleksandr zamanında gerçek hâkim Venizelos'tu. Aleksandr ölünce, Kostantin taraftarlarının propagandasıyla 1920 senesi sonlarında yapılan Yunan seçimlerinde Venizelos taraftarları azınlıkta kaldılar. Venizelos hükümetten çekilerek (16 Kasım) memleketi terk etti. 6 Aralık'ta halkın doğrudan doğruya oyuyla (plebisit) Kostantin tekrar krallık makamına getirildi (15 Aralık). Genel oy yapılırken en çok ileri sürülen nokta, Venizelos'un Yunan kanını korumamış olması iddiasıydı. Buna rağmen iktidara geçen Kostantin ve Başvekili Gunaris, Venizelos tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan, Bizans'ın azametli devrini Yunan Krallığı idaresinde canlandırmak hayalini bir tarafa atıp barışa yanaşmak cesaret ve kudretini gösteremediler. Aksine, bu büyük fikrin (megalo idea) gerçekleşmesi şerefini kendilerine mal etmek istediler. XIII. Kostantin^ 300 000 asker toplattı; Batı Anadolu vilayetleriyle Boğazlar'ı ve İstanbul'u hükmü altına almak fikirlerini besYunan Kralı Kostantin, son Bizans İmparatoru XII. Kostantin'in halefi olmak iddia ve hayaliyle, Bizans imparatorları sırasını takip ederek kendisine XIII. Kostantin unvanını verdirmişti. İSTİKLAL HARBİ 93 ledi. Bunun üzerine, evvelce açıklanan durum ve şartlar altında, Yunanlıların Anadolu'daki saldırıları gerçekleşti. Fakat görüldüğü üzere, yaptıkları her iki saldın da, yeni kurulmak üzere olan Millî Türk Ordusunun fedakârlığı, özellikle kumandanlarının sevk ve idaredeki ustalıkları sayesinde tamamen Yunanlılar için yenilgiyle sonuçlandı. Yunanlılar, İnönü yenilgilerinin hıncını, Batı Anadolu'da ve Karadeniz bölgesinde "Pontus Cumhuriyeti" adını verdikleri Rumlarla karışık bölgede köylerimizi yakmak, savunmasız insanları öldürmek1 ve açık inebolu şehrini topa tutmakla almak, istediler. Knstantin Hükümeti, İngilizlerin teşviki ve Başkumandan Papulas'ın gösterdiği lüzum üzerine, Anadolu'daki Yunan ordusunu tekrar saldırıya l Yunan bağımsızlık savaşının serpintisi olarak. 19. asır ortalarından beri bir tohum halinde mevcut olan Pontus meselesi, ateşkes devrinde Türklere bir tehlike oluşturabilecek hale gelmişti. Gerçekten Büyük Harp sırasında, dışarıdan gönderilip dağıtılan silah, cephane, bomba ve makineli tüfeklerle, Karadeniz sahilinde Samsun, Çarşamba, Bafra ve Erbaa Rum köyleri adeta bir silah deposu haline getirilmişti. Hele Ateşkes'ten sonra Yunan cemiyetleri propagandacılarının ve Merzifon Amerikan Koleji tarafından yetiştirilen elebaşılarının faaliyetleri etkisi altında bulunan bu dolayların Rum halkı, "bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti" kurmak emeline düştü. Bu maksatla genel bir ayaklanma hazırlandı. Kurulan çeteler, dağlara çekildiler. O dolayların Rum metropoliti hareketin başına geçti. Birtakım çeteciler de dışarıdan geldi. Anlaşma kuvvetleri ve Yunan Devleti bunlara her suretle yardım ediyorlardı. "Trabzon'da bir Rum Cumhuriyeti kurmaya çalışmak maksadıyla" yayımlandığını ilan eden "Pontus" adlı bir gazete İstanbul'da yayımlanmaya başladı (4 Mart 1919). Pontus jandarmasını düzenlemek için İstanbul'daki Yunan işgal kuvvetinden bir subay heyeti orada gönderildi. Batum'da "Pontus Rum Hükümeti" adıyla bir oluşum bile meydana geldi (1920). Anadolu'da toplanan "Pontus" çetelerinin kuvveti gitgide 25 OOO'e ulaştı; bunlar Türk köylerini yakıp, Türk halka karşı akla ve hayale sığmaz işkence ve cinayetler işliyorlardı. Mustafa Kemal Samsun'a çıktıktan sonra (19 Mayıs 1919) bu hareketlere karşı derhal tedbirler almaya başlamıştı. Merkezi Sivas'la bulunan 3. Kolordu, bütün çalışmalarını, çeşitli bölgelerde bulunan Pontus çetelerinin takip ve cezalandırılmasına adamıştı. Bu kovuşturmaya Erzurum'da bulunan 15. Kolordu da katılıyordu. Fakat denizle ulaşımı olan bu çetelerin tamamen imha edilmesi mümkün olamıyordu. Nihayet 1920 senesi sonlarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından bir Merkez Ordusu kurulup, diğer görevlerle beraber Pontus asilerinin cezalandırılması görevi de o orduya havale olunmuştu. Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra, Pontus çetelerinden nam ve nişan kalmamıştır. > Metropolit: Ortodokslarda patrikten sonra gelen ve bir bölgenin din işlerine başkanlık eden din adamı (Kaynak Yayınları'nın notu). 94 TARİH geçirdi. Bu ileri hareketten evvel Anadolu'daki Yunan ordusu hemen bir misli güçlendirilmişti.1 Yunanlılara karşı bulunan Türk ordusu ise, Birinci ve İkinci İnönü Savaşları sırasında Batı (İsmet Paşa) ve Güney (Refet Paşa) cepheleri diye ikiye ayrılmıştı. Bu savaşlar, bütün cephenin bir kumandada bulunmasının daha faydalı olacağını göstermişti. Bu sebeple bütün Batı cephesi ismet Paşanın kumandasına verildi. Refet Paşa başka görevlerde kullanılmak üzere Ankara'ya alındı. Bu suretle birleştirilen ve Geyve'den Afyonkarahi-sar'a kadar uzanan cephemizde durum gereği yeni tedbirler alınmıştı. Mümkün olduğunca güçlendirilmeye çalışılan Batı cephesi kıtalarıyla, Eskişehir'in kuzeybatısında İnönü mevziinde, Kütahya batısında ve güneyinde savunma tertibatı alındı.2 Yunanlılar, 1921 senesi yazında tekrar ileri harekete geçtiler. İkinci İnönü'nden bu zamana kadar geçen iki üç ay gibi kısa bir zamanda, kaynakların azlığından, Batı ordumuz özellikle silah, cephane ve nakliye araçları itibariyle gereği kadar güçlendirilip donatılamamıştı. Dolayısıyla hazırlanan mevzilerde savunma zorunluluğu doğmuştu. Yunanlılar, üstün kuvvetlerle ordumuzun merkez ve özellikle sol cenahına saldırdılar. İnönü mevzii önünde ise ancak zayıf girişimleri görüldü. Merkez sol cenahında (14 Temmuz-21 Temmuz 1921) şiddetli savaşlar oldu. Asker ve subaylarımız büyük kahramanlıklar gösterdiler. Bu savaşların ilk safhasına Kütahya Savaşı denir (Harita. 8). 1 Evvelce mevcut yedi tümene beş tümen ilave olunarak toplam kuvvet 12 tümene çıkarılmıştı. Bu on iki tümende 96 000 tüfek l 300 kılıç, 5 600 kadar ağır ve hafif makineli tüfek ve 345 top vardı. Buna karşılık, bizim bütün Batı Cephesinde kuvvetimiz 51 265 tüfek, 440 kadar makineli tüfek, 4 727 kılıç ve 162 toptan ibaretti. 2 Batı Cephesindeki bu tümenlerimiz, dört grup halinde toplandı: Birinci grup (Miralay İzzettin Paşa) İnönü bölgesinde; üçüncü grup (Miralay Arif Bey) Kütahya ve civarında; dördüncü grup (Miralay Kemalettin Sami bey) Kütahya güneyinde Çekürler bölgesinde; on ikinci grup (Miralay Halit Bey) Afyon ve civarında toplanmıştı. Bunlardan başka Miralay Kâzım Bey (Büyük Millet Meclisi Reisi Kâzım Paşa) kumandasında Geyve ve civarında bir de Kocaeli grubu vardı. Savaş sırasında süvari tümenlerimiz, beşinci grup adıyla Miralay Fahrettin Bey kumandasında toplandı. İSTİKLAL HARBİ 95 Buna rağmen üstün düşman saldırıları karşısında merkez ve sol cenah gerilediğinden artık geniş mevziimizin korunmasına imkân kalmamıştı. Ordumuz, lüzumsuz yere daha fazla ezdirilmemek ve daha uygun şartlar altında savaşmak maksadıyla, emirle Sakarya'nın doğusuna kadar geri alındı. Fakat Sakarya'ya çekilmeden evvel Eskişehir'in doğusunda toplanan kıtalarımız 21 Temmuz'da Yunanlılara bir karasaldın yaptılar; bu suretle gerçekleşen savaşa Eskişehir Savaşı denir (Harita. 8). Bu saldırı üstün düşman kuvvetlerine çatmış ve Seyitgazi-Kırgızdağı bölgesinden ilerleyen Yunan kuşatması karşısında kalmıştı. Bunun üzerine cephe Sakarya gerisine çekildi. Eskişehir, Kütahya, Afyon gibi şehirlerimizin ve geniş bir bölgenin düşmana terk edilmesi pek acıydı. Özellikle düşmanın savunmasız halka karşı yaptığı musibetler bilinmekteydi (Res. 38). Bununla beraber etkili savunma ve saldırı için daha fazla kuvvetlenmek ve bunun için vakit kazanmak lazımdı. Dolayısıyla, bu durum karşısında geri çekilmek zorunluluğu doğmuştu. 18 Temmuz'da Batı cephesinin karargâhı olan Karacahisar'a gelen Devlet Reisi Mustafa Kemal, cephe kumandanına şu direktifi vermişti: "Orduyu Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra düşman ordusuyla araya büyük bir mesafe koymak lazımdır ki, ordunun düzenlenmesi ve güçlendirilmesi mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya doğusuna kadar çekilmek uygundur." İşte bu emri alan Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa, İnönü-Kütahya-Afyon genel hattında bir hafta kadar düşmanı mümkün olduğunca alıkoyduktan ve düşmanın bu saldırısını karşıladıktan sonra, ordusunu kat kat üstün düşman kuvvetleri karşısında dağılmasına meydan vermeden, Sakarya'nın doğusuna çekti. Bu karardaki isabet daha sonra Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılmasıyla ve ordumuzun lüzumu kadar güçlendirilerek saldırıya geçmesiyle, düşmanı tamamen mağlup etmesiyle fiilen ispatlanmıştır. MUSTAFA KEMAL BAŞKUMANDAN Bu geri çekilmenin, Meclis'te ve memlekette memnuniyetsizlik ve fikir sarsıntılarına sebep olabileceğini kestiren Mustafa Kemal, yukarıda bahsolunan direktifinde şu görüşü ileri sürüyordu: 96 TARİH "...Fakat az zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereklerini tereddütsüz uygulayalım. Diğer tür sakıncalara direniriz..." Mustafa Kemal'in tahmin ettiği sakıncalar, hemen görüldü. İlk üzüntüler Meclis'te de belirdi; heyecanlı tartışmalar oldu. Meclis ve millet, bu durumu ancak Mustafa Kemal'in bizzat ordu başına geçerek iyileştirebileceğine inanıyordu. Herkesin ümidi Mustafa Kemal'deydi. 5 Ağustos 1921'de Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi tarafından bütün Türk ordularının başkumandanı seçildi. Bu görevin hakkıyla yerine getirtmesi için Meclis, sahip olduğu bütün yetkileri de Mustafa Kemal'e verdi. Fakat Mustafa Kemal, Meclis'e sunduğu bir önergeyle "millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetçisi olduğunu milletin gözünde bir kez daha doğrulamak için bu yetkinin üç ay gibi kısa bir müddetle sınırlanmasını" istedi; talebi kabul olundu. Mustafa Kemal'in bu müddet zarfında verdiği emirler, kanun olacaktı. Bu suretle, bütün kuvvetler kendinde toplanan Mustafa Kemal, geçici diktatörlük demek olan bu durumdan, düşman istilasına karşı durmak için gereken tedbirleri almaktan başka hiçbir hususta yararlanmadı. Bu hareketiyle, içeride ve dışarıda, bazen Türkiye durumunu anlamamak yüzünden ve bazen düşmanlık eseri olarak ortaya atılan diktatörlük emel ve arzusundan uzak olduğunu fiilen gösterdi. Bu sırada, Başkumandan Mustafa Kemal'in teklifiyle Büyük Millet Meclisi Fevzi Paşa'nın görevlerini sırf Erkânıharbiye Riyaseti'ne vererek, aynı zamanda yapmakta olduğu Millî Müdafaa Vekaletini Refet Paşaya verdi. Mustafa Kemal, başkumandanlığa seçildiği gün söylediği nutukta başlıca şunları söylemişti: "Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka mağlup edeceğimize dair olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu tam inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilan ederim." Başkumandan, Ağustos başlarında, Büyük Erkânıharbiye Reisi ve Millî Müdafaa Vekili ile Ankara'da çalışarak ordunun en az zamanda mümkün İSTİKLAL HARBİ 97 olduğu kadar insan ve levazımca güçlendirilmesi için olağanüstü tedbirler aldı. 7-8 Ağustos 1921'de verdiği emirlerle Başkumandan, orduyu erlerle güçlendirdiği gibi, her kazada kurulan "millî tekâlif komisyonlarıyla da, orduya ihtiyacı olan elbise, çamaşır, yiyecek, nakliye aracı ve her şey toplattırıldı. Bedelini sonra almak üzere Anadolu halkı bu millî fedakârlığa memnuniyetle katlandı. Eli silah tutanlar büyük bir heyecanla savaş meydanına koştular. Bu emirleri veren Başkumandan, Büyük Erkâmharbiye Reisi Fevzi Paşa ile birlikte Batı cephesi karargâhının (Res. 39,40) bulunduğu Polatlı'ya gitti. SAKARYA MEYDAN SAVAŞI Türk Ordusu Başkumandanı, Kütahya ve Eskişehir savaşlarından sonra bir müddet durmuş olan Yunanlıların ileri harekette devam edecekleri kanaatindeydi. Gerçekten, Yunan ordularının başkumandanlığım üstlenerek İzmir'e gelmiş olan Kral Kos-tantin, Kütahya'ya kadar ilerlemiş ve orada kendi başkanlığında kurulan askerî ve siyasî şûra, Yunan ordusunun Ankara istikametinde hareket ederek Türk ordusunu mahvetmesi ve Ankara'yı zapt etmesi kararını vermişti. Bu amaca ulaşmak için, Yunanlılar geceli gündüzlü çalışarak ordularının noksanlarım tamamlıyorlardı. Bu sıralarda İngiltere Başvekili Loit Corç, Yunanlıları teşvik ve Türkleri tehdit maksadıyla İngiliz Parlamentosu'nda şu sözleri söylemişti: "Yunanistan kazandığı'zaferden dolayı artık Sevr Antlaşması'yla yetinemez; daha geniş ölçekte tatmin edilmelidir." Bizzat kralın kumandası altında bulunan Yunan ordusu (üç kolordu ve bir bağımsız süvari tugayı), 13 Ağustos 1921'de Eskişehir-Seyitgazi hattından ileri yürüyüşe başladı. Kral Kostantin ordusuna verdiği emirle saldırı hedefi olarak "Ankara'ya!.." diyordu (15 Ağustos). Türk Ordusu Başkumandanlığı, düşman ordusunun cephemize1 temas ederek sol cenahı* Telâkif: Vergi (Kaynak Yayınları'nın notu). Türk Ordusu. Kütahya ve Eskişehir savaşlarında görüldüğü gibi birtakım gruplara bölünmüştü. Aynı kumandanlar idaresi altında bulunan bu gruplardan l. grup Sakarya'nın ilerisinde Mihalıççık dolaylarında, 3. grup Sakarya Irmağı'mn doğusunda ve demiryolunun kuzeyinde, 12. grup yine Sakarya'nın doğusunda ve demiryolunun güneyinde, 4. grup Polatlı ve Mallıköy civarında bulunuyordu; Kocaeli grubu ise Sakarya'ya doğru yürüyüş halindey98 TARİH mızdan kuşatmaya kalkışacağına hüküm vermiş ve ona göre tertibat almıştı (Harita. 8). Tüfek ve top hesabıyla, Yunanlılar Türklerin iki misliydi; Yunanlıların makineli tüfekleri ve uçakları ise Türklerinkinden on defafazla'ydı; ancak Türk süvarileri (2 745 kılıç), Yunan süvarilerine (l 300 kılıç) sayıca üstün geliyordu. Yunan ordusu 23 Ağustos 1921'de ciddî olarak Türk cephesine temas ile saldırıya girişti; tarihte "Sakarya Meydan Savaşı" adını alan büyük savaş başlamış demekti. Bu savaşta da Yunan ordusu, Türk ordusuna asker sayısı, silah, teçhizat ve levazım miktarı itibariyle üstündü: Yunanlılar 88 000 tüfek, 7 000 kadar makineli, 300 top, l 300 kılıç, 15-20 kadar uçak cepheye sürdüler; Türklerin ise ancak 40 000 tüfek, 700 kadar makineli, 177 top, 2 uçakları vardı. Gerisi serbest yollara, denizlere ve Büyük Britanya'nın hazinelerine, teçhizat ve levazımatına dayanan Yunanlıların silah, mühimmat, nakliyat araçları ve levazımı pek boldu. Arkalarında birbirlerine Eskişehir-Afyon hattıyla bağlı iki demiryolu ve İngiltere'den gelme hesapsız kamyon ve otomobilleri mevcuttu. Buna karşılık Türk ordusunun kaynaklan, Umumi Harp'ten tükenerek ve bunca tahribata uğrayarak çıkmış Orta ve Batı Anadolu'nun fakir, sanayisiz halkı ile şuradan buradan bin bir zorlukla satın alabildiği levazım ve teçhizattan ibaretti. Kamyonlar, otomobiller yerinde, köylülerin kağnı (Res. 41) ve arabaları, merkep ve develeri, erkekleri askerlikle cepheye koşan Türk kadınlarının sırtlan (Res. 42) cephane ve yiyecek taşıyorlardı... Kısacası maddî açıdan bakılınca Sakarya Meydan Savaşı'mn Türkler lehine sonuçlanmak ihtimali yok gibiydi. Fakat Yunanlılarda bulunmayan çok önemli etkenler, Türkler tarafındaydı. Mustafa Kemal gibi bir askerlik dehası, Mustafa Kemal gibi çelik bir irade, Fevzi ve İsmet Paşalar gibi savaş meydanlarında büyük kıtaların sevk ve idaresinde yetişmiş büyük kumandanlar ve Kâzım, Şükrü Naili, Kemaleddin Sami, Fahreddin, İzzeddin, Derviş ve benzeri gibi kumandanlar, ölümü hidi. Bunlara ilave olarak Sincanköyü'nde, Yusuf İzzet Paşa kumandası altında bir ihtiyat grubu da kurulmuştu. Biraz ileride görüleceği gibi, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin Fransa'yla anlaşması sonucunda serbest kalan 2. Kolordu (Salâhaddin Âdil Bey) Akşehir'den Haymana istikametinde ilerlemekteydi. Fahrettin Paşa kumandasında bulunan 5. Süvari Grubu Aziziye bölgesinde yani Türk aslî hattının sol cenahı ilerisinde bulunuyordu. İSTİKLAL HARBÎ 99 c sayan fedakâr subaylar ve nihayet ordunun esaslı kitlesini oluşturan Türk milleti gibi bir cevher, o tarafta yoktu... Türk milleti, ihtiyarıyla, genciyle, kadınıyla, çocuğuyla, nesi var nesi yok hepsini feda ederek, vatanın savunmasına kalkmıştı. Sencorç sipahileri (İngiliz altınları), İngiltere tezgâhlarının çıkardıkları en mükemmel nakil ve tahrip aletleri, bu manevî kuvvetlere karşı gelemezdi. İşte bu maddî ve manevî kuvvetler, Sakarya kıyılarında ve ırmağın doğu tarafındaki dağ, tepe ve bayırlarda 100 kilometrelik uzun bir cephe üzerinde, 22 gün ve 22 gece aralıksız çarpıştı; birçok kanlı ve buhranlı safha oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma hatlımızın birçok parçasını kırdılar. Fakat her ilerleyen düşman kısmı önüne Türk kuvvetleri yetiştirildi. Bir zaman oldu ki, Türk sol cenahı, yeni devletin hükümet merkezi olan Ankara'nın 50 kilometre güneyine kadar yaklaştı. Düşmanların durmaksızın sol cenahımızı sarmak istemeleri yüzünden, ordumuzun cephesi batıya iken güneye döndü; arkası Ankara'ya iken kuzeye verildi. Cephe değiştirildi. Genel olarak savaşlarda böyle bir ters cephe tehlikeli olmakla beraber, Türk Başkumandanlığı bunda hiçbir sakınca görmedi. Hatta savunmamız, kısım kısım kırılıyordu; fakat kınlan her kısım, en yakın bir mesafede, yeniden kurduruluyordu. Bu sırada Türk Başkumandanı Mustafa Kemal'in dehası, savaş bilimine yeni ve yüce bir taktik kuralı ekledi: "Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır!.. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir; fakat küçük, büyük her birlik ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe kurarak savaşa devam eder; yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona labi olmaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar sebat etmek ve direnmek zorundadır."' İşte Türk Ordusunun her ferdi, Büyük Kumandan'ın (Res. 43-45) yarattığı bu sistem dahilinde, her adımda azamî fedakârlık göstermek suretiyle, düşmanın üstün kuvvetlerini imha ederek, yıpratarak, nihayet onu, saldırıya devam kabiliyetinden ve kudretinden mahrum bir hale getirdi. Savaşın bu safhası ortaya çıkar çıkmaz Başkumandan, Türk ordusunun sağ cenahını karşısaldınya geçirdi; cephenin merkez ve sol cenahından M l "Nutuk", s.382 (lüks hasımı, s.449). 100 TARİH önemli kuvvetleri, gece yürüyüşleri de yaptırarak süratle sağ cenaha topladı; bu suretle sağ cenahtan başlayan saldırıyı takviye edip yayarak düşmanı tehlikeli bir duruma düşürdü. O sırada bütün Türk cephesi karşısal-dırıda bulundu. Yunan ordusu yenilgisini anlamıştı; bütün cephede geri çekilme başladı. 13 Eylül 1921'de Sakarya'nın doğusunda artık düşmandan eser kalmamıştı. 22 gün ve gece aralıksız devam eden (23 Ağustos-13 Eylül 1921) "Sakarya Meydan Savaşı" Yeni Türk Devleti tarihine, dünya tarihinde benzeri ender bulunan büyük bir meydan savaşı kaydetti. Bu savaşı idare eden Yunan Erkânıharbiyesi'nin İkinci Reisi General Kse-nofon Stratikos, hatıratında Sakarya'dan bahsederken, şu satırları yazmıştır: "Gazi Kemal, etrafındaki subaylarla Türkiye'nin son kalesini savundu; önüne geçilmez azim ve iradeyle onu kurtarmak istedi. Yunan faaliyetinin pek gerilmiş sinirleri, Ankara önündeki siperler karşısında tamamıyla gevşedi... Yunan azim ve iradesi, Kemal'in azim ve iradesini daha kuvvetli görerek önünde baş eğdi... ve nihaî maksat elde edilemedi." Türk Milletinin Temsilcisi ve Türk Ordusunun Başkumandanı, Sakarya Savaşı'ndan bahsederken millete şu uyarılarda bulunuyor: "Savaş demek, iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Dolayısıyla bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen alakadar etmeliydim. Millet fertleri, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi, kendini görevli hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını, vatan savunmasına vermekte ağır ve hoşgörülü davrananlar, savaşı cidden göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar. Biz, bu amaca ulaşmaya çalıştık."' Çalıştılar ve elde ettiler; bu sayede bu çetin ve korkunç savaş kazanıldı.2 Yunan Erkânıharbiye İkinci Reisi'nin dediği gibi, "Kemal'in ve Türk 1 "Nutuk", s.383 (lüks hasımı, s.449-450). 2 Mustafa Kemal, başarı şartı olarak Başkumandanın savaş saflarında bizzat savaşa temas ve mücadeleyi idare etmesi gerektiğine inanıyordu. Savaşın ilk günlerinde bir kaza soİSTİKLAL HARBÎ 101 milletinin azim ve iradesine baş eğen Yunan azim ve iradesi", Sakarya'dan sonra, bir daha Türklere saldırmak cüretinde bulunamayacaktır; artık saldırıya, daha doğrusu karşısaldınya kalkıp, Yunanlıları vatandan kovmak sırası Türklere gelmişti. Sakarya Meydan Savaşı, düşman istila ve saldırı kuvvetini tamamen kırmış ve Yunan ordusunda bir daha saldırı cesareti bırakmamıştı. Bununla pek önemli olan girişim (initiative) kudreti Türklere geçmişti. Bundan sonra Yunanlılar Türk Ordusunun harekâtına tabi olmak zorunluluğuna düşmüşlerdi. Bu zorunluluk ise özellikle bir istila ordusu için yenilgi ve felaketin başlangıcıdır. MİLLETİN KENDİNİ KURTARANA GAZİ VE MAREŞAL UNVANI VE RÜTBELERİNİ VERMESİ Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, kendisini Türk Ordularına başkumandan seçtiği gün, Mustafa Kemal, düşmanları mağlup edeceğine tam inancı oldu-ğunu Türk milletine ve bütün âleme ilan etmişti. geleceği ne kadar açık gördüğünü, Sakarya Zaferi ispat etti. Türk milleti, kendinin bütün büyük özelliklerini şahsında toplayan bu Büyük Evladına, layık olduğu mükâfatı vermekte asla gecikmedi: Büyük Millet Meclisi, Sakarya Muzafferi'ne "Gazi" unvanıyla, Yeni Türk Devleti'nin "Mareşal" rütbesini verdi (19 Eylül 1921). Padişah Hükümeti, evvelce görüldüğü gibi "Gazi"yi askerlikten çıkarmış ve utanmadan "Mustafa Kemal Efendi" dediği bu insanlık harikasına idam cezasını vermişti (11 Mayıs 1920); o zamandan beri Mustafa Kemal, resmen hiçbir rütbeye sahip değildi. Türk milleti ona Türk askerî rütbelerinin en yükseğini ve Doğu âleminde muzafferlere verilen unvanların en yücesini verdi (Res. 46). TÜRKİYE İLE RSFSC ARASINDAMOSKOVA ANTLAŞMASI RSFSC'nin (Rusya Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti) genel siyasetini dikkate alan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Moskova'ya bir heyet göndermişti; bu heyet Sovyetler Cumhuriyeti'yle Yeni Türkiye Devleti arasında yapılacak bir antlaşmaya esas olacak bazı noktanucu olarak sol kaburga kemiklerinden birisi kırılmış olmasına rağmen, bu kanatine göre hareket etti; kırık kemikleriyle savaş saflarında bulundu ve savaşı geceli gündüzlü bizzat idare etti ve 22 gün zarfında hiçbir gece düzenli uyumadı. 102 TARİH lan tespit etmiş ve bu suretle iki devlet arasında ilişkiler kurulmuştu (20 Ağustos 1920). Bu ilişkiler esasları gereği, Rus Sovyetler Cumhuriyetinden Türkiye'ye bir elçi heyeti geldiği gibi, Fuat Paşa da Moskova'ya Türk Elçisi olarak gönderilmişti (8 Kasım 1920). Bu sıralarda Güney Kafkasya'ya ilerleyen Türk ordusu, Ermenileri mağlup ederek onlara Gümrü Antlaşması'm imzalatmıştı (3 Aralık 1920). Bundan bir müddet sonra Yeni Türk Devleti'nin genç orduları, Birinci İnönü Zaferi'ni kazanmışlardı (10 Ocak 1921). Bu durumların etkisiyle Anlaşma Devletleri, Yeni Türk Devleti'nin temsilcilerini de Londra'da bir konferansa davet etmek zorunda kalmışlardı (25 Ocak 1921). Bütün bu olgular, bazı esasları tespit edilip de henüz tamamlanmayan ve iki tarafça onaylanmayan antlaşmanın yapılmasına Rusları meylettirdi; nihayet 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmanın başlangıcında adeta, Paris Antlaşmalarının başına, Vilson'un Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'ni hatırlatacak bir ilke konmuştu; her iki devlet, "milletlerin kardeşliği esasını ve kavimlerin kendi kaderini serbestçe tayin etmek hakkını tanımakta birlik olduklarını" ilan ediyorlardı. Bu büyük esasta birlik olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'yle Rusya Sovyetli Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Hükümeti yayılma ve istila siyasetine (emperyalizm)1 karşı mücadelelerinde dayanışmalarını ve iki milletten birinin karşılaştığı zorlukların diğerinin durumunu da vahim kılacağını görerek, her iki milletin karşılıklı çıkarlarına dayalı devamlı dostluk arzusuyla "Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması" adını verdikleri bu antlaşmayı imzalıyorlardı. Antlaşmanın en esaslı noktaları şunlardı: 1) Taraflardan biri, diğerinin tanımadığı hiçbir devletlerarası senedi tanımayacaktır; yani RSFSC Hükümeti, Sevr Antlaşması'nı tanımayacaktır. 2) RSFSC Hükümeti, Misakı Milli'nin Türkiye diye ilan ettiği memleketi, Türkiye olarak kabul ediyor; bu memleketin kuzeydoğu sının olarak da Gümrü Antlaşması'yla çizilen sınırı küçük değişikliklerle onaylıyordu. 3) Güney Kafkas Cumhuriyetle"Enıperyalizm" tabiri, bir devletin kendi milletinin yaşadığı kıta dışında, başka milletlerin vatanlarını istila ve kendilerini tabiiyet altına alarak, servetlerini sömürmek gayesiyle takip ettiği siyaset hakkında kullanılır. , İSTİKLAL HARBÎ 103 rine ait olarak bu antlaşmada anılan maddelerin, Türkiye ile Kafkas Cumhuriyetleri arasında yapılacak antlaşmalarda kabul olunması için o cumhuriyetler nezdinde gereken girişimlerde bulunmayı, RSFSC Hükümeti taahhüt ediyordu.' 4) Osmanlı Sultanlığı ve Rusya Çarlığı arasında yapılan antlaşmaların iki tarafın çıkarlarına uygun düşmediğinden feshi ve hükümsüz sayılması hususunda, her iki yeni devlet birleşiyorlardı. 5) RSFSC Hükümeti kapitülasyonların kaldırılmış olmasını kabul ediyordu. 6) Her iki hükümet, kendi memleketleri dahilinde diğerinin zararına çalışacak teşkilat ve toplulukların kurulmasını ve ikametini yasaklayacaklardı. 7) İki taraf, Türkiye ve Sovyet Rusya arasındaki bağ ve ilişkilerin güçlendirilmesine hizmet edecek iktisadî, malî ve diğer meseleleri düzenleyen anlaşmalar yapmak lüzumunda birleşiyorlar. TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi) Hükümetiyle RSFSC Hükümeti arasında imzalanan bu Moskova Antlaşması, her iki devletin iyi ilişkilerini, dostluğunu kuran ilk antlaşma olmuş ve bunun ardından, daha birtakım sözleşmeler yapılmıştı. Bu antlaşmanın yapılmasından (16 Mart 1921) yedi ay sonra, RSFSC Hükümeti'nin taahhüdü gereği yaptığı aracılıkla, Türkiye Hükümeti ve Güney Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalandı (13 Ekim 1921). Güney Kafkas Cumhuriyetleri denilen devletler, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcüstan Sosyalist Cumhuriyetleriydi. Kars Antlaşması'nın başına da, Moskova Antlaşması'nın başındaki ilke yazılmıştı. Kars Antlaşması, esas itibariyle Moskova Antlaşması'nın tekrarından ibaretti. Tarihlerin karşılaştırılmasından anlaşılıyor ki, Moskova Antlaşması İkinci İnönü galibiyetinden iki hafta kadar evvel yapılmışsa da, Kars Antlaşması ancak Sakarya Zaferi'nden bir ay sonra imzalanabilmişti. Moskova Hükümeti, Moskova Antlaşması'nın esasları kararlaştıktan sonra Türkiye'ye fiilen dostluk göstermeye başlamış olmakla beraber, her hale kar1 Gümrü Antlaşması'nın yapılmasından sonra Güney Kafkasya Cumhuriyetleri, sovyetli cumhuriyet şekline geçmiş ve Rusya Sovyetli Cumhuriyetleri arasına alınmıştı. 104 TARİH sı, Kars Antlaşması'yla Türkiye'ye terk olunan Türk topraklarının kaderi hakkında son antlaşmayı kesin olarak kabulden önce, bir müddet beklemeyi tercih etmiş ve nihayet Sakarya Zaferi ile Türklerin nihaî galibiyetleri hakkında artık tereddüte yer kalmayınca onu da imzalattırmıştır.1 TÜRKİYE İLE FRANSA ARASINDA ANKARA ANLAŞMASI Esas çıkarları Doğu işlerinde İngiliz, Yunan ve İtalyanlarla tam uzlaşma halinde bulunmayan Fransızlar, Serv Antlaşması'nın imzalanmasından üç ay evvel (Mayıs 1920) Kilikya cephesinde geçici bir ateşkes yaparak Türk Millî Hükümeti'yle ilişkilere girişmiş ve dolaylı olarak Yeni Türkiye Devleti'ni bir siyasî varlık olarak kabul etmiştilerse de, Millî Hükümet'in Fransızlarla ilişkileri daha ileri götürmesi mümkün olamamıştı. Ancak iki İnönü zaferi kazanıldıktan ve Türk Ordusu Eskişehir ve Kütahya savaşlarında kıymetini gösterdikten ve Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması yapıldıktan sonradır ki, Fransa Cumhuriyeti Hükümeti, eski nazırlarından Mösyö Franklen Buyyon'u gayri resmî olarak Ankara'ya gönderdi. Türk Temsilcisi Mustafa Kemal; Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey ve Erkânıharbiye Reisi Fevzi Paşa'yla birlikte, 9 Haziran 1921'de Ankara'ya ulaşan Fransız Delegesi ile iki hafta kadar görüştü. Mustafa Kemal, Franklen Buyyon'la görüşmede "Misakı Millî"nin içeriğini esas alıyor ve "eski Osmanlı Devleti yerine yeni bir Türkiye Devleti meydana gelmiştir, bunu tanımak lazımdır... Sevr Antlaşması'm aklın1 Moskova Antlaşması'nın yapılmasından 15 gün evvel (l Mart 1921), Türkiye ve Afgan Devletleri arasında da bir antlaşma yapılmıştı. Bu antlaşmanın önsözü olarak, maddî ve manevî çıkarları tamamen ortak olan iki kardeş devlet ve milletin öteden beri mevcut manevî birlik ve doğal ittifaklarını resmî bir ittifak haline dönüştürmeye karar verdiklerini beyan ediyorlardı. Sonra, Türkiye Afganistan'ın tam bağımsızlığını tanıyor, Afganistan ise Türkiye'yi öncü sayıyordu. Taraflardan birine yapılacak saldırıyı, diğer taraf bizzat kendine yapılmış sayarak def etmeyi kabul ediyordu. Türkiye, Afganistan'a kültürel yardım maksadıyla öğretmenler ve subaylar göndermeyi üstleniyordu. İngiltere'nin etkisiyle Afganistan'da gerçekleşen devrimlerin, tamamen uygulanmasına engel olduğu bu antlaşmanın yapılmasından sonra, Türkiye ve Afganistan arasında zaten mevcut olan dostluk daha çok kuvvetlenmiş ve iki taraf karşılıklı olarak tayin ettikleri elçilerle bu dostluk ilişkilerini sürekli kılmışlardır. Afgan Antlaşması 1928 tarihinde Ankara'da yenilenmiş ve yeni antlaşmada ittifak hükümlerinin taahhütleri değiştirilmiştir. İSTİKLAL HARBÎ 105 dan çıkarmayan devletlerle, güven esasına dayalı ilişkilere girişemeyiz. Bütün Türk milleti, Misakı Milli'yi kabul etmiştir. Ona aleyhtar görünen zat (padişah) ve maiyeti sınırlı ve milletçe bilinmektedir" diyordu. "Bilinmektedir" tabiri "reddedilmiştir" kavramının bir yabancıya karşı nazikçe ifadesinden başka bir şey değildi. Bu görüşmelerde eski Fransız nazırının en çok üzerinde durduğu nokta kapitülasyonların kaldırılması ile Türkiye'nin tam bağımsızlığı meseleleriydi. Mustafa Kemal, ona: "Tam bağımsızlık, bizim bugün üstlendiğimiz görevin aslî ruhudur. Bunda başarılı olabileceğimize kanaat ve inancımız vardır. Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz... Âlim, cahil istisnasız bütün millet fertleri, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir, o nokta tam bağımsızlığımızın sağlanması ve sürdürülmesidir..." diye gözü önünde geçen mücadeleyle ispatlanmış bir gerçeği söylüyordu. Mösyö Franklen Bııyyon Türk milletinin emellerini anladı, fedakârlık derecesini gözüyle gördü. Bununla beraber Fransa Hükümeti, Türklerle, Türklerin razı olabilecekleri gibi bir anlaşma yapmakta henüz tereddütlüydü; bir şeyi daha anlamak istiyordu; Türk kuvvetinin, Yunan ileri yürüyüşünü durduracak derecede olup olmadığını! Nihayet Sakarya Meydan Savaşı, Fransızların bu tereddütünü giderdi. Sakarya zaferinden 37 gün sonra Türkiye ile Fransa arasında "Ankara Anlaşması" denilen belge imzalandı (20 Ekim 1921). Bu anlaşmaya, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adına Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey, Fransa Cumhuriyeti Hükümeti adına da Mösyö Franklen Buyyon imza atmışlardı. Ankara Anlaşması, o güne kadar, Yeni Türk Devleti aleyhine tek bir cephe oluşturmuş görünen Anlaşma Devletlerinin bu cephesini açıktan açığa bozmuştu. Anlaşma Devletlerinin en önemlilerinden olan Fransa, Yeni Türk Devleti'yle bir anlaşma yaparak onun varlığını tanımış oluyordu. Anlaşmanın ilk maddesiyle Türkiye ve Fransa arasında süren savaşın son bulduğu bildiriliyordu. Diğer maddeleriyle Kilikya'nın Fransız askerleri tarafından boşaltılması ve Fransızlarda kalan İskenderun bölgesinde özel bir idare kurulacağı ve bölgenin Türk ırkından olan sakinlerinin kül106 TARİH türlerinin gelişimine engel olunamayacağı ve o bölgede Türk dilinin resmî mahiyete sahip olacağı taahhüt ediliyordu. Fransa ile savaşın son bulması ve Kilikya'nın boşaltılması, Türk vatanının kıymetli parçalarını düşman işgalinden kurtardığı gibi, Güneydoğu cephesinde bulunan Türk askerî kuvvetlerinin Batı cephesine alınmasını mümkün kılıyordu ve bu suretle Fransızların da dahil olduğu Müttefikler tarafından Anadolu'ya saldırtılan ve o sırada özellikle İngiltere iradesiyle hareket eden Yunanlılara karşı Türk cephesinin kuvvetlenmesine hizmet edilmiş oluyordu... Nihayet bu anlaşmayla, Türk millî emellerinin haklılığı ilk defa olarak Batı devletlerinden birisi tarafından da resmen onaylanmış ve teslim edilmiş demekti. Anlaşmanın yapılmasının ardından Türkiye ve Fransa, karşılıklı temsilciler göndererek daimî siyasî ilişkilere de girmiş oldular. Ankara Anlaşması ile Türkiye-Fransa arasında fiilen askerî harekât son bulmuş, fakat Lozan Ateşkesi'nde görüldüğü üzere Fransa bu anlaşmayla Umumî Harbin Müttefikleri safından ayrılmamıştır. ANLAŞMA DEVLETLERİNİN BARIŞ SALDIRISI - Sakarya Türk zaferi üzerine, Müttefik Devletlerin Yunanlılara güvenleri azalmıştı; bu devletler Sevr Antlaşması'yla kendilerine sağlanan çıkarları, tekrar bir silah tecrübesine bırakmaksızın diplomasi yoluyla korumak emeline düşmüşlerdi. Bir taraftan Türk-Yunan savaşı devam ederken, diğer taraftan da Yeni Türkiye Devleti, İstanbul Hükümeti ve Anlaşma Devletleri arasında çeşitli yollarla gerçekleşen temas kesilmiş değildi. Sakarya zaferinden (13 Eylül 1921) altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra, Müttefik Devletler hariciye nazırlarının konferansı, savaşan iki devlete, yani Türkiye ve Yunan devletlerine ateşkes teklifinde bulundu (22 Mart 1922). Bu ateşkes teklifinin esaslı noktaları şunlardı: İki taraf kıtaları arasında askersiz bir alan bırakılacak; iki taraf kuvvetlerini insan ve mühimatça takviye etmeyecek; iki tarafın ordusu ve askerî durumu Anlaşma Devletleri askerî komisyonlarının denetim ve teftişleri altında bulunacak; kuşatma üç ay müddetle tatil edilecek ve uzlaşma zemini bulununcaya kadar ateşkes yenilenebilecek. İSTİKLAL HARBİ 107 Görülüyor ki Anlaşma Devletleri millî mücadelenin başlangıcından itibaren bizzat askerî kuvvetleriyle işgaller, temaslar, savaşlar yapmışlarken, şimdi Türk kuvvetleriyle askerî teması keserek, mücadeleyi Türk-Yunan savaşı şeklinde görmek ve kendileri hakem mevkiinde bulunmak tavrını takınmışlardı. Yunan Devleti, bu teklifi derhal kabul etti; çünkü Yunan ordusu, Sakarya'da maddeten ve manen mağlup olmuştu. Bu ordunun yeniden geniş ölçekte hareket ve saldırıda bulunarak ikinci bir tecrübeye daha kalkışması zordu. Bu açıdan Anlaşma Devletlerinin bu teklifi onları bu çıkmazdan kurtaracak tek yoldu. Fakat Türkler için durum bunun tamamen aksineydi: Ateşkesin kabulü, Sakarya'dan beri hazırlanmasıyla uğraşılan Türk Ordusunu atalete sevk etmek, Millî Hükümeti ümitlerle beklenti içinde bırakmak ve bu suretle geçecek zaman zarfında Millî Hükümeti ve ordusunu gevşetmek demek olacaktı. Zaten Anlaşma Devletleri bunu amaçlıyorlardı. Bu sayede "Doğu Meselesi"ni kendi çıkarları dairesinde halletmeyi başaracaklardı. Gazi Mustafa Kemal'in keskin zekâsı, etkili bakışı, kan akıtmaya gerek kalmadan "Anadolu'yu tahliye ve Doğu Meselesi'ni halletmek" perdesi altında gizlenen tertibi derhal görmüş ve buna karşı alınacak tedbiri o anda kararlaştırmıştır: Ateşkes teklifine karşı muhalif tutum alarak barışa eğilim ve teklife güven gösterilmiyor hissini vermemek; karşı şartlar koymak; olumsuz sonuç çıkacaksa, onun sorumluluğunu karşı tarafa bırakmak. Bu taktiğe göre verilecek cevapların esesları da cephede bulunan Gazi tarafından (Res. 47-50) Hariciye Vekâleti'ne bildirildi. "Ateşkes teklifini esas itibariyle kabul ediyoruz. Ancak ordunun eksiklerinin tamamlanması ve hazırlanmasından bir an geri kalınmayacaktır. Ordumuzun içine yabancı kontrol heyetleri sokmayacağız. Ateşkesi tahliyenin yapılması için kabul etmek esasları dairesinde uygulanması mümkün şartlar ileri süreceğiz. Ateşkesle beraber tahliyenin başlaması en önemli şartı oluşturacaktır." Gazi ile Batı Cephesi Kumandanı ve Vekiller Heyeti'nin Sivrihisar'da birleşip, bu esaslar dairesinde hazırladıkları cevabî notayı göndermelerine vakit kalmadan, Paris'te toplanan Hariciye Nazırları Konferansı'nın 26 Mart 1922 tarihli iki notası alındı. Bu notada, Müttefiklerin barış esasları hakkındaki teklifleri bildiriliyordu. 108 TARİH 1) Türkiye ve Yunanistan'da azınlık haklarının savunulması ve bu hususta konulacak kuralların uygulanmasına Milletler Cemiyeti'nin katılmasının sağlanması; 2) Doğuda bir "Ermeni Yurdu"mın kurulması ve bu işe de Milletler Cemiyeti'nin katılmasının sağlanması; 3) Boğazlar'm serbestisini sağlamak için Gelibolu Yarımadası'nda ve Boğazlar dolaylarında sivil bir bölge oluşturulması; 4) Trakya sınırının Tekirdağı Türklere, Kırkki-lise, Babaeski ve Edirne Yunanlılara kalacak şekilde tespiti; 5) Türkiye'de kalacak İzmir'in Rumlarına ve Yunanlılarda kalacak Edirne'nin Türklerine, bu şehirlerin idaresine adil bir şekilde katılabilmek imkânını verecek bir usulün kararlaştırılması; 6) Barışın ardından İstanbul'un Müttefikler tarafından boşaltılması; 7) Sevr Antlaşması'yla 55 bin kişiye indirilen Türk silahlı kuvvetlerinin 85 bine ulaştırılması, fakat Sevr Antlaşması'nda olduğu gibi Türk Ordusunun ücretli askerlerden oluşması; 8) Sevr Antlaşma-sı'ndaki malî komisyonun kaldırılmasıyla beraber, Anlaşma Devletlerinin iktisadî çıkarlarının korunmasını, düyunu umumiyettin ve Türklere yüklenecek savaş, tanzimatının ödenmesini sağlamak için, Türk hâkimiyetiyle uzlaşılabilir bir usulün tayini; nihayet 9) Adlî ve iktisadî kapitülasyonlarda değişiklik yapılması için birer komisyon kurulması. Ateşkes teklifini ve barış şartlarını bildiren bu iki nota karşılaştırılıp incelenirse, Müttefiklerin Türk haklarını tanıyarak ılımlı ve ciddî bir barışa ulaşmaktan çok, yukarıda söylendiği gibi, Türk milletini, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni ve ordusunu gevşetmek; kısacası büyük savaş sırasında çıkan bir tabirle bir "barış saldırısı yapmak" istedikleri daha iyi anlaşılır. Bu şartlar dairesinde yapılacak bir antlaşma, pratikte Sevr Antlaşma-sı'nın hemen hemen ikinci bir baskısı olacak demekti: Trakya doğrudan doğruya yine Yunanlıların kalıyor, İzmir'e de Yunanlılar ayak atmış oluyorlardı; bu yetmezmiş gibi Doğu vilayetlerimizde bir "Ermeni Yurdu" kuruluyordu. "Azınlık haklarının savunulması" vesilesiyle Türkiye Devleti Milletler Cemiyeti'nin kontrolü altında kalacaktı. Kısacası, bu yeni barış şartları, Sevr'in Türk memleketlerini paylaşımı ve paylaşım dışında kalan parçanın da bağımsızlığını kaybetmiş bir durumda bulunması esasını içeriyordu. Kapitülasyonların da korunacağı anlaşılıyordu. İSTİKLAL HARBİ 109 Müttefiklerin ateşkes şartları, barış antlaşmasının istedikleri gibi yapılmasını sağlayacak şekilde düzenlenmişti; gerçekten, Türk ordusunun insan ve mühimmat itibariyle güçlendirilmemesi, stratejik durumda değişiklikler olmaması, Anlaşma Devletlerinin askerî komisyonları tarafından denetim ve teftişe tabi olması, yani düşman devletlerin bütün askerî durumumuz hakkında haber alması, nihayet düşman devletlerin oluşturdukları bu komisyonların Türk ve Yunan kuvvetleri arasında, yani kendilerine ortak bir devletle düşman bir devlet arasında hakemliği!.. Bütün bu şartlar evvela Türk ordusunun hareket kabiliyetini ortadan kaldıracak, sonra görüşme sırasında Sevr Antlaşması başka ifadelerle yeniden yükletilecekti. Bu durumu herkesten iyi anlayan Mustafa Kemal, bu münasebetle Büyük Nutuk'unda şöyle diyor: "Notaların içerdiği şartlar görüldükten sonra, Anlaşma Devletlerinin İstanbul Hükümeti de beraber olduğu halde aleyhimizde imhakâr girişim ve çalışmayla yeni bir safha açtıklarına hükmetmek doğaldı. Buna karşı durumu gayet ciddî kabul etmek ve esaslı, büyük bir mücadeleye hazırlanmak gerekiyordu."! Anlaşma Devletlerinin notalarına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından 5 Nisan 1921'de cevap verildi. Türk çıkarlarının ciddî olarak savunulması gözetilerek yazılan bu notalara, Anlaşma Devletlerinin cevabî notaları 15 Nisan'da geldi. Doğal olarak olumsuzdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, hayatî çıkarları saklı kalmak şartıyla barışseverliğini sonuna kadar ispat etmek için, bu olumsuz cevaba rağmen görüşmenin devamını istedi; ateşkes meselesinde anlaşmaya varılmasa bile, barış görüşmelerini ertelemenin uygun olmayacağını ileri sürerek İzmit'te bir konferans toplanmasını teklif etti. Bu haberleşme de sonuçsuz kaldı. Düşmanların maksatları tamamen meydana çıkarılmış ve sonuçsuz bıraktırılmıştı. Müttefik Devletler, Yunanlıların savaş saldırılarıyla bir şey kazanamadıkları gibi, kendilerinin barış saldırılarıyla da bir sonuca erememişlerdi. Türklerin haklı davasını, ancak Türklerin nihaî zaferleri'nden sonra kabul edecekleri, bir daha görülmüştü. l "Nutuk", s.401 (lüks basımı, s.470). 110 TARİH G. NİHAÎ ZAFER SAKARYA SAVAŞINDAN SONRA ASKERİ DURUM SALDIRIYA Sakarya Meydan Savaşı'nda mağlup edilen düşman, bütün cephe boyunca ileri müfrezelerle takip edildiği gibi, özellikle güneyden, sol cenahımızdan ilerletilen ve piyade ile desteklenen süvari kuvvetlerimiz tararından da Sivrihisar ve Afyonkarahisar istikametlerinde şiddetle takip olundu. Bu takip sırasında yan ve gerilerine yaptığımız saldırılarla düşmana önemli kayıplar verdirilmiştir. Düşman, ileri kıtalarımızın ve süvarilerimizin baskısı altında evvelce hazırladığı Eskişehir, Kütahya ve Afyon doğusundaki bir hatta çekildi; güneyleri sarp dağlara dayalı olan bu hattı güçlendirmeye ve savunma tedbirleri almaya başladı. Gayemiz, bütün orduyla saldırıya geçerek düşmanı evvelce hazırladığı sağlam mevzilerinden çıkarmaktı. Fakat durum, meydan savaşından sonra, ara vermeksizin saldırıya geçmeye uygun değildi. Savaş sırasında hemen hemen tükenen piyade ve özellikle topçu cephanesini tamamlamak ve orduyu güçlendirmek gerekiyordu. Vatanın kaderini tayin edecek olan bu kesin sonuçlu saldın için memleketin bütün kaynaklarından yararlanmak ve hiçbir aracı ihmal etmemek lazımdı. Erzurum ve Kars bölgelerinde, Elcezire ve Adana'da asgarî kuvvet bırakılarak, yararlanılabilecek kuvvetler ve özellikle Doğu cephesinden topçu kıtaları ve topçu cephanesi Batı cephesine yola çıkarıldı (Res. 51). Konya ve Ankara'dan doğuya, memleketin iç taraflarına demiryolu yoktu. Kıtaların memleketin doğusundaki en uzak yerlerden yaya olarak ve cephanenin hayvan sırtında ve kağnılarla (Res. 52, 53) Ankara-Konya demiryolu hattına getirilmesi ve buradan da cepheye nakli dört beş ay gibi bir zamana muhtaçtı. Yolların bozukluğu ve mevsimin kış olması bu zamanı uzatabilirdi. İstanbul ambarlarındaki Umumî Harp'ten kalma birçok top ve tüfek, özellikle top cephanesi Anlaşma Devletlerinin kontrolü altındaydı. Halbuki bunlardan yararlanmak zorunluydu. Binlerce sandık cephanenin, topların yabancı işgali altında bulunan İstanbul'dan Anadolu sahillerine nakli kolay değildi. Hadsiz hesapsız zorluklar içinde, Millî HüİSTİKLAL HARBİ 111 kümet'in İstanbul'daki memurları ve özellikle nakliyatla alakalı hamiyetli deniz işçilerimizin fedakârlığı-ü.e bu zor iş de, tabii belirli bir zaman zarfında başarıyla sonuçlandı. Bu sırada Millî Müdafaa Vekili olan Kazım Paşa'nm (Res. 54)1 büyük bir gayretle çalıştığı bu pek önemli ikmal işlerinden başka, Batı cephesi kıtalarının saldırı için yetiştirilmesi hususunda da çalışıldı (Res. 55-59). Sakarya Savaşı'nda ve sonraki takipte çok kıymetli hizmetleri görülen süvari teşkilatımız güçlendirilip genişletildi (Res. 60). Geçen zamandan Yunanlılar da doğal olarak yararlanıyorlardı. Marmara ile Menderes arasındaki alanı işgal eden düşman Türk Ordusuna göre daha uygun durumdaydı. Marmara limanlarıyla, cephesi gerisinde Eskişehir-Afyon ve İzmir demiryolu hattıyla, kolayca ve süratle Yunanistan ve Avrupa ile irtibat ve ilişkide bulunabiliyordu. Bu zaman zarfında Yunanlılar da ordularını her vasıtayla güçlendirdiler ve Eskişehir-Afyonkarahisar doğusundaki mevzilerini birbiri gerisinde birkaç savunma hattıyla ve tel örgülerle sağlamlaştırdılar. Kâzım Paşa- 1880 senesinde Köprülü'de doğmuştur. Babası süvari subaylarından İsmail Nazmi Bey'dir. Üsküp Askerî Rüşüyesi'nde ve Manastır Askerî İdadisi'nde okumuş, 1900 senesinde Harbiye Mektebi'ne girmiştir. 1902 senesinde Mülâzimi Sanilikle Erkânıharbiye adayı sınıflarına ayrıldı; 1905 senesinde Yüzbaşılıkla mektepten çıktı. Rumeli'de III. Ordu'ya gönderildi. Rumeli'nin birçok yerinde bulunarak Makedonya İhtilal Komitesi'nin Rum ve Bulgar çeteleriyle çarpışmalar yapmıştır. j/ Mart 1908 olayında Serez'den İstanbul'a gelen kıtalarla beraber bulunmuştur. Balkan Savaşı'nda Vardar Ordusu ve 5. Kolordu Erkânıharbiyesi'nde çalışmıştır; sonra İstanbul'a gelerek Edirne'ye ilerleyen kuvvetlerimizin Sol Cenah Grubu Kumandanlığı Erkânıharbiyesinde bulunmuş ve 1931 senesi sonlarında İstanbul Merkez Kumandanlığı muavinliğine tayin edilmiştir. Umumî Harbin ilanı üzerine, biraz önce Binbaşılığa terfi etmiş olan Kâzım Bey doğu sınırımızda kurulan Van Seyyar Jandarma Kumandanlığını üstlenmiş ve İran Azerbay-cam'nda bulunan Rus kuvvetlerine karşı bağımsız olarak harekât yapmakla görevlendirilmiştir. Bu savaşlardaki başarılarından dolayı 1915 senesinde Kaymakamlığa terfi ve 36. Fırka Kumandanlığına tayin olunmuştur. Bu fırka ile Doğu cephesinde birçok savaşa girmiş ve 1917 senesinde. Miralaylığa terli etmiştir. Rusya'da Bolşevikliğin ilanından sonra, Doğu cephesindeki kuvvetlerimizin Kafkasya'ya doğru yaptıkları harekâtta sahil grubunu oluşturan 37., 10. ve 3. Kafkas Fırkalarına kumanda ederek Batıtm'ıı işgal etmiş ve bu kuvvetlerle Kütayis'e kadar ilerlemiştir. 112 TARİH Yunanlılar, Sakarya yenilgilerinden sonra, tekrar saldırmaya cesaret etmemekle beraber, Türk Ordusunun da saldıracağına, özellikle kuvvetli ordularını sağlam mevzilerinden çıkarıp atacak ve mağlup edecek kadar kudret gösterebileceğine asla inanmıyorlardı. Savaşı Anadolu'da uzatarak Anlaşma Devletlerinin kendi lehlerine siyasî müdahaleleriyle iyi bir sonuç almayı bekliyorlardı; gerçekten bu sıradadır ki, Anlaşma Devletlerinin anlattığımız barış saldırısı gerçekleşmiştir. Batı cephesinde hazırlığımız ümit verici bir surette ilerlemekte olduğundan, Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa yakın bir zamanda Yunanlılara saldınlması kararını Haziran 1922'de vermişti. Ateşkes sırasında Miralay Kâzım Bey, İzmir'de bulunurken İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi; Kâzım Bey, hemen o gün kılık değiştirerek İzmir'den çıkıp gördüklerini ve tanıdıklarını Yunanlılara karşı mücadeleye teşvik etti; ve merkezi Bandırma'da bulunan 61. Fırka Kumandanlığını üstlenerek bu sırada Bergama'yı işgal etmiş olan Yunan kuvvetlerine karşı asker ve millî kuvvetlerle harekete geçti. Bundan sonra Ayvalık'tan Gediz Irmağı'na kadar devam eden ve Ayvalık, Soma, Akhisar müfrezeleri adıyla üçe yarılan izmir Kuzey cephesinin Kumandanlığını yapmıştır. Bu kumandanlığı sırasında Büyük Millet Meclisi üyeliğine seçildi. 1920 senesi Haziran'ında bu cephenin düşmesi üzerine Bilecik'e Ertuğrul Grubu Kumandanlığına tayin olundu. Ertuğrul Grubu'nun kaldırılması üzerine Büyük Millet Meclisi'ne katıldı ve mebus sıfatıyla birkaç ay çalıştıktan sonra Koceaeli Grubu Kumandanlığına tayin edildi. Kocaeli Grubu Kumandanı iken maiyetindeki kuvvetlerle İzmit'i Yunanlılardan geri aldı ve düşmanın Sakarya'ya ilerlemesi üzerine bütün kuvvetleriyle Sakarya'nın Beylikköprü bölgesine gelerek burada savunmaya katıldı (1921). Sakarya Savaşı'nda ordumuzun yaptığı karşısaldında sağ cenaha toplanan kuvvetlerimizin kumandanı Miralay Kâzım Bey'di ve bu savaştaki hizmetinden dolayı Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından Mirlivalığa terfi edildi. Sakarya Savaşı'ndan sonra 3. Kolordu Kumandanı iken 1922 senesi başlarında, Müdafaai Milliye Vekilliğine seçilmiştir. Millî Müdafaa Vekili sıfatıyla ordumuzun büyük taarruzunun hazırlanıp desteklenmesine çalıştı; büyük taarruz sırasında Müdafaai Milliye Vekilliği görevini yaptı. Bu sıradaki hizmetlerine mükâfat olarak Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Kâzım Pa-şa'yı Ferikliğe terfi ettirdi. 1924 senesinde bir derece daha terfi edilerek Birinci Ferik oldu. 1925 senesinde Büyük Millet Meclisi Reisliğine seçildi. O tarihten beri Büyük Millet Meclisi Reisliğini yapmaktadır. İSTİKLAL HARBÎ 113 Cephe kumandanı İsmet Paşa, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'nın talimatı dahilinde saldırının yapılması için gereken incelemeleri yaptı ve ordusunu saldırı için mükemmel şekilde hazırladı. Başkumandan Temmuz sonunda, Akşehir'deki Batı Cephesi Karagâ-hı'nda kumandanlardan gereken bilgileri aldıktan sonra Ağustos ayı içinde saldırılacağım söyleyerek, 6 Ağustos 1922'de Ankara'ya döndü. Ağustos ayı zarfında ordumuz, kuvvet itibariyle Yunan ordusuna yaklaşmıştı. Yunanlılar Avrupa'nın sanayiine dayandığından top, makineli tüfek ve özellikle nakliye araçları, cephane ve uçak itibariyle bizden üstündüler. Buna karşılık Türk süvarisi Yunan süvarilerine göre çok kuvvetliydi.1 Türk Orduları Başkumandanı Mustafa Kemal Paşa'nın tespit ve emrettiği saldın planının esası şuydu: Ordularımızın ana kuvvetleriyle düşman ordusunun güney cenahından saldırarak bir imha meydan savaşı yapmak; Afyon güneyinde, Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan mesafeden yapılacak bir saldırıyla düşmanı en hassas noktasından vurmak ve seri bir sonuç almak. Saldırı niyetimizi, saldırı gününü ve özellikle ordularımızın Şuhut kasabası etrafındaki dar alanda toplanmalarını düşmandan gizleyerek seri ve ani bir saldırıyla düşmanı basmak. MECLİS'TE UYUMSUZLUK VE SABIRSIZLIK GAZİNİN CEVAPLARI Sakarya zaferinden sonra, Yunanlılar geri çekilmiş ve ordumuz tarafından takip edilmişti; fakat, biraz evvel açıklandığı üzere, Eskişehir-Afyon doğusunda rnevzilenen Yunanlıların savunma hattına derhal saldırmak, askerlikçe uygun görülmemişti. Yunan ordusunun teşkilatı, üç kolordu ve bazı bağımsız kıtalar halindeydi. Bu üç kolordu ve bağımsız kıtalar, on altı fırkaya ulaşıyordu. İsmet Paşa kumandasındaki Batı cephemiz ise iki ordu (Birinci Ordu: Nureddin Paşa, İkinci Ordu: Yakup Şevki Paşa) olarak düzenlenmişti. Bütün Batı Ordumuz on sekiz piyade fırkası ve üç firkati bir süvari kolordusu (Fahrettin Paşa) ve ayrıca iki hafif süvari fırkasından ibaretti. İki taraf kuvvetlerinin tüfek, top ve kılıç itibariyle cephedeki miktarları şöyleydi: Yunan Ordusu: 130 000 tüfek - 8 060 makineli tüfek - 348 top - l 300 kılıç. Türk Ordusu: 98 670 tüfek - 2 864 makineli tüfek - 323 top - 5 286 kılıç. 114 TARİH Sakarya zaferi (13 Eylül 1921) üzerine, orduyu ve ordunun emsalsiz Başkumandanı'nı hep birlikte ve olağanüstü bir heyecanla yücelten Büyük Millet Meclisi'nde, bu zaferden üç dört ay sonra, Sakarya'yı unutanlar ve Meclis'in uyumunu bozmaya uğraşanlar görülmeye başladı! Gariptir ki, bu uyumsuzluğu kışkırtanlar arasında, Yeni Türk Devleti tarafından kurtarılmış Malta mahkûmlarından bazıları da bulunuyordu! Bu uyumsuzluğa, düşmanların barış saldırısıyla ilgili propagandalarının etkisi olmuştu; bazı mebuslar, "izlenen askerî siyaset nedir?" meselesini ortaya atarak, ne olursa olsun savaşa devam ederek sonuç almak mümkün müdür? Mümkün değilse, siyasî çarelere başvurarak, içinde bulunduğumuz duruma son vermek uygun olmaz mı?" demek istiyorlardı. Anlaşma Devletleri, barış saldırısını yapmaya karar verdikten sonra, çeşitli kanallarla o saldırının başarılı olması için bu suretle zemin hazırlamakta kusur etmemişlerdi. Gerçekliği iyi görmeyen bazı kimseler de bu oltaya kapılmışlardı. Vekiller Heyeti'nde ve Müdafaai Hukuk Grubu He-yeti'nde söz konusu edilmek istenilen bu meselenin görüşülmesine, her hususu büyük bir dikkatle takip eden Millet Temsilcisi Mustafa Kemal imkân bırakmayarak, "bozgunculuk" mahiyetini alabilecek bu tehlikeli cereyanın önüne süratle geçti. Lakin, bir müddet sonra, Meclis'te bir sabırsızlık havası yaratıldı: "Sakarya Savaşı'ndan sonra aylar geçtiği halde, ordu niçin saldırmıyor?.. Hiç olmazsa sınırlı, belirli bir cephede bir saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun saldırı kabiliyeti olup olmadığı anlaşılsın!.." gibi sözler işitilmeye başladı. Yeterli hazırlıktan yoksun bir saldırının, zararlı sonuçlar verebileceğine aklı ermeyen veya başka bir maksat güden kimselerin ortaya çıkardıkları bu sözlerin, gerek Meclis içinde, gerek halk arasında ve daha önemli olarak ordu saflarında yayılması büyük sakıncalar doğurabilirdi. Savaşsız siyasetle bir sonuç alınabileceği, yahut vakitsiz saldırıdan bir fayda çıkabileceği gibi yalnız düşmanın çıkarlarına hizmet edebilecek dedikodulara bir an evvel son vermek gerekiyordu. Gazi Başkumandan, Meclis'in bir sizli oturumunda (4 Mart 1922) ordunun durumu hakkında bilgi verdi ve İSTİKLAL HARBİ 115 askerî meselelere dair görüşler söylenirken çok ihtiyatlı bulunmak gereğini Meclis üyelerine anlatarak, kıymetli uyarılarda bulundu: "Ordumuzun karan, saldırıdır. Fakat bu saldırıyı erteliyoruz. Sebebi, hazırlığımızı tam olarak tamamlamaya biraz daha zaman lazımdır. Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak saldırı, hiç saldırma-maktan daha kötüdür..." Siyasî görüşmelerle bir sonuç alınabileceğini sanan gafillere de şu kesin cevabı verdi: "Kurtuluş için... bağımsızlık için önünde sonunda düşmanla, bütün varlığımızla vuruşarak onu mağlup etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!.." "Sinir gevşetici sözlere, propagandalara önem verilmemeli ve gü-venilınemelidir. Osmanlı idare ve siyaset tarzının yarattığı bu tür zihniyetler reddedilmelidir. Orduyla, savaşla, inatla işin içinden çıkılmaz tarzındaki, kökü dışarıda bulunan nasihatlere uyarak, bir vatan, bir millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir olay kaydetmemiştir. Osmanlı Devleti, işte bu yoldaki yanlış fikirlere, yanlış zihniyetlere sahip olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha düşmüştür." Bu zararlı propagandalara alet olan kimselerin birçoğu vaktiyle Türk milletinin kendi kendine bağımsızlığını sağlayamayacağı, manda altına girmekten başka kurtuluş çaresi kalmadığı kanaatini ifade etmiş olan adamlardı. Bu hususu ima ederek, Gazi Mürşit şu çok kıymetli gözlem ve tavsiyelerde bulundu: "Maddî ve özellikle manevî düşüş korkuyla, acizle başlar. Âciz ve korkak insanlar, herhangi bir felaket karşısında... aciz ve tereddütte o kadar ileri giderler ki, adeta kendi kendilerini aşağılarlar; derler ki, biz adam değiliz ve olmayız! Kendi kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz, kayıtsız ve şartsız varlığımızı bir yabancıya bırakalım." "Türkiye'yi, onu böyle yanlış yollarda dağılma ve yıkılma vadisine sevk edenlerin elinden kurtarmak lazımdır. Bunun için, keşfolunmuş bir gerçek vardır, ona uyacağız. O gerçek şudur: Türkiye'nin düşünen kafalarını büsbütün yeni bir imanla donatmak... Bütün millete taze bir maneviyat vermek." 116 TARİH "... Düşmana saldırmak için verilmiş kesin kararımızı uygulamaya başlamadan evvel, hazırlayıp tamamlamak zorunda olduğumuz savaş vasıtalarının ne olduğunu arz edeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının yeterli derecede olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve en önemlisi ve asıl olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin hayat ve bağımsızlığı için kalbinde, vicdanında görülen arzu ve emellerin sağlamlığıdır. Millet bu derin arzusunu ne kadar kuvvetli ortaya koyarsa, bu arzu ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok azim ve iman gösterirse, düşmanlara karşı başarı için o kadar kuvvetli bir vasıtaya sahip olduğumuza inanırım. İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis'in millî arzuyu ortaya koymakta ve bunun gereklerini kanaatle uygulamakta göstereceği azim ve kahramanlıktır. Meclis ne kadar çok dayanışma ve birlik halinde millî arzuyu ortaya koyarsa düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük vasıtalarına sahip oluruz. "Üçüncü vasıta, milletin silahlı evlatlarından ibaret olup düşman karşısında toplu bulunan Ordumuzdur. "Bu üç tür vasıta veya kuvvetin düşmana karşı meydana getirdiği cepheler, iki mahiyette tasavvur olunabilir. Kolay anlaşılması için şöyle diyeyim; iç cephe, görünen cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Görünen cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe, sarsılıp değişebilir; mağlup olabilir. Fakat bu hal hiçbir vakit memleketi, bir milleti mahvetmez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu gerçeğe bizden çok vâkıf olan düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Gerçekten 'kaleyi içinden almak' dışından zorlamaktan çok kolaydır. Bu maksatla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen fesatçı mikropların, vasıtaların varlığını iddia etmek yerindedir. Meclis'in zihniyeti, işleri, durumu, düşmana ümit vermedikçe iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal yoktur. Mec-lis'te, bir veya birkaç üyenin karamsarlık aşılayan sözlerinden bile aleyhimizde yararlanma çareleri aranmakta olduğuna şüphe edilmemelidir. l İSTİKLAL HARBÎ 117 Hariciye Vekâleti'nin dosyaları buna dair belgelerle doludur. Kesinlikle arz ederim ki, istemeyerek olsa dahi düşmanlara, onları ümitlendirecek küçük şeyler verildikçe millî davanın halli gecikir..."' Gazi, bu kıymetli uyarılarda bulunduktan sonra, özellikle ordunun his ve fikirleri üzerinde ümitsizlik uyandıracak açık tartışmalardan çekinmelerini, Meclis arkadaşlarına tavsiye etti ve cepheye gitti. Yukarıda görüldüğü üzere, Gazi Başkumandan cephedeyken, Anlaşma Devletlerinin, Mart sonlarındaki (22 ve 26 Mart) ateşkes ve barış teklifleri Ankara'ya geldi. Olguların arka arkaya dizilişinden, Anlaşmacıların resmî tekliflerinden önce, Gazi'nin tabiriyle "iç cepheyi" zayıflatmak istedikleri açıklıkla anlaşılır. Lakin dış cepheye karşı olduğu kadar iç cephe önünde de teyakkuz halinde bulunan Gazi Başkumandan, bu son cephenin sağlamlığını korumayı başarmıştır. Gazi'nin İstiklal Harbi mücadelesine girdiği zamandan beri, asla sarsılmayan daimî ve kesin kanaatleri şuydu: "Memleketimizde bulunan düşmanları silah kuvvetiyle çıkarmadıkça, çıkarabilecek varlık ve millî kudretimizi Hilen ispat etmedikçe, diplomasi alanında ümide kapılmak yerinde değildir. Gerçekten bir fert için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve kabiliyetini, eserleriyle gösterip ispat etmedikçe itibar ve önem bekleyip durması boşunadır. Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlara saygı gösterilmez. İnsanlık, adalet, yiğitlik gereklerine, bütün bu vasıflara sahip olduğunu gösterenler isteyebilirler... "Dünya, sınav meydanıdır. Türk milleti, bunca asırdan sonra, yine bir sınav, hem bu defa en çetin bir sınav karşısında bulunuyordu. Sınavda başarılı olmadan, lütufkârca muameleler beklemek yerinde olabilirini?.."2 Hayat ve gerçekliği tam idrak etmekten doğan bu kanaat sayesindedir ki, Gazi ve arkadaşları, düşmanların savaş ve barış saldırılarına başarıyla karşılık verebildiler ve nihaî zaferi kazandılar. İç ve askerî cepheler, tamamıyla hazırlandıktan sonra, nihayet Gazi Başkumandan, aşağıda görüleceği üzere, büyük saldırıya geçti. l "Nutuk", s.392-393 (lüks basımı, s.460-462). l "Nutuk", s.397 (lüks hasımı, s.466). 118 TARİH BÜYÜK TAARRUZ VE BAŞKUMANDAN Batı Cephesi Kumandanı, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'nın emir ve talimatı dahilinde saldırı için son hazırlıkları tamamladı ve 6 Ağustos 1922'de gizli olarak saldırıya hazırlık emrini verdi. Başkumandan, otomobille Ankara'dan hareket ederek Konya yoluyla 20 Ağustos 1922'de Batı Cephesi Karargâhı'nın bulunduğu Akşehir'e geldi. Herkes Mustafa Kemal Paşa'yı Ankara'da biliyordu. Gazi, Cephe Karargâhı'nda, Erkânıharbiyei Umumiye Reisi Fevzi, Cephe Kumandanı İsmet ve ordu kumandanlanyla saldırının bütün ayrıntılarını tespit ettikten sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı saldı-rılmasını emretti. Kumandanlar, subaylar ve erler nihayet saldırı emrinin verilmesinden, kesin sonuç gününün gelmiş olmasından dolayı sevinç içindeydiler. Her savaşta olduğu gibi büyük taarruzda da başlarında bulunacak olan Büyük Gazi'nin orduyu ve milleti kesin olarak zafere ve selamete ulaştıracağına bütün ordu inanıyordu. Bu inançla ordunun maneviyatı pek yüksekti. 24 Ağustos'ta Başkumandan ve Batı cephesi kumandanları savaş karar-gâhlarıyla saldırı bölgesindeki Küçük Sukut kasabasına gittiler. Bugüne kadar, asıl saldırıda bulunacak kuvvetlerimiz 11 piyade ve 3 süvari tümeni, gece yürüyerek ve gündüzleri düşman uçaklarından gizlenerek, büyük bir düzen ve sessizlik içinde, Afyonkarahisar güneyinde Akar çay ile Ahır Dağlan arasında toplandılar (Harita. 9). 26 Ağustos sabahı, Başkumandan, Büyük Erkânıharbiye Reisi ve Cephe Kumandanı, saldırı alanında Kocatepe'ye, yani savaşı idare edecekleri mevkiye geldiler (Res. 61, 62). Sabahleyin beş buçukta gittikçe şiddetlenen yoğun topçu ateşiyle büyük saldırı başladı. Akşama kadar devam eden şiddetli ve aman vermeyen saldırılarımızla Yunanlıların bir senedir güçlendirip sağlamlaştırdıkları ilk ve en kuvvetli mevzilerini bir günde tamamen zapt etmiş bulunuyorduk. Ertesi gün de (27 Ağustos) saldırıya devam edilerek düşman kuzeye atıldı. 30 Ağustos'a kadar devam eden takip savaşlarıyla Yunan ordusu doğudan ve güneyden İkinci ve Birinci ordularımız, kuzey ve batıdan Süvari Kolordumuzla Aslıhanlar bölgesinde tamamen kuşatıldı ve batıya, İzmir'e doğru kaçmasına meydan verilmedi. İSTİKLAL HARBÎ 119 30 Ağustos günü, bizzat Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'nın idare ettiği kesin meydan savaşıyla Aslıhanlar bölgesinde kuşatılan Yunan ordusunun ana kuvvetlen kesin olarak imha edildi (Harita. 10). Anadolu'daki Yunan ordusu Başkumandan Meydan Savaşı'nda zafer kartalının pençeleri arasında son nefesini vermişti. 31 Ağustos günü Gazi Mustafa Kemal, beraberinde Erkânıharbiye Reisi Fevzi, Batı Cephesi Kumandanı İsmet ve ordu kumandanları olduğu halde, Yunan ordusunun imha edildiği Calköy civarındaki savaş alanını inceledikten sonra kaçabilen düşman döküntülerini şiddetle takip ve Uşak'a doğru demiryolu boyunca çekilmekte olan bir kısım düşman kuvvetleriyle Eskişehir civarındaki düşman grubunu da mağlup etmek için tedbir alındı. Gazi Mustafa Kemal, Türk ordularına bu safhada: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" emrini verdi. Düşmanın esas kuvvetleri mağlup olmakla beraber, henüz Eskişehir civarında ve Afyon'dan demiryolu boyunca Uşak'a doğru çekilen bazı düşman kuvvetleri vardı. Dolayısıyla bunların da mağlup edilmesi, düşmanın Anadolu'ya yeniden destek kıtaları getirmesine ve Anlaşma Devletleri tarafından herhangi bir müdahalaye meydan vermemek için şiddetle ve süratle hareket edilerek, bir an evvel, Batı Anadolu'nun, Akdeniz'e kadar Yu-nanhlardan temizlenmesi elzemdi. Gerçekten ordularımız, ana kuvvetleriyle Uşak'tan batıya, İzmir'e doğru ilerleyerek rastladığı yerde düşmanı perişan ediyordu. Başkumandan Savaşı'nda ve takip eden harekâtta birçok esir aldık ve birçok da silah, cephane ve malzemeyi ganimet edindik. Ordumuzun zaferle Uşak'a girdiği 2 Eylül günü, ordusu mahvedilen Yunan Başkumandanı General Trikopis ile başka büyük kumandanları da esir olarak Gazinin huzuruna getiriliyordu. Geniş bir cephe ile batıya doğru ilerleyen ordumuz, ileri kıtalarıyla 9 Eylül'de düşmanla savaşarak izmir'e girdi. Türk Ordusu Başkumandanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ertesi sabah (10 Eylül) İzmir'e girerken (Res. 63,64) İzmir ve civarında düşmanla henüz savaşılmaktaydı. Yenilgiyi zamanında öğrenemeyen ve esir düşmüş kumandanlardan talimat alamayan 120 TARİH Menderes dolaylarındaki bir Yunan tümeni de Başkumandan'ın İzmir'e girmesinin ardından tutuklanarak İzmir'e getirilmişti. Diğer taraftan Eskişehir'den düşmanı atan Üçüncü Kolordumuz, Bur-sa'nın doğusunda direnmek isteyen düşmanı mağlup etti. Bu düşman grubunun bir tümeni Mudanya civarında esir edildi, bir kısmı da perişan bir şekilde Bandırma'dan ve Kapıdağ Yarımadası'ndan gemilere binerek kaçtı. 18 Eylül'de Batı Anadolu Yunan ordusundan tamamıyla temizlenmişti. Yunanlılar çekilirken işgalleri altındaki kasaba ve köyleri yakıp yıkmışlardı. Batı Anadolu'daki Rum halkı da Yunanlılarla birlikte kaçmışlardı. Ordumuz, bundan sonra kuvvetlerinin bir kısmıyla İzmit'ten İstanbul istikametinde Gebze'ye ilerlediği gibi, Çanakkale'ye de yaklaştı. Bu iki bölgede ingiliz ordusuyla temasa gelmiştik. Gazi Paşa kumandası altındaki Türk ordularının 15-20 gün gibi kısa bir müddet zarfında 200 000 kişilik Yunan ordularını kesin olarak imha etmesi ve Batı Anadolu'yu tamamen temizlemesi gibi bir olay dünya tarihinde yoktur denebilir. Başından sonuna kadar en ince ayrıntısına varıncaya değin düşünülerek hazırlanmış ve olağanüstü bir ustalıkla idare edilerek parlak ve kesin bir zaferle sonuçlanmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subaylarının ve Kumanda Heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, aynı zamanda, böyle kahraman bir orduyu ve Gazi Mustafa Kemal gibi dâhi bir Başkumandan'ı yetiştiren büyük Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık aşkının ölmez bir abidesidir. Bu zaferin sonuçlan yalnız Anadolu'yu Yunanlılardan temizlemekten ibaret değildir. Bu kesin zafer, aynı zamanda İstanbul ve Boğaz'ı ellerinde tutan Anlaşma Devletlerinin, yeni Millî Türk Devleti karşısında acizlerini ve hatta bir dereceye kadar yenilgilerini bütün dünya önünde ispat etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Cihan Harbi'nden mağlup çıkmışken, Türk milletinin kurtarıcısı Büyük Mustafa Kemal idaresinde kurduğu yeni devİSTİKLAL HARBİ 121 let, medenî âlem karşısına, dünyanın medenî milletlerine tamamen eşit hak ve görevlere sahip olarak çıkıyordu. Türk milleti, bu kesin zafer sayesinde, üç asırdır kaybettiği siyasî ve iktisadî bağımsızlığını geri alacak ve sağlam esaslar üzerinde kurduğu yeni devleti, bütün dünyaya tanıtacaktır. MUDANYA ATEŞKESİ Ordularımız, Batı Anadolu'yu kurtardıktan sonra, İz-mit'ten İstanbul Boğazı üzerine ve Balıkesir dolaylarından da Çanakkale Boğazı üzerine yöneldi. Çanakkale'deki Fransız kıtaları, Rumeli tarafına geçti. Çanakkale şehrinde yalnız İngiliz askeri kaldı, burada askerlerimiz şehrin kenarına kadar geldiler. Bu hareket, Anlaşma Devletlerini, özellikle İngiltere'yi telaşa düşürdü. İngiltere Başvekili Loit Corç, Fransa ve İtalya'nın Millî Türk Hüküme-ti'yle yeniden savaşmayacaklarını bildiğinden, Türkiye'ye karşı yardımcı asker vermeleri için Dominyonlara başvurdu. Bunlar da uygun bir cevap vermeyince, Anlaşma Devletleri, Boğazlar'a karşı yapılmakta olan hareketimizin durdurulması için İstanbul'daki Fransız Fevkalade Komiseri General Pek ile Ankara Anlaşması'nı imzalayan eski Fransız nazırlarından Mösyö Franklen Buyyon'u Gazi Hazretleri'nin yanına İzmir'e gönderdiler. Anlaşma Devletleri hariciye nazırları, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'ya ve ayrıca Hariciye Vekâleti'ne gönderdikleri notalarla ilgili devletlerin katılımıyla gerçekleşecek barış görüşmesine tarafımızdan delegeler tayin edilmesini ve Boğazlar'a karşı yapılmakta olan askerî hareketlerimizin durdurulmasını istediler. Barış görüşmesi sırasında Boğazlar'daki tarafsız bölgeye asker göndermememiz şartıyla Edirne dahil olmak üzere, Meric'e kadar Doğu Trakya'nın bize geri verileceği de bu notalarla vaat ediliyordu. Anlaşma Devletleri konferansından evvel, Yunan kıtalarının çekileceği hattın belirlenmesi için İzmit veya Mudanya'da bir toplantı yapılmasını da teklif ettiler. Bu askerî konferansın yeri olarak Mudanya tercih olundu (Res. 65); Türk Ordusu Başkumandanı adına, olağanüstü yetkiyle delege olarak Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa tayin edildi (Res. 66). Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından boşaltılarak bize geri verilmesi ve Boğazlar ve İstanbul hakkında barış yapılıncaya kadar geçerli olacak 122 TARİH hükümlerin tespiti, Mudanya Konferansı'mn başlıca görüşme konusunu oluşturuyordu. Konferans, oldukça çetin ve heyecanlı oldu. Anlaşma Devletleri delegeleri, özellikle Doğu Trakya'nın boşaltılmasını barış görüşmesine bağlamak istiyorlardı. Konferans bu yüzden kesildi ve bu kesiliş bir iki gün sürdü; fakat konferans sırasında duran Türk Ordularının İstanbul ve Boğazlar üzerine Harı hareketi tekrar başladı. Bunun üzerine Anlaşma Devletleri delegeleri İstanbul'dan Mudanya'ya dönerek taleplerimizi kabul etmeye lüzum gördüler. 4 Ekim'den 11 Ekim'e kadar devam eden bu askerî konferansta Edirne dahil olmak üzere Doğu Trakya'nın Meriç Irmağı'nın sol sahiline kadar on beş gün zarfında Yunan ordusu tarafından boşaltılacağı ve bu boşaltmanın bitiminden sonra, otuz gün zarfında Yunan memurlarının Doğu Trakya'da, hükümeti, müttefikin memurları vasıtasıyla Türk memurlarına devir ve teslim edecekleri kararlaştırıldı. Doğu Trakya'da, konferansın sonucuna kadar, Türkler yalnız 8 000 jandarma bulundurabilecekti. Bu suretle, Doğu Trakya, Yunanlılar tarafından savaşsız boşaltılarak, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne geçti. Ateşkesin imzalanmasının ardından İstanbul ve Boğazlar da mülkî idaremize teslim olunacaktı; ancak İstanbul'da ve Boğazlar'da bulunan Anlaşma Devletleri kuvvetleri, barışın yapılmasına kadar artırılmaksızın kalabileceklerdi. Mudanya Ateşkesi'nin hükümlerinden birisi de Türklerle Yunanlılar arasında düşmanlığın bitmesi'ydi. 11 Ekim'de Anlaşma Devletleri kuman-danlarıyla imzalanan Mudanya Ateşkesi'ni, Mudanya'ya kadar gelip vapurdan çıkmayan Yunan askerî delegeleri, yetkilerinin yeterli olmadığı bahanesiyle imzalamadılar ve bazı ihtiraz kayıtları* ileri sürdüler (Res. 67). Bununla beraber Anlaşma Devletleri delegeleri, hükümetleri vasıtasıyla, ateşkes hükümlerini Yunan Hükümeti'ne kabul ettirmişlerdir. Doğu Trakya, ateşkeste belirlenen müddet zarfında Yunanlılar tarafından boşaltılarak mülkî idaremize geçmiştir. Bu bölgedeki Rum halkı da, Yunan ordusuyla birlikte çekilmiştir. * İhtiraz kaydı: Bazı haklan kullanabilme şartı, ilerisi için hesaba katılan bir kayıt (Kaynak Yayınlan'nın notu). İSTİKLAL HARBİ 123 Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Mudanya Ateşkesi'nden ve saltanatın l Kasım 1922'de kaldırılmasından sonra İstanbul'un mülkî idaresini tamamen eline almıştır. H. YENİ TÜRK DEVLETİ'NİN KURULUŞUNUN TAMAMLANMASI SALTANATIN VE SALTANAT HÜKÜMETİNİN RESMEN KALDIRILMASI Büyük zaferin, Türk milletinin tam bağımsızlık ve hâkimiyetini ve Türk vatanının bütünlüğünü sağlayacağı kesindi. Doğu Trakya'nın genel barış konferansından evvel tarafımızdan işgaliyle, araziyle ilgitaleplerimizin en önemli noktası oluşmuştu. Bü- tün dış âleme karşı, her alanda, malî, adlî, iktisadî ağlardan kurtulmuş bir halde, tam bağımsız bir devlet olarak eşit şartlar içinde bütün devletlerle bir barış yapmak, başlamak üzere bulunan barış konferansında başlıca gayemiz olacaktı. Diğer taraftan, Türk milleti, iki buçuk seneden fazla bir zamandan beri, hâkimiyetini geri almıştı ve devlet işlerinde irade ve saltanatını bizzat kullanmaktaydı. Millî Hükümet'in ve millî hâkimiyet ve saltanat usulünün, Millî Reis Büyük Gazi'nin idaresinde, milliyet idealini gerçekleştirdikten sonra, millî inkılap ve ihtilal alanında milletin en kıymetli evlatlarının kanı pahasına kazanılan esasları terk edip geriye dönmesi ve milleti tekrar Osmanlı saltanatının pençelerine teslim etmesi düşünülebilir miydi? Bunu, ancak Sultan Vahdettin ve hükümeti düşünebilirdi. Böyle bir sanıya ancak, Türk millî hareketinin genişliğini ve mahiyetini ve Büyük Reis Mustafa Kemal'in azim, irade ve yüksek idealini bilmeyenler kapılabilirlerdi. Millî İstiklal Harbi'nin bunca fiilî zaferine rağmen, padişah hükümeti, Mudanya Konferansı'ndan sonra Gazi Hazretleri'ne yaptığı başvurularla barış konferansına Millî Hükümetle birlikte katılmayı istemek cüretinde bulundu. Padişah ve hükümeti bu suretle, tekrar millete musallat olmak ve bağımsızlık alanında kat edilen mesafeyi hiçe indirmek istiyordu. Anlaşma Devletleri de, 28 Ekim tarihli bir notayla Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ni, Padişah Hükümetiyle birlikte Lozan'da toplana124 TARİH çak barış konferansına çağırdılar. Bu ortak davet ve Padişah Hükümeti'nin son çırpınma girişimleri, fiilen hüküm, nüfuz ve varlığının sebep ve hikmeti kalmamış olan Osmanlı saltanatının ve ona sarılmış olan Babıâli Hükümeti'nin kaldırılması işleminin, Gazi Mustafa Kemal tarafından resmen yapılmasına vesile oluşturdu. l Kasım 1922'de, Büyük Millet Meclisi'nde Gazi Mustafa Kemal'in, Osmanlı saltanatının kaldırılması zorunluluğu hakkında yaptıkları açıklamalar ve teklif üzerine Osmanlı saltanatı resmen kaldırıldı. Hilafet, belirli yetkilere sahip olmaksızın, Osman hanedanında kalıyordu. Zararları herkesçe anlaşılan şahsî saltanatın kaldırılmasıyla millî bağımsızlık hareketinin en önemli esaslarından biri gerçekleşmişti. Anlamı kalmayan hilafet müessesesine ise, az zaman sonra kaldırılmak üzere kısa bir müddet daha tahammül edilmesi zorunluydu. Saltanatın kaldırılması üzerine, son Padişah Hükümeti, saraya istifasını verdi. İstanbul'un idaresi de Kasım 1922 başlarından itibaren tamamen Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne geçti. Yeni Türkiye Devleti İstanbul'u da idaresi altına almış demekti. Türk milletinin en kutsal davasında ihaneti ve düşmanlarla birliği herkesin gözünde şüphe götürmeyecek bir şekilde anlaşılan Vahdettin, halife olarak dahi Türk milleti arasında kalamazdı; İngiliz himayesine sığındı ve 17 Kasım 1922 akşamı, geceleyin bir ingiliz savaş gemisiyle İstanbul'dan kaçtı. 18 Kasım'da, kaçak halife, Büyük Millet Meclisi'nce görevden alındı ve yerine, yine Osman hanedanından Abdülmecit Efendi seçildi. Yeni halife, bütün Müslümanların halifesi sıfatını takınacaktı. Halifenin, Yeni Türk Devleti idaresine karışması millî hâkimiyet esaslarına aykırıydı. Diğer taraftan, halife, diğer Müslüman milletlerin işlerinde, hangi kuvvete dayanarak etkili olabilecekti? Türk milleti ve onun temsilcilerinden meydana gelen Büyük Millet Meclisi, millî kaderini, adı padişah olsun, halife olsun bir şahsın eline bırakamazdı. Diğer Müslüman milletlerin de bu müdahale ve hâkimiyeti kabul etmeyecekleri şüphesizdi. Bütün bu sebeplerle, şahsî saltanatın kaldırılmasından sonra, aynı mahiyette bir makam olması gereken hilafetin de kaldırılmış olduğunu kabul etmek zorunluydu. etmeK zorunıuyuu. İSTİKLAL HARBİ 125 Gazi Mustafa Kemal, şahsî saltanatla birlikte hilafetin de kalkmış olduğunu kabul ediyor, yalnız, bunun ifadesini uygun bir zaman ve fırsata bırakıyordu. LOZAN KONFERANSI Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Gazi'nin talimatı dairesinde, Mudanya Konferansı'nı gerçekten büyük bir ustalıkla idare etmiş ve barış konferansından evvel büyük Türk zaferinden, gerek Yunanlılara ve gerekse Müttefiklere karşı derhal ve azamî oranda yararlanmak yolunu sağlamıştı. Müttefiklerle barış şartlarının tespitinden evvel Anlaşma kuvvetlerinin İstanbul ve Boğazlar'dan çıkarılmasına girişmek, Anlaşma Devletleriyle sonucu belli olmayan yeni bir savaşla sonuçlanabilir ve kazanılan zaferin Türk milletine verdiği büyük itibar mevkiini tehlikeye koyabilirdi. Büyük Gazi, Türk zaferinin, Türk milletine sağlayabileceği siyasî çıkarlar hakkındaki görüşlerinin en çok İsmet Paşa tarafından anlşılmakta olduğuna ve özellikle milletlerarası büyük bir konferansta fikir ve arzularının en iyi İsmet Paşa tarafından izlenip uygulanabileceğine inanıyordu. Büyük Er-kânıharbiye Reisi Fevzi Paşa ve o vakit Hariciye Vekili olan Yusuf Kemal Bey ve daha birkaç kişi, aynı fikirdeydiler: İsmet Paşa, Meclis'çe Hariciye Vekili seçildi ve bu sıfatla Lozan'a gidecek Türk Delegeler Heyeti Baş-kanlığı'na tayin edildi (Res. 68, 69). Lozan Konferansı, 21 Kasım 1922'den, 24 Temmuz 1923 tarihine kadar devam etti; fakat araya 4 Şubat 1923 tarihine kadar süren iki buçuk aylık bir zaman girmişti. Bu konferansta, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya devletleri bir tarafta, Türkiye diğer taraftaydı (Res. 70). Boğazlarla ilgili işlerin görüşülmesine Karadeniz'de sahili bulunması itibariyle, Rus Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti ve Bulgaristan da katıldılar. Kuzey Amerika Birleşik Devletleri ise konferansa bir gözlemciyle katıldı. Lozan Konferansı'nın konusu, yalnız, Yeni Türk Devleti ile Yunanistan arasındaki meseleler değildi. Aynı zamanda Türkiye ile henüz son bulmamış olan Umumî Harp ele Lozan Konferansı'nda bir barış antlaşmasına başlanacaktı. 126 TARİH Avrupa devletleri, Yeni Türk Devleti'nin, bilfiil kazandığı zaferle, dışarıya karşı da her türlü bağımsızlığını tanıtabilecek kuvvet ve kudrette olduğunu anhyorlardı; fakat bu gerçeği kolayca onaylamak niyetinde değildiler. Avrupa devletlerinin, Osmanlı Devleti'ne yapageldikleri gibi, evvelce aralarında kararlaştırılan barış şartlarını, birleşik cephe ile Yeni Türk Devleti'ne de zorla kabul ettirmeleri şekli açıktan açığa savunulamazdı. Antlaşmanın bütün içeriğinin, eşit haklara sahip iki taraf arasında serbest görüşülmesi ve tartışılması gerekiyordu. Avrupalıların Osmanlı İmparatorluğu'yla asırlardan beri devam eden ilişkilerinde ve bu ilişkilerin özellikle kapitülasyonlarla ortaya çıkan malî, iktisadî ve adlî alanlarında kendi lehlerine ve Türkler aleyhine tuttukları yola ve usule son vermek zamanı gelmişti. Yeni Türk Devleti'yle, kendi aralarında geçerli olan genel hükümler dairesinde bir barış yapmak zorunluluğu kararını esasen henüz vermemişlerdi. Avrupalıların, yeni esasları kabul ederken, hiç olmazsa ileride Millî Türk Devleti'nin içte zayıf bir zamanında genişletilmek veya sürdürülmek üzere, eski imtiyazlarla bağı andıran bazı şartları korumaya çalışacakları açıktı. Bundan başka, tarihe karışan Osmanlı İmparatorluğu'nun Yeni Türk Devleti'ne miras bıraktığı borçlar ve yabancı şirketlere zararlı şartlarla verdiği imtiyazlar gibi karışık meselelerin, yeni esaslara göre görüşülmesi ve tespit edilmesi gerekecekti. Bu kadar karışık işlerin içinden çıkmak, doğal olarak o kadar kolay olmayacaktı. Avrupa devletleri kendi lehlerine zorla hükümler kabul ettiremeyeceklerini anlayınca, uzun ve karışık konferans görüşmelerinde Türk Delege Heyeti'ni ve Yeni Türk Devleti'ni yorup yıpratarak bıktırmak ve bu sayede antlaşmaya mümkün olduğu kadar çıkarlarını sağlayacak maddeleri -belirsiz ifadelerle bile olsa- sokuşturmaya çalışmak isteyeceklerdi. Yukarıda açıklanan sebepler dolayısıyla Lozan Konferansı, Türkler için, Avrupa devletleriyle diplomasi alanında çetin bir mücadele safhası, adeta ayrı bir savaş olmuştur. Savaş meydanında usta bir taktisyen olduğu kadar, dış siyaset alanında da usta bir diplomat, dikkatli, sabırlı ve ince bir görüşmeci olduğunu gösteren İSTİKLAL HARBİ 127 İsmet Paşa, Gazi Hazretleri'nin etkili ve isabetli talimatı sayesinde, barış görüşmesini milletin hayatî çıkarlarına en uygun bir şekilde sonuçlandırmıştır. Konferansın iki ay devam eden birinci devresinde gelecek barış görüşmesinin esasını oluşturmak üzere bir proje meydana geldi. Bu projede bizi tatmin edecek şekilde çözümlenen meseleler şunlardı: A) Yunanistan'la aramızdaki meseleler: 1) Sivil tutukluların ve askerî esirlerin, barışın imzalanmasından evvel her iki taraf arasında mübadele edileceğine dair özel bir anlaşma imzalanmıştı; 2) Doğu Trakya'daki sınırımız, Mudanya Konferansı'yla tespit edilen Meriç Irmağı'nın sol sahili olarak kabul olunmuştu; Bundan başka Bozcaada ve İmroz Adaları bize veriliyor ve Anadolu sahiline yakın ve Yunanlıların elinde bulunan Midilli, Sakız, Sisam ve Ni-karya adaları sivil bir hale konuyordu. 3) İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri dışında Türkiye'deki Rum ve Yunanistan'daki Türkler mübadele edilecekti. Yani Yunan ordusuyla î Anadolu'dan ve Trakya'dan kaçan Rumlar geri gelmeyecekler ve yerlerine Yunanistan'daki Türkler gönderilecekti. Mübadele edilen Rumların ve Türklerin her ne suretle olursa olsun tek-! yerleşmeleri yasaklanmıştı. l rar eski yerlerine Yunanistan'la aramızda konferansın birinci kısmında hallolunmayan tek mesele, Yunan ordularının Batı Anadolu ve Doğu Trakya'da yaptıklaişi'ydi. n tahribatın tamiri B) Anlaşma Devletlerini ilgilendiren meselelerden de aşağıdakiler hakkında uyuşulmuştu: 1) Fransızlar la arazi meselemiz yoktu. Suriye sınırı için Ankara Anlaşması hükümleri pekiştirildi. 2) 12 Ada (Rodos vesaire) üzerinde İtalya'nın hâkimiyeti pekiştirildi. 3) Arazi meselelerinden Irak ile aramızdaki sınır işi üzerinde çetin mücadeleler oldu, fakat uyuşulmadı; bu meselenin hallinin sonraya bırakılması uygun görülüyordu. 4) Anlaşma Devletleriyle uyuştuğumuz önemli noktalardan biri de Boğazlar meselesi'ydi. Büyük Harp, Boğaz savunmasında sabit bataryalar128 TARİH dan çok gizli seyyar bataryaların ve denizaltı aletlerinin önemini göstermişti. Boğazlar meselesinde kabul edilen şekil, Türkiye'nin dahil olduğu bir savaş halinde veyahut savaş tehlikesi zamanlarında Boğazlar'da savunma hakkımızı destekliyordu. Genel barış antlaşmasının bir parçası olan Boğazlar Sözleşmesi'niıı genel hükümleri, gereğinde acele savunma tedbirleri almamızı büsbütün imkânsızlaştıracak mahiyette değildi. Bundan başka Boğazlar'dan yabancı savaş gemilerinin barışta ve savaşta nasıl geçecekleri hakkında sözleşmeye bazı hükümler de konmuştu. Sözleşmeyi imzalayan devletlerin delegelerinden oluşan Boğazlar Komisyonu yalnız Boğazlar'dan geçecek yabancı savaş gemileriyle ilgilenecek ve karadaki sivil bölgeler üzerinde hiçbir denetimde bulunamayacaktı. 5) Bir de, Çanakkale bölgesindekiler dahil olmak üzere, genel olarak Anlaşma Devletleri ordularına ait mezarlıkların bulunduğu arazinin mezarlık olarak kullanılması, bazı şartlar dahilinde kendilerine bırakılmıştı. C) Anlaşma Devletleriyle anlaşamadığımız önemli noktaların bazıları şunlardı: 1) Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan devletler arasında bir oran üzerinden paylaştırılması kabul edilen Osmanlı borçlarının ödeneceği paranın cinsi, en çok Fransızlarla aramızda anlaşmazlığa sebep olmuştur. Barış antlaşması imzalandıktan sonra bu işin halli mümkün olmuştur. O vakit bu meseleyi acele bir karara bağlamamakta İsmet Paşa'nın ne kadar haklı olduğunu bu suretle olaylar da göstermiştir. 2) Anlaşma Devletleri kapitülasyonlarla Osmanlı İmparatorluğu zamanında adlî, iktisadî meselelerde elde etmiş oldukları imtiyazların birdenbire kesilmesine razı olmuyorlar ve bu imtiyazların, Yeni Türk Devleti'nde de, başka şekil ve isimlerle, hiç olmazsa bir müddet daha devamında ısrar ediyorlardı. 3) İstanbul ve Boğazlar'ın Anlaşma kuvvetleri tarafından boşaltılması için de olumlu bir sonuca varılamamıştı. Görülüyor ki müttefikler, evvelce Anadolu savaşına teşvik ve sevk edip bunca kayba uğrattıkları Yunan milletini artık unutmuşlardı. Asıl kavga, Türklerle Müttefiklerin, özellikle iktisadî kavgalarıydı. Fransız yazarı An-sel'm de dediği gibi Lozan Konferansı, Müttefiklerin Türkiye üzerinde i kİSTİKLAL HARBİ 129 tisadî hâkimiyetlerine ne büyük bir kıymet verdiklerini pek açık gösterdi. Türk-Yunan anlaşmazlığı çarçabuk hallolunmuştu; fakat Müttefiklerin, Osmanlı İmparatorluğu'nda olduğu gibi, Yeni Türk Devleti'ne de iktisaden hâkim olmak, adlî ve iktisadî kapitülasyonları sürdürmek istemeleri, görüşmenin kesilip durmasına bile sebep olmuştu. Barış antlaşması projesi Türk Heyeti'ne teklif edildiği şekilde kabul olunamazdı. İsmet Paşa, pek haklı olarak imzalamadı ve 4 Şubat 1923'te Lozan'ı terk etti: Yeni Türk Devleti için bu hayatî noktalar üzerinde fedakârlık asla düşünülemezdi. En sonunda Anlaşma Devletlerinin, bunlar üzerinde de hakkımızı teslim edecekleri bekleniyordu. Gazi Hazretleri, bu mesele hakkındaki kanaatlerini Büyük Nutuklarında şu şekilde ifade ediyorlar: "Varisi olduğumuz Osmanlı Devleti'nin dünyanın gözünde hiçbir kıymeti, fazileti ve haysiyeti kalmamıştı; milletlerarası hukuğun dışında tanınmış, adeta koruma ve vesayet altına alınmış bir mahiyette farz olunuyordu. Geçmişe ait müsamahaların, hataların faili biz olmadığımız halde esasen asırların birikmiş hesaplarının bizden sorulmaması gerekirken bu hususta da dünyayla karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Millet ve memleketi gerçek bağımsızlık ve hâkimiyetine sahip kılmak için bu zorluklara ve fedakârlığa göğüs germek de bizim üzerimize yükletilmişti. Ben sonucun önünde sonunda olumlu olacağından emindim. Türk milletinin varlığı için, bağımsızlığı için, hâkimiyeti için önünde sonunda elde etmek zorunda olduğu esasların dünyada onaylanacağına asla şüphe etmiyordum. Çünkü gerçekte, bu esaslar, kuvvet ve imarıyla fiilen ve maddeten elde edilmişti. Konferans masasında istediğimiz, zaten kazanılmış olan hususların usulen ifade ve onayından başka bir şey değildi. Taleplerimiz, açık ve doğal haklanmızdı. Bundan başka, haklarımızı korumak ve elde etmek için kudretimiz de vardı, kuvvetimiz de yeterliydi. En büyük kuvvetimiz, en güvenilir dayanağımız, millî hâkimiyetimizi idrak etmiş ve onu fiilen halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi fiilen ispat etmiş olmaklığımızdı."' "Nutuk", s.428, (lüks basımı, s.502). 130 TARİH Lozan Konferansı görüşmelerine 23 Nisan 1923'te tekrar başlandı. Görüşme ve tartışmalar, özellikle anlaşmaya varılmamış noktalar üzerindeydi ve pek çetin oldu. Bu devrede antlaşmanın hemen bütün maddeleri ayrı ayrı tekrar görüşüldü. Üç ay kadar süren ikinci konferansta, birinci devrede hallolunmayan noktalar bizi tatmin edecek birer şekle bağlandı. Yunanistan'dan, zaten ödemeyeceği tamirata karşılık Edirne'nin istasyonu olan Karaağaç'ı aldık. Kapitülasyonlarla ilgili adlî ve iktisadî meselelerde hâkimiyet ve bağımsızlığımızla uzlaşünlamayacak bir yön kalmadı. Yalnız, beş sene müddetle tarafsız devletler tebaasından adliyemizde birkaç hukuk müşaviri ile (bunların hiçbir yürütme yetkisi yoktu, Adliye Vekili'ne rapor vermekle sorumluydular) Sahil Sıhhiyesi denilen Karantina İdaresi için üç Avrupalı doktoru, Türk memuru olarak bulunduracaktık. Kabotaj (sahillerimiz arasında deniz nakliyatı) tamamen bayrağımıza geçiyordu. Evvelce sahillerimizde kabotaj yapan yabancı şirketlere işlerini tasfiye için iki senelik bir mühlet verildi. Barış antlaşması tarafımızdan onaylandıktan sonra altı hafta zarfında İsfenbul ve Boğazlar'daki Anlaşma orduları ve donanmaları arazimizi ve denizlerimizi terk ve tahliye edeceklerdi. Bu suretle tamamlanan antlaşma 24 Temmuz 1923'te imzalandı (Res. 71, 73). Esas hatları yukarıda açıklanan Lozan Barış Antlaşması, Yeni Türk Devleti'nin tam bağımsızlık ve hâkimiyetini bütün dünyaya onaylattıran milletlerarası bir belge ve senettir; Lozan Antlaşması'yla Osmanlı saltanatının dağılmasından doğan millî devletlerin en sonuncusu olmak üzere bir Türk millî ve bağımsız devletinin doğum belgesi, bütün devletler tarafından imzalanmış oldu. Lozan Antlaşması'nın en bariz sıfatı budur: Kapitülasyonların kaldırılması ve millî hâkimiyet ve bağımsızlığın her alanda tanınması... Bu belgeyle, Büyük Gazi'nin idaresinde yaptığımız dört senelik bağımsızlık mücadelemiz, yine onun yol göstermesi sonucu milletimizin şan ve şerefine layık bir barışla sonuçlanıyordu. Gazi Hazretleri'nin nutuklarında işaret olunduğu üzere Lozan Barış Antlaşması, "Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve İSTİKLAL HARBÎ 131 Sevr Antlaşması' y la tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın yıkılmasını ifade eden bir belgedir. Osmanlı tarihinde emsali görülmeyen bir siyasî zafer eseridir." 1 Türk milletinin bundan sonra, artık serbestçe çalışıp gelişmesine hiçbir engel kalmamıştı. MONDROS: 30 EKİM 1918; MUDANYA 10 EKİM 1922 SERV 10 AĞUSTOS 1920 LOZAN 24 TEMMUZ 1923 Mondros-Mudanya! Sevr-Lozan! Türk tarihinin yaşadığımız safhasında, bu dört kelime Türkler için üzerinde çok düşünülmeye değer kelimelerdir. Mondros - Ateşkesi ve Sevr Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu yok olmayı kabul etti; Mudanya Ateşkesi ve Lozan 1923 Antlaşması'yla Yeni Türk Devleti, varlığını tanıttı. Türk kuvveti, sultanların ve nedimlerinin elinde Mondros'a ve Sevr'e kadar indirilmişti; Türk kuvveti, Gazi'nin ve arkadaşlarının elinde Mudanya ve Lozan'a kadar yükseltildi. Mondros'a ve Mondros'u kabul eden sultan ve hükümetine dayanarak, Türk vatanının her tarafına yayılan düşmanlar, Mudanya ile süpürülüp denize ve Türk sınırları dışarısına atıldı; Sevr ve Sevr'i kabul eden sultan hükümeti, Türk vatanını parçalatmış, Türk bağımsızlığını mahvettirmişti; Lozan ise Türk vatanının bütünlüğünü, Türk Devleti'nin bağımsızlığını temin etti. TÜRK MUCİZESİ Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçmesiyle başlayarak, Lozan Antlaşması'na imza atılmasıyla sonuna eren İstiklal Harbi'ne bazı Avrupa yazarları "Türk Mucizesi" adını verdiler. Mucize, nasıl gerçekleştiği hakkıyla açıklanamayan, sebepleri tamamen tayin edilemeyen olaylara denilir. Cihan Harbi bittiği sırada Osmanlı Devleti'nin durumu hatırdan çıka-rılmayarak, 1918'den 1922'ye kadar, Anadolu'da olup geçen dört yıllık olaylar göz önünden geçirilirse, bu olayların toplamına "mucize"den daha uygun bir tabir bulunamaz. Umumi Harp sonunda bütün müttefikleriyle beraber mağlup olan Osmanlı Devleti'nin malî durumu parasızlığın son derecesine gelmiş, iktisadî kaynaklan tüketilmiş, halkı, dört yıl süren büyük savaştan başka, onun l "Nutuk", s.465, (lüks basımı, s.545-546). 132 öncesindeki hemen aralıksız birçok savaşla (Trablusgarp ve Balkan Savaşları), iç karışıklıklarla olağanüstü yorulmuş ve kımıldayamayacak bir hale gelmiş, hükümeti ise düşmanların adeta emri altına geçmiş bulunuyordu. Osmanlı ordusunun büyük savaş sonundaki durumu da yeni bir savaşa girmek için asla elverişli değildi. Kumanda heyetleri karışmış, çeşitli büyük birlikler arasında ilişki kesilmiş, top, tüfek, mermi, kılıç vesaire gibi teçhizatın; elbise, ayakkabı vesaire gibi levazımın en büyük kısmı sarf olunarak kalanının çoğu da düşmanlara teslim edilmişti. Çok kullanılarak bozulmuş olan nakil vasıtalarının (yol, demiryolu, vagon, araba vesaire) tamiri ve yenileştirilmesi lazımdı. Asker ve subaylar, cidden dinlenmeye muhtaç bir hale gelmişlerdi. Büyük ve orta sanayiden mahrum Anadolu'da, ordunun levazımını, özellikle teçhizatını hazırlayacak imalathaneler yoktu. Zaten Osmanlı Devleti, hemen bir asırdan beri ordusunun belli başlı teçhizatını, top, tüfek ve kılıcını yabancı memleketlerde yaptırdığı gibi, topçu ve süvariye lazım olan atların da bir kısmını dışarıdan satın alıyordu. Büyük savaş sonunda bunların dışarıdan alınmasına imkân kalmamıştı; imkân olsa bile satın almak için para yoktu. Kısacası Osmanlı memleketinde bağımsız bir hükümet yoktu; para yoktu; iktisadı kaynaklar kıttı; Osmanlı ordusunda ise merkezî bir kumanda heyeti yoktu, levazım ve teçhizat yoktu, bunları hazırlayacak vasıtalar da yoktu. Bütün bu yokluklara eklenen olumsuz bir etken de Osmanlı memleketinin düşmanlar tarafından kısmen istila ve işgal edilerek, bu açıdan da hükümetin, ordunun ve kamuoyunun düzeninin ihlal edilmiş olmasıdır. Bütün bu olumsuz etkenlerin etkisi altında bulunan bir memlekette Mustafa Kemal, parasız, pulsuz, tek başına, yalnız kendisinin dehasına, irade ve kudretine ve Umumî Harp'teki zaferleriyle Türk milleti içinde kazandığı sevgi, saygı ve nüfuza güvenerek, yeni bir devlet ve ordu kurmaya kalkıştı. Türk milletini bu maksat etrafında topladı; para buldu; asker buldu; teçhizat buldu; levazım buldu; her şey buldu... ve Mustafa Kemal'in 1919 senesi ilkbaharında Samsun'da başladığı başarısı imkânsız gibi görünen bu girişim, 7922 senesi sonbaharında, tam bir başarıyla gerçekleşti. Türk Mucizesi işte budur. İSTİKLAL HARBİ 133 Türkiye Cumhuriyeti tarihinin buraya kadar naklolunan kısmı, bu mucizenin yalnız bazı taraflarını açıklamaktadır. Fakat bu muazzam olayın şimdiye kadar açıklanamayan iki en önemli etkeni var: Türk milleti ve Mustafa Kemal. Her milletin ruhunu görüp, anlayıp açıklıkla tarif etmek çok zordur; özellikle Türk milletinin ruhunu tahlil ve tarif daha zordur. Türkün ruhî kuvveti, sınırsız irade ve metaneti, insanlık tarihinin her safhasında belirir. Bu ruhî kuvvet sayesinde, Türk bilinen dünyanın birkaç defa tek başına sahip ve hâkimi oldu; bu ruhî kuvvet sayesinde Türk, mağlup sanıldığı sıralarda, kaç defa başını kaldırıp o galipleri perişan etti; bu ruhî kuvvet sayesinde Türk, iki yüz yıldır mahvına çalışan ve her beş on senede bir defa artık ölüyor denilen Osmanlı-Türk Devleti'ni yaşattı; nihayet yine bu ruhî kuvvet sayesinde Türk, Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken başını kaldırdı, düşmanlarını kovdu ve kazandığı zaferlerle kendine sağlam ve yem bir devlet kurdu... Her millet, büyük adamlar yetiştirmiştir; lakin Türk milleti kadar büyük devlet adamları, büyük kumandanlar yetiştiren hiçbir millet yoktur. Her açıdan bakılırsa Türk milletinin yetiştirdiği en büyük adam Mustafa Kemal'dir. Mustafa Kemal, ruhu, ruhunun emsalsiz yetileri, dehası, iradesi, metaneti, kısacası bütün manevî şahsiyetiyle, büyük Türk milletini şahsında somutlaştırır. İSTİKLAL HARBİ'NDEN SONRA DEVRİM VE REFORM SAFHALARI I LOZAN'DAN CUMHURİYETİN RESMEN İLANINA KADAR BİRİNCİ BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN SON ZAMANLARI Millî mücadele sıralarında Birinci Büyük Millet Meclisi pek doğru olarak zaferin ve millî gayenin elde edilmesine kadar dağılmamak kararını vermişti. Düşmanın yenilgisinden, memleketin kurtuluşundan sonra bu gaye esas itibariyle elde edilmiş sayılırdı. Meclis içindeki muhalefet cereyanları, konferans masası başındaki yabancı diplomatlara ümit ve cesaret vermekteydi. Bütün mücadele yılları zarfında kesin zaferin elde edilmesine imkân olmadığı kanaatini beslemiş ve ileri sürmüş olan muhalifler şimdi de Lozan görüşmelerini siyasî hırslara vasıta olarak kullanmak istiyorlardı. Bunların ve bunlara alet olan bazı gazetelerin yayınlan delege heyetimizin temsil kuvvetini olduğu kadar, millî davamızı da zayıflatıyordu. NANKÖRLÜK Yıllardan beri tarihte hiçbir milletin katlanmadığı derecede yüksek fedakârlıkların ve dökülen bunca kanların tam başarı sonucuna varacağı bu nazik zamanlarda bir kısım muhalefet, kör ve duygusuz bir ruhla, vatan kurtaran Gazinin "vatandaşlık" hakkını çalmak isteyecek kadar azmıştı. Millî tarihimizde görmeye pek az alışık olduğumuz bu nankörlük misali milletin ibret hafızasında yer tutmaya layıktır. Üç muhalif mebus 2 Aralık 1922'de, yani Birinci Lozan Konferan-sı'nın en kızgın bir devresinde Meclis'e verdikleri kanun teklifiyle Gazi'yi 138 TARİH yeni bir seçimde mebus seçilmemek konumuna düşürmek istemişlerdi. Teklifin esas maddesi şuydu: "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilebilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları dahilindeki mahaller halkından olmak veya seçim dairesi dahilinde yerleşik olmak şarttır. Ondan sonra göçle gelenler yerleşme tarihlerinden itibaren beş sene geçmişse seçilebilirler." Gazi, millî değerbilirlik, millî şeref ve vicdan namına gerçekten utanılacak bir belge olan bu teklife Meclis'te şu hazin ve etkili cevabı verdi: "Maalesef, doğduğum yer, bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim dairesinin de beş senelik yerleşiği değilim. Doğduğum yer bugünkü millî sınırlarımız dışında kalmıştır, fakat, bu böyle ise, bunda benim kesinlikle bir kast ve kabahatim yoktur. Bunun sebebi, bütün memleketimizi, milletimizi yok etmek isteyen düşmanların hareketlerinde başarılı olmalarının kısmen engellenememiş olmasıdır. Eğer düşmanlar tamamen maksatlarını başarmış olsalardı, Allah muhafaza etsin, buraya imza koymuş olan efendilerin dahi memleketleri sınır dışında kalabilirdi. "Bundan başka, bu maddenin aradığı şarta sahip bulunmuyorsam, yani beş sene aralıksız bir seçim dairesinde oturamamışsam, o da bu vatana yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bu maddenin istediği şarta erişmeye çalışsaydın!, İstanbul'u kazandırmaktan ibaret olan Arıburnu ve Anafartalar'da savunmalarımı yapmamam gerekirdi. Eğer ben, bir yerde beş sene oturmaya mahkûm olsaydım, Bitlis ve Muş'u aldıktan sonra Diyarbakır istikametinde yayılan düşman karşısına çıkmamam, Bitlis ve Muş'u kurtarmaktan ibaret olan vatanî görevimi yapmamam gerekirdi. Bu efendilerin, aradığı şartlara ulaşmak isteseydim, Suriye'yi tahliye eden orduların enkazından Halep'te bir ordu kurarak düşmana karşı savunma yapmamam ve bugün millî sınır dediğimiz sınırı fiilen tespit etmemem gerekirdi. "Zannediyorum ki, ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilmektedir. Hiçbir yerde beş sene oturamayacak kadar çalışma yapmış bulunuyorum. Ben zannediyorum ki, bu hizmetlerimden dolayı milletimin sevgi ve yakınlığına ulaştım. Bu yakınlığa karşılık, vatandaşlık haklaLOZAN'DAN CUMHURİYETİN İLANINA KADAR 139 rından düşürülmeye maruz kalacağımı asla hatıra getirmezdim. Tahmin ediyordum ve ediyorum ki, yabancı düşmanlar bana suikast etmek suretiyle de memleketimdeki hizmetimden beni ayırmaya çalışacaklardır. Fakat hiçbir zaman hatır ve hayalime getiremezdim ki, bu Yüksek Meclis'te, isterse iki üç kişi olsun aynı zihniyette bulunabilsin. Dolayısıyla, ben anlamak istiyorum, bu efendiler kendi seçim daireleri halkının ciddî olarak fikir ve hislerine tercüman mıdırlar? "Yine bu efendilere karşı söylüyorum, mebus olmak itibariyle doğal olarak bütün memleketi kapsayan bir sıfata sahip bulunuyorlar, o halde, millet bu efendilerle hemfikir midir? "Efendiler, beni vatandaşlık haklarından düşürmek yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen, yüksek heyetinize ve bu efendilerin seçim daireleri halkına ve bütün millete soruyorum ve cevap istiyorum!.."' O gün Meclis'te olduğu kadar bütün millette haklı bir nefret uyandıran bu teklif ve sahipleri memleketin her köşesinden gerek şahsen Gazi'ye, gerek Meclis Reisliği'ne yağan sayısız telgrafla ayıplandı ve nefretle protesto edildi. SEÇİMİN YENİLENMESİ KARARI Belki savaş içinde olduğundan daha fazla dayanış- maya ihtiyaç bulunduğu bir /amanda muhalefet, Meclis'in doğal faaliyetini bozacak raddelere kadar varmıştı. Meclis'e kolaylıkla olumlu ve sağlam kararlar kabul ettirebilecekleri bir zaman geleceğini uman Anlaşma Devletleri barışı sonuçlandırmamakta fayda görmeye başlamışlardı. Bu fayda düşüncesiyle konferans görüşmeleri iki buçuk ay süründükten sonra büsbütün kesilerek ileriye atıldı (4 Şubat 1923). Artık Meclis yenilenmedikçe, "Millet ve memleketin ağır ve sorumluluk isteyen işlerini yürütmenin imkânsız hale geldiği"2 ve düşmanların iç siyaset kargaşalığından bekledikleri ümitleri kesip atmak gerektiği kanaati yaygınlaşıyordu. Yeniden Lozan'a gitmeye hazırlanan delege heyetimizin memleketi kuvvetle temsil edebilmesi için seçimin yenilen\ "Nutuk", s.440, (lüks basımı, s.516-517). 2 "Nutuk", s.441 (lüks basımı, s.518). 140 TARİH mesi ve milletin Millî Mücadele'de olduğu kadar, barış mücadelesinde de sarsılmaz bir birlikle yürüyeceğinin gösterilmesi lazımdı. İşte bu sebepledir ki, seçimin yenilenmesi düşünüldü. Hariciye Vekili İsmet Paşa'nın: - "Barış için çalışıyoruz; fakat buna varılamaması ve savaş halinin yeniden kabul edilmek zorunda kalınması ihtimali vardır. Konferansta sözümüzün ve kararlarımızın milletin en son sözü ve en son kararı olduğunu ispat edebilmek için yeni seçim yapılması lazımdır" anlamındaki sözlü teklifi ve onu destekleyen 120 kadar mebusun önergesi üzerine açılan görüşmede yeni seçim kararlaştı. Aynı günde Meclis kararı şu tezkereyle İcra Vekilleri Reisliği'ne bildirildi: "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bugün toplanan 15. toplantısının birinci oturumunda 20 kadar üyenin teklifi üzerine derhal seçimlere başlanması kararlaştırıldı. 1/4/1339 (1923) Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Gazi M. Kemal" Yeni seçimler için değiştirilen Seçim Kanunu'na demokratlık esaslarına uygun dört nokta girdi: 1) Eski kanunun 50 bin erkek nüfus için bir mebus göstermesine karşılık yeni şekilde her 20 bin erkek nüfusun bir mebus çıkarması; 2) 18 yaşını tamamlayan her erkek vatandaşın mebus seçiminde oy verebilmesi (eskiden 25 yaşında başlıyordu); 3) Birinci ve ikinci devrede seçmen veya mebus olabilmek için vergi verir olmak şartının kaldırılması; 4) Öğretmenler müstesna olmak üzere merkezden tayin edilen memurların müntehibi sani" seçiminden iki ay evvel istifa etmedikçe memur bulundukları yerlerde mebus olamamaları; gibi esaslar kabul edildi. * Müntahibi sani: İki dereceli seçimde birinci seçmenlerin seçtikleri kimse (Kaynak Ya-vmlan'nm notu). LOZAN'DAN CUMHURİYETİN İLANINA KADAR 141 İKİNCİ MİLLET MECLİSİNİN SEÇİMİ ANADOLU VE RUMELİ MÜDAFAAİHUKUK CEMİYETİNİN HALK FIRKASINA DÖNÜŞMESİ Seçimin yenilenmesi karan üzerine Gazi, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti adına bir beyannameyle sonradan "Halk Fırkası"nın kurulmasına esas olan programın programını millete bildirdi. Zaten daha dört ay evvel Halk Fırkası adıyla siyasî bir fırka kurtulacağı ve memleket aydınlarının bu hususta dü-şunduklerının doğrudan doğruya kendilerine bildirilmesi Gazi tarafından Ankara basını vasıtasıyla memlekete ilan edilmişti. Türkiye siyasî hayatında bir yenilik olan bu girişim tarihinden bir yıl kadar sonra Gazi Anadolu'da aylarca süren bir inceleme seyahatine çıkmış, kuracağı fırkanın esasları etrafında halkla da uzun uzadıya görüşmüştü. Bu temasların sonucu, seçim beyannamesini oluşturan "Dokuz İlke" halinde billurlaştı (8 Nisan 1932). Gazi gerek geleceğe ait devrim ve reform tasavvurları gerek başarılı bir seçimin millî birliği mutlak olarak göstermesi suretiyle Lozan Görüşmeleri üzerinde yapacağı etki açısından İkinci Büyük Millet Meclisi'nin toplanışına özel bir önem veriyordu. İlkelerde başlıca: "Hâkimiyet milletindir"', "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden başka hiçbir makam millî kadere hâkim olamaz , Bunun kanunların düzenlenmesinde, her tür teşkilatta, idarenin genel ayrıntılarında, genel eğitimde, ekonomide millî hâkimiyet esasları dahilinde hareket edilecektir", "Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişemez ilkemizdir" gibi temel esaslarla, mahkemelerin ve kanunlarımızın iyileştirilmesi. ;Kır denilen vergi usulünün değiştirilmesi, millî bankaların kuvvetlendirilmesi, denin yollarının artırılması, eğitimin birleştirilmesi, askerlik süresinin azaltılması gibi önemli ihtiyaçlar tespit edilmişti. Barış hakkında; malî, iktisadî, idarî bağımsızlığımızın ne olursa olsun sağlanması şart tutuluyordu. Cumhuriyet'in ilanı, hilafetin kaldırılması, Şer'iye Vekâleti'nin kaldırılması suretiyle din ve devlet işlerinin ayrılığı işinin tamamlanması, medreselerle tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi gibi daha evvelden kararlaştırılmış büyük reform tasavvurlarından ilkelerde bahsedilmemesi", "cahil ve gerici-- 61 142 TARİH lerin vaktinden evvel milleti zehirleyebilmelerine meydan vermemek içindi."1 İkinci Büyük Millet Meclisi, yalnız Lozan Barışı'nı onaylamak değil, bütün bu büyük ve hayırlı işlerin kanunlarını çıkarmak şerefini kazacak bahtiyar bir meclis olacaktı. LOZAN ANTLAŞMASININ TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE ONAYLANMASI ANTLAŞMA KUVVETLERİNİN TOPRAKLARIMIZDAN ÇEKİLMELERİ - Lozan Antlaşması'nın 14. faslını topraklarımızın Antaşma kuvvetleri işgali altında bulunan kısımlarının boşaltılması oluşturuyordu. Daha evvel, Lozan Antlaşması esaslarından bahsedilirken söylendiği üzere, bo-' antlaşmanın Büyük Millet Meclisince onay- lanmasmın ardından altı hafta zarfında tamamlanacakti. İkinci Büyük Millet Meclisi antlaşmayı 23 Ağustos 1923 Perşembe günü onayladı. Meclis'in onaylama kararı aynı günün gecesinde saat 22 buçukta İstanbul'daki Anlaşma Devletleri komiserlerine bildirildi. Yıllardan beri güzel şehirlerimize, eşsiz sahillerimize, sevgili topraklarımıza hiç çıkmayacakmış gibi yerleşmiş ve hele bu tarzda çıkarılacaklarını hatırlarına bile getirmemiş olan devletler artık 23/24 Ağustos gecesinin tarihî saatinden itibaren altı hafta içinde kumandanları, amiralleri, askerleri, polisleri, jandarmaları, casusları, zırhlıları ve toplarıyla birlikte ebedî olarak çıkıp gitmek zorunda bulunuyorlardı. Gidiş faaliyetlerine Bostancı ve Maltepe'deki iki alaylarını ve 27 toplarını gemilerine yükletmek suretiyle en evvel İngilizler başladı. Ekim başlarına kadar tümenlerin, alayların, ağırlıkların, istihkâm kıtalarının, uçak bölüklerinin yolcu edilmelerine devam olundu. Nihayet mühletin son anları geldi ve 2 Ekim 1923 Salı günü Anlaşma generalleri ve askerlerinin son kafileleri Dolmabahçe önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamladıktan sonra, memleketimiz hakkında asırlarca beslenmiş kötü niyetlerle birlikte denize açılarak uzaklaşıp gittiler (Res. 74-76). ANKARA: YENİ TÜRK DEVLETİNİN MERKEZİ 1923 Düşman ayağı İstanbul'dan çekilir çekilmez ortaya idare merkezinin neresi olacağı meselesi çıktı. Yeni Millet Meclisi'nde daha ilk aylarda belirmeye yüz tutan küçük bir muhalefet cereyanı, Ankara'nın mil(13 EKİM 1923) lî idareye merkez olması tasavvurunu olumsuz hareket ve girişimlere bir 1 "Nutuk", s.437, (lüks basımı, s.512). LOZAN'DAN CUMHURİYETİN İLANINA KADAR 143 başlangıç edinmek istedi. İstanbul'un "payitaht" kalmasının zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu ileri sürdüler. Bunlar "payitaht"* kelimesinin taht ve sultanla birlikte tarihe gömülmüş olduğunu unutmuş görünüyorlardı. "Ankara veya İstanbul'dan birinin seçilmesi işini bir politika manevrasına vasıta olarak kullanmaya kalkıştılar. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra baştan başa harap, yolsuz, demiryolsuz bırakılmış uzak memleket köşelerinin İstanbul'dan idaresi ve en kısa zamanda refah, medeniyet ve mutluluğun yüksek mertebesine ulaştırılması mümkün değildi. Ankara'nın merkez yapılması tasavvuru siyasî, askerî, idarî açılardan da millî idarenin en isabetli fikirlerinden biriydi. Yine bu sebeplerledir ki, kendileriyle savaş halinden henüz çıkmış olduğumuz birçok devlet Ankara yerine İstanbul'un merkez edinilmesinde Meclis'teki yeni muhalefet grubunun düşünüşüne katılıyor, elçiliklerin Ankara'ya gönderilmeyeceği tehdidiyle Türkleri bu tasavvurdan vazgeçirmek mümkün olabilir sanıyorlardı. Bütün tereddütlere son vermek için, "Artık yeni Türkiye Devleti'nin idare merkezini kanunen tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler yeni Türkiye'nin idare merkezini Anadolu'da seçmek lüzumunu bu-yuruyordu." "Coğrafî ve stratejik konum en kesin öneme sahipti. Devletin idare merkezini bir an evvel tespit ederek iç ve dış tereddütlere son vermek elzemdi."] İşte bu düşüncelerle, ilk millî kahramanlık mertebesini Anafartalar'da İstanbul'u kurtararak almış ve İstanbul'a sevgisini, kurtuluştan sonra onu ilk ziyaretinde: "İstanbul'dan çıktığım günden bugüne kadar sekiz sene geçti. Ayrılık ve özlemle geçen dakikaların bile ne kadar uzun geldiği düşünülürse, sekiz yıllık hasretin İstanbul'un saygıdeğer halkı için ruhumda ateşlediği arzunun büyüklüğü kolaybkla takdir olunur. İki büyük dünyanın birleştiği noktada Türk vatanının süsü, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul bütün vatandaşların kalbinde yeri olan bir şehirdir" cümleleriyle anlatmış olan Gazi, meseleyi Büyük Millet Meclisi'nin inceleme ve görüşmesine koymak kararını verdi. İsmet Paşa'nın -o zaman Hariciye Vekili- 9 Ekim 1923 tarihli bir maddelik * Payitaht: Taht merkezi anlamında; başkent (Kaynak Yayınlan'nın notu), l "Nutuk", s.484, (lüks basımı, s.567). 144 TARİH kanun teklifi 13 Ekim 1923 tarihli Meclis toplantısında konuşuldu. Uzun tartışmalardan sonra büyük bir çoğunlukla "Ankara"nın devlet merkezi olması kararlaştı. Kabul edilen kanun maddesi şuydu: "Türkiye Devleti'nin idare merkezi Ankara şehridir." Deniz veya göl kıyılarından, ırmak yalılarından uzak, yalçın ve çıplak bir kaya parçasının eteğinde kurulmuş olmakla beraber, gökyüzüne atılırken taş ve toprak kesilmiş dalgalan andıran heybetli dağları, bin renkte muhteşem doğu ve batı levhaları, çok yıldızlı ve ışıklı gökleri ile Ankara eşsiz bir yayla güzelidir, iklimi sağlam, havası temiz ve kuvvet vericidir. Ovayı sıra setler, tabyalar halinde çeviren demir, tunç ve bakır renkli dağlar Ankara'yı Türk vatanının zapt edilmez hâkim kalesi haline getirmiştir (Res. 77-80). 13 Ekim 1923 kanunuyla Türkler ikinci defa olarak Orta Anadolu yaylasında kuvvetli bir devlet merkezi kurmuş oluyorlardı. Orta yaylada ilk defa devlet merkezi edinenler Eti Türkleriydi.' Tarih I. "Eski Zamanlar." KETLERİNİN UYGULANMASINDA GÜDÜLEN USUL II CUMHURİYETİN İLANI (29/30 EKİM 1923) TÜRK DEVRİM VE "Türkün ata yurduna ve Türkün bağımsızlığına REFORM HARE- tecavüz edenler kimler olursa olsunlar, onlara bütün milletçe silahlı olarak karşılık vermek ve onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün gereklilik ve zorunluluklarını ilk günde belirtip ifade etmek elbet isabetli olamazdı. Uygulamaları birtakım safhalara ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletin his ve fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Dokuz senelik fikir ve uygulamalarımız bir mantık zinciri içinde incelenirse,, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz genel istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yönelttiği hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür."' Gazi'nin bu birkaç cümlesi millî mücadelenin zafere varan yürüyüş ve gelişme safhalarının hazırlanmasında güdülen usulü gösterdiği kadar, siyasî, toplumsal devrim hareketlerinin de nasıl önceden hazırlanmış bir sıra ve düzen içinde yürüdüğünü ve her biri için ancak en elverişli sayılan zaman gelince uygulama sahasına geçildiğini açıkça gösterir. Türk devriminin uygulama şiarlarından biri de dertlerin kökünden sökülmesi ve atılan adımların asla ve hiçbir şekilde geri alınmamasıdır. Devrim esaslarını millî bünyeye birer birer uygulamada güdülen yolu ve usulü iyice öğrenmek için yine onların Büyük Yapıcısının sözlerini dinleyelim. Gazi bu usulü şöyle tarif eder: l "Nutuk", s. K), (lüks hasımı, s.13-14). 146 TARİH "Tezahür eden millî mücadele, dış istilaya karşı vatanın kurtuluşunu tek hedef saydığı halde, bu millî mücadelenin başarıya erdikçe, safha safha bugünkü devre kadar 'millî hâkimiyet1 idaresinin bütün esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi1 tarihin doğal, zorunlu ve önüne geçilmez gereklerindendi. Bu kaçınılmaz tarih yürüyüşünü geleneksel alışkanlıklarıyla derhal hisseden Hanedan, millî mücadelenin amansız düşmanı oldu. Tarihin bu kaçınılmaz seyrini ilk anda ben de gözlemledim ve hissettim. Fakat sonuna kadar kapsamlı olan bu hislerimizi ilk anda tamamen belirtip ifade etmedik. Gelecekteki ihtimaller üzerine fazla açıklamalar, giriştiğimiz gerçek ve maddî mücadeleye, hayaller mahiyetini verebilirdi. Dış tehlikenin yakın tesirleri karşısında etkilenenler arasında geleneklerine, fikrî kabiliyetlerine ve ruh hallerine aykırı olan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda direnişlerini tahrik edebilirdi. Başarı için pratik ve emin yol her safhayı vakti geldikçe uygulamaktı... Milletin gelişmesi ve yükselmesi için selamet yolu buydu. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin başarı yolu yakın çalışma arkadaşını olarak tanınmış kişilerden bazılarıyla aramızda, zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, uygulamalarda esaslı veya ikincil birtakım anlaşmazlıklar, kırıklıklar ve hatta ayrılıkların da sebebi ve açıklaması olmuştur. Millî mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişimlerinde kc adi fikir ve ruhlarının kavrayış sınırı bittikçe bana direnmeye ve muhalefete geçmişlerdir. "... Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki, ben mille-tin vicdanında ve geleceğinde hissetiğim büyük gelişme yeteneğini bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak sıraları geldikçe bütün toplumumuza uygulattırmak zorundaydım."2 Birbiri ardınca doğacak bütün sıra devrimler demek olan bu "millî sır"n Millî Reis gerçekten sıkı bir şekilde tutmuş ve ancak fikirleri hazırlamak gerektikçe zaman zaman ve safha safha yaymıştır. Mesela "l Kasım 1922" kararlarıyla saltanat kaldırılarak yeni devlete "Türkiye Büyük 1 Yani saltanatın yıkılması. Cumhuriyet'iıı kurulması vs. 2 "Nutuk" s. 10-11. (lüks huşum, s. 14). CUMHURİYETİN İLANI 147 Millet Meclisi Hükümeti" adı verildikten sonra artık yapılması gereken şeyin tamamen yapılmış olduğu kanaati yer bulmuşken, O: "Yeni Türkiye'nin yenileşme işi daha sonuna varmamıştır. Türkiye Anayasası'nm henüz gelişme yolunda son ve kesin şekli aldığı zan-nedilemez. Değişiklikler ve düzeltmeler yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir."' "... Kayıtsız ve şartsız tabiriyle açıkça belirtilen hâkimiyeti milletin sorumluluğu altında tutmak demek, bu hâkimiyetin bir zerresini, sıfatı, ismi ne olursa olsun hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir. Bununla kastettiğini manayı kolaylıkla anlayabilirsiniz." "... Atılan adım bundan sonra atılması gereken adımların başlangıcıdır. İnsan başlangıçta iken sona erdiğini iddia ederse, dünyanın en derin gafletleri içinde kendisini kaptırmış görür. Biz daha çok adımlar atmak zorundayız. Bu adımlar hem çok seri hem de çok uzun olmalıdır"2 diyordu. Bu sözler o zamanın anayasasındaki "Büyük Millet Meclisi Hükümeti" şeklinin "Cumhuriyet."e dönüşeceğine ve onları daha birçok yapılması zorunlu yenilik ve devrim hareketinin takip edeceğine işaretti. Halifeliğin kaldırılması, din ile devletin ayrılması, medereselerin, tekkelerin kapatılması, fesin atılması, medenî kanunumuzun çağdaşlaştırılması gibi birbiri peşinden yürütülecek yenilikler için Gazi, bunların henüz hiç kimsenin hatırından geçmediği bir zamanda şu işarette bulundu: "Milletin uyanıklığına, milletin ilerleme ve gelişme yeteneğine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün gereklerini yapacağız. Bunların tamamını inceleme ile, azim ve iman ile ve millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer halledip sonuçlandıracağız. O millet aşkı ki, her şeye rağmen sinemizde sönmez bir kuvvet, metanet ve ateş kaynağıdır."3 Bu, o zaman için kapalı, fakat bugün artık çok açık cümleler, daha evvel söylediğimiz bir sır'rm uygun zamana kadar saklanması için bulunmuş şekillerdi. 1 Gazi'nin "Nene Frcie Presse" gazetesi muhabirine demeci (27 Eylül 1923). 2 İzmir'de 28 Aralık 1923 tarihli nutuk. 3 İzmir'de İstanbul gazetecilerine hitabe (4 Şubat 1923 Pazartesi). 148 TARİH İKİNCİ BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE İLK MUHALEFET KAYNAŞMALARI HÜKÜMETİN İSTİFASI Daha ilk aylarından itibaren ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde açıkça ortaya çıkmayarak sizli faaliyette bulunan muhalif bir hizip kuruldu. Bu hızip Vekiller Heyeti aleyhine şiddetli harekete geçti. Bazı gazeteler Halk Fırkası'nın birliğini bozmak, hükümeti düşürmek ve yerine geçmek amacını güden bu kaynaşmayı hararetli yazılarla körüklemeye giriştiler. Muhalefet henüz örgütlü bir halde olmamakla beraber, onu yapanların hepsi hükümeti düşürmek, parti ve hükümet konumlarına hâkim olmak maksadında birleşiyorlar ve barışını henüz imzalamış, uzun savaş yıllarının yorduğu, yaktığı memleketi yeni baştan yapmak, iktisat ve kültürce yükseltmek, yeni devlet kuruluşunu tamamlamak vesaire gibi her biri diğerinden daha büyük ve ağır işler karşısında bulunan yeni rejimi zayıflatacak ve sarsıntıya uğratacak faaliyetlerde bulunuyorlardı. Muhalefet, uygulanmasına hazırlanılan yenilik ve reform projelerine pek doğal olarak muhalif bulunan muhafazakâr ve gerici ruhlu unsurlara dayanmaktan, onlara yaranacak tarzda sinsi siyaset gütmekten ve hatta halifeyi ele alarak vasıta edinmekten geri durmuyordu. Ancak ortaçağ insanlarının taşıyabileceği ilkel bir bölgecilik zihniyetiyle mebusların vilayetlerine göre kümelere ayrıldıkları ve bu vilayet kümelerinin aralarında siyasî meseleler üzerinde uyuşmalar ve ittifaklar yaptıkları görülüyordu. Bu usule göre siyasî meselelerde, devlet işlerinde fikirler, kanaatler ve görüşlerle değil, nüfus tezkereleriyle birleşilmiş oluyordu. Hükümet ve parti makamlarının vilayet kümelerindeki mebus sayılarına göre paylaşılmasına hazırlanılıyordu. Millî hâkimiyetin, halk idaresinin yüksek manasını anlamakta ve uygulamakta henüz acemi olanların makam ve mevki hırsıyla açtıkları bu cereyan bir ara genişlemeye yüz tutar oldu. Hükümet görev yapmayacak bir hale gelerek istifa etti. Aralarındaki bağ ortak bir büyük fikir, bir yüksek gaye olmayan bütün toplantılar gibi bu hizip de ortak saldırı hedefi ortadan kalkar kalkmaz kendi içinde dağıldı. Yürütme makamlarının paylaşılmasında bir türlü uyuşulamıyor, günler geçtiği halde yeni Vekiller Heyeti bir türlü oluştumCUMHURİYETİN İLANI 149 lamıyordu. Meclis odalarında, özel evlerde birçok grup tarafından geceli gündüzlü toplanmalarla vekiller heyeti listeleri yapılıyor, fakat hiçbir grup ortaya çoğunluk kazanabilecek bir liste koyamıyordu. Parlamento içinde fikir ve kanaat kargaşalığı ve bunun sonucu olan hükümet buhranı bütün zararlarıyla hüküm sürüp gidiyordu. ANAYASA'DA DEĞİŞİKLİKLER HÜKÜMETİN KURULMASINDA KABİNE USULU "••• Anladım ki, Parti Heyeti dahi kesin bir aday listesi düzenleyememektedir. Parti İdare Heyeti üyelerinden gerekenlerle görüşmekte devam ederekkesin bir liste tespit etmelerini tavsiye ettik- ten sonra yanlarından ayrıldım. Gece olmuştu. Yemek esnasında: 'Yarın cumhuriyet ilan edeceğiz!' dedim. Hazır bulunan arkadaşlar derhal fikrime katıldılar. Yemeği terk ettik! O dakikadan itibaren, hareket tarzı hakkında kısa bir program tespit ettim ve arkadaşları görevlendirdim.1 "Efendiler, görüyorsunuz ki, cumhuriyet ilanına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davete ve onlarla görüşmeye ve tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların zaten ve doğal olarak benimle bu hususta bir fikirde olduklarına şüphe etmiyordum. Halbuki o esnada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden ve görüş ve onayları alınmadan cumhuriyetin ilan edilmiş olmasını gücenme ve ayrılma vesilesi saydılar."2 Büyük Nutuk'un bu cümlelerinden de anlaşılacağı üzere durum artık hem Devlet Başkanı, hem Halk Fırkası'nın Genel Başkanı olan Büyük Millî Reis'in müdahalesini lüzumlu kılacak dereceye varmıştı. Hizip evvela, istediği gibi bir hükümet kurmakta serbest bırakılmıştı. "Meclisi kandırmaya çalışan hizip şu veya bu tarzda bir hükümet kurmayı başarabildiği takdirde, bu hükümetin bir müddet idare tarzını ve idaredeki başarısını takip ve hatta ona yardım etmenin uygun olacağı kanaatinde bulunduk. Fakat bu suretle kurulacak hükümet, memleket idaresinde ve yeni gayelerimizi takipte aciz ve sapma gös1 28/29 Ekim gecesi 1923. 2 "Nutuk", s.488 (lüks basımı, s.571). 150 TARİH terirse, bunu Meclis'te belirterek Meclis'i aydınlatmak şıkkını yeğ bulduk. Hükümet kurmayı başaramadıkları halde, doğacak dağılmanın Meclis'çe bir uyanma vesilesi olacağı doğaldı. Buhran ve dağılmayı sürdürmeye izin verilemeyeceğinden, işte o zaman bizzat müdahale ederek tasavvur ettiğim meseleyi ortaya koymak suretiyle işi esasından halledebileceğimi düşünmüştüm."1 İşte o zaman, yani işin esasından halledileceği zaman gelmiş bulunuyordu. Gazi Mustafa Kemal'in, daima en çok tercih ettiği usul, esasen, kötülüklerin kökünden çıkarılması, dertlerin tam ve mutlak şekilde tedavisidir. O, bütün icraat hayatında yarım, tedbirden nefret etmiş ve yalnız günün sorunlarını atlatmak yolunu hiçbir zaman beğenmemiştir. Bu sefer de, millî mücadele devam ettiği müddetçe az çok başarıyla uygulanabildiği halde, barıştan sonraki şartlara uymayan "her vekilin Meclis tarafından ayrı ayrı seçilmesi" usulünü büsbütün kaldıracak ve hükümetin yeni kurulma usulü ile birlikte yeni Türk Devleti'nin gerçek şeklini yani "cumhuriyet"! asıl ismiyle kuracaktı. Gazi'yi dinlemeye devam edelim: "O gece birlikte bulunduğumuz arkadaşlar, erkenden gittiler. Yalnız İsmet Paşa Çankaya'da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Ocak 1337/1921 tarihli Anayasa'nın devlet şeklini tespit eden maddelerini şöyle değiştirmiştim. Birinci maddenin sonuna:2 'Türkiye Devleti'nin hükümet şekli cumhuriyettir' cümlesini ilave ettim. Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim:3 'Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Hükümetin böldüğü idare şubelerini, İcra Vekilleri vasıtasıyla idare eder.'" Gazi o gece cumhurbaşkanının seçilmesi usulüne ve başbakanın seçilmesi ile hükümet kurulması tarzına ait esasları da tespit etti. 1 "Nutuk", s.486-487 (lüks basımı, s.569). 2 Bu kanunun birinci maddesi şöyleydi: "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. İdare usulü halkın kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır." 3 Anayasa'nın o zamanki 3. maddesi şöyleydi: "Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti' unvanını taşır." 152 TARİH Millet Meclisi'nin Ankara'da toplanma tarihi olan 23 Nisan 1920'de bütün hukukî mana ve mahiyetiyle kurulmuş bulunuyordu. Büyük Millet Meclisi'nin ilk toplanışında Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Reisi ve Ankara Mebusu Mustafa Kemal'in "bazı itirazlardan ve kısa bir tartışmadan sonra" ' kabul edilen teklifleri, Samsun'a çıkış tarihi 19 Mayıs 1919'dan beri Havza, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara merhalelerinde bir yıla yakın zaman içinde çetin uğraşmalarla hazırlanmış olup da adının konması sonraya bırakılmış bulunan "Cumhuriyet"in birinci Anayasası sayılmalıdır. Büyük Millet Meclisi'nin ve Hükümeti'nin ilk kuruluşuna ait bahiste aynen yazılı olan bu teklifler cumhuriyet idare şeklinin ana esaslarını içermekteydi. "Fakat durumu olduğu gibi telaffuz etmek maksadın kaybedilmesine sebep olabilirdi."2 "Bu esaslara dayalı olan hükümetin mahiyeti kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, millî hâkimiyet esasına dayalı halk hükümetidir; cumhuriyettir."3 Bu ilk teklifin kabulünden dokuz ay sonra 20 Ocak 1921'de çıkan "Anayasa" bu önergedeki esasların doğrulanmasından ve uygulama alanında bazı kısımların genişletilmesinden ibaretti. "Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde iki fikir ve görüş, birbiriyle durmaksızın mücadele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin sürdürülmesiydi. Bu fikrin taraftarları açıktı. Diğer fikir, saltanat idaresine son vererek Cumhuriyet idaresini kurmaktı; bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi açık söylemekte sakınca görüyorduk. Ancak görüşümüzün uygulama kabiliyetini saklı bulundurup uygun zamanda uygulayabilmek için, saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama sahasından uzaklaştırmak zorundaydık. "Yeni kanunlar yapıldıkça, özellikle Anayasa yapılırken Padişah taraftarları, Padişah ve Halifenin hak ve yetkilerinin açıkça belirtilmesinde ısrar ederlerdi. Biz bunun zamanı gelmediğini veya lüzumu olmadığını söyleyerek o tarafı konuşulmamış bırakmakta fayda görü1 "Nutuk, s.277 (lüks basımı, s.326). 2 "Nutuk", s.276 (lüks hasımı, s326). 3 "Nutuk", s.277 (lüks basımı, s.327). CUMHURİYETİN İLANI 153 yorduk. Devlet idaresini cumhuriyetten bahsetmeksizin millî hâkimiyet esasları dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekilde toplamaya çalışıyorduk."' GAZİ MUSTAFA KEMAL TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN İLK REİSİ - Cumhuriyet'in kuruluşunda kanunî şeklin tamamlanması demek olan görüşmelerden ve karardan sonra cumhurbaşkanının seçilmesine geçildi. Türk Milletinin, Türk Cumhurunun Reisi gerek millet, gerek onun meclisi tarafından zaten çoktan seçilmişti. O halde bu seçim de kanun alanında olduğu gibi, sadece gerçek durumu tespitten ve Millî Reis'e yeni kanuna göre unvan vermekten ibaret olacaktı. İkinci Büyük Millet Meclisi, temsil ettiği milletin genel arzu ve iradesine gerçek tercüman olarak, oybirliğiyle Gazi Mustafa Kemal'i Türkiye Cumhuriyeti Reisi seçti. Böylece altı yıl evvel, 1919 Temmuz'unun 8/9 gecesi saat 22:50'de Harbiye Nezareti'ne ve on dakika sonra saat 23:00'da Padişah'a Erzurum'dan çektiği telgrafla ordu müfettişliği görevinden ve rütbelerinden istifasını bildiren "resmî sıfat ve yetkilerden arınmış olarak, yalnız milletin şefkat ve yiğitliğine güvenerek ve onun bitmez feyiz ve kudret kaynağından ilhanı ve kuvvet alarak"2 vatanı kurtarmak ve Türk milletine layık bir devlet kurmak maksadına hayatını adamış olan Mustafa Kemal (Res. 81) o gün, kendisi de kurduğu idare gibi gerçek unvanını almış oldu (29/30 Ekim 1923, saat 20:44). Seçilmesinin ardından Meclis'te söylediği nutukla Büyük Millî Kahraman aynı zamanda yüksek bir tevazu kahramanı olduğunu göstermiştir. Millet hafızasında yer tutması gereken şu parçalar o nutuktandır: "... Bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis'in başkanlığında bulundurduğunuz arkadaşınıza ifa ettirdiğiniz görevi cumhurbaşkanı unvanıyla yine aynı arkadaşınıza, bu âciz arkadaşınıza verdiniz... (Estağfurullah, hakkınızdır sesleri). "Merhum Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) - Gazi arkadaşımız! "Gazi (devamla) - Bu münasebetle şimdiye kadar hakkımda göstermiş olduğunuz sevgi, samimiyet ve güveni bir defa daha göster1 "Nutuk, s.507-508 (lüks basımı, s.592). 1 "Nutuk", s.507-528 (lüks basımı, s.35). 154 TARİH inekle yüksek kadirşinaslığınızı ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı yüksek heyetinize bütün samimiyetimle teşekkürlerimi arz ederim. (Estağfurullah, başarılar dileriz, sesleri). "...Acizleri ulaştığım bu güvene layık olmak için pek önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacımı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüksek heyetinizin şahsım hakkındaki yakınlık, güven ve yardımının devamıdır." (Hiç şüphe yok, daima! sesleri). "... Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile ayrı görmeyerek çalışacağım. Milletin sevgisini daima dayanak noktası kabul ederek hep beraber ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mutlu olacaktır! (Şiddetli ve sürekli alkışlar)."1 "CUMHURİYET"İN İLANINDAN SONRAKİ GÜNLERDE "Cumhuriyet"in geceyarı'sından sonra her tarafta yüz bir topla ilanı bütün memlekette en büyük bayram sevinciyle karşılandı. Büyük Millet Meclisi'ne ve Gazi'ye sevinç ve teşekkür telgrafları yağdı. Sayısız heyecanlı mitingle millet bugünü derhal millî bayram edindi. Bir taşkın sevinç tablosu içinde beş on kişi denebilecek kadar sınırlı bir politika zümresi dargın ve hoşnutsuz bir sima gösteriyordu. Bunlar arasında Büyük Millet Meclisi Hükümeti devrinde önemli mevkilere çıkarılmış birkaç kişi ile mebus olmakla beraber askerî görevleri başında bulunan birkaç kumandan vardı. Milletin coşkun memnuniyeti, Millet Meclisi'nin ittifaklı karan karşısında düşündüklerini açık söyleyememekle beraber: a) Cumhuriyet kararının kendilerine sorulmadan verilmiş olması; b) Parti ve Meclis'ten kararın çabuk çıkmış bulunması gibi bahaneler; c) Cumhuriyet için olduğu gibi bir gün ansızın halifeliğin de kaldırılmasına karar verilebilmesi; gibi sebeplerle eleştirici ve itiraz edici tutumlar takınmışlardı. Halbuki yıllardan beri tam bir demokrasiyle idare olunan bir memlekette Millet Meclisi'nin oybirliğiyle verdiği kararı -üstelik cumhuri1 TBBM zabıtları (29 Ekim 1923). CUMHURİYETİN İLANI 155 yet ilanı kararını- kendilerine sorulmadan verilmiştir diye kabule layık görmemek pek uygunsuz olduğu gibi, Parti ve Meclis'ten kararın sekiz-do-kuz saatlik bir görüşmeden sonra, yani kendi varsayımlarına göre çabuk çıkmış olması savıyla onun aleyhinde bulunmaya kalkışmak da yanlıştı. Dünyanın hiçbir memleketinde hiçbir zaman meclislerden ve partilerden hangi kararların ne kadar saat ve dakikada çıkması gerekeceğine dair bir usul ve kural konulmamıştır. Düşünen heyetler kararlarını takvimin yaprağına veya saatin yelkovanına bakarak değil, fikirlerinin ve vicdanlarının kanaatlerini dinleyerek verirler. Yıllardan beri bütün şekilleri ve gerekleriyle yalnız ismi resmen anılmadan yaşamakta olup gerek milletin, gerek Meclis'in fiilen alıştığı ve tamamen benimsediği bir idareye gerçek adının verilmesi için geceli gündüzlü uzun görüşmelerin yeterli gelmeyeceği sanısı ise elbette anlamsızdı. Bu kadar esassız bahanelerle ortaya çıkmış olan eleştiriciler birkaç gazeteyle yayın alanında da faaliyete geçerek milletin sevincini ve mutluluğunu bulandırmak yolunu tuttular. III HALİFELİĞİN KALDIRILMASI (3 MART 1924) HALİFE VE HİLAFET KELİMELERİNİN SON ANLAMI VE GÖSTERDİĞİ NEYDİ? Müslümanlar henüz azlık iken genel ibadetlerde bizzat Peygamber imamlık ederdi. Müslümanlar çoğalınca imamların da çoğalması gerekti. Peygamber imamlara kendi adına namaz kıldırmak yetkisini ve- rerek kendisi başimam mevkiine geçti, islamlık kuvvet kazanıp da savaşla, askerî fetihlerle kasabalar, şehirler, vilayetler elde etmeye başlayınca, Peygambere imamlıktan büsbütün ayrı yeni bir iş daha çıktı. Başimamlığm yanma bir de Hicaz dolayları Araplarının millî reisi sıfatıyla bu yerleri idare görevi katıldı. Peygamberden sonra başimamlığa seçilenlere "halife" adı verildi. Böylece "halife" kelimesi imamdan çok Arap İmparatorluğu'nun devlet reisini ifade eden bir unvan haline geldi. Emevî hanedanının kurulması ve Arap saltanatının bir sülale eline geçmesiyle, Peygamberin kurduğu usul ve hukuk açısından artık halifelik yani "seçilmiş başimam vekilliği" son bulmuştu. Ondan sonra Eme-viler ve Abbasiler, halifeliği Arap siyasî hâkimiyetinin yayılmasına bir alet olarak kullandılar. Hulâgû'nun Bağdat'ta son Abbasi Hükümdarı Mu-tasım'ı idam etmesiyle bu şekil de ortadan kalktı. Halifelik iki buçuk asır kadar (12581517) Abbasî hanedanından olmak iddiasında bulunanların bir geçim vasıtası, alınır satılır bir mal haline geldi. Yavuz Selim, Mısır'ı zapt ettiği zaman, orada "Halife Mütevekkil Alâllah" unvanlı ve Mısır Hü-kümeti'nin sadakasıyla geçinen bir Arap buldu. Bu biçarenin hiç denecek kadar ucuz bir ücretle Mısır Hükümeti'ne kiralamakta olduğu halifelik sıfatını imparatorluk siyasetine vasıta olarak kullanmak üzere almaya özenHALİFELİĞİN KALDIRILMASI 157 meşeydi, bu mesele belki o zaman sonuna ermiş, Osmanlı Devleti'nin asrın icaplarına göre gelişmesine engel bir müessese kurulmamış ve Türklük bu boş unvanı taşımak yüzünden birçok zarara uğramamış olacaktı. Osmanlı saltanatı özellikle en son devirlerinde süratle çökmekte olan as-kerî-siyasî kudretinin yerini dolduracak bir kuvvet edinmek gayretiyle halifeliğe önem vermek istedi (Tarih, c.III, "Osmanlı-Türk Tarihi" kısmı). Halifenin "Allanın yeryüzünde gölgesi", "Kâinat nizamının düzenleyicisi" olduğu vesaire gibi birçok ilim ve fen dışı, evham ve hayal mahsulü sıfatlar icat edildi1 ve halifelik etrafında büyük masraflar, rütbeler, makamlar, softaların askerlik muafiyetleri gibi imtiyazlarla beslenen bir medrese edebiyatı meydana getirildi. Fakat bunların, memleketi uykuda ve cahillikte bırakmakta çıkarları olan medresecilerin millet zararına kuvvetlenmesinin, dışarıda Türk milletini boğazlamaya ve Türk vatanını parçalamaya karar vermiş olanları kararlarını uygulamada çabuklaştırmış olmaktan başka etkisi görülmedi. Nihayet, Umumî Harp'te, halifenin ilan ettiği "kutsal cihat" bu halifelik müessesesinin ne kadar boş ve iflas etmiş ve ona dayanan siyasetlerin ne kadar şaşkın ve hayalperest olduğunu meydana çıkardı. Türk vatanının her cephesinde ve özellikle "Darülhilâfetülaliyye" denilen hilafet merkezi İstanbul'un kapılarında Türk varlığını yokluk mezarına gömmek için saldıranlar içinde para ile tutulmuş Müslüman alayları görüldü. Bundan daha acı bir gerçek olarak Peygamberin torunu Şerif Hüseyin, düşman altınını İslamlık haysiyetine ve İngiliz himayesinde krallığı halife idaresinde şerifliğe değişerek oğullan, torunları ve bütün hısım akrabasıyla birlikte hilafete isyan etti; İslamlığı zulümden, kölelikten kurtarmak ve şereflendirmek için damarlarının temiz kanını asırlarca cömertlikle akıtmış olan Türkü peşine taktığı çöl ve şehir Araplarına öldürtmekte İslam olmayan düşmanlarla yarışa çıktı; halifenin, kaç asırlık kılıfından çıkararak İslam âlemine salladığı "sancağı şerif""" altında Türk askerinden başka kimse görünmedi. l Nüshai ncfisei şan-ü şevket ve serlâvhai mecrnuai hilâfet-ü saltanat, hanıi-i din-ü devlet, zıl-li zalîli rabbi izzet, kutbi asumanı hilâfeti kübra, merkezi dairei saltanatı uzma, kıblei amali lıacatı ümem, kâbei meraibi münacatı benî âdem, enıîri kebiri müminin, imamı hümamı müslimin. hâdimül haremeynüşşerifeyn, hakanı bi mislü bi mcdani es-sultan Abdiil-Hamit Hanı sanî halledallahii eyyamı devletühu efendimiz hazretlerinin mağbutu sevalifi asar ve nıücellâyı celâili asar olan... * Sancağı şerif: Kutsal sancak (Kaynak Yayınlan'nın notu). 158 TARİH Osmanlı saltanatının, Türk milletinin en son ve en kutsal varlığını, yani haysiyet ve bağımsızlığını kesin bir tehlikeye düşüren son savaşından sonra halifeliğin tuttuğu yol, bir vehimden ibaret olduğu anlaşılan bu makam ile onu temsil edenlerin her türlü ahlak, fazilet ve insanlık gayretlerinden ve şartlarından ne kadar uzaklaşmış olduklarını daha acı bir çıplaklıkla gösterdi. Bizzat Halife, bütün saltanat ve hilafet kuvvetlerini ve kullarını toplayarak Türk haysiyet ve bağımsızlığını kurtarmak için hayatlarını Anadolu topraklarına adayanlara saldırtmakta düşmanları geri bıraktı. Vatan üstüne birdenbire devrilen felaket küresini yaralı göğüsleri ve paralanmış elleriyle millî sınırlar ötesine itip uzaklaştırmaya çalışan vatanseverleri zehirli ihanet oklarıyla vurmak ve misakı millîyi baykuş gagasıyla didiklemek için elinden gelen bütün çareleri ve elinde olan bütün vasıtaları kullandı. Bizans'ın, taht ve Hıristiyanlık namusu için şimdiki Vefa sokaklarında can veren son imparatoru Kostantin kadar bile ilkel şeref belirtisi gösteremeyerek batırmaya gücünün yetmediği vatandan düşman zırhlısıyla kaçtı ve memleketten giderken, "Hilafet Ordusu" adını verdiği hainler çetesinin alçaklık maceralarından, vatanseverlerin katlini vacip kılan fetvalardan, Sevr Antlaşması'nm esaret halkalarından başka hatıra götürmedi. Millî saraylardan aşırılarak Malaya zırhlısı kamaralarına kaçırılan hazineler vatan hatırası sayılamaz. HAI İFE ABDÜLMECİT EFENDİ HALİFE VE HANEDANIN ÇIKARILMASI Gazinin icraat usullerinden birini gösteren şu cüm- leyi tekrar edelim: "Uygulamaları birtakım safhalara ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletın his ve Fikirlerini hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu."' "Ben şahsî saltanatın kaldırılmasından sonra başka unvanla aynı mahiyette bir makamdan ibaret kalması gereken hilafetin de kaldırıl"Nutuk", s. 10 (lüks hasımı, s.13). HALİFELİĞİN KALDIRILMASI 159 £ l mış olduğunu kabul ediyordum. Bunun uygun zaman ve fırsatta söylenmesini doğal buluyordum."] Demek ki, halifeliğin kaldırılmasında da aynı usul üzerinden gidilmişti. Abdülmecit Efendi'nin saltanat haklarından tamamen arınmış olarak halife seçilmiş olması, halifeliğin büsbütün kaldırılması yolu üzerinde bir aşamadan ibaretti. Bunun için beklenen fırsatları Abdülmecit Efendi akılsızlığı ve ahmak hırsıyla tahmin edildiğinden daha az zamanda birbiri ardınca verdi. Bu kadar büyük ve ağır olaylardan sonra milletin kendisine verdiği mevki ve makamla yetinmeyerek millî hâkimiyet aleyhinde entrikaya sapmakla, Abdülmecit Osmanlı sülalesinden Türk milletine artık hiçbir hayır gelmesinin mümkün olamayacağının en son kesin delilini vermiş oluyordu. Gerçekten, bu adamın daha ilk günden tuttuğu yol, ihanette Vahdet-tin'den pek de geri kalmayacak bir yaratılışta olduğunu gösteriyordu. Gazi, 18 Kasım 1922'de verdiği bir şifreli talimatnameyle Abdülme-cit'in "Müslümanların Halifesi" tabirinden başka unvan ve sıfat kullanmayacağını; halifeliğini bildirmek için İslam âlemine hitaben çıkaracağı beyannamede şu noktaların tespit edilmesi gerektiğini tebliğ etmişti: a) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kendisi halifeliğe seçmesinden açık şekilde memnuniyet beyan edilecektir. b) Vahdettin'in hareketleri ayrıntılı olarak ayıplanacaktır. c) Anayasa hükümlerinin Türkiye ve İslam âlemi için en faydalı ve en uygun idare şeklini içerdiği tespit olunacaktır. d) Türkiye millî halk hükümetinin yaptığı hizmetlerden takdirle bahsedilecektir. e) Beyannamede, bu sayılan noktalar dışında siyasî sayılabilecek bir nokta ve fikir bulunmayacaktır. Halbuki Abdülmecit yayımladığı beyannamede Vahdettin'in ihanet maceraları ve firarı hakkında bir tek kelime söylememiş, "Abdülmecit bin Abdiilâziz Han" şeklinde imza atarak unvanına babasının ismi münasebetiyle saltanat hatırası karıştırmış ve fazla olarak son zaferlerin meydana "Nutuk", s.426 (lüks hasımı, s.499). 160 TARİH çıkmasında Osmanlı hanedanının da yardım ve fedakârlığının görülmüş olduğundan bahsetmek sahtekârlığında bulunmuştur. Kendi hanedanının imzaladığı Sevr Antlaşması'yla yalnız Türk milletinin ölümünün değil "Türkiye, herhangi bir devlet tabiiyetinde veya himayesinde bulunan Müslümanlar üzerinde her tür nüfuz, hâkimiyet ve yargı haklarından resmî olarak, feragat eder" fıkrasıyla halifeliğin de mahkûmiyetinin kabul edilmiş olduğunu unutuyordu. Abdülmecit, bu kadarla kalmamış, aradan gün geçmeden Fatih Sultan Mehmet biçiminde sarık sarmak istemiş, gazetelere beyanat vererek Türkiye işlerinden bahse girişmiş ve sözleri arasına "Ceddim Sultan Selim", "Babam Abdülâziz Han", "milletime rehber olanlar" gibi saltanat terimleri karıştırmaya başlamıştı. Kendisine 18 Kasım'da verilen talimatta kullanacağı unvan bildirilmiş olduğu ve üç gün sonra, yani 21 Kasım'da ikinci defa ihtar edilip eleştirildiği halde 23 Aralık 1922'de Finlandiya Müslüman-larına yazdığı telgrafı "Halifei Resulü Rabbülâlemin" diye imzalamıştı. Bütün bunların kötü niyete işaret etmekle beraber az çok hoş görülebilecek yolsuzluklardan sayılmaları belki mümkün olurdu. Fakat Abdülmecit Efendi cüreti gittikçe azıtarak işine yarayabilecek mahiyette gördüğü softa politikacılar ve hatta politikacı kumandanlar ile sıkı ilişkiler kurmaya kadar ileri gitti. "Meclis'te gerici bir hizip 'Halife Meclis'in, Meclis de Halifenindir' safsatasıyla Millet Meclisi'ni Halifenin bir danışma heyeti ve Halifeyi Meclis'in ve dolayısıyla Devletin Reisi" gibi göstermek propagandalarına daldı; bu doğrultuda risaleler yayımladı. Bir taraftan da İstanbul'da devletin memuru ve ordu müfettişi olarak en fazla güven isteyen bir göreve tayin edilmiş olan bir kumandan "Konya" adını verdiği bir atı, Abdül-mecit'e sonradan ele geçen mektubunda dediği gibi: "En ubııdiyetkâr"* hislerle hediye ederken "Hayvanın Hilafetpenah tarafından takdir edilmesini Allah'ın bir lütfü olarak kabul edeceğini" söylüyor ve kendisini eski sadık bir asker olarak takdim ediyordu. Abdülmecit hiçbir zaman asker kullanmış bir sultan olmayıp, ancak üç buçuk günlük ordusuz bir halife olduğundan, teyit edilen "eski sadakat"in saltanat sülalesine ait olması gere* Ubııdiyetkâr: Kölece bağlılık (Kaynak Yayınları'nın notu). HALİFELİĞİN KALDIRILMASI 161 keceğinde ve bir tür saltanat egemenliğini tanıma vaadini içerdiğinde şüpheye yer yoktur. Halife Efendi verdiği cevabın ilk satırlarında bu "sadakat" kelimesi üzerinde önemle duruyor, hediye edilen atı "esbi saba ref-tar"!;I diye övüyordu. Düzenli cuma alayları düzenleyerek halkın gözünü üstüne çekmeye çalışan. İstanbul'daki yabancı temsilcilere memur yollayarak dış ilişkiler kurmaya çabalayan Abdülmecit çok geçmeden İstanbul'da temas vasıtası olabilecek resmî makamlar dururken "Hilafet hazinesi meselesini" görüşmek üzere Başkarinini'"* elçi mahiyetinde Ankara'ya göndermeye kalkıştı. Artık Gazi'nin vicdanında sakladığı "millî sır"lardan birinin daha açıklanması zamanı gelmişti. Bu lüzum o sırada İzmir'e gitmiş olan İstanbul gazetecilerine: "Milletin uyanıklığına, milletin ilerleme ve gelişme yeteneğine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek cumhuriyetin bütün gereklerini yapacağız. Bunların tamamını inceleme ile, azim ve iman ile, millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer halledip sonuçlandıracağız" cümleleriyle ima edildi. Savaş oyunları dolayısıyla orada bulunan Fevzi, İsmet ve Kâzım Paşalarla görüşüldü: Gazi'nin l Mart 1924 nutkunda resmen söylendi; 2 Mart'ta Halk Fırkası grubu, 3 Mart'ta da Meclis bu lüzumun kanun halinde uygulanmasına karar verdi. 4 Mart'ta Abdülmecit kendisine ümit bağlayan saltanat taraftarlarını umutsuzluk içinde ve hediye edilmiş olan "esbi saba reftar"ı saray ahırında bırakarak bütün hanedanıyla birlikte Türk topraklarından sonsuza kadar dönmemek üzere uzaklaştı. "Arkadaşlar! Sarayların içinde Türk olmayan unsurlara dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu'nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir."' * Esbi saba re ftar: Yel gibi seyirten at (Kaynak Yayınlan'nın notu). ** Karin: Padişahın sürekli olarak yakınında bulunan, mabeyinci (Kaynak Yayınlan'nın notu). l Gazi'nin Dumiupınar'da Meçhul Asker'm mezarı başındaki nutkundan, 30 Ağustos 1924 (Res. 82). 162 TARİH Gerek saltanatın kaldırılmasından sonra, gerek Abdülmecit'in ve hanedanın memleketten kovulmasına karar verileceği sıralarda Gazi'ye halifelik sıfat ve unvanını kabul etmesi için birçok teklif yapıldı. Yakın-uzak bazı İslam memleketler dahi bu hususta ricalarda bulundular. Fakat Gazi, genel olarak İslamlık ve ayrı ayrı İslam milletler için hiçbir pratik ve olumlu faydası bulunmadığı halde bağnaz ve muhafazakâr zihniyete dayanak olarak yenilik ve gelişme cereyanlarının hızını kesen böyle bir makam ve unvanı koruyup sürdürmenin doğru olmadığı ve kendisinin buna vasıta olamayacağı cevabıyla bu teklif ve başvuruları kesin olarak reddetti. IV CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASÎ CEREYANLAR ANAYASA'NIN OLGUNLAŞMA VE HÜKÜMLERİ - Ankara Mebusu Mustafa Kemal'in ilk Anayasa'ya temel oluşturan tasarısından ve 20 Ocak 1921 Ana- yasası'ndan daha evvel bahsetmiştik. Bunlarda millî hâkimiyet esası kesin ve mutlak bir açıklıkla tespit edilmiş olmakla beraber saltanat ve hilafetin tanındığı veya kaldırıldığı açık söylenmiyordu. 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'da ancak esas maddelerin sonuna eklenmiş bir fıkrada: "Kanunu Esasi'nin bu maddelere ters düşmeyen hükümleri sürmektedir" denilerek "saltanat ve hilafet makamlarının" mutlaka anılmasında inat eden muhafazakârların tatmin edilmiş olduğunu da anlatmıştık. Bu Anayasa dokuz ay süren şiddetli tartışmalar sonucunda ve Gazi'nin 18 Eylül 1920 tarihli bir projesi esas tutularak hazırlanmıştı. Cumhuriyet'in kabulü sırasında "Türkiye Devletinin idare şekli Cumhuriyettir" kaydının girmesiyle bu kanun millî hâkimiyet prensibini iik defa tam, rrrarı'ffli'v&açıjtoı'arairıraab etti. Ondan sonra 24 Mayıs 1924'te yeni ve daha kapsamlı bir anayasa kabul edildi; dört yıl sonra, 10 Nisan 1928'de din ile devleti birbirine karıştıran fıkra kalktı ve cumhurbaşkanı ile mebusların yemin şekilleri değişti. Daha evvel yemin edilirken "vallahi" denirdi, şimdi "namusum üzerine söz veririm" denilmektedir. Bugünkü anayasamız, bütün dünya anayasaları içinde millet hâkimiyetini en iyi, en sağlam ve en mükemmel sağlayan kanundur. 164 TARİH ANAYASAMIZIN ESAS HÜKÜMLERİ Anayasamızın ruhunu oluşturan esaslar şunlardır: J 9 * *1- Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. 2- Türkiye Devleti'nin resmî dili Türkçedir; merkezi Ankara şehridir. 3- Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız milletindir. 4- Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olup milletin hâkimiyet hakkını millet adına kullanır. 5- Yasama yetkisi ve yürütme kudreti Büyük Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır. 6- Meclis, yasama yetkisini bizzat kullanır. 7- Meclis, yürütme yetkisini kendi tarafından seçilen cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği bir icra vekilleri heyeti ile kullanır. Meclis, hükümeti her vakit denetleyebilir ve düşürebilir. 8- Yargı hakkı millet adına, usulü ve kanunu dairesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. 9- Anayasa'nın devletin cumhuriyet olduğuna dair olan birinci maddesinin hiçbir şekilde değiştirilmesi dahi teklif edilemez (Madde 102). 10- 1293 (1876) tarihli Kanunu Esasi (Osmanlı saltanat ve hilafet devri anayasası) ile değiştirilmiş maddeleri ve 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa ve ona sonradan eklenmiş bütün maddeler ve değişiklikler kaldırılmıştır. MİLLİ HAKİMİYETTE TEK KUVVETLERİN AYRILMASI VE KUVVETLER DENGESİ Anayasamızın bariz vasıflarından biri, devlet idare-sinde tek kuvvet, yani bütün kuvvetlerin yalnız bir müessesede toplanması usulüdür. Kuvvetler birliği terimiyle ifade edilen bu usul Büyük Millet Meclısi'nin ilk gününden itibaren Gazi tarafından konulmuş olup, o zamandan son yıllara kadar muhalefet cereyanlarının tartışma konusu edindikleri meselelerden biri olmuştur. Bu usul "İdarenin ve haCUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 165 kimiyetin parçalanması ve paylaştırılmasının imkânsızlığı"1 ilkesine dayanan ve "Adı her ne olursa olsun milletin bütün hak ve yetkilerine sahip olarak seçilmiş ve seçilecek olan Büyük Millet Meclisi'nin esas kararlarını diğer bir heyetin kararıyla kısıtlamanın millî idarece takip edilen genel esasların ruhuyla bağdaşmasının mümkün olmaması" ve ayan namıyla olmayıp da mesela uzmanlar meclisi unvanıyla ikinci bir meclisin "millet tarafından mebuslar gibi seçilmesi takdirinde aynı kaynaktan aynı yetkiyi almış iki büyük kuvvetin milletin genel idaresinde etkili olması hukukî durum açısından olduğu gibi" özellikle "Pratik alanda da karışıklığa sebep olacak bir ikilik doğuracağı ve bu durumdan doğan dengesizliği uzlaştırmak için millet hayat ve hukukuna müdahalekâr üçüncü bir kuvvetin varlığını kabul etmek gerekmesi"2 gibi sakıncaların önüne geçmek için tercih edilmiştir. Millî hâkimiyetin "kuvvetler birliği" dışındaki şekillerinden biri öteden beri Amerika'da uygulanandır. Amerika usulü, kuvvetlerin ayrılması esasına dayanır. Orada meclis, hükümetin icraatım denetlemek ve gereğinde güvenoyu vermeyerek hükümeti düşürmek yetkisinden mahrum olduğu gibi, hükümet de meclise hiçbir kanun teklifi getiremez. Kanun teklif etmek hakkı, kanun yapmak hakkıyla birlikte yalnızca meclisindir. Gerçi cumhurbaşkanı aynı zamanda çoğunluk partisi başkanı olursa, partisine parlamentoda istediği kanunları teklif ettirebilir ve aynı zamanda -mecliste değil- parti toplantılarında bakanlarını partiye denetlettirebilir, bu şekilde anayasa hükümleri dışındaki vasıtalarla yapay olarak "kuvvetler birliği" yapılabilir. Fakat çoğunluk partisinin iktidar mevkiine geldikten sonra hiziplere ayrılması, parçalanması veya cumhurbaşkanının, partisinin güvenini kaybetmesi, yahut parti başkanlığından büsbütün düşmesi gibi durumlarda devlet içinden çıkılması zor kargaşalıklara uğrar. Kuvvetin yürütme kuvveti ve yasama kuvveti diye iki elde bulunmasına "kuvvetler dengesi" denir. Avrupa demokrasilerinde uygulanan budur. Bun1 Gazi'nin İzmit'te basın temsilcilerine demeci (13 Ocak 1923). 2 "Nutuk", s.395 (lüks basımı, s.464). Bu satırların yazılı bulunduğu şifreli telgraf tarihi 18/19.2.1922. 166 TARİH da bariz vasıf parlamentonun, yürütme kuvvetini güvenoyu vermeyerek dü-şürebilmesi ve yürütme kuvvetinin de kendisince gerekli gördüğü zamanda parlamentoyu dağıtabilmesidir. Bu usul mutlak ve devamlı çoğunluğa sahip bir parti bulunduğu zaman sakıncasız kalabilirse de, iki ve daha çok parti arasında iktidar mevkii için yarışlar ve değişken uyuşmalar olduğu zamanlarda, siyasî teşkilatı en kuvvetli, en mükemmel memleketlerde bile, millî tehlike oluşturabilecek karışıklıklara ve mesela her on beş günde bir kabine değişmesi gibi kararsızlıklara yol açar. Bu durumdan Avrupa milletlerinin duyduğu hoşnutsuzluk gittikçe artmakta ve "demokrasi buhranı" adı altında sayılan sakıncaların giderilmesine çareler aranmaktadır. Bizim Anayasamızın bütün esas hükümleri gibi "kuvvetler birliği" esası da millî hâkimiyet esasına en uygun olduğu kadar, uygulamada da en sakıncasız bir sistemdir. Bizde tek kuvvet Meclis'tir; icra heyeti, milletin temsilcisi olan Meclis'i dağıtamaz. Milletin yeniden oyunu ve güvenini almak gereken hallerde Meclis'in daha müddeti bitmeden dağılarak yeni seçimlere imkân verilmesi kuvvet ve yetkisi bizde yine Meclis'indir. Böyle durumlarda Anayasamızın 25. maddesi gereğince mebusların yarısından bir fazlasının oyuyla Meclis feshedilir ve yeni bir seçimle milletin oyu ve güveni aranır. Üçüncü Büyük Meclis bu yetkisini kullanarak müddetinin bitmesinden evvel kendi kendisini feshetmiştir. CUMHURİYET HALK FIRKASI VE PROGRAMI Cumhuriyet Halk Fırkası "Anadolu ve Rumeli Müda- faai Hukuk Cemiyeti"mn şeref temelleri üzerinde be-lirli prensiplere dayanarak kurulmuş ilk büyük siyasî Türk partisidir. Meşrutiyet devrinde belli başlı devamlı siyasî kuvvet olan "İttihat ve Terakki Cemiyeti" son gününe kadar tam anlamıyla bir parti halini alamamış, kurulan bazı partiler ise memleket çoğunluğunun, özellikle Türklerin gerçek çıkarlarına uygun olamadıklarından devam etmeye ve gelişmeye imkân bulamamışlar, bazıları da doğar doğmaz ölmüşlerdi. 7922 yılının son aylan Birinci Büyük Millet Meclisi'nde fikirlerin, kanaatlerin en karışık, en dağınık olduğu devirdir. Hemen hepsi Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin mensubu ve adayı olarak seçildikleri halde fikirlerde CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 167 birbirine düşman denecek kadar ayrılık gösteren hiziplerin oluşması, birbirinden çok ayrı siyasî meslekler mensubu insanların sonsuz olarak beraber yürümelerinin imkânsızlığını bir daha ispat ediyordu. İlk zamanlar ve mücadele yılları için zorunlu olan genel siyasî cemiyet şeklinin artık devam edemeyeceği görülüyor ve fikirler, kanaatler arasında ciddî ve samimî bir ayrım yapılması lüzumu esaslı bir ihtiyaç ve zorunluluk halinde kendini duyuruyordu. Bu ayrım ancak ortaya açık, hiçbir suretle yanlış yorumlanamayacak ve başka anlam verilemeyecek kadar kesin ilkeler koymak ve bu ilkelere dayalı bir parti kurmakla mümkün olabilecekti. Gerçekleşen zaferden sonra bütün devrim ve reform safhalarının birer birer hayata geçirilip süratle ve arızasız kökleştirilmesi için kuvvetli, homojen ve dayanışma içinde bir siyasî teşkilat lazımdı. İşte Halk Fırkası'nı doğuran belli başlı fikirler ve etkenler bunlardır. Birinci Büyük Millet Meclisi'nde, zaferden, Mudanya'dan, Lozan'a gidişten ve giden heyetin başında en layık olanın, yani başarılı bir cephe kumandanının bulunuşundan, kısacası hemen hiçbir şeyden memnun olmayan muhalefetin en taşkın zamanındaydı ki, Gazi Ankara'da çıkan iki gazete ("Hakimiyeti Milliye" ve "Yeni Gün") vasıtasıyla bütün memleket aydınlarına, düşünürlerine, ilim ve fen adamlarına bir hitap yayımlayarak "Halk Fırkası" adıyla bir parti kuracağını bildirdi; bu hususta faydalı sayacakları fikir ve görüşlerini söylemelerini istedi (7 Aralık 1922). Kırk gün kadar sonra da (14 Ocak 1923) hem orduyu denetlemek hem kuracağı parti etrafında doğrudan doğruya halkla görüşmek üzere memleket içinde seyahate çıktı. Fikirlerini halkla, arkadaşlarıyla tartışmayı Gazi kadar seven reis tarihte yoktur. 21 Kasım 1922'de başlamış olan birinci safha Lozan görüşmeleri hararetle devam ediyordu. Gazi seyahatinde milleti bu görüşmelerin yürüyüşü ve mahiyeti hakkında aydınlatıyor, kaldırılmış saltanatın kaç asırdır memlekete yüklettiği belaları, felaketleri anlatıyor ve kurulacak parti hakkında fikir sorup fikir veriyordu. Bu genel konuşmalardan Balıkesir'dekinde Gazi halkın beklenen parti hakkındaki sorgusuna şu cevabı verdi: 170 TARİH şısında mutlak bir eşitliği kabul eden bütün fertlerin halktan olduğu; halkçıların hiçbir aile, hiçbir sınıf, hiçbir cemaat ve hiçbir fert imtiyazı kabul etmeyen ve kanunlar koymaktaki mutlak hürriyet ve bağımsızlığı tanıyan fertler olduğu belirtilmiştir. Bundan başka bu maddenin diğer bir fıkrası da sınıf ve cemaat farkı gözetmemek, yani Gazi'nin seyahatinde daima her yerde tekrar ettiği Türkiye'de halk sınıfları arasında mücadele olmaması esasını özel bir önemle tespit etmiştir. Bu maddeler Türk vatandaşlarının ayrıldıkları meslek zümreleri arasında hak eşitliği ve adalete dayalı çıkarlar dengesi prensibini yazılı ilke halinde ilk defa ifade etmek itibariyle yeni devletin siyasî tarihinde ve onun siyasî tarihinden ayrı olmayan Halk Fırkası tarihinde önemli yer tutar. Halk Fırkası'nın 1923 tarihli ilk nizamnamesinin ikinci dikkat çeken noktası, millî hâkimiyetin uygulamada tam olarak belirmesi doğrultusunda yeni ve çok ileri bir adım olmak üzere parti teşkilatının köylere kadar yayılmış ve bütün devlet siyasetine köylünün ve köy parti kongrelerinin temel tutulmuş olmasıdır. (Köy hakkında) Madde 75- Parti'ye mensup ve on sekiz yaşına dahil olan köy ve mahalle halkından her kişi halk kongresinin doğal üyesidir. Madde 76- Kongre, mahallinin şartlarına göre uygun bir yerde veya meydanda toplanır. Madde 78- Kongre toplanınca reis ile kâtibini seçer ve nahiye kongrelerine teklif edeceği maddeleri tayin eder ve ocak üyelerini seçer. Nahiye kongrelerini köy temsilcileri, kaza kongrelerini nahiye temsilcileri ve ilâ... oluşturmak ve hükümet işlerine veya devlet siyasetine ait herhangi işte ilk teklif hakkını köy kongresine vermek suretiyle Halk Fırkası memleketimizde birinci defa ve fiilî olarak köylüyü siyasî haklarını en geniş şekilde kullanmaya davet etmiş, "millî hâkimiyetin halk tarafından ve halk için uygulanmasına rehberlik"^ görevini üzerine almış oluyor. Halk Fırkası, kuruluşundan biraz sonra kendi eseri ve ilk mücadele gününden beri hedefi olan "Cumhuriyet" ismini başına koyarak "Cumhuriyet Halk Fırkası" olmuştur (23 Kasım 1924). l "9 Eylül 1923" tarihli Halk Fırkası Nizamnamesi, madde I. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 171 Cumhuriyet Halk Fırkası İkinci Büyük Kongresi (15-23 Ekim 1927) -Yeni devlet uzun yıllar "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti" adını taşıyarak ancak uygun zaman gelince gerçek adını, "Türkiye Cumhuriyeti" unvanını aldığı gibi, Cumhuriyet Halk Fırkası da kuruluşu için elverişli zaman gelinceye kadar "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" diye anılmış ve iş görmüş olduğu için parti halinde yapılan ilk kongreye "İkinci Büyük Kongre" denilmiş, Müdafaai Hukuk'un (4 Eylül 1919) Sivas Kongresi "Birinci Büyük Kongre" sayılmıştır. Gazi Reis bu noktayı kongrenin açılma nutkunda şöyle açıklamıştır: "Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Büyük Kongresini açıyorum. Fırkamız geçen ıstırap seneleri içinde milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin temsilcisi olarak bundan dokuz sene evvel meydana çıkmıştı. Bütün Anadolu ve Rumeli'yi kapsamak üzere ilk genel kongremiz Sivas'ta yapılmıştı. "... Sivas Genel Kongresi'nde görüşme konusu aynı esaslar olmuştur. Bu esaslar açıklanarak ve bütün memleketi kapsamak üzere kabul olunmuştur. "Gerçi o zaman kullandığımız unvan ile bugünkü unvan arasında fark vardır. Fakat teşkilat esas itibariyle saklı kalmıştır ve bugün siyasî fırka halinde beliren varlığa kaynak oluşturmuştur. Özellikle memleket ve millete yönelik genel gaye -ki genel selamet ve refahı teminden ibarettir- aslı, mahiyeti değişmeksizin takip olunmuştur. Dolayısıyla diyebiliriz ki, bugün açılışıyla iftihar ettiğim Büyük Kongremiz, Sivas Kongresi'nden sonra teşkilatımızın ikinci büyük kongresi oluyor."1 İkinci Büyük Kongre'de parti esaslarını oluşturan ana prensipler biraz daha açıklıkla ifade edilmiştir. Birinci maddede cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik tespit edilmiş, üçüncü maddede din ile devlet işlerinin ayrılması, dördüncü maddede halkçılık, beşinci maddede ise dil, duygu ve fikir birliğine dayanan vatandaşlık ruhunun temelini Türk dili ile Türk kültürünün oluşturacağı esasları açıklanmıştır. Yedinci maddede bu genel 15 Ekim 1927, Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi açılış nutku. 172 TARİH esasların hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği kaydedilmiştir. Bu esasların tam ve olgun formüllerini Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Üçüncü Büyük Kongresi parti programı haline koymuştur. Bunu biraz sonra göreceğiz. fkinci Büyük Kongresi'nde Cumhuriyet Halk Fırkası kendisini kuran Büyük Reis'ini Daimî Genci Başkan olarak seçmiş ve bunu partinin değişmeyecek esasları arasında, altıncı madde olarak ifade etmiştir. HALK FIRKASI GENEL BAŞKANI GAZİ MUSTAFA KEMAL Güneş, kendi âlemine nasıl hâkimse, millet sevgisi de Gazi'nin engin ruhuna öyle hâkimdir. Kaynağı MUSTAFA KEMAL millet sevgisi olan o hâkim irade, millet sevgisinin mahkûmudur. Onun asırların oyduğu karanlık uçurumların ölçüsüz derinliklerine ve bütün bir dünyanın gökgürültülerinden azgın uğultularla saldırışına ürpermeden ve kırpılmadan bakan çelik parıltılı gözlen ancak Türk milletine baktığı, Türk milletinin adı anıldığı zaman yaşam: Gazi Türk toplumsal bünyesinin gerçek icabıyla olduğu kadar milletinden bir sınıfı, hatta bir ferdi sevgisinden ayırmaya katlanama-dığı için de, Türkiye'de sınıf farkı, sınıf mücadelesi kabul etmez. O halde nasıl oluyor da, milletten yalnız bir kısmını üyesi olarak sayabilecek bir partiyi bizzat kuruyor ve girmemiş olanların ayrı kalmasına katlanıyor? Gazi hiçbir zaman bunu istememiştir. Onun partisi, baştan başa bütün milletin partisi olmak üzere kurulmuştur. Halk Fırkası, Gazi'nin gözünde, millî mücadelenin yeni safhasını açan bir anahtar, birincisi kadar önemli ve birinciyi tamamlayacak yeni bir savaş teşkilatıdır. "Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti" millî kurtuluş hedefinin bayrağıydı. Halk Fırkası, millî yükseliş irade ve ülküsünün ordusu olacaktı. Bunu Gazi'nin şimdi üzerinden yıllar geçmiş bütün nutuklarında duymamak ve görmemek mümkün değildir. Halk Fırkası daha kurulmadan evvel, tasavvuru millete haber veren ve ona danışan Gazi, parti esaslarının "Bütün millet fertlerinin fikir ve emellerinin bileşkesi"' olacağını söylüyor. İzmit'teki beyanatının henüz kurulmamış olan partiyi ilgilendiren kısmında şöye diyor: "Bizim milletimizin fertleri, istisnasız, çalışmaya isteklidir. Fakat sarf olunan çalışmadan azamî ölçüde yararlanmak, uygulanan usulle 1 İzmit Nutku (18 Aralık 1923). CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 173 orantılıdır. Çalışma dağınık oldukça, sonuçları eksik olur. Bunun için milletimizin toplumsal ihtiyaçlarım ve geçmişteki zararlarını doyurup giderebilecek en makul programı tespit etmek zorundayız. Program bütün miletçe uygulanmalıdır. Bu ancak siyasî bir oluşumla mümkün olur. "İşte bu gerçeğin gerektirmesi ve zorlaması üzerinedir ki, bütün sınıfları birbirine ayrılmaz surette lüzumlu olan, çünkü çıkarları da birbirine zıt olmayan halkımızın ortak ve genel çıkarlarını ve mutluluklarını sağlamak için Halk Fırkası adı altında bir parti kurulması tasavvur edilmektedir. Fakat millî maksatlardan çok şahsî çıkarlar esasına dayalı siyasî oluşumlardan ve bu oluşumların aldatmalarından, uğraşlarından doğmuş zararların hâlâ cezasını çekmekte olan milleti aynı mahiyette birtakım boş uğraşlara sevk etmek kadar büyük günah yoktur. "...İsmiparti olan halk oluşumundan maksat, millet evladından bir kısmına, halk sınıflarından bazılarına diğer evlat ve sınıfların zararına çıkarlar sağlamak değildir. Belki bunlardan ayrı ve dışında olmayıp, halk adı altında bulunan bütün milleti ortak ve birleşik bir şekilde, ortak ve genel gerçek refaha ulaştırmak için faaliyete getirmektir."1 "... artık bu milleti esir ve bu memleketi sömürge veya malikâne yapmak hevesinde bulunanların ne büyük gaflette oldukları anlaşılır. Memleketin gerçek emel ve ihtiyaçlarına tamamen uygun bir barış yapmak imkânı doğduktan sonra, geçmiş kayıpları az zamanda sürat ve güvenle gidermek zorundayız. Özellikle iktisat ve kültür çalışmasında çok büyük azim ve gayret lazımdır. Bu çalışmayı esaslı ilkelere dayandırmak ve doğru istikametlerde ardışık kılabilmek için bütün milletin gayretini uyumlu ve verimli kılmak maksadıyla barıştan sonra Halk Fırkası adı altında siyasî bir oluşuma lüzum olduğu kanaatindeyim. Bence bizim milletimiz birbirinden çok farklı çıkarlar takip edecek ve bu itibarla birbiriyle mücadele halinde bulunagelen çeşitli sınıflara ayrılmış değildir... Dolayısıyla Halk Fırkası çalışmasını bütün sınıfların haklarım, ilerleme ve mutluluk vasıtalarını sağlamaya hasredebilir. "2 1 İzmit'te İstanbul gazetecilerine demeç (19 Aralık 1923). 2 İzm ir gazetecilerine demeç (31 Aralık 1923). 174 TARİH Bir sene sonra artık Halk Fırkası kurulmuşken, Trabzon'da şöyle dedi: "Arkadaşlar! Halk Fırkası, memleket ve millet, her türlü dayanaktan mahrum bırakılarak felakete atıldığı uğursuz zamanda, bu-tün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan, dış düşmanları kovan, iç düşmanları imha eden, halka hürriyet ve hâkimiyet sağlayan kutsal bir cemiyettir.1 Halk Fırkası hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk Cumhuriyeti'ni kuran devrimci ruhun bütün millette belirip şekülenmesidir. "2 "Arkadaşlar! Bugün milleti idare sorumluluğunu taşıyan heyet, bence ülkü ve maksat itibariyle bütün milleti kapsayan ve unvanı Halk Fırkası olan Cumhuriyet Fırkası'dır. Bu partinin esas ilkesi memleket ve milletin gerçek selametini sağlamaya çalışmaktır ve maksada ulaşan yol birdir ve bence bellidir; o da Cumhuriyeti güçlendirip sağlamlaştırmakla beraber fikrî ve toplumsal devrimde ve medeniyet ve yenileşme yolunda milletin azim ve başarıyla yürümesini sağlamaya kılavuzluktur. Bu, belli, fakat şüphesiz yorucu ve uzun olan yolun yolcuları başlangıçtan sona kadar bir hizada ve aynı zamanda, aynı yorgunluk derecesiyle yürümeyebilir ve bu takdirde düşünce ve tedbirleri arasında fark olabilir. Fakat yoldan sapmamaları, genel hedeften gözlerini ayırmamaları gerekir. Bugün belli bir yolun başında bulunuyoruz. Henüz düşünceleri etkileyecek kadar mesafe alınmış değildir. Görüşler gerektiği ölçüde açıklık ve isabet kazanmalıdır. Ondan evvel ayrılma fikri alelade particiliktir ki, memleket ve milletin huzur ve güvenlik şartları henüz böyle bir ayrılığa yol açmaya uygun değildir."3 Fakat Gazi'nin "Halk Fırkası" adından bütün milleti anladığını gösterecek daha açık sözler, bunlardan bir yıl sonra Akhisar'da söylenmiştir: "Bir millet, bir toplum, bir ferdin gayret ve çalışmasıyla bir adını bile atamaz. Başkanlığını taşımakla iftihar ettiğim Cumhuriyet Halk Fırkası diğer memleketlerde olduğu gibi, alelade sokak politikası yapan bir parti değildir. Hürmetle tekrar edeceğim ki, Halk Fırkası, Mü1 Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin yeni isimde devamı. 2 Gazi'nin Trabzon nutku (16 Eylül 1924). 3 Gazi'nin Samsun nutku (20 Eylül 1924). CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 175 dafaai Hukuk Cemiyeti gibi bütün milleti aydınlatmak ve bütün millete kılavuzluk göreviyle mükelleftir. Partimize adi politikacılık atfedenler, nankör insanlardır. Memleket dayanışma içinde bir birliğe muhtaçtır. Alelade politikacılıkla milleti parçalamak ihanettir. Partimiz temiz yürüyüşleriyle nezih maksadını her gün yeni vasıtalarla dünyaya tanıtacaktır. Bundan çok memnun ve bahtiyarım." Genç Doktor Şemseddin Bey, Gazi'ye hitaben: "- Sen yalnız bir şahıs değil, bütün bir milletsin. Senin şahsın, partin, bütün milletin şahsı ve partisidir; Yaşa Gazi var ol!.." "Gazi - Genç arkadaşımızın söylediklerine yalnız bir şey ilave edeceğim. HalkFırkası'nın kadrosu bütün millet fertleridir. Bu gerçeği dü-şünemeyenler, henüz beyinlerini düşündürmeye alıştıramayan bahtsızlardır (sürekli alkışlar)."1 İşte henüz Halk Fırkası kurulmadan 1923 yılında ve kuruluşunun ilk yılı olan 1924'te millete açılan, 1931 yılı başlarında İzmir, Adana ve Konya'da teyit edilen bu fikirler, Gazi'nin bütün millete karşı istisna kabul etmez sevgisi ile Halk Fırkası teşkilatının gerçek ve olumlu siyasî gayesini gösterecek belgelerdir. Bunlardan anlaşılır ki, Halk Fırkası'nın esas gayesi, kölelik zincirine boynunu kaptırmak tehlikesinden kurtulmuş olan Türk milletini, medeniyet safında layık olduğu mevkiye, yani en ileri sıraya götürmek ve yükseltmek için teşkilatlandırmaktır. BÜYÜK NUTUK Gazi Reis'in Halk Fırkası İkinci Büyük Kongre-si'nde söylediği nutuk yalnız Halk Fırkası tarihinin, hatta yalnız Cumhuriyet tarihinin değil, genel Türk tarihinin önemli olaylarından biridir (Res. 83, 84). Altı gün süren ve söyleniş müddeti 36 saat 33 dakika tutan nutukta Büyük Gazi, memleketin Umumî Harp sonunda, Mondros Ateşkesi'nin imzalanmasından sonraki durumunu anlatarak söze başlamış, ancak Türk milletinin ve ondan doğacak irade kudretinin başarabileceği ağır şartlar altında geçen millî mücadele safhalarını, bunların içyüzündeki gerçekleri, 1927 yılına kadar olan devrim hareketlerini bütün belgeleriyle bizzat konuşan bir tarih halinde anlatmıştır. l Akhisar (10 Ekim 1925). 176 TARİH "Ben Türküm, Türk vatandaşıyım!" diyen her fert Büyük Nutuk'u bir değil, birçok defa dikkatle, hassasiyetle ve saygıyla okumak zorundadır. Bu Nutuk Türkün tükenmez kudret ve kuvvetini, Türk milletinin ezelden gelen bağımsızlık ve şeref aşkını anlattığı kadar Türk milletinin yetiştirebileceği reislerdeki büyüklüğün, başka milletlerin yetiştirebileceklerine oranla ne ölçü tanımaz bir yükseklikte olduğunu göstermesi itibariyle Türkler için bir iftihar destanı ve her satırı yararlı bir muazzam derstir. 543 büyük sayfa1 tutan Nutuk'un, Gazi nesli adını taşıyacak Türk çocuklarına verdiği kıymetli öğütler, en son sayfada, bugünkü ve yarınki Türk nesillerinin inanç ve ülkü babası Gazi tarafından şöyle özetlenmiştir: "Muhterem Efendiler, "Sizi günlerce işgal eden uzun ve ayrıntılı beyanatım, en nihayet geçmişte kalmış bir devrin hikâyesidir. Bunda milletim için ve gelecek evlatlarımız için dikkat ve uyanıklığı davet edebilecek bazı noktalar belirtebilmişsem, kendimi bahtiyar sayacağım. "Efendiler, bu beyanatımla millî hayatı son bulmuş farz edilen büyük bir milletin, bağımsızlığını nasıl kazandığını, ilim ve fennin en son esaslarına dayalı millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım. "Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen millî musibetlerin uyanması ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. "Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum. "Ey Türk Gençliği! "Birinci vazifen Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti 'ni ilelebet korumak ve savunmaktır. "Varlığının ve bağımsızlığının biricik temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. Gelecekte de seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün bağımsızlık ve Cum-huriyet'i savunmak zorunda kalırsan göreve atılmak için, içinde bulunduğun durumun imkân ve şartlarını düşünmeyeceksin. Bu imkân l Lüks hasımı, 627 sayfa. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 177 ve şartlar, çok uygunsuz bir mahiyette belirebilir. Bağımsızlık ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada ben/eri görülmemiş bir galibiyetin temsilcisi olabilirler. "Zorla ve hileyle aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memlekette iktidara sahip olanlar gaflet ve sapkınlık ve hatta ihanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî çıkarlarını, istilacıların siyasî emelleriyle birleştirebilirler. Millet yoksulluk içinde, sıkıntı içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. "Ey Türk bağımsızlığının evladı! "İşte bu durum ve şartlar içinde dahi vazifen, Türk bağımsızlığını ve Türk Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" Bu hitabe Türk milletinin vicdanında ebediyen çınlayacak bir uyarı sesi ve ona bağımsızlık ve Cumhuriyet tehlikesi önünde büyük görev cephesini gösteren kutsal kumandadır. Büyük Nutuk milletlerarası bir önem kazanmış, birçok yabancı dile çevrilmiştir. CUMHURİYET HALK FIRKASI'NIN ÜÇÜNCÜ BÜYÜK KONGRESİ (10 MAYIS 1931) Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Üçüncü Büyük Kong-resi 10 Mayıs 1931 tarihinde toplandı. Üçüncü Büyük Kongre'nin Cumhuriyet tarihi açısından önemi millî mücadelenin ilk günlerinden itibaren güdülen . mılli siyasete ait ana hatların en tam ve olgun şekilde tespit edilmiş olmasındadır. Bu siyasetin devlet ve millet hayatının her safhasına ait esasları Cumhuriyet Halk Fırkası Üçüncü Büyük Kongre-si'nin kabul ettiği programda gösterilmiştir. Gazi Reis, Kongre'yi açan sözlerinin başında Cumhuriyet Halk Fırkası'nın, Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin devamı olduğunu bir kere daha hatırlamışlar ve ilk kongrenin bir mektep binasında toplandığını, çok sevdiği mektepler ve mekteplilerle ilgili bir hatıra olmak üzere işaret buyurarak: "Birinci genel kongremiz, 12 yıl evvel, Sivas'ta bir mektep dairesinde yapılmıştı. Oraya gelen delegeler türlü takipler altında birçok 178 TARİH zorlukla karşılaşmışlardı. Görüşmelerimiz iç ve dış düşmanların süngü ve idam tehditleri altında gerçekleşiyordu. Fakat Türk milletinin gerçek his ve emellerini temsil ettiğine inanan Kongre Heyeti, millî görevini tamamlamak lüzumunu her düşüncenin üstünde tuttu; takip etmekte olduğumuz esasların ilk prensiplerini tespit etti. Ondan sonra da feragatle ve azimle o esaslar üzerinde yürüdü, başarılı oldu. Millî ülküye tam iman ve onun gereklerine tereddütsüz girişmenin sonucu elbette başarıdır. Bugünkü kongremizin işlerine başlarken, Sivas Genel Kongresi'ni yad etmekten maksadım, onun Partimizce devrimimizin tarihî bir hatırası olarak saklı tutulmasında fayda gördüğüındendir. Millet için yapılan işlerin hatırası her türlü hatıraların üstünde tutulmazsa, millî tarih kavramının kıymetini takdir etmek mümkün olmaz" demişlerdir. Gazi, partinin memleket için yaptığı işler üzerinde durmayarak, bundan sonra daha çok hizmetler yapmaya çalışılacağını, fakat bunun daima bir .şartla mümkün olabileceğini söylemişti. Bu tek ve büyük şartın ne olduğunu, Gazi Reis'in dilinden dinleyelim: "O şart, aziz milletimizin sevgisinin ve güveninin Partimiz üzerinden eksik olmamasına, dikkatle ve feragatle çalışmaktır. "Partimiz bunda kusur etmedikçe, selim hisli, bilinçli, vefalı milletimizin sevgi ve güveninden daima emin olabiliriz. "... Büyük milletimizin Partimize göstermekte olduğu ilgi ve güvene karşı, en derin saygıyla eğilir ve ona minnei ve şükranımızı sunarım." Gazi, millete saygıyla şükranını sunan cümleyi söylerken ayağa kalkarak eğilmiş ve memleketin dört köşesinden gelmiş dört yüz delege ile büyük salonu sımsıkı dolduran dinleyiciler de ona uyarak hep birden ay.ağa kalkmışlar, milletin manevî huzurunda saygı ve şükran ile baş eğmişlerdir. Bu yüksek ve heyecan verici manzara, tarimizde, millet hâkimiyetinin heybetli kutsallığını anlatan canlı bir tablo halinde yaşayacaktır. PROGRAM Cumhuriyet Halk Fırkası'nın, Üçüncü Büyük Kong-resi'nde tespit edilen program Türk milletini millî ülküsüne götürecek en güvenli ana yolları, tam, kesin ve açık olarak göstermesi itibariyle millî tarihin önemli belgelerinden biridir. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 179 Bu program, zafere ve millî hâkimiyete götüren İstiklal Mücadelesi planı gibi millîdir. Bu plan şu veya bu sınıf ve zümre için değil, bütün millet için, milletin yeni ve ebedî hedefi olan medenî yükselme yolunda memleket aşkıyla çalışacak bütün vatandaşlar için altında toplanılacak bir millî bayrak olarak yapılmıştır. Bu sebeple, millet gayreti güden her vatandaş, bu programın esaslarını bilmelidir. Program bir giriş ile sekiz kısımdan meydana gelir. Giriş bahsinde programın herhangi bir gün masa başına geçilerek kaleme alınıvenniş bir eser olmayıp, uzun yıllarda başarılı tecrübelerden geçmiş prensipleri ve yalnız birkaç yıl için değil geleceği de kapsayan tasavvurları ana hatlar halinde topladığı kaydediliyor. Programı oluşturan konular şunlardır: Birinci kısım: Vatan, millet, devletin esas teşkilatı, kamu hukuku. İkinci kısım: Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik, devrimcilik. Üçüncü kısım: İktisadî siyaset. Dördüncü kısım: Malî siyaset. Beşinci Kısım: Millî eğitim ve öğretim siyaseti. Altıncı kısım: Toplumsal hayat ve genel sağlık. Yedinci kısım: İç, dış ve adlî siyaset. Sekizinci kısım: Vatan savunması. Bunlardan birinci ve ikinci kısımlar burada, diğer kısımlar ise Cumhuriyet tarihinin siyasî, malî, iktisadî vs. alanlardaki yenilik ve ilerleme hareketlerinin değerlendirilmesine ayrılan bahislerde sıraları geldikçe incelenecektir. I- Birinci kısımda, vatan, millet, devletin esas teşkilatı, kamu hukuku hakkında her Türk vatandaşının öğrenmesi gereken tarifler yapılıyor ve esaslar anlatılıyor. Vatan - "Vatan, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını koruyan eserleriyle yaşadığı bugünkü siyasî sınırlarımız içindeki yurttur." "Vatan hiçbir kayıt ve §art altında ayrılık kabul etmez bir bütündür." l 180 TARİH Millet - "Millet, dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasî ve toplumsal heyettir." Devletin esas teşkilatı - "Türk milletinin idare şekli kuvvetler birliği (vahdeti kuva) esasına dayalı olan bugünkü devlet şeklimizdir. Bu şekilde, Büyük Millet Meclisi millet adına onun hâkimiyet hakkını kullanır. Cumhurbaşkanı ve İcra Vekilleri Heyeti onun içinden çıkar. Hâkimiyet birdir, kayıtsız şartsız milletindir. Parti, devlet oluşumlarının en uygununun bu olduğuna inanmaktadır." Devlette kuvvetler birliği (vahdeti kuva) şeklinin diğer sistemlerle karşılaştırılmasını ve onlara üstünlüğünü daha evvelki bahislerde görmüştük. Kamu hukuku - "Türk vatandaşlarına Anayasa'nın verdiği ferdî ve toplumsal hürriyet, eşitlik, dokunulmazlık ve mülkiyet haklarını saklı bulundurmak Partimizce önemli esaslardandır." Bu maddenin ikinci fıkrasında "bir dereceli seçimi uygulamanın Partinin yüksek emellerinden olduğu", üçüncü fıkrasında "Türk milletinin yüksek ve derin tarihinde toplumsal hayatını erkek ve kadın arasında fark gözetmeksizin birliğe dayandırmış olduğunu bilen Parti'nin, kadınlarımızın belediye seçimlerinde olduğu gibi, mebus seçimlerinde de siyasî haklarını kullanmaları için gereken uygun zemini hazırlamayı bir görev saydığı" söylenmekte: "Partimiz ancak bu takdirde tarihî ve şerefli hayatımızı yeni şartlara uygun simasıyla canlandırmış olacağına inanmaktadır" denilmektedir. II- İkinci kısım, bugünkü ve yarınki cumhuriyet nesilleri için imanın şartlarını oluşturan altı önemli vasfı öğretir: a) Cumhuriyetçilik- Gerçekte Büyük Millet Meclisi'nin ilk toplandığı günden, yani devlet ve hükümet reisinin ilk seçilmesinden beri kurulmuş olduğunu daha evvel söylediğimiz Cumhuriyet, saltanatın kökünden söküldüğü zamana kadar Türk milleti için bir ülkü, Türk milletinin şeref ve haysiyetinin kurtarılması için bir yol, bir vasıta idi. Saltanatla halifeliğin yıkılıp atılmasından sonra ise, Cumhuriyet bizim için korunacak bir namus, şeref ve haysiyet timsali oldu. Ona dokunanlar Türkün namus ve haysiyetine dokunulmuş gibi yıldırımla çarpılırlar. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 181 Büyük Gazi, onu memleket çocuklarına emanet ettiğini her zaman tekrar eder. Duınlupınar'da "Meçhul Asker"in kutsal mezarı başında şöyle dedi: "Gençler! Cesaretimizi artıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve kültürle insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. "Ey yüksek yeni nesil, gelecek sizsiniz! Cumhuriyet1! biz kurduk; onu sürdürecek sizsiniz!..."1 Büyük Nutuk'un daha evvel anlatmış olduğumuz öğüt hitabesinde şu cümleleri bütün kongrenin duygulanım ve hıçkırıkları arasında gözleri yaşararak en fazla önemle söylemişti: "Bu sonucu Türk Gençliğine emanet ediyorum. "Ey Türk Gençliği, birinci vazifen Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti'ni ilelebet korumak ve savunmaktır!"2 Bu sözleri, ruhuna ve varlığına perçinlemiş olan Türk milleti, Cumhuriyetini dünya durdukça korumaya yemin etmiştir. Cumhuriyet, millet hâkimiyetini, millet saltanatını en iyi temsil edebilen, en yüksek, dolayısıyla Türk milletine en layık ve onun asil ruhuna en uygun devlet şeklidir. Milletin temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nin, Anayasa'ya, cumhuriyeti ifade eden birinci maddenin hiçbir vakit ve hiçbir suretle değiştirilmeyeceğine dair madde koyması, bu emanetin korunmasına milletçe verilen önemin delilidir. b) Milliyetçilik- Millî mücadele başlamadan önceleri bizde milliyetçilik cereyanı henüz açık bir görünüş almış değildi. Osmanlı Devleti, tabi-yeti altındaki çeşitli unsurlardan bir Osmanlı milleti meydana getirmeye uğraşmış, fakat "Osmanlılık siyaseti" tam bir başarısızlığa uğramıştı.3 Bu başarısızlık bazı teorisyenleri, "ümmet" dedikleri "İslam milleti" fikrine, islam birliği siyasetine sevk etmişti. Özellikle II. Abdülhamit devrinde çok itibar gören bu siyaset de ne devletin kuvvetlenmesine, ne de Osmanlı camiasının korunmasına yaradı. 1 Dumlupınar nutku (30 Ağustos 1924). 2 "Nutuk", s.542 (lüks basımı, s.627). 3 Bakınız: Tarih III. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Heyeti, 1933, s.254-256. 182 TARİH Bu teorilerin ortaya çıktığı sıralarda (19. asrın ikinci yarısı) birçok Arap, Acem kelime ve kurallarıyla millî vasfım kaybetmek yolunda olan dilimizin sadeleştirilmesi, büyük Türk ırkı camiasını oluşturan kardeş ve akraba kavimlerin araştırılması tarzında bir Türkçülük cereyanı belirmeye başladı. Genel olarak pek zayıf olan bu cereyan ancak dil sadeleşmesi alanında az çok kendini gösteriyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli parçalanma safhalarından biri olan Balkan Harbi'nden sonra, millî felaket Türkler için millî siyaset güdülmesini teşvik edecek bir uyanış yaratmış ve Osmanlı basınında bu doğrultuda bazı yayınlar yapılmış, Türkçülük gençlik arasında revaç bulmuş olmakla beraber, zamanın siyasetine hâkim bulunan İttihat ve Terakki Hükümeti bu cereyanı benimsemekten ürkmüş, sonuna kadar Osmanlılık, islamcılık, Türkçülük siyasetleri arasında bocalayıp durmuştu. Türkçülük, Osmanlı unsurlarının ayrı ayrı tuttukları milliyetçilik cereyanlarına karşı koymak gayretinden, bütün Türk kavimleri birleştirmeyi amaçlayan Turancılığa kadar gidiyordu. Ve bunlar bazen de İslam birliği fikirleriyle karıştırılıyordu. Kısacası fikirlerde ve cereyanlarda açıklık ve kesinlik yoktu. Hele siyasî hayatta bu fikirlerin etkisi pek az hissediliyordu. Türk milliyetçiliği ancak millî idareden sonra, her alanda bütün açıklık ve genişliğiyle gerçek anlam ve yol göstericiliğini bulmuş, siyasî, iktisadî, kültürel bir devlet sistemi halini almıştır. Halk Fırkası milliyetçiliği en önemli ilkelerinden biri edinmiştir. Meşrutiyet devrinde kurulmuş olan (1912) Türk Ocakları adlı gençlik cemiyeti Cumhuriyet devrinde yüzlerce şubesi olan bir teşkilat halinde genişlemiş ve 1931 kurultayında verdiği kararlarla maksat ve gayede tamamen beraber olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası'na katılmıştır. Türk milliyetçiliğine göre, Türk milleti büyük insanlık ailesinin yüksek şerefli bir uzvudur. Bu itibarla bütün insanlığı sever ve millî haysiyet ve çıkarlarına ilişilmedikçe başka milletlere karşı düşmanlık beslemez ve aşılamaz. Türk milliyetçiliği, "bütün çağdaş milletlerle uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmayı esas sayar", bu itibarla millî olmayan cereyanların memlekete girmesini ve yayılmasını istemez. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASÎ CEREYANLAR 183 Bizim milliyetçiliğimiz, gerek bağımsız, gerek başka devletlerin tebaası halinde yaşayan bütün Türkleri hangi dinden olurlarsa olsunlar derin bir kardeşlik hissiyle candan sevmek, onların refah ve gelişmesini candan dilemekle beraber, kendisine siyasî uğraş sınırı olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını kabul etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde Türk diliyle konuşan, Türk kültürüyle yetişen, Türk ülküsünü benimseyen her fert, hangi dinden olursa olsun Türktür. Mutlakıyet ve Meşrutiyet devirlerinde vatanımıza "Memaliki Osmaniye", devletimize "Devleti Osmaniye", ordumuza "Orduyi Osmanî" adı verilmişti. Son Meşrutiyet yıllarında "dil Türkçülüğü" cereyanı bunları "Osmanlı ülkesi", "Osmanlı vatanı", "Osmanlı Devleti", "Osmanlı ordusu" gibi şekillere çevirmişti. Bunların hepsinde bir hanedan adının, Türk milletinin kendi adına tercih edilmiş olduğu meydandadır. Büyük Türk tarihinin daha evvelki devirlere ait bazı safhalarında da ara sıra bir hanedanın koskoca bir vatana veya millete isim verdiği görülür. Bu yanlış usul, Türklük vasfının unutulmasıyla millî tarihin en parlak eski safhalarından ve Türklerin ilme, fenne, medeniyete hizmetlerinden birçoğunun inkârında ve başka milletlere mal edilmesinde etkili olmuştur, Şurası, memnuniyetle hatırda tutulmalıdır ki, Türk milletinin aslî kitlesi Osmanlılık vasfım üzerine almamıştır. Gerçekten Anadolu halkı her zaman yalnız sarayla onun etrafında toplanmış zümreye Osmanlı demiş ve kendini daima onun dışında tutmuştur. Milliyetçi idaremiz, asırlarca süren propagandalarla yerleştirilmesine çalışılmış bu haksız iddiayı ve ağır yanlışlığı kökünden sökmüş, Türk milletini ve Türk vatanım kendi adına kavuşturmuştur. Artık bu vatanın adı "Türkiye" ve devletin adı "Türkiye Cumhuriyetedir; ordumuz artık "Osmanlı ordusu" değil kudretini ve kahramanlığını anlatmak için yalnız adını söylemek yeterli olan "Türk ordusu" Am. Türk devlet ismi olarak "Türkiye" kelimesi yeni değildir. Orta Asya'da ve Orta Avrupa'da kurulmuş birçok büyük Türk devleti öteden beri bu adı taşımışlardı. Çin dilinde tahrif edilerek "Tukyu" yapılan devletin asıl adının "Türkiye" olduğunu ve Orta Avrupa'da kurulmuş Türk devletlerinin "Türkiye" adıyla anıldıklarım Bizans tarihleri bile yazarlar. 184 TARİH c) Halkçılık- Türk devrim tarihinde Halk Fırkası'nın en fazla önemle koruduğu temel esaslardan biri de halkçılık'tır. Bu esas şöyle tarif ve tespit edilmiştir: "İrade ve hâkimiyetin kaynağı millettir. Bu irade ve hâkimiyetin, devletin vatandaşa ve vatandaşın devlete karşılıklı görevlerinin hakkıyla yerine getirilmesini düzenlemek yolunda kullanılması büyük esastır." "Kanunlar önünde mutlak bir eşitlik kabul eden ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan fertler halktandırlar ve halkçıdırlar." Bu cümleleri tahlil ederek anlarız ki, devrimimizin "halkçılık" esası: l - Demokratlık; 2- Herhangi bir fert veya zümreye milletin umumî hakları dışında imtiyaz tanımamak; 3- Sınıf mücadelesi kabul etmemek; gibi unsurlardan meydana gelir. Bunlar; daha evvelki bahislerde de söylendiği gibi, devrim tarihimizin ilk gününden başlayarak gittikçe kuvvetlenmiş, olgunlaşmış ve bugün artık tamamıyla milletin malı olmuş fikirlerdir. d) Devletçilik- "Ferdî çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi bayındırlığa eriştirmek, milletin genel ve yüksek çıkarlarının gerektirdiği işlerde -özellikle iktisadî alanda- devleti fiilen alakadar etmek önemli esaslarımızdandır." Halk Fırkası'nın, devlet siyasetinin ana hatlarından biri haline koyduğu bu esas, anlamı ve hedefi çok iyi anlaşılması lazım önemdedir. "Bir devletin baş ve esas görevi: "l- Memleket içinde asayişi ve adaleti kurup sürdürerek, vatandaşların her tür hürriyetini saklı bulundurmak; "2- Dış siyaset ve diğer milletlerle ilişkileri iyi idare ederek ve içeride her tür savunma kuvvetlerini daima hazır tutarak milletin bağımsızlığını güvenli ve saklı bulundurmak ve bu uğurda başka çare kalmazsa, silahla savunmaktır. "Denilebilir ki, devlet kurmaktan maksat bu iki görevin yerine getirilmesini sağlamaktır. Çünkü bu görevler, vatandaşların fert olarak yapamayacakları işlerdir. CUMHURİYET DEVRİNDE SİYASI CEREYANLAR 185 l "Bunlardan başka devletin alakadar olduğu görevler şöyle sıralanır: "a) Bayındırlık işleri; "b) Eğitim işleri; "c) Sağlık işleri; "d) Toplumsal yardım işleri; "e) Ziraat, ticaret ve sanayiye ait iktisadî işler. "Ziraata, ticarete, sanayiye ait iktisadî işlere devletin girmemesi, fertlere terk etmesi gerektiği iddiasında bulunan teoriye 'Fertçilik' derler. Milletin genel ve ortak çıkarlarına ait siyasî, fikrî işlerde olduğu gibi, iktisadî her tür işin de fertlere bırakılmayıp devlet tarafından yapılmasının daha uygun olacağını savunan teoriye 'Devletçilik' denir. "Devlet, asayişi sağlamak için, memleketi savunmak için sağlığı yerinde, gürbüz ve anlayışları, millî hisleri, vatan sevgileri yüksek vatandaşlar ister. "Devlet, içeride ve dışarıda millet işlerini gördürecek yüksek kabiliyetli vatandaşlara muhtaçtır. "Devlet, bütün vatandaşların, devlet kanunlarını anlayıp onlara uymak gereğini takdir etmelerini memleketin asayişi ve savunması için önemli görür. "Devlet, bütün vatandaşların herhangi zanaat ve meslekte zamanımız ilerlemelerinin gerektirdiği derecede başarılı olmasıyla alakadardır. Bu sebepledir ki, vatandaşların öğrenimi, eğitimi ve sağlığıyla alakadar olmak zorundadır. "Devlet, memleketin asayiş ve savunması için yollarla, demiryollarıyla, telgrafla, telefonla, memleketin hayvanlarıyla, her türlü nakliye vasıtalarıyla, milletin genel servetiyle yakından alakadardır. "Memleket savunmasında bu saydıklarımız toptan, tüfekten her tür silahtan daha önemlidir. "Bu saydığımız alanlardaki işlerden iktisadî olanlar, doğrudan doğruya devletin zorunlu görevlerinden görünmemekle beraber, o görevlerin yerine getirilmesinde etkilidirler. Bu alanlardaki işleri fertlere veya şirketlere tamamen bırakabilmek için bu işlerin devlet müdahalesi ve yardımı olmadığı durumda, devletin esas görevlerini yerine getirmekte zorluklarla karşılaşmayacağına emin olmak lazımdır. 186 TARİH "Bu gibi işlerde, fertlerin kurmaya imkân bulamayacakları geniş ve kuvvetli teşkilat gerekebilir. Yahut bu gibi işlerde, fertler yeterli çıkarlar sağlayamayacakları için o işlerden vazgeçerler. Halbuki o işler, milletçe hayatî bir öneme sahip olur ve devlet onu yapmak zorunda bulunur. "Devletin ferde göre, gayesi başka mahiyettedir. O, genelin ortak çıkarlarını ve ilerlemesini düşünür. Fertleri özel çıkar hırsından ne dereceye kadar uzaklaştırmak mümkün olacağı düşünülmeye değer. "Madenlerin, ormanların, kanalların, demiryollarının, deniz sefer şirketlerinin devlet tarafından idare edilmesi ve para çıkaran bankaların millileştirilmesi, su, gaz, elektrik vesaireye ait işlerin yerel idareler ve belediyeler tarafından yapılması, yukarıda açıklanan türden işlerdir. "Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Maziden kendine miras kalan bütün hayatî işler, zamanın zorunluluklarını tatmin edecek derecede değildir. "S