İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi Beşeri Bilimler, ISSN: 2147-0936 Vol. 2, No. 1, 2013, 80-111. www.inijoss.com İSLAM MEDENİYETİNİN SİYASÎ KAYNAKLARI Etem ÇALIK İnönü Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, 44280, Malatya/Türkiye etem.calik@inonu.edu.tr Özet İslâm Medeniyetinin temelleri Abbasi Halifeliği döneminde atılmıştır. Dört Halife dönemi, müslümanların kendilerini tanıttıkları ve hem siyasî hem de dinî meşruiyet kazandıkları bir dönemdi. Bu açıdan ehemmiyetli bir başarı söz konusuydu. Bununla birlikte Dört Halife döneminden sonra iktidara gelen Emevîler’in ırkçı politikaları, İslamî hareketin bir medeniyet hareketine dönüşmesini engelledi. Dolayısıyle Emevilerin doksan yıllık sıyasî iktidarları İslâm tarihinin kayıp yılları olmuştur. İslâm Medeniyeti Emevî Halifeliginden sonra iktidara gelen ve hakim olduğu coğrafyanın mirasını tamamen sahiplenen Abbasî Halifeliğinden sonra tesis edilmiştir. Anahtar Kelimeler: İslâm Medeniyeti, Abbasiler, Emevîler, Siyasi Hakimiyet, Dinî Meşruiyet Abstract The foundations of Islamic Civilization were mounted in the period of Abbasid Caliphate. Four Caliphates period was a period in which Muslims made themselves recognized and get political and religious legitimacy. There was a considerable success in this regard. However, the racist policies of Umayyads, Sorumlu yazar. İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları 81 who came to power after Four Caliphs, prevented Islamic movement from being a movement of civilization; and therefore political power of Umayyads for ninety years was the lost period of Islam. Islamic Civilization was to be established after Abbasids Caliphate, which came to power after Umayyad Caliphate, appropriated entirely the legacy of the geography over which it dominated. Key Words: Islamic Civilization, Abbasid, Umayyad, Religious Legitimacy. 1. Giriş Îslâm Medeniyeti’nin siyasî kaynaklarını ele alacağımız bu çalışma, ister istemez ilk olmanın dezavantajlarına sahip olacaktır. Îslâm Medeniyeti bilhassa Avrupalı tarihçilerce çokça incelenmiştir. Ancak bunlar daha ziyade bu medeniyetin görkemli zamanında ortaya konulan eserler ve ilham kaynağı olarak da Antik Yunan Felsefesi hakkında bilgi vermektedirler. Ancak bu kaynak tek başına Îslâm Medeniyeti’ni izah etmemektedir. Îslâm Medeniyeti’yle aynı kaynaktan (Antik Yunan’dan) beslenmesine rağmen Hrıstiyan dünyası Rönesans’a kadar bin yıldan fazla süren bir karanlık çağı yaşarken, Îslâm dünyasının parlak bir medeniyet yaratmasının sırrı neydi? Biz burada bu suale cevap arayacağız. Elbette ki bu bir tarih çalışması değildir. Çünkü tarih çalışması tarihî vesikalarla yapılır, biz vesikalara inmedik. Tarihçilerin çalışmalarından faydalandık. Ve gördük ki, siyasî faktör yani Müslümanların, Peygamberin hayatında bölgelerine hakim olması ve bunun peşinden gelen güçlü askerî ve siyasî hakimiyet göz önünde bulundurulmadan bu medeniyetin izahı eksik kalacaktır. Çünkü güç, toplumların kendilerini olduğu gibi, çevrelerini, dünyayı ve dinleri algılamalarına te’sir eder. 2. Umumi Olarak Adından da anlaşılacağı gibi, İslâm Medeniyeti esas olarak ilhamını İslâmiyet’ten alan ve İslâm toplumlarının ortak eseri olan bir medeniyettir. Ancak ilhamını İslâmiyetten almasına ve İslâm Dini bu medeniyetin itici gücü olmasına rağmen, teşekkül ve gelişme safhalarında tabiî olarak farklı kültür ve medeniyetlerden de faydalandı. Ama bunu yaparken Hrıstiyanlık’tan farklı olarak ilham aldığı dinî düşünce sistemini tahrip etmedi. Üstelik, Hrıstiyanlık’tan daha Etem Çalık 82 dezavantajlı bir iklimde ortaya çıkmıştı. Hrıstiyanlık, mücerret tek Tanrı inancının hakim olduğu bir toplumda ortaya çıkmış ve daha sonra Batı’ya doğru yayıldıkça çok tanrılı dinlerle temasa gelip onların te’sirinde kalarak ‘teslis’ inancına varmışken, İslâmiyet putperest bir toplumda ortaya çıkmasına rağmen, mücerret tek Tanrı inancını o topluma hakim kılabilmiştir. İki üniversel tek Tanrılı dinin gelişme seyirlerindeki bu farklılığın tabiî ki sebepleri vardı. Bir kere İslâmiyet, daha Peygamberinin sağlığında ortaya çıktığı coğrafyaya hakim olmuştu. Bu siyasî hakimiyetten yani Mekke’nin fethinden sonra bütün Arabistan Yarımadası’nın Müslümanlaşması da kolaylaşmış ve hızlanmıştı. Yani siyasî ve dinî hakimiyet birbirini takip etmişti ki, burada ‘güçlü olanın haklı da olduğu’ yolundaki psikolojik faktör işlenmiştir. Nitekim o zamana kadar Müslümanlık bire bir ikna metoduyla yayılırken ve muhalifleri taraftarlarından daha fazla iken, Mekke’nin fethinden kısa bir müddet sonra hemen hemen bütün Arabistan Müslüman oldu. Öyle ki İslâm Peygamberinin fetihten iki sene sonraki ‘Veda Hutbesi’ ni 100 bin civarında sahabe dinledi. İslâmiyet, ortaya çıkmasıyla beraber, Hrıstiyanlık’ın karşılaştığına benzer bir muhalefetle karşılaştı. Müslümanlar putperestlerin baskı ve zulmüne uğradılar, tecrit edildiler, Mekke’den göçe zorlandılar, aralarında kanlı savaşlar oldu. Bu husumet ve tahammülsüzlüğün asıl sebebi İslamiyet’in o toplumda hakim olan dinî ideolojiyle taban tabana zıt oluşuydu. İslâmiyet tek Tanrı inancını benimserken, Mekke ve çevresi yüzlerce puta tapmaktaydı. Ancak, İslâmiyet’in Arap toplumuyla ters düştüğü husus sadece Tanrı anlayışı değildi. İslâm Peygamberi o günkü Arap toplumunun sosyal ve kültürel yapısını temelinden değiştirecek mesajlar vermekteydi. Neşet Çağatay’ın da belirttiği gibi ‘bilhassa çölde yaşayan Araplar’ın başlıca öğüncü kahramanlık, şairlik, nüfuz ve servet sahibi oluşuydu. Bütün bunlar, çöl Arabının fırsat bulunca basit sebeplerden dolayı adam öldürmesine, çapul etmesine mani değildi. Öç alma da Araplar’ın başlıca önem verdikleri şeydi1. Halbuki İslâmiyet’in insanları değerlendirirken ölçü aldığı şey ‘takva’ idi. Yani Allah’tan korkan ve onun emirlerine uyup yasaklarından sakınan insan; ırkı, cinsiyeti, servet durumu ne olursa olsun, İslâm açısından makbul insandı. Nüfuz ve servete, kabile asabiyyetine son derece ehemmiyet veren Cahiliye dönemi Arap toplumu, bu özelliklere sahip olmayanlar ve bilhassa da hürriyetten mahrum olan köle ve cariyeler hususunda oldukça katı ve acımasızdı. Bir köle ve cariyeye, sahibi kayıtsız şartsız istediği gibi muamele edebilir, isterse 1 Neşet Çağatay; İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara Üniv. İlahiyat Fakültesi Yayınları, IV. Baskı, Ankara Üniv. Basımevi (Ankara-1982), s. 128. 83 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları onu öldürünceye kadar döver; elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü2. Gerçi İslâmiyet de köleliği yasaklamamıştı, yasaklayamazdı da zaten. Çünkü kölelik o devir toplumları için bir realiteydi. Ama köleler hakkında o zamana kadar görülmemiş derecede insanî hükümler getirmekteydi. Kölelerin insan bile sayılmadığı bir dönemde, ‘asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, (….) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar’3 hükmünü getirerek, kölelerin korunup gözetilmesi bakımından Müslümanlara mes’uliyet yükler. Hatta taksirle (kasıt olmaksızın) işlenen öldürme suçlarında4 ve edilen yemini bozma halinde 5köle azat etme müeyyidesi getirerek, köleliğe karşı tavrını zımni olarak ortaya koymuştur. İslâmiyet, kölelerden başka, kadınlar hakkında da çok sayıda ayette koruyucu hükümler getirmiştir. İslâm Peygamberi’nin ‘Veda Hutbesi’nde de korunup gözetilmesi için ısrarla üzerinde durulan iki zümre kadınlar ve köleler olmuştur. Veda Hutbesi neredeyse İslâmiyet’in hûlâsası gibidir. Bu hutbede İslâm Dini’nin en acil ve kritik problemleri birinci ağızdan İslâm ümmetine bir kere daha ifade edilmiştir. Kadınlar ve kölelerle alâkalı hassasiyetin bu kısa hutbede birçok meselenin önüne geçerek ifade edilmesi İslâmiyet’in bu hususlara verdiği ehemmiyetin ifadesidir. İslâmiyet, getirdiği nizamla sadece o günkü Arap toplumundan değil, Batı Medeniyetinin temelleri olan Antik Yunan Medeniyetinden ve Hrıstiyanlık’tan çok daha insanî bir cemiyet hedefliyordu. Antik Yunan’da sıradan halk bir tarafa, toplumun en münevver kesimi olan filozoflar bile köleyi ve kadını aşağılar, onları eksik yaradılışlı bulunurlar ki, meselâ Antik Yunan’ın en meşhur filozofları olan, sonraki Hrıstiyan Medeniyeti’ne de kaynaklık eden Platon ve Aristo böyledirler. Bunlardan Platon ‘kadın, Dünyanın ilk çocuğu olan erkek insanın aşağı bir şeklidir6 derken, Aristo da, kadının erkekten daha az mükemmelliğe sahip olduğunu iddia eder7. Yine Kitab-ı Mukaddes’te ‘kadının erkek için yaratıldığı’ hükmü vardır8. İslâmiyet’in Arap toplumunda karşılaştığı muhalefetin ehemmiyetli bir sebebi daha vardır ki, bu da, putperestliğin Arabistan toplumu ama bilhassa da Mekke toplumu için ekonomik bir değer taşımasıydı. Lapidus’ün de isabetle 2 Aynı eser, s: 132 Kur’an-ı Kerim; Bakara Sûresi, 177. Ayet 4 Aynı Eser; Nisa Sûresi, 92. Ayet 5 Aynı Eser; Maide Sûresi, 89. Ayet 6 Alfred Weber; Felsefe Tarihi, Tercüme Eden: H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, V. Baskı, Kitap Matbaacılık (İstanbul-1998), s: 62 7 Karl Vorlander; Felsefe Tarihi, Tercüme Edenler: Mehmet İzzet-Orhan Saadeddin, İz Yayıncılık, Umut Matbaası (İstanbul-2004), s: 153 8 Kitab-ı Mukaddes - Eski ve Yeni Ahit, Yeni Ahit - Korinstoslular’a Birinci Mektup, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul Matbaacılık Anonim Şirketi (İstanbul-1969), s: 177 3 Etem Çalık 84 belirttiği gibi, ‘Kâbesiyle Arabistan’ın her yerinden hacıları çeken dinsel bir sığınak olan Mekke, yarımadanın değişik putlarının, kabile tanrılarının yatağı ve yıllık hac ziyaretlerinin merkezi haline gelmişti. Hac ayrıca, sadece bir dinî ibadet değil, aynı zamanda ihtilaflâfların çözüldüğü, iddialarin, borçların ve tabiî ki ticaretin bir karara bağlandığı bir ateşkes dönemini sağlıyordu’9. Mekke’nin verimsiz bir toprağa sahip oluşu, dolayısıyla ziraî faaliyet için elverişli olmaması, onu dışarıdan gelecek reaksiyonlara karşı, diğre bölgelerden daha hassas olmaya sevketmişti. Ziraatin olmayışı ve bu sebeple de kendi kendine yetmeyip, ancak ticarî faaliyetle ayakta durabilmesi yüzünden, Mekke’nin bilhassa da zengin kesimi İslâmiyeti ve onun peygamberini büyük bir tedirginlik ve husumetle karşılamıştı. Yeni dinin, onları dış dünyadan tecrit edebileceği ve iç düzenlerini de bozabileceğinden endişe etmişlerdi. Çünkü Hz.Muhammed’in tebliği aslında Kureyş’in inançlarına eşlik eden bütün aile ve toplum dokusuna bir tehdit oluşturuyordu(…..). Tanrılara, ibadet ve tapınaklarına bağlı olan ekonomik hayat, kabile geleneği, reislerin otoritesi ve Hz.Muhammed’in izleyici çekmek istediği kabilelerin dayanışması. Din, ahlâk inancı, toplumsal yapı ve ekonomik hayat birbirine sökülmezcesine bağlı bir düşünceler ve kurumlar sistemi oluşturmuştu10. Aynı endişelerin sevkiyledir ki, bir başka ticarî merkez olan Taif’te de İslamiyet’e karşı muhalefet şiddetli olmuştu. Taif bir taraftan deri sanayiî, kuru üzüm, şarap üretimi; diğer taraftan arıcılık ve bal üretimi bakımından oldukça ileri bir durumda idi ve bu malların ticareti ile gelişip zenginleşmişti. İşte Taif şehrinin bu ticarî ve sınaî pozisyonu, onların bu imkânlara halel geleceği korkusuyla İslâmiyet’in ortaya çıkışı sırasında, bu dine girmek hususunda oldukça uzun ve şiddetli bir direnç göstermelerine sebep olmuştu11. Mekke ve Taif’in aksine olarak, Medine eskiden beri ziraatle geçinirdi. Şehirde geniş bir Yahudi nüfus da vardı ve zanaat ve ticareti, ellerinde bulunduranlar onlardı. İşte Medine’nin bir yandan kendine yeten ziraî bir ekonomik yapıya sahip bulunması, diğer yandan Tek Tanrı inancına aşina olması, Medineliler’in İslamiyet’e sempatiyle yaklaşmalarını kolaylaştırmıştı. Netice olarak, Mekke ve Taif’in şiddetli muhalefetinde olduğu gibi, Medineliler’in sempatisinde de esasen pratik endişeler rol oynamıştı. Bunların içinde İslâmiyet’i anlamaya en müsait olanlar Mekkelilerdi. Çünkü İslâmiyetin en belirgin olan ve diğer tek Tanrılı dinlerden daha net bir şekilde ortaya çıkan yönü, ‘mücerret Tanrı’ anlayışıydı. Bu anlayışı 9 Ira M. Lapidus; İslam Toplumları Tarihi – Cilt: 2, Tercüme Eden: Yasin Aktay, İletişim Yayınları, IV. Baskı (İstanbul-2010), s: 48 10 Aynı Eser, s: 60 11 Çağatay; a.g.e, s: 154 85 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları gerekli şekilde ifade etmek için lâzım olan zihnî gelişmişlik diğerlerinden daha fazla onlarda mevcuttu. Altıncı asrın ortalarıyla birlikte Mekke, Ortadoğu’nun en önemli kervan şehirlerinden biri oldu. Mekkeliler, baharatlar, deri, ilâçlar, elbise ve Afrika veya Uzak Asya’dan Suriye’ye gelen köleleri taşıyarak, Arabistan’a para, silâh, hububatla dönüyorlardı12. Bu, başka toplumlarla temas ve münasebet ve bunu temin eden ticarî hayat, Mekkeliler’in bilgi ve görgüsünü arttırdığı gibi, onlarda zamanı daha ölçülü kullanmak ve günlük kâr-zarar hesabı yapmak gibi faktörlerin gerektirdiği rasyonel düşünce tarzını geliştirmişti ki, İslâmiyet’in gerektirdiği zihin yapısı tam da bu idi. Mekke ve Taif Arapları’nın başlangıçta İslâmiyet’e karşı gösterdikleri reaksiyon ve husumetin temelinde de esasen bu şuurlu ve rasyonel tavır alma saiki yatmakta idi. Tabiî ki, eğer İslâm Peygamberine dinini tebliğ etme şansı verilseydi, Mekke’de menfaati haleldar olabilecek üst tabaka dışında İslâmiyet çok daha kolay yayılacaktı. Ama bu şans verilmedi. Hem kendisi hem de sahabeleri maddî ve manevî işkencelere tabi tutuldular. Ama bütün bu baskılara rağmen, gene de İslâmiyet başlangıçtaki en azılı düşmanlarını, ama bunların içinde de en zeki ve kudretli olanlarını kendi dairesine alma muvaffakıyetini gösterdi. İkinci Halife Hz.Ömer, Peygamberi öldürmek üzere yola çıkmışken, İslâmiyet’le ilk temasında (Kur’anı okur okumaz) Müslüman olmuştu. Uhud Savaşı’nda İslâm ordusunu bozguna uğratan Halid bin Velid, bu savaştan sonra Müslüman olmuş ve ordu kumandanı olarak büyük hizmetler görmüştü. Vaktiyle İslâmiyet’in en azılı muhaliflerinden olan Amr İbn’ül As da Müslüman olmuş, ordu komutanı olarak büyük yararlıklar göstermiş, Mısır’ı fethetmiş ve Bizans ordularını defalarca mağlûp etmişti. Örnekler çoğaltılabilir. Burada ifade etmek istediğimiz husus, İslâmiyet’in esas olarak zihnen gelişmiş, bilgili ve şehirli toplumlara hitap ettiği ve onlarca daha iyi ve daha doğru anlaşıldığıdır. Nitekim Mekkeliler başlangıçta İslâmiyet’e en şiddetli muhalefet ve husumeti göstermelerine rağmen, müslüman olduktan sonra İslâmiyet’i en iyi temsil edenler, İslâm’ın en büyükleri gene onların arasından çıkmıştı. 630 yılında Mekke’nin fethi, hem İslâm tarihi hem Ortadoğu ve umumî olarak Dünya tarihi için mühim dönemeçlerden biri oldu. Bu fetihle beraber, Arabistan Yarımadası’nın siyasî, dinî ve kültürel bakımdan bir bütün meydana getirmesinin yolu açılmıştı. Daha evvel siyasî bir birliktelikten mahrum olan bölge, şimdi merkezî bir otoriteye kavuşuyordu. Arabistan’ın kuzeyinde ve güneyinde ilkçağlardan beri birçok devlet kurulmuş ve bunlardan bazıları Peygamberin zamanına kadar gelmişti (Palmirliler, Hireliler gibi). Buna karşılık 12 Lapidus; a.g.e, s: 48 Etem Çalık 86 Orta Arabistan’da Hicaz bölgesinde merkezî bir birlik, bir devlet teşkilâtı asırlardır ortaya çıkmamıştı. İslâm Peygamberi tebliğe başladığı zaman da Hicaz bölgesi yani Mekke, Medine ve Taif şehirleri kabileler halinde teşkilâtlanmıştı, ki bunlardan mesela Medine şehri (o zamanki adıyla Yesrib) Evs ve Hazrec adında iki büyük kabilenin hakimiyetinde idi ve bu kabileler de yıllardır savaşlarla birbirlerini yiyip bitirmişlerdi ama onlarda da bir birlik yoktu. İşte İslâmiyet’in Mekke’ye hakim olması, dinî dönüşümün yanında siyasî bir dönüşüme de yol açtı. Bütün inananlar birbirine eşitti. Üstünlük ancak ‘takva’ dolayısıyla idi. Bu anlayış, kabile ve soy üstünlüğünü sona erdiriyordu. Müminler artık kabileden çok daha büyük bir birliğin mensubuydular. İslâmiyet okumayı, öğrenmeyi teşvik etmesiyle ilmî; ticareti teşvik etmesiyle iktisadî; ve gazayı teşvik etmesiyle de siyasî ve coğrafî bir gelişmeye yol açmıştı. Öyle ki, asırlardır kabuğunu kıramamış ve Arabistan’da kabileler halinde yaşayan Arap toplumu, tarihte benzeri pek fazla görülmemiş bir gelişme ve genişlemeye ulaştı. Mekke’nin fethinden kısa bir zaman sonra bütün Mekke, bir müddet sonra da Arabistan Yarımadası Müslüman oldu. Bu, İslâmiyet’in kazandığı ilk mevzi idi ama burada kalmayacaktı. Nitekim Peygamberin vefatından iki sene sonra Halid Bin Velid komutasındaki İslâm ordusu Acnadayn Savaşı’nda Bizans ordusunu mağlup etmiş, 636’da Şam, 637’de İran, 642’de Mısır, 643’de İskenderiye fethedilmişti. Böylece İslâm Peygamberinin ölümünün üzerinden on yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen, onun bıraktığı devlet, Ortadoğu’nun hemen tamamını ele geçirmiş, dünyanın büyük güçleri arasına girmişti. Bu devrede dinî ideoloji siyasete yön vermiş ve bu ideolojinin Tanrı, insan ve cemiyet anlayışı bu gelişmenin motoru olmuştu. Ama devletin sınırlarının genişlemesini sağlayan siyasî ve askerî muvaffakiyet de bu ideolojinin sıhhatini temin etmiş ve onun çeşitli saiklerle dejenere olmasının önüne geçmişti. Çünkü bu savaşlarda sadece bu devletler değil, onların mensup bulunduğu dinî ideoloji de yenilmiş gibi oluyordu. Dolayısiyle yenilmiş toplumların dinî düşünce unsurlarının İslâmiyet’e sızması önlenmişti. Fetih hareketlerinin İslâm tarihi ve medeniyeti bakımından asıl ehemmiyetli neticesi ise, müslümanları farklı kültürlerle temasa geçirerek, İslâm Medeniyeti’nin doğuşuna imkân vermesiydi. Bu temas Suriye’deki şehirler (bilhassa Şam) ve İskenderiye yoluyla oldu. Ancak Müslüman Araplar sadece şehirleri fethedip oralara yerleşmekle kalmadılar, kendileri de büyük şehirler kurup, bu şehirleri kültür ve medeniyet merkezi haline getirdiler. Hatta Barthold’a göre Müslümanlar Yunan Medeniyeti’yle İskenderiye’de ve Suriye şehirlerinde tanışmış olmalarına rağmen, başlıca medenî ve ilmî eserler Fırat ve Dicle sahillerinde, Küfe ve Basra’da meydana gelmiştir. Bu şehirlerin her ikisi de Ömer 87 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları zamanında mutad plana göre inşa edilmişti13. Müslüman Arapla’ın kurdukları şehirler bunlardan ibaret değildi. Halife Mansur VIII.asrın 60’ıncı yıllarında Dicle’nin Garp sahilinde kendine yeni bir payitaht inşa ettirdi. Evvelce burada bir Nasturi manastırı ve Bağdad isminde bir köy vardı ki, yeni şehre de bu tarihî isim verildi14. Yapılan fetihlerle Müslümanlar bir taraftan Antik Yunan’ın, diğer taraftan da Hrıstiyanlık’ı biçimlendiren Roma İmparatorluğu’nun kültür ve medeniyet mirasıyla tanıştılar. Dolayısiyle hem Yunan felsefesiyle hem de Hrıstiyanlık’la yüzleştiler. Ancak, İslâmiyet bu temasta Hrıstiyanlık’ın daha evvel uğradığı talihsizliğe uğramadı. Tanrı anlayışı çarptırılmadığı gibi, mukaddes kitabı da en ufak bir tahrifata uğramadan sonraki asırlara intikal etti. İslâmiyet’in bozulmadan muhafaza edilmesindeki ehemmiyetli bir faktör, evvelce ifade ettiğimiz gibi, onun daha peygamberi hayatta iken, ortaya çıktığı bölgeye hakim olması ve Peygamberinin aynı zamanda devlet reisi sıfatının bulunmasıydı. Bu hakikate Maxime Rodinson da dikkati çeker ve Machiavelli’nin ‘Hükümdar’ isimli eserindeki ‘bütün eli silâhlı peygamberlerin başarıya ulaştıkları, silahsız olanların ise hüsrana uğradıkları görülmüştür’15 şeklindeki ifadesine atıfta bulunarak, ‘büyük Floransalı bilginin engin tecrübesiyle bulduğu gerçeğin bir kere daha doğrulandığını’ belirtiyor ve ‘Muhammed’in üstünlüğü silahlı bir peygamber oluşundan geliyordu’16 diyordu. İslâmiyet’in diğer dinler karşısında bozulmadan muhafaza edilmesinde rol oynayan bir başka ehemmiyetli faktör, İslâmiyet’in, komşu ülkelerin dinlerinden daha mücerret, dolayısıyla de daha ileri bir Tanrı anlayışına ve daha kompleks ve daha rasyonel bir yapıya sahip olmasıydı. Dolayısiyle aralarındaki temasta, diğer dinleri asimile eden İslâmiyet oldu. Arabistan Yarımadası dışındaki fetihlerde, Müslümanlar bir taraftan Zerdüşt Dini’ne mensup İranlılar’la diğer taraftan da Hrıstiyan Bizans’la karşılaştılar. Gerçi Müslüman Araplar’ın Hrıstiyanlık’la teması yeni değildi. Daha İslâm Peygamberi tebliğine başlamadan evvel de Medine’de olsun Yemen’de olsun Hrıstiyan topluluklar vardı. Ama Bizans İmparatorluğu Hrıstiyanlık’ın en büyük kilisesini bünyesinde barındırdığı gibi, Mısır ve Suriye gibi, Doğu Hrıstiyanlığı’nın merkezleri de onun kontrolündeydi. Dolayısiyle Müslümanlar 13 W. Barthold; İslam Medeniyeti Tarihi (Prof. Dr. M. Fuat Köprülü tarafından “Başlangıç, İzah ve Düzeltmeler” kısmı ilave edilmiştir), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, III. Baskı (Ankara-1973), s: 27 14 Aynı eser, s: 29 15 Niccolo Machiavelli; Hükümdar (IL Principe), Tercüme Eden: H. Kemal Karabulut, Sosyal Yayınlar, V. Basım, Sena Ofset (İstanbul-1998), s: 107 16 Maxime Rodinson; Hazreti Muhammed, Tercüme Eden: Attila Tokatlı, Sosyal Yayınlar, Matbaa 70 (İstanbul-1994), s: 126 Etem Çalık 88 Bizanslılar’ı yenmekle aynı zamanda Hrıstiyanlık’ın en büyük taraftar ve koruyucusunu yenmiş oluyorlardı ve bu bir yerde İslâmiyet’in üstünlüğünün de referansı sayılıyordu. Zaten İslâmiyet’in taşıdığı üstünlükler, onu böyle bir temasta her zaman avantajlı kılmıştır. Bunun içindir ki, İslâmiyet’ten Hrıstiyanlık’a sadece münferit geçişler olmuşken, kitle halinde geçişler hep Hrıstiyanlık’tan İslâmiyet’e doğru olmuştur. Nitekim Mısır ve Suriye’de böyle bir kitle halinde İslâmlaşma olmuşken, Boşnaklar ve Arnavutlar’ın Müslüman olması da böyle olmuştur. Ama bunun tersi olmamıştır yani kitle halinde Hrıstiyanlık’a geçen bir Müslüman toplum görülmemiştir. 3. İSLÂMÎ HAREKETTE YENİ BİR SAFHA: EMEVİLER DÖNEMİ (661-750) Emevî Devleti, adını Emevî soyundan olan Muaviye’den alır. Emevî Devleti, bir dizi talihsiz hadiseden sonra kurulmuştu. 656 yılındaki Cemel Vak’ası’nda 10 bin, 657 yılındaki Sıffin Savaşı’nda ise 70 bin civarında Müslüman ölmüştü, ki Emevî Devleti’nin kurucusu olan Muaviye, her iki hadisenin de baş aktörlerindendi. Muaviye’nin iktidara gelmesinden sonra da Müslümanları rencide eden hadiseler devam etti. Hicri 49 yılında Muaviye Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ın eşlerinden Esma’yı; oğluna almak, 10 bin dirhem vermek ve 10 çiftlik hediye etmek karşılığında, eşi Hz. Hasan’ı zehirlemeye teşvik etti. Hz. Hasan bu tertiple öldürüldü17. Muaviye’nin 680 yılında ölmesi üzerine, oğlu Yezid hükümdar olmuş ve İslâm tarihinde saltanat ihdas edilmişti. Bundan sonra iktidar hep Emevî ailesinde kalacaktı. Yezid’in hükümdarlığı sırasında da uğursuz hadiseler devam etti. Halifeliğin ilk yılında Hz. Ali’nin diğer oğlu Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da adamları ile beraber katletti. Bu hadise İslâm dünyasında bugüne kadar devam eden ayrışma ve husumetin tohumunu attı ve Sünnilik ve Şiilik şeklinde iki fırkanın doğumuna yol açtı. Emevîler devrinde de Müslüman Araplar’ın fütuhatı devam etti. Doğu’da Buhara, Semerkant ve Fergana’ya kadar Orta Asya fethedilirken, Kuzeyde Anadolu’nun doğusu ve Güney Kafkasya, Afrika’da Tunus ve Batı Avrupa’da İspanya fethedildi. İslâm devletinin kuruluşundan itibaren bir asır zarfında bir dünya imparatorluğu haline gelmesini hazırlayan bazı şartlar vardı. Bu şartlardan birisi, 17 Bahriye Üçok; İslam Tarihi (Emeviler - Abbasiler), Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Milli Eğitim Basımevi (Ankara-1979), s: 30 89 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları ele geçirilen ülkelerin bünyelerinde mevcut olan iç karışıklıklar ise de, ikinci ve daha ehemmiyetli olanı, İslâmiyet’in, mensuplarına telkin ettiği gaza ruhu ve bu ruhun onlara verdiği motivasyondu. Tabiî bunlara, Andre Miquel’in belirttiği gibi, İslâmın tahrik ettiği, yücelttiği bedevî inatçılığını da eklemek gerekir18. Emevîler devrinde siyasî ve askerî sahada kaydedilen muvaffakiyetlere rağmen, İslâmiyet’in insanî cephesi ihmal edilmişti. Halbuki bu devrede yapılan fütuhat bu cephenin bilhassa öne çıkarılmasını gerektiriyordu. Çünkü Emevîler’den evvelki fetihler, İran dışında ülkelerin aslî sahiplerine karşı yapılmış değildi. Suriye, Filistin, Mezopotamya, Trablus ve Mısır Bizans İmparatorluğu’nun hakimiyetindeydi. Bu ülkelerin halkları monofizit kiliselere mensuptu. Monofizit kiliseler, Roma ve İstanbul kiliselerinden farklı olarak, Hz. İsa’da ilâhî ve beşerî tabiatların birleşerek tek bir tabiat meydana getirdiğine inanıyorlardı. Bunun dışında da Batı kiliselerinden ayrıldıkları noktalar vardı ve bu ayrılıklar da İstanbul Kilisesince, hoş görülemeyecek kadar ciddi sayılıyordu. Meselâ bunlardan merkezleri Suriye’de olan Nasturîler, tasvirleri (ikonları) reddeder, Sebt (cumartesi) ve Pazar’ı dinî gün sayarlar, domuz eti yemez, papazların evlenmesini meşru görürlerdi19. İşte bu farklılıklar Doğu kiliselerinin İstanbul tarafından ‘heretik’20 sayılmasına yetmişti. Bu sebepten de bu bölgelerin halkları Müslüman fatihlere herhangi bir mukavemet göstermediler. Bu gerçeği batılı tarihçilerden Carl Brockelmann da ifade eder ve ‘yerli Arami halk monofizit inançlarından dolayı, hakim bulunan Bizans Ortodoksisi tarafından sürekli şekilde zorlanmıştır; bu sebeple imparatorluk nüfuzunun korunmasına hiçbir ilgi göstermiyorlardı’21 der. Yerli halkın, kendisini idare edenlerin baskı ve zulmünden kurtulma arzusu bu bölgenin fethini kolaylaştırdığı gibi, müslüman fatihlerin onlara gösterdiği müsamaha da, Müslümanların bu bölgede kalıcı olmalarını sağlamış ve İslâmiyet’in yayılmasına da yardımcı olmuştu. Bir diğer Batılı tarihçi olan Andre Miquel de bu gerçeği şu ifadelerle teyid eder: ‘Ehl-î kitap dahil tüm insanları ilke olarak zorla dine sokmak yerine, dinî telkin metodu uygulanmaktadır. İslâm sadece ehl-î kitap olarak kabul ettiği Yahudi ve Hrıstiyanları değil, aynı zamanda Zerdüşt, Budist ve öteki din sahiplerine de dinde zorlama ilkesi koymamıştır(…..). Aynı zamanda vergi konusunda da bir art niyet 18 Andre Miquel; İslam ve Medeniyeti – Doğuştan Günümüze – I. Cilt, Tercüme Edenler: Ahmet Fidan – Hasan Menteş, Birleşik Dağıtım Kitabevi Yayınları, Kar Ofset Basımevi (Ankara-1991), s: 96 19 Tacettin Şimşek; İsevilik’ten Hıristiyanlığa, Ekin Yayınları, Karmat Basımevi (İstanbul-2005), s: 134 20 “Heretik” terimi; rafizi, sapkın manasında kullanılmaktadır. 21 Carl Brockelmann; İslam Ulusları ve Devletleri Tarihi, Türkçeye Çeviren: Prof. Dr. Neşet Çağatay, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi (Ankara-1992), s: 45 Etem Çalık 90 yoktu. Zira cizye adı verilen özel bir vergi karşılığında korunan tebaa(zımmî), kendi dinini uygulama hakkına sahipti22. Ne var ki, İslâm’ın ilk dönemlerinde gayrimüslimlere gösterilen bu müsamahakâr tavır, Emevî Hanedanının kurulmasından sonra değişti. Emevîler bir taraftan Arap olmayan Müslümanlara karşı ayrımcılık yaparken, diğer taraftan gayrimüslim tebaaya karşı da baskıcı bir politika tatbik ediyorlardı. Nitekim, Halife Abdülmelik (685-705) imparatorluğun birliğini elinde bulundurmak için Arapçayı resmî dil haline getirdi ve mahallî memurların yerine, idarenin Müslüman memurlara verilmesini emretti. Gayrimüslimlere verilen hürriyetleri ehemmiyetli ölçüde azalttı23. Abdülmelik tek örnek değildi. Halife II.Ömer (717-720)’in kısa süren saltanat devresi istisna edilecek olursa, Emevîler’de umumî olarak ırkçılık ve ayrımcılık, hakim tavır idi. Arap olmayan Müslümanlara ‘mevali’ ismini onlar vermişti. Yani Arap olmayan Müslümanlar Araplar’ın kölesi sayılıyorlardı. Arap olan-olmayan ayrımı o derece kuvvetli idi ki, Arap olmayan bir anadan doğan bir prens tahta geçemiyor, bir Türk veya İranlı’nın arkasında bir Arap namaz kılmıyor, Arap’tan başkası ile bir Arap evlenemiyordu24. Bu vaziyet de tabiî olarak Arap olmayan müslümanlar arasında hoşnutsuzluk yaratıyordu. Araplar’ın Ortaasya’daki fütuhatı ve bu fütuhat sırasındaki zulümleri, bu bölge halkında Müslümanlara karşı şiddetli bir infial uyandırmıştı. Halife Abdülmelik Horosan Valiliği’ne Haccac’ı tayin etmiş, o da Kuteybe bin Müslim’i Türkler’le meskûn bölgelerin fethine memur etmişti. Kuteybe Toharistan’da Baykent ve Talkan şehirlerini aldıktan sonra buraları yakıp yıkmış ve halkını katletmiş, daha sonra ele geçirdiği Semerkant’da esir ettiği 4 bin Türk gencini öldürtmüştü25. Türkler’in Müslümanlığı geç sayılabilecek bir tarihte kabul etmelerinde bu zulûmler büyük ölçüde pay sahibi olmuş olmalıdır. Emevîler’in fethedilen bölgelerin halklarına tepeden bakan ve onları ayrımcı bir muameleye tabi tutan ırkçı tavırlarının İslâm tarihi ve medeniyeti bakımından neticesi, bu bölgelerin halkıyla fatihlerin kaynaşamaması ve büyük bir ilmî ve kültürel miras barındıran bu toplumlardan istifade edilememesiydi. Halbuki farklı kültür ve medeniyetlere mensup halklar arasındaki kaynaşma ve kültür alışverişi, yeni sentezlerin yaratılmasının esaslı bir şartıdır. Emevîler bu şansı kullanamadılar. Böyle olunca da İslâmi hareket bir İslâm medeniyetine dönüşemedi. Aslında bunun için şartlar oldukça müsaitti. Müslüman Araplar, Antikçağ’ın büyük kültür merkezlerini ele geçirmişlerdi. Bunlardan bilhassa İskenderiye ve Antakya Antikçağın kültürel, ilmî ve dinî merkezleriydi. 22 Andre Miquel; a.g.e, s: 97 Bahriye Üçok; a.g.e, s: 97 24 Aynı eser, s: 58 25 Aynı eser, s: 55-56 23 91 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları İskenderiye Ptolemaioslar Hanedanı döneminde M.E. 3.asırdan M.S.2.asra kadar tam bir ilim merkeziydi. Bundan sonra da Hrıstiyanlık’ın önde gelen dinî merkezlerinden biri oldu. Birçok Aziz ve filozof yetiştirdi. Antakya da Hrıstiyanlık’ın büyük merkezlerindendi. Hrıstiyanlık Helenistik dünyaya oradan yayılmıştı26. Böyle bir kaynaşma için gerekli sempati de bu bölge halklarında mevcuttu. Meselâ İmparator Herakliyus 628 yılında Mısır’ı İranlı fatihlerin ellerinden tekrar koparıp aldıktan sonra, Kıptî monofizitleri İmparatorluk kilisesine bağlamaya çalıştı(…). 631 tarihinde Kyros’u, hem İskenderiye patriği hem de sivil yönetimin başı olarak buraya getirdi. Onun kilise siyaseti ve vergi talepleri hususundaki zorlaması Kıptîler’e o kadar ağır geldi ki, Suriye’deki dindaşları gibi bunlar da Araplar’ı kurtarıcı olarak selâmlamak zorunda kaldılar27. Ayrıca İskenderiye tam bir halklar ve kültürler mozayiği idi. Orada Yunan, Makedonyalı ve Mısırlılar’dan başka; İranlılar, Suriyeliler, Araplar, Yahudiler vb. de vardı28. Yani aşağı yukarı, Akdeniz havzasında ortaya çıkmış bütün medeniyetlerin varisleri orada idi. 637 yılında fethedilen İran ise, o dönemin güçlü toplumlarındandı. Barthold’a göre ‘Sasaniler zamanında İran Roma’nın kuvvetli bir rakibi haline geldi ve bütün medeniyet dünyası için büyük ehemmiyeti olan Çin-Hind ticaret yolunu karadan da denizden de eline geçirdi. Medenî üstünlüğün Avrupa’dan Yakın Asya’ya geçmesi bu hadise ile bağlı olup, bunun büsbütün tebarüz etmesi Müslümanlar devrinde olmuştur29. Dolayısiyle Müslüman Araplar İran kültür ve medeniyetine de varis olmuşlardı. Ne var ki, halklar birbirlerinden kopuk olunca ve Arap olmayan toplumlar –müslüman da olsalar- sırf bu yüzden tecrit edilip horlanınca bir kültür alışverişi mümkün olmadı ve Müslümanlar uzun yıllar bütün bu kültür ve medeniyet mirasından habersiz yaşadılar. Bu diyalog ve alışverişin gerçekleşmesi için Abbasiler’in ortaya çıkması beklenecekti. Ancak ondan sonradır ki, İslâm Medeniyeti ortaya çıkıp gelişecek ve sadece Araplar değil, Türkler, İranlılar ve hatta Yahudiler de bu medeniyetin mimarları olacaklardı. 26 Mircea Eliade; Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi - Cilt: 2, Gotama Budha’dan Hıristiyanlık’ın Doğuşuna, Tercüme Eden: Ali Berktay, Kabalcı Yayınevi, I. Basım, Yaylacık Matbaası (İstanbul-2003), s: 393 27 Carl Brockelmann; a.g.e, s. 45. 28 Server Tanilli; Yüzyılların Gerçeği ve Mirası – İnsanlık Tarihine Giriş – I: İlkçağ, Say Yayınları, Evrim Matbaacılık A.Ş, 3. Baskı (İstanbul-1988), s: 379 29 Barthold; a.g.e, s. 5. Etem Çalık 4. 92 İSLÂMÎ HAREKETTEN İSLÂM MEDENİYETİ’NE: ABBASİLER Abbasiler iktidara geldiklerinde, sınırları Hint Okyanusu’ndan Aral Gölü’ne, Doğu Anadolu’dan Çin sınırına kadar yayılan bir imparatorluk devraldılar. Ancak siyasî hakimiyetini oldukça geniş bir coğrafyaya yayan Emevî hükümdarları zamanında, Peygamber ve Dört Halife Döneminin idealizmi kaybolmuş gibiydi. Artık temel hedef İslâm’ı değil, siyasî hakimiyeti yaymak olmuştu sanki. Nitekim, Emevîler’in Ortasya’daki zulümleri, onların hiç de ulvî gayeler peşinde olmadıklarını gösteriyordu. Bunun yanında, toplum dinî ve siyasî açıdan da parçalanmış ve birbirine düşman ve rakip kliklere bölünmüştü. Yani başka din ve kültür mensuplarıyla münasebet ve kaynaşma bir tarafa, İslâm toplumu kendi içinde bile birbirine tahammülü olmayan gruplara, cemaatlere ayrılmıştı. Bu ayrışmanın başlangıcı 656 yılında meydana gelen Sıffin Savaşı’na kadar geri gider. Bu savaştan sonra, kendilerine ‘Hariciler’ denen grup, evvelâ Hz. Ali’nin safında iken, Hz. Ali ve Muaviye’nin aralarındaki anlaşmazlığın halli için hakeme müracaat etmelerine karar vermeleri üzerine hüküm vermenin ancak Allah’a ait olduğunu söyleyerek ondan ayrılmışlardı. Onlara göre, ‘Allah, Kur’an’da isyan edenlerle itaat edinceye kadar savaşılması gerektiğini bildirmişti. Muaviye ve taraftarları Hz.Ali’ye kuşku götürmez biçimde isyan etmişlerdi ve onlarla görüşmeye oturmak günah sayılmalıydı30. Hariciler başlangıçta Hz. Ali taraftarı olmakla beraber sırf Muaviye ile anlaşmak üzere hakeme gitmeyi kabul ettiği için, ‘hüküm ancak Allah’a aittir’ (La hukme illâ Lillah) diyerek ondan ayrıldılar. Bundan sonra Hariciler Hz.Ali, Muaviye ve Amr ibn ül As’ı öldürmeye karar verdiler. Çünkü bunlardan ikisi hakem usûlünü hile ile, ilki ise dürüstlükle, doğrulukla kabul ve tatbik etmişlerdi. İbn Mülcem isimli bir Harici Hz.Ali’yi Kûfe’de cami içerisinde zehirli bir hançerle öldürmüştü. Aynı gün Amr ibn ül As hastalığından ötürü evinden çıkıp camiye gitmediği için, onun yerine imamlık eden Harice bin Ebi Habibe kurban gitmiştir. Muaviye ise hafif bir yarayla kurtulmuştur31. Haricilik İslâm dünyasında siyasî bir bölünmeye yol açmadı. Çünkü iktidara karşı bir hareket değildi. Sadece ‘hakeme müracaat’ gibi kendilerince itikadî sayılan bir mesele yüzünden her iki gruba da muhalefet etmişlerdi. Ayrıca ciddi doktrinal tartışmalara girmek için donanımları müsait olmadığı gibi, esasen böyle bir problemleri de yoktu. Montgomery Watt’ın dediği gibi ‘Haricî hareketin 30 İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti – I. Cilt, Yayın Yönetmeni: Dr. İsmail Kıllıoğlu, Hikmet Yayınları, Zafer Matbaası (İstanbul-1988), s: 84 31 Bahriye Uçok; a.g.e, s: 28-29 93 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları varoluşunun en temel sebebi, bu önceki göçebelerin, güvensizlik duygusunun itici gücüyle, çölde alışmış oldukları küçük samimi grubu İslâmi bir temelde tekrar meydana getirme arzusuyla açıklanabilir32. Dolayısiyle kalıcı biçimde doktrinal bir bölünmeye de yol açmadı. Sadece, mensuplarının yaşadığı basit, iptidaî ve göçebe hayatın bir neticesi olarak dini son derece katı bir taassupla ve Kur’anda geçen kavramların lafzına bağlı kalarak anladıkları için, hiçbir yoruma ve içtihada müsaade etmeyen sonraki hareketlere örnek teşkil ettiler. Bu sebeple İslâm tarihi boyunca Haricilik benzeri görüş ve cereyanlar hep var olmuştur, bugün de vardır. İslâm toplumundaki asıl bölünme, Hz.Hüseyin’in 680 yılının Kasım ayında Kerbelâ’da şehit edilmesinden sonra başlar. Bu hadiseden sonra Müslümanlar ‘Sünni’ ve ‘Şii’ olmak üzere birbirine muhalif iki kampa ayrıldılar. 684 yılında ortaya çıkarak Hz.Hüseyin’in intikamını almak üzere toplanan ve onun yardımına gelmedikleri için tövbe edenlerin oluşturduğu ‘Tevvabûn’ (tövbe edenler) hareketi, Şia’nın ıstılah haline gelişinin yani İslâm içinde siyasî bir kitleleşme hareketinin başlamakta oluşunun ilk tezahürüdür33. Temelinde Hilâfetin Hz. Ali ve soyuna (ehl-i Beyt’e) ait olduğu anlayışının bulunduğu Şiilik, daha sonra umumiyetle muhalefette kalmasının ve içe kapanmasının neticesi olarak, muvaffak olamamış bütün dinî hareketlerde görülen bir kurtuluş anlayışı getirmiştir (Mesih, mehdi gibi). Netice olarak başlangıçtaki ulvî gayesinden sapmış, içeride birbirine hasım topluluklara bölünmüş bu devasa imparatorluk artık askerî yönden de zayıflamaya başlamıştı. Türkler Araplar’ı Semerkant (Maveraünnehir) bölgesine sürdü. Kafkasya’nın ötesinde yaşayan göçebe bir halk olan Hazarlar, Arap savunmalarını yarıp geçerek Erdebil’de Araplar’ı yendi ve Ermenistan’ı istilâ ederek 730 yılında Musul’a kadar nüfuz sağladı. 740 yılında Yunanlılar Arap istilâcılarına karşı Anadolu’da Aczaras’ta kesin bir zafer elde etti ve büyük bir Suriye ordusunu çökertti. Arap ve Berberî istilâcılar 732 yılında orta Fransa’da yenilgiye uğratıldı. Hariciliğin etkisi altındaki Berberî isyancılar Kuzey Afrika’da 27.000 askerden oluşan bir Suriye ordusunu çökertti34. Abbasî Halifeliğinin, dolayısıyla iktidarının kurulması, 9 Haziran 747 tarihinde başlayıp 750 tarihinde sona eren bir isyan hareketi neticesinde mümkün oldu. İsyanın lideri Ebu Müslim’di. Bernard Lewis onun azat edilmiş Pers bir köle 32 W. Montgomery Watt; İslam Nedir?, Tercüme Eden: Elif Rıza, Birleşik Yayıncılık, 2. Baskı, Bayrak Matbaası (İstanbul-1993), s: 149 33 Ethem Ruhi Fığlalı; Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, 3. Baskı, Kent Basımevi (İstanbul-1986), s: 120 34 Lapidus, a.g.e, s: 113 Etem Çalık 94 ve militan bir mezhebin lideri olduğunu söyler35. Ayaklanma Ebu Müslim’in memleketi Horasan’da yani İran topraklarında başladı. Bu sebepsiz değildi. İran, Ortadoğu’da Arap asıllı olmayan tek toplumdu. Onun için de Emevîler’in ırkçı taassuplarından en fazla zarar gören onlardı. İran’daki müslüman halk, Emevî hakimiyetinin yol açtığı eşitsizliklerle eziliyordu. Uzun bir zaman ikamet ederek yarı yarıya Persleşen Arap ordusu ve yeni yerleşimciler, isyancılar zafer kazanmak üzereyken bile, kendi aralarında bölünmüş halde, aşiret kavgalarına devam ediyorlardı36. İşte bütün bu müsait şartlar isyanın hedefe varmasını kolaylaştırdı ve Ebu Müslim Horasan’ı ele geçirdikten sonra Suriye ve Irak’ta da zaferler kazanarak 750 yılında Emevî Hilafeti’nin sonunu getirdi. Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan olan Ebu’l Abbas Abdullah, Kûfe’de askerler tarafından Halife ilân edildi. Hanedan değişiminin temelinde asırlık bir mücadelenin, zulmün ve kinin bulunması, Abbasiler’i de bütün bu işlenen zulüm ve cinayetlerin rövanşını almaya sevketti. Dolayısiyle Abbasiler’in iktidara gelmesinden sonra Emevî soyundan olanlara karşı korkunç katliamlar yapıldı. Binlerce insan öldürüldü. Bütün bu cinayetleri işleten veya işlenmesine seyirci kalan Ebu’l Abbas’a ‘seffah’ (kan dökücü) unvanı bu yüzden verildi. Ebu’l Abbas’ın halifeliği kısa sürdü. Dört yıl halifelik yaptıktan sonra 754 yılında 30 yaş civarında öldü. Yerine geçen kardeşi Ebu Cafer Mansur’un dönemi Abbasî İmparatorluğu’nun dönüşüm geçirmeye başladığı dönemdir. Mansur döneminde de ciddi iç problemler oldu. Bir taraftan amcası Abdullah bin Ali’nin halifelik iddiası ile uğraşıp onu, diğer taraftan da Emevî iktidarının yıkılmasında büyük hizmetleri geçen ve Abbasi İmparatorluğu’nda da oldukça güçlü bir mevkide olan Ebu Müslim’i tasfiye etmişti. Mansur’un yaptığı ehemmiyetli icraatlardan birisi, Bağdat’ı kurarak İmparatorluğun başkenti yapmak oldu. Emevîler’in başkenti Şam’ı da, Hz. Ali taraftarlarının güçlü ve kalabalık olduğu Kûfe’yi de kendisi için emniyetli bulmamıştı. Gerçi Mansur, Hz. Ali’nin amcası Abbas’ın soyundan geliyordu, yani Haşimoğulları sülâlesindendi. Ancak Hz. Ali’nin soyundan gelenler hilafet davası güdüyorlardı. Bunlardan ‘Nefsü’z- Zekiyye’ (Saf ruh) lâkabıyla anılan ve Hz. Hasan’ın büyük torunu olan Muhammed Mehdi Seffah’a biat etmemişti. Kardeşi İbrahim de Basra bölgesinde isyan başlatmıştı. Her ikisi de Halifenin kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı. Ancak bu hadiseler Halife Mansur’un Ehl-i Beyt düşmanı gibi görülmesine yol açmıştı37. İşte bir taraftan bu dahilî hadise ve 35 Bernard Lewis; Ortadoğu, Arkadaş Yayınevi, 5. Baskı, Sözkesen Matbaacılık (Ankara-2007), s: 96 36 Aynı eser, s: 96 37 İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti, s: 121 95 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları endişeler, diğer taraftan ikliminin müsait olması ve ihtiyaçların kolayca karşılanması sebebiyle Bağdat, dört yıllık bir çalışma netîcesinde 762 yılında înşa edildi ve Hilâfet merkezi oldu. Mansur iktidara geldiğinde Yunanca’dan, Sanskritçe’den ve Suriye dillerinden eserler tercüme edilmeye başlanmıştı. El Mansur’un emriyle 773’te ‘Siddantha’lar tercüme edildi. Bunlar İsa’dan 425 yıl öncesine kadar uzanan Hind astronomi eserleri idi. Will Durant, Bu tercümeler sayesinde Arap rakamları ve ‘sıfır’ın Hindistan’dan İslâm’a geçtiğini söylemektedir38. Ebu’l Abbas ve Mansur dönemi, devletin birlik ve huzurunu teminat altına alma gayretleriyle geçmiş, ayrıca Mansur döneminde İmparatorluk sınırları içindeki ilim ve kültür mirasından faydalanmak yönünde teşebbüsler olmuştu. Ama bu yolda en büyük gayreti gösteren ve ilim-irfanı teşvik edip canlandırmayı bir devlet politikası haline getiren, 813 yılında tahta geçen Me’mun olmuştur. Me’mun, 830 yılında Bağdat’ta ikiyüz bin dinar sarfıyla bir ‘Beytü’l-Hikme’ kurdu. Burası bir fen üniversitesi, bir rasathane ve bir umumî kütüphaneden meydana geliyordu. Burada aylıkları devlet tarafından ödenen bir mütercimler heyeti bulunuyordu39. Me’mun sadece ilim merkezleri açmakla kalmıyor, ilmî faaliyetlerde bulunanlara doğrudan nakdî ödeme de yapıyordu. Beytü’lHikme’deki tercüme faaliyetinin başında bulunan Hunain İbni İshak (809-873)’a tercüme ettiği kitaplarının ağırlığı kadar altın ödeyerek hazineyi tehlikeye düşürmüştü40. Bağdat’ta ilîm ve kültür sahasında yapılan bu hizmet ve yatırımlar semeresini vermekte gecikmedi. İmparatorluğun dört bir yanından çeşitli etnik topluluklara mensup insanlar gelip Bağdat’ta ilîm tahsil ediyorlardı. Netîcede de Bağdat, tıptan kimyaya, matematikten astronomiye kadar ilmin bütün şubelerinde büyük simalar yetiştiren bir merkez oldu. Bağdat’ın, kuruluşundan itibaren kısa bir müddet zarfında bir kültür ve medeniyet merkezi haline gelmesi sebepsiz değildi. Bağdat ticarî bir merkez olduğu gibi, tekstil, deri, kağıt gibi malların üretildiği bir sınaî merkezdi de. Lapidus’un belirttiği gibi, Bağdat’ın Ortadoğu tarihi içerisindeki en büyük önemi nüfusunun kozmopolit niteliğiydi. Yahudiler, Hrıstiyanlar ve Müslümanların yanı sıra gizli putperestler, İranlılar, Iraklılar, Araplar, Suriyeliler ve Orta Asyalılar 38 Will Durant; İslam Medeniyeti, Tercüme Eden: Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları, Kervan Matbaacılık, s: 97 39 Aynı eser, s: 95 40 Aynı eser, s: 96 Etem Çalık 96 Bağdat’ın nüfusunu oluşturuyorlardı41. Böylece bir taraftan etnik ve kültürel bir çeşitlilik, diğer taraftan sınaî ve ticarî faaliyetlerin yoğun olarak yürütüldüğü ekonomik bir canlılık meydana gelmişti. Yani bir medeniyetin ortaya çıkmasına yol açan maddî ve manevî şartlar hazırlanmıştı. Bu yoğun temas ve hareketliliğin medeniyet doğuracak bir senteze yol açması için gereken müsamaha da İslâm toplumunda vardı. Bernard Lewis, Müslüman olmayanların dahi, Ortaçağ’da hatta günümüz Hrıstiyanlığında bile Hrıstiyan olmayanlara gösterilmeyen bir güvenlik ve hoşgörüden yararlandıklarını ifade eder42. İslâm Medeniyeti tarihinde ehemmiyetli bir siyasî hadise de İspanya’da Endülüs Emevi Devleti’nin, dolayısı ile Îslâm hakimiyetinin kurulması oldu. Abbasiler’in takibinden kaçan Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam bin Abdülmelik, emrindeki kuvvetlerle beraber 756 yılında İspanya’ya çıktı ve istiklâlini ilân etti. Endülüs Emevi Devleti’nin böylece kurulmasının Îslâm tarihi ve medeniyeti bakımından ehemmiyetli netîcesi, bütün Avrupa karanlık çağı yaşarken, Avrupa’nın batısındaki bu ülkede parlak bir medeniyetin kurulması oldu, ki Endülüs’teki bu medeniyetin ömrü Îslâm dünyasının doğusundakinden daha uzun olmuştur. Abbasiler döneminde Îslâm toplumu coğrafî olarak genişlemediği gibi aksine ciddi parçalanmalara uğradı. Zaten Emevîler döneminde genişlemenin sınırına gelinmişti, neredeyse. Bu sebeple Abbasiler döneminde birkaç ehemmiyetsiz fetih dışında büyük fetih hareketleri olmamıştı. Hatta daha imparatorluğun kuruluş safhasında İspanya müstakil olmuş, onu 788’de Fas, 801’de Tunus, 868’de Mısır ve 872’de İran takip etmişti. Abbasî İmparatorluğu’nun erken denebilecek bir dönemde dağılmaya başlamasının sebeplerini onlardan evvelki Emevî hanedanlığı döneminde aramak gerekir. Emevîler’in Arap olmayan halklara yukarıdan bakan tavırları, bu halklarda Arap aleyhtarlığını kışkırtmış ve bu tavır, Abbasiler dönemindeki müsamaha ortamında su yüzüne çıkmıştı. Arap aleyhtarı bu hareketlerden birisi ‘Şu’ubiyye hareketiydi. Fuat Köprülü’nün de belirttiği gibi Şu’ubiyye cereyanı, Arap tahakkümüne karşı diğer Müslüman unsurlarda tabiatiyle hasıl olan kavmî şuurun uyanmasından başka bir şey değildi43. Köprülü, bu hareketin İslâm birliğini zayıflatmak gibi fena bir netice doğurmakla birlikte, İslâm muhitinde güçlü bir hürriyet ve müsamaha havası yarattığına ve millî lisanların edebî dil 41 Lapidus; a.g.e, s: 118 Lewis; a.g.e, s: 93 43 Barthold; a.g.e, s: 100 42 97 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları olarak ihyasına yol açtığına da işaret eder44. Pakistanlı ilim adamı Fazlur Rahman’a göre ise, Şu’ubiyye hareketinin temelinde Şiilik bulunmaktadır. Ona göre Şiilik, Irak’ın karışık nüfusu içinde durumundan memnun olmayan İranlılar’ın işine yaradı ve Abbasiler devrinde aşırı bir İran kültür ve milliyetçilik hareketi olan Şu’ubiyye’nin ortaya çıkmasına sebep oldu45. İran kaynaklı bir diğer muhalefet hareketi, Ebu Müslimin 755 yılında Halife El-Mansur tarafından öldürtülmesi üzerine ortaya çıktı. Horasan ve Doğu’daki pek çok kişi onun öldüğüne inanmayı reddettiler ve Mehdi olduğunu ileri sürdüler. Bunlar ‘Ebumüslimiyye’ olarak bilinmektedir46. İran’da ortaya çıkan ve Ebu Müslim’in Tanrı ile münasebetine dayanan bir doktrin de gene Horasan’da Mukanna tarafından ortaya atıldı. Kısa boylu, çirkin bir adam olup, yüzünü daima bir peçe ile örten ve bundan dolayı bu adı alan Hâşim bin Hâkim, ulûhiyetin çeşitli vücutları işgal ettiğini, nitekim Hz.Adem’den Nuh’a, sonra Ebu Müslim’e, en sonunda da kendisine geçtiğini söylüyordu47. Ebumüslimiyye hareketinin de kaynağı olan Hurremiyye hareketi de Horasan’da ortaya çıkmıştı. Halife Me’mun devrinde hareketin başına Babek’in geçmesi, hareketin ehemmiyetini arttırmıştı. Hurremiyye hareketi de siyasî bakımdan İranlılar’ın Araplar’a karşı duyduğu kin ve nefrete dayanıyordu48. Millî bir refleksten doğduğu için, ilham kaynakları da İran kaynaklı dinler olmuş, Zerdüştçülük ve Maniheizmin bir sentezinden meydana gelmişti. Yukarıda zikredilen hareketler bir takım kültürel ve doktrinal farklar ortaya koymuşlar, ancak siyasî bir bölünmeye yol açmamışlardı. Abbasî İmparatorluğu’nda siyasî bir bölünmeye yol açan cereyan esas olarak Şiilik oldu. Başlangıcı bir kabile asabiyyetine ve Emevî-Haşimî rekabetine dayanan Şiilik, Hz.Hüseyin’in katlinden sonra giderek, kendine has doktrini olan bir İslâmî fırkaya dönüştü. Ve bundan sonra kendisini siyaseten de tecrit edip, kendi devletine sahip oldu. Yani Şia’nın doğuş ve gelişim safhasında siyasî faktör ideolojiyi belirlerken, sonraki dönemlerde ideolojik faktör siyasete yön verdi. Abbasî İmparatorluğu’ndan ilk kopan bölge Kuzey Afrika oldu. 788 yılında Fas’ın Kuzeyinde Ali ve Fatıma’nın torunlarından İdris tarafından kurulan İdrisîler Devleti’yle başlayan çözülme, Kuzey Afrika’nın bütünüyle 44 Aynı eser, s: 101 Fazlur Rahman; İslam, Tercüme Edenler: Doç. Dr. Mehmet Dağ – Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selçuk Yayınları, 1. Baskı, Fakülteler Matbaası (İstanbul-1981), s: 217 46 W. Montgomery Watt; İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Tercüme Eden: Doç. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, 1. Baskı, Umran Yayınları, San Matbaası (Ankara-1981), s: 192 47 Üçok; a.g.e, s: 100 48 Hakkı Dursun Yıldız; İslamiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, Kuşak Ofset (İstanbul-1980), s: 143 45 Etem Çalık 98 İmparatorluk’tan kopmasına varmıştı. Bu bölgenin İmparatorluk merkezinden uzak olması ve bundan dolayı kontrol edilmesindeki güçlük, Abbasi Halifelerinin bölgeyi elde tutmak için fazla ısrarlı olmamalarına sebep olmuştu. Hatta İfrikiyye(Tunus)’de olduğu gibi, Halifelerin bazen bir saltanat, dolayısı ile otonom bir devlet kurulmasına müsaade ettikleri de olurdu, ki ‘Ağlebîler Devleti’ bu şekilde otonom olmuştu49. İmparatorluğun Doğu bölgelerinde ortaya çıkan ilk devlet ‘Tahirîler’ oldu. Bu devlet Îranlı olan ve Farsça konuşan General Tahir tarafından 821 yılında Horasan’da kuruldu ve 873 yılına kadar hüküm sürdü. Tahirîler zamanında Horasan’ın merkezi Merv’den Nişabur’a nakledilmiş ve burası az zamanda medeniyet merkezlerinden biri haline gelmişti50. Me’mun’dan sonra kardeşi ve bir Türk cariyeden olma Mu’tasım’ın Halifelik makamına gelişi, Abbasi İmparatorluğu tarihinde yeni bir safhayı başlattı. Me’mun dönemi nasıl Îslâm tarihinde kültürel ve ilmî bakımdan bir dönüm noktası olduysa, Mu’tasım’ın hilafet dönemi de siyasî bakımdan bir dönüm noktası oldu. Bu siyasî dönüşüm daha sonra ehemmiyetli ilmî ve kültürel dönüşümlere de imkân verecektir. Mu’tasım’la beraber Ortadoğu siyaset sahnesine yeni bir unsur olarak Türkler dahil oldu. Türkler bundan sonra Ortadoğu siyaset sahnesinde de hep var olacaklardır. Onların Mu’tasım’la başlayan Ortadoğu macerası bin yıldan fazla sürecek ve bu bölgede hep belirleyici rol oynayacaklardır. Bazen iktidarın el değiştirmesini sağlayarak bazen de kendi devletlerini kurup siyaseten hakim olarak… Mu’tasım, daha Me’mun’un iktidarı döneminde köle menşe’li dört bin Türk’ten müteşekkil bir muhafız alayı kurdu. Maveraünnehr’den alınan ve binicilik ve okçuluklarıyla tanınan Türkler’den başka, Slavlar ve Berberileriler’den alınan askerlerle halife ordusunun mevcudu hemen hemen yetmiş bin kişiye ulaşmıştı51. Mu’tasım, 835 yılında hükümet merkezini Samarra’ya taşıdı. Şiî ve Hanbelî unsurlardan meydana gelen Bağdat, Mutezilî akideye şiddetle karşıydı. Ayrıca Türk atlılarla yerli halk arasında sık sık meydana gelen tatsızlıklar da Mu’tasım’ı yeni bir başkent kurmaya sevketmişti52. Samarra 870 yılına kadar Hilâfetin idarî ve askerî başkenti olmaya devam etti. Mu’tasım’ın 842 yılında Samarra’da ölümünden sonra oğlu el-Vâsık Billâh halife oldu (842-847). Onun döneminde Türk komutanlar Halifelik merkezinde nüfuzlarını o derece arttırdılar ki, Halife onlardan Eşnas isimli birisine 49 Üçok; a.g.e, s: 104-105 Barthold; a.g.e, s: 47 51 İslam Tarihi – Kültür ve Medeniyeti, s: 135 52 Aynı eser, s: 135 50 99 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları ‘sultan’ unvanı vermek zorunda kaldı. Vasık genç yaşta öldüğünde, Eşnas’ın halefi Vasıf tahta istediği kimseleri geçirebilecek kadar kuvvet kazandı53. Nitekim Vâsık’ın 847 yılında genç yaşta ölümü üzerine Vâsıf diğer mülkî erkânla anlaşarak Mu’tasım’ın diğer oğlu Cafer el-Mütevekkil Billâh’ı tahta çıkardı. Mütevekkil halife olunca ilk icraatlarından birisi, Memun’dan beri İmparatorluğun resmî mezhebi olan Mutezile’yi yasaklamak oldu. Hz.Hüseyin’in Kerbelâ’daki türbesi yıktırıldı ve orayı ziyaret etmek yasak edildi. O zamana kadar Kur’an’ın mahlûk olduğu akidesine karşı koydukları için hapse atılmış olup, içlerinde Ahmet bin Hanbel’in de bulunduğu bütün din alimleri serbest bırakıldılar ve bundan sonra bu konudaki bütün münakaşalar yasaklandı54. Mütevekkil’in, Türkler’in devlet idaresindeki nüfuzunu azaltarak onları pasifize etme yolundaki siyaseti bir müddet için muvaffak olduysa da neticede bu yüzden hem tahtını hem hayatını kaybetti. 861 yılında oğlu tarafından veziri ile beraber öldürüldü. Türk emirleri tahta Mütevekkil’in oğlu Muntasır’ı, onun 862 yılında ülümü üzerine de Mu’tasım’ın torunu Musta’în’i geçirdiler. Musta’in dönemi Abbasi İmparatorluğu’nun dağılmaya başladığı bir dönem oldu. 864 yılında mezhep temelinde ilk siyasî bölünme meydana geldi. Deylem’in Hazar bölgesinde Abbasî zulmünden kaçan Şiî Müslümanlar yöre halkını Müslüman yaptılar. Abbasî Halifesini kovdular ve müstakil bir devlet kurdular55. Mütevekkil’i öldürdükten sonra Türk emirleri hilâfet merkezinde kontrolü yeniden ele geçirdiler. Nitekim, onun yerine tahta geçirdikleri Musta’in’i de 866 yılında çekilmeye zorladılar56. Yerine geçirdikleri Mutez de gene 869 yılında isyan eden Türk askerler tarafından tahtından indirildi ve hapsedildiği hapishanede öldü57. Mu’tez’in halifeliği döneminde Mısır’da 868 yılında Tulunoğlu Ahmet tarafından yarı müstakil Tulunoğulları Devleti kuruldu ve 905 yılına kadar hüküm sürdü. 53 Brockelmann; a.g.e, s: 108 Aynı eser, s: 108 55 Lapidus; a.g.e, s: 199 56 Yıldız; a.g.e, s: 118 57 Aynı eser, s: 124 54 Etem Çalık 100 Mu’tez’den sonra tahta geçen Mühtedi’nin Türk emirlerinin nüfuzunu kırmak istemesi hayatına mal oldu. Türk Emirlerinden Musa bin Boğa tarafından 870 yılında tahtından indirilerek işkence ile öldürüldü58. Artık Abbasî Halifeleri Türk emirlerin elinde oyuncak haline gelmişler ve böylece merkezin otoritesinin zaafa uğraması neticesinde İmparatorluğun doğu bölgelerinde bir takım müstakil devletler ortaya çıkmaya başlamıştı. Merkezdeki istikrarsızlık yüzünden, İmparatorluğun doğu bölgelerinde kopmalar devam ediyordu. Nitekim, Mühtedi’nin öldüğü sene İran’da Ya’kub bin Leys adında bir bakırcı (Saffar)’nın liderliğinde, Saffarîler isminde Fars etnik temelinde bir başka devlet ortaya çıktı. Mühtedi’den sonra Halife olan Mu’temid döneminde(870-892) Maveraünnehir’de 874 yılında eski bir Zerdüşt olup sonradan ihtida eden Nasır adında bir İranlı tarafından Samanoğulları Devleti kuruldu(874-999). İran artık Abbasî İmparatorluğu’ndan kat’î olarak kopmuştu. Hatta İran Abbasî İmparatorluğu’ndan ve Îslâm dünyasının geri kalanından sadece siyaseten değil, doktrinal bakımdan da kopmuştu. Müslüman Araplar’ın onları diğer Müslümanlarla beraber ikinci sınıf vatandaş sayarak horlamaları yüzünden olmalı ki, İran Abbasî Halifeliğinin tam zıddı bir kutupta yer alacak ve muhalefeti temsil eden Şiîliğin fanatik bir taraftarı ve koruyucusu olacaktır. Mu’temid döneminde hilâfet merkezi Samerra’dan tekrar Bağdad’a nakledildi. Prof.Dr.Hakkı Dursun Yıldız daha evvel Samerra’nın Türkler için kurulup başkent yapıldığını, dolayısıyla hilâfet merkezinin yeniden Bağdad’a nakledilmesinin, Abbasî İmparatorluğu’nda, siyasî sahada Türk hakimiyetinin sona erdiğini gösterdiğini belirtmektedir59. Mu’temid’den sonra Halife olan Mu’tezid döneminde, 900 yılına doğru mezhep temelinde bir bölünme daha oldu. Bu tarihte Zeydîler Yemen’de Şiî akidesine dayalı bir devlet kurdular. Abbasî İmparatorluğu’ndan kopmalar devam ediyordu. 908 yılında Şiî Îsmaîliye Mezhebine mensup olan Ubeydullah, Kuzey Afrika’da Ağlebîler Devleti’ne son verdi ve Fatımî Devleti’ni kurdu. Fatımîler’e, Îsmaililer adının verilmesinin sebebi, Cafer es-Sadık’tan(765) sonraki imamın, büyük oğlu Îsmail olduğunu kabul etmeleriydi. 58 59 Üçok; a.g.e, s: 123 Yıldız; a.g.e, s: 129 101 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları Mu’tezid’in oğlu Müktefi döneminde (902-905) tekrar Abbasî İmparatorluğu’na bağlanan Mısır ve Suriye , 930 yılında Şam ve 933 yılında Mısır valiliğine tayin edilen Muhammed bin Toğuç adlı bir Türk’ün 935 yılında istiklâlini ilân etmesiyle tekrar İmparatorluktan koptu. Böylece Mısır ve Suriye’de Türkler’in hakimiyetindeki İhşidler Devleti kurulmuş oldu(935-969).Mısır Abbasî Halifeliğinden kat’î olarak kopmuştu,artık. 969 yılında dördüncü Fatımî halifesi el-Muiz tarafından Kahire fethedildi ve İhşidîler Devleti son buldu. Kahire’nin Fatımîler tarafından fethi, Îslâm tarihinde yeni bir dönemi işaret ediyordu. Böylece Mısır imparatorluktan sadece siyasî olarak kopmuş olmayacaktı. Fatımîler Mısır’da sadece bir devlet değil, aynı zamanda Sünnî Abbasî Halifeliğine rakip bir Şiî Halifeliği de kurdular. Farhad Daftari’nin de belirttiği gibi, Fatımî Halifeliği’nin 909 yılında kuruluşundan Fatımî Halifesi elMuntasır’ın 1094’teki ölümüne kadar olan 185 yıllık dönem boyunca, Fatımî halifeleri sadece idareleri altındaki topraklarda değil, Îslâm dünyasının her yerindeki Îsmailîler’in ana gövdesi tarafından meşru imamlar olarak kabul edildiler. Yine aynı yazara göre, bu dönem, Îsmailîliğin kendine ait zengin bir devlet kurduğu ve edebiyatını doruğa ulaştırdığı altın çağıdır60. Batı Îran’da bir hanedan te’sis etmiş olan Şiî Büveyh ailesi 17 Ocak 946 tarihinde Bağdat’ı işgal etti. Artık halife kendi şehrinin efendisi değildi61. Sünnî Îslâm’ın idarî ama daha da ehemmiyetlisi dinî merkezi bir Şiî devletin kontrolüne geçmişti. Büveyhîler halifeyi yerinde bırakmışlardı. Ama Halifelik artık sadece sembolik bir makamdı. Bundan sonraki bütün fonksiyonu, sünnî Îslâm’ın birliğini temsil etmek ve siyasî iktidarlara meşruiyet kazandırmaktan ibaret olacaktı. Aslında Abbasî Halifelerinin siyasî otoritesinin zayıflamasını, İmparatorluk ordusunda Türk emirlere salâhiyet verilmesiyle başlar. Abbasî Halifelerinin, Şiî muhalefetine karşı bir muvazene unsuru olarak düşündükleri bu tedbir, Halifelerin istedikleri emniyeti temin etmiş, ancak nüfuz ve otoritelerini de oldukça sınırlandırmıştı. Halifeler daha Mu’tasım(833-842) ve Vâsık(842-847) dönemlerinde kendi generallerinin kuklaları gibiydiler. Öyle ki generaller istedikleri gibi halifeleri indirip yerine başkasını geçiriyorlardı62. Hilâfet merkezinin Şiî hakimiyetine geçmesi ile Abbasî İmparatorluğu fiilen sona ermişti. Ancak halifelik sembolik olarak devam edecekti. Abbasî 60 Farhad Daftary; İsmaililer – Tarihleri ve Öğretileri, Tercüme Eden: Erdal Toprak, Doruk Yayımcılık, Ufuk Matbaası (İstanbul-2005), s: 221 61 Lewis; a.g.e, s: 104 62 Aynı eser, s: 104 Etem Çalık 102 İmparatorluğu’nun dağılması, imparatorluğun kurulmasından kısa bir müddet sonra başlamıştı. Bu erken parçalanmanın ehemmiyetli bir sebebine yukarıda temas etmiştik. Emevîler’in ırkçı tavırlarının Arap olmayan Müslümanları İmparatorluğa yabancılaştırması gibi… Abbasî İmparatorluğu’nun dağılması biraz istisnaî bir şekilde vuku bulmuştu. Lapidus’ün de ifade ettiği gibi Abbasî Devleti’nin gerilemesi en güçlü olduğu dönemde başladı63. Ancak bu erken parçalanmada Araplar’ın uzun asırlar boyunca devlet kurmadan kabileler halinde yaşamalarının ve kabile asabiyyetinin devlet kurmayı önlemesinin, neticeten de tarihten gelen bir devlet tecrübesine sahip olmayışlarının da rolü olmuş olmalıdır. Bu hususla alâkalı olarak İbn Haldun da ‘ Araplar vahşi bir millettir.(…) Onlara göre vahşilik zevkli bir şeydir, çünkü bunda ahkâmın (ve kanunların) boyunduruğundan çıkmak, siyasî bir liderliğe boyun eğmemek (hür ve serazad yaşamak) vardır. Fakat bu tabiat umrana aykırıdır ve ona terstir’64 der. İbn Haldun, Araplar’ın siyasî bir teşkilât kurup yaşatmadaki muvaffakiyetsizliklerini onların tabiî hallerine, mizaçlarına bağlamakla birlikte, fiilî sebebi teşhiste isabetli görünmektedir. Asırlardan beri göçebe hayatı yaşamak, Araplar’ın bir devlet çatısı altında bir araya gelmelerini ve bu devleti müesseseleştirmelerini zorlaştırmış olmalıdır. Abbasî İmparatorluğu’nun parçalanıp, sonra da yıkılmasının kendine has bir hususiyeti daha vardır. Abbasî İmparatorluğu, daha evvelki Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi dışarıdan yapılan hücumlar neticesinde yıkılmadı. Roma İmparatorluğu, 3.asrın ilk yarısında başlayan ve neredeyse sonlarına kadar devam eden istilâlar yüzünden, uzun bir istikrarsızlık ve kaos hali yaşamıştı. Dolayısiyle, yaşanan bu travma dinî düşüncede içe kapanmayı ve dünyayı reddetmeyi getirirken, ilmî düşüncede de bir gerilemeye ve irrasyonalizme yol açmıştı. Halbuki Abbasî İmparatorluğu topraklarında kurulan devletler, daha evvel Abbasîler tarafından fethedilip halkı Müslümanlaştırılan ülkelerde kurulmuştu. Yani İmparatorluk, dışarıdan bir hücum ve istilâya uğramadan kendi içinden parçalanmıştı. Bu sebeple de Roma İmparatorluğu topraklarında meydana gelen anarşi ve kaos hali yaşanmamıştı. Hilâfet merkezi olan Bağdat, 9.asrın ikinci yarısından itibaren siyasî yönden istikrarsız bir devreye girmişti. Halifeler Türk Emirlerin oyuncağı olmuşlar ve bu Emirler keyiflerince halife tayin ve azleder duruma gelmişlerdir. Öyle ki 862-870 yılları arasında bu Emirlerin müdahalesiyle halifelik üç kere el değiştirdi. Bu tarihten sonra Bağdat’ta istikrarsızlık kalıcı hale gelecektir. 63 Lapidus; a.g.e, s: 191 İbn Haldun; Mukaddime – I, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 7. Baskı, Ana Basın Yayın Gıda İnş. Tic. A. Ş. (İstanbul-2011), s: 364 64 103 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları Merkezdeki bu istikrarsızlık ve bunun yol açtığı zaaf, merkezin nüfuz ve kontrolünden kurtulan uzak bölgelerde yeni ve güçlü devletlerin kurulmasına yol açtı. Bunun da İslâm Medeniyeti bakımından neticesi, bu medeniyeti temsil fonksiyonunun Bağdat’tan bu yeni bölgelere geçmesi oldu. Bağdat önemini kaybederken; Semerkant, Buhara, Nişabur, Isfahan, Kahire, Fez, Kordoba Îslâm Medeniyeti’nin yeni merkezleri oldular65. Abbasî İmparatorluğu’nun parçalanması ile İslâm dünyasında sahneye yeni aktörler olarak Türk devletleri çıktı. 962 yılında Afganistan’da kurulan Gazneliler Devleti, 997 yılında Sultan Mahmut’un hükümdar olmasından sonra İmparatorluk haline geldi. Sultan Mahmut’un ve haleflerinin alim ve san’atkârlara verdikleri değer, bu coğrafyada ilîm ve san’atın yeşermesini sağladı. Şehname yazarı Firdevsi, tarihçi Utbi ve filozof,matematikçi ve astronom Ebu Reyhan el-Biruni bu topraklarda yetişmişlerdi, ki bunlardan sonuncusunun Sultan Mesud’a astronomi tabloları yaptığını ve dünyanın yuvarlak olduğunu bildiğini Will Durant zikreder66. Gazneliler İslâmiyet’in Hindistan’da yayılmasını da sağlayarak İslâm coğrafyasını genişlettiler. Yine Hindistan’da Müslümanlığı yaymak için pek çok camî, mescit, medrese ve saire yaparak mimarlığın gelişmesini sağladılar67. 1040 yılında meydana gelen Dandanakan Savaşı’nda Gazneliler’in mağlup olmasından sonra kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu da İslâm Medeniyeti’ne ehemmiyetli hizmetlerde bulundu. Ama Selçuklular’ın siyasî hizmetleri de oldu. O sıralarda İslâm’ın Sünnî koluna bağlı halifeliği, Batı İran’daki Buyîler (Büveyhîler) Mısırdaki Fatımîler, Şiîliğin taraftarı olarak sıkıştırmakta idiler. Tuğrul Bey’in karşı çıkmasıyla Sünnîler üstün geldi ve Abbasî Halifeliğinin daha ikiyüz yıl var olması sağlandı68. Tuğrul Bey 1055’te Bağdat’a girdi. Artık Halife İslâm dünyasının sadece dinî lideriydi. Selçuklular Ortadoğu’ya girerken barbarların Roma İmparatorluğu topraklarında yaptığını yapmadılar, yakıp yıkmadılar. Bu hususta Rasonyı de dikkati çeker ve ‘Selçuklu akınının Arap ve Fars kültürünü sarsmamış ve zayıflatmamış olması onların yararı ve erdemi olarak belirtilmektedir’69 der. Selçuklular fethettikleri bölgelerde tahribat yapmadıkları gibi, aksine ilîm, kültür ve san’atı geliştirme yönünde gayret sarfettiler. Bağdat’ta kurdukları 65 Lapidus; a.g.e, s: 226 Durant; a.g.e, s: 102 67 Çağatay Uluçay; İlk Müslüman Türk Devletleri, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Milli Eğitim Basımevi (İstanbul-1965), s: 17 68 La’szlo’ Ra’so’nyı; Tarihte Türklük, Tercüme Edenler: H. Z. Koşay – T. Andaç – N. Uğurlu, 2. Baskı, Örgün Yayınevi, Yaylacık Matbaacılık San. Tic. Ldt. Şti (İstanbul-2008), s: 243 69 Aynı eser, s: 243 66 Etem Çalık 104 Nizamiye Medreselerinde dinî bilgiler yanında felsefe (kelâm), filoloji (Arap dili ve grameri) ve matematik (riyaziyat, heyet) vb. ilimler okutuyorlardı. Avrupa’da benzer müesseseler daha geç tarihlerde kurulmuş olduğundan, Bağdat Nizamiyesi yeryüzünde ilk üniversite sayılmaktadır70. Selçuklular devri, İslâm Medeniyeti’nin soluklandığı ve yeni bir hamle kazandığı bir devirdir. Onların döneminde hem şiirde hem de matematik ve astronomide bir zirve olan Ömer Hayyam (ölm.1131), yine astronomide Ebu’l Muzaffer Îsfizarî, Îbn Necib’ul-Vasıfî gibi isimler yetişmiştir, ki bunların hazırladıkları takvim bugün kullandığımız Gregoryen (Miladî) takviminden daha doğru hesaplara dayanıyordu71. Endülüs Emevîleri’nin hakimiyetindeki İspanya’da da İslâm Medeniyeti canlılığını sürdürdü. Hatta denilebilir ki, Endülüs medeniyeti doğu İslâm dünyasındakinden daha uzun ömürlü oldu. İspanya’da Mesleme İbn Ahmed(ölm.1007) ve İbrahim el- Zerkali (1029-1087) gibi astronomlar yetişmişti. Bunlardan Mesleme İbn Ahmed el- Harizmi’nin astronomik tablolarını İspanya’ya göre ayarlamıştı. İbrahim el- Zerkali ise zamanın en iyi astronomik müşahidi idi72. Müslümanların medeniyet sahnesine çıkardıkları bir başka ülke de Mısır oldu. Yaklaşık olarak ikibin yıldır hayatiyetini kaybetmiş ve kabuğuna çekilmiş olan Mısır, İslâm hakimiyetinde yeni bir medeniyetin mimarları arasında yer alacaktı. Türk hanedanlar olan Tolunoğulları ve İhşidler, Mısır’da mülkiyet hakkına, gayrimüslim cemaatlere saygılı davrandılar. İlîm, edebiyat ve güzel san’atlara büyük ilgi duydular. Her alanda değerli san’at ve ilîm adamlarını himaye ettiler73. Bu hanedanların hazırladığı altyapıdan sonra Mısır’da asıl gelişme Fatımîler zamanında meydana geldi. Bu dönemde Mısır hem ekonomik hem de ilmî yönlerden büyük hamleler yapmış, siyasî gücün temin ettiği emniyet ticaretin getirdiği zenginlikle birleşince, ilim hayatı da bu gelişmeden faydalanmış ve oldukça ileri bir seviyeye varmıştı. Tabiî İslâmiyet’in sağladığı motivasyon, Ortadoğu ve Ortaasya’da olduğu gibi bu bölgede de bütün bu gelişmelerin motoru olmuştu. Bu dönemde Kahire gelişmişlik seviyesi bakımından Bağdat’ı geride bırakmıştı. Ticaret Basra Körfezi’nden Kızıldeniz’e 70 İbrahim Kafesoğlu; Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat A.Ş., 23. Basım, Özener Matbaası (İstanbul-2003), s: 390 71 Aynı eser, s: 390 72 Durant; a.g.e, s: 209-210 73 Ersal Yavi – Necla Yazıcıoğlu Yavi; Tarihöncesi Çağlardan Günümüzde Modern Dünyanın Kaynağı Mısır, 4. Baskı, Yazıcı Basım Yayıncılık San. ve Tic. Ltd. Şti (İzmir-2001), s: 136 105 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları kaymış, bütün Kuzey Afrika ve Suriye limanları, kentleri kervan ve gemicilerle dolmuştu74. Maddî sahada meydana gelen bu gelişmeler ilmî sahada da yansımasını bulmuştu. Meselâ Will Durant’ın ifadesiyle İslâm aleminin belki de en büyük astronomu olan Ali İbn Yunus (ölm.1009 ve Ortaçağ Avrupası’nda Alhazen diye tanınan riyaziyeci ve mühendis Muhammed İbnü’l Hişam gibi değerler yetişmişti Mısır’da75. Yine aynı yazara göre Bacon, Witelo ve diğer Avrupalılar mikroskop ve teleskopa doğru giden ilerlemelerinde Hişam’ı örnek almışlardı76. Mısır’da medeniyetin bu derece inkişaf etmesinde, çok sayıda faktör beraberce rol oynamıştı. Burada Müslüman hakimiyetinin kurulmasından ve zengin bir ticarî hayat meydana getirilmesinden sonra bolluk ve refah da artmış, bu da bölgeyi başka halklar için cazip hale getirmişti. Nitekim 10.yüzyıla gelindiğinde, artık Mısır sakinlerinin çoğunluğu İslâmiyeti benimsemiş ve bu zengin ve bereketli topraklara yerleşmek üzere dalgalar halinde göç eden Araplar’la evlilik yoluyla akraba olmuştu77. Böylece Araplar Mısır’a tek Tanrılı dini ve ilmî düşünceyi getirirken, oradaki medeniyet mirasından da faydalandılar. Mısır Müslümanları Kopt asıllı tabilerinden kakma usûlüyle kutu, kasa, masa vs.yi süslemeyi, deri, ağaç, fildişi, kemik işçiliğini öğrendiler. Yine Koptlar’dan tahta levhalar yardımıyla kumaş üstüne baskı yapma tekniğini aldılar. Sonradan bu teknik Müslüman Mısır’dan Haçlılar vasıtasıyla Avrupa’ya aktarıldı78. Mısır’ın dinen müslümanlaşırken etnik olarak da Araplaşmaya başlaması, İslâm toplumu ve medeniyetiyle bütünleşmesini ve bu medeniyetin inşasında rol oynamasını mümkün kıldı. Mısır’ın İslâm Medeniyeti’ne katkı yapmaya başlamasının, Bağdat’tan yaklaşık bir buçuk asır, fethinden üç asır sonra ancak mümkün olmasının sebebi bu olsa gerek. İranlılar ve Türkler gerçi Araplaşmadılar ama ancak Müslüman olduktan sonra İslâm Medeniyeti’nin mimarları arasına girdiler. Bunun istisnası Yahudiler oldu. Onlar dinlerini değiştirmediler, Musevi kaldılar. Ama aynı zamanda İslâm Medeniyetinin inşasında pay sahibi oldular. Müslümanların bu derece geniş bir coğrafyaya hakim olarak, her sahada kalıcı eserler ortaya koyan bir medeniyet vücuda getirmelerinin altındaki saik, her 74 Aynı eser, s: 137 Durant; a.g.e, s: 179 76 Aynı eser, s: 180 77 Afaf Lutfi al – Sayyıd Marsot; Mısır Tarihi – Arapların Fethinden Bugüne, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1. Basım, Step Ajans (İstanbul-2010), s: 11 78 Durant; a.g.e, s: 177 75 Etem Çalık 106 şeyden evvel, İslâmiyet’in sağladığı motivasyondu. Ancak, evvelki bahislerde de ifade ettiğimiz gibi, eğer Müslümanlar Arabistan’a siyaseten hakim olmasalardı, bir medeniyet kurmaları mümkün olamazdı. Ne var ki tek başına siyasî hakimiyet bir medeniyeti kurmak için yeterli bir faktör değildir. Tarihte bunun onlarca misali gösterilebilir. Nitekim, Müslümanlardan evvel Ortadoğu’da, sonuncusu Romalılar olan, çeşitli imparatorluklarca hakimiyet kurulmuş olmasına rağmen, bugün bölgede kalıcı olan, İslâm Dini ve onun kültürüdür. Meselâ Büyük İskender M.E.336 yılından 323’te ölümüne kadar bütün Ortadoğu’yu fethetmiş, ancak ölümünden yirmi yıl kadar sonra imparatorluğu dağılmıştı. Fethettiği bölgelere Yunan ilim ve kültürünü taşımış ve kendi adıyla kurduğu İskenderiye, sahip olduğu etnik ve kültürel çeşitlilik ve tevarüs ettiği tarihî miras sayesinde, M.E.4. ve M.S.2. asırlar arasında bir ilim merkezi haline gelmişti. İskenderiye’deki bu gelişme Alfred Weber’in belirttiği gibi Roma Devleti’nin merkezileşmesiyle II.yüzyılda birdenbire durdu79. M.E.30 yılında İskender’in haleflerinden Ptolemaios Hanedanının Romalılarca ortadan kaldırılmasından sonra İskenderiye ilmî hareketteki öncülüğünü kaybedecek ve Müslümanların hakimiyetine kadar sönük bir devreye girecekti. Roma İmparatorluğu devraldığı Yunan mirasını yeni sentezlerle zenginleştirip daha ileri bir noktaya taşımak şöyle dursun, ya İskenderiye’deki ilmî harekette olduğu gibi gerilettiler ya da felsefede olduğu gibi, dondurup Hrıstiyanlık’ın emrine verdiler. Yani Romalılar Yunan dünyasına siyasî olarak hakim olmalarına karşılık, kültürel olarak hiçbir zaman hakim olamadılar. Braudel’in ifade ettiği gibi ‘Roma’nın meydana getirdiği ön cephenin gerisinde Yunan uygarlığı yerli yerinde kalmış ve Roma İmparatorluğu’nun 5.yüzyılda çöküp, Bizans’ın nöbeti devralmasıyla –ki Bizans Yunan uygarlığıdır- yeniden egemen hale gelmiştir’80. Charles Freeman da Yunanca’nın daima Doğu İmparatorluğunun ilk dili olarak kaldığını söyler81. Romalılar ilmî ve felsefi hareketleri durdurup geriletmekle kalmadılar, Ortadoğu’da tek Tanrılı bir din olarak ortaya çıkan Hrıstiyanlık’ı da politeist inançlarla karıştırıp tahrif ettiler. Yani bin yıldan fazla bir müddet hüküm sürmüş olan Roma İmparatorluğu –ki, imparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu da bin yıldan fazla yaşamıştı- medeniyet dünyasına hukuk dışında ciddi bir miras bırakmamıştı. Bu da sadece teknik olarak ileri olup, insanî 79 Weber; a.g.e, s: 106 Fernand Braudel; Uygarlıkların Grameri, Tercüme Eden: Mehmet Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Zirve Ofset (Ankara 1996), s: 67 81 Charles Freeman; Mısır, Yunan ve Roma – Antik Akdeniz Uygarlıkları,Tercüme Eden: Suat Keman Angı, Dost Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, Pelin Ofset (Ankara-2005), s: 508 80 107 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları bakımdan son derece zayıf ve utanç verici idi. Bu hukuk sisteminde köleler hukuken ‘şahıs’ (kişi) sayılmadıklarından haklardan faydalanamazlardı. Hak sahibi olamazlar, borç altına giremezlerdi(….) Nitekim köleler gerek Eşya Hukukunda gerek Borçlar Hukukunda bir mal gibi işlem görürlerdi82. Roma İmparatorluğu Akdeniz çevresinde meydana gelen bütün medeniyetlerin (Mısır, Yunan, Fenike, Helen, Mezopotamya vs.) mirası üzerinde kurulduğu halde bir sentez meydana getirememiş ve üstelik de skolastik zihniyeti doğurarak Avrupa’yı bin yıl daha sürecek bir karanlık çağa sokmuştu. Halbuki İslâmiyet bir çöl toplumunda ortaya çıkmıştı. Gerçi Mekke ticaret yoluyla zenginleşmiş ve farklı kültürlerle temas neticesinde ufku genişlemiş bir toplumdu. Fakat asırlardır bir devlet teşkilâtına sahip olmadığı gibi toplumda da bir birlik ve düzen yoktu. Kabile asabiyetine dayanan rekabet ve kavgalarla toplum kendini tüketiyordu. Bu asabiyetin daha sonraki dönemlerde bile tam olarak ortadan kalkmadığını ve İslâm toplumuna ne derece pahalıya malolduğunu evvelki bahislerde görmüştük. Hz.Muhammed’in öncülüğünde bu kabileler asırlardır ilk defa olmak üzere birlik haline gelmiş ve Abbasiler’le beraber de tarihin en büyük medeniyetlerinden birine giden yol açılmıştı. Bu hamlenin başlatıcısı ve itici gücü tabiî ki her şeyden evvel dahil oldukları İslâm Dini ve onun Peygamberi idi. Bravdel’e göre de ‘eğer o olmasaydı; rakip kabileler ve kabile federasyonları halinde parçalanmış, yabancı etkilere, İran’ın, Hrıstiyan Etyopya’nın, Bizanslı Suriye ve Mısır’ın sömürgeleştirici çabalarına açık olan Arabistan, birliğini kuramaz ve bu talancıları iyice kuzeye süremezdi83. Dört Halife ve Emeviler devrinde fethedilen ülkeler, Abbasiler devrinde kültürel olarak da İslâm toplumuna dahil edildi. Buralarda yaşayan toplumlar sadece Müslüman olmakla kalmadılar, İranlılar ve Türkler dışında, Arapçayı da resmî ve günlük dil olarak benimsediler. Emevî Halifesi Abdulmelik, daha sonra Şamlı Loannes(655-749) adıyla keşiş olacak bir Hrıstiyan danışmanını 700 yılında çağırarak, bundan sonra devlet dairelerinde Yunanca kullanımını kaldırdığını bildirmiştir84. Yani Yunanca’nın bu bölgede 7.asrın başlarına kadar sürdürdüğü hakimiyet, ancak İslâmî hareket devresinde sona ermişti. Müslümanların, fethettikleri bölgelere kültürel olarak da hakim olmalarını ve bu hususta Romalılar’dan farkını Montgomery Watt şöyle izah etmektedir. 82 Özcan Karadeniz Çelebican; Roma Hukuku, Ankara Üniv. Hukuk Fakültesi Yayını, 3. Basım (Ankara-1982), s: 135 83 Braudel; a.g.e, s: 69 84 Aynı eser, s: 96 Etem Çalık 108 ‘Gerçekte Yunanca, Yunana’dan Latince’ye herhangi bir tercüme olmaksızın kendi kültürünün bir vasıtası olarak kalırken, Roma imparatorluk kültürü Yunanca oldu. Hilâfetteki durum çok farklı idi. Arabistan dışına taştıkları zaman, Arablar’ın edebiyatta, Kur’an ile şiir ve hitabet geleneğinden başka bir şeyleri yoktu. Buna rağmen Arapça yalnızca hükümet ve din dili olmakla kalmadı, aynı zamanda ilim, felsefe ve edebiyat dili oldu85. Yani İslâmî hareket, başlangıçta avantajsız bir noktada olmasına rağmen , RomA İmparatorluğu’nun yapamadığını yapmış ve kendi hüviyetini kaybetmeden muazzam bir coğrafyaya kendi damgasını vurabilmiştir. 5. NETİCE İslâm Medeniyeti’nin siyasî kaynaklarını ortaya koymaya çalıştığımız bu makale, muhakkak ki meseleyi bütün açıklık ve teferruatiyle izah etmek iddiasında değildir. Biz burada sadece bu medeniyetin ortaya çıkmasında siyasî faktörün nasıl bir rol oynadığını göstermeye çalıştık. Birkaç asra damgasını vuran bu medeniyet, çok daha titiz ve şümüllü bir incelemeyi gerektiren bir vakıadır. İslâm Medeniyeti belki de tarihteki en dikkat çekici ve nev’î şahsına münhasır bir hadisedir. Bu sebeple de üzerinde çokça düşünülmesi, çok iyi tahlil edilmesi ve çok ders çıkarılması gerekmektedir. Müslüman alimler, Batı Avrupa’ya Antik Yunan filozoflarını tanıttıkları gibi, tıptan astronomiye, matematikten kimyaya kadar her sahada ortaya koydukları eserler ve yaptıkları keşif ve icatlarla Batı Medeniyeti’nin yaratılmasında mühim bir rol oynadılar. İslâm Medeniyeti’nin kurulup geliştiği topraklar bugün gene eski kıraç haline dönmüştür. Vaktiyle üç kıtaya ışık yayan bir medeniyetin beşiği olan bu coğrafya, bugün cehalet, tembellik, terör ve huzursuzluk dışında bir şey üretmemektedir. İslâm toplumlarının üzerinde düşünüp kendilerini sorgulamaları gereken asıl mesele de budur. ‘Dün oradaydık da bugün niye buradayız?’ Tabiîdir ki, İslâm Medeniyetinin gerileyip çökmesinden dolayı İslâm toplumlarını suçlamak doğru değildir. İlkçağlardan beri ortaya çıkıp da bugüne intikal etmiş bir medeniyet yoktur. Hatta Batı Medeniyeti’nin ilham kaynağı olan Antik Yunan Medeniyeti, Aristo’dan sonra sükût etmiş olduğu gibi, Yunan toplumunun Batı Medeniyeti’nin kurulmasında hiçbir katkısı yoktur. Modern Avrupa’yı hazırlayan keşif ve icatların hiçbirinin altında Yunan imzası bulunmamaktadır. İslâm toplumlarının asıl kusuru, bugünkü çürümüşlükten kurtulmaya çalışmak bir tarafa, rahatsızlık bile duymamalarıdır. 85 Montgomery Watt; a.g.e, s: 217 109 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları Avrupa Ortaçağ karanlığında yaşarken, müslümanlar muazzam bir coğrafyada, bir medeniyetin inşası için lâzım olan her şeyi nerede bulmuşlarsa almışlardır. Herhangi bir kompleks duymadan gayrimüslimlerden faydalanmışlar, bunu yaparken kendi hüviyetlerini de muhafaza etmişlerdir. İslâm toplumu, Hrıstiyanlık ve Zerdüştlük gibi iki köklü dinin ve Bizans ve İran gibi, biner yıllık siyasî geçmişe sahip iki imparatorluğun arasında doğmuş olmasına ve başlangıçta onlardan çok daha geri ve avantajsız durumda bulunmasına rağmen, her iki imparatorluğu da savaş meydanlarında mağlûp etmiştir. Bunlardan İran’ı fethettiği gibi, İslâmiyet dairesine de almıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun da Afrika ve Asya’daki topraklarını (Anadolu hariç) ele geçirmiş ve bu bölgeleri de Müslümanlaştırmıştır. Bugünkü İslâm dünyasında, müslümanlar başka din mensuplarına müsamaha etmek bir yana kendi aralarında bile, müsamahayı birbirlerinden esirgemekte, canlı bomba olup birbirlerini katletmektedirler. Bunu da kendilerine göre ‘ Allah rızası için’ yapmaktadırlar. Bugün İslâm dünyasının her şeyden evvel yeni bir insan, cemiyet ve dünya anlayışına ihtiyacı vardır. Avrupa Rönesans medeniyetini yaratırken nasıl, ilhamını Antik Yunan’dan aldıysa, Müslümanlar da yeni bir medeniyet için ilhamlarını Ortaçağ İslâm Medeniyeti’nden almalıdırlar. Çünkü o medeniyetten halâ alınacak birçok ders vardır. Kaynakça [1] Afaf Lutfı al-Sayyıd, Marsot, Mısır Tarihi- Araplar’ın Fethinden Bugüne, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2010 [2] Alfred, Weber, Felsefe Tarihi, Ter. H.Vehbi Eralp, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1998 [3] Andre, Miquel, İslâm ve Medeniyeti-Doğuştan Günümüze-I.Cilt, Ter. Ahmet Fidan- Hasan Menteş, Birleşik Dağıtım Kitabevi Yayınları, Ankara 1991 [4] Bahriye, Üçok, İslâm Tarihi- Emeviler-Abbasiler, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara 1979 [5] Bernard, Lewis, Ortadoğu, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2007 [6] Çağatay, Uluçay, İlk Müslüman Türk Devletleri, Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, İstanbul 1965 Etem Çalık 110 [7] Carl, Brockelmann, İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi, Ter. Prof.Dr.Neşet Çağatay, Atatürk Kültür,Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1992 [8] Charles, Freeman, Mısır, Yunan ve Roma-Antik Akdeniz Uygarlıkları, Ter.Suat Kemal Angı, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2005 [9] Ersal, Yavi- Necla Yazıcıoğlu, Yavi, Tarih öncesi Çağlardan Günümüze Modern Dünyanın Kaynağı Mısır, Yazıcı Basım Yayımcılık San. ve Tic.Ltd.Şti, İzmir 2001 [10] Ethem Ruhi, Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul 1986 [11] Farhad, Daftary, İsmailîler-Tarihleri ve öğretileri, Ter.Erdal Toprak, Doruk Yayımcılık, İstanbul 2005 [12] Fazlur, Rahman, İslâm, Ter.Doç.Dr.Mehmet Dağ-Doç.Dr.Mehmet Aydın, Selçuk Yayınları, İstanbul 1981 [13] Fernand, Braudel, Uygarlıkların Grameri, Ter.Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 1996 [14] Hakkı Dursun, Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980 [15] Ira M., Lapidus, İslam Toplumları Tarihi-Cilt 2, Ter. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul 2010 [16] İbn Haldun, Mukaddime-I, Haz.Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 2011 [17] İbrahim, Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2003 [18] İslâm Tarihi- Kültür ve Medeniyeti- I.Cilt, Yayın Yönetmeni; Dr.İsmail Kıllıoğlu, Hikmet Yayınları, İstanbul 1988 [19] Karl, Vorlander, Felsefe Tarihi, Ter. Mehmet İzzet- Orhan Saadeddin, İz Yayıncılık, İstanbul 2004 [20] Kitab-ı Mukaddes-Eski ve Yeni Ahit, Yeni Ahit-Korintoslulara Birinci Mektup, Kitab-ı Mukaddes Şirketi Yayını, İstanbul 1969 [21] Kur’an-ı Kerim [22] Laszlo, Rasonyı, Tarihte Türklük, Ter.H.Z.Kaşay, T.Andaç, N.Uğurlu, Örgün Yayınevi, İstanbul 2008 111 İslam Medeniyetinin Siyasî Kaynakları [23] Machiavelli, Hükümdar (II Principe), Ter. H.Kemal Karabulut, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1998 [24] Maxime, Rodinson, Hazreti Muhammed, Ter. Atilla Tokatlı, Sosyal Yayınlar, İstanbul 1994 [25] Mircea, Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi-Cilt 2, Gotama Budha’dan Hristiyanlık’ın Doğuşuna, Ter. Ali Berktay, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2003 [26] Neşet, Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, A.Ü İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1982 [27] Özcan Çelebican, Karadeniz, Roma Hukuku, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayını, Ankara 1982 [28] Server, Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası- İnsanlık Tarihine GirişI:İlkçağ, Say Yayınları, İstanbul 1988 [29] Tacettin, Şimşek, İsevîlikten Hristiyanlığa, Ekin Yayınları, İstanbul 2005 [30] W., Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1973 [31] W.Montgomery, Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Ter.Doç.Dr.Ethem Ruhi Fığlalı, Umran Yayınları Ankara 1981 Devri, [32] W.Montgomery, Watt, İslâm Nedir, Ter. Elif Rıza, Birleşik Yayıncılık, İstanbul 1993 [33] Will, Durant, İslâm Medeniyeti, Ter. Orhan Bahaeddin, Tercüman 1001 Temel Eser Yayınları