1 TOPLUMSAL HAREKETLER VİZE SONRASI-2013 BAHAR 1.3.SOSYAL HAREKET YAKLAŞIMLARI Sosyal hareketler alanı, 19. yüzyıl itibarı ile oldukça zengin ve geniş bir literatür yaratmıştır. Gerçekleştirilen tüm yaklaşımları tek tek ele almak oldukça güç ve karmaşık görünmektedir. Dolayısıyla çalışma açısından bu bölümde Karşı Küreselleşme Hareket yaklaşımları dışındaki tüm teorik açıklama modelleri dört ana başlık altında toplanmaktadır: Kolektif Eylem Teorisi ve Chicago Okulu, Çatışma Kuramı, Kaynak Mobilizasyonu Teorisi ve Yeni Sosyal Hareketler Yaklaşımı olmak üzere sıralanabilecek bu yaklaşımlar farklı bakış açılarına sahiptir. Çalışmada bu dört yaklaşımın ele alınmasının ise bazı temel gerekçeleri bulunmaktadır. Öncelikli olarak Kolektif Eylem Teorisi ve Chicago Okulu’nun seçilmesi bir anlamda zorunluluk olarak karşımıza çıkmıştır. Sosyoloji disiplininin ortaya çıkmasından önce sosyal hareket çalışmaları daha çok siyaset felsefesi ve tarihin ilgi alanına girmekteydi. Ancak sosyolojinin kurumsallaşmaya başlaması ile birlikte sosyal hareketler konusundaki ilk ciddi çalışmaların Chicago Okulu temsilcileri tarafından çalışıldığı bilinmektedir. Bu yaklaşımın sosyal hareket ve kolektif eylem üzerine yapmış olduğu çalışmalar ilk olması nedeniyle büyük önem taşımaktadır. İkinci olarak ele alınan Çatışmacı Yaklaşımdır. Çatışma kuramının yaklaşımını ele almadan, sosyal hareket olgusunu tam anlamıyla kavrayabilmenin mümkün olmadığı söylenebilmektedir. Bu iki yaklaşım, eski sosyal hareketleri açıklama konusunda kullanılmaktadır. Yeni sosyal hareketleri açıklamak üzere yegâne kuramsal modeller olarak Kaynak Mobilizasyonu ve Yeni Sosyal Hareketler Teorisi ele alınmaktadır. Kuramsal olarak irdelenmeye çalışılan bu dört yaklaşım, sosyal hareketler açısından oldukça belirleyicidir. Öyle ki, Kaynak Mobilizasyonu Teorisinin, Kolektif Eylem ve Chicago Okulu eleştirisi üzerine; Yeni Toplumsal Hareketler Kuramının da Çatışma Kuramının eleştirisi üzerine inşa edildiği bilinmektedir. 19. yüzyılda modern toplumların kuruluşu ile gündeme gelen sosyolojinin, “Modern Zamanların Bilimi” olarak tanımlanması, onun yeni bir bilim dalı olarak algılanmasına yol açmakla birlikte genellikle “düzen” ve “sistem” kavramları ile de ele alınmasına yol açmıştır. Tüm bunlar dolayısıyla sosyolojinin gelişmesini ve onun günümüzdeki konumunu, modern dünyayı meydana getiren değişmeler bağlamında ele almak bir gelenek haline gelmiştir. Modern toplumun kuruluş aşamasında sosyolojiye genellikle düzeni meşrulaştıran ve bunun devamını sağlayan bir misyon atfedilmiştir. Ancak diğer taraftan da temel inceleme konusunun “değişme” olması ve bir anlamda “Değişmenin Bilimi” olarak kabul görmesi de sosyolojiye “eleştirel” ve “yıkıcı” bir nitelik de kazandırmıştır (Giddens, 1994a; 11). Sosyolojik çalışmalar içinde sosyal hareket yaklaşımları da eleştirel ve yıkıcı çalışmaların başında gelmektedir. Sosyal hareketler alanında çalışmak ve bu hareketler üzerine eleştirel bir çözümleme getirmek öncelikle sosyolojinin görevleri arasında yer almaktadır. Eylemlilikler ve onların oluşturdukları politikalar arasında bütünlüğün 2 sağlanması için öncelikli olan, ortak kavramsal ve teorik yaklaşımların ve ortak siyasal kimliklerin - teorik alt zeminin ve sistem analizlerinin - oluşturulmasıdır. Ayrıca bir disiplin olarak toplum içindeki tartışma ve sorunlarla uğraşmak, sosyolojide eleştirel olabilmenin altını çizmektedir. 1.3.1.Eski Sosyal Hareket Yaklaşımları Sosyolojik incelemeler sürecinde gerçekleştirilen yaklaşım ve çalışmaların “Klasik” ve “Çağdaş” olarak ayrımlandırılması adeta bir gelenek haline gelmiştir. Böylesi bir ayrımlandırmanın hem teorik hem de toplumsal değişim dinamikleri açısından oldukça haklı dayanak noktaları bulunmaktadır. Klasik sosyolojinin düalist bir yaklaşımla sosyal hareketlere ilişkin olarak gerçekleştirmiş olduğu en temel açıklama, bu hareketlerin yapısal gerginliğe, ekonomik kriz ve modernleşmeye bir tepki olarak ortaya çıkmış olduğudur (Çayır, 1999; 7). Bu yaklaşıma göre sosyal hareketler sapkın davranışlar olmakla birlikte sağlıklı ve normal toplumlarda gözlenmezler. Yapısal gerginlik ya da ekonomik krizler ortadan kalktığında, sosyal hareketler de kendiliğinden gündemden düşerler. Gerçekten de klasik sosyolojik yaklaşımların açıklamaya çalıştığı hareket biçimlerine bakıldığında bu hareketlerin, hem işleyişi süreçleri hem de katılımcıları açısından tepkisel ve anomik oldukları söylenebilmektedir. Bu anlamda toplumsal gerçeklikle eşgüdümlü olarak ilerleyen bir sosyal teori anlayışından söz edilebilmektedir. Yukarıda ifade edilen görüş çerçevesinde sosyal hareketlerin aktivistleri de marjinal, sisteme entegre olamamış ve irrasyonel tipler olarak ifade edilmiştir. Aktivistler kendi aralarında “ilerici”, “gerici”, “sağ/sol” gibi kategorilere ayrılmıştır. Bu anlamda klasik perspektifte katılımcıların yalnızca ilerlemeye destek olmaları ya da karşı çıkmaları bağlamında ele alındıkları söylenebilmektedir (Çayır, 1999; 78). Ayrıca bu hareketler içinde yer alan katılımcıların büyük liderler eşliğinde merkezi bir örgütlenme oluşturdukları da gözlenmektedir. Sosyal hareketleri “tepkisellik” bağlamında açıklamaya çalışan klasik sosyolojik yaklaşımlara göre modernleşme sürecinin tüm faydaları herkese ulaştığında sosyal hareketlere de gerek kalmayacaktır. Klasik sosyolojik görüşün sosyal hareketleri “geçici” olarak algılaması, değişimin dinamiğinin toplumdan çok tarihte yattığına vurgu yapmaktadır. Bu anlamda klasik sosyolojinin sosyal hareketleri belirli evre ve periyotlar çerçevesinde değerlendirmiş olduğu söylenebilmektedir. Böylesi bir yaklaşım, sosyal hareket kavramının tanımlanması açısından başlı başına bir sorun oluşturmaktadır. Sosyal hareketleri tanımlarken, kullanılan en temel kriterlerden bir tanesi bu hareketlerin “süreklilik” taşıdığı anlayışıdır. Ancak klasik sosyolojide sosyal hareketler ekonomik ve sosyal bunalım dönemlerinde ortaya çıkan bir tepki olarak değerlendirilmektedir. Gerçekte klasik sosyolojinin açıklamaya çalıştığı toplumsal gerçeklik döneminde de sosyal hareketlerin süreksizlik taşıdıkları söylenemez. Bu dönemde sosyal hareketler daima sürekli olsalar da çoğu kez gizil kalmışlardır. Klasik sosyolojik görüşte bu iddianın altında yatan ise değişmenin kaynağının toplumsal alan ile değil, tarihsel zorunluluk anlayışı ile açıklanmasıdır. 3 1.3.1.1. Kolektif Eylem Teorisi Ve Chicago Okulu Chicago Okulu temsilcilerinin kolektif eylem teorisi konusunda yapmış oldukları çalışmalar, sosyoloji disiplini içinde sosyal hareket çalışmaları açısından bir ilk olma özelliğini taşımaktadır. Klasik sosyolojik çalışmalar çerçevesinde sosyal hareketler ilk olarak Saint Simon’dan itibaren ele alınmış olsa da, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan değişmelerle birlikte geliştirilen teorileştirilme çabalarının önem kazanmış olduğu bilinmektedir. Sosyal hareketler alanında ortaya çıkan bu teorileştirme çabaları, “Kolektif Eylem Teorisi” ve “Yapısal-İşlevselci Yaklaşım” olarak adlandırılmıştır. Temsilcileri arasında ise Ralp Turner, Robert Ezra Park, Lewish Killian gibi Chicago Okulu temsilcileri ile birlikte Parsons ve Smelser gibi yapısal – işlevselci okulun takipçileri sayılabilir. Blumer’in sembolik etkileşimciliğini takip eden Turner ve Killian gibi Chicago Okulu temsilcileri sosyal hareket içindeki bireyi esas alarak ideolojik ve psikolojik süreçlere odaklanırken, Parsons’ın yapısal-işlevselciliğini takip edenler kolektif davranış ve sosyal hareketin oluşumunu hazırlayan sosyal ve ekonomik bunalımlara vurgu yapmışlardır (Eyerman, Jamison, 1991; 13). Her iki yaklaşım ayrı ayrı ele alındığında ise birbirlerinden oldukça farklı iddialar içerdikleri izlenimi edinilmektedir. Ancak her iki yaklaşımın da sosyal hareketi ele alış biçimleri bunları aynı başlık altında incelemeyi gerekli kılmaktadır. Chicago Okulu ve yapısal– işlevselci ekol açısından sosyal hareket, kurumsal olmayan kolektif ve politik hareketin potansiyel olarak “tehlikeli” biçimleri olarak ele alınmaktadır (Eyerman, Jamison; 1991; 10). Chicago Okulu ve yapısal-işlevselci yaklaşımın sosyal hareketlere ilişkin bu ortak ve temel ön kabulü, her iki yaklaşımın aynı potada değerlendirebilme olanağını yaratmaktadır. Klasik sosyolojik perspektif açısından sosyal hareketleri açıklamada kullanılacak olan bu iki yaklaşımın ortaklaştıkları noktaları saptayabilmek için her ikisini de ayrı ayrı ele almakta fayda görünmektedir. Öncelikli olarak yapısal-işlevselci ekole bakıldığında, kolektif davranışın değişen inanç ve değerler üzerinden açıklanmaya çalışıldığı gözlenmektedir. Yapısal işlevselcilerin kolektif davranışın açığa çıkmasını makro düzeyde ele alması, bu yaklaşımın en temel özellikleri arasında sayılabilmektedir. Bu anlamda sosyal hareketler yapısal gerginliğe, ekonomik krize ve modernleşmeye tepki olarak ortaya çıkan olgulardır. Smelser “Theory of Collective Behavior” adlı kitabında kolektif davranışı modernleşme sürecinin doğurduğu yapısal değişmelere verilen bir tepki ve ortaya çıkan geçici hareketler olarak değerlendirmektedir. Sosyal hareketler, panik, çıldırma, isyan gibi tahammülsüz eylemlerdir ve bunlar daha çok toplumdaki aşırı durumlara bir tepki olarak mobilize olurlar (Smelser, 1962; 10-12). Smelser’ın kolektif davranışı açıklama konusunda gerçekleştirmiş olduğu bu yaklaşım, Parsons’un yapısal-işlevselci ekolü ile benzerlik göstermektedir. Ancak Smelser’ın Parsonian yaklaşımdan farklılaştığı çok önemli bir noktanın altının çizilmesi gerekmektedir. Parsons, kolektif davranışı incelerken sürekli devam eden ve rutin olarak tekrarlanan ortaklıkları saptamaya çalışırken, Smelser’ın vurgusunun kolektif hareketler arasındaki “farklılıklara” dayandığı söylenebilmektedir (Oberschall, 1973; 22). Kolektif davranışın tarihsel süreç içindeki farklılaşan noktaları, Smelser için sosyal hareketi açıklama noktasında öne çıkmaktadır. Böylesi bir anlayışla yola çıkan Smelser’ın sosyal hareketleri sınıflandırma konusunda ikili bir kategori uygulamış olduğu söylenebilmektedir. Smelser, sosyal hareketleri “değer” ve “norm” yönelimli 4 olmak üzere ikiye ayırmıştır. Değer yönelimli hareketler, toplumun bir ya da daha çok değerinde değişikliklerin yapılması anlamına gelmektedir. Norm yönelimli hareketler ise temel değerlere dokunmazken, toplumun değerlerinin başarılma süreçlerini değiştirmeye çalışmaktadır (Blackwell’in Siyaset Bilimi Ansiklopedisi, 2003; 416). Smelser bu sınıflandırmayı yaparken hareketlerin değişim yönlerini, örgütsel tarz ve stratejilerini öncelikli olarak göz önünde bulundurmuştur. Bu nedenle Smelser’ın sosyal hareketleri sınıflandırma yönteminin, sosyoloji literatüründe sıklıkla kullanılmış olduğu söylenebilmektedir. Parsons’ın sosyal hareketlere ilişkin yaklaşımı irdelendiğinde ise dikkati çeken en önemli unsur, bu yaklaşımın makro ve evrimci bir perspektife sahip olmasıdır. Parsons’a göre toplumun en temel özelliklerinden bir tanesi “uyum” ve “sürekliliğin” sağlanmasıdır. İşte bu nedenledir ki, kendisi de kolektif davranış çalışmalarında sosyal hareketlerin benzerlik ve uyum gösteren noktaları üzerinde durmuştur. Uyum ya da süreklilik yalnızca toplumsal değişme sürecinde çevreye intibak etmek değil, aynı zamanda bireyin çevresiyle başa çıkma kapasitesini de içermektedir. Bu anlamda uyum ve süreklilik hem intibak hem de bireyin aktif kontrolü olarak ele alınabilmektedir (Parsons, 2000; 87). Uyum ve süreklilikten hareket eden Parsons’ın yaklaşımında bireylerin öncelikle sosyal ve ekonomik bunalımlar çerçevesinde kolektif davranışta bulunduğu ve sorunların ortadan kalkması halinde bireylerin uyum ve süreklilik duygusu ile toplumsal sürece bağlandığı ifade edilmektedir. Bu nedenle sosyal hareketler tepkisel bir nitelikle “geçici” unsurlar olarak değerlendirilirken, diğer taraftan bu hareketler arasındaki ortaklıkların saptanması, toplumsal yapı içinde uyum ve evrimin gerçekleşmesi açısından hayati bir önem taşımaktadır. Yapılan tüm açıklamalar bağlamında Parsons’ın toplumsal değişme anlayışı ile kolektif davranış arasında sıkı bir bağ kurduğu söylenebilmektedir. Sosyal Sistem Teorisi ile Eylem Teorisi arasında bir bağ kurarak, gündem konuları içine gömülmüş kolektif davranışla ilgili temel konular üzerinde vurgu yapmaktadır. Parsons’ın yaklaşımına göre sosyal sistem içerisinde “sapkın davranış”, “sosyal kontro” ve “sosyal değişme” arasında önemli bir ilişki vardır. “Uygunluk” (conformity) ve “sapkınlık” (deviance) arasındaki ilişkiyi kavramak ise kolektif davranış ve bir modele uygun olan izafi bir anlam oluşturmak açısından oldukça önemli ve karmaşıktır (Oberschall, 1973; 19-20). Bu nedenle de Parsons’ın kolektif davranışa ilişkin yaklaşımını kavramak oldukça güçtür. Sosyal hareketler de tıpkı suç, suçluluk ve uyumsuzluk gibi sapkın davranış (deviance behavior) olarak kabul edilmektedir. Parsons’un ortaya koymuş olduğu bu yaklaşım çerçevesinde anlamayı zorlaştıran unsur, sosyal hareketlerin sistemin bütünlüğü açısından sapkın davranış modeli olarak ele alınmasıdır. Diğer taraftan sosyal sistem ve bütünleşme açısından önem taşıyan unsur ise kurumsallaşmanın ya da katmanlaşmanın ne denli sağlandığıdır (Parsons, 1964; 329). Bir sosyal sistem içinde kurumsallaşma ve buna bağlı olarak uyum ve bütünleşme ne denli gerçekleşmiş ise sapkın bir davranış olarak sosyal hareketlerin ortaya çıkma ihtimalleri de o denli güç olacaktır. Bu nedenle de sosyal hareketler, kurumsal olmayan kolektif politik davranışlar olarak kabul edilmektedir. Yaklaşıma göre sosyal sistem bünyesinde değişmeler yaşandıkça bireyler direnç gösterirler ve sosyal hareketler de bu tarihsel eğilimlerin bir göstergesi olarak gündeme gelir. Modernleşme, gelişme ve bütünleşme süreci tamamlandığında, sosyal hareketler artık toplumsal hayatta yeri olmayan geçici çabalar olarak gündemden düşerler. 5 Smelser ve Parsons’ın savunduğu bu ortak görüş bağlamında sosyal hareketlere normal ve sağlıklı toplumlarda rastlamak mümkün değildir. Dolayısıyla temel problem, toplumsal yapının düzgün işlemesi için tüm unsurların sisteme entegre edilmesidir. Bu yaklaşım, toplumsal yapının sürekliliğine vurgu yaparken, onu mutlaklaştırır. Toplumsal yapının değişme dinamikleri çevresel unsurlarla açıklandığı ölçüde, toplumsal birey de yok edilir. Oysa toplumsal yapı ile birey arasında kurulabilecek bir ilişki, toplumsal değişmenin çok yönlü dinamiklerini daha iyi açıklama olanağına sahip olabilmektedir. Chicago Okulu olarak kabul edilen ekolün temsilcileri olan Robert Ezra Park, Killian, Turner, Gusfield gibi teorisyenler açısından da sosyal hareketler ile sosyal değişme arasında büyük bir bağ vardır. Genel olarak da Chicago Okulunun çalışmalarının bu temel üzerine kurulduğu söylenebilmektedir. Ayrıca “Kolektif Eylem Teorisi” en çok bu okulun temsilcileri tarafından çalışılmıştır. Chicago Okulu temsilcilerine göre kolektif eylem, çatışmaları kendi içinde anlaşılması gereken durumlarda verilen bir tepki olarak değerlendirmektedir. Yani çatışma, birlik ve bütünlük prensibiyle tanımlanan bir toplumsal sistemin entegrasyonu ya da çözümlenmesi açısından bir veri olarak ele alınmaktadır. 1920’lerin başında Robert Ezra Park’ın kolektif davranışa ilişkin kavramsal ve teorik çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Park çeşitli kolektif hareket biçimleri ve bunların toplumsal değişme ile olan ilişkileri üzerine çalışmıştır. Ancak Park’ın daha sonra yapmış olduğu çalışmalarda yalnızca yığın, güruh, moda, ayaklanma gibi geçici kolektif hareket biçimlerinin yanı sıra halk ve kamuoyu üzerine de çalıştığı gözlenmiştir (Oberschall, 1973; 14). Park’ın çalışmalarında kolektif davranışı karakterize eden unsur, düzenlenmiş sosyal ilişki ve normlar tarafından tamamen kontrol edilmemiş davranışlardır. Yapısal işlevselci yaklaşımda olduğu gibi Chicago okulunda da kolektif davranışlar kurumsal olmayan politik hareketler olarak ele alınmıştır. Killian ise sosyal hareketi, sosyal ve kültürel değişmeyi anlayabilmenin anahtar unsurlarından biri olarak kabul ederken, Gusfield, sosyal düzenin değişme dinamikleri içeren talepler olarak ifade etmektedir (Oberschall, 1973; 15-16). Her üç teorisyenin yaklaşımında öne çıkan unsur, toplumsal değişme ile sosyal hareket arasındaki ilişkidir. Bir taraftan yapısal işlevselci ekolün diğer taraftan Chicago okulunun üzerinde çalışmış olduğu kolektif eylem teorisinin temelinde sosyal hareketlerin sağlıklı ve normal bir toplumda görülemeyeceği anlayışı vardır. Dolayısıyla sosyal hareketlerin bunalım ve kriz dönemleri ile açıklanması, bu çalışmalar açısından bir gelenek haline gelmiştir. Sosyal hareketlerin olağan dışı durumlarda görülebileceğini en iyi formüle eden teorisyenlerden bir tanesi de Robert K. Merton’dır. Merton’a göre sosyal hareketler ancak, sosyal düzensizlik (social disorganization) olarak adlandırılabilecek dönemlerde gözlemlenen toplumsal olgulardır. Sapkın bir davranış olarak ortaya çıkan sosyal hareketler, bir sosyal problem olarak hayat bulurlar. Sosyal düzensizlik durumlarını açıklamak ise oldukça göreli ve güçtür. Bu nedenle sosyal hareketlerin de açıklanması ve tarihsel zeminde bir noktaya oturtulması oldukça problemlidir (Merton, 1971; 819- 820). Yukarıda ifade edilen tüm yaklaşımlar dikkate alındığında sosyal hareketleri sosyal düzensizlik durumlarında ortaya çıkan bir problem olarak tanımlayan Merton’ın yaklaşımının, diğer tüm teorisyenlere göre daha katı ve tutucu bir nitelik taşıdığı söylenebilmektedir. 6 Sosyal hareketlerin kolektif davranış yaklaşımı ile açıklanmaya çalışıldığı bu dönemde ulusdevlet politikalarının temelini, ekonomik büyüme, refah dağılımı ve güvenlik gibi konuların işgal ettiği söylenebilmektedir. Ulusal bütünlük ve süreklilik ile birlikte ulusal hakimiyetin yeniden tanımlanması gibi konular bu dönemin merkezi temaları arasında yer almaktadır. Dolayısıyla yaşanılan toplumsal gerçeklik bağlamında üretilmeye çalışılan teorik açıklamaların sosyal gerçeklikten kopuk olduğu söylenemez. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, Yapısal İşlevselci ve Chicago Okulu çalışmaları bağlamında gerçekleşen açıklama modellerinin sosyal hareketler açısından değişmeyi bir veri olarak almasından öte, sistem ve kurumsal yapının bütünlüğünü savunan bir yaklaşıma gönderme yaptıklarıdır. Yapılan tüm açıklamalar bağlamında klasik sosyolojinin toplumu, ilerlemeci bir perspektifte ele alırken yerleşmiş ve entegre olmuş bir sistemden de söz etmiş olduğu dikkat çekmektedir. Ancak 1929’da Avrupa’da yaşanan büyük ekonomik buhrandan sonra rasyonalizasyona ve modernleşmeye duyulan katı bağlılığın yavaş yavaş gündemden düşmeye başladığı da bilinmektedir. “İlerlemenin Krizi” ya da “Aklın Düşüşü” gibi kavramların tartışılmaya başlanması, Avrupa’da bir rüyadan uyanışın ipuçları olarak ele alınmıştır. Bu noktada Touraine’ye göre sosyoloji geleneği içinde artık farklı bir geleneğin başlandığı söylenebilmektedir. Touraine’ye göre bir anlamda klasik sosyolojik görüşün yıkılması anlamına gelen “Anti-sosyoloji” gelişmeye başlamıştır. Antisosyoloji, sosyal hareketler açısından klasik sosyolojik görüşe karşı sistem ve aktivistin yeni bir tanımlamasını yapmıştır. “Sistem, bireylerin saygı duymaktan çok, kullanmak ya da kaçınmaları gereken bir kurallar ve sınırlamalar bütünü; aktivistler ise bir vatandaş ya da işçi olarak değil, temel toplulukların üyesi, kültürel geleneğe bağlı bireyler” olarak tanımlanmıştır (Touraine, 1999; 38). Touraine’nin bu yaklaşımında öne çıkan en önemli unsurlardan bir tanesi ise klasik sosyolojinin en büyük eleştiri noktalarından biri olan tarih anlayışıdır. Ortaya konan bu yaklaşım toplumun işleyişinin normları tarihsel evrimden ayrılmıştır. Tarihsel değişim, “artık ilerleme ya da modernleşme olarak tanımlanmamış; sınırlı kaynakların en üst düzeyde kullanımını sağlamayı ve belirsizlik alanını kontrol etmeyi amaçlayan bir stratejiler ağı” olarak tanımlanmıştır (Touraine, 1999; 39). Klasik sosyolojik görüş içinde var olan hakim sistem ve aktivist tanımlarının yeni baştan ele alınışı hem sosyal hareket çalışmaları hem de var olan sosyolojik gelenek açısından yeni bir açılım sunmuştur. Bu anlamda sistem analizlerinin yükselmesinin, klasik sosyal hareket kavramının gözden düşüşüne ve yeni tartışma alanlarının yaratılmasına yol açtığı söylenebilmektedir. 1.3.1.2. Çatışma Kuramı Sosyoloji disiplini içindeki en önemli yaklaşımlardan biri olan çatışmacı perspektif, sosyal hareketlerin açıklanması konusunda ana belirleyici hareket noktası olarak kendisini ortaya koymuştur. Çatışma ve muhalif olma anlayışına dayanan sosyal hareketler, çatışma kuramının ana konuları arasında yer almaktadır. Çatışma kuramcıları daha çok çatışma ve egemenlik arasındaki ilişki üzerinde durmuşlardır. Endüstriyel toplumlardaki egemenlik ve çatışmanın sosyolojik analizi yapılarak, toplum ve tarih açıklanmaya çalışılmıştır. Çatışma kuramına göre sosyal yapının temel belirleyici dinamiği çatışmadır. Çatışma kaçınılmaz bir olgu olduğu gibi sosyal değişmenin de itici gücüdür. Aslında 7 bu yaklaşıma göre toplumu tayin eden ve onu ilerleten unsur da çatışmadır. Toplumsal yapıda çatışma kaçınılmazdır. Çatışma kuramına göre “nerede toplum varsa, orada çatışma vardır” anlayışından rahatlıkla söz edilebilmektedir (Sayın, 1994; 54). Bu yaklaşım sosyal çatışma alanında kendisini işçi sınıfı hareketlerinde göstermiştir. Çatışma fikri aslında bir anlamda işçi sınıfı hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Çatışma kuramını diğer tüm yaklaşımlardan da ayıran en önemli özelliklerden biri, tarihte fiilen var olan işçi sınıfı hareketlerine bağlı olarak gelişmesidir. Çatışma Kuramının sosyal hareketler çerçevesinde ele almış olduğu işçi sınıfı mücadelesi, kapitalist ile işçi arasındaki savaşımın tarihine, yani sermayenin kökenine kadar uzanmaktadır. Bu savaşım, bütün bir manüfaktür dönemi boyunca şiddetle devam etmiş olsa da, makinenin kullanılmaya başlanmasıyla, işçi sermayenin somutlaşmış şekli olan bu emek aracının kendisiyle savaşmaya başlamıştır. 17. yüzyılın ortalarında başta İngiltere olmak üzere hemen hemen bütün Avrupa’da işçiler dokuma tezgahlarına karşı ayaklanmışlardır. Teorik ve politik çalışmalarına 1840’lı yılların başında başlayan Marx ve Engels’in çalışmaları, tarih sahnesine ilk defa çıkan bu işçi sınıfının çıkarlarının teorik bir analizine dayanmaktadır. Bu anlamda Çatışma kuramının, başlı başına bir sosyal hareket kuramı olarak ortaya çıkmadığı halde, bu dönemin sosyal hareketlerinin işçi sınıfı mücadelesi çerçevesinde şekillenmesi dolayısıyla bu mücadelelerin analizinde kullanılan en önemli kaynak olduğu söylenebilmektedir. Çatışma kuramının en önemli temsilcisi olan Marx, manüfaktür döneminde de işçi mücadelelerinin yaşanmış olduğundan söz etmektedir. Ancak manüfaktür döneminde genellikle ücret konusunda yaşanan savaşımlar, manüfaktürü bir ön koşul olarak kabul etmiş ve hiçbir zaman onun varlığına yönelmemiştir. Bu anlamda da yeni manüfaktürlerin kurulmasına karşı direnme, işçilerden çok loncalardan gelmiştir. Ancak diğer taraftan emek aracı makine şeklini alır almaz, bizzat işçinin rakibi olmuştur (Marx, 1997a; 412). Makine aracılığı ile sermayenin kendi kendisini genişletmesi, işçi mücadelelerinin hız kazanmasına yol açmıştır. Çünkü bu dönemden itibaren Marx’a göre kapitalist üretim süreci devreye girmiştir. Kapitalist üretim süreci ise genel olarak meta üretimine dayanmaktadır. Emeğin bizzat bir meta olarak ortaya çıkması, işçinin kendi emek gücünü satması anlamına gelmektedir (Marx, 1997b; 109). İşte bu noktada işçilerin kapitalist üretim sürecine karşı kendi emek güçlerini korumak adına başlattıkları mücadelenin Marksizm açısından büyük önem taşıdığı söylenebilmektedir. Çünkü Marx’a göre sınıflar yalnızca toplumun anlaşılmasını sağlamazlar, aynı zamanda hem toplumun hem de tarihin değişmesinin temel dinamiğini oluştururlar. Bu anlamda Marksist perspektifte toplumsal ve tarihsel değişmeyi anlamak için sınıf mücadelelerinin tarihine bakmak gerekmektedir. Marx, Komünist Manifesto’da “bugüne kadar var olmuş tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir” (Marx, Engels, 2003; 69) diyerek, sınıf çatışmasına toplumsal değişme dinamiği açısından verdiği önemi vurgulamıştır. Bu çalışma açısından da sorunsal bir alan olarak kabul edilen “sınıf” kavramının elbette ki Karl Marx tarafından icat edilmemiş olduğu söylenebilmektedir. Eski Yunan’da, 18.yüzyıl Avrupa’sında ve hatta Fransız Devrimi döneminde de sınıf kavramı ve sınıf çatışması yaşanmıştır. Ancak sınıf kavramının teorileştirilmesi bağlamında Marx’ın katkısı çok büyüktür. Bu anlamda Marx’ın üç noktada sınıf kavramını geliştirmiş olduğu söylenebilmektedir. Bunlardan ilki, tüm tarihin sınıf 8 mücadelelerinin tarihi olduğu iddiasıdır. İkincisi ise “kendinde” bir sınıfın “kendi için” sınıf olması üzerine yapılan vurgudur. Üçüncü katkı ise kapitalist üretim tarzının asli çatışmasının burjuva ile proleter arasında - üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar – olduğunu öne sürmesidir (Wallerstein, 1993a; 145). Marx’ın bu katkısı oldukça güçlü ve sosyal bilimler alanında belirleyicidir. Ancak yine de Çatışma Kuramı içinde bile Marx ile aynı düşünceyi paylaşmayan yaklaşımların da var olduğunu göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Çatışma Kuramında sosyal hareketlerin kaynağı, yapısal alanda çözümlenmektedir. Üst yapı ve alt yapı olarak temellendirilen yapı kavramı, tarihten ve toplumdan bağımsız bir oluşum değildir. Marksizmde genel olarak “yapı” denilince kastedilen unsur, “üretim tarzı” dır. Üretim tarzında meydana gelen değişmelerin diğer yapısal unsurları etkilememesi ise olanaksızdır. Hatta diğer yapısal unsurların aldığı form ve içerikler doğrudan üretim tarzına bağlı olarak şekillenmektedir. Marksist görüşün çoğu kez fazla determinist olmakla eleştirildiği bu nokta, aynı zamanda sosyal hareketlerin de temel dayanak noktasını oluşturmaktadır. Bu anlamda Marksist teoride sosyal hareketlerden kastedilen unsurun aslında işçi sınıfı hareketi olduğu söylenebilmektedir. Marshall’a göre işçi hareketi, “emek piyasasında emeklerini satan işçileri temsil eden her türlü örgütlenmeyi kapsayacak şekilde betimsel anlamda kullanılan bir terimdir” (Marshall, 1999; 360). İşçi sınıfı hareketlerinin ise endüstriyel (ekonomik) ve siyasal (politik) olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Dolayısıyla bu hareketler yolu ile işçiler bir taraftan yaşamlarını sürdürebilmek için iktisadi hedeflere ulaşmaya çalışırken, diğer taraftan da politik olarak devlet iktidarını emeğin yararına olacak biçimde dönüştürme ya da denetlemeye çalışmaktadır. Bu anlamda Marksist yaklaşıma göre tarihsel süreçte tek bir işçi sınıfı hareketinden (sosyal hareket) söz etmek mümkün değildir. Marx ve Marshall’ın da farklı biçimde vurgulamış olduğu bu açıklama aslında bu araştırma tarafından da temel olarak kabul görmektedir. Aynı hareket türü içinde yer almış olsalar da tarih sahnesindeki hiçbir sosyal hareketin tek biçimliliğinden söz edilemez. İşçi sınıfının Marksist teori içinde temel hareket ettirici güç olarak tanımlanmasının temel nedeni, hem kapitalist sistemin yıkılmasında yegane güç olması, hem de özel mülkiyeti ortadan kaldırarak sınıfsız toplumun önünü açmasıyla ilgilidir. Ekonomik ve politik anlamda kapitalizmi yıkma kapasitesine sahip tek güç işçi sınıfıdır. Ancak Marksizm içinde sınıf kimliğinden söz ederken ve bunu nesnel konumuna – üretim ilişkilerine – bağlarken, kendiliğinden işçi olmanın politik düzeyde işçi sınıfından beklenen misyonu spontane bir biçimde gerçekleştireceği anlamı çıkarılamaz. Bu potansiyelin gerçekleşmesi “sınıf bilinci” nin oluşması ile mümkündür. Marx, bu noktada “kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” ayrımını yapmaktadır. İşçi mücadeleleri yolu ile sosyal hareketlerin başarıya ulaşması ise ancak “kendisi için sınıf” kavramında anlam bulmaktadır. Kendisi için sınıf olmak, sınıfsal çıkarlarının bilincinde olmak ve siyasal pratik içinde etkin özneler olarak mücadele etmek anlamına gelmektedir. İşçilerin kendinde sınıf olmak halinden kendisi için sınıf olma haline geçişini sağlayan en önemli unsur ise toplumsal bilinçlenme ve örgütlenmedir. İşçilerin sendikalar aracılığıyla ilk defa örgütlenmeleri, onları aynı zamanda kendisi için sınıf konumuna getirerek, kapitalizme karşı mücadeleye zorlamıştır (Marx, Engels, Lenin, 1975; 13). Çatışma kuramcıları arasında kendisi için sınıf olma mücadelesi, temel kabul gören bir önerme olsa da işçilerin bu konuma nasıl geleceği konusunda çeşitli tartışmaların yaşandığı söylenebilmektedir. Bu yolda sendikaların merkezi ve büyük 9 örgütlenmeler olarak savunulması ortak bir kabule dayanırken, toplumsal bilincin hangi yolla oluşturulacağı konusunda çeşitli tartışmaların devam etmiş olduğu ifade edilebilmektedir. Siyasal alanın kavramsallaştırılmasına yönelik çaba gösteren Çatışma kuramcılarının en önemlilerinden biri olan Antonio Gramsci’nin Çatışma kuramına en büyük katkısı, üst yapı ve alt yapı arasındaki ilişkiyi kavramsallaştırmasıdır. Gramsci, bu yolla üst yapı kurumlarının toplumsal iktidardaki merkezi önemini – kültür ve ideolojinin özgül önemini – ortaya çıkarmıştır. Kültür ve ideolojinin tartışılması, Gramsci açısından hegemonya kavramının gündeme gelmesine yol açmıştır. Gramsci’ye göre hegemonya, yalnızca zor yolu ile değil, rızaya dayalı olarak da kurulabilir. Kitlelerin kapitalist sınıfın toplumsal düzen ve politikalarını onaylaması, yalnızca politik olmaktan öte aynı zamanda ideolojik ve kültürel bir mutabakata da dayanmaktadır. Bu onayın sağlanması ise eğitim, hukuk ve din gibi çeşitli kurumlar yolu ile gerçekleşmektedir (Gramsci, 1975; 31-32). Çatışma kuramı içinde böylesi farklı bir noktadan hareket eden Gramsci’ye göre mücadelenin yalnızca ekonomik alanda değil, siyasal, ideolojik ve özellikle kültürel alanda da gerçekleşmesi gerekmektedir. Gramsci’nin sahip olduğu bu perspektif ise onu diğer Çatışma teorisyenlerden ayırmaktadır. Gramsci’nin bu çalışmada çatışma kuramcıları arasında yer almasının temel nedeni ise çatışma yaklaşımı içindeki farklı seslerden bir tanesi oluşu ile ilişkilidir. Özellikle Marksist kuramın ekonomik determinizm gerekçesi ile eleştirilmesine yönelik Gramsci iyi bir alternatif model oluşturmaktadır. Marx’ın aksine çatışma konusunda üretim araçlarının mülkiyeti ile birlikte hegemonya kavramından da söz eder. Gramsci’nin hegemonya kavramında kültürel ve ideolojik yönetim ön planda gelmektedir (Porteli, 1982; 7273). Gramsci, hegemonyaya karşı mücadelede sivil toplumu öncelemektedir. Kısacası, Gramscigil hegemonya açıklamasına göre sivil toplumun, politik toplumun önüne geçtiği ifade edilebilmektedir. Sivil toplumun hegemonyacı olarak kabul edilen politik toplumun önünde tutulması ise sosyal hareketlerin önemine vurgu yapmaktadır. Çatışma kuramı içindeki diğer farklı önemli seslerden biri olan Ralf Dahrendorf’un ise daha çok sınıf ile sınıf çatışması arasında kurulabilecek bir teori üzerinde çalışmış olduğu bilinmektedir. Bu anlamda Dahrendorf’a göre sosyal değişme ile sosyal çatışma arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır (Dahrendorf, 1976; 236-237). Ancak bu yaklaşım Dahrendorf’un sosyal değişmeyi salt çatışma ya da mücadele fikrine indirgemesi anlamına gelmemektedir. Çatışma ve mücadelenin toplumun temel odak noktasına konması, bir taraftan bu yaklaşımı Marx’a bir adım daha yaklaştırırken, diğer taraftan işçi sınıfı ve sosyal hareketlerin de önemine vurgu yapmaktadır. Çatışma kuramı içinde Dahrendorf’un ayrıcalıklı bir konuma sahip olması, bu çalışma bağlamında Dahrendorf’un konu edilmesinin önünü açmıştır. Dahrendorf, çatışmacı kuram içinde yer almasına rağmen Chicago Okulu’na olan yakınlığı ile bilinmektedir. Çatışma kuramı içinde yer almış olsa da çatışma ve dengenin -uyumun- bir arada olması gerektiğini savunmaktadır. Dahrendorf daha başlangıçta Chicago Okulundan almış olduğu uyum, denge ve yapı gibi kavramlar üzerinden çalışmaya başlamıştır. Bu anlamda da çatışma teorisinin Kolektif eylem teorisinin bir alternatifi değil, bir tamamlayıcısı olduğunu iddia etmektedir (Kızılçelik, 1994; 413). Dahrendorf’un Çatışma kuramı içinde farklılaştığı diğer bir nokta ise çatışmanın temelini algılama biçimidir. Marx, çatışmanın temelini mülkiyet ilişkilerinde ararken, Dahrendorf güç ve 10 otorite ilişkisinden söz ederek, yöneten ve yönetilen ayrımına dikkat çeker. Böylece Dahrendorf’un sınıf mücadelesinde iktidar kavramını öncelediği söylenebilmektedir. O’nun yaklaşımında sınıf, mülkiyetten çok, iktidar ile ilişkili olarak ele alınmaktadır (Sayın, 1994; 49). Çatışma kuramı içinde sınıf ve sınıf hareketinin çözümlenmesi bakımından üç farklı sesten (Marx, Gramsci, Dahrendorf) söz edilebilir. Sınıf çatışmasını mülkiyet temelinde ele alan Marx’ın yaklaşımına karşın, sivil toplumu öne çıkaran Gramsci ve son olarak güç ve otorite arasındaki ilişkiye vurgu yaparak iktidar kavramının önemine vurgu yapan Dahrendorf’un yaklaşımı farklı profillerin sergilenmesi açısından önem taşımaktadır. Çatışma Kuramı içinde çeşitli yaklaşım farklılıkları olsa da, işçi sınıfı mücadelesinin temel sosyal hareket olarak algılanması, esastır. Toplumsal değişmenin “çatışma” fikrine dayandırılması, sosyolojide Çatışma geleneğinin devrimci bir perspektifte algılanmasına yol açmıştır. Böylesi bir yaklaşım endüstriyel ekonomik unsurların öne çıkarılması ile çoğu zaman indirgemeci bir bakış açısı getirmiş olsa da hem sosyal hareketlerin tarihi açısından hem de genel sosyoloji literatürü adına kazandırdıkları açısından büyük önem taşımaktadır. Klasik sosyolojik paradigma çerçevesinde ele alınan Çatışma Kuramı ve Kolektif Eylem Teorisi, eski sosyal hareketlerin açıklanması konusundaki yegane yaklaşımlardır. Sosyolojinin kurumsallaşmaya başladığı dönemde sosyal hareketleri konu edinen elbette ki daha başka birçok yaklaşım ve sosyolog (Simon, Weber vb.) yer almaktadır. Ancak sosyal hareket yaklaşımlarının kuramsal bir temelde açıklanması ve sistematize edilmesi bağlamında bu iki yaklaşım daha ayrıcalıklı bir öneme sahiptir. Temelde birbirlerine taban tabana zıt olan bu yaklaşımlar, sosyal hareketlerin iki farklı yönünü temsil etmektedir. Çatışma kuramı, sosyal hareketler ile toplumsal değişme arasındaki kaçınılmaz ilişkiye vurgu yaparken, Chicago Okulu ve Kolektif Eylem Teorisi, toplumsal uyum ve denge açısından sosyal hareketlerin önemine dikkat çekmiştir. Bu noktada Dahrendorf her iki yaklaşımın olumlu ve olumsuz yanlarını bir araya getirerek bir uzlaşım temeli hazırlamış olduğu söylenebilmektedir. 1.3.2. Yeni Sosyal Hareket Yaklaşımları Batı toplumlarında 1960’lı yılların başından itibaren kendisini klasik sosyal hareketlerden farklı bir biçimde göstermeye başlayan yeni toplumsal hareketlerin kolektif eylem ve toplumsal değişme teorileri üzerinde sarsıcı etkiler yarattığı söylenebilmektedir. Yeni sosyal hareketlerin amaçları, temaları, örgütlenme yapıları ve meydana geliş koşulları bakımından taşıdıkları farklı özellikler, sosyal hareket teorilerinde de yeni açıklama modellerinin gündeme gelmesine yol açmıştır. Yeni sosyal hareketler içinde yer alan katılımcılar, eski sosyal hareket katılımcılarından farklı olarak yalnızca kendileri adına değil, tüm insanlar için insan hakları talebinde bulunmaya başlamışlardır. Klasik sosyal hareketler ekonomik/politik alanda mücadele ederken, yeni sosyal hareketler kültürel alanda etkili olmaya başlamışlardır. Demokrasi, eşitlik ve kimlik politikalarıyla ilgili kültürel ve yurttaş temelli sivil hareketler doğmuştur. Liberal politikalara karşı oluşan yeni örgütlenme biçimlerinin, eskinin sınıf merkezli yapılanmalarına karşın farklılaşması, sosyal hareket teorilerinin de yeni baştan gözden geçirilmesine yol açmıştır. 11 1960’lı yıllardan itibaren geleneksel teorilerin yeni sosyal hareketleri açıklama konusunda yaşamış olduğu yetersizliklerden söz edilmeye başlanmıştır. Bu yetersizliğin en önemli nedeni ise yeni hareketlerdeki “kimlik” boyutunu kavrayamama olduğu söylenebilmektedir. Yeni sosyal hareketlerde somutlaşan bireysel, kolektif ve kamusal kimlik anlayışlarını eski paradigmanın açıklayamadığı tartışılmaya başlanmıştır (Çayır, 1999; 10). Klasik sosyolojik perspektif içinde yer alan sosyologlar, özellikle de hareketlerin savunduğu fikirler sistemine odaklanmışlardır. Bu fikirler de komünizm, muhâfazakarlık ve faşizm gibi genel tanımlamalarla ifade edilmiştir. Ancak yeni sosyal hareketlerin tarih sahnesinde gündeme gelmesi, sosyologlar arasında iki temel soruyu gündeme getirmiştir. Öncelikli olarak sorulan ilk soru, yeni hareketlerin sosyologlar için neden teorik bir problem yaratmış olduğudur. İkinci soru ise, klasik sosyolojik yaklaşımın yeni hareketleri açıklamada eksik kalan noktalarının neler olduğudur (Jonston, Larana, Gusfield, 1999; 133-134). Bu anlamıyla yeni sosyal hareketlerin geleneksel teorilere bir tehdit oluşturduğu söylenebilmektedir. Yeni sosyal hareketler konusunda geliştirilen yaklaşımlar ele alındığında daha çok hareketlerin ortak nitelikleri üzerinde vurgu yapıldığı gözlenmektedir. Ortak nitelikler üzerinden ortaya konan açıklama modellerinin ise bütüncül bir teorinin oluşumuna yol açtığı söylenememektedir. Üretilen yaklaşımlar ampirik olarak ispatlanmış önermeler bütünü olmaktan çok, sadece sosyal hareketlerdeki ortak nitelikleri tanımlama ve anlamaya yönelik çabalar olarak gündeme gelmiştir. Bu anlamda ortaya konan ve sosyal bilimler literatüründe etki yaratan iki önemli yaklaşımdan söz edilebilmektedir. Yaklaşımlardan ilki, “Kaynak Mobilizasyonu Teorisi” dir. İkinci yaklaşım ise “Yeni Sosyal Hareketler Teorisi”dir. Sosyal hareketler alanında gündeme gelen bu iki yeni yaklaşımın tüm eleştiri noktalarına karşın sosyal bilimler alanına yeni bir açıklama modeli getirmiş olduğu kaçınılmaz olarak kabul edilmektedir. 1.3.2.1. Kaynak Mobilizasyonu Teorisi Kaynak Mobilizasyonu Teorisi, 1960’lı yılların başından itibaren mevcut olan kolektif davranış ve yapısal işlevselci ekolün eleştirisi üzerinden yükselmeye başlamıştır. Özellikle de Amerika’da mevcut sosyal hareket çözümlemesi üzerinde odaklanmıştır. Kaynak mobilizasyonu teorisi, geleneksel yaklaşımlara bir meydan okuma biçiminde kendisini göstermiştir. Çevreci, kadın, sivil haklar, barış, etnik kökenli hareketler biçiminde ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin taşıdıkları özellikler, yeni teorik modellerin kurgulanmasına yol açmıştır. Bu anlamda Kaynak Mobilizasyonu Teorisinin geleneksel yaklaşımları iki önemli nokta üzerinden eleştirmiş olduğu söylenebilmektedir. İlk eleştiri noktası, yapısal gerginliklerin sosyal hareketlerin ortaya çıkışını doğrudan açıklayamayacağı konusundadır. Kaynak mobilizasyonu teorisyenlerine göre yapısal gerginlik ve eşitsizliklerin gözlemlenmediği bir süreç ya da toplum yoktur. Muhalefet her zaman vardır. Ancak çoğu zaman gizil durumdadır. Bu nedenle de insanlar her zaman sosyal harekete katılmazlar. Sosyal hareketleri yapısal alanla bu denli bağdaştırmak bizleri yanlış sonuçlara sürüklemektedir (Gladwin,1999;126). Kaynak mobilizasyonu teorisyenlerinin klasik yaklaşımları eleştirdikleri ikinci nokta ise sosyal hareket katılımcılarının davranışları konusundadır. Klasik teorisyenler sosyal hareket katılımcılarını irrasyonel ve tepkiselcilik bağlamında açıklamaktaydılar. Kaynak mobilizasyonu teorisyenlerine göre ise katılımcılar çıkarlarının 12 bilincinde olan rasyonel bireylerdir. Bu yaklaşımın en kuvvetli vurgu yaptığı ve iddialı olduğu alanlardan biri, “akılcı aktör” yaklaşımıdır. Akılcı aktör kavramı ile kaynakların peşinden koşan, kaynakla mobilize olan ve bir anlamda faydacı ve akılcı bir profil çizilmektedir. Dolayısıyla sosyal hareketler içinde asıl yer alması gerekenler yoksul ve işsizlerinden öte kaynakları elinde bulundurabilme ve kullanabilme güçleri olan akılcı aktörlerdir. Ancak yapılan açıklama bu araştırma tarafından “faydacı” bir yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Özellikle de Yeni sosyal hareketlerden söz ederken, bu hareketler içinde yer alan bireylerin sırf kendi çıkarları adına değil, tüm insanlar için demokrasi talebinde bulundukları göz önüne alındığında yalnızca kaynak (para, güç vb.) ile mobilize olan bir aktivist profilinden söz etmek oldukça sakıncalı gözükmektedir. Zaten sosyal hareketleri ve onların içinde yer alan bireyleri büyük oranda kaynak, para vb. değişkenler ile açıklamak yanıltıcı bir açıklamam modelidir. Kaynak Mobilizasyonu teorisi içinde ortaya konan akılcı aktör yaklaşımı ile aslında sosyal hareketler içinde yer alan “temsilciler” den söz edilmektedir. Tezimizde sosyal hareketler içinde koordinasyonu üstlenen, para, güç ve kaynak yaratan aktivistleri akılcı aktör yerine “temsilciler” olarak tanımlamak daha uygun bulunmaktadır. Dolayısıyla akılcı aktörler/temsilciler bir sosyal hareket içindeki tüm taban aktivistler olarak değil, yalnızca o sosyal hareket içindeki koordinasyonu üstlenen kimseler olarak tanımlanabilmektedir. Her sosyal hareket içinde akılcı aktörler olmasına karşın sosyal bir hareket içindeki tüm aktivistler akılcı aktör değillerdir. Ortaya konan bu yaklaşıma göre sosyal hareketin gündeme geliş sürecini yapısal gerginlikler açıklayamamaktadır. Çünkü herhangi bir toplumda ve herhangi bir süreçte daima bir sosyal hareketin oluşmasına yol açabilecek yeterince hoşnutsuzluk vardır. Ancak bu hoşnutsuzlukların bulunuşu sosyal hareketlerin oluşumunu açıklamak için tek başına yeterli bir dayanak noktası değildir. Bu nedenle Kaynak Mobilizasyonu Teorisi daha çok sosyal hareket örgütlenmelerinin oluşmasına ve onların kendi stratejilerini izlemelerine olanak veren süreçler üzerinde odaklanmıştır. Sosyal hareketler yapısal krizler yerine kaynaklar, stratejiler, çıkarlar ve örgütlenme gibi değişkenler üzerinden açıklanmaktadır. Kolektif hareket, kaynaklar ve fırsatlar arasındaki bağıntıya göre belirlenmektedir. Toplumun farklı kesimlerinden yükselen kaynakların farklı biçimlerde dağıtılması talepleri, sosyal hareketlerin öncelikli nedenleri arasında sayılabilmektedir. Bireyler rasyonel talepler yoluyla bu kaynakları ele geçirme mücadelesi içine girmektedirler. Sosyal hareketin gerçekleşmesi için sosyal bir bunalım sonucu harekete geçen bireylerden öte, kaynakları kendi çıkar ve istekleri doğrultusunda rasyonel olarak talep eden bireylerin örgütlenmesine gereksinim duyulmaktadır (Cohen, 1999; 110-112). Bu anlamda sosyal hareketlerin kaynakların kullanım ve dağılım kapasitesine göre biçimlendiği söylenebilmektedir. Kaynak mobilizasyonu teorisi, yapısal bir problemin kaçınılmaz olarak sosyal bir harekete yol açmadığı gerçeğinin altını çizerek, kaynakların önemine vurgu yapmaktadır. Yeni sosyal hareketlerin eski sosyal hareketlerden farklı olarak kendilerini gerçekleştirme noktasında kimi zaman medyadan kimi zaman da büyük şirketlerden çeşitli kaynaklar elde etmesi, teorik anlamda da bu açıklamaların öne çıkmasına neden olmuştur. Ancak bu yaklaşım, ortaya koyduğu görüşlerle sosyal hareketleri çıkar grupları gibi değerlendirme eğilimine sahiptir. Kaynaklar üzerine yapılan vurgu, sosyal hareketler açısından çıkarları, fırsatları ve stratejileri gündeme getirmektedir. Bu görünümüyle sosyal hareketler, faydaları çerçevesinde mobilize olan hareketler olarak belirmektedir. Ancak öne sürülen bu açıklama modeli araştırmamız tarafından benimsenmemektedir. Sosyal hareketleri temelde para, 13 güç, kaynak ve fırsat ile açıklamak mümkün değildir. Elbette ki bir sosyal hareketin gerçekleşmesi için tüm bu olanaklara gereksinim duyulmaktadır. Ancak bir sosyal hareket, kaynak bulmak ve yaratmaktan öte, toplumsal çatışma ve değişme ile olan ilişkisi bağlamında ele alınmak konumundadır. Yukarıda yapılan açıklamaya benzer bir biçimde Kaynak mobilizasyonu teorisyenleri, bireylerin sosyal harekete katılma amaçlarını temelde bireysel talep ve çıkarlarla açıklamaya çalıştıkları için sosyal hareketin toplumsal ve politik temellerini göz ardı etmiş olmakla eleştirilmektedirler. Bu eleştiriyi yapanların başında ise Charles Tilly, Douglas McAdam, Sidney Tarrow gibi teorisyenler gelmektedir. Çoğu zaman Kaynak Mobilizasyonu teorisi içinde kabul edilen bu teorisyenler, kaynaklarla birlikte politik süreçlere vurgu yapmaları bakımından diğer teorisyenlerden ayrılırlar. Sosyoloji literatürü içinde “Politik Süreç Yaklaşımı”olarak da ifade edilen bu açıklama modeline göre sosyal hareketlerin meydana geliş süreçlerinde kaynaklar kadar politik süreçlerde büyük önem taşımaktadır. Politik süreç yaklaşımında sosyal ve politik kaynaklara verilen önem artmıştır. Bu anlamda sosyal hareketlerin ortaya çıkışını kolaylaştıran dinamikler; politik fırsatlar, sosyal ağ ve ideolojik çerçevelerdir (Tarrow, 1994; 23-24). Tarrow, politik süreç üzerinde özellikle vurgu yaparak, sosyal hareketlerin oluşum dinamiklerini açıklamaya çalışmaktadırlar. Tarrow’a göre “sosyal hareketlerin yarattıkları etki ve güçler ancak onların politik süreçlerden faydalanma olanaklarına bağlı olarak gerçekleşmektedir” (Tarrow, 1998; 175). Kaynak mobilizasyonu teorisi ile Politik süreç yaklaşımları çok benzer noktalardan hareket etmekle birlikte, kaynakların kurumsal ve politik vurgularının öne çıkarılması bakımından birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Kaynak mobilizasyonunda birey ya da örgütlerin elinde bulundurdukları kaynaklara gönderme yapılırken, politik süreç yaklaşımında daha çok dışsal sosyal ve politik kaynaklara önem verilmektedir. Bu nedenle de Kaynak mobilizasyonunda birey ve bireysel fayda öne çıkarken, Politik süreçte kurumsal ve politik süreçlerin hakimiyet kazandığı belirtilebilmektedir. Politik süreç yaklaşımına göre sosyal hareketler ancak politik fırsatların gerçekleşmesi ile ortaya çıkabilmektedir. Bir sosyal hareketin ne zaman ortaya çıkacağı ve ne kadar başarılı olabileceği yalnızca katılımcıların politik fırsatları ne kadar iyi değerlendirdiği ile ilgilidir (McAdam, 1996; 24). Dolayısıyla bu teori içinde yer alan teorisyenlerin sosyal hareketleri analiz ederken kurumsal politikadaki değişimlere ve güç ilişkilerinin analizine odaklanmış oldukları söylenebilmektedir. Bu teorisyenler sosyal hareketlerin gerçekleşmesi için oluşturulabilecek formel örgütlenme biçimlerinden çok, sosyal ağlar, kurumlar ve özellikle de gündelik toplumsal ilişki biçimlerine odaklanmışlardır. Özellikle Charles Tilly, sosyal hareketi kolaylaştıran ve harekete geçiren iş biçimi, komşuluk ilişkileri gibi gündelik yaşam rutinleri üzerinde araştırmalar yapmıştır (Tilly, 2005:144). Bu anlamda Tilly’nin çalışmalarının çok büyük bir repertuarının olduğu söylenebilmektedir. Tilly tüm tarihsel dönemlerdeki büyük devrimlerden, sosyal hareketleri ateşleyen gündelik ilişkilere varıncaya kadar birçok dinamik üzerinde araştırma yapmıştır. Her iki teori politik kaynakların kullanımı konusunda birbirlerinden farklılık göstermiş olsa da genel olarak sosyal hareketleri açıklama yöntemleri açısından büyük benzerlikler göstermektedir. Kolektif eylemi, stratejik etkileşim ve yarar hesapları üzerinden değerlendirmektedirler. Politik Süreç Yaklaşımında farklı olarak maddi kaynaklar yerine politik 14 fırsat ve kaynakların öne çıkması esastır. Her iki yaklaşıma göre eylemler, grupların kendi çıkar ve taleplerinin rasyonel bir biçimde peşine düşmesi ile gerçekleşir. Ancak sosyal hareketler bu denli rasyonellikle ilişkili bir fenomenler değildir. Sosyal hareketlerde yoksunluğun ve eşitsizliğin harekete geçirmiş olduğu bir tepkisellikle birlikte başkaldırı ve isyan etme duyguları ağır basmaktadır. Sonuç olarak her iki yaklaşımın da hareketin nedenlerinden çok oluşum biçimlerine odaklandıkları söylenebilmektedir. Hareketlerin nedenlerinin geri planda tutulması ise doğal olarak süreçler üzerine vurgu yapmaktadır. Ancak bir sosyal hareketin analizi için süreçler kadar nedenlerin de büyük önem taşıdıkları göz ardı edilmemek konumundadır. 1.3.2.2. Yeni Sosyal Hareketler Yaklaşımı Amerika’da genel olarak kolektif eylem teorisi ve yapısal işlevselci ekolün eleştirisi üzerinden hareket eden Kaynak mobilizasyonu teorisine karşın, Yeni toplumsal hareketler yaklaşımının da Avrupa’da Marksist teorinin eleştirisi üzerine kurulmuş olduğu söylenebilmektedir. Yeni sosyal hareketler, çevreci, kadın, siyah, öğrenci gibi odaklar tarafından yürütülmüştür. Bu nedenle de Marx’ın ortaya koymuş olduğu proleterya – burjuvazi arasındaki iki kutuplu dünya şemasından öte daha karmaşık ve parçalanmış bir gerçekliğin yaşandığı tezinden hareket edilmektedir. Yeni toplumsal hareketler paradigmasının böylesi bir eleştiri ile ortaya çıkması, bu teori içinde “kimlik” ve “kültür” boyutunu öne çıkarmıştır. Yeni sosyal hareketler, eskinin merkezi biçimde örgütlenmiş sınıf hareketlerinin tersine, kültürel bir savaş verdiği ve kimlik politikaları etrafında şekillendiği için “yeni” olarak kabul edilmektedir (Touraine, 1981; 13). Barış, kadın hakları, çevre vb. konularda örgütlenen bu hareketlerin amacı ekonomik ve ya politik bir kazanım elde etme mücadelesi değil, yeni kimlik ve yaşam biçimlerinin tanınması mücadelesidir. Klasik sosyal hareketlerin ekonomik/politik mücadele alanı, yeni sosyal hareketlerde kültür alanı olarak yeni kimliklerin tanınması mücadelesine dönüşmüştür. Bu yaklaşım içinde sınıf analizi yerine kültürel çelişkilerden söz edilmesi gerektiğini savunan kişi Touraine’dır. Touraine’na göre sosyal hareket çalışmalarında sınıf analizini bir kenara bırakıp, sınıfı kültürel çelişkiler bağlamında ele almak gerekmektedir. Yeni sosyal hareketlerin gerçekleşme biçimlerine bakıldığında ise gerçekten de bu hareketler içinde yer alan bireylerin sınıf çelişkilerinden çok kültürel çeşitlilik bağlamında farklılıkların tanınması talebinde bulundukları gözlenmektedir. Yaklaşımın temsilcileri arasında ise Touraine, Habermas, Offe, Melucci, Laclau gibi önemli teorisyenler yer almaktadır. Aralarında çeşitli farklılıklar olsa da yeni sosyal hareket teorisi savunucuları, bu yeni hareketlerin endüstri toplumundan farklı yeni bir toplumsal formasyonun açtığı alanda şekillendiğini belirtmektedirler. Bu bağlamda da Touraine “sanayi sonrası toplum” ya da “programlanmış toplum” olgusundan söz etmektedir. Touraine’ye göre sanayi toplumunda demir, çelik, tekstil ne anlam ifade etmiş ise Programlanış toplumda da bilgi, iletişim, medya gibi alanlarda bu anlama gelmektedir. Bu anlamda “sanayi toplumundan programlanmış topluma geçiş, şeylerin iradesinden insanların yönetimine geçişi ifade etmektedir”(Touraine, 2002b; 272). Touraine’nin bu yaklaşımı, Frankfurt Okulu temsilcilerinin “Kültür Endüstrisi” ile benzer özellikler göstermektedir. Kültürel alanlar yeni toplumsal gerçeklik bağlamında o kadar öne çıkmıştır ki, 15 artık üretim araçlarının elde edilmesi için çarpışmak anlamsız görünmektedir. Yeni toplumsal gerçekliği üreten alanlar olarak bilgi, eğitim, iletişim, medyanın öne çıkması söz konusu olduğuna göre çatışmanın kaynağının da bu öğelere dayanması kaçınılmazdır. Yeni sosyal hareketler ekonomik/politik alandaki devlet iktidarını ele geçirme mücadelesinden uzaklaşıp, daha çok özyönetim ve demokrasi üzerinde vurgu yapmaktadırlar. Artık bir bakıma yeni toplumsal hareketlerin geleneksel hareketlerde olduğu gibi iktidarı ele geçirme talepleri yoktur. Onlar kültürel alanda elde ettikleri faydalarla demokrasiyi gerçekleştirme amacı taşımaktadırlar. Bu anlamda Touraine’ye göre Programlanmış toplum ve Yeni sosyal hareketleri en iyi tanımlayan özellik yeni kimliklerin ortaya çıkması değil, “özne” fikrine geri dönüştür (Touraine, 2002b; 278). Touraine ve diğer tüm yeni sosyal hareketler teorisi savunucularının iddia ettiği fikir, aslında toplumsal gerçekliğin değiştiğidir. Geçmişin endüstriyel/ekonomik merkezli toplum anlayışı yerine yeni toplumsal gerçeklik olarak bilgi ve iletişim toplumu varlığını giderek güçlendirmektedir. Bu nedenle de yeni toplumsal gerçeklik içinde gerçekleştirilebilecek tüm mücadeleler bu toplumun yeni formasyonuna uygun olarak kültürel ve kimlik politikaları bağlamında gerçekleşecektir. Touraine’nin ortaya koyduğu bu yaklaşımla yapmaya çalıştığı şey, merkezine sosyal hareketlerin oturduğu yeni bir perspektif oluşturmaktır. “Hareket Sosyolojisi” olarak adlandırdığı bu yaklaşım, sosyal hareket katılımcılarını sistem fikri ile açıklayan teorilerin aksine, bütün toplumsal durumları özneler (sosyal hareket katılımcıları) arasındaki ilişkiler ile açıklamaktadır (Touraine, 1999; 45-47). Sisteme vurgu yapan görüşlerden, özneye geçişi önceleyen bu yaklaşıma göre sosyal hareketlerin gerçekleşebileceği alan demokrasi ve sivil toplumdur. Sivil toplum kurumların, normların, kimlik ve toplumsal egemenlik ilişkilerinin inşa edildiği ve mücadelenin hayat bulduğu bir alandır. Sosyal hareketler, toplumsal pratik ve normlar üzerinden çatışma üreterek, toplumsal yaşamın inşasına katkıda bulunurlar. Bu nedenle de yeni toplumsal gerçeklik içinde en temel unsurlardan bir tanesi de sosyal hareketlerdir. Sosyal hareketler, klasik görüşün aksine sosyal problem ya da sapkın davranışlar değil, bizatihi toplumun şekillenmesini sağlayan temel yapı taşlarıdır. Yeni toplumsal hareket teorisyenlerinden bir diğeri olan Alberto Melucci ise sosyal hareketler ve sistem fikri üzerinde durmaktadır. Melucci’de Touraine gibi yeni sosyal hareketlerin politik alandan kültürel alana kaymış olduğunu savunmaktadır. Melucci yeni sosyal hareket teorisi ile sosyal hareketler alanında “şüpheci bir paradigmanın” gelişmiş olduğunu belirtmektedir (Melucci, 1999; 84). Sosyal hareketler teorisi ampirik genellemelerden analitik tanımlamalara geçmiştir. Bu anlamda sosyal hareket; “bir dayanışma ve çatışmaya dayalı, yer aldığı sistemin sınırlarını zorlayan kolektif hareket” olarak tanımlanabilmektedir (Melucci, 1999; 87). Bu yönü ile 1970’lerden sonra gündeme iyice oturmaya başlayan hareketlerin yeniden tanımlanması gerekmektedir. Çünkü en başta sosyal hareketlerin amaçları ve katılımcıları büyük oranda değişmişlerdir. Yeni hareketler içindeki katılımcılar, yalnızca ekonomik ya da politik hedefler için mücadele etmezler. Sosyal hareketlerin farklı bir yönü ve anlamı için kültürel ve sembolik amaçlar uğruna da çatışmaya dahil olurlar. Katılımcılar, eski sosyal hareketlerden farklı olarak doğrudan kendi yaşamlarındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmak olan mücadele etmekten öte, insan hakları adına toplumda daha genel ve kalıcı değişmeler yaratmak için mücadele ederler. 16 Melucci, çatışmacı kültür ve kolektif bir kimliği paylaşan bireylerin ağı olarak “Hareket Ağları” kavramını kullanmaktadır (Melucci, 1999; 91). Bu kavram, sosyal hareketler içindeki resmi örgütlenmelerle birlikte gayri resmi ilişkiler ağlarını da dikkate almaktadır. Aslında Melucci, sosyal hareket kavramının farklı çağrışımları akla getirmesi dolayısıyla bu kavramı kullanmayı tercih etmektedir. Hareket ağı, tüm sosyal hareket ve programları kapsayacak biçimde genel bir açıklama getirmektedir. Melucci’nin yeni sosyal hareketleri açıklamak üzere ortaya koymuş olduğu hareket ağları kavramı bir açıklama modeli olarak pek çok açıdan oldukça çekicidir. Gerçekten de çeşitli sosyal hareketlerin birbirlerine ağlar gibi bağlanıp birlikte hareket etmeleri söz konusudur. Yeni sosyal hareket paradigması içinde öne çıkan diğer iki önemli isim Post-Marksist siyasetin öncülerinden olan Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’dur. Her iki teorisyen de toplumsal çatışmanın çağdaş biçimleri olan yeni sosyal hareketlere klasik Marksist teori tarafından geliştirilen yaklaşımlardan farklı bir alternatif açıklama getirmeye çalışmaktadırlar. Ortodoks Marksizmin ekonomik indirgemeciliğini ve totalitarizmini reddetmek suretiyle kapitalizm hakkında yeni bir görüş sunmaktadır. Buna göre çağdaş kapitalizmde iktidar, parçalanmış durumdadır. Bu anlamda meşru iktidar olarak doğrudan devlete karşı olmak, günümüz dünyasında bir anlam ifade etmemektedir. Laclau ve Mouffe’ye göre iktidar, söylemsel pratikler yoluyla – toplumsal ilişkilere temel teşkil eden ve bu ilişkileri çerçeveleyen dilsel ve dilsel olamayan pratiklerin bütünselliği ile- üretilmektedir (Gladwin, 1999; 130). Dolayısyla yeni sosyal hareketler tek bir devlet ve iktidar yapısı ile mücadele etmezler. Onlar çoğul iktidar biçimleri ile mücadele ederler. Laclau ve Mouffe’de Marksist bir bakış açısına sahip olmalarına karşın, klasik sosyal hareket yaklaşımındaki işçi-sermayedar ayrımının günümüz toplumları için geçerli olmadığını belirtmektedirler. Teorisyenlere göre çağdaş toplumsal mücadelenin çoğul ve çok çeşitli karakterleri, işçi sınıfının ontolojik merkeziliğini de ortadan kaldırmıştır (Laclau, Mouffe, 1992; 8). Bu anlamda Laclau ve Mouffe’nin klasik Marksist yaklaşımın aksine ne tek bir iktidar biçimine ne de tek bir sınıf anlayışına dayanmayan bir teori üretmiş oldukları söylenebilmektedir. Yazarların böylesi bir teori geliştirmelerinde geçmiş yıllarda işçi sınıfının devrimci politikalarda yaşamış oldukları başarısızlık ya da hayal kırıklıklarının da payı bulunmaktadır. Yukarıda çeşitli teorisyenlerin görüşleri bağlamında özetlenen yeni sosyal hareket yaklaşımının bütünlüklü bir paradigmadan çok, benzer yönelimleri olan farklı yaklaşımlardan oluştuğu söylenebilmektedir. Tüm teorisyenler, toplumsal yaşamda meydana gelen değişmelerin geçmişten kopuşu ifade ettiği fikrinde odaklanmaktadırlar. Yeni toplumsal gerçeklik içinde sınıfsal yapı eski önemini kaybetmiştir. Sosyal hareketler ise sınıfsal temele dayanmayan çoklu bir tabanda kültürel ve sivil alanda gerçekleşmektedir. Sosyal hareketler, sosyal sapkınlık ya da sorunlar değil, aksine yeni gerçekliğin oluşmasını sağlayan temel dinamikler olarak karşımıza çıkmaktadır. “Çeşitlilik”, “farklılık” ve “çoğulculuk” yeni sosyal hareketlerin temel hareket etme noktalarıdır. Bu anlamda yeni sosyal hareket teorisyenlerinin diğer yaklaşımların ihmal ettiği kültür ve kimlik sorununa vurgu yaparak, sosyal hareketlerin önemli bir yönünü açığa çıkardıkları söylenebilmektedir. Bu yaklaşım, çağdaş hareketleri anlamamıza önemli katkılar sağlamış olsa da hareketlere ilişkin sürüp giden tarihsel ve somut karmaşıklıkları anlama konusunda yetersiz kalmıştır. Yapılan tahlillerde tarihsel perspektif çoğu zaman zayıf kalmıştır. Süreçler ve oluşum dinamikleri üzerinde o denli durulmuştur ki, hareketlerin siyasal, toplumsal 17 ve kültürel koşullarla olan bağlantıları çoğu kez göz ardı edilmiştir. Yapılan çalışmalar teorisyenlerin aksini iddia etmelerine karşın daha çok mikro ölçekte ve ampirik genellemelerde takılı kalmıştır. Yapılan tüm bu açıklamalar neticesinde hem Kaynak Mobilizasyonu teorisinin hem de Yeni Sosyal Hareket yaklaşımının genellikle sosyal hareketlerin belirli bir türüne odaklanmış oldukları söylenebilmektedir. Kaynak mobilizasyonu teorisi sosyal hareketi, güç ilişkilerindeki değişme ve kaynaklar üzerindeki kontrol olarak açıklamıştır. Sosyal hareketlerin sahip olunmayan kaynakların mücadelesine indirgenmesi, bu yaklaşımı oldukça dar bir perspektife oturturken, sosyal hareket analizlerinin eksik ve kısır bir alanda yorumlanmasına yol açmaktadır. Yeni sosyal hareket yaklaşımı ise, sosyal hareketleri 20. yüzyılın sonlarında gerçekleştiğini öne sürdükleri sosyal yapıdaki daha büyük değişmeler bağlamında incelemişlerdir. Bu anlamda sosyal hareketler farklı yaşam biçimlerinin tanınması mücadelesi olarak görülmüştür. Sosyal hareketleri aynı tarihsel dönemeç içinde farklı biçimde tanımlayan her iki teorinin de epistemolojik olarak birbirlerinden oldukça farklı oldukları söylenebilmektedir. Bu teorileri genel bir çatı altında birleştiren unsur ise her iki grup yaklaşımın “eski” sosyal hareketlerle “yeni” sosyal hareketler arasında radikal bir kopuş fikrini kendinde taşımalarıdır. Sonuç olarak Kaynak Mobilizasyonu ve Yeni Sosyal Hareketler yaklaşımları arasında yeni sosyal hareketlerin açıklanması konusunda herhangi bir teorinin öncelenmesi sakıncalı görünmektedir. Çünkü her iki yaklaşımın da eksik bıraktığı yönler fazlası ile yer almaktadır. Ortaya konan her iki açıklama modelini de kuram ya da teori olarak nitelemek oldukça zor görünmektedir. Bu yaklaşımlar, bütünlüklü bir teoriden çok, benzer yönelimleri olan farklı açıklama modellerinin bir örüntüsü olarak kabul edilebilmektedir. Yeni sosyal hareketlerin açıklanması bağlamında bu çalışma açısından yaklaşımlar arasında rekabetçi bir bakış açısı ile herhangi birini öncelemek tatmin etmeyen bir seçim yapma durumunda kalmak anlamına gelmektedir. Çünkü her iki yaklaşımında birbirlerini, eksik bıraktıkları noktalarda tamamladıkları söylenebilmektedir. Herhangi bir seçim yapıldığında ya kimlik, normlar ve kültürel modelleri vurgulayarak sivil toplumu ön plana çıkarmak ya da stratejik ve faydacı örgüt mantığı ile kaynak elde edip devlet ve ekonomi gibi alanlara baskı yapma arasında bir tercih yapma durumun kalınmak zorundadır. Karşı Küreselleşme Hareketi 1968 tarihi gerçekten toplumsal hareketler tarihinde bir kırılma noktasıdır. Kendinden önceki hareketlere birçok yenilik getirirken, farklı konuları, örgütlenme anlayışlarını, ilkeleri, değerleri toplumun gündemine getirmiştir. Bunlar elbette tamamen yeni icatlar değildi. Toplumsal hareketler tarihi boyunca denenmiş, tartışılmış olguların farklı bir zamanda yeniden düşünülüş biçimleriydi. 1968 sonrasında toplumsal hareketlerde bir farklılaşma, çatallaşma yaşanırken bugün artık hareketlerin aynı nehre akmasından, hareketlerin hareketinden bahseder olduk. Özellikle Seattle sonrası çokça tartışılmaya başlanan küreselleşme karşıtı hareket her ne kadar farklı hareketlerin özgünlüğünün ve çeşitliliğinin altını çizse de ana vurgusunu hareketlerin birliğine yapmaktadır. 1968 olayları ile bu tarihten itibaren kurumsallaşmış hareketlerin ayırt edilmesi gerekmektedir. 18 Daha çok “gökkuşağı koalisyonu” (farklı görüşte olan akımların, hareketlerin koalisyonu) olarak adlandırılan farklı hareketlerin birlikteliği, 1968 sonrasında gerçekleştirilememiş, bu hareketler birçok yerde muhalif ve sistem karşıtı olma konumlarını yitirmişler ve hatta Alman Yeşiller partisi örneğinde olduğu gibi bazen sistemin devamlılığının bir teminatı olabilmişlerdir. 1968 sonrasında muhalif toplumsal hareketler sisteme entegre olurken, sistemden dışlanan kesimlerin sayısı da hızla artmaya başlamıştır. Öyle ki 1990’larla birlikte artan oranda tartışılan konular başta küreselleşme, yoksulluk ve işsizlik olmak üzere, dışlananlar, göçmenler, esnek üretim, Üçüncü Dünyada ekolojik yıkım olmuştur. Küreselleşme ve piyasa ekonomisinin mağdurları kendi farklılıklarını kaybetmeden 1999 Seattle sonrasında küresel çapta bir araya gelmeye başladılar. Hareketin gündeme getirdiği yeni zamanın sorunları genellikle özelleştirme ve metalaşma ile ilgiliydi. Hareketin temel niteliği, insanların müşterek olanı tekrar ele geçirmeye çalışmasıydı. Piyasanın tamamen metalaştırdığı, iktisadın parametrelerine endekslediği meydanla, okullar, eğitim sistemi, tarım küreselleşme karşıtlarının üzerinde savaş verdikleri yerler. Küreselleşme karşıtı hareketin Seattle sonrası daha belirgin hale gelmeye başlayan özelliği hiç kuşkusuz, sadece hareketlerin bir araya geliyor olması değildi. Neoliberal ideolojinin hegemonyasını tesis etmesi ve ciddi bir şekilde sorgulanması, çevre mücadelesiyle sosyal adalet mücadelesi arasında varolan geleneksel çelişkilerin aşılmaya başlanması, demokrasi talebinin iktisadı da kapsayacak şekilde genişletilmesi, farklı kimliklerin kendisini hareket içinde ifade etmesine azami hassasiyet gösterilmesi, küreselleşme karşıtı hareketin önemli nitelikleri olarak belirdiler. Bilindiği üzere küreselleşme karşıtı eylemlerin protesto ettiği DTÖ, G8 toplantılarına alternatif olarak örgütlenen, katılımcıların “Başka Bir Dünya”nın imkanlarını tartıştıkları Dünya Sosyal Forumu, dünyanın dört bir yanında onbinlerce insanı aynı mekanda, Brezilya İşçi Partisi’nin iktidarda olduğu Porto Allegre kentinde bir araya getirdi. 21. Yüzyılın ilk yıllarında ortaya çıkan ve küre üzerindeki tüm toplumsal hareketleri bir araya getirmeyi hedefleyen bu buluşma, aynı zamanda egemenlerin dünya politikalarını yönlendirdikleri toplantılara karşı bir meydan okumaydı. Bu bir araya geliş sadece var olan sisteme karşı tepkilerin ifade edildiği bir ortam yaratmıyor, dahası katılan binlerce kişi ortak mücadele, somut çözüm arayışları, alternatif stratejiler ve yeni örgütlenme modelleri üzerine kafa yoruyorlardı. Bu bir araya geliş, sadece küresel merkezi eylemler demek değildi. Bu açıkçası sistem karşısında kolektif eylemi kullanan ve sembolik anlamda çok büyük önemi haiz karşı koyuşlardı. Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki ulusal devletler yok olmuyor tam tersine neoliberal yeniden yapılanma içinde daha etkin hale gelerek güçleniyordu. Toplumsal hareketler her ne kadar hala kendi ulusal sınırlarında örgütlenseler, kendi ulusal devletlerinden taleplerde bulunsalar da birçok kuramcının gözlemlediği gibi küresel bir kamusal alan oluşuyordu. Karşı küreselleşme hareketlerine dair önemli bir tartışma da ulusal devletler ile bu hareketler arası ilişki üzerinedir. Birçok aktivist küreselleşme karşıtlığının hiçbir şekilde ulus devletin desteği ile gerçekleşmeyeceğine inanıyor. Bugün birçok hareket küreselleşme karşıtlığından çok kapitalist bir küreselleşmeye karşı olduklarını tekrar ediyorlar. Ancak elbette ulus devletin güçlenmesinden yana olan küreselleşme karşıtları da bu hareketler içinde mevcut. 19 Toplumsal hareketler Demokratikleşmeyle Bir Midir? Tüm bu söylediklerimiz şu dev totolojiye denk mi düşüyor: toplumsal hareket=demokratikleşme. Kuşkusuz tarihsel örneklerimiz toplumsal hareketlerle demokratikleşme arasında mantıksal, ampirik ve nedensen açılardan farklı olgulardır. Öte yandan gerçekte toplumsal hareketler ve demokratikleşme mantıksal açıdan, ampirik ve nedensel açılardan farklı olgulardır. Mantıksal açıdan, toplumsal hareketlerin yaygınlaşması demokratikleşmeyi icap ettirmez; çünkü toplumsal hareketlerin kampanyaları, etkinlikleri ve MBSB gösterileri prensipte eşitlik ve katılımcılıktan ziyade, eşitsizlik ve dışlama zararına işler; örneğin, yakın zamanda göç etmiş göçmenlerin ülkeden kovulması için yapılacak hareketler ihtimalini düşünelim. Nedensel olarak bakıldığında, toplumsal hareketler ve demokratikleşme birbirinden bağımsız bir şekilde gerçekleşir; sözgelimi, işgal ve devrim durumlarında, yeni idareciler bazen demokrasi yanlısı herhangi bir ön hareket ortada yokken birden demokratik kurumları dayatırlar, örneğin 2. Dünya savaşından sonra işgal edilen Japonya ve Almanya örneklerini düşünün. Toplumsal hareketlerle demokrasi arasında zorunlu bağlantılar yoktur. Bu bilgilerden çıkarılabilecek genelleme şudur: bir kez demokratikleşme gerçekleşti mi, ister demokratik olsun isterse de olmasın, toplumsal hareketlerin onun peşinden geldiğidir (s.95). Toplumsal hareketler, 18. Yüzyılda İngiliz uyruklu halkları, Kuzey Amerikalı sömürgeleri yöneticileriyle karşı karşıya getirmiş kısmi demokratikleşme ortamında yeşerdi. 19. Yüzyılda toplumsal hareketler genelde filizlendi, ileri demokrasinin olduğu yerlerde yayıldı ve otoriter rejimlerin demokratik hakları perdelediği yerlerde ise geriledi. 20. ve 21. Yüzyıllarda da aynı eğilim devam etti: olgun toplumsal hareketlerin haritasıyla demokratik kurumların haritası büyük ölçüde örtüştü. Ne var ki daha önce de belirttiğimiz gibi, toplumsal hareketler her zaman demokrasiden yana olmazlar ya da demokratikleşmeyi teşvik etmezler. Toplumsal hareketler demokratikleşme taleplerinden daha çok, kimi çıkarlar ve şikayetler etrafında oluşur. Ta başından beri nispeten demokratik olan hareketler demokratik olmayan karşıt hareketleri sık sık doğurmuşlardır, 19. Yüzyılın başında Birleşik Krallık’taki Katolik hakları karşıtları örneğinde olduğu gibi. Dahası, az ya da çok işleyen demokrasilerde toplumsal hareketler ırksal, etnik ve dinsel azınlıkların dışlanması gibi antidemokratik programları defalarca yürütmüşlerdir. Tarihsel örneklerde demokratikleşme ve toplumsal hareketler bazen eşzamanlı gelişmiş, bazen de birbirini izlemişti; hiçbiri büsbütün diğerinin varlığına bağlı değildi. Toplumsal hareketler zaman zaman parçalanmış ya da otoriter rejimlerin çatlaklarında oluşur, Endonezya ve Filipinler’de olduğu gibi (s.197). Açıkçası demokrasi ile toplumsal hareketlerde mekanik bir ilişkiden daha fazlası işlemektedir. Toplumsal hareketler ile demokratikleşmenin eksik örtüşmesi gerek toplumsal hareketleri açıklamak, gerekse onların geleceklerini kestirmek açısından çok önemli olan üç soruyu önümüze getiriyor. 1. Toplumsal hareketler ile demokratik kurumlar arasındaki kapsamlı ama eksik ilişkinin nedenleri nelerdir? 2. Ne ölçüde ve nasıl demokratikleşme toplumsal hareketlerin oluşmasına ve serpilmesine yol açar? 3. Hangi koşullar altında ve nasıl toplumsal hareketler demokrasiyi geliştirir? 20 Demokrasiyi ve Demokratikleşmeyi Nasıl Tanıyacağız? Dünyanın başka yerlerinde tüm diğer rejimler gibi Sovyetler Birliği’nin eski üyeleri de genelde demokrasi olduklarını savunuyorlar. Sözgelimi, Kazak anayasasının 1. Maddesi şöyle: “Kazakistan Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir ve en yüce değerleri birey, onun yaşamı, hakları ve özgürlükleridir…” Açıkçası anayasalar tek başlarına rejimlerin işleyen demokrasiler olup olmadıklarını bizlere söyleyemezler. Onları gördüğümüzde demokrasi ve demokratikleşmeyi nasıl tanıyacağız? Demokrasiler, asırlar boyu çoğu siyasi rejimi nitelendirmiş kitlesel asimetri, baskı, sömürü, himaye ve toplumsal tabakalaşmadan farklı olarak nispeten genel ve güvenilir hukuk ilkelerini tesis etmesi bakımından diğer rejimlerden ayrılır. Bir rejim aşağıdaki ölçütler nispetinde demokratiktir: 1. Devletle vatandaşlar arasında kesintili ve münferit değil de düzenli ve kesin ilişkilerin var olması (örneğin, devletin sınırları içinde yasal ikamet tek başına devlet kurumlarıyla rutin ilişkileri tesis eder) 2. Bu ilişkiler vatandaşların hepsini ya da çoğunu kapsar (örneğin, devletin sınırları içinde kayda değer bağımsız kuşatılmış bölgeler olamaz) 3. Bu ilişkiler vatandaşlar ve vatandaş kategorileri genelinde eşittir (örneğin, cinsiyet, din ve zenginliğe dayanılarak hiç kimsenin oy hakkı ya da görevi elinden yasal yolla alınamaz) 4. Devlet personeli, kaynakları ve faaliyetleri vatandaşların bağlayıcı ortak dayanışmasına göre değişir (örneğin, halk referandumu yoluyla yasa yapılır) 5. Vatandaşlar, özellikle azınlık üyeleri devlet yetkililerinin keyfi uygulamalarından korunurlar (örneğin, sosyal kategorisi ne olursa olsun her birey hapsedilmeden önce hakkını arayabilir). Demokratikleşme bir rejimin daha çok kesin düzenlilik, kapsamlılık, bağlayıcı danışma ve korunmaya yönelik atılımı içerir ve demokratikleşmeden uzaklaşma bu ölçütlerden uzaklaşmayı öngörür (s.198-200). Demokratikleşme toplumsal hareketleri nasıl destekler? Birlikler, halk mitingleri ve gösterilerin belli formlarıyla toplumsal hareketler, zamanlarının ve mekanlarının tarihsel ürünleri olarak ortaya çıktılar. Toplumsal hareketlerin bazı özellikleri onları genel anlamda demokrasiye yaklaştırdı. Bu özellikleri tek tek ele alalım; Devlet ile vatandaşlar arasında daha düzenli ve kategorik ilişkilerin oluşması. Devlet ile vatandaşlar arasındaki ilişkilerin kesintili, aracılı, baskıcı ve tekil olması ölçüsünde, toplumsal hareket etkinlikleri ve MBSB gösterileriyle ortak toplu talepte bulunma isteği en aza iner; aslında çoğu zaman gerçekleşmez. Buna karşılık, devlet ile vatandaşlar arasında düzenli ve kategorik ilişkilerin –genel anlamda vatandaşlık- kurulması hak talebini makul, göze çarpar ve çekici kılar (s.214). Kamu politikası içinde hakların ve yükümlülüklerin genişletilmesi. Daha önce de belirttiğimiz gibi toplanma, birlik kurma ve ortak konuşma hakları nasıl elde edilirse edilsin, toplumsal hareket etkinliğini güçlendirir. Aynı şekilde oy kullanma, jürilerde görev alma, askerlik yapma, vergi ödeme, kamu hizmetlerinden yararlanma ve çocukları okula gönderme gibi haklar ve yükümlülükler, toplumsal açıdan birbirlerinden ayrı katılımcıları bir araya getiren kampanyalara, toplumsal hareket etkinliklerine ve MBSB gösterilerine katılımı körükler. Kamu politikası içinde hakların ve yükümlülüklerin eşitlenmesi. 21 Devlet politikası, kaynakları ve personelindeki değişimlerde vatandaşların bağlayıcı danışmanlığının artması. Toplumsal hareketler danışmadan yararlanır, çünkü toplumsal hareketlerin MBSB gösterileri hareket eylemcilerinin ya da onların seçmenlerinin devletin karar almasında fiilen söz sahibi olması imkanında güç alır. Apaçık görüldüğü üzere, çok adaylı seçimlerin fark yarattığı bir sistemde yeni bir toplumsal hareketin destekçilerinin etkinliği ve kimliği, yerleşik bir siyasi partinin seçmen listesine katabileceği bir seçmenler grubunun varlığını işaret eder. Vatandaşların, özellikle hassas azınlıkların devlet kurumlarının keyfi uygulamalarından korunması. Korunma ve danışma geliştikçe, bunların birleşmesi toplumsal hareketlerin hak talebinde bulunmaları için yeni fırsatlar yaratır…Birlik kurma, toplanma ve ortak söz söyleme haklarının güvenceye alınması toplumsal hareketleri desteklerken onların yokluğu söz konusu hareketleri tehlikeye sokar. Tamamlayıcı kurumların tesis edilmesi. Demokratikleşme sonuçta toplumsal hareket etkinliklerini bağımsız şekilde teşvik eden önemli kurumların tesis edilmesini genelde besler. Bu kurumların en bariz olanları seçim kampanyaları, siyasi partiler, işçi sendikaları, diğer ticari birlikler, sivil toplum kuruluşları, lobiler ve genel halkı değil de belli seçmenleri destekleyen devlet kurumlarıdır. Ortaya çıkan sonuç şudur: rejimler demokrasiden uzaklaşınca, toplumsal hareket tarzında hak talebinde bulunma imkanlarını daraltırlar. Mussolini idaresi altındaki İtalya, Hitler idaresi altındaki Almanya ve Franco idaresi altındaki İspanya önceki rejimlerde serpilip gelişen toplumsal hareket etkinliğinin keskin bir şekilde kesintiye uğradığına tanık olmuştur. Kısacası toplumsal hareketler, kamu politikasına katılanları arttırarak, kamu politikasına katılanların ağırlığını arttırarak, kategorik eşitsizliklerin kamu politikasına doğrudan sızmasını engelleyerek veya önceden parçalanmış güven ağlarını kamu politikasına sokarak demokrasiyi destekler. 1820’lerin sonlarında ve 1830’ların başlarında İngiltere, toplumsal hareketlerin bu yolla demokrasiyi desteklediği bir yerdi. Buna karşın, toplumsal hareketler, kamu politikasına katılan bireylerin sayısını azalttığında, kamu politikasına katılanlar arasında eşitsizliği arttırdığında, mevcut eşitsizlikleri kamu politikasına taşıdığında demokrasiden uzaklaşmaya yol açar. TOPLUMSAL HAREKETLERİN GELECEĞİ Kuşkusuz 21. Yüzyıl yeni program, kimlik ve duruş savlarını beraberinde getirecektir. Öyle ki bu yüzyılın ilk birkaç yılında kaydedilen gelişme akla hayale gelmeyecek türdendir. Sözgelimi hayvan hakları savunucuları büyük maymunlara vatandaşlık hakları verilmesi için kampanyalar düzenlediler…gelecekte toplumsal hareketlerin yerel ölçekte yok oluşuna, ulusal ölçekte kurumsallaşmasına ve küresel ölçekte genişleyerek çarpıcı bir dönüşüm geçirmesine şahit olabiliriz; bu toplumsal hareketlerdeki elektronik bağlantı hakkında coşkulu analizler yapanların öngörülerine uyuyor. Yahut devlet gücünün yoğun ölçüde zayıflamasının birbiriyle bağlantılı bölgesel ve uluslararası hareketleri etkin kılarak, onların yerli haklar ye da bölgesel özerklik için taleplerde bulunarak devletten güç koparmalarını ama aynı zamanda uluslararası kurumlardan destek ve garanti almalarını sağlamasına şahit olabiliriz (s.231-32). 18. yüzyılda doğuşundan itibaren toplumsal hareketler tekil girişimler olarak değil, etkileşimli kampanyalar olarak yürütülür. 22 Toplumsal hareketler üç çeşit iddiayı birleştirir: program, kimlik ve duruş. Program savları hareketin taleplerinin yöneldiği nesnelerin fiili ya da öngörülen eylemlerine desteği ya da muhalafeti içerir. Kimlik savları birleşik bir güç olarak hesaba katılması gereken “biz” –talep sahipleri- ile ilgili yargıları içerir. Duruş savları dışlanmış azınlıklar, vatandaş grupları ya da rejimin resmi destekçileri gibi diğer politik aktörlerle bağları veya yakınlıkları vurgular. Demokratikleşme toplumsal hareketlerin oluşumunu destekler. Toplumsal hareketler halkın egemenliğini kabul eder. İki yüzyıl boyunca bu sav geçerliliğini korudu. Toplumsal hareketler bir politik ortamda kendilerini tesis ettikten sonra, model alma, iletişim ve işbirliği onların diğer ilgili ortamlarda da benimsenmesini kolaylaştırır. Toplumsal hareketlerin yapıları, personeli ve iddiaları tarihsel olarak değişir ve evrilir. Toplumsal hareketlerdeki değişimin ve gelişimin birbiriyle ilişkili üç tane ayırt edilebilir kaynağını saptadık: genel politik ortamlar, kampanyalar, repertuvarlar, MBSB gösterilerindeki artan değişim ve toplumsal hareket modellerinin eylem yerlerine yayılması (s. 233-35). İcat edilmiş bir kurum olarak toplumsal hareket ortadan kalkabilir ya da oldukça farklı bir politika biçimine dönüşebilir. Geçen iki yüzyıl boyunca başat olmuş toplumsal hareketlerin varlığının süreceği garanti değildir. 21. Yüzyılın popüler talepte bulunmanın araçları olarak toplumsal hareketleri ortadan kaldırabileceği ihtimalini göz önüne almalıyız; çünkü toplumsal hareketleri yaşatan koşullar çözüldü ve yeni tarzlarda talepte bulunma toplumsal hareketlere hakim oldu. Her şeyden önce dijital demokrasi düşü, birlik kurma, miting düzenleme, yürüyüş yapma, dilekçe imzalama, medyaya seslenme ve toplumsal hareket repertuvarındaki diğer etkinliklerin yerine geçecek ucuz ve etkin bir araç olarak elektronik ortamda sürekli yapılan düşünce anketlerini gündemimize sokmaktadır (s.236). 21. yüzyılın geri kalanında toplumsal hareketlere neler olabileceğine dair görüşleri ele aldığımızda şu dört senaryo karşımıza çıkıyor: uluslararası nitelik kazanma, demokrasinin düşüşü, uzmanlaşma ve zafer. Uluslararası nitelik kazanma yerel, bölgesel ve uluslararası toplumsal hareketlerden uluslararası ve küresel toplumsal hareket etkinliğine doğru tek bir kayışı gösteriyor. Demokrasinin düşüşü her türden toplumsal hareketi, özellikle de büyük ölçekli olanları zora sokacak; ama bazı demokratik kurumların hala yaşadığı yerel ya da bölgesel toplumsal hareketlerin görece önemini büyük ölçüde azaltırken, eylemcilerin ve örgütlerin enerjisini ulusal ve özellikle de uluslararası ve küresel ölçeğe yönlendirecektir. Zafer, sonuçta her yerdeki toplumsal hareketlerin görkemli rüyasını temsil etmekte, yerelden küresele kadar her ölçekte popüler talepte bulunmanın bir yolu olarak toplumsal hareketlere hizmet etmektedir. Uluslararası nitelik kazanma; 21. Yüzyıl toplumsal hareketlerin eylemcilerinin ve gözlemcilerinin çoğu, uluslararası nitelik kazanmanın halihazırda ortalığı kasıp kavurduğu ve çoğu toplumsal hareketin uluslararası ya da küresel ölçekte işleyene değin de süreceği noktasında hemfikir; bu kişilere göre çevreciler, feministler, insan hakları savunucuları ve küresel sermaye karşıtları ülkeler ve kıtalar arasında giderek güçlerini birleştireceklerdir. Eğer uluslararası nitelik kazanma senaryosu gerçekleşirse, bunun kamu politikası açısından kısa ve uzun vadeli bazı sonuçlarını bekleyebiliriz. Birincisi, büyük ölçekli toplumsal hareketlerin bilgi, zaman, bağlantı ve kaynaklara yönelik asgari ihtiyaçları göz önüne alındığında toplumsal harekete katılımın mevcut elit tabanı sürecektir. İkincisi, iletişim kanallarına sürgit erişimden dolayı toplumsal harekete aktif katılım yerleri ile diğer yerler 23 arasındaki eşitsizlik keskinleşecek. Bu nedenle dışlanmış insanlar, etkin kampanyalar etkinliklere katılmakta yoksunluğa bugünden fazla maruz kalacaklardır. Üçüncüsü, aracılar, girişimler ve uluslararası organizasyonlar toplumsal hareketler aracılığıyla talepleri etkin biçimde seslendirmekte giderek daha fazla önem kazanacaklar. Tüm bu değişimler demokratik katılımda düşüşe işaret etmekte; bu değişimler toplumsal hareketlere katılım yelpazesini daraltacak ve daha eşitsiz hale getirecek. Demokrasinin Düşüşü; demokrasi her zaman belli güç odaklarıyla temas halinde işlediğinden, gidişat büyük ölçüde düşüşün tüm ölçeklerde mi yoksa sadece, örneğin ulusal ölçekte olduğuna bağlı kalacaktır. Bu senaryonun makul bir versiyonu, büyük ölçekli demokrasinin –ulusal, uluslararası ve küresel demokrasi- dünyanın binlerce yerel, bölgesel ve ulusal rejiminde eş zamanlı olarak demokrasiden uzaklaşma felaketine yol açacağından, küçük ölçekli demokrasiye oranla daha fazla sıkıntı çekeceğini öngörür. Buna karşın, az sayıda kapitalistin, askeri organizasyonun, teknolojinin ve bilimsel disiplinin genel sınırlamadan kurtulması, bu uluslararası demokratik kurumları hemen tehlikeye sokacaktır, şimdi olduğu gibi. Uzmanlaşma, uzmanlaşma, kurumsallaşmaya, dolayısıyla da toplumsal hareketlerde yeniliğin azalmasına yol açıyor…19. Yüzyılın başıyla karşılaştırıldığında, toplumsal hareketlerin görece demokratik rejimlerde bir parça kurumsallaşma ve uzmanlaşma kaydettiğinden şüphe edilemez: koruyucu meşru yasaların yerleşmesi, toplumsal hareket etkinliğinin korunmasında uzmanlaşmış polis güçlerinin oluşturulması, polis-gösterici etkileşiminde daha barışçıl yöntemlerin kullanılması, toplumsal hareket faaliyetlerine medyada yer verilmesi, toplumsal hareket kampanyalarında, etkinliklerinde ve MBSB gösterilerinde uzmanlaşmış organizasyonların sayısının artması. Toplumsal hareketlerin uzmanlaşmasını ve kurumsallaşmasını göz önüne alırsak, gerçekten yeni meselelerin, grupların, taktiklerin ve hedeflerin önündeki imkanların büyük ölçüde kaybolacağını öngörebiliriz. Zafer. Peki, ya yerelden küresele kadar her ölçekte toplumsal hareketler müthiş bir yaygınlık kazanırsa? Böyle bir sürpriz bir gelecek halihazırda otoriter rejimler, diktatörler ve küçük tiranlar altında yaşayan pek çok bölgenin demokratikleşmesini gerekli kılıyor. Bununla birlikte, uluslararası otoriteler kendi alanlarında iktidara sahip olsalar da, yerel otoritelerin yerel yaşamları etkileme ve yerel taleplere karşılık verme gücüne hala sahip olduklarından devlet ve iktidarın daha genel bir paylaşımı da gereklidir. Zafer son olarak yerel, bölgesel ve ulusal eylemci ağlarının, organizasyonların ve girişimcilerin kendi programlarını uluslararası veya küresel alanlardaki programlara bağlı kılmak yerine kendi ölçeklerinde kısmi bağımsızlık içinde hareket etmeyi sürdürmeleri anlamına geliyor. Buna karşın, eğer dünya genelinde tüm ölçeklerde demokratikleşmeden uzaklaşma yaygın şekilde yaşanır, eğer güç odakları halk baskısına karşı dokunulmazlıklarını kaldırır ve bağlayıcı ağlar, organizasyonlar ve aracılar otoritelerin kontrolü altında dağılır ya da çökerse, toplumsal hareketler genelde düşüşe geçer. Her ölçekteki toplumsal hareketlerin zaferi, hareketin taşıdığı tüm tehlikelere rağmen insanlığın zararınadır. Toplumsal hareketlerin yaygın şekilde mevcut olması demokratik kurumların varlığını işaret eder ve genelde onların işleyişini pekiştirir. HAZIRLAYANLAR Dr.Füsun KÖKALAN ÇIMRIN Yrd.Doç.Dr. Zafer DURDU