DAVRANIŞCI KURAM DAVRANIŞÇILIK Sözlük Anlamı: Davranışçılık, ruhbiliminin inceleme konusunun davranış olduğuna inanan, bilincin ruhbiliminin araştırma alanına girdiğini yadsıyan görüştür. Psikolojide: Davranışçılık Birleşik DevIetler'deki psikoloji disiplini içerisinde XX. yüzyılda ortaya çıkan bir yönelimi ifade eder. Davranışsal yaklaşım çevrenin insan üzerindeki etkileriyle insan ve hayvan davranışlarında ki değişimler arasındaki ilişkilerin nesnel yoldan incelenmesi üzerinde durur. Bu ya laboratuarda ya da nispeten kontrol altındaki kurumsal ortamlarda gerçekleştirilir. 1. Dünya Savaşı'nın hemen arifesinde farklı bir akım olarak göze batan davranışçılık, insan zihninin ve bilincinin içebakışının incelenmesi olarak tanımlanan psikolojinin kökten reddini ifade eder. İlk davranışçılar Wondt ve Titchcner'in yapısalcılığından, James, Dcwey, Angell ve Carr'ın işlevsel zihinciliğinden (mentalism) ve Geştalt psikolojisinin izafiyetçilik ve fenomonolojisinden uzak durdular. John B. Watson 1913'te davranışçılığı yeni bir akım olarak ilan etti; fakat akımın tarihsel gelişmesinin temelleri antik Yunanlılara kadar geri gider ve deneycilik elementini, çağrışımcılık, objektivizm ve natüralizmi kapsamına alır. Davranışçılığın genellikle belirgin bir okul olarak 1950'Ii yıllarda gücünün zayıfladığı iddia edilirken, genel bir yönelim olarak davranışçılık aşağıda birbiriyle çakışan dönemler boyunca sürmüştür: Thorndike ve Watson'un çalışmalarının temsil ettiği klasik davranışçılık (1900-1925); Clark Hull, Edward Tolman, Edwin Guthrie ve Burhus F. Skinner'in teorilerinin üstün gelmek için birbiriyle kıyasıya yarıştığı heyecan verici bir dönem olan yeni davranışçılık dönemi (1920'ler ile 1940'lar); Hull'un karmaşık hipotetik-dedüktif davranış teorisinin heyecanlı bir çıkış yaptığı Hullev Davranışçılık dönemi (1940'lar-1950'ler) davranışın sonuçlarıyla kontrol edilmesini vurgulayan uyarımsız şartlandırma tekniklerinin en güçlü davranışçı metodolojilerini ürettikleri dönem olan Skinnerci davranışçılık dönemi (1960'Iar-1970'lerin ortaları); ve nihayet, davranış değişmesine saf bir Skinnerci yaklaşımın sınırlarının giderek görünür hale geldiği ve biliş (cognitive) perspektiflerinin -örneğin sosyal öğrenme teorileridavranıştaki değişmeyi açıklamak için gerekli kabul edildiği bilişsel davranışçılık dönemi (1975'ten günümüze kadarki dönem). Davranışçı bir yönelim Birleşik Devletler'de 20. yüzyıl psikolojisi için temel teşkil etmiştir; bunun başlıca nedeni de laboratuar araştırmalarına ve deneysel metodojilere duyulan güçlü bîr İnanç; öğrenme sürecini incelemeye duyulan bir ilgi; niceliksel bilgilerin tercih edilmesi; muğlak kavramların ve karmaşık olması nedeniyle de özel (öznel) deneyimleri tanımlamakta güçlüklerle karşılaşan araştırmaların disiplinden elenmesi ve 1950'lerin sonlarından itibaren, teori kurma yönünde oldukça muhafazakar bir yaklaşım. Thorndike ninkinden Skinner'inkine kadar büyük davranışsal programlardan her biri kapsamlı bir davranış değişimi açıklaması sunmayı başaramazken, davranışçı yönelim psikolojinin birçok alanında yararlanılan davranış kontrolü metodolojilerinin geliştirilmesine yol açmıştır. Bundan başka, bu akım psikolojik araştırmalarda hassaslık ve sorumluluk fikirlerini kabul ettirmiştir. Tabi ki Birleşik Devletler dışındaki ülkelerin psikologları tarafından da davranışçı metodolojiler geliştirilmiştir, özellikle de güçlü bilimsel geleneklere sahip İngiltere ve Japonya gibi ülkelerde. Davranışçı varsayımlar diğer sosyal bilim dallarında, özellikle sosyoloji ve siyaset bilimini de etkilemiştir. Fakat davranışçı yönelime laboratuarda hayvan üzerinde yapılan araştırmalar hakim olduğu için büyük bir akım halinde davranışçılık sadece psikolojide geliştirilmiştir. Felsefede: İlk olarak J. B. Watson tarafından psikolojik faaliyetin gözlemlenen davranışsal verilere dayanılarak tanımlanabileceği şeklinde ortaya atılan davranışçılık başlangıçta psikolojiye güçlü bir bilimsel temel kazandırmış ve üç bağımsız öğretiyi doğurmuştur. Metafizik davranışçılık bilinç diye bir şeyin mevcut olmadığını iddia eder; sadece hareket eden organizmalar vardır. Metodolojik davranışçılık, bu metafizik sorun hakkındaki hakikat ne olursa olsun, hakiki bir bilimsel psikolojinin ancak sosyal olarak gözlemlenebilir davranışı inceleyebileceğini ve içebakışa prim verilmeyeceğini söyler. Analitik davranışçılık ise psikolojik kavramların salt davranışsal terimlerle analiz edilebileceğini ve bunun, bir tür sözcüklerin kastettiği şey olduğunu ileri sürer. Analitik davranışçılık bîr çok filozof tarafından kabul görmüştür. Artık klasikleşmiş bir metin olan Zihin Kavramı (The Conccpt of Mimi (1949) adlı eserinde Gilbert Ryle, Kar-lezyan makinedeki hayalet mitinin zihinsel (ruhsal) ve fiziksel olayların birbirini dışlamasıyla ilgili bir kategori yanlışından kaynaklandığını ve gerçekte zihinsel kavramların zahiri eylemler ve sözlere dayanarak analiz edilebileceğini öne sürer. Bu tezin daha değişik bir epistemolojik versiyonunda Witigenstein, zihinsel süreçlerin meydana gelmesi için getirilecek ölçütün özel, içebakışçı eylemler olamayacağını, daha çok kamusal olarak kabul edilebilir davranış biçimlerinin ölçü olarak alınması gerektiğini ileri sürerek sürüp giden tartışmaya bir hareket noktası (odak) kazandırmıştır. Davranışçılığın felsefi versiyonunda açıklanması müşkül gözüken iki felsefi güçlük vardır. Birincisi, davranış kavramının kesin biçimde (örneğin fizyolojik hareketleri mi, yoksa istemsel amaçlı eylemleri mi) neyi kastettiği o kadar açık değildir; ikinci olarak da ikinci Wittgenstein'in İç duyumlarını (örneğin acı) ifade eden birinci şahıs ölçütünün davranışsal olup olamayacağı konusu belirsizdir. DAVRANIŞÇI KURAMDA TEMEL KAVRAMLAR Uyarıcı: Organizmayı harekete geçiren iç ve dış olaylardır.(erden sayfa132). Duyduğumuz bir ses, gördüğümüz bir ışık, resim, ağaç, aldığımız bir tada bizim için birer uyarıcıdır (Erden, Akman, 2001). Tepki(Davranım): Bir uyarıcı karşısında organizmada meydana gelen fizyolojik ya da psikolojik değişmelerdir. Davranış: Davranımların bir araya gelmesiyle oluşan eylem davranış olarak nitelendirilir. DAVRANIŞÇI KURAM İnsan zihninin işleyiş biçimini incelemek ilk başlarda psikolojinin temel konusu olarak kabul edilmiştir. Başlangıçta felsefenin yoğun etkisi altında olan psikoloji bireyin düşünme ve anlama yetenekleri üzerinde çalışmayı ön plana almıştır. İçebakış yöntemini kullanan o devrin psikologları düşüncenin yapısını anlamaya çalışıyordu. Psikologların çoğunun felsefe eğitimi almış olması ve psikolojik araştırma becerilerinin olması içe bakış yönteminin düzensiz bir şekilde kullanılmasına yol açtı. Temelleri 1913 yılında Amerikalı ruhbilimci Watson (1878–1958) tarafından “içe bakış psikolojisi” ne bir tepki olarak atılan Davranışçı kuram, Aristo tarafından temsil edilmiş olan çağrışım kuramını temele alıyor; algılama ve bilinci tümden reddederek ruhbilimsel nesneyi, hareket, söz ve salgı gibi gözlemlenebilir davranışlarla sınırlandırıyordu. Böylece organizma ve içinde bulunduğu dış çevreden kaynaklanan uyarıcılar arasında doğrudan gözlemlenebilen ve ölçülebilen bir bağdır. Deneysel psikolojinin kurucusu; olan Alman psikologlarından Wilhelm Wundt (1832 - 920) tarafından 1879 da kurulan ilk psikoloji lâboratuarı ile psikolojiden ruh tetkikleri atılmış, onun yerine psikolojinin konusu olarak sadece ruh olayları alınmıştır. Böylece psikolojide bilimsel çalışmalar yapılabilmiştir. Fakat sonraları Watson, ruh yerine psikolojiye giren “şuur”u da açık ve seçik bulmamış, ne olduğu nerede olduğu bilinmeyen bu şeyin psikolojinin konusu olamayacağını iddia etmiştir. Watson’a göre psikoloji bir bilimse, sadece elle tutulan, gözle görülen insan davranışlarını incelemelidir. Ruhsal hayatımızı şartlı reflekslerle açıklamağa çalışan, psikolojiden şuuru atıp bütün psikolojik olayları (hayvanlardaki gibi) birer alışkanlığa bağlayan Davranışçı Kuram, psikolojiye birçok yeni açıklamalar getirmekle beraber, koyu maddeci ve amprist bir görüş olarak da tenkide uğramıştır. Davranışçılara göre objektif tekniklerle gözlenebilen sadece çevresel uyarıcılara, insanların bu uyaranlara karşılık gösterdikleri tepkilerdir. Davranışçılar, gözlem ve deney yöntemini kullanırlar. Davranışçılar, organizma ve çevre ilişkilerinin insan ve hayvanlarda birbirinin aynı olduğu kanısındadırlar. Bu nedenle hayvanlar üzerinde psikolojik araştırmalar yapmışlardır. Örneğin; Pavlov koşullu öğrenme deneylerini köpekler üzerinde yapmıştır. “Bu gruba giren kuramcılara göre, hayat varlık sürdürme savaşından başka bir şey değildir. İnsanda, yaşamına yönelmiş tehditlere karşı tepkide bulunmaya yönelik içgüdüler vardır. Bu tehditler belli bazı ihtiyaçlar biçiminde ortaya çıkar. Bu ihtiyaçlar, tatmine kadar organizmayı hareketli tutar. Bu nedenle motifler biyolojik ihtiyaçların yaratılmasıyla uyarılır” Bu yaklaşıma göre öğrenmede koşullanma süreçleri önemli bir yere sahiptir. Sonrasında ise öğrenilen davranışlar güdeleyici özellik kazanır. Davranışçılara göre güdüler, şartlanma ve modelden öğrenme ile öğrenilir. Bu yaklaşıma göre güdülenmede esas olan dışsal güdülenmedir. Davranışçı öğrenme kuramları; aç bırakılmış yada bir labirente kapatılmış güvercin, rat, kedi vb. hayvanlar üzerinde yapılan deneylere dayanmaktaydı. Bu deneylerin çoğunda ilgili uyarana doğru tepkiyi gösteren hayvanlar içinde bulundukları zor durumdan kurtulmakta ve gösterdikleri tepki pekiştirilmekteydi. Bir başka deyişle bir dahaki sefere o uyaran karşısında o tepkiyi gösterme olasılığı artmaktaydı. Uzun yıllar insan öğrenmesi de bu yaklaşıma göre açıklanmıştır. Davranışçı yaklaşımda öğrencilerin öğrenme sürecinde kendilerine aktarılan bilgileri pasif olarak alan öğeler olduğuna inanılmaktaydı. Buna göre, öğreticiler öğrencinin neyi, ne zaman ve nasıl öğreneceğine karar verir ve genellikle onların sessiz, pasif durdukları bir süreçte onlara bildiklerini aktarırlardı. Daha sonra yapılan sınavlarda öğrenciden kendisine aktarılanları tekrarlaması istenirdi. Bunun altında yatan düşünce, anlatılanların öğrencilerce, anlatıldığı biçimde anlaşıldığının varsayılması idi. Oysa son zamanlarda bilişsel anlayışla gerçekleştirilen öğrenme araştırmaları bunun böyle olmadığını ortaya çıkarmıştır (Huber,1997; Johnson, Johnson ve Smith,1991; Marzano,1992). Her şeyden önce bir hayvan kapatıldığı labirentin içinde fazla düşünmeden dönüp durabilir, ama insan labirentten nasıl çıkacağını planlayarak hareket eder. Bu öğrenme için de geçerlidir. Bu gelişmeler sonucunda aktif öğrenme anlayışı popüler olmuştur. Davranışçılık anlayışına göre öğrenme, uyaran-tepki bağının oluşması ve bu bağın pekiştireçlerle güçlendirilmesi süreci olarak ele alınmaktaydı. Bu yaklaşımın en büyük eksiği yalnızca öğrencinin edimi üzerinde durması, edimin nedenleri, uyaran-tepki bağı oluşurken olup bitenler üzerinde durulmamasıydı. Davranışçılar öğrenmenin gözlenemeyen kısmı ile ilgilenmiyordu. Öğrencinin anlayıp anlamadığı da pek dikkate alınmıyordu. Buna göre, öğreticiler öğrencinin neyi, ne zaman ve nasıl öğreneceğine karar verir ve genellikle onların sessiz, pasif durdukları bir süreçte onlara bildiklerini aktarırlardı. Daha sonra yapılan sınavlarda öğrenciden kendisine aktarılanları tekrarlaması istenirdi. Bu yüzden davranışçılık akımı, yüzyılın başından beri aktif öğrenme düşüncesinin yayılmasındaki gecikme nedenidir. Davranışçı yaklaşıma göre, bir hayvanın öğrenmesi ile bir insanın öğrenmesi aynıdır. Bu yüzden davranışçılar öğreneni organizma olarak nitelendirip, öğrenmelerini çevresel uyarıcılar tarafından şartlanmaları olarak değerlendirmişlerdir. Öğrenmenin, organizmanın kontrolü dışında gerçekleştiğini savunmuşlardır. Sadece organizmanın gözlenen davranışlarında bir değişiklik meydana geldiğinde, öğrenmenin gerçekleştiği söylenebilir. Davranışçı kurama göre öğrenme, bireyin davranışlarındaki gözlemlenebilir bir değişmedir (Gropper, 1987; Jonassen, 1991a; Jonassen, 1991b). Bu bilgiye dayanarak, öğrenciye bir uyarıcı gönderdiğimizde beklediğimiz tepkiyi alabiliyorsak öğrenme gerçekleşmiştir diyebiliriz. Burada uyarıcı öğretilecek programın içeriği, tepki ise öğrencinin gösterdiği gözlemlenebilir davranışı belirtmektedir. Örneğin “+” işaretini (uyarıcı) gören öğrenciler toplama işlemini (tepki) düşünür. Davranışçı kuram öğrenmeyi açıklarken öğrencinin zihinsel etkinliklerine pek yer verilmez. Çünkü öğrencinin o andaki düşüncelerini, zihninden geçenleri incelemek mümkün değildir. Bu yüzden öğrenci kapalı bir kutuya benzetilmektedir. Bu yüzden öğrenciye gönderdiğimiz bir uyarıcının dışarıya yansıyan tepkisi incelenmektedir. Bu yöntemin insana uygulanması bilinç sorununu yeniden ortaya çıkarmayacak mıydı? Bilinci bir yana bırakmak olanaklı mıydı? Davranışçı devrim denen şeyin yaratıcısı A.B.D’li Watson’un ilkin hayvan ruhbilimiyle uğraşmış olması bu bakımdan ilginçtir. Watson’a göre ruhbilim insanların nesnel olarak gözlenebilir davranışlarının incelenmesidir ve davranış kavramı da U-Y (uyarı-yanıt) çifti kavramına indirgenmektedir. Ne tür olursa olsun bir davranış belli bir anda çevreden gelen uyarılar topluluğu olan U’ya gösterilen tepkiler (kaslara ya da salgı bezlerine ilişkin) topluluğundan, yani Y’ tan başka şey değildir. Düşünce bile dilsel “davranıştan” belirtik ya da örtük “gırtlak-dudak” tepkilerinden başka bir şey değildir. U ve Y, öznenin dışındaki gözlemleyici tarafından saptanabilir ve burada içebakış hiçbir zaman işe karışmaz; ruhbilimcinin görevi de davranışın genel yasalarını saptamak, uyarılar bilinince tepkileri önceden kestirmek ve tepkilerden, bunları doğuran uyarılara yönelmektir. Thorndike, Watson. Davranışçı kuramı özetleyecek olursak; •Birey, davranışlarını tecrübeyle kazanır. •Çevredeki uyarıcılar değiştiği zaman, bireyin davranışları da değişir. •İlk tecrübeler, daha sonraki tecrübeleri etkiler. •Bireyin tüm davranışları öğrenilmiştir, yine öğrenmeyle değiştirilir. •Koşullu öğrenme yöntemleri benimsenmiştir. Sosyal öğrenme kuramından da yararlanılır. •Gözlenebilen ve ölçülebilen davranışlar dikkate alınır. •Bireyin zihinsel etkinlikleri, ne düşündüğü, nasıl karar verdiği önemli değildir. DAVRANIŞÇI YAKLAŞIMA DAYALI ÖĞRENME-ÖĞRETME KURAMLARININ SINIRLILIKLARI •Her tür davranışın öğrenilmesi için geçerli değildir. Örneğin; Matematik, Türkçe, Sosyal, Fen içerikli derslerin öğrenilmesinde etkili değildir. Daha çok sosyal davranışların ve ders çalışma becerilerinin kazanılmasında önemlidir. •Bir uyarıcıya geliştirilmesi beklenen davranım, hemen uyarıcı verildikten sonra gözlenemeyebilir. Uyarıcının etkisi daha sonra umulmadık bir zamanda ortaya çıkabilir. •Bireyin verilen bir uyarıcıya gösterdiği davranım, o uyarıcıyla doğrudan ilgili olmayabilir. Başak bir uyarıcının etkisi ile gösterilmiş olabilir. •Yapay olarak oluşturulmuş pekiştireçler, öğrenciyi dışa bağımlı kılabilir. İçsel güdülenmeyi zayıflatabilir. DAVRANIŞÇI KURAMIN SINIF ORTAMINDA UYGULANMASI İLE İLGİLİ ÖNERİLER Öğretmen adayları genel olarak öğrenme kuramlarını kuramsal olarak öğrenmekte, ancak bu bilgilerin eğitimde nasıl uygulanacağı konusunda tereddütler taşımaktadırlar. Halbuki sınav kaygısı, okul korkusu, sınıf önünde konuşmaktan çekinme gibi birçok konu davranışçı kuramla rahatlıkla açıklanabilir. Aşağıda davranışçı kuramların sınıfta ne şekilde uygulanabileceğine dair bazı açıklamalara yer verilmiştir. •Olumlu atmosfer sağlanması: Bazı çocuklar okula gidecekleri gün aniden hastalanırlar. Bu hastalıklar çoğunlukla gerçektir. Hiçbir çocuk doğuştan okul korkusuyla doğmayacağına göre, başlangıçta nötr uyarıcı olan okul ortamı kaygı uyandırıcı koşullardan (şartsız uyarıcı) ötürü şartlı uyarcı haline gelir. Bunun sonucunda şartlı tepki olarak hastalık ortaya çıkar. Öğretmenlerin okula yeni gelen öğrencilere olumlu bir atmosfer sağlaması ve okul ortamının olumlu duygularla eşleşmesini sağlaması gerekir. Bu amaçla öğretmenin sınıfa giren öğrencilere gülümsemesi, onlarla bazı özellikleri konusunda sohbet etmesi, başarılı olabilecekleri ortamlar hazırlaması, hata yaptığında alay etmemesi ve arkadaşlarının herhangi bir öğrenciyle dalga geçmelerine izin vermemesi gerekir. Öğretmenin sınıfa yeni gelen bir öğrencinin yanına gülümseyerek gitmesi, onu selamlaması, okulumuza hoş geldin demesi, başarılı olabileceği ve kendisini rahat hissedebileceği fırsatlar oluşturması klasik şartlanmanın sınıf içinde rahatlıkla uygulanması olacaktır. •Soru sormada dikkat edilecek hususlar: Öğretmenlerin dikkat etmesi gereken diğer bir nokta, öğrencilerin soru sorarken onların kendilerini güvende hissetmelerini sağlamaktır. Birçok öğrenci öğretmenin kendisine soru soracağı endişesini taşımaktadır. Bu endişeyi ortadan kaldırmak için düşük başarılı öğrencilerin cesaretlendirilmesi, doğru cevabı buluncaya kadar yönlendirilmesi ve soru sormaya isteklendirilmesi gerekir. Yani soru sorma işlemiyle, olumlu öğretmen davranışları arasında çağrışımlar oluşturulmalıdır. •Sınıf önünde konuşma: Öğrencilerin kaygılandığı bir başka konu sınıf önünde konuşmaktır. Öğretmen bu tür öğrencilere dersten önce özel olarak tekrar yaptırabilir ve bu korkuya neden olan şartsız uyarıcılar üzerinde durabilir. Alıştırma soruları sorarak sınıf önünde konuşma korkusu ve sınav kaygısı olan öğrencilere yardımcı olabilir. •Yanlış şartlanmalara yol açma: öğretmenlerin öğretiminin niteliğini olumsuz olarak etkileyen daha önceki şartlanmalara dikkat etmesi ve öğrenmeyi engelleyebilecek yeni şartlanmaların oluşmasını önlemesi gerekmektedir. Örneğin, ceza olsun diye sayfalarca yazı yazmaktan kaçınmak gibi. •Davranış-şartlanma ilişkisi: Öğretmenin davranışların belirli şartlanmaların sonucunda ortaya çıktığını unutmaması gerekir. Bundan dolayı öğrencilerin davranışlarının nereden kaynaklanabileceğini düşünmelidirler. Örneğin bir öğretmenin öğrencilere bir ödev verdiğini ve bu ödevi bitirmek için 30 dakika süre tanıdığını düşünelim. Öğrencilerin çok az bir kısmı verilen ödevi verilen sürede bitirecektir. Bu arada öğretmen sık sık öğrencileri ödevlerini yapmaları, gürültü çıkarmamaları için uyarmak zorunda kalacaktır. Bir başka gün benzer bir ödevi vererek, kim önce yaparsa geri kalan zamanda ev ödevlerini yapabileceklerini ve kendisinin de yardımcı olabileceğini belirtir. Böyle bir yaklaşım öğrencilerin daha farklı bir şartlanma içine girmelerine yol açacaktır. •İpucu verme: İpucu istenilen davranışı ortaya çıkarmak amacıyla öğrenciyi teşvik edici ve ona bazı şeyleri hatırlatıcı ön uyarıcılar vermektir. Öğretmen ipucu vererek öğrencilerin özgüvenini artırabilir. Sınıfa bir soru yöneltildiğinde özellikle motivasyonu ve başarısı düşük olan öğrenciler cevap vermek istemezler. Yanlış cevap verdiklerinde ise hem kendilerinin hem de diğer öğrencilerin bir daha soru cevaplama konusundaki arzuları azalır. Ama öğretmen ipucu vererek öğrencinin cevabı bulmasını sağladığında öğrencinin derse katılmakla ilgili güdüsü artacaktır. Öğrencilerin öz-güvenini artırabilir ve derse katılımlarını artırabilir. Sınıfa bir soru yöneltildiğinde özellikle motivasyonu ve başarısı düşük öğrenciler cevap vermek istemezler. Yanlış cevap verdiklerinde ise hem kendilerinin hem de diğer öğrencilerin bir daha soru cevaplama konusundaki arzuları azalır. Ama öğretmen ip ucu vererek öğrencinin cevabı bulmasını sağladığında öğrencinin derse katılmakla ilgili güdüsü artacaktır. •Genel Bildirim: Öğretmenler öğrencilere davranışlarıyla ilgili geri bildirim vermelidir. Ancak, geri bildirim verilirken uyulması gereken bazı kurallar vardır. Bazı durumlarda, anında geri bildirim etkili olurken, diğer bazı durumlarda gecikmiş geri bildirim daha etkili olmaktadır. Örneğin bir sınavdan sonra geri bildirimin geciktirilmesi bir sonraki sınavda başarının yükselmesine yol açabilmektedir. Okumayı öğrenme, basit matematik problemleri çözme gibi somut olayların olduğu öğrenme durumlarında anında geri bildirim daha etkili olmaktadır. Buna karşın, karmaşık ve anlamlı materyallerin söz konusu olduğu durumlarda gecikmiş geri bildirim tercih edilmelidir. Bunun yanı sıra, geri bildirimi yaşça küçük öğrencilere anında, büyük öğrencilere ise gecikmiş olarak vermek daha etkilidir. Öğrencinin verdiği cevaba olan güveni düşükse, geribildirimin etkisi zayıf olmaktadır; cevabın doğru ya da yanlış olmasının önemi yoktur. Güven yüksek, cevap doğruysa geribildirimin etkisi yüksek, cevabın yanlış olduğu durumlardır. •Genelleme ve Ayırt Etme: Öğretmen, öğrencilerin yaptıkları yanlış genellemelere dikkat etmeli ve gerekli ayırt etme öğrenmelerini gerçekleştirmelidir. Türkçe dersinde başka kelimelerle karşılaştırılan bir kelimenin diğerlerinden farkını açıklamak, biyoloji dersinde hayvanların kalpleri arasındaki farklılıkların ayırt edilmesi, kare, dörtgen, üçgen gibi şekillerin genellemesi ve ayırt edebilmesi buna örnek gösterilebilir. Genellemenin ve ayırt etmenin etkin bir şekilde kullanılabilmesi için öğretmenin öğrencileri kavramları, örnekleri, bilgileri karşılaştırma konusunda cesaretlendirmesi gerekir. Yani öğretmen mümkün olduğu kadar öğrencilere karşılaştırmalar yaptırmalıdır. İki ülkenin, ağaç türlerinin, cümle tiplerinin vs. karşılaştırılması öğrencilerin konuları analitik bir şekilde ele almalarını sağlayacaktır. •Pekiştirme Tarifeleri: Pekiştirme tarifelerinin öğrenmeyi devamlı kılmadaki etkisinden yararlanılmalıdır. Öğrenciler bir konuyu yeni öğrenmeye başladıklarında her doğru cevap pekiştirilmeli, konu ilerledikçe örneğin beş doğru cevaptan sonra pekiştirme yapılmalıdır. Bu konuyla ilgili daha geniş açıklamalar için önceki kısımlarda anlatılan pekiştirme tarifeleri konusuna bakılabilir. •Farklı Öğretim Yöntemlerinden Yaralanma: Öğretmen daha önceki kısımlarda değinilen programlı öğretim ve bilgisayar destekli öğretim ve tam öğrenme gibi yöntemleri etkili bir şekilde kullanmalıdır. İstenmeyen davranışlara tepki: Öğrencilerin olumsuz davranışlarıyla ilgilenmeyerek o davranışın sönmesini beklemek her zaman istenilen sonucu vermeyebilir. Olumsuz davranış gösteren öğrenci sınıfın düzenini bozabilir veya arkadaşlarını rahatsız edebilir. Görmezlikten gelindiği takdirde davranışını sürdürebilir. Bu gibi durumlarda sınıf içi ödevlerini erken bitirenlere bir ödül vaat edilebilir. Eğer, öğrenci ya da öğrenciler olumsuz davranışlarına yine devam ediyorlarsa yanlarına gidilir ve ödevlerini şimdi yapmazlarsa, daha sonra bunun için yine zaman ayırmak zorunda oldukları özel olarak belirtilir. •Pekiştirme ve Cezanın Kullanımı: Eğer sınıf ortamında davranışçı yaklaşım kullanılacaksa mümkün olduğu kadar ceza yerine pekiştirme kullanılmalıdır. Cezanın gerekli olduğu durumlarda ise, ikinci tür ceza tercih edilmelidir. Örneğin sınıfa vaat edilen, boşa giden bir dersi yapma boş zaman verme gibi ödüller iptal edilebilir. Diğer yandan, pekiştireçlerin öğrenciler için uygun olup olmadığının, yeterince yüksek güdülenme sağlayıp sağlayamayacağının iyi belirlenmesi gerekir. Ayrıca, övgünün özellikle büyük çocuklar için çok sık kullanılması gerekir. Hele yersiz ve sürekli övgüler çocuklara daha anlamsız gelmektedir. •Gözleyerek Öğrenme: Öğretmen gözleyerek öğrenmeye önem vermeli ve öğretim etkinliklerinde gözlem ve taklitten etkili bir biçimde yararlanmalıdır. Örneğin, ortaokul öğrencilerine bir kimya deneyini öğretirken gözleyerek öğrenme evrelerine göre, öncelikle öğrencilerin dikkatlerini toplamaya çalışmak gerekir. Daha sonra, deneyin doğru bir şekilde nasıl yapıldığı gösterilir. Öğrenciler öğretmenin davranışlarını adım adım gözlemelidir. Bu adımları öğrendikten sonra öğrencilerin deneyi kendilerinin yapmaları sağlanmalıdır. Son aşamada deneyi başarılı olarak tamamlayan öğrenciler pekiştirilmelidir. Öğretmen " Ben daima öğrencilerimde görmek istediğim gibi davranacağım" şeklinde bir kural koyar ve uygularsa gözleyerek öğrenme için büyük adım atılmış olacaktır. Öğretmen öğrencileri eleştirmekten ve onlarla alay etmekten kaçınmalıdır; öğrencilere saygılı davranmalıdır. Öğrencilere bazı konu ve davranışları öğretirken sözel olarak ne yaptığınızı söyleyin. Bir ilkokul öğretmeni ilk harfi öğretirken" Bakın şimdi tebeşirle düz bir çizgi çekiyorum ..." biçiminde açıklamalar yapmalıdır. Ya da bir hücrenin yapısını çizerken " Evet şimdi hücrenin içinde yer alan golgi aygıtını çiziyorum" diyerek hem çizmeli hem de ne yaptığını sözel olarak ifade etmelidir. Herhangi bir konuyu öğretirken yeniden ortaya koyma evresinde bireysel tecrübelere geçmeden önce grupla birlikte bazı deneyler yaptırılmalıdır. Örneğin öğretmen, tahtaya bir soru yazar(1/4+2/3=?) ve daha sonra "Şimdi ne yapmamız gerekiyor? Kim söyleyecek?" diyerek sınıfın katılımını sağlar. Diğer yandan öğretmen istenilen davranışları gösteren öğrencileri pekiştirerek diğer öğrencileri de istenilen biçimde davranmaya güdülemelidir. JOHN BROADUS WATSON (1989-1958) John B. Watson (1878-1958) Amerikalı bir psikolog ve davranışçılığın kurucusudur. ('Bana rastgele bir bebek verin, soyu-sopu, yetenekleri, eğilimleri, becerileri, vs. ne olursa olsun, ondan istediğim şeyi yaratayım: bir doktor, avukat, tüccar, hatta bir hırsız, bir katil.' Güney Carolina, Greenvilel'de yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Watson, katılık ölçüsünde dindar bir anne ile ayyaş, evlilik dışı ilişkiler peşinde koşan bir babanın arasında sürüp giden çatışmaların ortasında büyümüş, babası tarafından terkedilmiş, oldukça problemli, şiddet eğilimli bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Ebeveynleri gibi kendisi de ilk evliliğini yürütememiş, o da babası gibi evliyken bir dizi kadınla gönül ilişkilerine girmiş ve sonunda boşanmıştır. Babası gibi onun da çocuklarıyla ilişkisi hiç iyi olmamıştır. Ancak davranışçılık adını verdiği yeni psikolojik yaklaşım konusundaki gözlemlerini ve çalışmalarını ağırlıklı olarak kendi çocukları üzerinde yapmıştır. Furman Üniversitesi'ni bitirdikten sonra Şikago Üniversitesinde psikoloji doktorası yapan Watson bilinçlilik, içgözlem, içgüdü gibi kavramları reddederek, bunların bilimsel bir çalışmanın konusu olamayacağını savunmuş, bunun yerine dışarıdan gözlenebilen, ölçülebilen davranışları, uyarıcı-tepki ilişkilerini, öğrenilmiş davranışları ve şartlandırmayı öne çıkarmış; 1920'de yayımlanan ilk ve ünlü şartlandırma deneyinde 'Küçük Albert' adını verdiği küçük bir çocukta, yüksek bir zil sesini kullanarak beyaz bir kobaya karşı şartlı bir korku yaratmıştır. Bu şartlı korku daha sonra diğer beyaz kürklü nesnelere (ki bunlar arasında Noel Baba sakalı ile Watson'un kendi ak saçları da vardır) genelleştirilmiştir. William Wunt yapısalcılığına karşı çıkmış, iç gözlem (içebakış) yönteminin geçerli bir yöntem olmadığını savunmuştur. Bilimsel olabilmek için psikolojinin gözlenebilir ve ölçülebilir davranışları konu edinmesi gerektiğini belirtmiştir. Watson’a göre psikoloji, davranış ve davranışın yaşantı yoluyla nasıl değiştirileceğini araştırmalıdır. Bilincin çalışması filozoflara bırakılmalıdır. Sistematik bir öğrenme kuramı geliştirmemiştir. O’na göre insanlar doğmaz, yaratılır. Bir bebek koşullanma yoluyla, suçlu, doktor veya sporcu olarak yetiştirilebilir. Watson'a göre, doğa bilimlerinde olduğu gibi psikolojide de yalnız somut ve gözlenebilir davranışlar ölçülebilir. Zihin ya da bilinç nesnel bir konu değildir ve bu nedenle bilimsel yöntemlerle incelenemez. Dolayısı ile psikolojinin uğraşı alanı herkes tarafından görülebilen davranışlar olmalıdır. Ona göre, konuşma boğaz kaslarının hareketleri, düşünme sessiz konuşma, duygulanma ise organlardaki kas eylemleridir. Watson insanların içgüdülerle, zihinsel yetenek ve eğilimlerle dünyaya gelmediklerini, dolayısı ile de, davranışların gerisinde bu tür özelliklerinin bulunmadığını ileri sürer. Ona göre, davranışlar koşullanma yolu ile öğrenilir. John Watson, eğer köpek koşullanabiliyorsa insanda koşullanabilir düşüncesiyle yola çıkmış ve arkadaşı Rayner ile 10 aylık Albert isimli bir bebek üzerinde çalışmışlardır. Çocuğa beyaz bir fare göstermişler ve o anda yüksek gürültü çıkarmışlar. Bir süre sonra çocuk fareyi görür görmez ağlamaya başlamıştır. Bu şekilde bebeğe koşullanma yoluyla korku tepkisi kazandırılmıştır. Daha sonra Albert uyarıcı genellemesi sonucunda fareye benzer her şeyden, beyaz sakaldan, annesinin giydiği kürkten, pamuktan korkmaya başlamıştır. a)Bağ ilkesi: Bu ilkeye göre karmaşık ya da becerili davranışı oluşturan koşullu uyaranla tepki arasında bir bağın oluşması ve bunun zincirleme olarak sürmesidir. Bundan dolayı koşullanmış bir dizi uyarıcı-tepki bağları zinciri oluşmuş olur. b)Sıklık ilkesi: Belirli bir uyarıcıya karşı daha sık gösterilen bir tepkinin, aynı uyarıcı ile karşılaşıldığında gösterilme olasılığının daha fazla olmasıdır. Watson öğrenmede pekiştirme ya da ödüllendirmeden söz etmemiştir. Watson’a göre bir uyarıcıya verilecek tepki, o uyarıcıya karşı en son yapılmış ve en sık tekrarlanmış tepkidir. Örneğin okulda matematik problemi çözmekten zevk almayan bir öğrenci, karşılaştığı benzer bir başka matematik problemini çözmekten hoşlanmamaktadır. c)Yenilik ilkesi: Belirli bir uyarıcıya karşı yapılan en son davranışın, uyarıcı tekrar edildiği zaman, ortaya çıkma olasılığının daha yüksek olmasıdır. Watson'a göre, her tür öğrenmeyi bu ilkelerle açıklamak olanaklıdır. Ancak Watson'un becerileri koşullu reflekslerin ürünü olarak görmesi kurumsal düşüncelerine yöneltilen temel eleştirilerden birini oluşturmaktadır. Watson, duygusal tepkilerin öğrenilmesi ile de öğrenilmiştir. Ona göre korku, öfke ve sevgi olmak üzere doğuştan gelen üç temel duygusal tepki kalıbı vardır. Akılcı olmayan korkular koşullanma ile ortaya çıkar. Watson Klasik koşullanmayı meydana gelmiş olan korkuları yok etmek için kullanmak istemiştir. O’na göre korku öğrenilmişse, bunun yok edilmesi ya da öğrenilmemesini sağlamak ta mümkün olmalıdır. Albert’in annesi çocuğunu hastaneden aldığı için daha önceden bu korkuları olan Peter’in üzerinde çalışmalarına devam etmişlerdir. Peter’e önce korktuğu şeyler, diğer çocuklar oynarken izletmişlerdir. Daha sonra aynı odaya koymuşlar ve her gün biraz daha yaklaştırmışlardır. Ve bir gün Peter kafesteki tavşanla oynamaya başlamış. Zamanla bu sonuçlar genellenerek Peter’in diğer korkuları da yok olmuştur. (Sistematik duyarsızlaşma) Yaşadığı seks skandalları nedeniyle John Hopkins Üniversitesi'ndeki görevinden alınan Watson reklamcılık işine soyunmuş, geliştirdiği davranışçı teknikleri reklamcılık alanında kullanmaya başlamıştır. Ölümünden kısa bir süre önce yayımlanmamış bütün çalışmalarını kendi elleriyle yakan Watson'un yayımlanmış çalışmaları arasında Behavior: An Introduction to Comparative Psychology (1914), Psychology From the Standpoint of a Behaviorist (1919), Behaviorism (1924) ve The Psychological Care of Infant and Child (1928) sayılabilr. •Davranışçı kuramın kurucusu olarak bilinir. •Öğrenmeyi uyarıcı-tepki bitişikliği olarak açıklamıştır. •Öğrenmeyi biliş yerine davranışla açıklamıştır. •Gözlenebilir davranışlar üzerinde durmuştur. •Bütün davranışların koşullanma yolu ile kazanılabileceğini savunur. WATSON’IN PSİKOLOJİ BİLİMİNE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ •Watson, kaynağı Almanya’daki Wunt laboratuarı olan yapısalcı (structuralism) yaklaşımına karşı çıkmıştır. •Watson’a göre psikologlar temel olarak davranışla ve davranışın yaşantı yoluyla nasıl değiştirileceğini ile ilgilenmelidirler. •Dolayısı ile psikolojinin uğraşı alanı herkes tarafından görülebilen davranışlar olmalıdır. Ona göre, konuşma boğaz kaslarının hareketleri, düşünme sessiz konuşma, duygulanma ise organlardaki kas eylemleridir. •Watson sistematik bir öğrenme kuramı geliştirmemekle birlikte, psikoloji ve eğitim alanlarında büyük etki bırakarak eğitim psikolojisinin daha davranışçı hale getirilmesini sağlamıştır. •Watson davranışın kalıtsal olmadığını ileri sürmüştür. Watson’a göre “insanlar doğmaz yaratılırlar”. WATSON’NUN ÖĞRENME İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ •Klasik koşullanmayı, insanın refleksif olmayan karmaşık davranışlarının öğretilmesinde kullanılabilecek temel bir yapı olarak görmüştür. •Watson aslında, klasik koşullanmayı meydana gelmiş olan korkuları yok etmek amacıyla kullanmak istemiştir. WATSON’IN ÖĞRENMEYE İLİŞKİN GÖRÜŞLERİNİN EĞİTİM AÇIŞINDAN DOĞURGULARI •Watson’un eğitime getirdiği katkı kısaca katı bir çevreci olarak gerekli çevre düzenlemelerinin yapılması, uygun uyarıcıların verilmesi ile çocuklara istenilen niteliklerinin kazandırılabileceği görüşünün temellerini atmıştır. •Öğrenmede, istenilen davranışların kazandırılmasında tekrarın önemini benimsemiştir. •Çocukların korkularının ve olumsuz diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin (sistematik duyarsızlaştırma) öncülerinden birisi olmuştur. •Pavlov’u Amerika’ya tanıtmış ancak kendisi tüm ilkeleri kabul etmemiştir. •Watson’a göre öğrenme, koşullu ve koşulsuz uyarıcıların birbirine çok yakın zamanlarda verildiğinde meydana gelmektedir. Bunlar ne kadar sık verilirse aralarındaki ilişki o kadar güçlenmektedir. •Watson öğrenmede bitişiklik ve sıklık ilkelerini kabul etmekte ancak pekiştirmenin gereğine inanmamaktadır. •Çocukların korkularının ve diğer duygusal özelliklerinin giderilmesi ile ilgili bazı ilkelerin (sistematik duyarsızlaşma) uygulamalarının öncülerindendir. •İstenilen davranışların kazandırılmasında tekrarın önemini vurgulamıştır. THORNDİKE Davranışçı kuramlar öğrenmenin uyarıcı ile davranış arasında bir bağ kurularak geliştiğini ve pekiştirme yoluyla davranış değiştirmenin gerçekleştiğini kabul eder. Ivan Pavlov, laboratuarda köpeğin salgı sistemi üzerine çalışmakta iken, köpeğin sadece yiyecek getirildiğinde değil, yiyeceği kendisine getiren kişiyi gördüğünde de salya akıttığını fark etmesi üzerinde geliştirdiği Klasik Koşullanma , Davranışçı Akımın en çok bilinen öğrenme kuramıdır. Öğrenmeyi Pavlov gibi koşullanmış tepki gibi açıklayan Guthrie öğrenmedeki tüm zihinsel öğeleri reddetmektedir. Ona göre öğrenme uyaran ve tepki arasındaki ilişkiden ibarettir. Bir uyarana eşlik eden eylem ( tepki ), söz konusu uyarının her görülüşünde tekrar ortaya çıkar. Diğer bir deyişle, belli bir durumda bir davranışta bulunan birey, benzer durumla karşılaştığında hep aynı davranışı gösterir. Guthrie’ye göre öğrenmenin oluşabilmesi için ödül veya pekiştirmeye de gerek yoktur. Ona göre, öğrenme tepkinin uyarana karşı ilk gösterilişinde gerçekleşmiştir. Davranışçı akımın diğer ünlü çalışması Thorndike tarafından yapılmıştır. Thorndike öğrenmeyi bir problem çözme olarak görmüş ve problemle karşılaşıldığında yapılan çeşitli deneme-yanılma davranışlarıyla çözüm üretildiğini savunmuştur. Ona göre, insanların ve insana yakın hayvanların öğrenme biçimi deneme- yanılma yoluyla gerçekleşen bir öğrenmedir. Thorndike’ın yaptığı deneyde kafese yerleştirilen kedi dışarıdaki balığa ulaşmak ( veya kafesten dışarı çıkmak ) için yaptığı sağa-sola koşma ve sıçramaları esnasında tesadüfen kapı mandalına bağlı ipi çekmesi ile kapı açılmış ve dışarı çıkmayı başarmıştır. Bu deney tekrarlandıkça kedinin kafesten çıkmak için yaptığı deneme-yanılma davranışları azalmış ve kedi mandalın bağlı olduğu ipi daha kısa sürede çekerek dışarı çıkmayı öğrenmiştir. Thorndike bu çalışmasında deneme-yanılma esnasında yapılan davranışlardan ödüle götüren davranışların kalıcı olduğu ( öğrenildiği ), diğerlerinin ise terk edildiği sonucuna ulaşmaktadır. Thorndike’ın çalışmalarından hareket eden Skinner, organizmanın davranışlarını uyarıcılara karşı gösterilen otomatik bir tepki olmaktan çok, kasıtlı olarak yapılan hareketler olarak kabul etmektedir. insanların karmaşık uyarıcı durumları ile karşılaştığında gösterdiği davranışlara operant (edim) adı veren Skinner bu operantların, onları izleyen sonuçlardan etkilendiğini ileri sürmektedir. Organizmayı olumlu bir sonuca götüren davranışlar kalıcı olur. Diğer bir deyişle, insanlar davranışları sonucu olumlu bir durumla karşılaştıklarında o davranışın tekrarlanma olasılığı artar. Davranıştan sonra gelen bu olumlu sonuçlara pekiştirme denir. Skinner’in çalışması Operant Koşullanma olarak bilinmektedir. Davranışçılar insanların, karşılaştıkları problemlerin çözümünde genellikle geçmişte yaşadığı benzer durumları göz önüne aldıkları ileri sürerler. Yeni bir problemle karşılaştıklarında ise, bireyin denemeyanılma yoluyla yeni çözümler üreteceği kabul edilir. Davranışçı yaklaşımlarda önemli olan gözlenebilen, başlangıcı ve sonu olan, dolayısı ile ölçülebilen davranışlardır. Davranışçı Kuramların Öğretim İlkeleri Davranışçı yaklaşımların daha çok psikomotor davranışların öğrenmesine açıklık getirdiği kabul edilir. Bu kuramların öğretim ilkeleri aşağıdaki gibi özetlenebilir : 1. Yaparak öğrenme esastır. Öğrenci öğrenme sürecinde aktif olmalıdır. Öğrenmede öğrencinin yaparak öğrenmesi esastır. Çünkü, öğrenci kendi yaptığı ile öğrenir. 2. Öğrenmede pekiştirme önemli bir yer tutar. Pekiştirme, davranışların tekrar edilme sıklığını arttıran uyarıcıların verilmesi işlemidir. Davranışlar, onları izleyen sonuçlardan etkilenir ve onlarla değiştirilir. 3. Becerilerin kazanılmasında ve öğrenilenlerin kalıcılığının sağlanmasında tekrar önemlidir. İnsan, konuşma, yabancı dil, müzik aleti çalma vb. becerileri tekrar yapmadan öğrenemez. Tekrar, öğrenmede gelişmeyi sağladığı sürece yararlıdır. 4. Öğrenmede güdülenmenin çok önemli bir yeri vardır. Öğrencinin bir davranışı öğrenebilmesi için o davranışı yapmaya istekli olması lazımdır. Bu nedenle, olumlu pekiştirme güdüleyici bir etkiye sahiptir Thorndike başlangıçta sınama-yanılma yoluyla öğrenme adını verdiği kuramını sonraları seçme ve birleştirme yoluyla öğrenme olarak adlandırmıştır. Bir problem durumu ile karşılaşan birey, amaca ulaşmak yada sorunu çözmek için, olası tepkiler arasından bir kısmını seçer, dener ve sonuçlarına göre bazı uyarıcı-tepki bağı oluştururken bazılarını eler. Thorndike'ın açıklamalarına göre, geçmişte kurulmuş olan uyarıcı-tepki bağları problemin çözümünde büyük bir önem taşır. Thorndike yaptığı birçok denemeden sonra üç öğrenme ilkesi saptamıştır. a) Etki ilkesi: Etki ilkesi uyarıcı ile tepki arasındaki bağın güçlenmesini ya da zayıflamasını açıklar. Bu ilkeye göre bireyin sınama-yanılma davranışları sonucunda başarıya ya da başarısızlığa, ödül ya da ödülsüzlüğe (cezaya) yol açan en uygun tepkiyi seçeceği var sayılmaktadır. Thorndike, önceleri ödül ve cezanın öğrenme olayını aynı şekilde etkilediğini düşünmüş, fakat sonraki deneylerinden ödülün daha etkili olduğunu görmüştür. Ona göre, ceza; yanlış tepkinin tekrarlanma olasılığını, ödülün doğru tepkiyi arttırma olasılığı kadar azaltmamaktadır. b) Alıştırma ilkesi Alıştırma ilkesi tekrara bağlı olarak alışkanlığın oluşmasıdır. Bu ilke 'uygulama mükemmeli yaratır' düşüncesine dayanmaktadır. Öğrenme olduktan sonra uyaran-tepki bağının güçlendirilmesi için alıştırma yapmak gerekir. Alıştırma bu bağın güçlenmesine, alıştırmanın olmaması ise zayıflamasına yol açar. Bağın güçlenmesi öğrenmenin sürekliliğini sağlar, zayıflaması da unutmaya neden olur. c) Hazır oluş ilkesi: Hazır oluş belirli bir konunun, herhangi bir düzeyde öğretilebilme zamanını belirtir. Thorndike hazır olmayı yalnızca fizyolojik açıdan ele almaktadır. KAYNAKLAR www.bilgilik.com/psikoloji www.egitim.aku.edu.tr www.psikolojisayfam.com