1980’den Sonra Türkiye Maliye Disiplininde Kuramsal Gerilimler: Türkiye Maliye Sempozyumu Tebliğleri Çerçevesinde Bir Değerlendirme Aydın Ördek No. 112 Ocak, 2011 Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi GETA Tartışma Metinleri Ankara University Faculty of Political Sciences GETA Discussion Paper Series Tartışma Metinleri serisinde yayınlanan eserlerin görüş, düşünce ve terminolojisi tümüyle yazara ait olup, A.Ü. SBF Gelişme ve Toplum Araştırmaları Merkezi'ni (GETA) bağlamaz. Tartışma Metinleri bilimsel çalışmaların yayın öncesi akademik diyalog sürecine dahil edilmesi işlevi ile akademik diyalogun geliştirilmesini, güçlendirilmesini ve ihtiyacımız olan eleştiri ortamının oluşturulmasını amaçlamaktadır. Tartışma Metinleri serisinde yer alan çalışmaların değerlendirilmesi ve eleştirilmesi için, metnin yayınlanıp dağıtılmasını takip eden hafta içerisinde Tartışma Toplantısı düzenlenir. Tartışma Metinleri Yayın Sekreteri Arş. Gör. Duygu Türk E-Posta: duyguturk@gmail.com Baskı: A.Ü. SBF Matbaası 1980’den Sonra Türkiye Maliye Disiplininde Kuramsal Gerilimler: Türkiye Maliye Sempozyumu Tebliğleri Çerçevesinde Bir Değerlendirme Aydın ÖRDEK Giriş Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin ilk olarak 1980’de, 1992’den beri iki yıl arayla çağırıcısı olduğu Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nin onuncusu derneğin kırkıncı kuruluş yılı olan 2007’de gerçekleştirildi. Kongrenin bu dünyadan henüz yirmi gün önce göçmüş olan sosyolog Mübeccel Kıray anısına düzenlenen “TSBD’nin 40. Yılında Türkiye’de ve Dünya’da Sosyal Bilimler” başlıklı kapanış panelinin konuşmacılarından ve Türkiye maliye disiplininin önde gelen düşünürlerinden olan İzzettin Önder, üniversitede sosyal bilim icracılarının içine düştüğü önemli bir çıkmazı kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir kez daha görünür kıldı. Bu yeniden görünür kılma çabasını keskinleştiren Önder’in konuşmasını bir iç döküşe dönüştüren samimiyetiydi. Uzun meslek yaşamı boyunca kendi disiplininin anaakımı olan Neoklasik iktisat ve maliye anlayışını öğretmek zorunda kalmış, yıllarca öğrencilerine öğrendiklerinin çoğu kez gerçek dışı olduğunu telkin etmişti. Önder’in serzenişi, daha baştan yıllara yayılan deneyiminden süzüldüğü için dikkate değer ve meydan okuyucu olmasına rağmen ilk elden şu formel sorgulamayı gerektirmektedir: Özellikle iktisat ve maliye alanlarında tanıklık edilen söz konusu gerçek dışılık öğretilmek zorunda mıdır; diğer yandan bir üniversite öğretim üyesinin neyi araştırdığına, neyi öğrettiğine kim, neden müdahale edebilir? Görünürde modern toplumun ihtiyaç duyduğu her çeşit bilginin kurumsal olarak üretildiği üniversitede öğretim elemanlarının bir konuyu diledikleri gibi öğretmelerinin önünde hiçbir engel yok gibidir. Ne var ki modern dönemde toplumun devlete eşitlenmesi arzusu ve devletin egemen olduğu sınırlar dâhilindeki tüm bireyleri içeren ulusu temsil etmesi kurgusunun ürettiği yapayalnız bireyin bu kurgusal olanaklılığının somut temeli önceki toplumsal yapılardan devralınan cemaattir. Bu nedenle modern toplum iddia edildiği derecede modern olamaz. Bu çerçevede üniversite de modern Değerli katkıları için Zeki Avcı, Ahmet Ozan Değer, Murat Demir, Ahmet Haşim Köse, Hakan Mertcan, Demet Sayınta ve Zafer Yılmaz’a teşekkür ederim. Gökçen Alpkaya, Dinçer Demirkent ve Meltem Kayıran’a yazının ilk versiyonlarını değerlendirip elzem önerilerde bulundukları için hasseten teşekkür ederim. Araştırma Görevlisi, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü. Türkiye maliye disiplininde ideolojik pozisyon alışları, Türkiye Maliye Sempozyumu bildirilerinden süzmeyi amaçlayan bir çalışma yapmamızı Abuzer Pınar Hoca önerdi. Çalışmanın planını yaptık ve çalışmaya başladım. Doğrusu azı çalışmanın meşakkatli olmasından çoğu tembelliğimden çalışma programımızı sürekli aksatmam, sonunda katkısı için hocaya neredeyse bitmiş bir metin sunmama neden oldu. Bu nedenle, çalışmayı önermesine, çalışma boyunca sürekli teşvik, destek ve katkılarda bulunmasına rağmen, metne yazar olarak katkı sunamayacağını bildiren hocam Abuzer Pınar’a teşviki, desteği ve katkısı için içtenlikle teşekkür ederim. 1 toplumun diğer kurumları gibi cemaatler eliyle kendini yeniden üretir. En genel anlamıyla üniversiteleri de birer cemaat kabul edebiliriz. Cemaatler, bugünlerde iddia edildiği gibi, modern projeyi, modern yaşam tarzını aşındırmazlar, aksine modern toplum somut olarak bizzat cemaatler aracılığıyla yeniden üretilir. Üniversiteyi İzzettin Önder’in kendi deneyimi üzerinden görünür kıldığı üzere şizofrenik bir kurum kılan onun cemaatler şebekesinin içinde bir cemaat olmasıdır. Örneğin genç bir bilim insanının vazifesinde yükselmesi için gerekli eserin hakemli dergilerde yayınlanması zorunluluğu, araştırma programlarının bu dergilerce belirlenmesine neden olmaktadır. Ayrıca üniversitenin önemli vasıflarından biri olan meslek edindirmenin, işverenlerin tercih ettiği donanımı sağlamayı mecbur etmesi bir diğer önemli cemaatleşme nedenidir. Siyasal nüfuzun olanaklı olduğu her alanda (her türlü özgerçekleştirimde) farklı biçimlerde dışa vuran etkinlikle gerçekleşen modern toplumun şizofrenik karakteri, onu sürekli etkinlik arzulayan bir öğütücüye, bir israf mekanizmasına dönüştürür. Binlerce öğretim elemanının, araştırmacının istihdam edildiği üniversitelerde, araştırma merkezlerinde, enstitülerde gerçekleştirilen hummalı çalışma en azından toplumun bütünü için pek az semerelidir. İzzettin Önder ve daha birçoklarını gerçek dışı, işlevsiz kabul ettikleri kuramları öğretmek zorunda bırakan üniversite cemaatinin kurallarına göre devindiği toplumsal oyunun açığa çıkarmadan ziyade üstünü örtme ile güdülenmesinin nedeni, yaratılan toplumsal artığın yoğaltımının köleleştirici bir karaktere sahip olmasıdır. Bu nedenle özellikle de sosyal bilimciler, toplumun kendini yeniden üretmede ihtiyaç duyduğu büyük yalanların toplumsal olarak üretilmesinde kilit bir pozisyona sahiptirler.1 Dolayısıyla bilimcilerin içine düştükleri ikiyüzlülük (çift-gerçekle yaşama zorunluluğu) sıradan insanlarınkine göre onları daha şiddetli kavrar. İktisat/maliye ve hukuk modern devletin topluma eşitlenecek derecede yayılıp derinleşmesi ile kurulan burjuva iktidarının kendini yeniden üretmesinde elzem önemi haiz iki alan olarak belirmiştir. Doğal olarak bu toplumsal formasyonun şizofrenik karakterinin son derece alenileştiği iki belirgin alandır iktisat/maliye ve hukuk. Bu disiplinler dâhilinde güç odaklarının, cemaatlerin çıkarlarının yurttaş-bireyin çıkarlarını temsil ettiği iddiasına yol açan kavramsal ve kuramsal çerçeveler bütün toplum adına ve bütün toplum için bu işe yetkili yegâne kurumlar olan üniversitelerde üretilir.2 İktisat/maliye ve hukuk alanlarına mensup bilimciler, bir cemaatler şebekesi olarak örgütlenmiş modern toplumun (devlet(ler)in) kurumlarının işleyişine dâhil edilirler ki toplumun yansız bilgisinin birey için üretildiği iddiası meşruluk kazanabilsin. Böylece olanaklı en iyi iktisadi ve siyasalın formel biçimi olarak hukuki kompleks olarak modern devlet (toplum), milyonlarca insanın açlığı ve yoksulluğu, yaygın şiddet ve hukuksuzlukla sürüp gider. Oysa özellikle de iktisat/maliye ve hukuk alanlarında şiddetli kuramsal tartışmalar vukuu bulmakta, bu alanlarda cepheleşmeler yaşanmaktadır. Kişioğlu bir anlayışın değilse diğerinin söz konusu “mükemmel” kompleksin çözemediği sorunlara çareler önermesini bekliyor. Şimdiye kadar tanıklık edilen her derde deva 1 Kimi kez bu yalanlar o kadar alenidir ki sistemin doğası alelade olaylarla dışa vurulur. 2009 yılının büyük kısmında dünya kamuoyu “domuz gribi” tabir edilen virüsün insanlık için ne büyük felaketlere neden olacağı iddiası ile meşgul edildi. Otoriteler üretilen ilaçların kullanılması konusunda kavgalara tutuştu, hükümetler önemli meblağlara ulaşan ilaç alımları yaptı. Nihayetinde küresel salgını ilan eden Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü’nden bir yetkili yaşananları ilaç şirketlerinin kârları ile ilişkilendirerek bir korku kampanyası yürütüldüğünü iddia etti ve virüs tehlikesi birdenbire kamuoyunun gündeminden düştü. 2 Pratik olarak dönüştürücülük vasfına sahip olmadıkça bu kurumlar içinden yükselen aykırı seslerin toplumun bilgisini üretme şansları yoktur. 2 önerilerin işaret ettiği, bu yöndeki beklentilerin nafile olduğudur. Yine de kişilerin iyi niyetlerinden ve yeteneklerinden şüphe edilemez; iktisat ve hukukçuların yekûnu art niyetli ve beceriksiz olamaz ya… Aksine kanaatimizce pek çoğu iyi niyetli ve yetenekli insanlardır. Onları çareler üretmek yerine cümle âlemi çare olduklarına ikna etmeye çalıştıkları çaresizlikleri savunmaya iten yapısallıklardan şüphe etmek kalıyor geriye doğal olarak. Dolayısıyla İzzettin Önder’i bir meslek rahatsızlığından şikâyete yönelten, bu rahatsızlığın kaynaklandığı toplumsal yapı ve iktisat/maliye ve hukukun bu yapı içindeki özgün yeridir. Bir sorun ve çözümüne giden patikanın biçimsel olarak belirlenmesi oldu şimdiye kadar yürüttüğümüz tartışma. Nereye dönülse bir sıkıntıyla karşılaşılan vahşet ve yoksunlukla dolu dünyamızda bir derde çare olarak önerilmeyecekse neden konuşulur (?) Boş konuşmamak gerek… Bir sorunu ve çözümüne giden patikayı biçimsel olarak belirlemiş olsak da boş konuşmuş olmamak için söz konusu sorunu içeriklendirmek gerekmektedir. Aslında bu içeriklendirme, bu denli genel olarak soyutladığımız sorunun kaynağından okuyucuyu haberdar etmek de olacaktır. Böyle dertlenmemizin sebebi, Türkiye’de bir cemaat olarak maliye disiplininin,3 farklı kuramsal pozisyon alışları barındırmasına rağmen politika önerilerinin işlevsiz ve benzer olduğu, çoğunlukla “gerçek dışı” bilgi üretmek ve yaymak zorunda kaldığı doğrultusundaki şiddetli şüphelerimizdir. Modern toplumun şizofrenik karakteri ve cemaatler sayesinde yeniden üretildiği, üniversitenin de bir cemaatler şebekesi olduğu tespitlerimiz sıkıntımızı biçimsel olarak gidermektedir. Ancak gerek biçimsel çözümlerin her zaman yaratabildiği haksızlıklara asgari düzeyde düşme isteğimiz, gerek Türkiye maliye disiplininin kuramsal katkıya dönüşebilecek özgünlüklerini göz ardı etmeme isteğimiz, gerekse disiplinin kendini gerçekleştirme sorununa somut çözümler önerme isteğimiz, bizi sorunu, Türkiye maliye disiplininin bir cemaat olarak 1980 sonrasında nasıl devindiği sorusu etrafında yeniden biçimlendirmeye itti. Böylelikle İzzettin Önder’in şikâyet ettiği meslek rahatsızlığında dışa vurulan şizofrenimizi somut olarak sağaltmanın bir ön çalışması babından bu rahatsızlığın kaynağını oluşturduğunu düşündüğümüz maliye disiplininin yapay gerilimlerini ortaya koymaya çabalayacağız bu çalışmada. Türk dilinin hazmı ve idraki zor olmuş edebiyatçısı Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar başlıklı eserinde Türkiyeli aydını temsil etmesi için Mütercim Arif karakterini yaratmıştır. Hakikaten de Türkiyeli aydın yahut arif, bundan son derece rahatsız olsa da, mütercim kalmıştır. Mütercimlik, üniversite kurumunda daha da derindir. İlginç bir biçimde sosyal bilimlerde katmerli bir mütercimliğe tanıklık edilmektedir. Dolayısıyla bilimcinin baştan beri söz konusu edilen gerçek dışılık çıkmazı ülkesine ve dünyaya mütercim kalmış olmak nedeniyle Türkiyeli bilimci için daha da şiddetlidir. Türkiye maliye disiplini, özellikle de son otuz yılı dikkate alındığında, hem gerçek-gerçek dışılık geriliminin hem de tercümenin yoğun olarak deneyimlendiği bir cemaattir. Kelimenin bildik manasında bir maliye disiplini cemaatinin4 tecessüm ettiği kurum başlangıçta maliye eğitiminin sorunlarını tartışmak üzere gerçekleştirilen, daha sonra mevcut haline dönüşen Türkiye Maliye Sempozyumu’dur. İlki 1985’te gerçekleştirilmiş 3 Okuyucu iddiaları rahatlıkla iktisat disiplinine de yorabilir. 4 Her ne kadar Thomas Khun tarafından önerilen paradigma kavramı bir disiplin içindeki yüz yüze ilişkileri kapsasa da hem yüzyüzeliğe ve ilişkilerin sürekliliğine hem de bu tür ilişkilerin modern kurumlar olan üniversite ve bilim için daha belirgin bir biçimde ayırt edilmesine olanak tanıdığı için cemaat kavramını tercih ettik. 3 olan sempozyumun 2011 senesinde yirmi beşincisinin gerçekleştirilecek olması, etkinliğin üniversitelerin maliye bölümleri tarafından gerçekleştiriliyor olması ve bir eşinin daha olmaması sempozyuma sunulan tebliğleri Türkiye maliye disiplinin son otuz yıllık deviniminin bir göstergesi kabul etmemizi olanaklı kılmaktadır. Bu kabulden sonra üzerinde karar kılınması gereken bir başka husus maliye disiplini cemaatinin devinimi kavramından ne anlaşılması gerektiği ya da bu cemaatin mensuplarının hareketlerine neyin gösterge kılınacağıdır. Maliye disiplini mensuplarının bizi ilgilendiren eylemleri açık bir biçimde yazıp söyledikleridir. Sorun bunların nasıl kavranacağıdır. Bu soruya yol gösterecek bir sorunsalımız var. Derdimizin genel olarak modern toplumun özelde üniversite cemaatinin bilimciyi içine düşürdüğü gerçek-gerçek dışılık çıkmazınca temsil edilen hegemonya kurucu ikilikler ve bilimsel faaliyetin, bir şeye gerçekte taşımadığı bir vasfın atfedilmesi anlamında, fetişistik bir karakter arz etmesi nedeniyle bilimcinin içine düştüğü anlamsızlaşma (aslında pek çoğu kendisine arzuladığı bir yaşam bağışlanmasının karşılığı olarak anlamsızlaşmayı umursamamaktadır) olduğu hatırlanırsa, cemaatin bir kuramlar şebekesi olarak temayüz edecek disiplini kavramsallaştırma biçimi (gerçeklik algısı) ve politika önerilerinin nüfuz gücünde somutlaşan işlevi sorunsalımızın çerçevesini oluşturmaktadır. Bununla birlikte burada ancak söz konusu kuramlar şebekesini olanaklı kılan ve faillerinin dünya görüşlerince belirlenen gerilimleri, disiplinin dayandığı gerçek-gerçek dışılık ikiliği ve işlevsizliğe temel teşkil ettikleri gerekçesiyle tespit etmeye çalışacağız. Mali olguların toplum tarafından koşullanan varoluşsal gerilimlerinin yarattığı pozisyon alışlar anlamsızlaşmanın görünür olduğu politika önerilerinde somut olarak dışa vurulur. Dolayısıyla son otuz yıl için Türkiye Maliye Sempozyumu tebliğlerini, maliye disiplini cemaatinin mali olguların varoluşsal gerilimlerinde açığa çıkan devinimine referans kabul edip disiplinin gerçek-gerçek dışılık açmazının yapısal nedenlerini somut olarak keşfe çalıştık. Sempozyumun basılı tüm tebliğ kitaplarında yer alan, cemaatin önde gelen isimlerinin çalışmalarını kuramsal gerilimlere temel teşkil eden ideolojik pozisyon alış ölçütüne göre taradık. Türkiye maliye cemaatinin devinimini ele verecek gerilimlerin tespitinin gerektirdiği ön tartışmadan sonra, disiplinin geleneksel bölünmesine uyarak yazının kamu maliyesi ve maliye politikası alanlarını üzerinde yükselttiği gerilimlerin tespitine çalıştık. Sonuç kısmında tespit ettiğimiz gerilimlere ilişkin değerlendirmelerin yanı sıra, bir iş ve nasıl yapıldığı arasındaki ilişkinin önemine binaen gerilimlerin tespiti boyunca tanıklık ettiğimiz yöntemsel tercihlere giriş mahiyetinde değindik. 1. Türkiye Maliye Disiplininin Kuramsal Gerilimlerinin Açığa Çıkarılması için Ön Tartışma Gerçeğin birçok görünümü vardır. Ontolojiler, gerçeğin, farklı insan ve dünya anlayışlarından yola çıkılarak görünümlerinden yeniden türetilme denemeleridir. On sekizinci asrın sonlarından başlatılan iktisat disiplininin yöntemleri kuşkusuz bu tarihten önceki iktisadi olaylara uygulanabilirdirler. Dikkatlerimizi disiplinin başlangıcından sonraki iktisadi olaylara yöneltmemiz de iktisatçıların bizzat deneyimledikleri iktisadi olayları çoğu kez farklı kavramsallaştırdıklarını göstermektedir. Şaşırtıcı olan iktisadi görünümlerden iktisadi ontolojilere pek az gidilmesidir.5 Bunun temel nedeni disiplinin 5 Bunun iki örneğini Marksist İktisat ve Kurumsalcı İktisat teşkil etmektedir. 4 iktisadi mekanizmayı sorgulamak yerine onaylamasıdır. Hâlbuki iktisadi mekanizmanın kırılması nadir rastlanan bir olay değildir. İktisat disiplini, iktisadi mekanizmanın kırılmasının yol açtığı yeni dünyada vücut bulan yeni insan anlayışlarından elde edilen ontolojiler yerine, kırılma ile yeniden kurulan toplumsal güç dengesinin koşulladığı pratik ontolojiye yaslanmaktadır ve kırılma ile ortaya çıkan görünümlerin çeşitliliği iktidar kurucu bu ontolojinin tek yanlılığına halel getirmemektedir. Dolayısıyla iktisat disiplini toplumsal güç dengesinin meşrulaştırıcısı olmaktadır ve disiplinin açığa çıkarma potansiyeli bu dengenin izin verdiği ölçüde hayat bulur, ki bir meşrulaştırıcı olarak görevi çoğu zaman üstünü örtmedir. İktisadi mekanizmanın önemli kırılma anlarından biri olan Büyük Buhran’ın neden olduğu kuramsal kavgaların dahi söz konusu denge ontolojisi çerçevesinde yürütüldüğünü disiplinin bu tartışmalar boyunca yeni bir insan ve toplum anlayışından hareket etmemiş olmasından anlamaktayız. Bunun yerine denge ontolojisinde dışa vurulan toplumsal gerilimlerin aksettirildiği kavramsal çerçeve dönüşümlerine tanıklık edilmiştir. Bu açıdan Keynesgil çıkış paradigmal bir kayma yerine kavram setinde bir değişiklik olarak mülahaza edilmelidir. Benzeri bir kırılmaya II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan uluslararası güç dengesinin koşulladığı iktisadi mekanizmanın asrın üçüncü çeyreğinden sonra tökezlemesi ve uluslararası hegemonyanın biçim değiştirmesi ile sonuçlanan süreçte tanıklık edilmiştir. Bu kırılmadan sonra tesis edilen yeni dengenin yeni liberalizm olarak anılması, yaşananın bir kez daha denge ontolojisinin gerektirdiği kavramsal dönüşüm olduğuna işaret etmektedir. Türkiye Maliye Sempozyumu’nun tam da bir yeniden biçimlenme devresinde başlatılmış olması, disiplinin üzerinde devindiği yapay “temel kuramsal gerilimlerin” açığa çıkarılmasını kolaylaştırmaktadır. Tespitlerimiz bir bakıma Türkiye maliye cemaatinin bu süreci idrak etme biçimlerinin ortaya koyulmasıdır bu nedenle. Yine de maliye disiplinine ilişkin genel bir kanıya sahip olmanın yol gösterici olacağı düşüncesiyle Türkiye’de maliye disiplini hakkında bir ön tartışma yürüttük. Maliye cemaati mensuplarını olmak ve olmamak arasına gerilmiş bir ip üzerinde hareket etmeye mecbur eden maliye-iktisat ilişkisinin netleştirilememesidir. İktisat ve maliyenin ayrıştırılamayan hayat hikâyeleri maliyecileri çoğu kez iktisat içinden söz söylemeye mecbur eder. Bu fikre varmamızda elbette iktisadın özellikle de son dönemde handiyse bütün sosyal bilimleri saran tematik ama daha çok yöntemsel hegemonyası etkilidir. Ancak iş bununla kalmamaktadır, maliye disiplininde düşünce tarihi çalışmaları yok gibidir; bu durum disiplinin, sistematik, bütünsel bir kuramlar şebekesi olarak temayüz etmesini olanaklı kılacak bilgi üretmemesi nedeniyledir. Biçimsel bir devlet kabulünden hareket ettiğinden maliye disiplini, doğasına ilişkin bir fikir sahibi olamadığımız kamunun iktisadi faaliyetini konu edinir. Devletin, birçok disiplininin çalışma alanının kesişme noktası ve kolay kolay içeriklendirilemeyen bir kavram olması maliyenin birçok disiplinle ilişkili olmasına ve kendi kavram setine sahip olamamasına neden olmuştur. Nitekim hemen her zaman maliyenin iktisadın, hukukun, sosyolojinin, işletme iktisadının, tarihin, psikolojinin, muhasebenin, istatistiğin, siyasi ve idari bilimlerin geçişme alanları üzerinde bir konumda olduğu ve disiplinlerarası bir nitelik taşıdığı teslim edilir. Devletin biçimsel olarak ön varsayılmasının getirdiği belirsizliğin yanı sıra, disiplinlerarası olmanın kimi kez öteki disiplinlerde gözlenen uzmanlaşma yüzünden bu disiplinlerin kendi tema ve yöntemlerini maliye disiplinine kaydırması nedeniyle kimi kez ise önem arz eden maliye konularını birtakım kavram 5 değişiklikleriyle kendi alanlarına kaydırmaları nedeniyle yarattığı tematik bir belirsizlik de söz konusudur ([8]: 141-142 ve [74]: 2). Dikkat edilirse her iki durumda da maliye disiplini edilgendir, başka disiplinler maliyeye yöntem ve temalar aktarıp onun temalarını kendi çalışma alanlarına dâhil etmektedirler. Bunun nedeni maliyenin söz konusu belirsizliklerden ve inceleme nesnesinin doğasından kaynaklı olarak kendi özgün kavramsal çerçevesini oluşturamamış olmasıdır. Disiplinin en geniş anlamda inceleme nesnesi olan kamu kesiminin iktisadi faaliyetleri genelde gönüllülük esasına göre değil de kamu hukukuna göre hukuki zor altında yürütülmekte olduğu için ([72]: 42) mali olaylar genel olarak iradi değildirler, zora dayanırlar, öngörülecek sonuçları yoktur ve kuramsallaştırılmaları gerekmemektedir. Oysa iktisadın kuramsallaştırdığı hemen her olay, aşkınlığını mensuplarının diledikleri gibi hareket eden bireyler olmasından alan bir toplumsal çerçevede (serbest piyasa) gerçekleşir. İktisat modellediği birey davranışının toplamda yol açtığı sonuçları açığa çıkaracak kuramsallaştırmalara gider bu nedenle. Yani maliye disiplininin bütüncül bir kavramsal çerçeveye sahip olması inceleme nesnesini yeterince aşkın (denetlenemezbilinemez) kılmasına bağlıdır. Temaları düşünüldüğünde disipline ihtiyaç duyduğu metafizik katı çekirdeği bahşedecek olan, yanıt türetmeye çalıştığı temel soruları kendine özgü devlet/kamu kavramsallaştırmaları ekseninde yeniden formüle etmesidir.6 Ancak daha önce de belirttiğimiz üzere maliye disiplininde devlet biçimsel bir kabul olduğundan en iyi öneri maliye biliminin iktisadi, hukuki, sosyal, siyasi, idari ve diğer yönleriyle bir sentez çerçevesinde düşünülmesi, bu alanlarla ilişkisinin çok yönlü kılınmasıdır ([8]: 142). Bunca belirsizliğin kuşattığı bir disiplinin tanımı, kapsamı ve özerk bir bilim sayılıp sayılamayacağı konusunda kesin bir sonuca varılamaması ([80]: 311) onun ya öteki disiplinlerin kesişme alanı olarak ya da devlet yönetimine öneriler getirmek üzere çalışan bir alan olarak görülmesine neden olmuştur ([110]: 81-82). Bununla birlikte, disiplini saf bilim anlayışına uygun olarak tanımlamak hevesiyle, amacının mali olayların bütünüyle teorik ve objektif açıdan incelenmesi, bunlar arasındaki illî bağların kurulması, varsa ana eğilimlerin, ilkelerin, kanuniyetlerin ortaya koyulması olarak belirlendiği de vakıadır; ayrıca bu inceleme ve belirlemelerin eleştirici bir gözle yapılması gerekliliği tespit edilir ([110]: 82). Biçimsel bir bilim tanımının maliye disiplinine uygulanması olarak bu tarif, daha önce de belirttiğimiz üzere denetlenemeyen/bilinemeyen bir inceleme nesnesini esas alamadığından içeriksiz kalacaktır. İnceleme nesnesini bu doğrultuda yeniden kuramayan disiplin kaçınılmaz bir biçimde kamusal olanı devlet müdahalesi olarak kodlayan neoklasik iktisadın kuramsal ve yöntemsel gölgesine sığınmak zorunda kalmıştır: 6 Maliye disiplinine egemen olan yaklaşımların benimsedikleri devlet anlayışlarına göre sınıflandırılmaları bu iddiamızı doğrular niteliktedir. Buna göre, devleti özgül bir ekonomik ajan olarak gören Kameralist yaklaşıma göre kamu maliyesi bu özgül ekonomik ajanın gelir ve giderlerinin incelenmesini konu edinir. Devletin bu şekli tanımının arkasında çıkar çatışmalarından arî, genel çıkara adanmış, mistik bir devletin olduğu iddia edilmektedir. Devletin piyasaya göre özgün karakterini vurgulayan organik devlet anlayışını benimseyen hukuksal addedilebilecek ikinci yaklaşıma göre kamu maliyesi, piyasaya karşı zorlama ekonomisini mümkün kılan, herkesin ortak çıkarını temsil eden ve kapitalist rejimde giderek gelişen devletin ekonomik faaliyetlerini konu edinir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra etkili hale gelen AngloAmerikan yaklaşım ise, devlet faaliyetlerinin rasyonelini gene piyasa merkezli bir bakış açısından kalkarak açıklamaya çalışacaktır. Devlet piyasaya göre bir istisnayı temsil etmektedir. Bu yaklaşım kamu maliyesi teorisini refah teorisine eklemlemiştir ([80]: 317-319). Dikkat edilirse yalnızca Kameralist yaklaşım için tespit edilen mistik devlet öteki yaklaşımlar için daha genel olarak içeriksizlik niteliği ile temayüz etmektedir. 6 Devletin artan müdahaleciliğini, kapitalist sistemin kendini yeniden üretebilme koşullarının gerçekleştirilmesi meselesiyle ilişkilendirmeyen, devlet aygıtının sosyal, politik ve tarihsel olarak nasıl belirlediğini ve nasıl değiştiğini gözardı eden neoklasik kamu maliyesi anlayışı, iktisat bilimine hâkim olan ideolojinin yayıldığı yeni bir alan olmuştur (…) ([80]: 321). Bu eşitsiz ilişkinin bedeli, neoklasik iktisadın saf bilim olma iddiasının neden olduğu fizikalizmin maliye disiplinine dayatılması olmuştur. Bu anlayış uyarınca kullanılan matematiksel ve istatistiksel araçlarla toplumsal farklılıklar, zaman ve mekân farklılıkları göz ardı edilerek toplumun doğal, kültürel, ahlaki, idari, vb. tüm özelliklerinin toplumun mensuplarının iktisadi ve mali de dâhil tüm davranışlarını etkilediği göz ardı edilmektedir ([82]: 100). Fizikalizm, neoklasik iktisadı inceleme nesnesinin (bireyin iktisadi davranışları, toplumsal iktisadi davranışlar) içerdiği iradiliği pozitif-normatif ayrımı ile aşmaya itmiştir. İnceleme nesnesini pozitif kılabilmek için ise insanı homoeconomicus ile çerçevelemek zorunda kalmıştır. Aslında en geniş anlamıyla insan topluluklarının hareketleri bütünüyle iradilik-gayriiradîlik gerilimi ile koşullanmaktadır. Pozitivist bilim anlayışını benimseyen neoklasik iktisadın pozitif inceleme nesnesini iradi olanı dışlayarak elde etme çabası baskın olarak gayriiradî karakter arz eden birçok iktisadi fenomeni normatif alana hapsedip bunları kişisel tercihler ve ideolojilerle ilişkilendirmesine neden olmuştur. Bu durum, neoklasik iktisadın yeniden bölüşüm gibi mühim yapısallıklar içeren bir alanı normatif alanın konusu kabul etmesine neden olmuştur ([80]: 319). Burjuva iktidarının toplumun devlete eşitlenmesiyle hayata geçirildiği tespit edilmişti. Bu nedenle toplumsal düzeyde bölüşüm iradesine sahip en güçlü aktör devlet kabul edilmek gerekir. Bu eşitlenmenin daha da önemli yanı herhangi bir iktisadi fenomenin bölüşüm ve yeniden bölüşüme temas edilmeden ele alınmasının mümkün olmamasıdır. Bilim olmayı tehlikeye sokacak bu “küçük” sorunun üstesinden biçimsel bir gayriiradîliği garanti eden kaynak tahsisi kavramının öne çıkarılması ile gelinmiştir. Zira kaynak tahsisi ya doğal olarak verilidir ya da içinde devinen bireyler için gayriiradîliği garanti altına alan serbest piyasa tarafından sağlanır; böylelikle de kaynak tahsisi çerçevesinde gerçekleşen her iktisadi olay pozitif kabul edilmek gerekir. Silme bir içeriksizlik, tarih dışılık: modern toplumun olmazsa olmazı olarak tespit ettiğimiz cemaatleri, daha da önemlisi devleti yok sayıyor görünmek. Çelişik bir yok sayma; zira maliye disiplininde ekonomik yaklaşımın neoklasik iktisadın yükselişine koşut bir biçimde baskın hale geldiği son otuz yılda iktisadi teorinin klasik maliye konularına başarı ile uygulandığı, böylece devlet bütçesinin gelir, harcama ve borçlanma araçlarının gelir dağılımı, etkin kaynak tahsisi ve iktisadi istikrar üzerindeki etkilerinin incelendiği tespit edilmektedir ([101]: 5). Çelişik, çünkü iradi iktisadi fenomeni çalışma alanından dışlayan iktisadın yöntemleri sayesinde maliyenin dağılım ve tahsis sorunlarını bilimsel olarak ele alması söz konusudur. Yapılanın keyfi bir biçimde yapılmadığına muhatapların ikna edilebilmesi için iktisadın yöntemlerinin kullanılması gerekir ki bu sayede maliye disiplinine bilim payesi verilmiş olsun: bir bakıma iktisadın “pis işlerinin” usulünce maliyeye gördürülmesi. Öte yanda neoklasik iktisadın bölüşüm sorununu tümüyle “unutarak” ulusal bir ekonominin en büyük aktörü olarak göz ardı edemediği devlete, serbest piyasanın görünmez elinin dönmez olduğu aksaklıklar, arızilikler nedeniyle ihtiyaç duyulduğunu iddia etmesi ([80]: 312), anlaşmaya mecbur olanın maliye disiplini 7 olduğunu göstermektedir.7 Bu çerçevede maliye disiplini bilimselliğin muhafazası için özel ve kamusal kaynak tahsislerinin karşılaştırılması işine memur ediliyordu ([80]: 321). Esasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist blokta egemen olan birikim modeli nedeniyle devletlerin ekonomilerindeki göreli yoğun faaliyetleri8 bu biçimsel kabulü boşa çıkarmıştır. Pratikte maliye disiplinine bu tarihten sonra egemen kılınan “ekonomik yaklaşımla” kamu harcama ve gelirlerinin iktisadi ve sosyal hayat üzerindeki olumlu/olumsuz etkilerinin incelenmesi, gelir-gider yapısına belli ekonomik ve sosyal amaçlara hizmet edecek bir şekil ve yön kazandırılması, teşvik edici vergi politikası ve vergi yükü dağılımı vs. sorunların gündeme gelmesi mümkün kılınmıştır ([72]: 43). Neoklasik iktisadın 1980 sonrası biçimlerinin, dolayısıyla maliye disiplininin bahsi geçen çelişik biçimsel yok sayma pratiği bu uygulamaların hiçbirini ortadan kaldırmış değil, yalnızca disiplin nesnesini çok daha gerçek dışı bir biçimde kavrar olmuştur, toplumsal güç dengesinin koşulladığı ontoloji dâhilinde meşrulaştırıcılık vazifesini sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gittikçe derinleşen ekonomik yaklaşımla Kıta Avrupa’sının hukuksal ve kurumsal perspektifli maliye disiplininin sınırlılıkları da aşılmış oluyordu. Böylelikle hukuk gibi kamu maliyesine içsel bir alanın disiplindeki konumu tartışmalı hale geliyordu. Gündelik olanı düzenleme işlevleriyle hukuk ve iktisat daha önce de belirttiğimiz üzere modern toplumun meşrulaştırıcı kardeş disiplinleridir, öyle ki modern devletin özgün çözümlemelerini sunabilecek maliye disiplini iktisat ve hukukun bir çeşit amalgamı kabul edilir. Burjuva iktisatçıların yapay devlet-piyasa gerilimi çerçevesinde piyasanın öne çıkar göründüğü yeni liberal dönemde devletin geriye düşürülmesi nedeniyle en azından maliye disiplininde hukukun da geriye düşmesi gerektiği yanlış değerlendirmesi mali hukukçuları apolojetik bir pozisyon almaya itmiştir; hem teori hem de uygulamada hukukun hammaddesini ekonomik gerçeklerin ve problemlerin oluşturduğu kabul edilmiş, mali hukuk alanında iktisadi anlayışın önemi teslim edilmiştir ([74]: 9). Özetle, kendisini icra eden bir cemaat olduğu için varlığından şüphe etmediğimiz maliye disiplini, hiçbir zaman inceleme nesnesinin ontolojisine girişmediği için biçimsel devlet anlayışlarını esas almış, bu durum onu öteki disiplinlerle eşitsiz bir ilişki içine girdiği bir disiplinlerarasılıkla (belki de disiplinler arasında kalma ile) karşı karşıya bırakmıştır, hem iktisadın toplumsal güç dengesinin meşrulaştırıcısı olma vasfı hem de devletin toplumsal yeniden üretimdeki rolünün giderek büyümesi ve derinleşmesi nedeniyle bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iktisat disiplini ile istisnai bir ilişkisi olmuştur: iktisadın iradi iktisadi fenomeni dışına atma çabasında maliyeyi kullanması, maliyenin ise iktisadın yöntemlerini kullanarak bilim payesi kazanma çabası. Açıktır ki maliye disiplini cemaatinin tarih yüklü bir kamu tartışması yürütmeden disiplini sistematik bir kuramlar şebekesi olarak belirleyecek tözlere ve bunlardan türetilen kavramsal çerçevelere sahip olması olanaklı değildir. Söz konusu tözleri belirleyecek olan ise somut insan ilişkilerinin ifadesi olan soyut ilişkiselliklerdir. Kanaatimizce içinde devindiğimiz dünyada devlet-toplum kompleksinin maliye disiplini açısından anlamlandırılmasını (mali bir varlık olarak devlet-toplum kompleksi ya da disiplini kurucu töz) olanaklı kılacak ilişkisellikler bölüşüm ve birikimdir. Böylece modern toplumun mensuplarını mecbur ettiği yabancılaşmanın bir parçası olarak Türkiye maliye 7 Devletin kast edilen manada bir serbest piyasayı tarihsel olarak öncelediği vakıadır. 8 Bunun en kaba göstergesi bu dönemde kamu gelir ve giderlerinin GSMH içindeki payının büyümesidir ([97]: 147). 8 disiplini cemaatinin çıkmazlarını kavramaya çabaladığımız çalışmamızın maliye disiplini cemaatini devindiren gerilimleri tespit için gereksindiğimiz ön tartışmasında disiplin hakkında genel bir kanıya varmış olduk. Acaba disiplinin arada kalma halinin yarattığı belirsizlikleri, biçimsel olmak-olmamak gerilimini Türkiyeli maliyeciler nasıl deneyimlemiştir? Korkarız ki mütercimce. En azından 1980 sonrası dönemde Türkiye’de maliye disiplininin iktisat biliminin bir alt dalı, hatta en geri kalmış alt dalı olduğunun kanıksandığı gözlenmektedir ([1]: 102). Öyle ki maliyenin özgül bir disiplin olarak belirmesini temin edecek düşünce tarihi talebi “mali iktisat ve mali iktisadi düşünceler” tarihi alanlarının müfredata dâhil edilmesi olarak dile getirilmektedir ([80]: 327). Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Keynesçilik’in “piç” tabir edilen versiyonu üzerinden maliye disiplininde iktisadi kavram ve yöntemler yaygınlaşmışsa da Türkiye’de yakın zamanlara kadar hukuksal/kurumsal yaklaşımın etkisi ezici bir ağırlığa sahip olmuş ve maliye daha ziyade vergileme olarak anlaşılmış ve okutulmuştur; bu nedenle Anglo-Amerikan yaklaşımın yaygınlık kazanmasında bir hayli gecikildiğinden şikâyet edilir ([80]: 323). Bu hususta belirleyici olan mütercim arifin hangi hegemon dilin etkisinde kaldığıdır. İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD’nin uluslararası siyasal iktisadi sistemin hegemonu olarak çıkması, İngiliz dilinin egemen dil haline gelmesinde etkili olmuş, devlet faaliyetleri iktisat disiplini dâhilinde ele alınır olmuştur ([69]: 64). Türkiye’de Anglo-Amerikan yaklaşıma intibak edilmesinde gecikildiği şikâyeti yeni dilin kurumsal düzeyde idrak edilmesindeki gecikmeye dayandırılmalıdır. Öncesinde hayli uzun süredir tutulan Batılılaşma yolunun dili olan Fransızca’nın hâkimiyeti söz konusudur. Türkiye maliye disiplininin benimsediği yaklaşımlar bu egemen diller tarafından belirlenmiştir. İlk olarak Gaston Jéze’nin temsilcisi olduğu ve hukuk perspektifinin egemen olduğu Fransız maliye disiplinin kuramsal ve betimsel yöntemi benimsenmiştir; bu çerçevede mali kurumların ve olayların özellikle hukuki veçhesi incelenmiştir ([69]: 56-57). Etkili olan bir diğer yaklaşım Nazi zulmünden kaçarak İstanbul’a sığınan Alman bilim adamlarından Fritz Neumark öncülüğünde savaş sonrasına kadar sürdürülen ve mali olaylara sosyolojik açıdan yaklaşan Alman ekolüdür. Bunlar dışında mali olayları marjinalist açıdan ele alan Avusturya ekolü ile kısmen marjinalist kısmen siyasal ve sosyolojik açılardan ele alan İtalyan ekolü Fransızca yazında yer bulduğu ölçüde etkili olmuşlardır ([69]: 65). 1980’den sonra ekonomik yaklaşım disipline büyük oranda egemen olsa da Neumark öncülüğündeki ara dönem dışında Türkiye’de maliye disiplinine gâh hukuksal/kurumsal perspektifli Fransız yaklaşımı gâh ekonomik perspektifli Anglo-Amerikan yaklaşım egemen olmuştur. Yani bu yaklaşımlardan birinin değil de diğerinin öne çıkması kapitalizmin Osmanlı ile temasından beri uluslararası siyasal iktisadi güç dengesinin karakterine göre tayin edilmiştir; bu açıdan çoğu kez gecikmeyle de olsa yazınsal çeviriyi aşan, toplumu kurumları ile kavrayan bir çeviri sürecidir söz konusu olan. Kısacası mütercimlik keyfi değildir. Türkiye’de Batılı manada bilim, kapitalist Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuzu ile ortaya çıkmıştır. Tanzimat Fermanı bir dönüm noktasıdır; kurumsal intibak gecikme ile gerçekleştiğinden fermanın öngördüğü toplumsal yapının gerektirdiği kurumsal dönüşümün bir parçası olarak yükseköğretimdeki, dolayısıyla bilim anlayışındaki dönüşüm kabaca 1860’tan sonra gerçekleştirilmiştir. Tanzimat Fermanı ile başlatılan sürecin 1923’te kemali bulmasını 1930’lu yılların ilk yarısına dek uzanan bir kurumsal intibak süreci takip etmiştir. Kuruluş aşaması ile yeni dünya düzeninin inşa edildiği ikinci 9 savaş sonrasına kadarki çalkantılı dönemde görece bağımsız ve denge siyasetiyle ayakta kalmaya çalışan yarı totaliter rejim, savaş sonrasında “uygar” dünyanın bir üyesi olarak kabul görecektir. Kurumsal intibak bir kez daha gecikmeyle gerçekleşecektir ve 1960’ların ilk yarısını bulacaktır. Türkiye dünya düzeninin 1980’lerde yeniden düzenlenmesi esnasında “uygar” dünyanın bir mensubu olarak üzerine düşeni harfiyen yerine getirmiştir. Kanaatimizce ülke bu kez 1960’la başlayan dönemde kurumsallaştırılmaya çalışılan burjuva devletinin toplumsal idrakini olanaklı kılacak dönüşümü yaşamıştır, yine gecikmeli olarak.9 Türkiye yükseköğretiminin geçirdiği dönüşümler, bahsi geçen kurumsal dönüşümlere koşut bir biçimde, 1860-1933, 1933-1960 ve 1960 sonrası dönemlendirmesiyle ifade edilmektedir; maliye disiplini de büyük oranda söz konusu kurumsal dönüşümlerle biçimlenmiştir. Hattı zatında 1930’lu yıllara dek Türkiye’de sosyal bilimler 1859’da kurulan Mekteb-i Mülkiye, 1864’te kurulan Hukuk Mektebi ve 1883’te kurulan Hamidiye Ticaret Mektebi Âlisi’nde icra edilmiştir ([69]: 51-52). Doğal olarak bu kurumların öğretim elemanları cemaatin büyükleri ve disiplinin şekillendiricileri olmuşlardır.10 Bu ilk dönem hocaların formasyonlarının Fransızca olması 1860-1933 arasında maliye disiplininde, katı bir liberal olan Paul Leroy-Beaulie’nin Traité de la Science des Finances adlı yapıtı dolayımıyla yoğun bir Fransız etkisine neden olmuştur ([69]: 55-56). Bu dönem Fransız ekolünün takipçisi maliye disiplini mali meseleleri sadece hukuki ve siyasi yönü ile betimsel olarak ele almış, ekonomik tahlillere girmemiştir; daha önce de ifade edildiği üzere mali olayları psikolojik-sosyolojik açıdan inceleyen Alman ekolü, iktisat teorisi açısından ele alan İngiliz ekolü, marjinalist teoriden esinlenen İtalyan ekolü, iktisadi yönü ile açıklayan İsveç ekolü Fransızca literatürde yer aldığı ölçüde maliye disiplininde yer bulmuştur ([69]: 57-58). 1933’te Türkiye yükseköğretiminde yaşanan kurumsal dönüşüm ve bu tarihten sonra Türkiye’ye sığınan Fritz Neumark’ın açtığı çığır 1960’a kadar sürecek yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Öncelikle Neumark öncülüğünde mali olaylar hukuki perspektifin dışında ekonomik ve sosyolojik perspektiflerden de ele alınır olmuştur. Mekteb-i Mülkiye’nin Ankara’ya taşınmasından sonra kimi hocalar Fransız ekolünü sürdürmüşler, kimi hocalar ise İngiliz ekolünü benimsemişlerdir ([69]: 58, 59-61). Her ne kadar 1960 sonrasında yaşanan kurumsal dönüşüm ile Anglo-Amerikan yaklaşım maliye disiplininde egemen yaklaşım halini almışsa da bir tarafta mali iktisat esaslı ve kurumsal bir perspektife sahip Fransız ekolü diğer tarafta makroiktisat teorisini esas alıp analitik yöntemleri tercih eden AngloAmerikan yaklaşım hüküm sürmüştür ([69]: 63, 64 ve 68). Toparlayacak olursak, maliye disiplininin ortaya çıkışı ve ritimleri ile kapitalizmin siyasal iktisadi bir devletler kompleksi olarak Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuzu ve 9 Bu soyut çerçeve ülkenin somut deneyimlerini çoğunlukla göz ardı etmeye mahkûm olsa da uluslararası sistemdeki dönüşümler ve ülkenin tecrübe ettiği kurumsal dönüşümlerin örtüşmesini açıklar niteliktedir. 10 İlk dönem maliye disiplini mensupları arasından eğitimini Venedik’te tamamlamış ve 23 yıl Mekteb-i Mülkiye’de maliye müderrisliği yapmış Mikael Portakalyan Paşa, 21 sene Mekteb-i Mülkiye’de hocalık yapmış Mustafa Nail Efendi, Mülkiye Mektebi’nde, Hamidiye Ticaret Mektebi’nde ve Hukuk Mektebi’nde uzun yıllar maliye dersleri vermiş Aynîzade Hasan Tahsin’i, yine Hukuk Mektebi’nde, Mekteb-i Mülkiye’de, Hamidiye Ticaret Mektebi’nde dersler vermiş ve Maliye Mektebi’ni kurmuş Mustafa Zühtü’yü (İnhan), eğitimini Mekteb-i Mülkiye ve Fransa’da yapmış, Mekteb-i Mülkiye’de, Hukuk Mektebi ve İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi’ne dönüşen Hamidiye Ticaret Mektebi’nde hocalık yapmış İbrahim Fazlı Pelin’i ve 1930 öncesinde İstanbul Yüksek Ticaret Mektebi’nde maliye hocalığı yapmış Ömer Celal Suruç’u saymaktadır ([69]: 52-55). 10 sonrasındaki ilişkilerin ritimlerinin çakışması, maliye disiplinini yazınsal açıdan ve ekseriyetle geç kalınan kurumsal intibak açısından mütercim kılmıştır. Bu bağlamda 1980 sonrasında artık dünyada alabildiğine genişlemiş ve derinleşmiş olan kapitalizmin yeniden düzenlenmesi çerçevesinde istihdam edilen yeni neoklasik yöntem ve kavramların dayattığı devleti buharlaştırmaya varan sağ radikalizm ve versiyonları Türkiye maliye cemaati tarafından da benimsenecektir. Böylelikle maliye ve iktisat disiplinleri için tespit ettiğimiz bilimsel kalma (iktisat)-bilim olma (maliye) anlaşması da Türkiye maliye disiplinine tercüme edilmiş oluyordu, meşrulaştırıcılık vazifeleri çerçevesinde yapay kıldıkları kuramsal gerilimler de öyle… Bu gerilimlerin bihakkın ortaya koyulması, kamu maliyesi ve maliye politikası (iktisadın maliye disiplinine empoze ettiği bir ayrım) alanlarında somut olarak belirlenmelerini gerektirir. Bu, Türkiye maliye disiplinini temaları ile kavramaya dönük bir çaba olacaktır ve disiplinin 1980 dönüşümünü idrak etme biçimlerini belirlemede yol gösterici olacaktır. 2. Maliye Disiplininin Kuramsal Gerilimlerinin Belirlenme Alanları: Kamu Maliyesi ve Maliye Politikası Maliye disiplininde anaakım iktisattaki mikroiktisat-makroiktisat ayrışmasının izdüşümü olarak değerlendirilebilecek kamu maliyesi-maliye politikası ayrışmasını, berikinden daha somut ve işlevsel kılacak özgünlükler olduğu kanaatindeyiz. Bir kere makroiktisat anaakım iktisadın devleti (toplumu) analitik çerçevesine dâhil etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkmıştır; öncesinde devlet iktisadi davranışı modellenemeyen, bununla birlikte varlığı inkâr edilemeyecek kadar merkezi bir aktördür. Bu bakımdan makroiktisatmikroiktisat ayrımı iktisat için analitik değil sentetik bir ayrımdır, bu nedenle yeni alanın bir modeller toplamı olarak, bir yerde eklektik bir biçimde ortaya çıkmasına yol açmıştır. İkincisi bu ayrım vukuu bulduğunda devlet iktisadi bir hayvan olarak tasarlanmış değildir, bilakis iktisadi hayvanın işlemez olduğu durumlarda ortaya çıkması öngörülmüştür. Bununla birlikte hem belli bir zihniyet yapısını yaygınlaştırmak üzere hem de cemaatlerin devleti ele geçirdikleri ölçüde onu teşkil ve temsil ettikleri düşüncesiyle iktisadi hayvanın devletin de başat vasfı olduğu görüşü ikinci savaş sonrası dünya düzeninin iflasından sonra geçerlilik kazanmıştır. Bu durumun formel dışavurumu mikroiktisadi yöntemlerin makroiktisadi temalara uygulanması biçiminde olmuştur. Sonuç olarak iktisattaki makro-mikro ayrışması yöntembilimsel ve analitik bir içerikten yoksundur. Buna mukabil maliye disiplinindeki kamu maliyesi-maliye politikası ayrışması, iktisadın koşulladığı kuramsal çerçeve dâhilinde iki alan için de devletin iktisadi faaliyetinin derneşik değişkenlerde ifade bulacak olması nedeniyle makro-mikro ayrışmasının doğrudan bir izdüşümü kabul edilemez. İktisadın baştan beri varsaymadığı ilişkiselliği doğal olarak varsaydığı için maliye disiplininde iktisattaki ayrışmadan mülhem kamu maliyesi-maliye politikası ayrışması somut ve işlevsel olmuştur. İktisadi, mali, siyasi, vs. her eylem birimi, içinde var olduğu dünyayla birlikte modellenmek zorundadır. İçinde var olduğu dünya eyleyen birimi belirlemekle birlikte, birimi kendi kılan özgün belirlenmeyi bizlere apaçık sunmaz. Bu nedenle bir entiteyi kendi kılanın neler olduğu ve içinde kendi olduğu dünyanın nelerce, nasıl terkip edildiğini sormak onu bilmek isteyen bizler için zorunlu sorulardır. İktisat, iktisadi bireyin içinde ne ise o olduğu dünyayı iktisadi bireyin kendisinden ibaret kıldığı 11 için bireyin içinde var olduğu dünya ilişkisel değildir; doğrusu böyle bir dünya yoktur ya da sadece kurgusal olarak var olabilir. Oysa iktisadın öngördüğü biçimiyle iktisadi bir aktör olarak devletin faaliyetleri derneşik değişkenlerde ifade bulabilir ve devletin mikroiktisadi bir aktör olması beklenemez. Bu durum maliye disiplininin kamu maliyesimaliye politikası ayrışmasını yöntembilimsel açıdan, her ne kadar iktisadın makro-mikro ayrışmasından mülhem olsa da, daha somut ve işlevsel kılmıştır. Devleti kendi kılanın ne olduğu ve devletin içinde gerçekleştiği terkibin ne olduğu sorularına verilen yanıtların sırasıyla kamu maliyesi ve maliye politikası alanlarının vasıflarını belirlediği kanaatindeyiz. Türkiye maliye cemaatinin devinimini tematik olarak kamu maliyesimaliye politikası ayrımı çerçevesinde bu anlayışla ele aldık. Kamu maliyesi, aktörü devlet (kamu) olan mali hareketlerin oluşturduğu bütünü inceleme nesnesi kabul eden maliye disiplini alanıdır. Bu analitik belirleme kamu ve mali kavramlarının içeriklendirilmesiyle anlamlı olabilir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla maliye disiplini kamudan devleti anlamaktadır, mali olan ise devlet mülkiyetindeki hareketlere işaret eder; devlet mülkünü arttırabilir yahut eksiltebilir. Bu açıdan kamu maliyesi devleti mali olarak kendi kılan faaliyetleri konu edinir. Hemen her zaman kamu maliyesi alanının devletin gelir ve harcamaları ile iştigal etmesinin hikmeti budur. Bununla birlikte maliye disiplininde iktisadi yaklaşımın bir sonucu olarak kamu maliyesinin çalışma nesnelerine devletin gelir ve harcamalarından iktisadi hayvanın refahının nasıl etkilendiğinin dâhil edilmesi şaşırtıcı değildir. Aslında burada devlet gayet talidir; zira vergi ise vergi, destek ise desteğin belirleyicisi bir plancı, devlet, uhrevi bir güç, vs. olabilir. Sorun biçimsel devlet kabulünün kamu maliyesi için bir kuramsal çerçeveye izin vermemesidir. Söz konusu kuramsal çerçeve iktisattan ödünç alınacaktır. Bu nedenle mali bir varlık olarak devletin tarifleri, dolayısıyla kamu maliyesi çalışmaları büyük oranda betimseldir. Tabiatıyla mali bir varlık olarak devlet uzuvlarıyla bilinmiştir. Örneğin Türkiye’de kamu mali yönetimi birbirinden az çok özerk unsurlarıyla betimlenir ve bunların mali sistemi oluşturdukları düşünülür: merkezi idare, mahalli idareler, sosyal güvenlik kurumları, kamu iktisadi teşebbüsleri, döner sermayeli işletme ve fonlar ([27]: 54). Yani maliye disiplininin yazgısal betimselliği bütünü parçalarıyla belirleme talihsizliğiyle sıkı bir biçimde ilişkilidir.11 Parçalarıyla düşünüldüğü için Türk mali yönetiminin, envanteri yapılmakta dahi zorlanılan, çok başlı, mali müdahale araçları çoğalmış ve dağınık bir yapı arz ettiği iddia edilebilmektedir ([62]: 171). Maliye disiplinini bilim olma arzusundan uzağa düşüren bu sorunların aşılması için gerekli olan, mali sistemi bir ilişkiler bütünü olarak kavramak, açığa çıkarmaktır; ancak bu, bütüne (devlete) ilişkin bir ön kavrayışı gerektirir. Meşrulaştırma vazifesinin gereği olarak söz konusu ilişkiselliği göz ardı etmekle disiplin uzuvlarıyla belirlediği bütünü işlevleriyle kavramak zorunda kalmaktadır: gelir ve harcama. Maliye politikası alanı, devletin çoğu kez en büyük parçası olduğu ve içinde ne ise o olduğu dünya içindeki devinimini konu edinir. Devlet, kendini şekillendiren ve çoğu kez açık bir güç dengesi tarafından belirlenen kurumsal çerçevenin belirginliği ölçüsünde topluma eşit kabul edilmekten uzağa düşer. Kamu, bu belirgin eşitsizliği silikleştirmek üzere anlamlandırılan bir kavramdır. Buna göre devlet tüm toplum adına hareket ettiği ölçüde kamusallaşır. Bu açıdan kamu, devlet-toplum eşitlenmesinin yalanlandığı ve toplumu kuran güç dengesinin koşulladığı kurumsal yapıyı toplum adına kullanan kurucu 11 Talihsizlik midir bilinmez. Zira disiplinin meşrulaştırıcılık vazifesi düşünüldüğünde açığa çıkarma değil de üstünü örtme saikıyla tercih edilir bir belirleme, bilme biçimi olarak da kabul edilebilir betimleme. 12 cemaatlerin hizmetinde bir kavramdır. Bununla birlikte ilginç bir biçimde devletin sadece bir araç olarak kalıcı olması mümkün değildir, kalıcı olabilmesi araçsallaştığı varoluş tertibatından gerilimli bir biçimde özerk olmasına bağlıdır. İşte maliye politikası alanı, devlet-toplum gerilimini biçimsel olarak çözen kamunun, içinde bulunduğu dünyayla/siyasal iktisadi tertibatla bağlarına, genel/derneşik bir yapı arz eden kamunun öteki derneşik yapılarla etkileşimine odaklanmıştır. Siyasal iktisadi bir tertibat olarak dünya içinde kamunun gelir ve gideri vasıtasıyla gerçekleştirilen her eylemin diğer derneşik yapılarla etkileşimi maliye politikasının çalışma alanını teşkil eder. Maliye politikası araçları, diğer toplumsal bütünlerin gelir-gider, dolayısıyla mülkiyet kompozisyonunu etkileyecek doğrudanlığa sahiptir. Devletin, siyasal egemenliğinden kaynaklı olarak, kamu çıkarı adına toplumun gelir-harcama ve mülk biriktirme araçlarına müdahale üzerinden iktisadi olarak belirlendiği alan ise para politikasıdır; bu alanda bölüşüme müdahale dolaylıdır. İki alanda alınan kararlar çatışabilir veya örtüşebilir. Para politikası genellikle en gelişkin biçimini parada bulan sermayenin değerlenme sorunuyla ilişkili olduğundan sermaye sınıfının çıkarları ile doğrudan ilişkilidir, ancak paranın yansızlığı bu ilişkiyi parasal ilişkilerin yarattığı doğal eşitsizliklerin içine gömer. Çoğu kez mecbur olduğu özerkliği muhafaza için dayandığı güç dengesi ile kurulan toplumun unsurlarına daha yansız davranmak namına mülkiyet kompozisyonunda devletin gerçekleştirdiği değişiklikler doğrudanlığı nedeniyle yanlı kabul edilir. Bu nedenlerle kamu müdahalesi ilginç bir biçimde maliye politikası araçları ile sınırlandırılmıştır, sanki para politikası araçları kamu müdahalesine dâhil değilmiş gibi. Böylelikle yapay bir maliye politikası-para politikası gerilimi yaratılmıştır. İktisatçılar bilhassa maliye politikası araçlarının egemen siyasal iktisadi gruplar lehine işletilmesinin sınırlarına gelindiği 1970’lerden sonra maliye politikasının etkinsizliği üzerine yoğun tartışmalar yürütmüşlerdir; her ne kadar bu tartışmalar ikna edici kanıtlara dayanmamışlarsa da teorik bilgilerimizin gelişmesine önemli katkılar sunmuşlardır, olsun ([36]: 16).12 Kanaatimizce doğrudan ve dolaylı olarak iki alanın araçları ile toplumun mülkiyet kompozisyonu değiştirilmektedir ve bu, kamu müdahalesidir. Maliye politikası araçlarıyla yapılan müdahalelerin, etkinsizlik bir yana, yarattığı açık haksızlıkların tek çaresi devletin iktisaden küçültülmesi olarak görülür.13 Ancak pratikte devlet mülkiyetinin, hükmettiği kaynak miktarının küçültülmesi ve piyasanın imlediği devlet dışı alanın genişletilmesi anlamına gelen bu tercihin gerçekleşmesi mümkün değildir, zira genişleyen devlet dışı alanın koordinasyonu, sağlıklı işleyebilmesi ironik bir biçimde genişleyen bir devlet gerektirmektedir. Para politikasının maliye politikasına tercih edildiği 1980 sonrası dönemde bu düşünceyi doğrular nitelikte Türkiye’de kamu gelir ve harcamalarında muazzam bir genişleme kaydedilmiştir ([81]: 169). Buna rağmen partizanca benimsenen bu anlayışla kamu sektörünün gelişmiş ülkelere göre küçük tutulması ekonominin genel olarak verimsiz olmasının, ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalınmasının, bu nedenle sosyal ve siyasal alanlarda da gerekli gelişmelerin 12 Aslında dünya düzenindeki yeniden düzenlemenin gerektirdiği hareketli sermayelerin değersizleşme sorunuyla karşı karşıya kalmaması için para politikasının etkin kılınmasıdır söz konusu olan. Tabii maliye politikasının etkinsizliğine ve para politikasının yansızlığına herkesin (kamunun) ikna edilmesi gerekmektedir. Nitekim Türkiye’de maliye politikasının işlevsiz bırakıldığından, buna karşılık para politikalarının mevcut iktisadi planlarda belirtilen esasların dışına taşırılarak uygulandığından yakınılmaktadır ([103]: 50). 13 Bu anlayış devletin siyasal olarak nihai egemen olması nedeniyle nominal olarak küçültülemez olduğunu göz ardı etmektedir. 13 sağlanamamasının nedeni olarak gösterilmektedir ([99]: 380 ve 407); piyasaların kendi kendilerini düzenleyebilmeleri için sürekli olarak yeniden kurulmalarının gerektirdiği masraflara katlanılamamasının yarattığı sorunlar yani. Bu küçülmenin doğal sınırı devletin siyasal iktisadi egemenliğidir. Türkiye’de partizanca ve afakî bir biçimde benimsenmiş bu küçülme anlayışı doğal sınırlarına 1990’da ulaşmış ve bu tarihten sonra kamu kesimi giderek büyümüş, gelişmiş ülkelerde 1960’lı yıllarda deneyimlenen kamu kesimi büyüklüğüne erişmiştir. ([99]: 384). Hattı zatında devletin küçültülmesi arzusu kaynağını, bir talep yönetimi rejimi olan eski dünya düzeninin sermayenin değersizleşme sorununu kamu harcamaları ile aşmasının –birikim rejimi değiştiğindengereksizleşmesinde bulur. Demek oluyor ki devlet, sosyal refah harcamaları olarak kodlanan talep harcamalarının (bu müdahalelerin de devletin koordinasyon işlevine dâhil olduğuna dikkat edilsin) ortadan kaldırılması oranında küçültülecektir. Sosyal refah devleti uygulamalarının son bulmasından en fazla muzdarip olanın orta ve alt sınıflar olması bu fikrimizin temel dayanaklarındandır. Aslında bu tartışmalarla, toplumun varoluşsal gerilimi yapay piyasa-devlet antagonizmasının üzerinde temellendirilerek devlet-piyasa kompleksi sürekli kılınmaya çalışılmaktadır. Hem kamu maliyesi hem de maliye politikası alanlarına ait olguların olanca açıklığı ile ortaya koyulması, çoğu, zorbalığın gizlenmiş hali olan kurumsal uygulamaların sonucu olan yapay gerilimlerin açığa çıkarılmasına ve somut kurum ve grupların eylemlerinde gerçekleşen somut gerilimlerin ortaya koyulmasına bağlıdır. İnsan özgürleşmesi ile doğrudan ilişkili bu elzem görev, (burada Türkiye maliye disiplini cemaatinin devinimi çerçevesinde) kamu maliyesi ve maliye politikası alanlarında bu yapay gerilimlerin ne ölçüde istihdam edildiğini açığa çıkarmaya dönük bir ön tartışmayı gerektirmektedir. Bu tartışma, kuşkusuz, söz konusu yapay gerilimleri kendileriyle tartmamızı olanaklı kılacak, onları bütün içindeki işlevleriyle kavramımızı olanaklı kılacak ilişkiselliklerin esas alınmasıyla mümkündür: bölüşüm ve birikim. Her ne kadar kamu maliyesi alanı için bölüşümü, maliye politikası alanı için ise birikimi yapay gerilimlerin açığa çıkarılmasını olanaklı kılacak kavramlar olarak tespit etmiş olsak da bu kavramların, disiplinin inceleme nesnesi olan devletin mali faaliyetlerindeki özgün birliktelikleri nedeniyle, iki alan için de belirleyici oldukları düşüncesindeyiz. 2.1. Kamu Maliyesinin Kuramsal Gerilimleri: Bir Çıkış Yolu Olarak Bölüşüm Kamu maliyesi, devleti mali olarak belirleyen, onun bu çerçevede bir yapı olarak temayüz etmesini sağlayan eylemler bütünüdür. Bu eylemlerin genellenebileceği iki kategori, gelir ve harcamadır. Türkiye’de devletin fonksiyonlarındaki tıkanmanın nedeni olarak tespit edilen mali krizin kamu harcamalarını finanse edecek gelirin toplanamamasına bağlanması ([53]: 18-21), genel olarak krizin bir yapının (burada kamu maliyesi) özünü ele verdiği düşünüldüğünde, devletin gelir ve harcamalarının kamu maliyesini çerçevelediğinin kanıtı olarak düşünülebilir. Bununla birlikte, devletin gelir ve harcamaları alelade gelir ve harcamalar olarak görülmemelidir. Devlet gelir ve harcamalarını nihai siyasi egemen olarak yapar, bunun bir gereği ve sonucu olarak en büyük mülk sahibidir. Bu nedenle devletin gelir ve harcamaları, egemen olduğu coğrafyadaki iktisadi kaynaklar üzerinde hak iddiası anlamına gelen kaynak tahsisine müdahale sayılmaktadır. Bu çerçevede piyasanın kendiliğindenliğine müdahale olarak 14 görülebilecek her çeşit tekele şiddetle karşı çıkılmasında siyasal egemenlik, iktisadi etkinlik saikını nihai olarak bastıracaktır. Devlet herhangi bir iktisadi tekel değildir, toplumu kuran ahlakın normlaştığı siyasal egemenlik ilişkilerinin gerçekleştiği kurumsal yapıdır. Bu ahlak kendinden menkul olmayıp tarihin bahsedegeldiğimiz gerçek kişi ve gruplarının genellikle çatışma halini alan ilişkilerinin sonucudur. Sürekli dönüşüm halinde olan kurucu ahlak sayesinde gerçekleşen toplumla, rıza-zor skalasının farklı noktalarında yer alan insan ilişkileri gerçekleşme imkânı bulur, yani siyasal olan olanaklı hale gelir. Devlet siyasal olanın insanlık tarihindeki bir momentidir ve toplumu kuran ahlakla koşullanır. Kurucu ahlakı biçimlendiren güç ilişkilerinin, tarafları güçleri oranında egemen kılabilmesi tarafların güçlerince dayatılan bir dengenin kurulabilmesine bağlıdır ve bu denge söz konusu ahlakın bir momentinin sabitlenmesini, normlaştırılmasını sağlar. Böylelikle devlet kurucu güç dengesi ile hayat bulan siyasal egemenlik ilişkilerinin gerçekleştiği kurumsal yapı olmuş olur ve toplumu kurucu niteliği haiz olur. Bu nedenlerle devlet kaynak tahsisine müdahil herhangi bir mülk sahibi kurum olarak düşünülemez. Kaynak tahsisi somut olarak siyasal egemenlikle ilişkisi içinde toplumu kuran ahlaka dâhildir. Doğal olarak devletin mali eylemleri olarak gelir toplama ve harcama yapma, toplumsal güç dengesi dâhilinde gerçekleşir. Modern devletin, toplumu bütünüyle saran, karmaşık ve dev bir aygıta dönüşme eğilimi, onun nihai egemen niteliğinin, siyasal olanla birlikte modern toplumu belirleyen öteki önemli veçhe olan iktisadi olan üzerinden gerçekleştirilmesini zorunlu kılmıştır: Son kertede siyasal karakteri haiz devlet modern dönemde bu vasfını iktisadi süreçleri yoğun bir biçimde kullanarak gerçekleştirmektedir. Burjuva devletin toplumla özdeşleşme, toplumu sarma ihtiyacı, siyasal olanın iktisadi süreçler içine sızmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle ve kamu kavramının muğlâklığı sayesinde siyasal tercihler piyasa anonimliğinin içinde görünmez kılınmaktadır. Böylece hemen her zaman burjuvazinin bir talebi olan devletin küçültülmesi talebi çok daha anlaşılır olmaktadır. Piyasa anonimliğince tüketilemeyen devletin iktisadi faaliyetlerinin kamu kavramı ile ilişkilendirilmesi hukuk sayesinde olur. Devletin kamu yararı gözetilerek gerçekleştirilen gelir ve harcamalarının bütçe kanunu ile yasalaştırılması toplumdan devralınan egemenliğin toplum yararına kullanılması ile gerçekleştirildiği için gelir ve harcamalar kelimenin dar manasında siyasal olandan arındırılmış olur. Karar alma süreçleri teknik (normatif) bir karakter arz eden hukuksal süreçlere indirgendikçe siyasaldan arındırılmış olur. Modern devlette hem karar alma süreçlerinin hem de toplumsal düzeni kuran güç ilişkilerince belirlenen gelir ve harcamalarla gerçekleşen kaynak tahsisinin kamusallık kazandığı süreç bütçedir. Bu bakış açısıyla hayli meşguliyet yaratan plan-piyasa tartışmasının nafile olduğu anlaşılmaktadır. Kaynak tahsisinin kendisine içsel olduğu iradi (siyasal) bir yapı olarak devlet bu işlevini ne ölçüde piyasaya bırakacağını da planlar. Bu ölçü, kurucu güç dengesini sürekli kılmak üzere belirlenir. Örneğin gelişmekte olan ülkelerde ekonominin genel dengesinin sağlanması ve kalkınma için sürekli teşvike yönlendirici bir planlamanın olduğu, bununla birlikte kaynak dağılımının piyasa mekanizmasıyla sağlandığı tespit edilmektedir. Bu çerçevede duyarlı bir fiyat mekanizması için fiyat kontrollerinin kaldırıldığı, emeğin marjinal verimliliğine göre ücretlendirilmesinin, faiz hadlerinin para ve sermaye piyasalarında gerçekçi bir biçimde belirlenmesinin, KİT’lerin piyasa kurallarına göre çalışmalarının sağlandığı ve devletin küçültülmesi amacıyla özelleştirmelere gidildiği, ayrıca yatırım politikası değiştirilerek 15 devletin daha çok altyapı yatırımları yapması yolunun benimsendiği ifade edilmektedir ([65]: 191-192). İronik bir biçimde kaynak tahsisinin piyasaya ne ölçüde bırakılacağının planlanmış olduğu ifade edilmiş oluyor. Kamu maliyesini belirleyen gerilimler, kamunun mali eylemlerinin ifadesi olarak bütçeyi, bütçe araçlarını ve karar alıcıları belirleyen gerilimler tarafından karakterize edilirler. Örneğin Türkiye için önerilen bir kamu maliyesi reformunun bütçe birliğinin sağlanmasını, karar alma süreçlerini etkin kılacak ne aşırı merkeziyetçi ne de dağınık bir kamu mali yönetiminin hayata geçirilmesini, iç borçlanma gereğini düşürecek politikalar uygulanmasını, KİT’lere negatif ya da pozitif transferin ortadan kaldırılmasını içermesi salık verilmektedir ([79]: 20-21). Görüldüğü üzere bütçe, karar alıcılar ve bütçe araçlarında değişiklikler önerilmektedir. Toplumu kuran kavganın birer göstergesi olan bu kavramlar, kamu maliyesinin yapay gerilimlerinin gerçekleştiği eksenler olur. Kamu kesimi genel dengesi-merkezi hükümet bütçesi ayrılığı, bütçe dışı kalemler, yerel yönetim-merkezi yönetim gerilimi, açık bütçe-denk bütçe gerilimi bu gerilimlerden bazılarıdır. Devletin gelir ve harcamalarının herkes için kılındığı bütçe sürecinden gelir ve harcamalara doğru gidildiğinde ulaşılan ilişkisellik yansız kaynak tahsisi kavramında ifadesini bulur. Bu kavramın bölüşüm kavramındaki iradiliğin üstünün örtülmesi için kullanıldığını daha önce tespit etmiştik. Kamu maliyesi düğümünün gelir ve harcamalarda ve bunları ilişkilendiren kaynak tahsisinde çözüldüğünü, söz konusu yapay gerilimleri esas alarak somut durumu tespit etmeye çabalayan çalışmalardan da çıkarsamaktayız: Türkiye’de enflasyon, bütçe açıkları ve bedavacıların mükellef sayısını aşmasından kaynaklı mali disiplinsizliğin kamu sektörüne fiyat mekanizmasının yerleştirilerek çözülmesi önerisi ([4]: 180) ya da 12 Eylül askeri yönetimi sırasında kamu harcamalarının daraltıldığı, vergilerin yükseltildiği, ücretlerin bastırıldığı, sonrasındaki Anavatan Partisi iktidarı sırasında ise yüksek gelir grupları, iş âlemi ve rantiyeler için vergi indirimlerine gidildiği tespiti ([113]: 65). Türkiye maliye cemaatinin kamu maliyesini belirleyen bu çerçeveyi nasıl kullandığına daha ayrıntılı bir bakışın, üzerinde durduğumuz yapay gerilimlerin belli başlılarının tespiti ve bunların temel gerilim olan bölüşümle ilişkisini ortaya koymak için gerekli olduğunu düşünüyoruz. Genel olarak kamu hizmetlerinin karşılanması için zorla ve karşılıksız olarak alınan ekonomik değer olarak tarif edilen verginin, Türkçe’de vermek fiilinden türetilen bir kelime ile ifade edilmesi, en genel biçimiyle topluma denk kabul edilen kamu kavramının devleti karşılamak üzere kullanılması nedeniyledir. Devleti toplumun (kamunun) her bireyinin eşit bir biçimde oluşturduğu bütün olarak tasarlayan burjuva düşüncesinin çözmek zorunda olduğu temsil sorunu devlete temas eden her meselede derinden hissedilir. Görünen o ki burjuvazi temsil sorununu parlamenter demokrasiyle çözmüştür: hukuksal (formel) olarak eşit bireylerden oluşan toplumun her bireyinin eşit olarak temsil edilmesi. Tarih bu biçimsel kabullerin ötesindedir elbette. Somut kişi, grup ve kurumların gerilimli ilişkilerinin kimileri için kabul edilebilir (egemenler), kimileri için de kabul edilmek zorunda kalınan (tabi olanlar) bir dengeye oturtulması ile gerçekleşen toplum için dengenin sürdürülmesi, siyasal egemenliğin koşulladığı temsil mekanizmasının eşitlikçi, kamusal olduğuna herkesin ikna edilmesiyle mümkündür. Genel oy hakkı, devinim halindeki toplumların barındırdığı eşitsizliklerin gizlenmesini olanaklı kılan bu mekanizmanın odağındadır. Burjuva demokrasilerinde genel oy hakkı ile siyasal olarak kendi kaderlerini tayin ettiklerine inandırılan yurttaşlar topluluğu, devletin kamu 16 olduğuna da inanmış olurlar, kamu hizmetleri görülsün diye gönüllü olarak vergi öderler. Yani devlet vergi almaz, yurttaş verir. Bununla birlikte devlet vergi koyar ve yurttaş vergi kaçırır, vergiden kaçınır, bedavacılık yapar. Vergi kaçırma, vergiden kaçınma, bedavacılık kimselerin vergiye gönüllü olmadığının göstergeleridir. Öyle ki burjuva demokrasilerinin en sorunsuz işlediğine inanılan ülkelerde vergi kaçırma ağır bir biçimde cezalandırılmaktadır. Bu durum, burada ele aldığımız biçimiyle kamunun aslında bir inşa olduğunu göstermektedir. Siyasal egemenlik mekanizmasının kamuya biçimsel olarak dâhil ettiği seçmen, kamuya esasen mükellef olarak dâhil olur. Bunu devletlerin örnek yurttaşlar olarak en çok vergi ödeyen yurttaşları göstermesinden de anlıyoruz. Yurttaş ise devletten hesap sormayı hemen her zaman vergi ödemekle temellendirir. Yani, modern devletin kurucu unsuru yurttaş değil, mükelleftir. Gerçekte siyasal egemenlik mekanizmasının temel unsuru olarak devletin (politika yapıcı olarak hükümetin) dikkate aldığı yurttaş, seçmen ya da potansiyel seçmendir. Bir sonraki adım her seçmenin mükellef olması gerektiği düşüncesidir. Mükellef sayısını aşan seçmen sayısının toplumun bedavacılarını teşkil ettiği ileri sürülür. Örneğin Türkiye’de gelir vergisi mükelleflerinin seçmenlere oranının yaklaşık 1/4 civarında olduğu, buna göre Türkiye’de seçmenlerin 3/4’ünün bedavacı olduğu tespit edilmektedir ([4]: 172). Yurttaşın seçmene eşitlenmesi, bahsedilegelen güç ilişkilerinin yarattığı kendiliğinden eşitsizliklere rıza gösterilmesini olanaklı kılar. Fakat kişiyi maddi düzeyde kavrayan rıza, seçmenin mükellefe eşitlenmesi ile mümkündür. Ancak bu düşüncenin savunucularının biçimsel toplum algıları modern devletin yurttaşı siyasal egemenlik rejimine razı etmede eşitsizlikleri varsaydığını görmelerini engelliyor. Biçimsellik tercihinin meşrulaştırıcılık işlevinden kaynaklı olduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Ayrıca seçmenin mükellefe eşitlenmesi gayreti, toplumsal güç dengesinin maliyetlerinin dengenin mimarı toplumsal unsurlar dışındaki yığınlara yıkılması amacıyla herkesi eşit biçimde kavrayan bir vergi sisteminin geçerli kılınması içindir: bedavacılığı ortadan kaldırmak namına sistemik bir bedavacılığın hayata geçirilmesi. Dolayısıyla vergi kaçırma, vergiden kaçınma, bedavacılık istisnai olmayıp kuraldırlar. Nitekim Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde seçmen çoğunluğunun vergi mükellefi olmadığı teslim edilir; ne de genel vasıtasız bir vergi sistemi oluşturulabilmiştir ([4]: 171). Sonuç olarak burjuva siyasal örgütlenişinin özgün temsil mekanizmasının yeniden üretilmesinin hizmetinde bir bedavacılık tartışması yürütülmektedir. Bedavacılık sorunun üzerine kurulu olduğu yapay gerilim ise seçmen-mükellef örtüşmesidir. Kamu hizmetlerinin karşılanması için karşılıksız ve zorla alınan vergilerin (sürekli borçlanamayacağına göre yahut mutlak tekel olmak zorunda kalacağı piyasanın bir aktörü olamayacağına göre başka çaresi de yoktur devletin) gelir (kaynak) dağılımını – aktörlerinin rızasıyla gerçekleştiği için adil kabul edilen- piyasa çözümünü bozucu yönde etkilemesi bir başka meşruiyet sorununu doğurur: Gelir (kaynak) dağılımını bozmayacak vergi var mıdır? Vergiler genelleştiği ölçüde gelir (kaynak) dağılımını bozucu etkilerinin önüne geçilemez olur. Öte yandan spesifik vergiler salmanın da bir sınırı vardır, herkese ayrı vergi uygulanamaz. Dolayısıyla belirli kısıtlar altındaki aktörlerinin açıklanmış tercihlerini maksimum etkinlikle yerine getiren serbest piyasa mekanizmasıyla gerçekleşen gelir (kaynak) dağılımını bozmayacak vergi yoktur. Bu analizin çözümsüzlük üretmesinin nedeni herkesin halinden memnun olduğunu varsaymasıdır. Mevcut güç ilişkilerinin içerdiği eşitsizlikler serbest piyasa düzeniyle muhafaza edileceğinden, halinden memnun olanlar mevcut gelir (kaynak) dağılımının güçlerine güç kattığı 17 kesimlerdir. Sorunun piyasa gibi kör bir karar alıcı tarafından çözülmek istenmesi ise bir kez daha toplumun sahip olduğu kaynakların adil dağıldığına yurttaşların ikna edilmesi amacıyladır. Böylece yurttaş sonuca bakıp “Bu kimin hukukudur?” diye sorduğunda alacağı yanıt hazırdır: herkesin ya da hiç kimsenin. Bu kurgu burjuva siyasal egemenliğinin üzerinde yükseldiği ikinci körlüktür. Diğeri Roma mitolojisinin adalet tanrıçası Justitia’nın yansız davranması için gözlerinin bağlanmasıyla ortaya çıkar. Ancak yurttaşı hakkını aldığına ikna eden yansız (kör) piyasa mekanizmasının kör olması arzulanır şey değildir, zira piyasada herkes önünü görmek ister. Bu nedenle her zaman en iyi sonucu veren piyasanın görünmez eli metaforu, onun adilliğini ve etkinliğini ifade etmek üzere kullanılır. Bütün mesele kişiyi ikbalini gerçekleştirecek araçlardan ayrı koymamak, hareketlerinde serbest bırakmaktır. Bu serbesti ile açığa çıkacak rekabet, herkesi yaptığı işten memnun edecek tanrısal görünmez elin tecessüm etmesidir. Bu nedenle piyasanın işleyişine karışılmamalıdır. Ne var ki serbest piyasa aktörleri için rekabet kaçınılmaz bir biçimde hayat memat meselesi halini alır, toplumu kurucu güç dengesini tehlikeye sokacak denli. Devlet bu tablonun muarız unsuru değil, mimarıdır. Rekabetin dengeyi bozduğu her durumda dengeyi yeniden kurar. Rekabetin kurucu dengeyi aşındırması tehlikesi bir başka yapay gerilimi gerektirmiştir: serbest piyasa ve düzenlenen piyasa arasındaki gerilim. Genel olarak piyasanın devlet tarafından düzenlendiği savunulduğundan ilginç, belki de stratejik, bir biçimde gerilim piyasa-devlet gerilimine tahvil edilmiştir: doğal eşitsizliklerin muhafaza mekanizması olarak piyasaya karşı herkes için bir yapı olarak devlet. Hâlbuki devlet de kurucu güç dengesiyle yapısallaşan eşitsizliklerin muhafazası için vardır. Gerçekte mesele gelirin nasıl bölüşüldüğü noktasında düğümlenmektedir ve ne devletin ne de piyasanın mevcut güç ilişkilerini egemenler aleyhine değiştirmesi vakıa değildir. Bununla birlikte kimlerin kazançlarının vergilendirileceği, götürü vergiler alınıp alınmayacağı benzeri konularda piyasa ekonomisi yanlısı ve karşıtı kurumlar arasında tartışmalar yürütülür, ayrılıklar baş gösterir; tıpkı 1960-1970 döneminde Vergi Reform Komisyonu ile DPT arasında gerçekleştiği üzere ([68]: 22). Gerilimin unutulduğu da olur. Kamu müdahalesinin piyasanın etkinlik ve adalet aracı olan rekabeti bozmadığı durumlar genel olarak kaynak dağılımının kurucu unsurlar lehine değiştiği durumlardır. Örneğin Türkiye’de rekabetçi bir piyasa ekonomisinin militanca hayata geçirilmeye çalışıldığı 1980 sonrasında vergileme gelir dağılımını bozucu yönde etkili olmuştur ([94]: 11-12). Dönemin başında gelişmiş ekonomilere benzer biçimde vergi dilimlerinin sayısı ve bu dilimlere uygulanan vergi oranları arttırılmış, ancak dönem boyunca dilim sayısı sabit tutulup vergi oranları düşürülmüştür. Ayrıca 1985’te çoğu kişinin gerçek bir reform olarak gördüğü katma değer vergisinin uygulanmaya başlaması ile ([112]: 11) yurttaş, vergi gelirlerini garantilemek üzere, hakikaten mükellefe eşitlenmiş oluyordu. Bütün kamu müdahaleleri piyasa güçlerinin geliştirilmesi, gelişmesi içindir; her şey daha rekabetçi, dolayısıyla daha etkin bir ekonomi içindir. Örneğin dış ticaretten alınan gümrük vergileri ve ticaret kotalarının önemli ölçüde düşürülmüş olması Türk ekonomisini daha rekabetçi bir yapıya kavuşturarak etkinliğini artıracaktı ([65]: 192). Demek ki piyasa-devlet gerilimi eğilim değil, bir inşadır. Piyasa iddia edildiği üzere kendini düzenleyememektedir, devletin sağlıklı işleyebilmesi için hazırladığı tertibat içinde var olur. Piyasa güçlerinin ikbali ve vergi salma zorunluluğu arasına sıkışmış kamu maliyesi tali gerilimlerle karşı karşıya kalır. Bunların tümü, yurttaşları, teslim oldukları siyasal 18 egemenlik mekanizmasını sürekli onaylamaları için icat edilmiş piyasa-devlet geriliminin saygın bir tarafı olmak şerefine nail kılan tartışmalardır ve şu sorudan türerler: Sağlıklı bir piyasa mekanizması için devletin gelir düzeyi ne olmalıdır? Doğal olarak devletin gelir düzeyi, bu düzeyin tutturulması için uygulanan vergiler, vergi sistemi, vergi yükü, vb. birer tartışma başlığı olarak belirir, pek tabii devlet-piyasa gerilimi dâhilinde. Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçişle Cumhuriyet döneminin en büyük vergi reformunun aynı döneme denk gelmesi, mükellefin burjuva toplumunun siyasal egemenlik mekanizmasının odağında olduğu düşüncemizi doğrular niteliktedir. Zira 1949’da kabul edilip 1950’de yürürlüğe sokulan reformla bütün sınıfları kapsayan bir gelir vergisi uygulamasına geçilmiştir ([68]: 15); dolaysız ve herkesi kapsamaya dönük bir vergi. Fakat reformla ne optimal hasıla sağlanabilmiş ne vergi yükü adil dağıtılmış ne de iktisadi kalkınmaya dönük bir vergi sistemi oluşturulabilmiştir ([68]: 18). Bu sonuncusu öteki iki sorunu açıklayıcı olması açısından özellikle önemlidir. Türkiye burjuvazisinin tarihten devraldığına inandığımız talanla birikim karakterinin, en yalın haliyle daha geniş ölçekte birikim olan kalkınmayı göz ardı etmesinde etkili olduğunu düşünüyoruz. Kanaatimizce kalkınma için gerekli kurumsal çerçevenin oluşturulmasına yetmeyen devlet geliri ve daha çok ücretler üzerine binen vergi yükü Türkiye burjuvazisinin savurganlığı nedeniyledir. Bu nedenle hükümetlerce bir türlü yükseltilemeyen vergi gelirleri kronik kamu açıkları sorununa neden olmakta ([111]: 23) ve azgelişmişlik yeniden üretilmektedir. Gelir vergisi ile sağlanamayan gelir, kişilerin gelirlerine bakılıp ne kadarının devlete verildiğinin tespit edilmesi nahoşluğunu ortadan kaldıracak katma değer vergisi ile sağlanmaya çalışılmıştır. Nitekim gelişmekte olan ülkelerin vergi gelirleri ağırlıklı olarak dolaylı vergilerden oluşur ([90]: 56). Alabildiğine genel14 ve biçimsel bir eşitlik kabulünden hareketle uygulanan dolaylı vergiler güç eşitsizliklerini sürekli kılıcı ve gizleyici niteliktedir. Kılıf hazırdır: büyüme ve etkinlik ([90]: 57). Piyasaya daha eşitlikçi bir müdahale olduğu için daha az bozucu nitelikte olduğu düşünülerek tercih edilen dolaylı vergilerin düşük gelirliler aleyhine gelir dağılımını bozduğu açıktır. Büyümenin ve bu yolda kullanılacak kaynakların heba edilmemesi anlamında etkinliğin, gelir dağılımını birikimli olarak düzelteceğine olan inanç durumu görmezden gelmeyi olanaklı kılıyor olsa gerek. Dolaylı vergiler yoluyla kamu gelirlerini arttırmadan sonraki seçenek borçlanmadır. Hem özerkleşme potansiyeli taşıyan merkezkaç güçlerin denetimi hem kendini besleyen büyüme süreci hem de temelde uluslararası güç dengesinin gerektirdiği kalkınma modern devletin egemenlik sorununu derinleştirir ve devlet büyür. Uluslararası arenada burjuvazileri ile temsil edilen devletler vergiye ilişkin tercihlerini gelir dağılımını bu sınıf lehine gerçekleşecek biçimde şekillendirip toplumsal alanda ciddi tahribatlar pahasına çoğu kez vergili finansmanı tercih etmemektedirler ([109]: 550). Bununla birlikte borçlanmanın da sınırı yok değildir. Bu kez kamu harcamaları maniple edilecektir. Devletin, ülkesindeki nihai siyasi egemen olması onu, kendisinin de dayandığı kurucu güç dengesinin, nihai sınırını oluşturduğu bir tasarruf yetkisi ile donatır. Bu yetki devleti herhangi bir aktörden çok daha fazla elinde olmayanı harcama kapasitesine kavuşturur. Dolayısıyla kamu harcamaları, gelir (kaynak) dağılımını kamu gelirlerinden daha büyük 14 Belirli gelir gruplarına özel dolaylı vergiler uygulanmasına şiddetle karşı çıkılır. Örneğin yakın geçmişte Türkiye’de daha çok yüksek gelir grubundan yurttaşların satın alabileceği yüksek motor gücüne sahip otomobillere yüksek oranlı trafik vergisi uygulanması düşünülmüş, bu grupların şiddetli itirazları uygulamanın düşüncede kalmasına neden olmuştur. 19 çapta belirleme potansiyeline sahiptir ve bu potansiyel genellikle de açığa çıkar. Harcamaların temel saikı devlet-toplum kompleksini mevcut dengeleri muhafaza ederek sürekli kılmaktır. Devlet-toplum kompleksinin sürekli kılınması bir beden olarak devletin muhafazasını sağlayacak harcamaların, birikimin daha geniş ölçekte yapılmasını sağlayacak yatırım harcamalarının ve güç dengesini sarsacak çalkantıları engelleyecek transfer harcamalarının yapılmasına bağlıdır. Gelirin nasıl dağılacağı karar alıcıların kamu harcamaları tercihlerine bağlıdır; pek tabii kurucu güç dengesi bu tercihlerin mutlak kısıtıdır ve harcama kompozisyonun belirlediği kaynak dağılımı ekseriyetle güç dengesinin varsaydığı eşitsizliklerce belirlenir. Birikimin sürekli genişleyen bir ölçekte gerçekleştiriliyor olması, toplumsal yeniden üretim temelinde elbette bu yönde yapılacak müdahalenin birikim olmadan yapamayacaklar lehinde olmasını gerektirir: Burjuvasız olamayacak burjuva toplumunda bütün öncelikler burjuvalar hizmetine koşulacaktır. Vergi alınmayacaksa korporatist bir zihniyetle işveren olarak kodlanan burjuvadan alınmaz, burjuvaya yapılacak harcamalardan feragat edilemez, vs. Nitekim kronik kamu açıkları, vergilerin tüketim tabanlı genelleştirilmesi ve toplam talep yönetiminin gerektirdiği talep harcamalarında kesintilere gidilmesi gibi uygulamalarla çözülmekte ve ayrıca vergilendirilemeyen rezervlerin vergilendirilmesi yerine borçlanmaya gidilmektedir. Bu çerçevede borçlanma vergilendirilemeyen kesimlere kaynak transferi halini alır. Bütçenin yıllık bir kanun olması nedeniyle Türkiye’de kaynak transferinin yoğunlaştığı 1980 sonrasında harcamacı kapasitenin arttırılması için bütçe dışı fonlar ihdas edilmiştir. Piyasanın genişletilip derinleştirilmeye, kamu kesiminin küçültülmeye çalışıldığı bu dönemde bilakis kamu harcamaları arttırılmıştır. Devletlerin, ekonomilerinin en büyük iktisadi aktörleri olmaları büyük oranda en büyük talep edici olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu açıdan genişleyen ve derinleşen bir piyasa savunusu, bu nispette genişleyen ve derinleşen bir devlet de gerektirir. 24 Ocak 1980’de ilan edilen kararlarla dışa vurulan politika tercihleri kamu kesiminin küçültülmesi ve piyasalara müdahalenin azaltılması yönünde olsa da verimsiz kamu işletmeleri ve sosyal amaçlı harcamaların büyümesi nedeniyle artan kamu harcamaları ([67]:238), genişleme ve derinleşme namına semirtilen piyasa unsurlarının büyük bir talep ediciye ihtiyaç duymaları nedeniyledir. Derinleşen ve genişleyen piyasalar olarak kodlanan Türkiye burjuvazisini ihya etme çabalarına kamu müdahalesi olarak itiraz edildiği vakıa değildir. Bu bağlamda 1984’ten sonra vergi almak yerine borç almak kolaycılığına sapılmasının ve piyasanın ihtiyaç duyduğu dinamik, büyük talep edicinin devlet tüzel kişiliğinin parçalanmasına neden olarak kamu maliyesini yönetilemez kılan bütçe dışı fonlarla sağlanmasının ([62]: 174) kamu müdahalesinden sayılmaması anlaşılırdır. Bütçede transfer harcamaları kalemi altında yer alan ve dolaylı olarak faktör geliri kabul edilebilecek faiz ödemeleri, devletle borç verenin ilişkiye geçtiği düzeyde üretken olmayan bir iktisadi ilişki olarak gerçekleştiği için asalaklık telakki edilip hoş görülmemek gerektir. Ancak 1980’den sonra sürekli ve önemli oranlarda artan faiz ödemelerine kaynak (gelir) dağılımını bozduğu ([94]: 11-12) gerekçesiyle bile karşı çıkılmamıştır. Devlet borçlanmasını ve finansal kurtarmaları kamu müdahalesi saymamak gerek, zira kimse devlete zorla borç vermemektedir ve devlet müdahale etmemekte kurtarmaktadır (!) Finansal iflasların maliyetleri “sosyalize edilmektedir”; “Toplum tarafından ödenmektedir” gibi ifadeler yakışıksızdır. Zira herkesin kararlarını özgürce verip sonuçlarına katlandığı özgür bir dünyada yaşıyoruz (?!) Aslında bu tür 20 çöküş maliyetlerini sosyal harcamalara sayabiliriz, lakin kurtarılanlar sosyal harcamaları özgür dünyaya tehdit sayacak kadar bu tür harcamalara karşıdırlar.15 Gerçekte bu tür bir dünyada arzulanan, teşvik edilen tek özgürlük biriktirmek ve daha fazla biriktirmek özgürlüğüdür. Neredeyse tek başına sınırsız birikim özgürlüğü ile harekete geçirilen modern toplum bu ediminde biriktirmenin en kestirme yolları ile koşullanır. Dolayısıyla borçlanmanın pratikte kamu müdahalesi olarak görülmemesi, bir birikim mekanizması olarak yatırımlara tercih edilmesi de keyfi değildir. Tıpkı 1987’den sonra Türkiye’de kamu tasarruflarının arttırılması için kamu yatırımlarından vazgeçilmesinde olduğu gibi ([21]: 63). Kişi tüketmeyip yatırım yapmayacaksa neden tasarruf eder: borç ödemek için. Gerek devletler gerekse toplumların egemenleri, mobilize edecek kitleler olmadan var olamazlar. Bu zorunluluk hukuksal ifadesini sosyal devlet ilkesinin anayasalarda yer almasında bulmuştur; pek tabii hukukun burjuva toplumlarındaki formel anlamı dâhilinde. Nitekim Türkiye’de de sosyal devlet ilkesinin anayasalarla desteklenmesine rağmen, uygulamada toplumsal gelişmeyi sağlayacak eğitim, sağlık, konut, beslenme, spor ve kültür, vb. beşeri sermaye harcamalarının düşük seviyede kaldığı bir sosyal sistem hâkim olmuştur ([27]: 60). Bu çok temel harcamaların seviyesi o denli düşüktür ki çoğu kez burjuva ideallerinin gerçekleştirilmesini olanaklı kılacak hizmet kalitesi tutturulamaz. Mühim olan toplumsal güç dengesini muhafaza edecek sınırsız birikim motifidir. Mutlak önceliğe sahip bu motifle burjuva toplumun bütün biçimsel gereklilikleri ihlal edilebilir. Kamu maliyesinde söz konusu biçimselliklerin hemen ötesinde toplumsal güç dengesinin görünür hale geldiği bölüşüm belirir. Bu nedenle piyasa kaynak dağılımının, ironik bir biçimde, burjuva ideallerini ihlal ettiği şikâyetlerinin sonu gelmez. Türkiye’de de kamu finansman açıklarına rağmen KİT’lerin arpalık olarak kullanılmasından, seçim ekonomisi ve yatırımlarının bütün hızıyla devam ettirilmesinden, başarısız şirketlerin devlet kaynaklarıyla kurtarılmasından, destekleme fiyat politikalarının uygulanmasından ve kaynak kullanımında savurganlıklardan, yolsuzluklardan ve rüşvetten ([99]: 387) ve konjonktürün belirleyeceği daha başka ihlallerden şikâyetler sürecektir, tasarruf sahiplerinin en büyüğünün bölüştürme zorunluluğu devam ettikçe. Kaynak dağılımı mekanizması devletin gelir-harcama etkinliği tarafından teşkil edilmekle beraber bir yandan onu önceler, bir yandan da kişi ve kurumların iktisadi davranışlarına getirdiği kısıtlamalarla onu aşar. Onun devletin gelir-harcama etkinliğini aşan bu karakteri iki temel nedenledir. İlk olarak devletin gelir-harcama etkinliğinden alelade mübadeleyi, mülk devrini anlamamak gerektir, devlet nihai siyasi egemendir ve bu onun her türlü etkinliğinde belirleyicidir. Bağlantılı olarak söz konusu mekanizma toplumsal varoluşu koşullayan güç dengesine tabidir. Örneğin asgari ücreti belirlemekle devlet iktisadi etkinlik alanının dışına taşar ve bunu mutlak egemen olması sayesinde yapar. Bu durum ne yönde olursa olsun tüm kamu müdahalelerinin kaynak dağılımını, en azından gerçekleşeceği çerçeveyi, belirleyeceği anlamına gelir ki bu, müdahale karşıtı görüşleri boşa çıkarmaktadır, zira devlet sadece yönetmek amacıyla iktidar boşlukları bırakır. Nitekim 1980’ler sonrasının yoğun müdahale karşıtlığının ifadesi olan liberal muhafazakâr iktisat politikaları, geliri yeniden dağıtıcı müdahalelerin azaltılması amacını 15 ABD’nin karizmasıyla dünya halklarını dünyada iyilik namına yaşanan zilleti ortadan kaldıracağı hususunda umutlandırmış başkanı Barack Obama’nın yurttaşların tümünü kapsayacak bir genel sağlık sigortasını yasalaştırması sürecinde komünist ilan edilmesi hatırlansın: Karizmanın sınırlarına kısa zamanda varılmıştır. 21 güderken ironik bir biçimde üst gelir gruplarının vergi yükünün düşürülmesi, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliklerin artırılmasına yönelik olmuştur ([97]: 149). Müdahale karşıtlığının bu denli ele yüze bulaşmış olması, kaynak dağılımı sorununun daha ikna edici, “güçlü” bir gerilime dayandırılmasını zorunlu kılmıştır. Toplumun ikna edilmesi gereken husus, herkesin toplum kaynaklarından hak ettiğini aldığıdır. Kimin ne hak ettiğine toplumun bölüşüm hukuku ile karar verilecektir. Sorun bu hukukun nasıl oluştuğudur. Bize göre bu hukuk toplumu kurucu güç dengesi temelinde oluşur. Bununla birlikte bu dengenin görünüşleri olan siyasal egemenlikler kendilerini sürekli kılmak için dayandıkları dengeyi gizlemek zorundadırlar. Kapitalist toplumlarda siyasal egemenlik aygıtının en önemli parçalarından olan kaynak dağılımı mekanizması, bu tür bir gizlemeye de en çok gerek duyanlardandır. Kapitalist toplumsal yeniden üretimin var edici motifi olan sınırsız birikimin maddi olarak belirlediği ilerleme ideolojisi söz konusu gizlemenin de başat aracı olmuştur. Toplumlar ilerlerler ve toplum kesimleri bu ilerlemeden toplumların doğal varoluşlarının serbest piyasa mekanizmasında ifade bulan kendiliğinden adaletiyle belirlenen ölçüde faydalanırlar. İlerlemeden beklenen, doğal adaletin (eşitsizliklerin) toplumsal refahı arttıracak yönde iyileştirilmesidir; bu şartla hakiki bir ilerlemeden bahsedilebilir. Ancak başlangıç koşullarının yarattığı yapısallıklar fayda maksimize eden bireylerin etkinlik ilkesi çerçevesinde davranmasını gerektirir ki müdahale olmaksızın yahut etkinlik amacından feragat edilmeksizin ilerlemenin vaat ettiği iyileşmenin sağlanması mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla kapitalist sınırsız birikimin mecbur ettiği ilerleme ideolojisi yine bir meşrulaştırıcı olarak iş görecek olan etkinlik-eşitlik gerilimini gerektirmiş olur. Bu yolla toplum, varoluşunun dayattığı kendiliğinden adalete razı edilir.16 Pek tabii toplumların gelişme düzeyleri bu gerilimi karakterize eder. Demokratik süreçlerin ve sosyal hukuk devleti anlayışının egemen olduğunun iddia edildiği gelişmiş ülkeler, rekabetçi yapılara ve ileri teknolojilere de sahip olduklarından, sosyal refah taleplerini karşılamak üzere etkinlikten bir ölçüde fedakârlık ederek eşitlik ilkesi çerçevesinde hareket edebilmektedirler örneğin. Öte yandan, azgelişmiş ülkeler büyüme ve istihdam hedefleri doğrultusunda, maliye politikalarında eşitlikten ziyade etkinlik ilkesi ile hareket etmek zorundadırlar ([90]: 58). İlerlemenin ne olduğu bir yana, ilerlemenin başka yolu yok mudur düşüncesine sevk eden argümanlar… Analiz çerçevesine birikim ve bölüşümün hem tekil ekonomiler hem de ekonomiler arası ilişkiler açısından dâhil edilmemesi, ilerlemenin etkinlik-eşitlik gerilimini neden çözemediği sorusuna dikkate değer yanıtlar verilmesini engeller. Bu kavramların ifade ettiği etkinliklerin esaslı bir gerilim oluşturmaları toplumu kurucu güç dengesini kavramaları ölçüsündedir: çoğunlukla sınıf kavgası marifetiyle. Mevcut dengenin sürdürülmesi, birikim (etkinlik) amacının bölüşüm (eşitlik) kaygısının önüne geçmesini gerektirir. Türkiye’de dört başı mamur bir piyasa toplumu kurmanın prelüdü olan 1980’li yılların öncesinde de sonrasında da sosyal gelişmenin ve buna yönelik sosyal harcamaların, ekonomik gelişme ve istikrar amaçlarının gerisinde kaldığı tespiti bu çerçevede değerlendirilebilir ([27]: 66 ve 68); 1980’den sonra Türkiye’de yatırımların hızlandırılması, sermayenin tabana yaygınlaştırılması, döviz girişi sağlanması, işletmelerin mali bünyelerinin güçlendirilmesi, bölgeler arası kalkınmışlık farklarının giderilmesi gibi ekonomik nedenler ve dar ve sabit gelirlilerin korunması gibi sosyal 16 Piyasa toplumları olarak kodlanan kapitalist toplumların hemen her zaman sosyal hukuk devleti anlayışını benimsemeleri bu çerçevede anlaşılır olmaktadır. 22 nedenlerle vergi gelirlerinden vazgeçilmesi ([95]: 45) de öyle. Ekonomik amaçların (birikim-etkinlik) sosyal amaçlara (bölüşüm-eşitlik) tercih edildiği, dillere dolanan gemi metaforundan da anlaşılırdır: Aman gemi batmasın! Kriz dönemlerinde gemi masalı radikalleştirilir; safra atılması gerektiği söylenir, ama doğrudan da söylenemez bu. İşte bu noktada devlet kullanışlı ideolojik bir araca dönüşür. Devletin küçültülmesi gerektiği iddiası, ilerleme yahut birikim ideolojisi çerçevesinde etkinlik amacının eşitlik amacının önüne geçmesi gerektiği iddiasının ikna edici bir biçimde formüle edilmesidir. 1970’lerin sistemik krizinin neden ve çözümleri, fikrimizi doğrular niteliktedir: Devletin aşırı büyümesi kaynak dağılımının etkin işlemesini engeller niteliktedir, devlet harcamalarının frenlenmesi ile bütçe açıkları önlenmeli, faiz hadleri yükseltilerek özel yatırımların artmasını engelleyen devlet borçları düşürülmeli, kaynak dağılımını etkinsiz kıldığından devlet ekonomik hayata müdahaleyi bırakmalıdır ([97]: 148). Türkiye’de de başka ülkelerde de güç dengesinin belirlediği bölüşüm hukuku ile etkileşimli bir ilişki içinde olan birikim rejiminin gerektirdiği dağılım mekanizması etkinlik-eşitlik denkliğinin asıl belirleyicisidir. Türkiye’de dağılımın peyderpey piyasanın kendiliğinden adaletine teslim edildiği 1980 sonrasında uygulanan maliye politikalarının genellikle gelir dağılımının ihracata yönelik üretim yapan firmalarla ihracatçı şirketler lehine değişmesine yol açmış olması, gerek ihracata gerekse yatırımlara verilen teşvikler nedeniyle kurumlar vergisinin vergi gelirleri içindeki payının sürekli gerilemiş olması, 1985’te KDV’nin yürürlüğe girmesiyle dolaylı vergilerin vergi gelirleri içindeki payının ve gelir vergisinin büyük bir kısmını ödeyen ücretliler üzerindeki vergi yükünün daha da artmış olması ve siyasal iktidarların kamu gelirlerini arttırmada çok becerikli olamamaları nedeniyle iç ve dış borçlanmanın hızla artmış olmasından ([112]: 18) da anlaşılacağı üzere aslolan birikim (etkinlik) amacıdır. Örneğin yine 1980’den sonra önemli bir maliye politikası (harcama) aracı olan kamu çalışanlarının ücretleri hem iç talebi belirleyiciliği hem de özel sektör ücretlerine gösterge oluşturması nedeniyle birikim rejimi gereği baskılanmış ([112]: 10), sosyal gelişmeyi sağlamaktan uzak istihdam politikaları deseni ([27]: 64) muhafaza edilmiştir. Önce birikim! Dinamik birikim sürecinin gerektirdiği hukuksal düzenlemeler ve ihlaller hızla hayata geçirilmiş, kamu maliyesi birikim amacına koşulmuş bir rant transferi aracı halini almıştır. Türkiye’de bu durumu 1980 sonrası birçok düzenlemenin kanun hükmünde kararnamelerle uygulanmasından çıkarsamak mümkündür ([103]: 49). Maliye disiplinin kamu maliyesi çalışma alanının sınırları kaynak dağılımı (gerçekte bölüşüm) sorunu çerçevesinde belirlenir. Onun toplumu kurucu güç dengesini meşrulaştırma ödevi, baskın olarak iradi (siyasi) olan inceleme nesnesini kendiliğinden (doğal) süreçler olarak takdim edecek yapay gerilimlere başvurmasını zorunlu kılmıştır. Bu gerilimlerin inşası doğal olarak daha detaylı bir belirlenme sorununa kapı aralamıştır. Devletin mali açıdan temsil ettiği kamunun kim olduğu (yurttaş-mükellef gerilimi ve devlet-toplum (kamu) gerilimi) ve nasıl hareket ettiği (piyasa-devlet gerilimi ve etkinlikeşitlik gerilimi) kamu maliyesi alanını belirleyen yapay gerilimleri olanaklı kılan sorular olmuştur. 23 2.2. Maliye Politikasının Kuramsal Gerilimleri: Birikim ya da Sürdürülebilir Mali Kriz Eksenli Toplumsal Yeniden Üretim İktisat disiplininden devşirildiği izlenimi verse de maliye disiplinindeki kamu maliyesimaliye politikası ayrışmasının işlevselliği nedeniyle özgünlüğüne daha önce dikkat çekmiştik. Bununla birlikte disiplin içinde baskın hale gelen Anglo-Amerikan yaklaşımla, bu ayrışmada iktisattaki mikro-makro işbölümünün taklit edildiğine tanıklık edilmektedir. Buna göre mikroiktisat temelde bilim adına belirli bir dünya görüşünün analitik bir çerçeveye kavuşturulması, böylelikle elde edilen kavramsal çerçevenin toplumsal yeniden üretimi belirleyen politika kararlarının alındığı düzey olan makroiktisadın hizmetine sunulması vazifesini ifa eder. Toplumsal yeniden üretim düzeyinde alınan politika kararlarının analitik çerçevesini oluştursa da mikroiktisat iddialarını gerçekleştirmek (göreli fiyatların belirlenmesi sorununun çözümü) açısından işlevsel değildir. Aynı durum kamu maliyesi-maliye politikası ilişkisi için de geçerlidir. Maliye politikasının ihtiyaç duyduğu analitik çerçevenin üretilmesi dışında somut bir sorunu çözüme kavuşturmak babından kamu maliyesinin tözsel bir anlamının olduğu söylenemez, yani toplumsal yeniden üretim dâhilindeki sorunları çözmek iddiasında değildir; bunun yerine göreli olarak iradi olan devleti kavramsal düzeyde belirler. Maliye politikası ise devletin toplumsal yeniden üretim çerçevesindeki iktisadi belirlenimini konu edinir: kurmaca bir serbestlik içinde devinen iktisadi aktörlerden biri olan devletin denetlenemez iktisadi davranışlar bütünündeki eylem ve ilişkilerinin idrak edilmesi. İçinde bulunduğu dünyaya bir amaçla yönelmek zorunda olan her eyleyici gibi devlet de bir amaca sahiptir. Siyasal egemenliğin bir gereği olarak kamusal olanın devletle bir tutulması, devletin iktisadi faaliyetlerinin salt iktisadi amaçları aşmasına neden olur, devlet iktisadi faaliyetleri ile ne olduğu net bir biçimde bilinemeyen sosyal amaçlara da yönelir. Yani devlet iktisadi ve sosyal amaçlarla vergileme ve harcama kararlarında değişikliklere gittiğinde maliye politikası kararları almış olur ([72]: 39; [94]: 3). Bu belirlemelerin netleştiremediği, büyük ihtimalle de netleştirmek istemediği husus sosyal olanın ne olduğudur. Eksik kalan husus ise devletin eylemlerinin gelir toplama ve harcama yapma ile sınırlandırılmasıdır. Öncelikle devletin umursadığı sosyal, birbirlerini gerektiren toplumsal yeniden üretimi ve toplumsal güç dengesini sürekli kılacak her şeydir. Dolayısıyla yurttaşın kendini yeniden üretebilmesini mümkün kılacak gelire sahip olmasını sağlayacak bir iş sosyal olanca çerçevelenmeyebilir, ancak kitlesel ücretin asgari düzeyde tutulabilmesi için gerekli olan yedek işçi ordusunun devlet yardımları ile asgarinin altında geçindirilmesi pekâlâ sosyale dâhil edilebilir. Sosyal kavramının muğlâklığı toplumu güç dengesini muhafaza ederek idare etmenin gerektirdiği boşlukları (tanımlanmamış alanları) temin eder. İkincisi, devletin temel eylemlerinden biri de toplumun siyasal devinme şartlarını belirlemesi, kanun yapmasıdır. Devlet, maliye politikası alanında gelir toplama ve harcama yapmanın ötesine istisnai kanun yapma vasfıyla geçer. Öteki aktörlerle birlikte içinde devindikleri (kanun tarafından kurulan) oyun sahnesini yeniden düzenleme kapasitesine sahip yegâne aktördür devlet. Bir adım ötede “Kanunlar hangi saiklarla yapılır?” sorusu hâsıl olur: toplumu kurucu güç dengesinin selameti ve bir beden olarak devletin içinde devindiği dünyanın karakterinin tayin edilmesi. Kapitalizm dünya çapında etkin bir siyasal iktisadi rejimdir. Bu açıdan modern dönemde burjuvazi genel olarak hem tekil devletlerin hem de uluslararası sistemin kanun 24 koyucusu olmuştur. Toplumların oyun sahnesi de genel olarak onun menfaatlerine göre dekore edilmiştir. Buradan burjuvazi sahnede rahat hareket etsin diye icat edilen serbest piyasa dizaynı türemiştir. Sözüm ona devlet ve piyasa arasında bir egemenlik kavgası vardır. Bunun hakiki bir kavga olmadığını, oyunu hayat memat meselesi haline getirip sahneyi tahrip eden burjuvaların, böylelikle ortaya çıkan krizlerde kimi kez kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp kimi kez de tehditkâr hırlamalarla tiyatro müdüründen yeni bir dekor istemelerinden anlayabiliyoruz. Yeni dekor genellikle bu yaramazların birbirlerine ve başkalarına zarar vermemeleri için serbest hareket edemeyecekleri bir biçimde inşa edilir. Bu arada kavgalar yaşanır, eski güzel günlere özlemle sınırlamaların, müdahalelerin yanlış olduğu iddia edilir, devletin müdahil olmaması istenir. Bu tür bir yeniden düzenleme dönemi olan II. Dünya Savaşı’ndan sonraki iki önemli tartışma konusunu, maliye politikasının gerekli olup olmadığı ve maliye politikasının etkinliği sorunlarını, bu çerçevede düşünmek gerekir ([94]: 6-7): Dekorun yeniden düzenlenmesinin, iktisadi oyunun yeni kurallarının kendilerini sermaye birikimiyle gerçekleştiren burjuvaları nasıl etkileyeceği sorunu. Zira maliye politikasının amaçları sahnenin iyiden iyiye yeniden düzenlenmesine imkân vermektedir: tam istihdamı, fiyat istikrarını, üretim artışını ve sürdürülebilir büyümeyi sağlamak, ödemeler dengesini, faktör ve gelir dağılımını iyileştirmek, kamusal gereksinimleri karşılamak, sektörel ve bölgesel öncelikleri belirlemek, tüketim alışkanlıklarını değiştirmek, temel mallar arzını güvence altına almak, nüfus artışını ve yapısını kontrol altına almak ([112]: 7). Maliye politikasının devletin nüfuz ettiği her alanda bir dengeye kavuşturma görevi olduğu görülmektedir: devletin toplumu sürekli kılmak için kararlı kılması zorunluluğu. Sorun alınan istikrar önlemlerinin kimin ikbaline hizmet ettiğidir. Maliye politikasının amaçlarından esas motifin sermaye birikim sürecinin sürekli kılınması olduğu anlaşılmaktadır, sermayeyi ise burjuvalar biriktirir. Toplumun sermaye birikim amacına koşulmuş bir araca dönüştürüldüğünü, toplumsal varoluş için zorunlu kabul edilen iktisadi istikrarın fiyatlar genel seviyesinin nispi kararlılığı (sürekli düşük enflasyon), dış ödemeler dengesinin kronik açık ya da fazla vermemesi ve işsizlik ve nüfus artışını emebilecek bir iktisadi büyüme oranının tutturulması olarak kavranmasından ([51]: 11) çıkarsamak mümkündür. Bu çerçevedeki bütün istikrar tedbirleri sermayenin değersizleşme sorunu ile karşılaşmamasını temin etmek üzeredir. Böylece istikrar-büyüme gerilimini maliye politikası alanının başat yapay gerilimi olarak tespit ediyoruz. Bir serbest rekabet rejiminde sermaye birikimi merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi gösterir; sermaye gittikçe daha az elde ve daha büyük boyutlarda birikir. Bu durum ironik bir biçimde serbest rekabeti ve bu yolla gerçekleşen iktisadi etkinliği ortadan kaldırır. Yani serbest rekabet, rakiplerin güçlerini dengede tutacak kadir-i mutlak bir üçüncü güç olmazsa istisnai bir durumdur. Böylelikle toplumsal yeniden üretimi sürekli kılacak sermaye birikimini sağlamak amacının son kerteyi teşkil ettiği bir istikrar-büyüme gerilimi vukuu bulur. Öte yandan devletin ekonominin en büyük iktisadi aktörü olması sermaye birikiminin başat belirleyicisi olmasına neden olur, bu çoğu kez iktisadi istikrarsızlık anlamına gelen kamu açıkları marifetiyle olur. Bu nedenlerle sermaye birikiminin hız kazanmasıyla iktisadi istikrar arasında bir ödünleşme vardır. Örneğin Türkiye ekonomisinde GSYİH’deki gelişmeler büyük ölçüde kamu harcamalarından etkilenmektedir. Bu nedenle büyüme ve istikrar arasında seçim yapmak zorunda kalan 25 iktidarların tercihi, genellikle büyüme (birikim) yönünde olmaktadır ([113]: 167). Büyüme yansız bir kavram değildir; büyüyen nihai olarak sermayedir. Büyüme, gelişme yahut kalkınma kavramlarının kendisi yerine kullanılmasını zorunlu kılacak kadar yanlı bir kavramdır. Büyüyen gelirdir, gelir yatırım yapmak suretiyle büyütülür, yatırılan ise sermayedir. Yani büyümeden sermayenin genişleyen yeniden üretimini anlamak gerekmektedir; kendilerini her seferinde daha geniş bir ölçekte yeniden üretenler burjuvalardır. Gelirin büyümesine koşut bir biçimde büyüyen şiddet, suç, mülksüzleştirmeyi de büyümeden saymak lazım gelir; ancak sınırsız sermaye birikimine gerekçe kılınan ilerleme ideolojisi bu olumsuzlukların görmezden gelinmesini gerektirir. Gelirin büyümesini kalkınma için başat gösterge kabul etmek bir “hayli” iyimser bir anlayışın eseridir. Buna göre her bir faktör sahibi üretime yaptığı marjinal katkı oranında artan gelirden pay alacaktır ve gelir arttıkça toplumsal refah artacaktır. Bu anlayış burjuvazinin suyun başını tuttuğunu ve sermaye birikim sürecinin yıkıcı ve güç temerküzüne dayanan doğasını görmezden gelir. Sınırsız sermaye birikimi eşitsizlikler yaratma ve eşitsizlikleri derinleştirme eğilimine sahiptir; her sermaye büyümek, doğal olarak ötekilere baskın gelmek zorundadır. Yani her seferinde genişleyen bir ölçekte yeniden üretilen sadece sermaye değil onun yarattığı eşitsizlikler, hiyerarşiler, tabiyetlerdir. Sermayelerin dünya tarihi içindeki tecessümü iki biçimde mümkün olabilmiştir. İçinde büyüyüp, yeniden üretimini belirler hale geldikleri toplumların siyasal özlerinde belirleyici olmaları ulusu siyasal belirlenme biçimi kılmalarıyla olmuştur. Doğal olarak kapitalizmin yükselişi ulusların ve uluslararası sistemin yükselişi olmuştur: ulusal ve ulusaşırı sermayelerin yükselişi. Küreselleşme addedilen dönemlerde sermayeler çok daha ulusaşırı bir karakter kazanmışlarsa da genel olarak ulus içinde tekil sermayeler olarak, uluslararası sistemde ulusal sermayeler olarak birbirlerine rakip olmuşlardır. Sınırsız sermaye birikimi pek tabii uluslararası düzeyde de eşitsizlikler, hiyerarşiler, tabiyetler yaratmıştır. Kalkınma bu çerçevede sermaye birikiminin dayandığı mutlak eşitsizliğin uluslararası düzeyde yapısallaşmasının üzerini örtmek için kullanılan kavram olmuştur. Uluslar büyümekte, ancak hiyerarşiler, tabiyetler ortadan kalkmamaktadır; belki de gelirler yeterince artmamıştır(!) Öyle de olsa hiyerarşiler hep olacaktır: gelişmişler, azgelişmişler, gelişmekte olanlar,17 Kuzey, Güney, sanayileşmiş, geleneksel… Uluslararası hiyerarşinin blokları arasındaki ilişkiler de sermayenin kendini genişleyen ölçeklerde sürekli olarak yeniden üretmesi amacı çerçevesinde belirlenir. Doğal adalete sayılmak gereken başlangıç koşullarının fenalığı azgelişmişliğin yeniden üretilmesinin hesabının uluslararası sisteme sorulamayacağını garanti eder. Hatta sistem, azgelişmişlikten kaynaklı tasarruf, dolayısıyla yatırım yetersizliğini ([71]: 31-32) giderecek ve kalkınmanın önünü açacak dış kaynak ihtiyacını karşılama niteliğine, azgelişmişlikten sorumlu olmadığı gibi onu ortadan kaldırma erdemine sahiptir. Gerçekte vukuu bulan ise, kısa zamanda ulusal ölçekte sermaye birikiminin sınırlarına varılmasıyla sınırsız sermaye birikiminin uluslararası ölçeğe taşması ve sermaye birikim sürecinin doğal gerekleri olan eşitsizlik, hiyerarşi ve tabiyetlerin uluslararası ölçekte üretilmeye başlamasıdır: kapitalizmin dünyayı istilası. Azgelişmiş ülkeler için pek fazla seçenek yoktur, başlarına geleni çekeceklerdir. Bunu, sanayileşmiş ülkelerle aralarındaki 17 Trajikomik bir adlandırma, zira sanki gelişmiş olanlara gelişme yasak edilmiştir; bir gün bunların da gelişeceği umudunu diri tutmak üzere icat edilmiş bir kavram. 26 gelişmişlik farkını kapatmak, ekonomilerine dinamizm kazandırmak ve kapital birikimi darboğazından çıkmak için dış yardım ve krediler kullanmak zorunda kalmalarından da anlamak mümkündür. Bununla birlikte, ya bu kaynakların akılcı bir biçimde kullanılmaması ya da dünya iktisadi konjonktürü ([71]: 31) kendilerini azgelişmişlikten kurtarmaya yetecek sermayeyi biriktirememelerine neden olmuştur. Burada asıl sorun uluslararası sistemin hiyerarşiyi siyasal olarak da yeniden üretmesidir. Yoksa, azgelişmiş ülkelerin kendileri için hayat memat meselesi olan bir sorunun çözümünde akıl dışı davranmalarını istisna kabul etmek gerektir. Bu yapısal kısıtlarla, azgelişmiş ülkeler kimi kez şiddetlenmekle birlikte hemen her zaman bölüşüm göstergelerinin sürdürülemezliği, bütünleşen bir dünya piyasasının gerektirdiği birikimin sağlanamaması, fiyatlardaki ve büyümedeki istikrarsızlığın giderilmesi sorunlarıyla karşı karşıya olmuşlardır ([79]: 20). Sorunların yapısal olması, yapısal çözümler gerektirmiştir: uluslararası sistemin yeniden üretimini temin edecek kurumsal düzenlemeler. Sermayenin dünya ölçeğinde kendini yeniden üretmesinin sınırsız faydalarına azgelişmiş ülkelerin ikna edilmesi için içeriklendirilen kalkınma kavramı Uluslararası Para Fonu (IMF18) ve Dünya Bankası (DB) tarafından sürekli kılınmıştır. Bu kurumlar doğal olarak sağlıklı işleyen bir uluslararası sistemden çoğu zaman sorunsuz sermaye birikimini anlamıştır. Azgelişmişlik kendilerini sermaye birikimi süreçlerine zarar verdiği ölçüde ilgilendirmiştir. Sorun bu düzeyde de kalkınma kavramı ardına gizlenmiş bölüşüm sorunudur: Hem IMF hem de Dünya Bankası içersinde oyların yarısından fazlasına sahip olan ABD ve Batı Avrupalı müttefikleri Üçüncü Dünya Ülkeleri’ne çok taraflı resmi fon akımlarını sistemli bir şekilde azaltma politikası izlemiş ve zengin Kuzey ile fakir Güney arasındaki gelişmişlik farkının çözümünü piyasa güçlerine bırakmayı tercih etmişlerdir ([71]: 37). Piyasalar ya da piyasa güçleri, sermaye birikim sürecinin aktörlerinin ardına gizlendikleri kalkan kavramlardır. IMF ve DB daha çok dış kredi ve yardım mekanizmasıyla azgelişmiş ülkeleri uluslararası piyasaların/piyasa güçlerinin hizmetine koşmak için onları omuzlayamayacakları yüklerin altına sokacak anlaşmaları hayata geçirme vazifesini ifa etmişlerdir. IMF’ye borçların artması, kurumun ekonomik yapıları belirleme ve yönlendirmesi yönündeki denetimlerini hem sıklaştırmasına hem de bunların daha köşeli hale gelmesine neden olmaktadır. Diğer yandan IMF ile anlaşma yapan ve kredi kullanan ülkelerin tümü birden dış borç sarmalına düşmüşlerdir; bunun nedeni kurumun bunlara hareketli faizler ve yükümlülüklerini yerine getiremeyen ülkelere özel şartlar uygulamasıdır ([102]: 169 ve 171). Yani IMF reçeteleriyle hem ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmek hem de dış borçlardan kurtulmak mümkün olmamıştır ([71]: 51). Zaten dert ne kalkınma ne de dış borçların tasfiyesidir. Sermayenin değersizleşmesi sorununun bir çözümü de finansal sektörün genişletilmesidir. IMF ve DB, 1970’ler krizinin bir çözümü olarak ortaya çıkan finansal genişlemeyi Üçüncü Dünya’ya teşmil etme görevini de ifa etmiştir. IMF 1980’lerde kimi azgelişmiş ülkede sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda serbestleştirmeler gerçekleştirilmesini sağlamış; böylelikle finansal fonların hareket alanı genişletilmiş ve bunların yüksek rantabiliteye ulaşmaları kolaylaştırılmıştır ([93]: 91-92). Maliye politikaları tüm bu sistemik çerçevede hayat bulmuş; buna uygun kalkınma stratejileri ve entegrasyon politikaları izlenmiştir. Toplumsal bir varlık olarak insanın kendini gerçekleştirmesine giden ana yol olarak insan özgürleşmesini amaçlamasını beklemediğimiz kalkınma, açıkça sermaye birikimi 18 Türkçe’deki kısaltması UPF iken yaygın olarak İngilizce kısaltmasının (IMF) kullanılması bizleri İngilizce kısaltmayı kullanmaya sevk etmiştir. 27 amacına yöneliktir. Bunu, etkin bir kalkınma stratejisinin koşulunun bağımsız para ve maliye politikası olarak tespit edilmesinden çıkarsamak da mümkündür: Merkez bankaları bağımsız para politikaları izlemeli, devlet bütçeleri ise borç yönetimi bütçeleri olmaktan kurtarılarak yatırım bütçelerine dönüştürülmelidir; böylelikle devlet birikim ve bölüşüm süreçlerini düzenleyebilecektir ([47]: 486). Sonuca götürecek bir kalkınma stratejisinin sınırının bağımsızlık olarak tespit edilmesi, kalkınmanın uluslararası bağımlılık ilişkileri içinde olanaklı olduğunun delilidir. Doğal olarak uluslararası bağımlılık ilişkilerinin gerektirdiği politika kararları alınmakta, ekonomiler birbirini takip eden düzenleme ve serbestleştirme devreleri deneyimlemektedir. Serbestleştirilen yahut düzenlenen malların, üretim faktörlerinin ve paranın hareketleridir ve bütün bunlar sermayenin genişleyen üretimine koşuldukları sürece en gelişkin formlarını sermayede bulurlar. Dolayısıyla serbestleştirilen yahut düzenlenen sermayenin hareketleridir esasında. Maddi sınırlılıklar nedeniyle sürekli büyüme eğiliminin üretkenliğinden aşındırdığı üretken sermaye bir ödeme sorunuyla karşılaşılmadıkça içinde devinebileceği yapıntı (dizayn edilmiş) dünyalara (borsalar, türev piyasalar) aktarılmak suretiyle finansal sermayeye dönüşür. Üretken sermayenin son büyük krizi hem serbestleştirme hem de finansallaşma ile çözülmeye çalışılmıştır. İlk uluslararasılaşan gelişmiş ülke sermayesidir; ihraç malı olarak yahut doğrudan yatırım olarak. Azgelişmiş ülkelerin kalkınmasının uluslararası sistemi ilgilendiren bir sorun haline gelmesi, gelişmiş ülkelerin dünyayı istilasının bir karşılığının olması zorunluluğu nedeniyledir: Sermayelerinin yayıldığı coğrafyaların sermayelerini değerli kılacak kadar değer üretmesi zorunludur; bu değer üretilemiyorsa gelişmiş ülkelerden borç alınabilirdi. Kaldı ki borçlanmanın gerçekte kalkınma amacına yönelik olması pek rastlanan bir durum da değildir. 1970’lerde görünürde azgelişmiş ülkelerin büyüme hızlarını sürdürmeleri amacıyla bu ülkelere özellikle çokuluslu özel bankalar aracılığıyla sağlanan düşük faizli ödünçler, gerçekte bu ülkelerin gelişmiş ülke mallarına yönelik taleplerini korumalarını sağlamak amacıyladır örneğin ([107]: 53). Mühim olan büyümedir, yani birikim. Bu açıdan 1980 dönüşümü pek çoğunun iddia ettiği üzere yapısal bir dönüşüme tekabül etmemektedir. Bu dönemde uygulanan istikrar politikaları kelimenin bilindik manasında kalkınmayı değil, ekonomik büyümeyi (sermaye birikimini) sürekli kılmak içindir ([46]: 197). Kanaatimizce bu tür yapısal bir değişim, toplumu kurucu ahlakta bir değişimle, yeni bir anlaşmayla söz konusu olabilirdi. Bunun yerine her türlü amacın üzerinde olan uluslararası kapitalist sistemin selameti için birikim, çoğu azgelişmiş ülke için çelişkiler içeren kalkınma stratejilerine neden olmuştur. Uluslararası birikim rejiminin doğurduğu sanayileşme ihtiyacının petrol krizleri nedeniyle yarattığı finansman sorunu, azgelişmiş ülkeleri düşük reel faiz oranları yüzünden dış borçlanmaya sevk etmiştir. Azgelişmiş ülkelere borçlanma kanalı, ABD ve Avrupa mali piyasaları arasında gelişen bağlarla temayüz eden Euro-dolar piyasalarının ortaya çıkması, ABD ve Avrupa mali piyasaları arasındaki arbitraj farkının ortadan kalkması, petrol üreticisi ülkelerin artan gelirlerinin mali piyasalara dâhil olması (ancak likidite patlamasında bu unsurun etkisi sınırlıdır) ve çokuluslu bankaların uluslararası faaliyetlerini genişletmeleriyle açılmıştır ([107]: 54-55). Sonuçta azgelişmiş ülkelerin dış fazla vermeleri suretiyle borçlarını ödemelerini olanaklı kılacak dışa dönük kalkınma stratejisi yaygınlık kazanmıştır. Örneğin Türkiye’de bu çerçevede sabit sermaye yatırımları arttırılıp iç talep daraltılarak dış fazla verilmeye çalışılmıştır ([17]: 225). 28 Bununla birlikte gelişmiş ülke sermayelerinin yaşadıkları değersizleşme sorunu ithalat ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ile çözülmeye çalışılmıştır. Bu politikalar azgelişmişlerin dış açık ve birikim sıkıntılarını derinleştirmiştir. Örneğin Türkiye’de ithalat serbestîsi ile hammadde ve ara malı ithalatı artmış, ihracat teşvikleri ile kaynak sıkıntısı hâsıl olmuştur ([21]: 59). Böylece borç ekonomisi derinleştirilmiştir. Devletin ideolojik tercihlerle sanayi yatırımlarından çekilmesi özel sektörün de bu alanda yatırım yapmayarak kaynaklarını devlete borç vermesi bir sanayisizleşme süreci başlatmıştır ([46]: 196). Hareket serbestîsine sahip sermayelerin mali sermaye formunda olması kamu borcunu sürekli kılmıştır. Kamu borcunun ötelenmiş vergi olması, vergi gelirlerinin büyük kısmının ise ücretlilerden tahsil edilmesi dışa dönük kalkınmayı açık bir servet transferine dönüştürmüştür: çevrenin emekçilerinden metropollerin sermaye merkezlerine. Transfer, uluslararası sermayedeki hareketliliğin azgelişmiş ülkelerde sermaye üzerindeki vergi yükünün düşürülmesi yönünde, uygulanan istikrar programlarının ise ücretler üzerindeki vergi yükünün arttırılması yönünde baskı yaratmasıyla mümkün olmaktadır ([90]: 56). Ayrıca hareketli sermayelere kazanç garantisi olacak düşük kur ve yüksek faiz, üretken yatırımları önlemek ve ithalatı artırmak suretiyle azgelişmiş ülkeleri yeniden yeniden kalkınma amaçlarının uzağına düşürmektedir ([17]: 227). Baştan beri ifade ettiğimiz üzere amaç kalkınma kavramı ardına gizlenmiş sınırsız sermaye birikiminin sürekliliğidir. Azgelişmiş ülkeleri sürekli olarak ve açık bir biçimde zarara uğratan dışa dönük kalkınma stratejisinin hasbelkader başarıya ulaşması tehlikesine (Güney Kore örneğinde olduğu gibi19) karşı serbest piyasa (güçleri) kullanılacaktır. Siyasal İktisat’ın bir disiplin olarak boy göstermesi ile sürekli olarak genişleyen ve derinleşen dünya pazarının yükselişindeki koşutluk bir milletin servetini arttırmanın en etkili aracı olarak görülen serbest piyasanın uluslararası iktisadi işbölümü için de en etkin mekanizma olarak tespit edilmesini olanaklı kılmıştır. Serbest bir dünya piyasası, serbest piyasanın temel karakteristiğini görünür kılmıştır: dünyanın egemen uluslarının çıkarlarının gerektirdiği ölçüde serbestleştirilen bir dünya piyasası. Son serbestleştirme dalgası da temelde egemen ulusların menfaatine olan sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklıkların aşılması için hayata geçirilmiştir. Her kalkınma stratejisi uluslararası bölüşüm ve sermaye birikim rejiminin yarattığı fırsatlardan yararlanmak üzere oluşturulur. Esasen dışa dönük kalkınma stratejisi ile ulusal piyasaların serbestleştirilmesinin çelişkili olduğu tespiti, sorunun uluslararası düzeyde de bölüşüm yerine bir kaynak dağılımı sorunu olduğu iddiasından hareket edilmesi nedeniyledir. Buna göre daha etkin ekonomiler ancak uluslararası düzeyde de faal kılınan serbest rekabet mekanizmasıyla mümkündür. Ancak meşhur başlangıç koşullarının yarattığı yapısallıklar etkinlik amacını bölüşüme, dolayısıyla birikime araç kılarak azgelişmişliği yeniden üretir. Birikimin bölüşüme ilişkin kararlarla belirlendiği bir siyasal iktisadi çerçevede kelimenin bilindik manasında kalkınma düzenlemelerle mümkünken, etkinlik motifi ile dışa dönük kalkınma stratejisine serbest rekabet ve serbestleştirmelerin dâhil edilmesi sermaye birikiminde yaşanan tıkanıklıklar yüzündendir. Bu nedenle dayatılan serbestleştirmelerin azgelişmiş ülkeler için iki önemli sonucu olmuştur: sanayileşme için kaynak yetersizliği sorununun devlet mülklerinin tasfiyesi ile çözülmeye çalışılması ve sermayenin değerlenme sorununa çözüm olarak 19 Bu örnekte Güney Kore’nin stratejik önemini dikkate almak gerek. Siyasal gerekçelerle bölgesinde güçlü bir Güney Kore’ye ihtiyaç vardır. 29 beliren finansallaşmanın bu ekonomileri sürekli açık (iç ve dış), dolayısıyla borç ekonomilerine dönüştürmesi.20 Türkiye’de de dışa açılmayla dış rekabete açık ve ihracata dönük bir sanayileşme politikasıyla esas olarak ekonomide devletin ağırlığını azaltmayı amaçlayan bir ekonomik program benimsenmiştir. 1989’daki serbestleştirme ile birlikte ise finans piyasalarının dünya finans piyasaları ile bütünleşmesinin sağlanmıştır ([65]: 191-192). Türkiye ekonomisi de dışa dönük kalkınma ve serbest piyasa projesi arasındaki çelişkiyi deneyimlemiştir: “[1980’den sonra Türkiye’de d]evlet desteğiyle dışa açılma ya da ihracata dönük gelişme modeli, rekabetçi serbest piyasa ekonomisini egemen kılma anlayışı ile çelişmektedir. Bu çelişki, sorunların birikimli olarak derinleşmesine yol açtığı gibi ekonominin gelişimini de engellemektedir” ([46]: 197). Oysa bu kalkınma stratejisi devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi yerine yoğunlaştırılmasını gerektirmektedir ([46]: 198). Finansal serbestleştirmelerin başat sonucu ise finansal piyasalardaki alıcısatıcı dengesinin bozulup fiyat dengesizlikleri yaratmak suretiyle servet kayıplarına yol açması olarak tanımlanan finansal krizler olmuştur. Bilhassa 1990’lardan sonra giderek artan sermaye fazlası, üretken alanlardaki tıkanıklıklar nedeniyle spekülatif alanlara kaymış; aşırı birikim ve sermayenin değerlenme ihtiyacı krizlere neden olmuştur ([93]: 83-85 ve 90). Finansal serbestleştirmelerle ülke ekonomilerinin kısa vadeli uluslararası sermayeye açılması merkez bankalarını döviz rezervlerini yöneten, bağımsız para, faiz ve kur politikaları izlemekten uzak kuruluşlara dönüştürmüştür. Böylelikle birikim süreçleri önemli ölçüde dış sermaye hareketlerinin seyrine bağlanmıştır ([47]: 476). Bununla birlikte –Türkiye ekonomisi için olduğu gibi- dışa açılmaların bölgesel ekonomik bütünleşmeler içinde yer almaya imkân sağladığı, böylelikle özel kesimlerin hızla gelişmesini ve dış ekonomik ilişkilerin ve yatırımların artmasını olanaklı kıldığı da iddia edilmektedir ([65]: 193). Sürecin devlet tarafından idare edilememesi iddiasında da ekonomik bütünleşmelerin avantajları iddiasında da dikkat çekilmeyen husus bölüşümdür; her ne kadar ilkinde zımnen ima edilse de nihai olarak mühim olan birikimin sürekliliğidir. Bu gözü kara birikim sürecinin bir diğer önemli özelliği emek maliyeti avantajları olmadığı için gelişmiş ülke sermayeleri tarafından yatırım yapmak üzere tercih edilmeyen ülkelerin dışa açılmak zorunda bırakılmaları nedeniyle düşük değerli kur politikası izleyerek ihracat gelirlerini arttırma yoluna başvurmalarıdır. Türkiye’de olduğu gibi bu politikadan vazgeçildiğinde ihracattan kaynak elde edilmesinde tıkanıklıklar yaşanmıştır ([79]: 19-20). Dışa dönük kalkınma stratejisi sermaye birikim sürecinin ulusal ekonomilere aşkınlaşmasının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Süreç siyasal iktisadi olarak ülkelerin iç dinamiklerinden ziyade dış dinamikler tarafından belirlenmiştir. İşler, iç ve dış siyasal iktisadi birimler arasında çatışmalara davet çıkarmak bir yana çatışmaları istisna kılacak yönde vukuu bulmuştur. Nitekim dışa açılma bilhassa sermaye hareketleri serbestîsinden yarar uman iç burjuvaziler tarafından talep edilmiştir. Dışa açılmanın devletler için en önemli bedeli denetlenemez yahut sınırlı olarak denetlenebilen bir siyasal iktisadi çerçeveye dâhil olunmasıdır. Bu bağlamda toplumsal yeniden üretimin belirlenme araçlarından olan maliye politikasıyla ekonomiye müdahale olanağının sınırlanması kamu bütçesinin birikim ve bölüşüm süreçleri üzerindeki etkin rolünün sınırlanmasına yol açmıştır ([47]: 485). Dışa açılmayla dâhil olunan birikim ve bölüşüm çerçevesinin dayattığı sınırlılıkların aşıldığı alanlar, hemen her zaman zayıf toplumsal 20 Diğer yandan değerlenme sorununu Asya’nın ucuz emek cennetlerine doğrudan yatırımlarla çözen gelişmiş ülke sermayeleri bir başka transfer mekanizması yaratmışlardır. 30 tepkilere sahne olan ve egemenler tarafından “toplumsal” olarak kodlanan, alt sınıfların toplumsal üründen aldıkları payın düzenlendiği alanlar olmuştur. Bu nedenle, Türkiye ekonomisi için 1980-1995 arasında iki istisna dışında belli toplumsal amaçlara ulaşmayı hedefleyen maliye politikalarının izlenmediği tespit edilmektedir. Bu istisnalar ise döviz kazandırıcı teşvikler ve bütçe açıkları ve artan emisyonla artan enflasyona karşı alınan anti-enflasyonist tedbirler olarak belirlenmektedir ([94]: 3-4). Dikkat edilirse bu teşvik ve tedbirler de birikim amacına hizmet etmektedirler. Yani “toplumsal” amaçları gözeten maliye politikaları sistemin bekasını ifade eden toplumsal asgarinin gerektirdiği düzeyde olmuştur. Hem artık daha yoğun bir biçimde uluslararası bir karakter arz eden sermaye birikim sürecinin maliyetlerini yüklenen hem de iç burjuvazilerini semirtmek zorunda kalan devletler, iç ve dış açıklar verip sürecin yarattığı iktisadi sorunları güçsüz toplumsal sınıflar aleyhine çözmüşlerdir. Dışa açılma, özel kesimin birikim amaçları doğrultusunda devletin iktisadi varlığının tasfiyesi, birikim amaçlı desteklemelerin temel girdilerini oluşturduğu birikim rejimi ve finansallaşma, kamu açıklarını, borçlanmayı, bütçe dışı fonları, yüksek enflasyonu, dolayısıyla iktisadi istikrarsızlığı müzmin sorunlar haline getirmiştir. Türkiye ekonomisi için 1980’den sonra gelir dağılımının hızla bozulmuş, kişi başı milli gelirin reel olarak artmamış ve enflasyon oranının yüksek düzeylerde kalıcılaşmış olmasının yanlış kamu finansmanı politikalarına bağlanması ([100]: 66), birikim ve bölüşümün devlette kurumsallaşmış siyasal karakterini dışa vurmaktadır. Bu bakımdan dışa açılma temelde toplumsal olarak belirlenmiş bir bedenin başka bir beden üzerindeki tasarrufu manasında siyasal bir birikim rejimi tercihidir ve toplumu bölüşüm aracılığıyla kavrar. Gelişmiş ülke sermayelerinin dünyayı istila biçimleri iki türlü olmuştur: Ucuz emek cennetlerinde yoğunlaşan doğrudan değer sömürüsü (birincil bölüşüm) ve üretilmiş değerin değersizleşmesi sorununun bir çözümü olarak azgelişmiş ülke emekçilerinin gelir21 ve servetlerine el koyulmasını sağlayan finansal araçlar yoluyla sömürü (ikincil bölüşüm). Bir grup azgelişmiş ülkenin ucuz emek deposu olma “avantajlarını” gelişmiş Kuzey için ticaret fazlaları verip bu fazlaları bu ülkelerin dış açıklarını finanse etmeleri için onlara borç vermede kullanmaları, yapıda bir değişiklik olmadıkça, bir çeşit Sisyphus tuzağına düşmelerine neden olmuştur. Zira birikim sürecinde meydana gelecek bir kesinti kendi devasa rezervlerinin değersizleşmesiyle sonuçlanabilir. Diğer grup emek maliyetlerinin görece yüksek olduğu, siyasal olarak kapitalist blokta yer tutan, bu nedenlerle birikim krizinin maliyetlerini finansallaşma süreci ile yüklenen Türkiye’nin de içinde bulunduğu ülkelerden oluşur.22 Hem kalkınacak hem de krizin maliyetlerini yüklenecek bu ülkelerin açık vermekten başka çareleri yoktur. Yüksek katma değer üretecek sanayilerin kurulması uzak ihtimali, uluslararası siyasal iktisadi işbölümünün kaldıramayacağı radikalliktedir. Bir önceki kalkınma stratejisinden devralınan ve yenisinin ivme kattığı kamu açıkları serbestleştirmelerle borca dayalı birikim sürecine neden olmuştur. Örneğin Türkiye’de finansal serbestleştirmeler çerçevesinde yükselen 21 2007’den sonra gelişmiş ülkelerde tanıklık edilen bir dizi kriz, ikincil bölüşüm araçlarının fazla sermayenin değersizleşme sorunu için yoğun bir biçimde bu ülkelerde de kullanıldığını göstermiştir. 22 Daha çok Soğuk Savaş döneminin Bağlantısızlar Hareketi’ne dâhil olan, yeni yüzyılda ise Amerikan hegemonyası karşıtlığıyla motive olan, başını Brezilya, İran, Rusya, Hindistan ve Çin’in çektiği bağımsız birikim süreçleri izlemeye çalışan bir gruptan da bahsedilebilirse de bu grubun uluslararası karakteri ağır basan sermaye birikim sürecini yapısal bir değişime uğratmak yönünde hareket ettiği söylenemez. 31 finansal araçların çoğunun kamu açığının finansmanı için geliştirilen menkul değerlerden oluşması, yerli paranın yabancı paralarla ikamesi (dolarizasyon) ve spekülatif kısa vadeli sermaye hareketlerinin reel ekonomiyi etkiler duruma gelmesi ([103]: 59-60) söz konusu birikim sürecinin yapısal unsurlarıdır. Dışa açılma yapısal kısıtıyla karşı karşıya olan ikinci grup azgelişmiş ülke, ekonomilerinin yapısal sınırlarını borçlanma kolaycılığına bulaşarak aşmaya çalışmıştır; pek tabii kamu açıklarının sürdürülebilirliği ve iktisadi istikrar gerilimine kapı aralanmıştır. Borçlanma bölüşümün baskın aracı haline gelmiştir. Düşük tasarruf hadleriyle bu ülkeler, üretken yatırımlara dönüşebilecek kaynakların borca dönüştüğü coğrafyalara dönüşmüşlerdir; bu ülkelerde dış borçlanma daha çok borçlanmanın yabancı sermayeler için rant getirir bir nitelik kazanmasıyla mümkün olmuştur ve gelir ve servet transferinin bir aracı olmuştur. 1980’den sonra bölüşüm mekanizmasının yapısal unsurlarından olan iç borçlanma düşük tasarruf hadleri, borçlanmanın rant motifiyle gerçekleştiriliyor olması ve ekonomilerin yapısal sınırlılıkları23 nedeniyle iktisadi büyüme bir yana üretim kapasitesinin ve verimliliğin artmasının önünde engel oluşturmuş ve gelir dağılımı eşitsizliklerini derinleştirmiştir ([47]: 485). Türkiye’de dışa açılmayı takip eden on senede iç ve dış borcun her birinin yüzde seksen arttığı, bununla birlikte borçlanmayla elde edilen kaynağın büyümeye tahvil edilmediği tespit edilmektedir ([112]: 12). Düşük emek maliyeti üstünlüğü olmayan azgelişmiş ülkelerin bir talihsizliği de zaman içinde reel karşılığını emekçi kitlelerin servet ve gelirlerine el koyulmasında bulan ve yüksek oranlı kronik enflasyonla sonuçlanan kamu açıklarının para basılması yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılmasıdır. Kamu açıklarının parasallaştırılmasının doğal sınırı ekonominin zamana yayılan üretici kapasitesi ve ortaya çıkan enflasyonun bu kapasiteyi aşındırma derecesidir. Türkiye’de bu sınıra çok geçmeden varılmış, iç borçlanma yoluna başvurulmuştur ([35]: 179). Ancak hangi yolla finanse ediliyor olurlarsa olsunlar yüksek maliyetli kamu açıklarının sürekliliği kronik enflasyona neden olur.24 Öte taraftan reel giderlerini asgari kılmak isteyen devlet için yüksek enflasyon tercih edilir bir iktisadi fenomendir. Zira enflasyon kurucu güç dengesinin belirlediği bölüşüm mekanizmasının etkili işleyen araçlarından biridir, bir bölüşüm aracı olarak tercih edilmesi sermaye birikiminin gereklerince belirlenir. Dışa dönük birikim rejiminin azgelişmiş ülkelerce benimsenmeyip uluslararası siyasal iktisadi sistem tarafından kendilerine dayatıldığı, iktisadi istikrar amacının kısa zamanda kalkınma amacının önüne geçmesiyle sabittir ([47]: 475). Bu ülke ekonomilerinin etkinlik bahanesiyle kendilerini bağımlılık ilişkilerinde görece özerkleştirecek büyüme patikalarından uzağa düşürecek devlet müdahalelerinden yoksun bırakılması ve uluslararası rekabete açık hale getirilmesi, kamu açıklarını ve dış açıkları bu birikim rejiminin temel unsurları kılmıştır. Sermaye birikim krizini uluslararası düzeyde çözmek üzere hayata geçirilen sermaye hareketleri serbestîsi istikrar amacının çok daha baskın hale gelmesine neden olmuştur. Azgelişmiş ülkelere altından kalkamayacakları maliyetlerin yüklenmesini gerektiren uluslararası siyasal iktisadi düzen, bu ülkelerin geniş toplum kesimlerini varoluşlarının sınırına sürüklemiştir. Sonuç bizzat azgelişmiş 23 Üretken yatırımlarda kullanılıp iktisadi büyümeye tahvil edilecek borcun iktisadi yapıda değişiklik yaratmasını olanaklı kılacak iktisadi, demografik ve sosyal yapının olmaması. 24 Türkiye ekonomisinde 2001 Krizi sonrasında yaşanan nominal iyileşmeler, siyasal istikrar, çöküşten sonraki büyüme eğilimi faizleri görece düşük seviyelerde yapısallaştırdığı için düşük enflasyon oranlarına tanıklık edildiği iddiasındayız. 32 ülke devletlerinin desteklediği kayıtdışılığın derinleştirilmesi olmuştur. Uluslararası düzeyde vergi cennetleri ve suç ekonomileri, ulusal düzeyde suç ekonomileri ve enformel ekonomiler olarak temayüz edip azgelişmişliğin yapısallaştırdığı kayıtdışılığa hükümetlerin yerleşmiş bölüşüm yapılarını bozacak transferler yapmak üzere ülkelerinin yasalarını kararnamelerle, geçici mevzuatla delmelerini de dâhil etmek gerekir. Türkiye’de bu, bütçe disiplini dışında bir gelir kapısı yaratmak için uygulanan ve devasa meblağların idare edildiği fon sistemiyle gerçekleştirilmiştir ([112]: 12). Acil kalkınma sorunlarının çözülmesi için hükümete hareket kolaylığı sağlaması gerekçesiyle hayata geçirilen fon sisteminin pratikte bir gelir transferi aracı vazifesi ifa etmesi kısa zamanda sert eleştiriler almasına neden olmuştur. Buna rağmen fon sisteminin tasfiyesine açığa dayalı birikim rejiminin konjonktürel sınırlarında başlanmıştır. Bu iddiadan bütçe açıklarının da sonlandırıldığı anlaşılmamalıdır; yalnızca geç de olsa amiyane tabirle yasal hırsızlığın bu denli aleni olanına sınırlamalar getirilmiştir. Zira bütçe açıkları ve iktisadi büyüme birbirlerini karşılıklı belirlerler ([72]: 37) ve ekserisi kamu gelir ve giderlerinin maniple edilmesinden oluşan kamu müdahaleleri kalkınmaya içkindir. Her ne kadar piyasa-devlet gerilimi tartışmasının bir altşubesini oluştursa da kamu müdahalelerinin iktisadi etkinliği bozucu nitelikte olup olmadığı tartışması maliye ve iktisat disiplinlerinin yersiz tartışmalarındandır. Bunun nedeni daha önce de ifade ettiğimiz üzere modern devlet gibi toplumla özdeşleşme eğilimindeki bir aktörün bu disiplinlerin kavramsal-kuramsal çerçevelerindeki emanet ve zorunlu pozisyonudur. Bu nedenle bu disiplinlerin devlet anlayışı perdeleyici kamu müdahalesi kavramında vücut bulmuştur; kamu müdahalesi kavramından ise belirli iktisadi hedeflerin gerçekleştirilmesi için hayata geçirilen devrevî uygulamaları anlamak gerekir. Ancak belirli iktisadi hedefleri gerçekleştirmek için kullanılan uygulamaların (1980’den sonra Türkiye’de bütçe açıkları) süreklilik kazanması bunların birer maliye politikası aracı olarak görülmesini olanaksız kılmaktadır ([94]: 5-6). Birikimin gerektirdiği biçimde eğilip bükülebilen bir devleti mümkün kılmak üzere içeriklendiren kamu müdahalesi kavramı, devletin bekasının iktisadi dışavurumu olarak beliren kalkınmaya mündemiç olmak zorundadır. Bu nedenle dışa dönük birikim rejiminin gerektirdiği maliye politikası tedbirlerini toplumu kurucu güç dengesinin dayalı olduğu birikimin hizmetinde kamu müdahalelerine saymak gerekir. Birikimin yapısal kısıtı, iktisadi alanda bölüşümle temsil edilen siyasal güç dengesidir. Bu nedenle kalkınma adı altında iktisadi büyüme hedefi ile gerçekleştirilen kamu müdahalelerinden murat yatırımların arttırılması yoluyla istihdamın arttırılması değildir; bu, ancak tali bir hedef olabilir, mühim olan kurucu güç dengesini sürekli kılacak bölüşüm çerçevesinin sürekliliğidir. Nitekim dışa açılarak kalkınacak olan Türkiye ekonomisinde uygulanan maliye politikaları ne yatırımları arttırabilmiştir ne de istihdamı; dönem boyunca yüksek ve kronik bir işsizlik oranı gerçekleşmiştir ([94]: 9). 1970’lerin birikim krizi ilk olarak üretken sermayenin üretim maliyetlerinin düşürülmesi yoluyla çözülmeye çalışılmıştır: vergi indirimleri, yatırım teşvikleri, muafiyetler, vb. ([90]: 51). Tedbirlerin birikimin asıl unsuru olarak görülen sermayedarların menfaatlerinin gözetilerek alınması anlaşılırdır. Sermayenin, nihai maliyet unsuru olan emeğin en ucuz olduğu coğrafyalara kaydırılmasıyla üretken sermayenin krizi sonlandırılmışsa da sermaye birikmeye ve kapitalist metropollerde sıkışmaya devam etmiştir: Üretken faaliyetlere yönelemeyecek kadar bol olan sermayenin finansallaşma eğilimi mukadderdir. Azgelişmiş ülkeler uluslararası rekabet 33 ve serbest dünya piyasasının kendilerine sunduğu fırsatlardan yararlanmak için ticarette ve sermaye hareketlerinde serbestliği benimsemek zorunda kalmışlardır (!) Serbestleştirmelerin bedeli kamu açıkları olmuş, kamu açıkları serbestleştirmelerle mümkün olan kısa vadeli sermaye hareketleri (dış borç) ve iç birikim mekanizmasının dönüşümü anlamına da gelen iç borçlarla finanse edilir olmuştur. Dışa dönük birikim rejiminin neden olduğu krizler, yarattığı yapısal sorunlar azgelişmiş ülkeler için sürdürülebilir kalkınma tartışmalarına alan açmıştır. Bu birikim rejiminin gerçekte büyüme anlamında dahi kalkınmayı amaçlamadığını daha önce tespit etmiştik. Zira sermaye birikimi krizi, nominal değişkenlerin istikrarlandırılması yoluyla oluşturulacak güvenilir göstergelerden medet uman parasalcı istikrar politikalarıyla çözülememiştir ([46]: 191-192). Sürdürülebilir kalkınma tartışmalarının ürettiği çözümlerin daha az nominal olduğu iddia edilemez. Gerçekte ise umutlar kapitalizmin başarısına bağlanmış durumdadır: Birikim krizi, bölüşüm oyununun kurallarının yeniden belirlenmesini gerektirecek denli belirsizlikler yaratmış durumda. Yönetişim kodunun ardına gizlenen kapitalizmin dünya çapındaki yönetim aygıtının oyunun kurallarını yeniden belirleme çabaları için yine de büyük çaplı krizler gerekmiştir. Rekabetle yönetilen bir sürecin krizle sonlanacağı daha baştan bellidir ve krizler kişi ve grupların siyasal iktisadi manada birbirlerine kast etmesinin bir bütün olarak sonlarına neden olacağı tehlikesinin ortaya çıkışını imler. Krizden çıkış, oyunun kurallarının yeniden belirlenip bazı aktörlerin tasfiye edilmesiyle mümkün olur. Yani dışa açılma ile oyunun yeniden düzenlendiği andan itibaren sonucun kriz olacağı bilinir. Ancak bir kısım (ikinci grup azgelişmiş ülke) azgelişmiş ülkenin oyuna dâhil edilme biçimi göz göre göre ateşe atılmaları şeklinde olmuştur.25 Bu ülkelere dayatılan ve çoğu kez siyasal gerekçelerle rıza gösterdikleri birikim rejiminin zorladığı kamu açıkları ve dış açıklar, yine birikim rejiminin gerektirdiği serbestleştirmeleri dışlar; zira açıklar ancak vergi gelirlerinin arttırılmasıyla kapatılabilir ([90]: 55). Ancak çaresi vardır: Kabaran faiz ödemeleri faturası, ücret ödemeleri faturasından mahsup edilerek devletin ücretliler ve geliri olmayan yurttaşlar için asgari geçim standartlarını sağlamak üzere yaptığı harcamalar sisteme zarar vermeyecek tarzda tasfiye edilir.26 Gerçekten de Türkiye’de 1980’den sonra kamu borcunun, dolayısıyla faiz harcamalarının sürekli olarak artması kamu borçlanmasını başat maliye politikası aracı haline getirmiş ([112]: 17), buna mukabil ücret düzeyleri reel olarak gerilemiştir ([79]: 19). Bu birikim rejimine kurban edilen bir başka kesim de serbestleştirmeler ve koruyucu olmayan fiyat politikaları ile zayıf düşürülen tarım kesimidir. Sanayileşmeleri mümkün olmayan, tarım kesimleri tasfiye edilen bu ülkelerin yükselen iktisadi kesimi hizmet kesimi olmuştur. Nitekim 25 Türkiye ekonomisinin dışa dönük birikim rejimi ile kat ettiği merhaleler, kaçınılmaz olarak krizle sonlanacak olan yeni düzenlemenin başından beri kriz halinde olan ülkeler grubunun ahvalini örneklemektedir: Türkiye’de seksenli yılların sonlarında kamu tasarrufları ciddi bir biçimde erimiş, doksanlı yıllarda ise kamu harcanabilir geliriyle salt tüketim harcamaları finanse edilmiştir. Seksenli yılların sonlarında beliren bu tıkanıklığın aşılabilmesi doğrultusunda “sıcak para”, yani kısa vadeli dış borçlanma mekanizması çalıştırılmıştır. Ancak bu uygulama Türkiye’nin dışarıya net kaynak transferini artırmış, söz konusu mekanizmanın işletilebilmesi doğrultusundaki yüksek faiz politikası enflasyonun tırmanmasında etkili olmuştur ([105]: 179). Böylece yükselen faiz oranlarının yarattığı dışlama etkisi ile büyüme amacından uzağa düşülmüştür ([94]: 8). 26 Bu nedenlerle bu dönem yoksulluğun kapitalist hegemonyanın yeniden üretilmesi için kullanılmak üzere yeniden biçimlendirilmesi söz konusu olmuştur: Yoksulluğun yeniden üretilmesi için kullanılan kamu harcamaları neredeyse bütünüyle sosyal yardımlara dönüştürülürken pasif siyasal aktörler olarak yoksulluğa razı yeni bir yurttaş kesimi oluşturulmuştur. 34 ekonomilerin büyük birer borçluluk şebekesine dönüşmesi, ikincil bölüşüm ilişkilerinin odağında yer aldığı iktisadi faaliyeti koşullayarak hizmet sektörünün yükselmesine neden olmuştur. Kapitalist siyasal iktisadi hegemonyanın tesis edilmesi için gerekli borcun toplumu sarması gerekmektedir. 70’ler krizinden sonra bu süreç bütün dünyada derinleştirilmiştir. Azgelişmiş ekonomilerin bu tarihten sonraki yoğun dış borçlanmalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Serbest dış ticaretin doğal işbölümüne dayalı faydaları iktisat disiplinin kabul edilegelen başlangıcından beri tartışılmaktadır. Kuramsal olarak bir hayli cezp edici olan bu iddia, pratikte uluslararası hegemonyanın cevaz verdiği ölçüde benimsenmiştir, doğal olarak birikim ve bölüşümün belirleyiciliğinde. Dışa açılmanın yapısal çerçevesini uluslararası güç dengesinin kurucu iradesi olarak sistemin hegemonu belirlediğinden, azgelişmiş ülkeler için dışa açılma ekseriyetle uluslararası sistem içinde olmanın vergisi kabilindendir. Bir çeşit vergi olarak algılandığında uluslararası güç ilişkilerini olanca çıplaklığı ile açığa çıkaran hegemonik krizin çözümü için katlanılan maliyet olarak dışa açılma kalkınma kavramıyla yaratılan perdenin ardına gizlenmiştir. Bilhassa Türkiye gibi katma değer yaratmada karşılaştırmalı üstünlüklere sahip olunmasını engelleyen “başlangıç koşullarına” sahip azgelişmiş ülkelerde krizin çözümüne katkı sunulması yolunun ülke ekonomisinin bir borç ekonomisine dönüştürülmesi olduğu daha baştan bellidir.27 Bu ülkeler bir yandan da tutuklu kaldıkları kalkınma kıskacından ancak yüksek katma değerli ekonomik faaliyetle kurtulabilecekleri düşüncesiyle olabildiğince sanayileşme gayretinde olmuşlardır. Bu zorunluluk onları dışa açılma sürecinde birer ara malı ithalatçısına dönüştürmüştür. Ne çare ki bu yolla arttırılan ihracat, dışa açılma ile düşen dış ticaret hadleri ile dış açığı kapatma kapasitesinden uzaktır ([64]: 61). Diğer yandan dışa dönük kalkınma uluslararası siyasal iktisadi sistemin zorladığı bir politika değişikliği olduğu için vergi iadesi gibi ihracat teşvikleri ile yürütülmeye çalışılmış, dolayısıyla ihracat mevcut kapasitenin kullanılmasıyla sağlandığı için yapısal bir değişmeye neden olmamıştır ([94]: 10). Bu nedenle dış açıkların kapatılmasında yapısal üstünlükler ve geleneksel yöntemler kullanılmıştır; örneğin Türkiye kronik hale gelen dış ticaret açıklarını turizm gelirleri, işçi dövizi girdileri ve borçlanma gibi kaynaklarla kapatma çabasında olmuştur ([25]: 139). Bu yöntemler ya dış açıkları kapatamayacak kadar kaynağın bulunmasını olanaklı kılamayacak niteliktedir ya da zaten üretken kapasiteye katkı sunmayacak biçimlerde kullanıldığı için süreci fasit bir daireye çevirerek dış açıkları daha da büyütecek niteliktedir. IMF adeta sistemik itaatsizlikleri önlemek için hegemonyanın yönetim aygıtının bir parçası olarak azgelişmiş ülke ekonomilerinden krizin çözümünde azami düzeyde faydalanılmasını olanaklı kılmıştır. IMF’nin borç krizi yaşayan ülkelere sunduğu öneriler enflasyonu hızlandırıcı, yatırımları azaltıcı, geniş kitlelerin hayat standartlarını düşürücü bir nitelik taşımış, borç servisi kapasitesiyle ekonomik kalkınma amacı arasındaki gerilimi görünür kılmıştır ([71]: 46), zira önerdiği istikrar programlarında sermaye birikiminin hassasiyetlerini gözetmiştir; kaçınılmaz olan gerçekleşmiş, istikrar ve kalkınma amaçlarına ulaşmada başarısız olunmuştur. Gerçekte amaçlanan ise kârlılık dürtüsü ile sınırlar boyunca serbestçe hareket eden sermayeyi genişleyen ölçeklerde 27 Azgelişmiş ülkelerin bir kısmında dış finansman sorunlarının çokuluslu şirketlerin doğrudan yatırımları ile çözüldüğünü daha önce tartışmıştık. Ancak bu şirketler istikrarsız gördükleri ülkelerde yatırım yapmamakta, yatırım yaptıkları yerlerde de iktisadi rasyonelliğe göre davranıp kârlarına büyük boyutlar kazandırmak için üretim faktörlerini yoğun bir biçimde sömürmektedirler ([71]: 39). 35 yeniden üretecek transferleri olanaklı kılacak serbestleştirmeler ve kamu mallarının tasfiyesidir. Söz konusu transfer mekanizması dış açıkların ve dış borcun kronikleşmesini olanaklı kılacaktır; öyle ki yurtiçi tasarrufların dış borç faizlerine tahsis edilmesi kaçınılmazlaşır ([102]: 165). Çok geçmemiş sermayenin mekânlar boyunca serbest hareket etme ihtiyacını ve Soğuk Savaş sonrası siyasi ilişkilerin gerektirdiği yeni imgeleri kucaklayan hegemonik bir kılıf icat edilmiş, yoğunlaşan uluslararası siyasal, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin yeni bir döneme işaret ettiği iddia edilmiştir. Küreselleşme, ulusal menfaatleri belirsizleştirmek suretiyle uluslarüstü genel çıkarlar vadeden bir kavram olarak kullanıma sokuluyordu. 1970’lerin sermaye birikim krizine yanıt olarak önerilen neoliberal düzenlemelerin küreselleşmeye içkin olmasına rağmen, küreselleşme kavramının deyim yerindeyse Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra parlatılması kavramın hegemonik ihtiyaçlar gereği istihdam edildiğine işaret etmektedir. Bir bakıma sermaye birikim sürecinin dünya çapındaki idaresinin yeniden düzenlenmesi olarak düşünülebilecek küreselleşmenin hegemonik karakteri, uluslarüstü alandaki düzenlemelerle sınırlı kalmayıp asıl olarak “yerelleşme” vurgusu ile hegemonya tesisini ulus devletler düzeyinde gerçekleştirmesinde ifade bulur. Kanaatimizce aksi halde küreselleşme kavramı üzerinden gerçekleştirilen hegemonya tesisi başarısız olurdu. Hegemonik bir idare zihniyeti olarak küreselleşmenin başarısında, küreselleşme karşıtlığının ulusal egemenliğin muhafazasında ifade bulmasının azami derecede etkili olduğu düşüncesindeyiz. Küreselleşme, sık sık sermayedarların da ifade ettiği üzere doğası itibarı ile daimi herhangi bir kimliğe sahip olamayacak sermayenin ikbali için ulusların siyasal, iktisadi ve toplumsal açılardan ilişkilenme biçimlerinde yapılan düzenlemeler iken, onun uluslar arasındaki ilişkilerin biçim değiştirmesi olarak algılanması, küreselleşme sürecine istekli ulus devletlerin de sürekli sınandığı öteki devletlere karşı belirlenme sorununu diri tutmak vazifesini ifa eder. Tabiatıyla küreselleşmenin hayata geçirilmesinde ihtiyaç duyulan meşrulaştırıcı kamu çıkarı gerilimi ulusal egemenliğin muhafazası için küreselleşme karşıtlığıyla yeniden üretilmektedir. Ne yazık ki küreselleşme karşıtlığı kendilerini ülkelerinin emekçi sınıflarının temsilcisi gibi gören küçük burjuva siyasi hareketlerce yürütülen anti-emperyalist siyasal mücadelede ifade bulmuştur. Bu hareketlerin görmezden geldiği husus anti-kapitalizm ve anti-emperyalizmin aynı şey olmadığıdır. Dolayısıyla örneğin Türkiye’de siyasal ve teknik karar alıcılar ülkeyi uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yönlendirmede ulusal çıkarlar açısından bir zafiyet ve aykırılık görmemekle ([62]: 173) suçlanırken, bu zatların, iradelerini aşan dünya çapında gerçekleşip ulus devletlerde derinleşen sermaye birikiminin yeni tarzına, bu nedenle de ulusal çıkarlara uygun davrandıkları görmezden gelinmektedir. Aksi halde Türkiyeli politikacı ve teknokratları son raddede toplumlarına ihanet etmekle suçlamak gerekir ki bu onların kendilerine asla yakıştıramayacağı bir iştir. Nitekim neoliberal politikaların ve küreselleşmenin hayata geçirilmesinde Türkiyeli seçmenlerin siyasi pozisyonlarını temsil eden merkez sağ ve merkez sol partilerin kavgası süreci kimin yöneteceği mevzuundadır; azgın bir nehirde yol almakta olan bir sal düşünülsün, Türkiye için mesele salı kimin idare edeceğidir. Somut bir küreselleşme karşıtlığı, küreselleşmenin asıl mağdurlarının hangi kimliğe dâhil olurlarsa olsunlar dünya emekçileri olduğunu görmekten geçer; dünya emekçilerinin belki de çoğu kez canlarına mal olan bu azgın nehre mahkûm olmadıkları, saldan inme 36 ihtimalinin de olduğu görülerek. Yoksa Türkiyeli burjuvaların küreselleşmeden dert yandığı istisnadır. Mesele bu çerçevede kavranmadığı vakit, küreselleşme yanlılarını, bilhassa da azgelişmiş ülkelerin küreselleşme savunucularını akılsız kabul etmek gerek. Örneğin Türkiye’de 1989’da sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasının bir çeşit düşük yoğunluklu Ponzi Oyunu’na neden olacak kamu açıklarının kısa vadeli sermaye ile finansmanına neden olacağını, yine bunun benimsenmiş olan ihracata dayalı kalkınma modelinin sonu olacağını ([112]: 13-14) Türkiyeli politikacı ve teknokratların görmediğini düşünmek en amiyane tabirle safdillik olurdu. Türkiyeli politikacı ve teknokratlar safdillik etmemişler, Türkiyeli emekçilerin sermayedarlara esaretini yeniden üretecek tedbirler almışlardır. Küreselleşme kapitalizmin dünya çapında idare edilmesinin biçimlerinden biridir, neoliberalizmle hayat bulmuştur, her düzeydeki siyasal karar alma birimini piyasanın kaynak dağılımı mekanizması ile yarattığına benzer bir anonimliği (yansızlığı(!)) taklit etmek üzere teknokratikleştirir. Devletlerin idare aygıtlarının görünürde toplumsal işlevlerine bakılmaksızın fayda-maliyet analizine göre idare edilmesini öngören küreselleşmenin hayata geçirilmesi, kendisine eşlik ettiği neoliberalizme aykırı bir biçimde müdahil hükümetler gerektirmiştir; tıpkı 1980 sonrasında Türkiye’de etkili olan liberal anlayışın kamu mali yönetiminde yürütmeyi gittikçe etkin kılması örneğinde olduğu gibi ([27]: 55). Oysa 1980 sonrası iktisat politikalarını biçimlendiren 24 Ocak Kararları’nın ilanından sonra aynı yılın Haziran ayında IMF’ye üç yıllık stand-by anlaşması için verilen niyet mektubunda iktisat politikası yeniden düzenlenmiş ve üretime doğrudan hükümet müdahaleleri yerine rekabet, serbest girişim, serbest piyasa ve dolaylı hükümet teşviklerine öncelik verilmesi, içe dönük kalkınma modelinden tedrici serbestleşmelerle dışa dönük kalkınma modeline geçilmesi, doğrudan yabancı sermaye yatırımları için koyulmuş engellerin kaldırılması ([112]: 7-8) benzeri liberal uygulamaların benimsendiği ifade edilmiştir. Öte taraftan liberal anlayışın hayata geçirilmesi doğrultusunda çok hızlı değiştirilen veya tamamlanmamış yasalar ve çok sık değiştirilen mevzuat ciddi mali disiplinsizliklere neden olmuştur ([27]: 59). Böylece etkinlik (disiplin) ve şeffaflık adına pratikte bilhassa azgelişmiş ülke sermayelerinin ihtiyaç duyduğu matlık yaratılmış oluyordu: devletin toplumsal artığı bölüştürme ayrıcalığının sermayedarlar lehine kullanılmasını olanaklı kılacak yasal boşluklar. Öte tarafta çalışma yaşamında karşılığını esnekleştirme olarak bulan neoliberal küreselleşmenin ekseriyetle finansallaşma (borçluluk) ile yarattığı siyasal iktisadi tahakküm mekanizmaları, yine etkin sermaye birikimini garanti etmek üzeredir. İkinci Dünya Savaşı sonrası uygar dünyada yahut kapitalist dünya sisteminde kendisine de yer verilen Türkiye Cumhuriyeti için bu uluslararası cemaate siyasal iktisadi olarak eklemlenme iki biçimde olmuştur: Yeni uluslararası düzenin hegemonu Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) sadık müttefiki ve Avrupa Birliği’nin sabırlı üyelik adayı olarak. Savaş sonrası uluslararası hegemon Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) daha sonra kendisinden görece özerkleşerek sistemik krize neden olacak olan Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşası ile kurduğu hegemonyasının Türkiye (ve Yunanistan) için uygun gördüğü ve Marshall Yardımı’nda ifadesini bulan muhtemel bir Avrupa ligine yamanma, zamanla onun bir parçası olma patikası, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) macerasının nedeni kabul edilmelidir. Bir yerde Avrupalı kapitalistlerin birbirlerine düşmemesi için hayata geçirilmiş bir proje olarak AB, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi için uygarlık kulvarında yürüme idealinin simgesidir, bu nedenle ulusal 37 egemenlik pahasına birliğe üyeliğin gerekleri yerine getirilmelidir ([83]: 242). Bu kabulle bir kez daha ülkenin angaje olduğu uluslararası siyasal iktisadi bir mesele yapay bir gerilim aracılığıyla toplumu kurucu güç dengesinin gerekleri doğrultusunda bir tasarıma kavuşturulmuş oluyordu. Gerçekte Türkiye’nin AB içinde yer alma talebi İkinci Savaş sonrası uluslararası siyasal iktisadi düzenin bir gereğidir. Ne kültürel açıdan ne de siyasal iktisadi gelişmişlik düzeyi açısından AB içinde yer alamayacak28 Türkiye’nin baştan beri durumun farkında olduğu açıktır. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde somut sıkıntısının birliğe katılmaktan ziyade AB kredilerinden ve mali yardımlarından faydalanmak olması beklenir. Nitekim Türkiye’nin önemli kısmını kredi olarak aldığı AB mali yardımlarından hak ettiği payı alamadığından yakınılmaktadır ([25]: 143-144). Gerçekte bir sermayeler birliği olan AB’nin Türkiye’de bir uygarlık ideali olarak görülmesi, meselenin burjuvazinin ulusal hegemonyasına araç kılındığına işaret etmektedir. Bu durum Gümrük Birliği (GB) tartışmaları ile iyiden iyiye açıklık kazanmaktadır. Bu konuda yürütülen kısır tartışmalar adeta yapılması gerektiği için yapılmış izlenimi uyandırmaktadır. Bu tartışmalarda GB yanlıları bile GB’nin sakıncalarını ifade etmeden yapamamışlardır. Dış rekabete açık, ortak yatırımların ve turizm gelirlerinin artacağı bir ekonomi tahayyülünün yanı sıra gümrük vergisi ve fon kayıplarından, tüketim ithalatının artışından da söz edilmiştir ([25]: 140-141 ve [65]: 197). GB’den zarar görülmemesi için geleneksel sanayi dallarının korunması gerektiği, bunun için ülkenin modern ve yaygın altyapı tesislerine sahip olması, üretimde modern teknolojilerin kullanılmasına çalışılması, ücretlilerin marjinal verimliliğe bağlanması, ucuz girdi sağlanması, seçici yatırım ve ihracat teşvikleri verilmesi, para ve maliye politikalarının istikrarlandırıcı doğrultuda etkin bir biçimde kullanılmasının gerektiği ifade edilmiştir ([65]: 199-200); yani daha rekabetçi bir ekonomi için kısa sürede hayata geçirilemeyecek yapısal tedbirler öneriliyor. GB’nin ülke ekonomisi için zararları apaçık ortadayken GB’ye girilmesini siyasi olarak gerekçelendirmenin dışında bir seçenek yoktur. Böyle iken bu tartışmaların işlevi ancak, tartışmacılarını ve onların dâhil olduğu sözde partileri söylemsel olarak yeniden üreterek toplumu kurucu güç dengesinin hegemonik olarak yeniden tesisi olabilir. AB’ye üyelik tartışmaları küreselleşme-ulusal egemenlik, piyasa-devlet yapay gerilimlerinde olduğu gibi dünyada kol gezen kapitalizm hayaletinin korku ve yanılsamalarla idare marifetinin ürünlerinden yalnızca biridir. Bilhassa yüzyıl başından beri genel olarak kamu yönetiminin, özelde ise kamu mali yönetiminin işleyişlerinde olduğu kadar olmasa da dayandıkları kavramsal çerçevelerin belirlenmesinde etkili olan neoliberalizm, aktörlerinin iktisadi seçimlerinin siyasi karakterini gizleme kapasitesine sahip piyasa mekanizmasının bu vasfını tüm toplumsal ilişkilere zerk ederek kişileri gerçekte sorumlu olmadıkları ve arzulamadıkları sonuçlara razı etme motifine dayanır. 1970’ler krizini, gerçekte krizi erteleyerek derinleştirecek ve altta kalanın canının umursanmaması esasına göre çözecek olan neoliberalizm, bunu sağlayacak serbest rekabete can vermek için serbestleştirmelerle Keynesgil devlet müdahalelerini tasfiye ederken ([13]: 24-25), devlet-piyasa-toplum ilişkilerinde hiyerarşik bir biçimde örgütlenmiş Keynesgil bürokratik korporatizmin yerine neoliberal teknokratik çoğulculuğu ikame edecektir ([6]: 170). Her düzeyde yayılan ve 28 Siyasal iktisadi gelişmişlik düzeyi açısından Türkiye’den zayıf göstergelere sahip ülkelerin birliğe dâhil edilmelerini tarihsel-kültürel kodlara yormak mümkündür; daha da önemlisi AB’nin genişleme politikasıdır. 38 derinleştirilen rekabet, toplumları topyekûn varoluşlarının sınırlarında hareket etmeye zorlayarak etkin birer makineye dönüştürmüştür; makinenin yükünü elbette zayıf unsurları çekecektir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere uluslararası rekabetten genel olarak daha az olumsuz etkilenen azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülke sermayelerinin emek maliyetleri nedeniyle yatırım yaptığı ülkelerdir. Buna rağmen, uluslararası düzeyde, kapitalist hiyerarşinin alt basamaklarındaki her ülkeden gelir ve servet transferi için ülkelerin ekonomilerini ticaret ve doğrudan yabancı yatırımlara açmaları ve siyasal iktisadi sistemlerini liberal değerlere uydurmaları halinde merkez ülkeler karşısında rekabetçi olma şanslarını arttıracakları iddia edilmektedir ([90]: 47). Ancak gelişmiş ve azgelişmiş ülkelerin iktisadi ve sosyal olarak yakınsayacakları neoliberal tezinin aksine, uluslararası sermayenin daha çok gelişmiş ülkelerde yoğunlaştığı, gelişmiş ülkelerde beklenen refah artışının sağlanmadığı görülmüştür ([27]: 49). Soğuk Savaş’ın sonlanmasıyla uluslararası hegemonyanın neoliberalizm ile başlatılan yeniden tesisi yeni bir aşamaya girmiştir. Bununla birlikte küreselleşme uluslararası siyasi ilişkilerin hegemonya tesisi yönünde yeniden şekillendirilmesinin neoliberalizme eklemlenmesi olarak düşünülmemelidir. Yaygın bir biçimde iddia edildiğinin aksine, siyasi entegrasyonlar uluslararası siyasal iktisadi güç dengesinde yapısal bir değişiklik arz edecek boyutta değildir; bu alanda gerçekleştirilen düzenlemeler daha ziyade anonim, teknokratik, dolayısıyla etkin olmamasının teknik yetersizliklerine dayandırılabileceği bir yönetim zihniyetinin tesisi yönünde olmuştur: devletin küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına uygun roller üstlenerek, siyasal iktisadi entegrasyon sürecinin bir aktörü olarak yeniden örgütlenmesi ([44]: 69). Tabiatıyla küreselleşme sermaye birikiminin selameti için politikayı engelleyen bir yönetim zihniyetinin her düzeyde hayata geçirilmesi projesi olarak telakki edilmelidir; bu açıdan başat olarak kamu yönetimine egemen kılınmasıyla piyasa anonimliğinin, devletin temas ettiği her alanda derinleştirilmesi projesidir. Ancak küreselleşme döneminin asli hegemonunun piyasa olduğu ([109]: 544) yanılsamasına da düşmemek gerekir; asıl hegemon kapitalist Kuzey’dir: ABD öncülüğünde uluslararası sistemin başlıca yönetici kurumları olan IMF, DB, OECD, BM, vb. tarafından hayata geçirilen, dayatılan bir proje, yeni bir çeşit müdahaleciliktir küreselleşme ([44]: 69); yine de, daha önce ayırt ettiğimiz üzere, dayatılmış olmakla birlikte, azgelişmiş ülke devletlerinin ve burjuvazilerinin haklarına razı bir biçimde,29 iç sömürü mekanizmalarının ve bir çeşit ilkel birikim aracına dönüştürülen kamu transferlerinin sunduğu fırsatlardan yararlanarak destekçileri olduğu bir proje. Ulusal ve uluslararası düzeyde mutlak egemen olan ulus devletlerin arzuları hilafına davranmaya sevk edilmeleri, uluslararası güç dengesinin gerekleri ölçüsündedir. Bu durum yine de ulus devletin nihai egemen olması ile mümkündür. Dolayısıyla uluslararası siyasi ve ekonomik kuruluşların ulus devletlerin ulusal sınırlar içindeki egemenlik gücüne neredeyse ortak olmaları ([27]: 43), ulus devletlerin egemenlik süreçlerinin dışında değerlendirilmemelidir;30 uzun dönem için bile küreselleşmenin 29 Azgelişmiş ülkeler, küreselleşmenin gerektirdiği serbestleşmeyi benimseyip uygulamaları, ekonomik performanslarının düşüklüğü ve kamu mali yönetimlerinin bozukluğu nedeniyle, olumsuz sonuçlara yol açıp ekonomik ve sosyal gelişmelerini zorlaştırsa da ([27]: 47-48) iradelerini kuşatan sistemik eğilimlerin (uluslararası güç dengesinin) münasip gördüğü paya razıdırlar. 30 Nitekim devletin egemenlik alanının dışında birtakım egemenlik haklarından vazgeçmesinin doğal olduğunun iddia edilmesi ve dünyayla ilişkilerin ekonomiko-demokratik bir düzlemde ahenkleştirilmesi gerektiği düşüncesi ([85]: 150 ve 156), küreselleşme ile hem ulusal egemenliğin hem de sermaye birikiminin merkeziliğinin aşınmadığına gösterge kabul edilebilir. 39 temelde uluslararası rekabete intibak için atılmış zorunlu adımlar ([90]: 46) toplamı olduğu düşünülebilir.31 Kanımızca baskın iktisadi ve siyasi veçheleri nedeniyle söz konusu intibak en somut haliyle maliye alanında tecrübe edilmiştir. Ulus devletleri kamu mali yönetimindeki sorumluluk ve yetkilerini uluslararası kurum ve kuruluşlarla “paylaşmak zorunda bırakan” küreselleşme ile birlikte yeniden tanımlanan devletin fonksiyonlarının, kamu mali yönetiminin birimlerinin boyut ve niteliklerinde değişikler gerektirmesi ([27]: 45, vurgu bize aittir), yönetim bilimi ve kamu maliyesi disiplinlerinin kuramsal olmasa da kavramsal çerçevelerinin değiştirilmesi ihtiyacını doğurmuştur. Neoliberalizmin rekabeti, her düzeyde, toplumu harekete geçirici espri kılma gayretinin asıl gerekçesi birikim krizi olsa da görünürdeki gerekçe, aktörlerin serbest seçimleri ve piyasanın görünmez elinin söz konusu seçimleri etkisiz kılması gerilimi dâhilinde toplumsal refahı, aynı anlama gelmek üzere bireysel refahları arttırmaktır. Ancak toplumsal alanın rekabet motifi ile yeniden örgütlenmesi hiç de kendiliğinden ve maliyetsiz değildir. Bu durum daha önce de dikkat çektiğimiz minimal bir devlet ve bu devleti uygulamaya koyacak derecede güçlü ve merkezi bir devletin gerekliliği geriliminde somutlaşmaktadır ([6]: 179). Amacın zevahiri olduğu, 1980’den sonra kamu kesiminin daraltılmasına ve etkinliğinin azaltılmasına yönelik çabaların başarısızlığından anlaşılırdır ([44]: 74). Neyse ki küreselleşme çıkıp gelmiştir de devlet-burjuvazi ilişkisinin mahiyetini gizleyecek, sonuçsuz yeni bir gerilim ve yeni tartışmalar piyasaya sürülebilmiştir. Aslında değişen pek bir şey yoktur, rekabet ve etkinlik oldukları yerde durmaktadırlar, ölçek büyümüştür. Küreselleşme ile ulus devletler uluslararası rekabetin baskısına bağlı olarak hareketli üretim faktörlerinin ülkeyi terk etme tehdidi karşısında ücret maliyetlerini düşürecek ve sermaye girişini teşvik edecek vergi ayrıcalıkları yaratır; bu durum, siyasi otoritenin yeniden dağıtıcı kamusal mal ve hizmet üretme olanaklarını sınırlar. Öte yandan küreselleşme ile artan eşitsizlikler ve rekabetten dolayı kamu hizmetlerine olan talep artar, devlet ortaya çıkan refah kaybını telafi etmek için kamu harcamalarını arttırmak zorunda kalır ([90]: 49-50): daha az faal olabilmek için daha çok faal olmak zorunda kalan devlet; yani her durumda daha faal bir devlet. Kamu yönetiminin daha az “hantal” bir görünüme sahip olması için yeniden düzenlenmesi doğrultusunda vaziyet görünümle kurtarılmaya çalışılacaktır. Yeni düzenlemelerin en somut saikı sermaye hareketlerini sınırlayıcı yönetim tarzının dönüştürülmesidir ([31]: 51). Bunun için bürokratik hiyerarşinin özerk kurullarla “bertaraf edilmesi” gerekir. Böylece ortaya çıkan özerk kurullar şebekesine yönetişim denmiştir. Bununla birlikte yönetişimle idari ve mali denetimin siyasal karar alma ve denetim süreçlerinden koparılıp teknik bir sürece dönüştürülmesi ([6]: 183) bir kez daha zevahiridir. Yine yönetişimin neoliberalizmin sosyo-politik dönüşümcü çoğulcu algı biçimince şekillendirilen bir karar alma(ma) yöntemi olduğu ([6]: 177) düşüncesine de şüpheli bakmak gerekiyor. Zira yönetişimi somut olarak oluşturan üst kurullar şebekesi marifetiyle kararlar hızla alınmaktadır; ayrıca yönetişimin nihai olarak siyasi ve mali denetim süreçlerine tabi olmayacağı düşüncesi devletin mutlak egemen olma niteliğiyle çelişmektedir. Nitekim yönetişimle ulus devletin egemenliğinin aşındırıldığı iddiasının sahipleri bürokrasi savunuculuğuna savrulmaktadırlar. Zira sorunun biçimsel olduğu kabulüyle, devlette işlerin nasıl yapılması gerektiği sorusuyla hareket edilmektedir. Oysa asıl soru yahut daha başta sorulması gereken soru yapılanların kimin için olduğu 31 Niyetlenilmemiş sonuçlar her zaman mümkündür elbette. 40 sorusudur. Yoksa hangi aktör, menfaat icabı değilse, herhangi bir konuda karar alma sürecini muğlâklaştırmak ister, hele ki sermayedarlar. Yaygınlaşan, yoğunlaşan uluslararası iktisadi faaliyetler, iktisadi bütünleşmeler ve işbirlikleri, ulus devletlerin egemen oldukları alanların dışına taşan sorunlara neden olmuştur. Bu sorunlar elbette uluslararası güç dengesinin koşulladığı karar alma mekanizmaları dâhilinde, değilse başına buyrukluk yahut zorbalıkla çözülür. Söz konusu sorunlar derhal maliye disipline tercüme edilmiştir: Ulus devletlerin egemenlik alanlarının dışına taştığı yahut mevcut toplumsal dengelerin sürdürülmesinde elzem oldukları için tüketimlerinden dışlamanın olmadığı, bu nedenlerle uluslararası şebekelerce finanse edilen mallara küresel kamusal mallar denmiştir ([7]: 119). Öncelikle, bir malın kamusal olup olmadığına karar veren iradenin yokluğu, ulus devletlerden oluşan uluslararası şebekeler, bizzat ulus devletler ve ulusüstü örgüt ve sivil toplum kuruluşları tarafından oluşturulan karar alma süreçlerini gerektirir; bu nedenle küresel kamusal mallar daha ziyade uluslararası kurum ve kuruluşlarca üretilir ([7]: 117 ve 121) denmektedir. Küresel kamusal malların üretilmesinde belirleyici olan daha çok sistemik gereksinimlerdir. Bu nedenle küresel kamusal malların belirlenmesinde siyasal tercihler ve güç önemlidir ([7]: 121). Siyasal olarak tercih edilen ve güç dengelerinin gerektirdiği sistemik ihtiyaçlar genel olarak küresel düzeyde kamusallık arz eden malların çevre ve kalkınma sorunlarına ilişkin olanlar olarak belirlenmesine neden olmuştur. Sınırsız sermaye birikiminin koşulladığı yoğun uluslararası etkileşimin gerektirdiği sürekli sınır tayini, ulus devletlerin kendilerini hem ulusal hem uluslararası düzeyde nihai egemen olarak yeniden üretmelerini olanaklı kılar; öte taraftan arzuları dâhilinde ortaya çıkan fırsatlardan yararlanma istekleri bu fırsatları olanaklı kılan belirsizlikleri tercih etmelerine de neden olur. Örneğin küreselleşmenin ülkelerin vergi rejimlerini birbirine yaklaştırdığı iddiasının aksine, kurumlar vergisi hariç diğer vergilerde ulusal tercihlerin etkili olduğu gözlemlenirken ([90]: 52-53), 1980’lerden sonra küreselleşmeyle birlikte vergi cennetlerinin sayısında hızlı bir artış gözlemlenmiştir ([24]: 602). Bu çerçevede küresel düzeyde dışsallıkları, dolayısıyla kamusallıkları, bu belirleme-belirsizlik ekseninde hem ulusal hem de uluslararası güç dengelerinin gerektirdiği siyasal tercihler tayin etmektedir. Küreselleşme ile Türkiye’de de daha çok yönetişimin uluslararası kurumları tarafından savunulan ve mevcut şartlarda eşitlikçi ve demokratik oldukları su götürür olan yerel örgütlerin ve sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerinde etkin kılınmaya çabalanması ([9]: 118), ulusüstü bir hal alan ekonomik entegrasyonların ulusal egemenliği tehdit ettiği iddiaları ([85]: 149), özel kesimde nihai olarak finansal bağımlılık ve kriz sözcükleri ile anılan serbestleştirmeler, kamu kesiminde yönetişim ve saydamlık kavramlarının kullanıma sokulması ([93]: 83) mevzubahis olmuştur. Pek tabii süreç kimilerinin projenin başarısızlığına kılıf uydurmak için gerçekte iktisadi değil de devletin ekonomiye müdahalesinde tezahür eden siyasi serbestleştirmelerin yaşandığını ([94]: 2) iddia ettiği serbestleştirmelerle başlatılmıştır. Oysa serbestleştirmeler daha baştan kalkınma amacına uygun değildir; bilhassa finansal serbestleştirmelerle iç ve dış sermaye kaynakları üretken alandan spekülatif alana kaymış ([47]: 486), geniş çaplı özelleştirme ve taşeronlaştırmalarla kamusal olan adeta yeniden belirlenmiş, malların ve sermayenin serbest dolaşımıyla kamu birikimleri küreselleşen dev sermayeye aktarılmış, bu arada devletin yatırıma, üretime, paylaşıma ilişkin karar mekanizmalarından çekildiği ([44]: 7374) izlenimi yaratılmıştır. Bu yanılsama kullanıma sokulan yeni kavram seti ve yasal 41 düzenlemelerle genel olarak kamu yönetiminde özelde kamu mali yönetiminde de yaratılmıştır: Neoliberal eklemlenme sürecinde önem arz eden 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile kullanıma sokulan ilke ve kavramlar (stratejik plan, stratejik amaç, sosyal verimlilik, maliyet-fayda ve maliyet-etkinlik analizleri, özel gelir, sürdürülebilir kalkınma) ([6]: 184-186) esaslı bir hesap sormayı mümkün kılacak siyasi karakterli “Kim?” sorusunun yerine teknik “Nasıl?” sorusunun geçirilmesini olanaklı kılacaklardır. Küreselleşmenin siyasal olanın teknikleştirilmesinin aracı olarak kullanıma soktuğu söz konusu kavramlar daha yakından bir bakışı hak etmektedirler. Hegemonik bir proje olarak küreselleşme ile kamu yönetiminde ve kamu mali yönetiminde gerçekleştirilmeye çalışılan dönüşümlerle kamu hizmetlerinin kalitesinin iyileştirilmesi, çalışanlarının motivasyon ve memnuniyetlerinin arttırılarak ülke kaynaklarının daha etkin yönetimine katkıda bulunulmasının amaçlanması ([88]: 238), bu çerçevedeki reformlarda yeni olanın ne olduğu sorusunu söz konusu etmektedir; zira her yönetim rejimi söz konusu amaçların gerçekleştirilmesine çalışır. Küreselleşme ile hayata geçirilmeye çalışılan stratejik yönetim anlayışı, bu amaçları yeni yollarla gerçekleştirmeye çalıştığı iddiasıyla yenidir. Stratejik yönetim anlayışının odağında performans kavramı yer alır. Bu çerçevede stratejik plan öteki plan anlayışlarından farklı olarak etkinliği performansın nihai göstergesi kabul ederek girdi, çıktı, kalite, verimlilik, sonuç benzeri performans göstergelerini esas alır ([88]: 238). İşbu etkinlik serbest rekabetin kamu yönetiminin işleyiş motifi kılınmasını öngördüğünden ilk bakışta kişisel gayretleri azamileştiriyor izlenimi yaratsa da tıpkı serbest piyasada olduğu gibi her düzeyde fırsat ekonomilerinin yaygınlaşmasına neden olur. Bu nedenle stratejik yönetim anlayışının hâkim kılmaya çalıştığı performansa dayalı kamu yönetimi performans denetimi olmaksızın gerçekleştirilemez: kamu yönetiminde rekabetin geçerli kılınabilmesi için rekabet denetiminin yapılması zorunluluğu. Ne olmuştur da hizmet kalitesi, çalışanların motivasyonu ve ülke kaynaklarının etkin kullanımına katkı amaçları için yeni bir yol tutulmuştur? Neoliberalizmle başlatılıp küreselleşme ile sürdürülen ve rekabet motifine göre işleyen bir toplumsal düzen inşasını amaçlayan uluslararası hegemonyanın yeniden düzenlenmesi çerçevesinde kamu yönetiminin de yeniden düzenlenmesi, kamu kesimi tarafından gerçekleştirilen hizmetlerin özel kesime devredilmesi, esnek üretim faktörleri piyasalarının (özellikle emek) tesis edilmesi için rekabete dayalı bir kamu yönetiminin hayata geçirilmesi ve çoğu kez sermayedarlara yapılan transferlerin bürokratik engellerini ortadan kaldıran merkezi yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesi bu yeni yolun önemli nedenleridir. Dolayısıyla yeni yönetim anlayışının sermaye birikim rejimi tarafından koşullandığı rahatlıkla iddia edilebilir. Yeni sermaye birikim rejiminin bilhassa azgelişmiş ülkelerde ortaya çıkardığı yapısal kayıt dışılık performansa dayalı kamu yönetiminin gerektirdiği performans denetimine cevaz vermez. Bunun yolu her zaman olduğu gibi kavramların matlaştırılmasıdır. Performans yönetimi ve denetimi konusunda da kavramsal netlik, teknik ve bilgisel yeterlilik söz konusu değildir ([38]: 382). Örneğin Türkiye’nin mevcut bütçe sisteminin kapsadığı dar faaliyet alanlarında dahi performans yönetimine yönelik hiçbir işlemin yapılmadığı tespit edilmektedir ([62]: 195). Performansa dayalı yönetim anlayışı daha çok esnek bir emek piyasasının oluşturulması ve kamu hizmetlerinin taşeronlar eliyle yürütülmesinin yaygınlaştırılması sürecinde işçiler üzerinde bir tehdit unsuru olarak, 42 kalite yönetimi söylemiyle ise toplumun taşeronlaştırmalara ikna edilmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Rekabet odaklı kamu yönetimi anlayışının performansla etkileşim halindeki öteki önemli unsuru hesap verme motifine dayalı saydamlıktır; zaten performans ölçütleri de hesap vermeyi mümkün kılmak içindir ([59]: 319). Bununla birlikte hesap verme kavramı özgünlüğünü küreselleşme bağlamında kavrar. Hesap vermenin karakterize ettiği saydamlıktan temelde mali saydamlık anlaşılmalıdır. Ancak mali saydamlıkla demokratik ekonomilerin veya ekonomi yönetimlerinin amaçlanması söz konusu değildir, mali saydamlık uluslararası büyük sermayenin yatırımlarının “selameti” açısından gerekli görülmektedir ([93]: 92]. Toplumsal yeniden üretimin kilit unsurlarından biri haline gelen borçlanmanın sürdürülebilmesi için talep edilmektedir saydamlık. Mali saydamlıkla temel olarak amaçlanan güvenirliğin arttırılarak borçlanma maliyetlerini mümkün olan en düşük seviyeye çekmektir ([48]: 19 ve [93]: 79). Böylece etkinlik amacının sınırları da tayin edilmiş olmaktadır: finans sermayesinin üretken değeri somurma olanakları. Kamu hesaplarında saydamlıkla piyasa aktörlerine doğru ve yeterli bilginin iletiliyor olmasının koordinasyon sorunundan doğabilecek krizleri önlediği tespit edilerek ([93]: 88) asıl amaç da ortaya koyulmuş olmaktadır. Zira kamu mali yönetiminde saydamlıkla amaçlanan demokratik katılımın teşvik edilmesinin ([93]: 77) gerçekçi olmadığı, bu yönde hiçbir somut gelişmenin olmamasından apaçık anlaşılırdır. Saydamlığın temel ilkelerinden biri olarak kabul edilen bağımsız dış denetimin çeşitli usulsüzlüklere açık olması32 saydamlıktan gerçekte murat edilenin finansal sermaye için saydamlık olduğuna delil kabul edilebilir. Küreselleşmenin yerelliklerin öne çıkarılmasıyla33 derinleştirilmesi, hegemonyanın yeniden tesisinde stratejik öneme sahiptir. Sermaye hareketlerinin ve temelde bu yolla sınırlar aşan kültürlerin karşılaşmalarının yerli-yabancı çatışmasına dönüşmesini önlemesi, yerele duyarlı bir sermaye birikiminin üstünlüğü ve daha genel olarak liberal adem-i merkeziyetçiliğin iktisadi etkinliği sağlamadaki üstünlüğüne olan inanç, küreselleşme için yerelliklerin tanınmasını, öne çıkarılmasını gerekli kılmıştır. Bu çerçevede sorun kamu yönetimi olunca yerelliklerin öne çıkarılmasıyla birlikte adem-i merkeziyetçilik temelinde özerklik küreselleşmenin olmazsa olmaz bir talebi olarak boy göstermiştir. Özerkliğin teşvik edilmesinde Soğuk Savaş sonrası hegemonya tesisi de etkilidir. Yönetimler arasında harcama sorumluluklarının ve gelir kaynaklarının bölüşümü ile harcama ve gelirlerin belirlenmesinde sahip olunan serbesti olarak tanımlanan mali özerkliğin, daha fazla hesap verebilirliğe yol açtığı, seçilmişleri ödenen vergiler dolayısıyla daha duyarlı hale getirdiği, bireyleri ise sunulan hizmetlere karşı daha duyarlı kıldığı iddia edilmektedir ([40]: 220 ve 221). Keşke gelir ve harcama sorumluluklarındaki serbestinin bir yönetim birimini nasıl daha fazla hesap verebilir kıldığı da açıklanmış olsaydı; hukuk devleti zihniyetinin gerektirdiği hukuksal bir temeli olmadıktan sonra hesap vermenin gerçekleşmeyeceği açıktır. Mali özerkliğin hesap verilebilirliği arttırdığına çoğunlukla tanıklık edilmemektedir, mali özerklik gerçekte devletin bölüşümdeki rolünü daha etkin ifa etmesi amacına hizmet etmektedir. Öte yandan yine sermayedarlar sınıfının arzuladığı esnek bölüşüm mekanizmasının 32 Yazılı basında, Yunanistan’ın 2010 yılında yaşadığı borçlanma krizinde, ülkenin ölçüsüz bir biçimde borçlanmasını olanaklı kılan saptırıcı göstergelerine göz yuman uluslararası finansal derecelendirme kuruluşlarının etkili olduğu iddia edilmiştir. 33 Yerelliklerin öne çıkarılmasının doğal sınırı siyasal egemenliktir pek tabii. 43 gerçekleştirilmesi için, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, aktif bir yürütme organı biçiminde yapılanmış merkeziyetçilik ile “formel yeraltı ekonomilerini” faal kılacak parçalı bir mali yönetimin çelişkili birlikteliği gerekmektedir ([62]: 180). Bu bağlamda hizmeti yerel düzeyde sunan birimin hizmete ilişkin girdilere, bunların bileşimine ve tutumlu ve etkin bir şekilde kullanımına dair yetkiye sahip olmaması temelinde hizmet sunumunun aşırı merkezileşmesine itirazlar ([59]: 338), söz konusu esnek bölüşüm mekanizmasının gerektirdiği kimi kez ceberut merkeziyetçiliğe itirazlar olarak değerlendirilmemelidir: “Sermaye grupları bir yandan merkezi yönetim düzeyinde kararların verilmesini, öte yandan da yerel yönetimlerin varlık nedenlerinin sürmesini ve yerel mal ve hizmetlerin kendi istekleri doğrultusunda aksatılmadan üretilmesini ister (…)” ([39]: 206). Mali özerklik ve adem-i merkeziyetçi yönetim anlayışının tecessüm ettiği kurumlar yerel yönetimler olmuşlardır. Bu çerçevede yerel yönetimler siyasal açıdan özgürlükçü demokrasilerin temel unsurlarından kabul edilmiş, iktisadi açıdan ise kıt kaynakların optimum etkinlikle kullanılabilmesinin koşullarından biri olan arzın tüketici tercihlerine uydurulmasının bir gereği olarak kabul edilmişlerdir ([70]: 49). Ancak Türkiye’de 1980’den sonra tekelci sermaye lehine belediyelerin işgücüne yönelik sosyal hizmetleri geriletilmiş, kamu mülkiyetinde bulunan varlıklar ve değerler özellikle belediyeler aracığıyla azaltılmış, rant yaratma, ihale sistemi ve yerel hizmetlerin belediyeler tarafından özel kesime ihalesi yoluyla işverenlere kaynak transferi gerçekleştirilmiştir ([39]: 210, 211 ve 212). Yani neoliberal küreselleşmenin derinleştirilmesi yerel yönetimlere muğlak mali özerklikler tanınmasıyla mümkün olmuştur. Bu durum, maliye disiplininde yapay bir merkeziyetçilik-yerelleşme gerilimine neden olmuştur. Tartışma bir kez daha etkinlik sorunu ekseninde yürütülecektir; yerel yönetimlere tanınan özerkliklerin demokratik katılım süreçlerini geliştirmediği gerçeği bir yana. Disiplinin somut (pratik) sorun çözmeye dönük alanı olarak maliye politikasının temaları uluslararası birikim rejiminin (siyasal iktisadi düzenin) dönüşmesi ile çeşitlenmiştir. Ancak alanı karakterize eden birikim sorununun üstü yapay büyümeistikrar gerilimi ile örtülmeye çalışılmaya devam etmiştir. Bu çerçevede kalkınma kavramı ile azgelişmişliğin sürekli kılınmasına çalışılmış, bunda dışa dönük kalkınma ve serbestleştirmeler arasındaki çelişkiden faydalanılmıştır. Uluslararası hegemonyanın yeniden düzenlenmesi çerçevesinde birikim amacına koşulmuş bir biçimde yönetişim ve özerklikle derinleştirilen küreselleşme öne çıkarılmıştır; bu kez küreselleşme-ulusal egemenlik gerilimi üstünü örtmenin aracı kılınmıştır. Bütün bu gerilimler istikrarlı birikimin bilgisini üreten maliye politikasının birikim-bölüşüm bütününden uzak bir kavramsallaştırmasını olanaklı kılmak içindir. Bununla birlikte, maliye cemaatinin tartışmalarını üzerine kurduğu yapay gerilimler, yalnızca cemaatin birikim ve bölüşümü – arzuları dâhilinde olsun olmasın- disiplini kurucu gerilimler olarak görmemesinden kaynaklı değildir. Çünkü birikim ve bölüşümün kurucu birer gerilim olarak kavranması, kamu ve/ya devletin kavramsallaştırılmalarının niteliğine, çoğu kez açık bir biçimde kavramsallaştırılıp kavramsallaştırılmadıklarına bağlıdır. 3. Disiplin Kurucu Bir Kavramsallaştırılması İhtiyacı Tartışma: 44 Kamunun ve Devletin Yeniden Bütün yollar neden Roma’ya çıkar? Çünkü o yolları yaptıran Roma’dır. Maliye disiplininde alt araştırma alanlarını birer yol misali teşkil eden tartışmaların çıktığı yer devlettir; devlet maliye medeniyetinin merkezidir yahut daha doğru bir ifade ile merkezi olmalıdır. Platon’un meşhur mağarasında kendileri için söz söylediği velinimetlerinin kendisine bahşettiği dünyada gölgeler içinde yaşayıp gölgelerin bilgisini üreten/üretmek zorunda olan maliye cemaati, disiplinin Roma’sına ilişkin tasarımında da gölgenin bilgisiyle yetinmek zorundadır. Gölgelerinden asıllarını türetmeye çalıştığımız ve disiplinin kurucu tartışması olduğunu düşündüğümüz devlet tartışmasına giden ana yollar olan birikim ve bölüşüme ilişkin tespitlerimiz bu halleriyle belirli bir varoluş tertibatı içinde yer almayan kendinde kavramsallaştırmalar olarak kalacaklardır. Birikim ve bölüşümün gerçekliğin açığa çıkarılmasında etkin birer araç olarak kullanılabilmeleri için içinde var oldukları dünya ile birlikte kavranmaları gerekmektedir; yani Roma’ya gidilip yolların ne tür bir plan uyarınca inşa edildiğini görmek gerekmektedir. Daha açık bir ifadeyle toplumların siyasal iktisadi varoluşunu belirleyen başat aktör, toplum işlerinin tek yürütücüsü olan ([9]: 118) devletin doğasına ilişkin tasarımlar, maliye disiplininin asli sorunsal eksenlerini belirlediklerini kabul ettiğimiz birikim ve bölüşüm kavramsallaştırmalarının doğalarını da belirlerler. Öyle ki disiplinin nasıl tanımlandığı devlet teorisi alanındaki farklı anlayışlara göre şekillenmiştir, devlet disiplinin kuramsal çekirdeğidir ([80]: 317). Buna rağmen maliye disiplini cemaatinin, devleti disiplini inşa edici bir biçimde sorunsallaştırması söz konusu değildir; devlet daha çok belirli bir devlet anlayışının varsayılmak zorunda kalındığı disiplinin sıradan sorunlarının –devletin iktisadi faaliyetleri dâhilinde ortaya çıkmış somut sorunlar- gerekli kıldığı kadarıyla biçimsel olarak sorunsallaştırılmıştır. Bu bağlamda devlet olduğu gibi kabul edilmiş olunuyordu yahut devletin de dayandığı toplumu kurucu güç dengesinin gerektirdiği ontoloji maliye disiplininin devlet kavramsallaştırmasını zımnen belirliyordu. Böylece devletin ne olduğuna ilişkin soru gün gibi ortada olduğu için yanıtlanamayan sorulara dâhil edilmiş oluyordu. Kendiliğindenlik ve işlevleri ile tanımlamak, çoğu kez kurucu güç dengesi için bile arzulanmayan belirsizliğin önünü alacak niteliktedir: Devletin kendiliğinden oluşmasının haklı gerekçesi onun bireyin kendi çabasıyla gideremediği kamusal ihtiyaçtır. Devleti açıklamak için birtakım puslu ve anlaşılmaz sanal kuramların kullanılmasındansa, çağdaş ve tutarlı bir yaklaşım olan kamusal ihtiyaç nedeninin kullanılmasının rasyonel olduğu iddia edilmektedir ([84]: 61): yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. Maliye cemaati büyük oranda güvenli mağarasını terk etmeden ihtiyaç duydukça sorunsallardan (yollardan) kaynağa (Roma’ya) doğru hareket etmiştir. Bu nedenle devletin doğasına ilişkin soruya verilen yanıtlar genellikle tarih dışı ve yanıtları önceden belirlenmiş sorulara kaynaklık eden sorunsalların inşasında kullanılacak cinstendir: Devlet, bireylerin bölünemeyen, pazarlanamayan, dışsallığı olan, faydası sonra görülen, bedava karşılanan ve ortak tüketilen malları üretme ihtiyacına yönelik olarak fiilen oluşmuş bir tüzel kişiliktir. Bu bağlamda devletin işlevleri toplumsal gönenci arttırmak, istikrar ve güveni sağlamak, gelir ve servet dağılımını adil kılmak ve bunlar için gerekli kaynağı yaratmak ve tahsis etmek şeklinde özetlenir ([84]: 61). Böylelikle devletin başat belirleyicisi siyasal ve siyasalın doğası ıskalanmış olur. Devletin bu önemli vasfı ancak siyasal egemenlik bağlamında genel olarak öteki devletler ve ülke içi güç odakları ile olan ilişkileri bağlamında hatıra getirilir. Buna rağmen parçalanmış bir tüzel kişilik ve mali yönetimle devletin etken egemen iç ve dış sermaye gruplarının yörüngesine girerek 45 edilgenleşeceği iddia edilirken de ([62]: 190) tartışmanın odağında siyasal bir devlet kavramsallaştırmasının olduğu söylenemez. Lakin siyasal olanın inkârı olanaksızdır; mağara duvarlarına yansıyan gölgelerden okunan işlevsel ve kendiliğinden devlette bile siyasalın açığa çıkması disiplinin gölgelerle çözemediği somut sorunların halli için bir zorunluluktur. Bununla birlikte yansızlık olarak kodlanmış bilimin, taraflar gerektiren siyasalı dışlaması devlet gibi özü gereği siyasal olan bir kavramın kamu gibi tarafsızlık çağrıştıran bir kavramla ikame edilmesini gerektirmiştir. Böylelikle arzu edilen yansızlık sözde hiç de arzulanmayan muğlâklıkla sağlanmış olacaktır. Bu muğlâklık kalabalıkların devletçe alınan her kararda kamu yararının gözetildiğine ikna edilmesinde işlevsel olsa da disiplinin çözmeye çalıştığını iddia ettiği somut sorunların çözümünü olanaklı kılacak kamu/devlet kavramsallaştırmasını engellemektedir; sonunda da devletin kamusal ihtiyaçların eseri olduğu iddia edilmektedir. Kamu kavramının da siyasal egemenliğin esas alınarak kavramsallaştırılması zorunluluğu, bir kez daha işlevselci kavramsallaştırmalara neden olmuştur. Örneğin kamu kesimi mali politikaların oluşturulmasında ve geliştirilmesinde rol üstlenen birey ve kuruluşların bütünü olarak tanımlanmaktadır ([48]: 19). Bu tanım kabaca kamuyu topluma eşitlemektedir. Buna göre bilinen kamu/özel ayrımı ortadan kalkar. Karar alma süreçlerinden yola çıkılarak yapılan bu gerçekçi, ancak üstünü örtmeye dönük, bu nedenle de işlevselci kavramsallaştırmanın yanı sıra harcama ve gelirlerden hareket eden kamu kavramsallaştırmaları da mevzubahistir. Örneğin bir hizmet vergi ile finanse ediliyorsa kamu hizmeti kabul edilmelidir ([49]: 83). Bu durumda Türkiye’de gerçekleştirilen son Dünya Basketbol Şampiyonası’nda ikinci olan Türk basketbol milli takımına yapılan hibeyi vergilerle finanse edildiği için kamu hizmeti saymak gerekmektedir. Harcamalar esas alınarak yapılan kavramsallaştırmalarda kamu yararı veya kamusal ihtiyaç kavramları dayanak vazifesi görürler. Harcamalardan doğru yapılan kamu kavramsallaştırmaları tartışmaya en açık olanlarıdır. Harcamanın kimin için yapıldığı sorusu kamu/kamusallık tartışmasında sorulması sakıncalı soruyu açığa çıkarır: Kamu kimdir? Kamunun kamu kavramından murat edilenin herkes olduğuna ikna edilmesi için örtüleyici kavramlar icat edilmiştir: dışsallık, kamusal ihtiyaç, faydanın bölünemezliği, tüketimde dışlamanın olanaksızlığı… Eğitim devletin emek üretkenliğini arttırma, fırsat eşitliği sağlama, optimal kaynak kullanımını olanaklı kılma gibi dışsallıkları nedeniyle sunduğu bir kamu hizmeti oluverir böylelikle ([101]: 5-6 ve [33]: 117). Devletlerin faydalı buldukları işleri teşvik etmeleri, zararlı bulduklarını engellemeye çalışmaları doğaldır. Mesele herkesin kamuyu tarif etmesine son vermek üzere, bu işlerin kimler için faydalı yahut zararlı olduklarına karar verilemesidir. Dışsallık, bu kararın verilmesini öteleyecek anonimliği kamusal ihtiyaç (sosyal fayda) kavramı üzerinden olanaklı kılar. Tıpkı firmaların sadece kâra dönüştürebilecekleri girişimleri için araştırma ve geliştirme yapması karşısında kamu yararı için kamunun araştırma ve geliştirme yapması gerektiği ([67]: 249) düşüncesiyle belirlenen kamu kavramında gizlenen eşitsizliklerde olduğu gibi. Araştırma ve geliştirmelerin, barındırdığı eşitsizlikleri gizleyerek toplumu karşılamak üzere kullanılan kamu için, kamu yararı için gerçekleştirildiğinin iddia edilmesi, bilhassa da ileri teknoloji alanında yürütülen bu faaliyetlerin doğrudan geniş toplum kesimlerinin faydasını hangi cihetle gözettiği sorusunu boşa çıkarmak üzeredir. İlave olarak, eğitim ve sağlık hizmetlerinin sadece kişisel refah düzeyi için değil iktisadi kalkınma için de önem arz ettiği ([89]: 214) haklı iddiasının benzeri karakterde olduğu söylenebilir. Zira iş 46 eğitim ve sağlık hizmetlerini kamu hizmeti olarak görmemizi sağlayacak iktisadi kalkınmanın kimin için olduğu sorusunu sormaya kadar vardırılmıyor. Nitekim 1980’den sonra bu perspektiften kamusal hizmet kabul edilen eğitim ve sağlık hizmetlerine devletçe ayrılan kaynaklar önemsiz düzeylerde kalmıştır ([44]: 76). Maliye disiplini toplumu kuran güç dengesi ile sürekli kılınan eşitsizlikleri gizleyen bir kavram olarak kamuyu muğlak herkesi/toplumu ifade etmek üzere kullanmakla aynı kavramı gerçekte toplumdan farklı bir varlığa tekabül eden devleti ifade etmek üzere kullanmak ikiliğinin bedelini kendisini bilim kılacak kuramsal ve kavramsal çerçeveyi elde edememekle öderken, kamu tartışması nelerin kamu malı (hizmeti) olup olmadığı sorusu üzerinden sürdürülmüştür: Zararsız bir tartışma. Kamu malı tartışması, disiplinin meşrulaştırıcılık işlevinin bir gereği olarak kamunun tartışma konusu edilmesini engellemek işlevine sahiptir. Bu nedenle kamunun ne ya da kim olduğu sorulmadan kamu malı, malın talebini dikkate alan bakış açısından, kamu hizmetine, kullanımına ayrılmış ya da sağladığı gelir ile kamu hizmetlerine dolaylı olarak katkıda bulunan mal olarak tespit edilmektedir ([54]: 305). Malın arzını dikkate alan bakış açısından piyasa aktörleri tarafından fiyatlandırılamayan mallar kamu malı kabul edilmelidir. Kimi malların piyasada fiyatlandırılamaması tüketimlerinin kamusal olmasından, fertlere ayrı ayrı sunulamamalarından kaynaklıdır ([72]: 33). Bu arada piyasa aktörlerinin kimi malların kullanımından tüketicileri dışlayamadığı dikkatlerden kaçar; devletin temsil ettiği kamunun siyasal karakteri de çözümleme dışı bırakılmış olur. Nitekim piyasa aktörlerinin bir yerde siyasi kabul edilebilecek ve tekel olarak temayüz eden dışlama kapasitelerinin engellenmesi ülkelerinin yahut faal oldukları coğrafyaların siyasi hegemonları tarafından engellenir yahut buna izin verilir. Tüketimden dışlamanın olanaklı olmasına rağmen kimi hizmetlerin devlet tarafından sunulması zorunluluğu ile işlevsizleşen malın arzını esas alan bakış açısının imdadına dışsallık kavramsallaştırması yetişir. Böylelikle kim ya da ne olduğunu soramadığımız kamuya faydası nedeniyle kamu/devlet tarafından arz edilen mal kamu malı olmuş olur. Bu anlayış işlevseldir de; zira yaydıkları dışsallıkların azalması durumunda söz konusu mallar serbestleştirmeler sayesinde kamu malı olmaktan çıkarlar ([99]: 394-395); dışsallıklarının kapsayıcılığı oranında kamu malı olurlar. Kamu mallarının sürekliliği ve kimi kamu hizmetlerinin devredilemezliği sorunu ise ekonomik gelişmenin sürdürülebilirliği kavramsallaştırması ile çözülmeye çalışılmaktadır ([7]: 118). Kamu mallarının doğaları gereği satılamaz ve devredilmez olduğu ([9]: 116) iddia edilir, ancak kamunun doğasına ilişkin sorgulama gerektiren kamu mallarının doğalarından ne kast edildiği açıklığa kavuşturulamaz. Siyasala bulaşmamak için kamuya ilişkin tözsel sorgulamayı ötelemek zorunda olan maliye disiplini çoğu kez sorun çözmekten uzak biçimsel tasnifler alanına sıkışmak zorunda kalmıştır, bir malın kamu malı olup olmadığının ölçütünün sağladığı faydanın özel ya da kamusal oluşu olarak belirlenmesi örneğinde olduğu gibi ([9]: 116). Bununla birlikte maliye disiplinini hemen her zaman kamunun doğasına ilişkin metazori sorgulamalara sevk eden istisnai durumlar söz konusudur. Belirgin iki istisnai durum ulusal düzeyde ulusal güvenlik, uluslararası düzeyde ise küresel kamusal mallardır. Toplumsal varoluşu olanaklı kılan siyasal çerçevenin belirleyicisi (siyasal egemen) olarak devletin sağlamak zorunda olduğu can güvenliği kamusal malın siyasal karakterini açığa çıkarıcı niteliktedir. Devletin kamusal malın siyasal karakterini gizleyici nitelikte olan ekonomik faaliyetlerin olanaklı olduğu ortamın oluşturulması işlevini gördüğü iddiası ([14]: 33) toplumun varlığı için gerekli toplumsal ve siyasi istikrarı sağlamanın aracı 47 olduğu ([42]: 280) iddiasını zımnen barındırmaktadır. Küreselleşme ile birlikte birçok yoksulluk ve kalkınma sorunu küresel kamusal mal olarak yeniden tanımlanmıştır ([60]: 169). Geçmişin yoksulluk ve kalkınma sorunlarının nasıl olup da kamusal mal olarak tanımlandığını bu sorunların küreselleşme ile birlikte siyasal egemenlik meselesine dâhil olmaları ile açıklayabiliriz. Nitekim küresel kamusal malların arzı ile ilgili en önemli sorun, bu malların faydalarını veya zararlarını tespit edecek, malların arzına katkıları koordine edecek ve bedavacılığı önleyecek küresel bir örgütün olmayışıdır; küresel kamusal mallar esasen ulus devletler tarafından sağlanmaktadır ([60]: 174 ve 176). Uluslararası siyasal iktisadi düzenin yarattığı dışsallıkların giderilmesi için yapılan yardımlar olarak ele alınan küresel kamusal mallar, daha açık bir ifadeyle, uluslararası düzeyde ortaya çıkan birikim ve bölüşüm sorunlarının çözülebilmeleri için gerekli siyasi iradenin tesisi amacıyla kamusal addedilmişlerdir. Temelde sorun sermayenin dünya ölçeğinde yeniden üretilmesi olunca küresel kamusal malların üretim ve finansman kararları da dünya sermayesinin idare edildiği merkezlerde gelişmiş ülkeler tarafından veya karar organlarında ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelerin yer aldığı uluslararası kuruluşlar tarafından alınmaktadır ([60]: 171). Küresel kamusal malların ve güvenlik hizmetlerinin işaret ettiği kamu kavramı, maliye disiplininin toplum ve devlet kavramlarının birbirleri yerine kullanıldığı üstünü örtmeye dönük metazori kamu kavramsallaştırmasının aşılması için bir nirengi noktası kabul edilebilir. Lakin maliye disiplini kamuyu, kamu ekonomisinin bilgisini üretmek üzere iktisat disiplininin piyasa kavramsallaştırmasının belirlediği kamu/özel ayrımının ve neoliberal sermaye birikim rejiminin gerektirdiği biçimde kavramsallaştırmıştır. Maliye disiplininde Anglo-Amerikan anlayışın egemen hale gelmesinin temel nedeni, uluslararası siyasal iktisadi düzenin egemeni olan kapitalist Kuzey’in, neoliberalizmle, siyasal iktisadi düzeni görece kararcı (decisive) bir mekanizma dizaynı yerine görece kendiliğinden (?) bir mekanizma dizaynına göre işler hale getiren burjuva taktiği şiddetlendirmesidir. Kapitalistler bunu serbest rekabeti etkili kılarak birikimi kimsenin gözünün yaşına bakmayacak bir etkinlikle gerçekleştirmek üzere yapmışlardır. Doğal olarak uluslararası siyasal iktisadi düzeni mümkün kılan mekanizma serbest piyasa kendiliğindenliğinde ifade bulan iktisadın baskın kılınmasıyla görünürde daha az siyasal kılınmıştır. Ancak gerçekte iktisadi faaliyet mekanizma dizayncılarının katı bir biçimde çizdiği siyasal çerçevede yürütüldüğünden siyasal olandan feragat edilmemiş, tersine iktisadi olana içsel kılınan siyasal, “kendiliğinden hegemonya kurucu” bir uluslararası düzen temin etmiştir. Dolayısıyla iktisadi olanla siyasal olan kati bir biçimde birbirinden ayrılmış oluyordu: piyasa ve devlet. Bununla birlikte toplumsal antagonizmaları şekillendiren kurum olarak piyasa, çözümlerini devlet eliyle empoze etmesiyle siyasal olanın da başat belirleyicisidir. Öyle ki devlete piyasanın işleyiş biçimleri, piyasa zihniyeti de empoze edilmiştir. Maliye disiplini toplumu kurucu güç dengesinin ontolojisini esas aldığından bir yandan piyasanın kuşattığı toplumu kamu kabul ederek, diğer yandan piyasanın koşulladığı bir devlet tasarımını kamu kabul ederek iki ayrı gerçekliğe tekabül eden bu kamu kavramlarını bir kabul etmenin yarattığı gerilimler alanında devinmiştir; daha ziyade bir egemenlik aracı olarak vazife ifa eden kamu/özel ayrımını aşmaya yok denecek kadar az teşebbüs etmiştir: “(…) Kamu finansmanı, hem kamusal hem özel üretim ve tüketim harcamalarının finansmanının birliği ve tekliği anlamında bir bütündür. (…)” ([80]: 324). 48 Siyasal olan burjuvazinin serbest rekabet gereksinimi nedeniyle daha yoğun bir biçimde iktisadi alanda gerçekleşince devlet de iktisadi olanın gerçekleşmesi için gerekli bir araç, adeta onun bir eklentisi olarak algılanır olmuştur. Zira o, piyasanın aksadığı durumlarda (kamu malları, doğal tekeller, dışsallıklar, bilgi eksikliği, aksak piyasalar) boy gösterir ([53]: 18). Devletin toplumsal yeniden üretimin mekanizması olarak serbest piyasayı öncelediği düşünülecek olursa, devleti iktisadi veçheleriyle bile piyasa aksaklıklarına dayandırmak makul değildir. Ancak maliye disiplini kamu kesiminin, hizmetin/malın tüketiminden dışlama ve arzda rekabet ölçütlerine göre belirlendiğini iddia etmektedir ([59]: 315). Buna göre devletin, tüketimden dışlamanın mümkün olduğu ve arzda rekabetin olduğu iktisadi faaliyetler alanı olan piyasada (örneğin kamu bankacılığı) ne sebeplerle faaliyet gösterdiği açıklama ister bir durumdur. Bu tür kuramsal sorunların çözüme kavuşturulması toplumda gerçekleşen ve onu belirleyen piyasa ve devlet kurumlarının özgün varoluş biçimlerinin ilişkisellikleri dâhilinde kavranmasıyla mümkündür. Bu bağlamda maliye disiplini devletin iktisadi faaliyetlerinin çözümlemeleri olarak düşünülemez, maliye disiplini ancak bir beden olarak devleti odağına alarak toplumun toplumsal yeniden üretim dâhilindeki iktisadi faaliyetinin çözümlemeleriyle gerçekleşebilir. Bu açıdan kapitalist bir toplumda kamu maliyesi kuramı, devletin ve onun denetimindeki kurumların, ekonominin her alanında, sermaye birikiminin vazgeçilmez bir üst kurumu olarak giriştiği iktisadi faaliyetlerin nedenini araştırır ([80]: 324). Ancak kamunun (devletin) kendisi adına faaliyet gösterdikleri (burjuvazi, çıkar grupları), elden geldiğince her seferinde topluma eşit kabul edilir ve toplumsal yeniden üretimin unsurları alabildiğine anonimleştirilir. Örneğin kamu maliyesinin amacı toplumsal refahın maksimizasyonu olarak tespit edilip bu amaca ulaşmak için kaynak dağılımında etkinliğin, gelir dağılımında adaletin, iktisadi istikrar ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi gerektiği iddia edilir ([67]: 237). Toplumun kuruluşundan kaynaklı eşitsizlikler yok sayılıp kuramsal düzeyde toplumsal refahı maksimize etme amacının araçları arasında tesis edilen gerilimlerle yaratılan popülizm karşıtlığı ile söz konusu anonimlik körüklenir ([53]: 19). Bu yolla devlet ve piyasanın yalınkat ayrılığı, çoğu kez de antagonistik birlikteliği garanti altına alınır. Bu yapay antagonizmadır ki34 geçmişin sermaye birikim rejiminin tasfiyesi için devletin küçültülmesi söyleminden yararlanılmasını olanaklı kılmıştır. Devletin küçültülmesi kaçınılmazdır, çünkü özel kesime göre verimsizdir, yapısı gereği israfçıdır, hem toplarken hem de harcarken ülke kaynaklarının israf edilmesine neden olur ([55]: 102). Mesele de zaten savunma, adalet ve güvenlik gibi kamu hizmetlerinin arzı değildir, yarı kamusal malların devlet tarafından mı yoksa piyasa tarafından mı arz edeceğidir ([67]: 241)? Ancak devletin bu iktisadi kavramsallaştırması tam yahut yarım tüm kamusal malların iyi belirlenmiş hukuki çerçevelerde piyasa tarafından arz edilebileceği olgusu ile (paralı askerlik, güvenlik şirketleri düşünülsün) boşa çıkarılarak devlet-piyasa ayrımını mesnetsiz kılacak niteliktedir, buna rağmen neoliberal birikim rejiminde toplumsal yeniden üretimin güç dengesine göre muhafazası için zorunlu olarak kullanılmaya devam edecektir. Maliye disiplinin neoliberal hegemonya tesisinin bir parçası olarak benimsediği bu tür yapay gerilimlere can veren kamu kavramsallaştırması iktisat disiplininden mülhem olduğu için eklektik ve sorun çözmekten uzak bir kavramsal ve kuramsal çerçeveye neden olmaktadır. Özgün, sorun çözmeyi dert edinmiş bir maliye disiplini kamu ve devlet 34 Hakikisi toplumsal artığı paylaşan taraflar arasında olandır. 49 kavramlarının mümkündür. daha baştan kendindelikleri çerçevesinde içeriklendirilmeleriyle Sonuç Yerine Rivayet odur ki büyük Alman düşünür Johann Wolfgang von Goethe’nin son sözleri “Işık… Biraz daha ışık” olmuştur. Varoluşunun somut ufku kapkara ölüm olan insanoğlunun ışığı arzulaması, ışık üzerine düşünmesi, ışığa tapması doğaldır. İnsanın dünyasını karartan sadece mukadder ölümü değildir bununla birlikte. İnsana ait karanlığın iki ana kaynağı doğa ve insanın kendisidir. Gücü nispetince doğadan ve kendi doğasından (ölümden) kaynaklı karanlıkla “topyekûn” kavga eden insan, iş kendisiyle, kendine ait yapılardan kaynaklı karanlıkla kavgaya geldiğinde akıl almaz bir çaresizliğe düşer. Gerçekte insanın ışık arzusunun kaynağını, karanlık nereden yahut kimden kaynaklı olursa olsun, onun ele geçirme, egemen olma arzusu teşkil etmektedir. Bu nedenle doğa ile ilişkisinde de anlamaya dönük bir üzerini açma, aydınlatma güdüsü olduğu söylenemez. Bu durumu insanın doğanın öteki unsurlarına karşı zayıflığına bağlamak mümkünse de hayli uzun zamandır en azından gezegenin kaderini belirleyecek kadar güçlü olması bu zayıflık iddiasını boşa çıkarmaktadır. Kanaatimizce insanın ait olduğu dünyaya egemenliğini öteki insanlara egemen olma biçimleri karakterize etmektedir. Bu açıdan, her görme ediminin aynı zamanda görmeme olacak olması zorunluluğu bir yana, toplumsal egemenlikle koşullanan açığa çıkarmalar, kasti birer üstünü örtmedir aynı zamanda. Mesele insanların birbirleri üzerinde kurdukları tahakkümün gelişmiş mekanizmaları olunca, ışık arzusu basitçe bilme arzusuna indirgenemez. Karanlık bu bapta silah şirketlerinin kâr oranları düşmesin diye azgelişmiş ülkelerin yoksul insanlarının birer hayvan gibi birbirlerini boğazlamaları, dünya nüfusunun büyük kısmının yoksunluklar içinde yaşam endişesiyle sürekli borçlandırılmaları, düş kırıklıkları, haysiyetsizlikler, adalet ve özgürlüğün para ile mümkün olması olarak tezahür eder. Ne kadar bağırırlarsa bağırsınlar birer özgürlük düşmanı olarak görüldükleri için sesleri asla duyulmayacak olan az sayıda insan dışında ışığı, daha fazla ışığı, bize göre tam da Goethe gibi, arzulayan kimseler yoktur. Biliyoruz ki eskilerin faziletle farkına vardıkları gibi insanları bu denli cahil kılan egemenlerin korku ve ümit kılıçlarının başlarında sallanıyor olmasıdır. Doğrusu bu şartlarda kimseden cesur olması beklenemez. Karanlığı bir nebze olsun fark etmemizi olanaklı kılacak olan ışığın utanmak olduğunu düşünüyoruz. İnsanlık utanmayı hatırlamalıdır; başta da burjuva kötülüklerinin hem tesisini hem sürekliliğini sağlayan iktisat, maliye ve hukuk disiplinlerinin icracıları. Türkiyeli insanların 1980’den önce de 1980 sonrasında da huzur içinde yaşadıkları vakıa değildir. Oysa sürekli olarak toplumlarının refahı ve huzuru için çalışan politikacıları, bürokratları, memurları, bilimcileri de olmuştur bu ülkenin. Sonra bu zevat arasında doğal olarak refah ve huzura hangi yolla gidileceği konusunda sürtüşmeler de yaşanmıştır. Sürtüşmelerin tarafları iktidar da olmuşlardır. Ancak sürtüşme, genel olarak zevahiri olup, yolu yordamı belli olan yapılacak işin kim tarafından yapılacağı hususundadır. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda elzem önemde olan vulgar pragmatizmin muhafazası sağlanmış olmaktadır. Bu pragmatizmin kurucu unsuru, 50 ülkenin, ele geçirmenin ve üstünü örtmenin en gelişmiş aygıtları ile kendisine bir tarihten sonra nüfuz eden kapitalizmle ilişkisi olmuştur. Dolayısıyla tarafların sürtüşmelerine neden olan işler ekseriyetle uluslararası siyasal iktisadi sistemin gerektirdiği işler olmuştur. 1980 sonrasında da uluslararası sistemde yaşanan dönüşümün gerektirdiği düzenlemelere gidilmiştir. Ancak bu düzenlemeler insanın insana tutsaklığını, hiyerarşileri, eşitsizlikleri, yoksunlukları, karanlığı derinleştiren cinsten düzenlemeler olmuştur. İronik bir biçimde siyasal iktisadi egemenlik süreçlerinin kurulmasında ve sürdürülmesinde önemli vazifeler ifa eden kilit önemde sosyal bilimler olan iktisat ve maliye disiplinlerinin bu gelişmelere tepkisi devekuşu misali başlarını kuma gömmek olmuştur; bunu olanaklı kılan, iktisadi faaliyette bulunan birimlerin irade sahibi birer aktöre dönüşmelerini engelleyecek yapay gerilimleri tartışmalarının odağına yerleştirmeleridir. Egemenlerin çerçevelediği bu gerilimlerin öngördüğü çözümler iktisadi aktörlerin iradelerini (politik karakterini) dışlayabilmektedir böylelikle. Türkiye maliye disiplinindeki ideolojik pozisyon alışları tespit etmek üzere başladığımız bu çalışma disiplininin mahiyetine ilişkin bir soruşturmaya dönüştü. Her ne kadar maliye cemaati mensuplarının bakış açılarında, ideolojik pozisyon alışlarında farklılıklar tespit etmek mümkün olsa da zevatın maliye politikası önerilerindeki benzerlikler, örtüşmeler ve genellikle sorun çözmekten uzak önerileri, ürettikleri ve yaydıkları bilgiden şüpheye sevk etti bizleri. Bu şüphe çalışmamızın olgunlaşmış nedeni oldu. İktisat ve maliye disiplinlerinin meşrulaştırıcılık vasıfları ürettikleri bilginin spekülatif olma derecesini arttırmış, insanın insana tutsaklığını onaylamayan icracılarında üretilen bilginin gerçek dışılığı kaygısına neden olmuştur. Spekülatif, dolayısıyla gerçeğe teması sınırlı olan maliye külliyatının bundan kaynaklı işlevsizliği onu bir meşrulaştırıcı olarak muazzam derecede işlevli kılmıştır. Çalışma ile bu biçimsel tespiti içeriklendirmeyi denedik. Çabamız kaçınılmaz olarak bizleri disiplinin varlığına ilişkin temel sorular sormaya sevk etti. Bu soruşturmamız disiplinin formel açıdan varla yok arasında salındığını görmemizi sağladı. İnceleme nesnesi olan devleti iradi olması nedeniyle aşkınlaştıramadığı için onun biçimsel tasarımlarıyla yetinen disiplinin bilim olma iddiası kadük kalmıştır. Bu durum onu hem disiplinlerarasılıkla hem de iktisatla eşitsiz bir ilişkiye girmekle karşı karşıya bırakmıştır. İktisat aşkınlaştıramadığı iktisadi fenomenleri maliyeye devrederken, maliye meşrulaştırıcılık vasfını işlevsel kılacak yansızlığı kendisine bahşedecek bilim olma aşkıyla iktisadın yöntemlerini devşirme gayretinde olmuştur. Maliye disiplininin iktisattan devraldığı en önemli yöntembilimsel tercih iktisat disiplini için sentetik bir ayrım olan mikroiktisat-makroiktisat ayrımıdır. Bu ayrım işlevi açısından maliye disiplinindeki kamu maliyesi-maliye politikası ayrımına ilham kaynağı kabul edilebilirse de içerik açısından berikine benzeyen bir ilişkiye işaret etmez. Zira kamu maliyesi, mikroiktisadın toplumsal yeniden üretim alanını kavrayan makroiktisada ihtiyaç duyduğu kavramsal ve kuramsal araçları sağlamasında olduğu gibi maliye politikasına kavramsal ve kuramsal araçlar temin etmektedir. Diğer yandan iktisat derneşik değişkenlerle analizde de aşkınlığı muhafaza ederken, maliye politikası alanının faili iradi bir aktör olup toplulaştırılamayan devlettir. Disiplinin kuramsal gerilimlerini tespitle anlamaya çalıştığımız mahiyetini ortaya koymada bu ayrımı dikkate aldık. İlerledikçe disiplinin üzerine kurulu olduğu gerilimlerin birikim ve bölüşüm sorunsallarına dayandığını gördük. Kamu maliyesinin baskın olarak bölüşüm sorunsalından kaynaklı sorunlarla, maliye politikasının ise birikim sorunsalından 51 kaynaklı sorunlarla iştigal ettiğini tespit ettik. Bununla birlikte disiplinin kavranışlarını birikim ve bölüşümün içinde gerçekleştiği terkibi belirleme kapasitesine sahip devletin tasarımları belirlemektedir kanaatimizce. Maliye disiplinini varla yok arasında olmaya mecbur eden devletin kendinde bir kategori olarak tasarımlarına sahip olmamasıdır; bunu devletin maliye disiplininde işlev ve uzuvlarıyla bilinmesinden de anlayabiliyoruz. Böylelikle disiplin için kurucu önemde olan tözsel kamu/devlet tartışması ıskalanmış olmakta, bu tartışma biçimsel kamu malı tartışmasının gerektirdiği ölçüde yürütülmektedir. Bu çerçevede yapılması gerekenin her paradigmanın esaslı bir kamu/devlet tartışması yürütüp disiplini özgün birer kavramsal ve kuramsal çerçeve ile yeniden belirlemeleri olduğunu düşünüyoruz. Çalışma ile disiplinin mahiyetini kavramak üzere bir ön tartışma yürütmüş olduk. Bu çerçevede kamu maliyesi alanı için bölüşümü gayriiradi kılmaya dönük bir hamle olarak kaynak tahsisinin bu alanının merkezi kavramsallaştırması olduğunu tespit ettik. Maliye disiplinini kavrayan yapay piyasa-devlet gerilimi çerçevesinde kamu maliyesi alanı optimum kaynak dağılımını olanaklı kılacak yapay etkinlik-eşitlik gerilimine hapsedilmiştir. Maliye politikası alanı için ise bilhassa azgelişmiş ülkeler için kalkınma sorunu olarak kodlanan birikim sorunu, birikim-iktisadi istikrar gerilimine, sorunun yoğun bir biçimde uluslararası bir karakter arz etmeye başladığı neoliberal küreselleşme dönemiyle birlikte buna eklemlenen küreselleşme-ulusal egemenlik gerilimi ekseninde anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Türkiye maliye disiplininin 1980 sonrası devinimine gösterge kabul ettiğimiz Türkiye Maliye Sempozyumu tebliğlerini tarayarak –bu nedenle çalışmamızın ampirik olduğunu düşünüyoruz- vardığımız bu sonuçlar, disiplininin ülkeye özgü tartışmalar yürütmediğini, ülkenin tercüme kurumsal yapısına uygun bir biçimde tercüme ürünler verdiğini de göstermektedir. Gah mütercimlikten gah disiplinin inceleme nesnesinin kuramsallaştırmaya uygun olmayan tasarımlarından dolayı betimsel, rapora benzeyen, belirli bir bakış tarafından öncelenmediği için son derece ampirik, bu nedenle analitik olmaktan uzak, kuramsal tartışmalar içermek bir yana genel olarak fikirlerin çarpışmadığı, tartışmanın olmadığı, ders kitabı kıvamında betimsellikler içeren, kimi kez odaklanılan temanın belirsiz olduğu, sistematik yazılmadığı için dağınık önerilerle sonlandırılan, yöntembilimin neredeyse hiç sorunsallaştırılmadığı, en önemlisi eleştirel olunsa bile anaakım maliye disiplininden sapmanın neredeyse hiç olmadığı, bu nedenle de kimi yasaklı kavramların (kapitalizm, sınıf, vb.) kullanılmadığı, farklı terminolojilerin pek az kullanıldığı çalışmalara tanıklık ettik. Bir de son yıllarda bilimsellik iddiasını güçlendirdiği için, daha çok da iktisada öykünerek gerçekleştirilen ekonometrik çalışmaların yaygınlaştığı gözlenmektedir. Kendi başına bir bilim dalı olma payesi kazanmak için bu denli çaba harcayıp bizzat bu çabanın eseri olarak bu amacın uzağına düşmek, bir adım önce sıraladığımız yöntembilimsel tekdüzeliğin de kaynağı olabilecek vulgar pragmatizmden kaynaklanmaktadır kanaatimizce; cemaatin her cenahtan mensubunu aynı anda kesen nihai olarak güç dengesini gözetecek bir pragmatizm… Sınırları belirsizleştirip, farklı ideolojik pozisyon alışlarına rağmen, maliye cemaati mensuplarının önerilerini (bizce tam da muhtaç oldukları üzere) benzer ve çoğu kez işlevsiz kılan vulgar pragmatizmin berhava edilmesine giden yolun hemen başına şu sözlerin yazılması gerektiğini düşünüyoruz: Utanç… Biraz daha utanç! 52 Bibliyografya [1] Akalın, Güneri (1997) “7. Beş Yıllık Kalkınma Planında Vergi Politikası-Özel Kesim İlişkisi”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 93-104. [2] Akalın, Güneri (1996) “Kamu Kesimi Finansman Açıkları ve Ekonomik Dengeler Üzerine Etkileri”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 17-31. [3] Akalın, Güneri (1994) “Türkiye’de Bütçe Harcamalarının Genel Bir Değerlendirmesi”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 68 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 209222. [4] Akalın, Güneri (1990) “Türkiye’de Gelir ve Vergi Yükü Dağılımı”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu –Çeşitli Açılardan Vergileme Sorunları, 21-23 Mayıs 1990 Antalya, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Ankara, s. 169-180. [5] Akalın, Güneri (1987) “Bir Kamusal Finansman Kaynağı Olarak Kit Kârlarının Değerlendirilmesi”, Türkiye II. Eğitimi Maliye Sempozyumu (Kamu Finansmanı Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 83-92. [6] Akbey, Ferhat (2000) “Neo-liberal Dönüşüm Çerçvesinde 5018 sayılı Kanun’un Değerlendirilmesi”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden Mali Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 168-195. [7] Akdemir, Ali ve Mehmet Şahin (2007) “Küresel Kamusal Malların Üretim ve Yönetim Dinamikleri Bağlamında Tasnif Edilmesi”, 21. Türkiye Maliye Sempozyumu – Kamu Maliyesinde Güncel Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya, Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 117-141. [8] Anıl, Haluk (1988) “Maliye Lisans ve Yüksek Lisans Eğitimi Sorunları –Bazı Düşünceler”, III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 141-144. [9] Arın, Tülay (2000) “Kamu Taşınmaz Malları: Koruma ve En İyi Yararlanma İlkeleri Üzerine Bir Yorum”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 111-131. [10] Arın, Tülay (1996) “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Fonlarının Açıkları: Liberal Sosyal Güvenlik Rejiminin Çelişkileri ve İflası”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 277-293. [11] Arın, Tülay (1994) “Refah Devleti: Bir Analiz Çerçevesi”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 55-74. Bibliyografya çalışma için taradığımız tüm makaleleri içermektedir; bir kısmına göndermede bulunulmuştur. 53 [12] Arın, Tülay (1989) “Sovyetler Birliği’nde İktisadi Reformlar ve Planlama Yönteminde Değişme”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 125-138. [13] Arın, Tülay (1988) “Maliye Politikası Kendi Başına Yeterli mi?” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 23-32. [14] Ataç, Beyhan ve Engin Ataç (1994) “Türkiye’de 1963-1991 Döneminde Personel, Eğitim, Sağlık ve Savunma Harcamalarının Analizi”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 15-53. [15] Ataç, Engin (1987) “Kamu Sektöründe Etkinlik Açısından Fonların Değerlendirilmesi”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamu Finansmanı Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 65-81. [16] Ataç, Engin, Beyhan Ataç ve Tayfun Moğol (2002) “Ülkemizde Kamu Harcamalarının Siyasi Niteliği Üzerine Bir İnceleme”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 41-68. [17] Bakkal, Ufuk ve Nagihan Oktayer (2003) “Dış Borçlanma ve Ödemeler Dengesi İlişkisi”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 217-229. [18] Berksoy, Taner (2000) “Türkiye’de Konsolide Bütçe İçinde Yer Alan Özel Gelirler ve Fonlar”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 241-44. [19] Berksoy, Turgay (1996) “Türkiye’de Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Açıkları ve Bu Açıkların Finansmanı”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 229-252. [20] Berksoy, Turgay (1994) “Türkiye’de Bütçe Açıkları ve Bu Açıkların Finansmanı”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 141-155. [21] Berksoy, Turgay (1989) “Türkiye’nin Dış Borçlanması”, V. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 55-73. [22] Berksoy, Turgay ve İbrahim Demir (2004) “Politik Vergi Çevrimleri: Türkiye’de Vergi Yükü Üzerinde Politik Etkiler”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs Antalya, Bursa: Uludağ Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 513-532. [23] Bilici, Nurettin (2008) “Özel Tüketim Vergisine Tabi Ürünler Üzerindeki Vergi Yükü (Türkiye, Avrupa Birliği Üyesi Ülkeler Karşılaştırması)”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacattepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 233243. [24] Bilici, Nurettin (2004) “Vergi Cennetleri ile Mücadele”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs Antalya, Bursa: Uludağ Üniversitesi İİBF Maliye Bölümleri, s. 601-620. 54 [25] Bilici, Nurettin (1997) “Türkiye-Avrupa Birliği Gümrük Birliği, Ödemeler Dengesi ve Mali Yardımlar”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 137-146. [26] Çağan, Nami (1990) “Avrupa Topluluğunda Vergi Politikası ve Türk Vergi Sistemi”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 87-95. [27] Devrim, Fevzi ve Asuman Altay (2000) “Küreselleşme Sürecinde Sosyal Devlet Anlayışındaki Değişmelerin Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Açısından Değerlendirilmesi”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 27-76. [28] Devrim, Fevzi ve Mehmet Tosuner (1988) “Türkiye’de Eğitim Hizmetlerinin Finansmanında Son Gelişmeler” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 86-109. [29] Devrim, Fevzi ve Timur Turgay (2004) “Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçaklarının Önlenmesinde İdare-Mükellef Etkileşimi ve Bağlı Etkileşenlerinin Rolü”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs Antalya, Bursa: Uludağ Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 751-775. [30] Dikeç, Üstün (1992) “Vergi Yönetiminin Reorganizasyonu”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 83-89. [31] Dikeç, Üstün (1989) “Dış Devlet Borçları ve Dünyadaki Son Gelişmeler”, V. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 43-52. [32] Dikeç, Üstün (1989) “Gelişmiş Ülkeler ve Finansman Sorunları”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 14-21. [33] Duran, Mahmut (1988) “Yüksek Öğretim Harcamalarının Finansmanı ve Etkinliği” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 110-140. [34] Eker, Aytaç ve Mustafa Sakal (1989) “Türkiye’de İç Borçlar ve Gelişimi”, V. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-39. [35] Erol, Ümit (1998) “Kamu Açıkları ile Enflasyon Arasındaki Nedensellik İkilişkisi”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 173-179. [36] Ertaş, Sacit ve Turan Yay (1997) “Türkiye’de Liberalizasyon Döneminde Maliye Politikasının Reel Kesim Üzerinde Etkileri”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu – Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 15-40. 55 [37] Falay, Nihat (2002) “Avrupa Birliği’nde Yerel Yönetimlerin Mali Yapısı”, 17. Türkiye Maliye Sempozyumu-Avrupa Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu, 22-25 Mayıs Fethiye, Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 278-284. [38] Falay, Nihat (2000) “Yerel Yönetimlerde Performans Ölçümü: Bir Ön Çalışma”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 377-410. [39] Falay, Nihat (1996) “Yerel Yönetimlerin Finansman Açıkları”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 205-228. [40] Güner, Ayşe (2000) “Mali Özerklik Çerçevesinde Yerel Yönetimlerin Gelirleri Üzerine Bir Değerlendirme”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden Mali Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 220-229. [41] Günlük Şenesen, Gülay (2000) “Bütçe Ödeneklerinin Değerlendirilmesinde Nicel Yaklaşımlar”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 345-376. [42] Günlük Şenesen, Gülay (1998) “Kamu Harcamalarının Ölçülmesi Üzerine Bir Deneme: Savunma Harcamaları”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 277-295. [43] Heper, Fethi ve Ahmet Ak (2008) “Kayıt Dışı Ekonomi ve Vergi Sosyolojisinin Kayıt Dışılığı Belirlemedeki Önemi (Kanada ve Türkiye’den Sosyolojik Çalışma Örnekleri)”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 271-288. [44] İyidiker, Hikmet (2002) “Küreselleşme Sürecinin Ekonomi Üzerindeki Etkileri ve Kamu Harcamaları (Türkiye 1980-2000)”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu – Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 69-82. [45] İyidiker, Hikmet (1989) “Kamu İktisadi Teşebbüslerinde Özelleştirme: Türkiye’deki Durum”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 176-190. [46] İyidiker, Hikmet ve Metin Altıok (1998) “1980 Sonrası İstikrar Politikası Aracı Olarak Türkiye’de Maliye Politikası”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 181205. [47] İyidiker, Hikmet ve Yasemin Özuğurlu (2003) “Türkiye’de Kamu İç Borçlanmasının Reel Kesim Üzerindeki Etkileri”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 475-487. [48] Karakaş, Eser (2000) “Dünyada Kamu Mali Yönetimi ve Şeffaflık”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 19-25. [49] Karakaş, Eser (2000) “Kamu Açıklarının Finansmanında Kamu Taşınmaz Malları”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal 56 Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi İİBF, s. 83-86. [50] Karakaş, Eser (1996) “AB Üyesi Ülkelerde Kamu Kesimi Finansman Açıkları”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 91-104. [51] Karakaş, Eser (1992) “Dolaylı Vergilerin İstikrar Etkileri”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 11-18. [52] Karakaş, Eser (1989) “Ricardocu Denklik Teoremi Üzerine”, V. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Mayıs 1989 Aydın, Ankara: Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 9-14. [53] Karakaş, Eser ve Pınar Akkoyunlu (1998) “Mali Kriz Göstergeleri-Uluslararası Bir Karşılaştırma”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-34. [54] Karakoç, Yusuf (2008) “Vergi (Hukuku) Alanının Düzenleme, Uygulama ve Yargılama Sorunları”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacattepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 301-313. [55] Karakoç, Yusuf (2004) “Hukuki Nedenlerden Kaynaklanan Vergi Kayıp ve Kaçakları”, 19. Türkiye Maliye Sempozyumu-Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs 2004, Antalya, Ankara: Yaklaşım Yayıncılık, s. 90114. [56] Karakoç, Yusuf (2003) “Kamu Kesimi İç Borçlanma İşlemlerinin Hukuki Niteliği”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 5588. [57] Kirmanoğlu, Hülya (1998) “Türkiye’de Gelir Bölüşümünün Yapısı ve Gelir Bölüşümü Politikaları”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 77-100. [58] Kirmanoğlu, Hülya ve Aysel Arıkboğa (2003) “Türkiye’de Kamu Borç Servisinin Bütçe İçi Etkileri: 1950-2001”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 463-472. [59] Kirmanoğlu, Hülya ve Murat Çak (2000) “Kamu Kesiminde Performans Ölçümü”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 315-344. [60] Kirmanoğlu, Hülya ve Binhan Elif Yılmaz (2007) “Maliye Teorisi’nin Çıkmazı: Küresel Kamusal Mallar (Kalkınma Yardımları İçinde Küresel Kamusal Malların Finansmanı)”, 21. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Maliyesinde Güncel Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya, Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 169-193. [61] Kızılot, Şükrü ve Şafak Ertan Çomaklı (2004) “Vergi Kayıp ve Kaçakları ve Kayıtdışı Ekonomi İlişkisi ve Boyutlarının Mevzuat Açısından Değerlendirilmesi”, 19. 57 Türkiye Maliye Sempozyumu-Türkiye’de Vergi Kayıp ve Kaçakları, Önlenmesi Yolları, 10-14 Mayıs 2004, Antalya, Ankara: Yaklaşım Yayıncılık, s. 115-158. [62] Konukman, Aziz, Ali Rıza Aydın ve Oğuz Oyan (2000) “Türk Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması: Tespit ve Öneriler”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 169-204. [63] Korkmaz, Esfender (1989) “DÇM Uygulaması ve Sonuçları”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 79-86. [64] Korkmaz, Esfender (1987) “Vergi Dışı Kaynaklar”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamu Finansmanı Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 51-63. [65] Morgil, Orhan (1997) “Türk Ekonomisinde Liberalleşme ve Ekonomik Bütünleşme Hareketleri”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Liberalizasyon Sürecinde Maliye Politikaları Açısından Kamu Ekonomisinin Özel Ekonomi Üzerindeki Etkileri, 4-8 Mayıs 1995, Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 191-201. [66] Mutlu, Ayşe (2007) “Küresel Kamusal Mallar Bağlamında Salık Hizmetleri ve Çevre Kirlenmesi: Üretim, Finansman ve Yönetim Sorunları”, 21. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Maliyesinde Güncel Gelişmeler, 10-14 Mayıs Antalya, Çanakkale: Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İİBF Maliye Bölümü, s. 195216. [67] Mutlu, Ayşe (1998) “Türkiye’de Konsolide Bütçe Kamu Harcamalarının Değerlendirilmesi 1981-19[9]5”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 237-258. [68] Nadaroğlu, Halil (1986) “Vergi Sisteminin Etkinliği”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamusal Finansman Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 1-33. [69] Nadaroğlu, Halil (1986) “Türkiye’de Yükseköğretim Kurumlarında Bugüne Kadar İzlenen Maliye Eğitimi ve Politikası”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 49-69. [70] Nadaroğlu, Halil ve Ruşen Keleş (1991) “Merkezi İdare ile Mahalli İdareler Arasındaki mali İlişkilerin Dünü ve Bugünü (Türkiye Örneği)”, VII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 23-25 Mayıs Marmaris, İstanbul: Marmara Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü ve Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, s. 25-52. [71] Nemli, Arif (1989) “Gelişmekte Olan Ülkelerin Dış Finansman Sorunları”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 31-51. [72] Nemli, Arif (1986) “Maliye Eğitiminde Ekonomik Yaklaşım”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 31-43. [73] Ocakçıoğlu, Bora (1992) “Vergi Kayıp ve Kaçakları”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 58 Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 41-44. [74] Öncel Mualla ve Ahmet Kumrulu (1986) “Maliye Eğitiminde Hukuki Yaklaşım”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 1-16. [75] Öncel, Türkan (1986) “Vergi Dışı Kamusal Finansmanın Kaynağı Olarak Parafiskal Gelirler”, Türkiye II. Maliye Eğitimi Sempozyumu (Kamusal Finansman Sorunları), Eskişehir 1986, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 35-50. [76] Önder, İzzettin (1990) “Vergilerin Gelir Dağılımı Üzerindeki Etkilerinin Araştırılması”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 159-168. [77] Önder, İzzettin ve Hülya Kirmanoğlu (1996) “Kamu Açıklarının Tanımlanması, Ölçümü ve Etkileri”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 33-59. [78] Oyan, Oğuz (2000) “Kamu Özel Fonları ve Güncelliğini Yitirmeyen Bir Tasfiye Projesi”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, s. 213-240. [79] Oyan, Oğuz (1992) “İstikrar Aracı Olarak Vergi”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 1921. [80] Oyan, Oğuz (1989) “Kamu Maliyesi ve Türkiye’de Maliye Eğitimi”, Dışa Açılma ve Mali Politikalar Türkiye: 1980-1989, Ankara: Verso Yayınları, s. 311-330. [81] Oyan, Oğuz (1989) “Özelleştirmenin Özellikleri ve Türkiye”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 165-175. [82] Özel, M. Hakkı (1989) “Toplumun Devlet Anlayışının Siyasi İktisadi ve Mali Sistemlere Etkileri Üzerine Bir Deneme”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 2628 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 100-108. [83] Palamut, Mehmet (2002) “Ulusal Egemenlik Bağlamında Vergileme Yetkisi ve Türkiye’nin AB Karşısındaki Konumu”, 17. Türkiye Maliye Sempozyumu-Avrupa Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu, 22-25 Mayıs Fethiye, Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 219-245. [84] Palamut, Mehmet (2000) “Kamu Ekonomisinde Devlet Taşınmazları ve Tabi Oldukları Hukuksal Rejim Hakkında Bir Değerlendirme”, XIV. Türkiye Maliye Sempozyumu-Kamu Kesimi Finansmanında Vergi Dışı Normal Gelirler ile Özel Gelirler ve Fonlar, Eskişehir 1999, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi İİBF, s. 61-73. [85] Palamut, Mehmet (1997) “Entegrasyon Andlaşmalarının Yarattığı Hukuksal Sorular ve Norm Çatışması”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 149-156. [86] Palamut, Mehmet ve Mehmet E. Altundemir (2003) “Kamu Borç Yönetiminde Enflasyonun Oynadığı Rol ve Türkiye Gerçeği”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu – 59 Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 363-382. [87] Palamut, Mehmet ve Mehmet Yüce (2002) “Türkiye’de 1980-2000 Döneminde Gerçekleşen Gelir Dağılımının İstenen Vergi ile Eğitim ve Sağlık Harcamaları İlişkisi”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 379-399. [88] Pınar, Abuzer (2008) “Kamu Sektöründe Yeniden Yapılanma Sürecinde İstihdam ve Ücret”, 22. Türkiye Maliye Sempozyumu –Mali Yapılanma Sürecinde Stratejik Yönetim ve Sosyal Güvenlik Sisteminin Kamu Maliyesine Etkileri, Antalya 2007, İstanbul: Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 237-250. [89] Pınar, Abuzer (2000) “Türkiye’de Net Mali Yansıma: DİE Hanehalkı Verileri ile Bir Tahmin Denemesi”, 20. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Yeniden Mali Yapılanma, 23-27 Mayıs Pamukkale, Denizli: Pamukkale Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 206-218. [90] Pınar, Abuzer ve Yasemin Özuğurlu (2008) “Küreselleşme Sürecinde Vergi Yapılarındaki Dönüşüm: Türkiye Küresel Yapının Neresinde?”, 23. Türkiye Maliye Sempozyumu, Antalya 2008, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, 4569. [91] Pınar, Abuzer ve Güven Sak (2002) “Avrupa Birliği Kapsamında Devlet Yardımları ve Türkiye’de Kamu Bankacılığı Deneyimi Üzerine Gözlemler”, 17. Türkiye Maliye Sempozyumu-Avrupa Birliğine Geçiş Süreci ve Türk Kamu Maliyesinin Uyumu, 22-25 Mayıs Fethiye, Ankara: TÜRMOB Yayınları, s. 318-349. [92] Sak, Güven (1998) “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sisteminin Sorunları ve Çözüm Önerileri”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 109-131. [93] Sak, Güven ve Sinan Sönmez (2000) “Kamu Hesaplarında Saydamlık ve Borç Yönetimi”, 15. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türk Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Bu Yapılanmada Performans Yönetimi ve Denetiminin Yeri, 15-17 Mayıs Antalya, Antalya: Akdeniz Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 77-109. [94] Savaş, Vural (1997) “Türkiye’de Liberalizasyon Sürecinde Maliye Politikalarının Özel Ekonomi Üzerindeki Göre Etkinliği”, XI. Türkiye Maliye Sempozyumu – Türkiye’de Kamu Ekonomisi ve Mali Kriz, 4-8 Mayıs 1995 Gazi Magosa, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 1-14. [95] Saygılıoğlu, Nevzat (1992) “Vergi Kayıp ve Kaçakları”, VIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Vergileme Sorunları ve Ekonomik İstikrar, 12-15 Mayıs 1992 Uludağ, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, Bursa, s. 45-48. [96] Şenatalar, Burhan (1990) “Enflasyon ve Vergileme (Yorum)”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 34-40. [97] Şenatalar, Burhan (1989) “1980’lerde Gelişmiş Kapitalist Ülkelerde Kamu Maliyesi Alanında Gelişmeler”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 147-164. [98] Şener, Orhan (1998) “Türkiye’de Optimal Kaynak Ayrımından Sapmalar (Sosyal Hizmetler Örneği)”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 221-235. 60 [99] Şener Orhan (1996) “Türkiye’de Kamu Sektörünün Optimal Büyüklüğü”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 379-410. [100] Şener, Orhan (1990) “AET ve OECD Reform Eğilimleri Yönünden Türk Vergi Sisteminin Ekonomik Analizi”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 66-86. [101] Şener, Orhan (1988) “Eğitim Ekonomisinin Temel İlkeleri” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 5-22. [102] Seviğ, Veysi (2003) “International Monetary Fund (IMF) ile Yapılan Borçlanma Maliyeti Hesaplamaları”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 163-171. [103] Seviğ, Veysi (1998) “Mali Kriz Ortamında Uygulanan Politikaların Hukuksal Boyutları ve Yeterliliği”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 47-62. [104] Seviğ, Veysi (1996) “Kayıtdışı Ekonominin Kamu Kesimi Finansman Açıklarının Oluşumu ve Maliye Politikaları Üzerine Etkisi: Türkiye Modeli Üzerine Bir Çalışma”, X. Türkiye Maliye Sempozyumu –Kamu Kesimi Finansman Açıkları, 14-18 Mayıs 1994 Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 105-113. [105] Sönmez, Sinan (1994) “Bütçe Açıklarının Finansmanı ve Enflasyon”, IX. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Bütçe Harcamaları, 6-8 Mayıs 1993, Antalya, Adana: Çukurova Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 209-222. [106] Sönmez, Sinan (1988) “Sağlık Hizmetleri Finansmanının Boyutları ve Bunalımın Etkileri” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 33-55. [107] Sönmez, Sinan ve Erkut Gömülü (1989) “Azgelişmiş Ülkelerin Dış Borçlanma Süreci Üzerinde Bunalımın Etkileri (Özet)”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 53-66. [108] Tekin, Fazıl (1988) “Türkiye’de Sağlık Hizmetleri ve Finansmanı Sorunu” III. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 23-26 Nisan 1987 Gebze, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Araştırma Merkezi, s. 56-85. [109] Temelli, Sezai (2003) “Türkiye’de Borçlanma-Yoksulluk Dinamikleri: 1990-2002 (Kamusal Yoksulluk Endeksi Denemesi)”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu – Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 543-556. [110] Tuncer, Selahattin (1986) “Türkiye’de Maliye Eğitimine Kamu ve Özel Kesimden Yönelen Talep”, Türkiye I. Maliye Eğitimi Sempozyumu, 22-24 Nisan 1985 Eskişehir, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir, s. 79-89. [111] Uluatam, Özhan (1990) “Enflasyon ve Vergileme”, VI. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu- Çeşitli Açılardan Vergileme ve Sorunları, Ankara: Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü, s. 17-33. [112] Yıldırım, Erhan ve Refia Yıldırım (2002) “1980 Sonrası Uygulanan Maliye Politikaları ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri”, XVI. Türkiye Maliye 61 Sempozyumu –Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 7-24. [113] Yıldırım, Erhan ve Refia Yıldırım (1998) “Türkiye’de İktisadi Dalgalanmalar ve Maliye Politikası”, XII. Türkiye Maliye Sempozyumu, 15-17 Mayıs 1997, Antalya, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü, s. 143-171. [114] Yıldırım, Refia (2002) “Türkiye’de 1980 Sonrası Vergi Politikalarının Optimum Vergi Kuramına Göre Değerlendirilmesi”, XVI. Türkiye Maliye Sempozyumu – Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikalar, Manisa 2001, Manisa: Celal Bayar Üniversitesi İİBF, s. 161-171. [115] Yıldırım, Refia (1989) “Kamu Mallarının Özelleştirilmesinde Kullanılan Yöntemler”, IV. Türkiye Maliye Eğitimi Sempozyumu, 26-28 Mayıs İzmir, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü, s. 191-203. [116] Yılmazcan, Dilek (2003) “Türkiye’de Dış Borç Yönetiminin Koordinasyonu ve Yabancı Ülke Uygulamaları”, XVIII. Türkiye Maliye Sempozyumu –Türkiye’de Kamu Borçlanması, 12-16 Mayıs Girne, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırma ve Uygulama Merkezi, s. 231-249. [117] Yılmazcan, Dilek (2000) “Bütçe Hakkı ve Bütçe Uygulamaları”, XIII. Türkiye Maliye Sempozyumu-Anayasal Mali Düzen 14-16 Mayıs 1998 Bodrum, İstanbul: Marmara Üniversitesi Maliye Araştırmaları Merkezi, s. 163-172. 62