YENİ ANAYASA ÇIKMAZINDA ÇÖZÜM HALKIN HAKEMLİĞİDİR Osmanlı-Türk Anayasacılığının 136. yılındayız. Ancak bu güne kadar yapılan beş Anayasanın (1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982) hiç birinde halkın gerçek iradesi tecelli etmemiş ve anayasalar halkın içine sinmemiştir. Asker ve sivil bürokratların uzmanlar eliyle hazırlattığı anayasalar, halka sadece şeklen tasdik ettirilmiştir. Bu nedenle, her askeri müdahale sonrası, ne zaman sivil siyaset güçlense, yeni ve sivil bir anayasa dillendirilmiştir. 1982 Anayasası’nı yenileme çabaları 1995 ve 2001’de de gündeme gelmiş ancak, yeni anayasa yerine kapsamlı anayasa değişiklikleri ile yetinilmiştir. 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimiyle tıkanan siyasal sistem yine 2010 Anayasa değişiklikleri ile tamir edilmiştir. Halk bu değişikliğe büyük destek vermekle birlikte, 12 Haziran 2011 seçimlerinde en büyük primi “yeni ve sivil bir anayasa” vaadine vermiştir. Seçim sonrası oluşan yeni Parlamentoda temsil gücü yüzde doksanları aşmıştır. Seçim sonrası, büyük bir temsil gücüne sahip Parlamentonun kurucu iktidar niteliğine sahip olduğu ve sivil bir anayasa yapabileceği fikri, toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul görmüştür. Böylece askeri vesayet altında değil, halkın özgür iradesine dayanan sivil bir anayasa umudu, toplumda büyük bir heyecana yol açmıştır. Bu heyecandan iştahı kabaran siyasi partiler, yeni anayasa yapım sürecinde bir birinden rol kapma yarışına girdiler. Tüm siyasi partiler sürece tam destek verirken, hiç renk vermediler. Türk siyasi kültürünün doğasına aykırı bir şekilde, dört parti, bir hamleyle “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nu eşit temsiline dayalı bir şekilde, 19 Ekim 2011 tarihinde uzlaşmayla kurdular. Komisyonca hazırlanan “Çalışma Usulleri”ni gösteren belgede, “Komisyon çalışmalarını 2012 yılı sonuna kadar tamamlamayı hedefler” denilmekteydi (m.11). Ortak çalışma metninde, Yeni Anayasa hazırlama sürecinin dört aşamadan oluşmakta olduğu ifade edilmektedir. 1. Aşamada halkın katılımı sağlanacak, talepler toplanacak ve değerlendirilecekti. Bu aşama Kasım 2011 tarihinde başlatıldı ve 30 Nisan 2012 tarihine kadar devam etti. Bu aşamada siyasi partiler somut hiçbir öneri sunmadı. Sadece süreci izledi ve halkın taleplerini iletmesi beklendi. Gerçekten de toplumda oluşan iyimser hava oldukça kapsamlı toplantılar yapılmasına, kapsamlı öneriler, anayasa taslakları, bireysel öneriler ile geniş bir katılım oldu. Halk üstüne düşeni yaptı, sözünü söyledi. Mayıs 2012 tarihinden itibaren 2. Aşamaya geçildi. Bu aşamada ilkeler belirlenecek ve yeni anayasa taslağı yıl sonuna kadar oluşturulacaktı. Aradan geçen sekiz aya rağmen, ortaya bir taslak çıkmadı. Bugüne kadar 71 maddenin müzakere edilebildiği ve sadece 23 maddede “genel mutabakat” olduğu dile getirildi. Genel mutabakat sözü, bu maddelerde de tam bir mutabakatın sağlanamadığını ima etmektedir. Üstelik uzlaşmaya, temel sorunlardan değil, 1 üzerinde kolayca uzlaşılacağı sanılan insan haklarıyla ilgili bölümden başlandı. Uzlaşma sürecinin başında, “temel sorunları öteleme, uzlaşılabilecek konulardan başlama” yaklaşımı benimsendi. Yasama ve yürütmeyle ilgili bölüme geçildiğinde ise, uzlaşma güçlüğü bir kat daha arttı ve süreç tıkandı. Komisyon Başkanı Cemil Çiçek 2013 yılının ilk günlerinde bu tabloyu açıklarken, hedefin çok uzağında olduklarını görmenin telaşıyla Cumhurbaşkanından tüm siyasi parti liderlerine varan bir görüşme trafiği gerçekleştirdi. Görüşmelerde, her siyasi parti sürecin içinde olduklarını, masadan kalkmayı düşünmediklerini ve sürece tam destek verdiklerini ilk günkü heyecanla tekrarladılar. Ancak her nedense, kamuoyu önünde ortaya konan bu heyecan tablosu, uzlaşma masasına hiç yansımamıştır. Aradan geçen sekiz aya rağmen sadece 23 maddede genel mutabakata varılmış olması, toplumun kafasında bu heyecanın “samimiyeti” konusunda soru işaretleri oluşturdu. İlk akla gelen soru, uzlaşma zorluğunun nereden kaynaklandığı. Siyasi partilerin uzlaşmaz tavrı mı? Yoksa toplumda da henüz bir uzlaşma zeninin oluşmamış olması mı? Akla gelen ikinci bir soru da, böyle zoraki bir mutabakattan beklentileri karşılayacak “yeni bir anayasa” çıkabilir mi? Hangi parti süreci tıkamaktadır? İlk sorudan başlarsak, uzlaşmayı zorlaştıran sadece siyasi partilerin siyasi manevralar içinde olması değil, toplumda da henüz geniş bir mutabakata dayalı uzlaşma zemininin oluşmamasıdır. Bunu destekleyen ilk argüman, Anayasaya ilişkin toplumsal taleplerin ortaya çıktığı ilk aşamada anlaşılmıştır. Ortaya çıkan talepleri incelediğinizde, dört siyasi parti ile temsil edilen, dört farklı toplumsal eğilim olduğu ve bunlar adına öneri sunan sivil toplum temsilcilerinin önerilerinde de benzer şekilde ayrıştığı görülmektedir. Siyasi partiler varlığını ve gücünü toplumdaki farklılıklardan alır. Çoğulcu demokrasinin özü budur. Bu farklılıkları ortadan kaldırmadan uzlaştırmayı başardığınızda “tam demokrasi”; bunu başaramadığınızda “kusurlu demokrasi” olarak nitelendirilmektesiniz. Ancak Türkiye’de uzun yıllardır toplumsal çatışmadan beslenen bir siyasi kültür bulunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de uzlaşmanın önündeki tek engelin siyasi partiler olarak gösterilmesi inandırıcı değil. Demokrasilerde hiçbir parti tabanının sesine kulak tıkayamaz. Siyasetteki uzlaşma güçlüğü, bir sebep değil bir sonuçtur. Aslında siyasi partiler yeni anayasa sürecinde “kırmızı çizgiler” çizmiyor, tabanlarının çizdiği kırmızı çizgileri temsil ediyorlar. Bu nedenle, yeni Anayasa yapımında “toplumda bir uzlaşma var da siyasetçiler buna engel oluyor” fikrine katılmak zor. Bu nedenle, bugün geldiğimiz toplumsal uzlaşma zemini, bize “yeni bir sistem inşa etmemiz değil, kapsamlı bir restorasyona” imkan tanımaktadır. 2 Bu süreçte yapılan önemli bir yanlış da, yeni anayasa yönündeki beklentilerin gereğinden fazla abartılmış olmasıdır. Adeta “destanlaştırılan” yeni anayasa söylemi ile 1982 Anayasası’ndan önemli ölçüde bir kopuşun yaşanacağı, çok farklı bir sisteme geçileceği yanılgısı doğdu. Halkın yeni anayasa yönündeki heyecanına kapılan siyasi partiler ve siyasi beklentiye giren bazı akademisyenler, meydan meydan, il il, masa masa dolaşıp, realitenin çok uzağında “yeni anayasa destanı” oluşturdular. Yeni anayasa öyle bir şeydi ki, 1982 Anayasasının ruhunu çıkaracak, onu tarihin derinliklerine gömecekti. Özgürlüklerde sınır olmayacak, herkes kendini bu anayasada bulacaktı. Değiştirilemez, geçilemez denilen ilkeler bir bir yıkılacak, sistem yeniden inşa edilecekti. Yeni anayasa ile mevcut Anayasa yok sayılacak, tümden yeni bir anayasa meydana getirilecekti. Türkiye’nin gerçekten sivil bir anayasaya ihtiyacı olduğunu ve bunun sivil siyaset için tarihi bir fırsat olduğu herkesin ortak kanaati. Ancak, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında ortaya çıkacak yeni anayasanın “yeniden inşa değil, bir restorasyon” olabileceği düşüncesini baştan beri dile getiriyorum. Bunun gerekçesi, Türkiye’nin son on yılda kazandığı demokratik gelişmeler, temel sorunları konuşmamıza ve yeni talepler üretmemize imkan tanımış olmakla birlikte, bu talepleri gerçekleştirecek uzlaşma zeminine henüz gelmediğimiz kanaatine dayanmaktadır. Çünkü toplumda var olan farklılıklar yıllarca bastırılmış ve her farklı talep rejim için bir tehlike olarak lanse edilmiştir. Bugün bu talepler özgürce ifade edilebilmekle birlikte, toplumda bu farklılıkları sindirebilecek uzlaşma kültürü henüz oluşmamıştır. Dolayısıyla yeni anayasa sürecinde uzlaşmayı zorlaştıran “zaman değil, irade sorunu”dur. Taslak yazımı için üç ay daha süre verilse dahi yine bir uzlaşmaya varılması zor görünüyor. Bu süreçte siyasi partilerin tavrını değerlendirdiğimiz de “samimiyet” şüphesini haklı çıkaracak tutumlar görüyoruz. Anayasa bir uzlaşma metni olacak denilmesine rağmen kamu oyuna yapılan açıklamalarda “bizim kırmızı çizgimiz belli” bu çerçevede kalındığı sürece masadan kalkmayız deniyor. Kimi parti “milliyetçilikten” taviz vermiyor, kimi parti “özerklik” diyor, kimi parti “laiklik”, kimisi de “başkanlık” sistemi diyor. Bu kavramlardan her biri Anayasanın yapılanmasında temel konuları oluşturuyor. Siz milliyetçilikten ödün vermezseniz, “Türk milleti kavramını, vatandaşlık tanımını, anadilde eğitim konusunu, üniter devlet yapısını” tartışmayız demektir. Siz “özerlik” diye tutturursanız, üniter yapıyı kabul etmeyiz, tek millet kavramını tanımayız, özerk bölgelerde bölge parlamentosu, yasama yetkisi isteriz demektir. Siz “laikliğe” dokundurmayız derseniz, “Atatürk milliyetçiliğinden vazgeçmeyiz, her alanda başörtüsü serbestisini kabul etmeyiz, Diyanet İşleri Başkanlığının bu yapısını tanımayız demektir. Dolayısıyla dokundurmayız dediğiniz değerlerle ilgili 3 gördüğünüz her maddede “şerh koymaya” kalkarsınız. Bu durumda bir uzlaşmanın çıkmayacağını görmek için “ileri görüşlü” olmaya gerek yok. Yeni anayasa sürecinde “başkanlık sistemi talebinin” ayrıca değerlendirilmesi gerekir. AK Parti iktidara geldiği günden beri, “toplum mühendisliğine” karşı çıkmış, toplumsal taleplere dayalı bir siyaset yapmayı ilke edinmiş göründü. Toplum bu konudaki samimiyeti gördüğü için üç seçimde her defasında Partinin oy oranını artırdı. Anayasa yapım sürecinin başında da, yine benzer yaklaşımla bu konuda Partilerden önce “toplumsal taleplerin” alınması ve yeni Anayasanın bu taleplere göre yapılacağı ifade edildi. Nitekim yukarıda da belirtildiği gibi süreç böyle işledi ve yeni anayasaya ilişkin toplumsal talepler ortaya çıktı. Ancak görüldü ki bu talepler içinden “başkanlık sistemi” çıkmadı. Hemen partinin önde gelen isimleri, başkanlık sistemini gündeme getirerek talep oluşturmaya kalktılar. Daha önceki çizginin dışında bir anlamda “toplum mühendisliğine” soyunuldu. Birkaç ay kamuoyu bu konuda meşgul edildi ve sonuçta yapılan anketlerde destek yine de yüzde yirmiyi geçmedi. Yeni Anayasa sürecinde başkanlık sistemi konusunda bir diretme olur ve diğer partilerde bunu bir fırsat bilir süreci tıkarsa, fatura Ak Partiye çıkar. Başkanlık sistemi, halkın taleplerinin alınmasından ve bu yönde güçlü bir talebin olmadığının görülmesinden sonra gündeme getirilmesi, toplumun daha önce ileri sürdüğü talepleri de anlamsız kılmaktadır. Bugün kapsamlı anayasa önerilerinin hepsinde parlamenter sistem üzerinden öneriler geliştirilmiştir. Dolayısıyla, çift başlı yürütme düşünülmüş, Cumhurbaşkanının seçimi, görev ve yetkileri, yasama organının yapısı, görev ve yetkileri, yargının oluşumu ve hatta siyasi özgürlükler gibi bazı haklara ilişkin önerilerde hep parlamenter sistem üzerinden yapılmıştır. Bu nedenle, hükümet sistemi gibi Anayasanın tüm yapısını etkileyecek bir konunun taslak metin yazma aşamasında gündeme gelmesi, “toplumsal taleplere dayalı” anayasa söylemi ile bağdaşmaz. Ortaya çıkan bu tablo karşısında yine de “yeni anayasanın” bir hayal olduğunu düşünmüyorum. Realist bir yaklaşımla bir çıkış yolu bulunabileceğine inanıyorum. Bir kere yeni Anayasanın mevcut anayasadan önemli bir kopuş olmayacağını kabul etmek gerekiyor. Ne Türkiye’nin iç dinamikleri ne de uluslar arası konjonktür buna uygun değildir. Anayasa yapımı “statik değil, dinamik bir konu”dur. Gelinen demokratik aşamanın “hukuki taçlandırılması”dır. Ancak bugün yapacağımız anayasaya “yeni sıfatını” hak ettiren, içeriği değil, ilk kez “sivil iradenin” öncülüğünde “halkın katılımı” ile yapılacak olmasıdır. Türkiye demokrasisinin buna ihtiyacı vardır. Yeni Anayasaya atfettiğimiz önem, tüm sorunların anayasa üzerinden çözüleceği beklentisini doğurdu. Oysa, son bir yıl içinde yapılan ve halen yapımı devam eden yasalar ile de bir çok 4 önemli görülen sorun aşılabilmektedir. Bugün Kürtçenin seçmeli ders olması, mahkemelerde Kürtçe savunma hakkının getirilmesi, din derslerinin seçmeli ders olması, üniversitelerde başörtüsü yasağının kalkması, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması, imam-hatiplerin orta kısmının açılması buna örnek gösterilebilir. Dolayısıyla yeni Anayasa üzerinde uzlaşılması gereken şey, taleplerimizi Anayasa üzerinden gerçekleştirmek değil, Anayasayı bu talepleri gerçekleştirmede bir engel olmaktan çıkarmak olmalıdır. Böylece tartışma zeminini sistemin temel belgesi olan Anayasa üzerinden kaydırmak gerekmektedir. Bu istikrarlı bir demokrasi için önemli bir gelişme olacaktır. Yeni Anayasa yapımında “temel sorunları öteleyelim, uzlaşılması kolay maddelerden başlayalım” yaklaşımının Türkiye gerçeklerine uygun olmadığını baştan beri düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de yeni Anayasa, yeni bir devlet kurarken ya da mevcut siyasi rejimi devirip yeni bir siyasi rejime geçerken, acil bir uzlaşma ihtiyacından doğmuyor. 136 yıllık Anayasal birikim üzerine ve yıllardır yapılan tartışmalara dayalı, sistemi -bana göre- “tümden restore etme” ihtiyacından doğmaktadır. Bu nedenle, üzerinde kolayca uzlaşılabileceği düşünülen maddelerin, temel sorunlarla ne derece ilişkili olduğu, hem siyasi partiler hem de konunun uzmanları tarafından biliniyor. Bu maddeler üzerinde verilecek “tavizlerin” temel mesele olarak görülen konularda elini zayıflatılacağına inanılıyor. Bu nedenle kırmızı çizgilere yaklaştırmamak adına, bu maddelerde de uzlaşmaktan kaçınılıyor. Gelinen noktada, bir çıkış yolu olarak akla gelebilecek yollardan biri, partilerin bu güne kadar yaptıkları müzakerelerden ortaya çıkan “temel sorunların” tespit edilmesi ve bu konularda “halkın hakemliğine” gidilmesidir. Halkın bu konuda ortaya koyacağı temel tercihler, bu sorunlarla bağlantılı diğer konuların uzlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca anayasa yapım sürecinin demokratik meşruiyeti daha da güçlenecek, ortaya çıkacak metnin parlamentoda daha hızlı bir şekilde görüşülmesini sağlayacaktır. 05.01.2013 Doç.Dr. Abdurrahman EREN İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Öğretim Üyesi . 5