editör’den Kalpler virane olunca bedenler çöl oldu. Aileler perişan, sokaklar perişan, toplum can çekişiyor. Mânâ ikliminden koparılan insanlık çıkmazın girdabında debelenip duruyor. İnsanlık Maddenin çukurunda labirentler içerisinde günden güne kendini kaybediyor. Merhamet abidesi olan anne ve babalar kendi öz evlatlarına acımasızca, gözü dönmüşce kıyıyor. Evlatlar anne ve babalarını öldürüyor. Aileler yok oluyor. Toplumun manevi dinamikleri yok oluyor. Çaresizce insanlık ve insan ölüyor. Savaşta bile ibadet esnasında dokunulmayan insanlar kendi öz kardeşleri tarafından öldürülüyor. İnsanlık feryat ediyor. Kurtarıcısını arıyor. Cahiliye devrindeki gibi “La ilahe illallah Muhammed’un resulullah” a çağıracak, kurtuluşun adresini gösterecek bir ses bekliyor âlem. Ama gelin görün ki insanlık bu sesi haykıracak kutlu tebliğcilerini göremiyor. Yani insanlık bize muhtaç, bizde İslam’a muhtacız. Olmuyor olamıyor. Bir türlü reçeteyi sunamıyoruz. Elimizde Kur’an-ı Kerim ve sünnet gibi iki kurtuluş hazinesi varken ne kendimiz huzura erebiliyoruz ne de başkalarına çare suna biliyoruz. Hâlbuki asr-ı saadet nesli bu kaynaklarla beslenmemiş miydi? Bizim neyimiz, nelerimiz noksan ki bir türlü olmuyor, olamıyor? Neden? Elbette ki fert ve toplum kurtuluş için İslamı bekliyor. Ama bu fert ve topluma islamın güzelliğini gösterecek kaç samimi ve örnek Müslüman vardır? Bizler Müslümanlar olarak kendimizi sorguya çekmeliyiz. Nasıl müslümanız? Toplumdaki bu kokuşmuşluğun içerisinde bizimde payımız var mıdır? Hal ve tavırlarımızla bu çıkmazın önünde nasıl durabiliriz? Sünnete mutabık bir hayat yaşamadığımız müddetçe, bütün hal ve hareketlerimizi sünnetin terazisiyle tartmadığımız müddetçe ne yaparsak yapalım ne kendimize ne de yaşadığımız topluma ve çağa hiçbir katkımız ve etkimiz olamayacaktır. Böyle olmadıkça da sadece selin önündeki çöp gibi akıntıya kapılıp gideceğiz. Bir an önce bu çılgın ve maneviyatsız gidişata dur diyebilmemiz için manevî dinamiklerimize sıkı sıkıya sarılmamız gerekiyor. Allah’ın emrettiği bir hayat yaşamak dileğiyle Allah’a emanet olunuz… içindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 46 Temmuz 2009 6 KURTULUŞ İSLÂMDADIR 42 Gınâ ve Fakr Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. 9 İSTİĞFAR AZÂBI KALDIRIR SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA hazretlerinin eserleri ve kendisiyle ilgili eserler 10 Nereye gidiyoruz! Ebubekir SİFİL 46 ÇEŞİTLİ İLAHÎ İSİMLER YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL 44 Seyyid Ahmed er Rufai 12 BU GİDİŞ NEREYE? Nihat MORGÜL ZAVİYESİNDEN AHİRET Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Umut BULUT GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 16 ÖMRÜMÜZÜ YARATANIMIZIN RAZI 50 İZZET ya da ZİLLET OLDUĞU BİR ŞEKİLDE GEÇİREBİLMEMİZİN YOLU... Ersan BİLGİN Mehmet TALU Tek Sayı: 6 TL 54 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi – 2 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Ahmet HALİLOĞLU Fiyatı 6 Aylık Abone: 36 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 22 “İbrahimî Dinler” Söylemini Dillendirenden Daha Zalim Kim Olabilir? 58 Muhabbet Bahçesi Talha Hakan ALP Yusuf ELİBOL Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ 26 Taliban ve Pakistan Uleması Ömer Faruk TOKAT 60 Taşa emdirilmiş maneviyat Umut BULUT Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ 28 İFTİRA; Kılıçtan Daha Zalim Bir Silah Prof. Dr. Sayın DALKIRAN 62 ADİL VE KERİM DEVLET OSMANLI Hasan BAŞAR burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI 30 BU SEVDA UNUTULUR MU? 66 SABAH AKŞAM OKUNACAK Dr. Mustafa BAHADIROĞLU DUALARDAN BAZILARI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın 34 Bu yol uzundur menzili çoktur Aydın BAŞAR 68 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 40 SALÂVATIN ANLAM VE ÖNEMİ Salih AYDIN 70 Okur Köşesi Kurtuluş İslâmdadır. 6 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Nereye Gidiyoruz! 10 Ebubekir SİFİL “İbrahimî dinler” Söylemini Dillendirenden Daha Zalim Kim Olabilir? 22 Talha Hakan ALP Taliban ve Pakistan Uleması Ömer Faruk TOKAT 28 Bu Sevda Unutulur mu? Dr. Mustafa BAHADIROĞLU 54 26 İFTİRA; Kılıçtan Daha Zalim Bir Silah Prof. Dr. Sayın DALKIRAN 30 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi - 2 Ahmet HALİLOĞLU NEREYE GİDİYORUZ Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN mustafaagirman@gmail.com KURTULUŞ İSLÂMDADIR Yüce Allah, dünya ve âhiret saâdetini elde edebilmeleri için insanlara peygamberler göndermiştir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan peygamberler zincirinin son halkası bizim peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)’dır. Bilindiği gibi Hz Muhammed (a.s.), Arap yarımadasının Mekke şehrinde doğdu. Doğduğu esnada Allah’ın evi olan Kâbe, putlarla doluydu. O sırada Mekke’de ve Arap yarımadasında yaşayan insanlar hem Allaha inanıyorlar hem de putlara tapıyorlardı. Yıllar önce bu topraklarda yaşayan Hz. İbrâhim (a.s.)’in ve oğlu Hz. İsmâil (a.s.)’in yaydığı tevhîd inancını bozan Araplar, sosyal hayatı da bozmuşlardı. İnsanlar birbirinin kurdu olmuş, cemiyet hayatı tamamen bozulmuştu. Bu bozulmanın yanında kendini muhâfaza eden insanlar da vardı elbet. Hz. İbrâhim’in bıraktığı mîrası yaşatan veya en azından olumTemmuz 2009 6 suzluklara bulaşmamış olan insanlar da vardı. Bozulmuş olan insanların da kötü huylarının ve olumsuzluklarının yanında iyi tarafları vardı. İnsanlık tam mânâsıyla bir hercü merc yaşarken, Hz. Peygamber geldi ve bu insanlara “Lâilâhe illallah deyin ve kurtulun” dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 492) Hz. Peygamber’in bu dâvetine kulak veren ve mümin olanlar hem dünyada hem de âhirette kurtuldular. Bu gerçeği yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade eder: “Muhakkak ki, müminler (dünyada ve âhirette) felâha ereceklerdir”. (el-Müminûn sûresi, 23/1) Yüce Allah’ımızın ve sevgili peygamberimizin dediği gibi oldu. Hz. Peygamber efendimize kulak veren ve onun çevresinde toplanan o bahtiyar insanlar hem bu dünyada hem de öbür dünyada kurtuldular. Mümin olmadan BAŞYAZI önce birbirinin kurdu olan bu insanlar, mümin olduktan sonra birbirinin dostu, arkadaşı ve yardımcısı oldular. Bu dünyada güzel bir hayat yaşadı, alın açıklığı ve yüz aklığı ile öbür dünyaya gittiler. Giderken de kendilerinden sonraki çocuklarına ve torunlarına her şeyi ile güzel bir mîras bıraktılar. Onların bıraktığı bu güzel mîras yıllarca dünyamızı ihyâ etti. Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılan İslâm, gittiği her yere hak, adâlet ve insanlık götürdü. Bu coğrafyada İslâm’a gönülden bağlı olan Müslümanlar, bir taraftan Yüce Allah’ın öğrettiği “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellikler ver, âhirette de güzellikler ver ve bizi (cehennem) ateşinin azâbından koru!” (el-Bakara sûresi, 2/201) diye duâ ederken, diğer taraftan da dünyalarını cennet haline getirmek için birbirleriyle yarıştılar. Yirminci yüzyılın başlarında İslâm’ın iktidardan uzaklaştırılması ve bu güzel dinin cemiyet hayatından sürgün edilmesiyle birlikte dünya, yeniden bir câhiliye girdâbına düştü. Bütün insanlık şu anda bu girdapta boğulma ve yok olma tehlikesiyle baş başa bulunmaktadır. Her gün işlenen cinâyetler, kirletilen nâmuslar, öldürülüp çöp tenekelerine atılan yeni doğmuş çocuklar, herkesi tehdit eden gasp ve hırsızlıklar, yıkılan yuvalar, sönen ocaklar içinde bulunduğumuz durumun vahâmeti göstermeye yeter ve artar. İşte biz, böyle bir zamanda bütün insanlığa “Kurtuluş İslâm’dadır.” diye haykırıyor ve herkesi İslâm’a dâvet ediyoruz. Öncelikle, müslümanım diyenleri İslâm’a dâvet ediyoruz. Yani kendimizi, seni, beni, bizi dâvet ediyoruz. Biz, bu dâvete kulak vermez ve meselenin önemini kavramazsak, bütün bir insanlık hem bu dünyada hem de öbür dünyada helâk olup gidecektir. Yirminci asrın câhiliye bataklığından yine İslâm’ın kurtarıcı soluğu ile kurtulacağız. Bu kurtuluş, kendini iyi yetiştirmiş şuurlu Müslümanların eli ile olacaktır inşâallah. Bu ağır vazifeyi yüklenecek olan şuurlu Müslümanların kendilerine düşen görevleri iyice idrâk etmeleri ve eksiksiz yerine getirmeleri gerekmektedir. Biz, bize düşen görevleri ibâdet aşkı ile yaparsak Rabbim, bize güzel günler gösterecektir inşâallah. “Bize düşenler nedir?” diye sorarsanız, ben de bu görevleri şu şekilde sıralayabilirim: Bizim birinci vazifemiz İslâm’ı iyice anlamak ve yeterince kavramaktır. İslâm’ı anlamak ve kavramak her şeyden önce gelir. Yani biz, dünya ve âhiret saâdetimizin İslâm’da olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Kurtuluşumuzun İslâm’da olduğunun bilincine varmalıyız. Daha doğrusu Allah’a ve Allah’tan gelenlere yeni baştan inanmalı ve imânımızı yeniden bir gözden geçirmeliyiz. Rabbimizin razı olacağı îmâna sahip olmalıyız. Biz, buna kâmil îmân diyoruz. Kâmil îmân sahibi olmadan yola çıkmak doğru değildir. İkinci vazifemiz, kurtuluşumuzun reçetelerini içinde bulunduran İslâm’ı iyice bir öğrenmektir. Biz Müslümanlar gece-gündüz okumalı ve dinimizi iyice öğrenmeliyiz. Dinimizi öğrendikçe onu daha çok sevecek ve ona daha iyi bağlanacağız. Câhil adamla yola çıkılmaz. Câhil adam sadece kendisine zarar vermekle kalmaz, etrafına da zarar verir. İslâm’ın ilk emrinin “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz. Biliyoruz da niçin okumuyoruz? İslâm ümmeti okuduğu zaman yükselmiş, câhil kaldığı zaman ise sürünmüştür. Sürünmekten kurtulmanın, 7 Temmuz 2009 dimdik ayağa kalkmanın ve doğrulmanın yolu okumaktan ve bilmekten geçer. Müslüman, dinini iyi bilen insandır. Çocuklarımızın iyi bir Müslüman olmalarını istiyorsak onlara yaz ve kış iyi bir okuma programı uygulamalıyız. Üçüncü vazifemiz, bizi dünyada ve âhirette saâdete ulaştıracağına inandığımız ve çok iyi öğrendiğimiz dinimizi yaşamaktır. Yaşamadığımız din, bizim değildir. Yaşanmayan din, canlı değil, ölüdür. Bizim dinimiz her zaman canlıdır; kıyâmete kadar da canlı kalacaktır. Yaşamayanlar kendilerini yok etmekte ve kendilerini öldürmektedirler. Yaşayanlar da kendilerini cana getirmekte ve İslâm ile kendilerini diriltmektedirler. İslâm dini bize bu dünyada lazımdır. Bu dünyada yaşadığımız İslâm, bizim öbür dünyamızı mâmur edecektir, ezberlediğimiz ve yaşamadığımız din değil. Biz Müslümanlar, nerde olursak olalım, dinimizi yaşamakla mükellefiz. Dini, öğrenip de yaşamayanlar kendilerine yazık etmekte ve çevrelerine kötü örnek olmaktadırlar. Onlar, şeytanın kulları ve şeytanın askerleridir. Çünkü şeytan da çok bilgiliydi, ama bilgisi kendi başına belâ oldu; kibirlendi, böbürlendi ve Hz. Âdem’in şahsında Allah’a secde etmedi. Yüce Allah’a secde etmeyen şeytan, kâfir oldu ve dergâhtan kovuldu. İslâm’ı bilen ve fakat yaşamayan, secdeye varamayan insanlar bu olayı Temmuz 2009 yeni başta bir daha okusunlar, ibret alarak okusunlar. İslâm, felsefe değil ki bilmekle yetinelim. İslam, bir dindir; hayat nizamıdır. Bu hayat nizamını biz evimizde ve hayatımızda yaşamalıyız ki, şehirlerimize, köylerimize, sokaklarımıza ve caddelerimize İslâm hâkim olsun. Kurtuluşun İslâm’da olduğunu biz hayatımızda göstermeliyiz. Hayatımızdaki güzellik, evimizdeki huzur, yüzümüzdeki tebessüm, gönlümüzdeki kanaat, dilimizdeki duâ, işimizdeki çalışkanlık, kalbimizdeki iyi duygular bu iddiamızın bizim üzerimizdeki canlı delilleridir. Dördüncü vazifemiz, bu güzel dini yaşatmaktır. Îmân ettiğimiz, iyice öğrendiğimiz ve yaşadığımız dini yaşatmak, hayata hâkim kılmak da bizim görevimizdir. Bu dini, bu dünyaya hâkim kılamaz ve bu insanlara yaşatamazsak bütün dünyayı alevateş alır. Biz de bu ateşin içinde yanarız. Hem zaten bu uğurda çalışmak bizim dînî görevimizdir. Yüce Rabbimiz tarafından bize havâle edilen görevlerdir benim bu saydıklarım. Biz bu görevleri ibâdet aşkı ile yapacağız. Önce nefsimizden başlayıp, eşimizden, çoluk-çocuğumuzdan tutun da çevremize ve yakınlarımıza kadar herkesle ilgilenip onların İslâm’ı yaşaması ve çevrelerine de yaşatmaları için gece-gündüz gayret edeceğiz. Gayret bizden, tevfik Allah’tandır. 8 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK İSTİĞFAR AZÂBI KALDIRIR “…Onlar istiğfar edip, af dilerken Allah, onlara azâb edecek değildir. “ (Enfal, 33) Hata ve günahtan, önce pişmanlık duyulup vazgeçilir ki buna “tevbe” denir. Bundan sonra “istiğfar” (af ve özür dileme)ye sıra gelir. İşte bu kademede; suçun itirafı, nefsin acizliği, yalvarma ve gözyaşı, gelecekte tekrar etmeyeceği sözünün Allah’a verilmesi gibi hususlar yer alır. Allah; tevbe ve istiğfardan memnun olur. Çünkü; insanların hatadan dönüşleri ve günahtan kaçışları, hem kendilerini hem de cemiyeti sağlıklı kılacaktır. Ahiret hayatında ise, azaptan kurtulmuş olmaları YARATICI’mızı ayrıca memnun edecektir. Zira, mrad-ı sübhânî/Allah’ın iradesi kulların saadet ve selametidir. Rabbimiz; küfür ve isyandan ve bunların sonucu doğacak azaptan memnun değildir. Allah’ın lüzum görür yarattığı kullarını cezalandırması; “Âdil-i Mutlak” (şaşmaz adalet sahibi) sıfatının bir tecellisidir. Yoksa gönül rıxası ile verilmiş bir ceza değildir. (bkz. Zümer, 7) İstiğfar yani af ve özür dileme; azabın ilacıdır. Allah Teâlâ; hata işleyip, daha sonra nefs muhasebesi yaparak bu hatasından dolayı kendisinin af ve mağfiretine sığınanlara, azabın kaldırılacağı müjdesini veriyor. Bu ne kadar büyük nimettir, ah bir yararlanabilsek… Keşke Müslümanlar üzerindeki azabın gerçek sebepleri üzerinde biraz “imâl-i fikr” (fikir jimnastiği) de bulunsalar. Hep başkalarını suçlamak yerine biraz da nefislerini ve kendilerini suçlasalar… “Nerede yanlış yaptık?”, “Hangi hususta Allah’ı gücendirdik?” gibi sorulara cevap arasalar… Bu takdirde hem hata ve yanlıştan vazgeçme faziletine, hem de “Erhamürrâhimîn” (merhametlilerin en merhametlisi) olan Allah’ın af ve bağışlamasına mazhar olacaklar, üstelik de üzerlerindeki azaptan kurtulmuş olacaklardır. 9 Temmuz 2009 Ebubekir SİFİL Nereye gidiyoruz! Haber bültenlerinde aile trajedilerini konu edinen haberlerin yer almadığı gün yok desek abartı yapmış sayılmayız. Annesini öldüren kız, ninesini doğrayan torun, aile fertlerini kurşuna dizen baba, küçük kardeşinin canına kıyan abla veya ağabey... Toplumun en temel yapı taşını oluşturan aile kurumunun içten içe çürüdüğü dönemler geride kaldı, artık alarm zilleri açıktan ve en yüksek perdeden çalıyor. Aile adeta çöküyor... Problem sadece aynı aileye mensup bireylerin birbirlerine karşı işlediği suçlarla sınırlı, aile içinde yaşanan trajedilerden ibaret değil. Genel olarak toplumda işlenen her türden suçun en temelinde, ailede yaşanan olumsuzlukların rolünü görmek gerekiyor. Eğitimsiz, dinî ve kültürel değerlerden uzaklaşmış, kendine ve topluma yabancılaşmış bireyler hem kendilerine, hem de ailelerine ve topluma büyük zararlar veriyor. Çok değil yüz, yüz elli sene önce, canını, malını, her şeyini birbirine rahatlıkla emanet eden, mahalleTemmuz 2009 10 sinde, sokağında, köyünde emniyet, asayiş ve güvenin bizzat teminatı olan insanların yaşadığı bir coğrafyaydı burası. Üç-dört kuşak öncesinden bahsediyoruz. ARADAN GEÇEN BU ZAMAN DİLİMİ İÇİNDE NASIL BİR BAŞKALAŞIMA UĞRADIK? Bu soruyu, "Batılılaşma" olgusunu dikkate almadan cevaplandırmak mümkün değil. Ne zaman toplum olarak yönümüzü Batı'ya döndük, işte o zaman her şeyi, kendisini merkeze alarak, kendi menfaatleri ve nefsî dürtüleri doğrultusunda belirlemek isteyen bireylerden oluşan bir topluma dönüşmeye başladık. Bu toplum Batılılaştıkça suç oranları artmaya, insanlar yalnızlaşmaya, aileler çökmeye, aile bireyleri birbirinden uzaklaşmaya başladı. Çünkü bu toplumu oluşturan bireyleri birbirine kaynaştıran temel bağlar büyük ölçüde zaafa uğradı. Denebilir ki, suç oranları bizdeki kadar yüksek olmayan Batılı ülkeler bulunduğu realitesi, yaşadığımız olumsuzlukların Batılılaşma olgusuna bağlanmasını tartışmalı kılar. Ben de derim ki, Batı'da suç oranlarının düşük olduğu toplumlar bulunduğu doğrudur. Ancak burada "suç" kavramının içinin neyle doldurulduğu son derece önemli. Yani suç oranlarının az olduğu söylenen toplumların kabul ettiği "suç" tarifi ile bizim anlayışımızı bağdaştırmak mümkün değil. Söz gelimi Hollanda'da, belli bir yaşın üzerindeki insanların belli bir dozun üzerinde olmamak kaydıyla uyuşturucu kullanması yasal kabul ediliyormuş. Cinselliğin bizde kabul görmesi mümkün olmayacak tarzda yasal düzenlemelere konu olduğu gerçeği de bir diğer örnek olarak zikredilebilir. Bunlar ve benzeri örnekler bizde "suç" olarak kabul edilen birtakım unsurların, Batkılı ülkelerde suç kabul edilmemesi sebebiyle suç işleme oranının oralarda düşük çıkması sonucunu açıklayıcı unsurlardır. Elbette bir de ekonomik durum realitesi var. O toplumlarla bizim aramızdaki gelir seviyeleri farklılığı, mali durumun bozukluğundan kaynaklanan suçların da eklenmesiyle bizim toplumumuzun suç hanesinin kabardığı bir vakıa. Hayatı ekonomi üzerinde inşa edip, sonra da -Allah'ın verdiği bunca imkâna rağmen- insanların yeterli gelir seviyesine sahip olmasını temin edemezseniz, elbette bunun bir faturası, bir yansıması olacaktır... "Kanaat hazinedir" hikmetinin, yerini daha çok kazanıp daha çok harcama güdüsüne terk ettiği bir yapıda birey de, aile de, toplum da dejenere olacaktır. Bu, kaçınılmazdır. Dayanışmayı, paylaşmayı, fedakârlık ve diğergâmlığı, emr-i ma'ruf nehy-i münkeri fıtrî bir haslet olarak yaşatan insandan, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye düşünen, hesapçı, bencil, haris ve hasis insana geçişin neticesidir bu. Vaiz efendiler cami kürsülerinden istedikleri kadar etkili vaaz etsin, nasihatte bulunsun. Hayatı Batılı değerler ekseninde inşa etme ısrar ve alışkanlığından vaz geçmedikçe bu toplumda suç oranlarının azalmasını beklemek beyhudedir. "Bir toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah o toplumda olanı değiştirmez." 11 Temmuz 2009 Nihat MORGÜL nihatmorgul@gmail.com BU GİDİŞ NEREYE? Bu günlerde Mardin’de düğün evine yapılan baskın neticesinde yaşlı genç, çoluk çocuk kırk dört masum insanı bir kısmı namazdayken vahşice katleden caniler, kız arkadaşının boğazını testere ile kesip çöp kutusuna atan satanist gençler, annesini öldürdükten sonra arkadaşına telefon açıp normal bir şey gibi ‘annemi öldürdüm gel’ diyen çocuklar, kendi ailesini yine çoluk çocuk silahla ev odasında tek tek tabancayla öldüren adamlar ve daha niceleri dolayısıyla zaman zaman ‘Bu toplum çıldırmış. Nereye bu gidiş?’ diye herkes birbirine soruyor. Haklılar da. Toplum alarm veriyor. Bu iyi bir gidişat değil. Habil Kabilden beri öldürme, katletme ve Temmuz 2009 12 cinayet olayları var. Hele ikinci dünya harbi gibi elli milyon insanın öldüğü savaş yıllarında ölümün sıradanlaştığını biliyoruz. Bosna savaşında sırp askerlerinin müslüman annenin elinden çocuğunu alıp katlettiğini sonra onun etini pişirip yine annesine zorla yedirecek kadar canavarlaştığını okuduk gazetelerde. Altı aylık çocuklara kurşun sıkan, Filistinlilerin canlı canlı taşla vurarak kollarını kıran ve son örneğini Gazze saldırısında gördüğümüz masum insanların üzerine misket bombaları yağdıran zalim İsrail askerlerini seyrettik çaresizce. Irak’ta, başta Ebu Gureyb ve diğer bir çok hapishanelerde iffetli insanları çırılçıplak soyduktan sonra üst üste çuval gibi yığan sonra yanında sıkılmadan poz veren, yüzünü kocasından başka namahrem görmemiş iffet timsali kadınlara tecavüz eden Ame- demiş oluyor. Şüphesiz bu hitap aynı zamanda top- rikalı, İngiliz ve diğer medeni! Avrupa’nın aşağılık lumdan, çocuğundan, çevresinden şikâyeti olan ve dünyasını yaşadık ve daha niceleri. İnsanlık alçal- tüm bu olumsuzluklara çare arayanlara da çözümü dıkça alçaldı ve dibe vurdu. işaret ediyor. Çoğu kere isyan ettik kendimizce ve dedik ki Bir kişiye iltifat etmek isteyen ona sadece ‘Hayır, bunlar insan olamaz!’ Evet, doğru. Gerçek- ‘insan’ desin yeter. Bu, onu övmek için kâfidir. ten insan olmakla beşer olmak arasında fark var Başka sıfata gerek yok diyen büyüklerimiz elbet bu bir çok âlime göre. Beşer, bizi ‘canlı’ kılan özelikle- Kur’an ikliminden renk ve kokularını alıyorlardı. rimiz. Yunus’un ‘Ete kemiğe büründüm, Yunus diye Âdemoğullarını ‘insan’ yapmak İslam’ın en büyük göründüm’ dediği yanımız. Ama insan olmak için gayesidir. İnsan, İslam’la buluşunca değişir, güzel ‘olmak’ lazımdır. Yani bir çaba sarf etmek ve Allahın bir renk ve şekil alır ve yeni bir kalıba girer. Merha- yaratılışta Âdem’e ve dolayısıyla bize üflediği o met, sevgi, hoşgörü, vefa, yardım severlik, hürmet, ruhla beraber yaratanın sıfatlarının aynası olabil- saygı, iyilik gibi insanı ‘insan’ yapan değerler onda Canlı maymun beyni yemeyi zenginlik ve medeniyet sayan dünya, derisi zarar görmesin diye canlı fok balıklarının başına vura vura onları öldüren dünya, ufacık bebeğinin yanında annesini bilmem kaç yerinden bağırta bağırta canını alan katil, daha çok acı çeksin diye testere ile insan kafası kesen cani, misket bombalarıyla küçük büyük, çoluk çocuk herkesi canlı canlı yakan vahşi, komşusunun çocuğunu kaçırıp sonra onu sobasında yakan, sonra gidip cenaze evinde gözyaşı döken, ağıt yakan sapık, hepsi ve daha niceleri insanlık adına dünyaya s.o.s veriyor. İslam’a ve Muhammedî ahlaka ne kadar muhtaç olduğumuzu ilan ediyor kulakları ve vicdanları olanlara. mekte yatıyor insan olma halimiz. Bazen ‘celal sıfatı’ tecelli eder insanda, bazen ‘cemal sıfatı’. Celal ve cemalin en üst seviyede ve olması gerektiği ölçüde ve şekilde bulunma haline ise ‘kemal’ denir ki bu halin zirve şahsiyeti Hazreti Peygamberdir. Bu yüzden Hazreti Peygamberimiz ‘insan-ı kâmil’dir. İnsanlıkta zirvedir ve yüce yaratanın bize gösterdiği ‘en güzel örnek’tir. Yâ Sîn; Ey İnsan, diyerek en çok sevdiği son peygamberi Hazreti Muhammed aleyhisselama hitap eden Alah Teala, aynı zamanda tüm insanlığa da ‘İnsan nasıl olur görmek isteyen ona baksın’ kuvvet bulur. Çünkü o, Allahın boyasıyla boyanıp bu rengi almıştır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur; “Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).”1 Bu renk ve şekil sebebiyle en cani olanlar en merhametli, en zalimler en adil hale geliverir. Bu, sadece bir ütopya ve proje değildir, bir realitedir ki İslam tarihi bunun örneklerleriyle doludur. “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”2 buyuran Allah Teala, harpte düşmana 13 Temmuz 2009 ve hatta onların ölülerine karşı bile insani muameleyi Müslümanlara talim etmekte ve savaşın da bir hukuku olduğunu, düşmanlık bir yana insana insan olarak hürmeti emretmektedir. Çünkü o, Allahın boyasıyla boyanıp bu rengi almıştır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur; “Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk Allah, Hazreti peygamber aleyhisselama savaşın insani boyutlarda sürdürülmesi için gerekli bir çok talimatlar vermiştir. Savaşta barbarca metotlar kullanmaktan sakınılmasını istemiş, kadın, çocuk, yaşlıların ve yaralıların öldürülmesini yasaklamıştır.3 Bunların yanı sıra cesetlerin hırpalanmasını, tarlaların, ağaçların ve hayvanların tahrip edilmesini ve buna benzer her tür barbarlık ve vahşiliği yasaklamıştır. Nitekim müşrikler başta hazreti Hamza olmak üzere müslümanlardan şehit düşmüş kimselerin cesetlerine fenalık yapmışlardı. Bu durum Müslümanların zoruna gitti ve müşriklerin cesetlerine de aynısını yapmak istediler. Fakat Hazreti Peygamber bunu uygun bulmadı ve ‘siz de aynısını yaparsanız onlardan bir farkınız kalmaz’ buyurarak İslam’ın inşa ettiği insanın farkındalığına, ahlakına, insana bakışına dikkat çekmiş ve bu konuda ashabını ve bizleri terbiye etmiştir. ederiz (deyin).”1 Bu renk ve şekil sebebiyle en cani olanlar en merhametli, en zalimler en adil hale geliverir. Bu, sadece bir ütopya ve proje değildir, bir realitedir ki İslam tarihi bunun örneklerleriyle doludur. “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.”4 ayeti ile terbiye olmuş askeri ve siyasi güç sahipleri konumları ne olursa olsun insana zulmedebilir mi? Hazreti Peygamberin Hayber’in fethinde Hazreti Ali’yi ordu komutanı tayin ettikten sonra onu ikaz edip, ‘senin sebebinle bir kişinin Müslüman olup kurtulması senin için dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır’ diyerek savaşa giden cengavere bile öldürmeyi değil yaşatmayı hedef göstermesi dünya tarihinde hangi medeniyette ve inanç sisteminde görülmüştür? O halde, hem küçük bir dünya olan ailelerine, hem de büyük bir aile olan dünyalarına insanca bir düzen vermek isteyenlerin tek çareleri vardır; İnsanı İslam’la buluşturmak. Düşmanlarının dirisine veya ölüsüne fenalık etmeyi bırakınız, hayvan keserken bile onun hu- Temmuz 2009 14 kukuna saygı göstermeyi tavsiye eden bir peygamberin ümmeti, bir inancın müntesipleriyiz hamdolsun. Özellikle büyüklerimizin kurban bayramında kurbanlığa davranışlarını gözlemlemişizdir. Hayvan bir gün önceden süslenir, hazırlanır. Ona yumuşak davranılır. İtilip kakılmaz, dövülmez, vurulmaz. Hazreti Peygamberimiz bir hayvanın yanında diğerlerinin kesilmesini yasaklamış, kesilecek hayvana bıçağın gösterilmesini uygun bulmamıştır. Ayrıca hayvana eziyet vermemesi için mutlaka bıçağın bilenmesini, keskin olmasını tavsiye etmiştir. Bu yüzden kurbanlıkların gözleri bağlanır, yavaşça yere yatırılır bıçaklar bir gün önceden mutlaka bilenir. Hepsi Yaratan adına hayvana ve canlıya hürmet eden büyük bir anlayışın tezahürü hiç şüphesiz. Canlı maymun beyni yemeyi zenginlik ve medeniyet sayan dünya, derisi zarar görmesin diye canlı fok balıklarının başına vura vura onları öldüren dünya, ufacık bebeğinin yanında annesini bilmem kaç yerinden bağırta bağırta canını alan katil, daha çok acı çeksin diye testere ile insan kafası kesen cani, misket bombalarıyla küçük büyük, çoluk çocuk herkesi canlı canlı yakan vahşi, komşusunun çocuğunu kaçırıp sonra onu sobasında yakan, sonra gidip cenaze evinde gözyaşı döken, ağıt yakan sapık, hepsi ve daha niceleri insanlık adına dünyaya s.o.s veriyor. İslam’a ve Muhammedî ahlaka ne kadar muhtaç olduğumuzu ilan ediyor kulakları ve vicdanları olanlara. Dünya’nın bu gidişi sorgulaması gerekmez mi? Bütün akıl sahiplerinin bunun için acil programlar yapıp şairin ifadesiyle ‘bir zamanlar bizde millet hem nasıl milletmişiz, gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz.” dizelerinde ifadesini bulan bu neslin yeniden inşası için çareler araştırması gerekmez mi? Dünya’ya adaleti, merhameti, insanlığı öğretmiş koca bir medeniyetin çocukları nasıl oldu da bu kadar canileşti, vahşileşti diye sorması gerekmez mi? Zaman zaman kendimize dönüp şu Kur’anî soruyu sormalı değil miyiz; ‘nereye gidiyorsunuz?”5 Sahi bu gidiş nereye? ....................................................................................... 1 Bakara Suresi 2; 138, 2 BakaraSuresi 2; 190, 3 Tefhimu’l Kuran, c.I, Sh. 153, 4 Maide Suresi 5; 32, 5 Tekvir suresi 81; 26 15 Temmuz 2009 Mehmet TALU ÖMRÜMÜZÜ YARATANIMIZIN RAZI OLDUĞU BİR ŞEKİLDE GEÇİREBİLMEMİZİN YOLU... Gerçekten kısacık olduğuna inandığımız şu ömrümüzü yaratanımızın razı olduğu bir şekilde nasıl geçirebilmemiz için şu ayet-i kerimenin gereğiyle amel etmemiz gerekir: “Şüphesiz ki emrettiğim bu yol, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka aykırı yollara tabi olmayın. Sonra sizi O'nun yani ALLAH Teâlâ’nın yolundan ayırır. İşte ALLAH Teâlâ size bunları emretti ki kötülüklerden sakınasınız.”1 Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimede kendisinin gösterdiği doğru yola ittiba etmemizi, başka yollara sapmamamızı emrediyor. Abdullah b. Mes’ud şöyle demiştir: Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bize dosdoğru bir çizgi çizdi ve: Temmuz 2009 16 “Bu, ALLAH Teâlâ'nın yoludur” buyurdu. Sonra bunun sağından ve solundan birçok çizgiler daha çizdi ve: “Bunlar da birtakım yollardır ki her birinde bir şeytan vardır. Ona çağırır.” buyurdu. Sonra da mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi okudu.” 2 Abdullah b. Abbas (R.A.) diyor ki: ALLAH Teâlâ bu âyet-i kerime ile, Mü’minlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıp gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor. ALLAH Teâlâ'ya gider zannedilen birçok yollar vardır. Fakat insanı ALLAH Teâlâ'nın rızasına ulaştıran yol: Cenab-ı Hakk'ın emrettiği yoldur, İslam yoludur. İslâm'a aykırı her türlü BİR MÜSLÜMANA BELLİ BAŞLI OLARAK ÖNCELİKLE: düşünce ve hayat tarzları, insanları ALLAH Teâlâ'nın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibarettir. Bunun için de: Evvela “Fırka-i naciye” olan ehl-i sünnet velcemaat mezhebine göre iman esaslarını bellemek, sonra da o imanın gereği olan salih amelleri yerine getirmek gerekir. Farzları, vacib ve sünnetleri yerine getirirken haramlardan da uzaklaşmalıyız. Hatta haram işlemek korkusuyla, şüpheli görülen şeylerden de kaçınmalıyız. Ebu Bekr Sıddık (R.A.): Harama düşeriz korkusuyla 70 çeşit helali terk ediyorduk, demiştir. Bu hale yani şüpheli olan herşeyi terk etmeye “vera” denir. Vera, takvanın ileri bir merhalesidir, amellerin seyyididir. Vera sahibinin kalbi safa ile doludur. Kalb gözü parlak ışıklıdır. Hiçbir şey, vera haline denk olamaz. Dinin dümeni, direği, veradır. Ebu Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V) Efendimiz şöyle buyurdu: “Vera sahibi ol, insanların en abidi olursun! Kanaatkar ol, insanların en şükredeni olursun! Nefsin için sevdiğin şeyi insanlar için de sev, Mü’min olursun! Sana komşu olan kimseye ihsan et ki müslim olasın! Gülmeyi de azalt. Çünkü çok gülmek, kalbi öldürür!” 3 Haramlara bakış açısından Müslümanlar dört gurupturlar: Birinci Seviye: Genel olarak haram anlayışı. İmani kimliği belirleyen, mümini fasık sınıfına sokan bakış... İkinci Seviye: Salihlerin haram anlayışı. Harama düşme ihtimalinden ötürü şüpheli şeylerden kaçınırlar. Üçüncü Seviye: Muttakilerin haram anlayışı. Fetva açısından haramdır denmediği halde, şüphe bile bulunmayan şeyleri titizlik gösterip terk etmek. Dördüncü Seviye: Sıddıkların haram anlayışı: Helâle bile sınır getirme seviyesidir. 1- İman lazımdır. Bu imanın, “boğazdan aşağıya inen”, kalpte olan gerçek, kesin, samimî ve geçerli bir iman olması gerekir. 2- Din yani İslâm lazımdır. Bunun hüküm ve öğretileri İlmihal dediğimiz din bilgisi kitaplarında yazılıdır. 3- Yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet, hikmet lazımdır. 4- ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz vasıtasıyla insanlığa göndermiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm’i düstur olarak kabul etmek ve O’nun hükümlerine uymak, öğütlerini tutmak, çizdiği sınırları aşmamak gerektir. 5- Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi tasdik etmek, O’nu kendisi ve bütün insanlık için en büyük örnek ve model olarak kabul etmek, O’na biatlı olmak gerektir. 6- Fıkıh ve Şeriat lazımdır. Çünkü, ALLAH Teâlâ’ya karşı ibadet vazifelerini ve dünya muamelelerini ancak fıkıhtan öğrenebiliriz. 7- Ümmet şuuru lazımdır. ALLAH Teâlâ bütün mü’minleri kardeş kılmış ve Muhammed Ümmeti yapmıştır. Ümmet şuuruna sahip olmayanlar menfi kavmiyetçilik çukurlarına ve tefrikaya düşerler ve zelil olurlar. 8- Adalet lazımdır. Yüce ALLAH Teâlâ kullarına adaletli olmalarını kesin şekilde emr etmiştir. Kendi aleyhimizde, babamızın, kardeşimizin aleyhinde de olsa yalancı şahitlik yapmamamız, adil olmamız bildirilmiştir. 9- Mukallid Müslümanların mezhep sahibi olmaları gerekir. Çünkü onların ilmi, kendi başlarına Kitab’tan ve Sünnetten dinî, şer’î ahkâm çıkartmaya yetmez. 10- Zamanındaki İmam-ı Kebir’e yahut Emîrü’lmü’minîne biatlı olmak lazımdır. Hz. Muaviye (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: 17 Temmuz 2009 “Yaşadığı zamandaki imama biat etmeden ölen kimse sanki cahiliyye ölümü ile ölmüş olur...”4 buyurmuşlardır. Ne büyük tehdit ve uyarı. Biz imamsız ve biatsız yaşıyoruz ve hiç umurumuzda değil. 16- Dünya tuzaklarına düşmemek, şeytanın hilelerine kanmamak, dünyanın bir sınav yeri olduğunu bilmek; dünya için orada ne kadar kalacaksa, ahiret için orada ne kadar kalacaksa o nisbette çalışmak gerektiğini bilmek lazımdır. 11- Sevad-Azam yani büyük karaltı, büyük cemaat, ana cadde içinde olmak lazımdır. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)Efendimiz: “Ümmetim dalâlet sapıklık üzerinde ittifak etmez. Ümmetim arasında ihtilaf çıktığını, tefrika olduğunu gördüğünüz zaman, siz sevad-ı azama, büyük karaltıya tâbi olunuz” 5 buyurmuşlardır. BİR MÜSLÜMANA BELLİ BAŞLI OLARAK ÖNCELİKLE: 1- İman lazımdır. Bu imanın, “boğazdan aşağıya inen”, kalpte olan gerçek, kesin, samimî ve geçerli bir iman olması gerekir. 2- Din yani İslâm lazımdır. Bunun hüküm ve öğretileri İlmihal dediğimiz din bilgisi kitaplarında yazılıdır. 3- Yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet, hikmet lazımdır. 12- Tefrikadan, nifak ve şikaktan, fitne ve fesattan kaçınmak, uzak olmak lazımdır. 17- Kötülükle çok emr edici olan nefs-i emmaresi ile büyük cihad yapmak lazımdır. 18- İstikamet yani doğruluk, dürüstlük lazımdır. Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Kur'ân-ı Kerim’deki: 4- ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz vasıtasıyla insanlığa göndermiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm’i düstur olarak kabul etmek ve O’nun hükümlerine uymak, öğütlerini tutmak, çizdiği sınırları aşmamak gerektir. 5- Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi tasdik etmek, O’nu kendisi ve bütün insanlık için en büyük örnek ve model olarak kabul etmek, O’na biatlı olmak gerektir. 6- Fıkıh ve Şeriat lazımdır. Çünkü, ALLAH Teâlâ’ya karşı ibadet vazifelerini ve dünya muamelelerini ancak fıkıhtan öğrenebiliriz. “Sana nasıl emr olunduysa öylece dosdoğru ol!” 6 ayet-i kerimesi gönderilince: “Hûd sûresi beni kocalttı.” 7 buyurmuşlardır. 13- Takva yani ALLAH Teâlâ’dan korkmak, yasaklarından kaçınmak, emirlerini yerine getirmek niyetine, azm ve cehdine sahip olmak lazımdır. 14- Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimizi kendi ca- 19- Harbî kâfirlere karşı sert, Müslümanlara karşı yumuşak ve şefkatli olmak lazımdır. 20- Kâfirleri dost ve veli yani idareci edinmemek lazımdır. nından, çoluk çocuğundan daha fazla sevmek ve korumak lazımdır. 15- Elinden ve dilinden Müslümanların emin ve güvende olması lazımdır. Temmuz 2009 21- Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin Sünnetinde, şeriatta, ahlâk-ı islâmiyede belirtilen salih amelleri elden geldiği kadar işlemek lazımdır. 18 22- İnsanların, öldükten sonra zamanı gelince tekrar diriltileceklerine, bir Mahkeme-i Kübra’da dünyada yaptıklarından dolayı hesap vereceklerine, Cennet ve Cehenneme iman etmek ve bu hesaba hazırlanma şuuruna sahip olmak lazımdır. Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.” 8 buyurmuşlardır. Türkçede ihtilaf kelimesi olumsuz bir mana taşıyor. Arapçada çeşitlilik demektir. Fıkıhta dört hak mezhep olması, onlarca tasavvuf tarikatı bulunması, Ümmet içindeki olumlu meşreb farklılıkları evet bütün bunlar Şeriatın kesin hükümlerine 7- Ümmet şuuru lazımdır. ALLAH Teâlâ bütün mü’minleri kardeş kılmış ve Muhammed Ümmeti yapmıştır. Ümmet şuuruna sahip olmayanlar menfi kavmiyetçilik çukurlarına ve tefrikaya düşerler ve zelil olurlar. ile özdeşleştirir. Parçayı bütün gibi görür. Bütünü parçanın içine sıkıştırmaya, sığdırmaya çalışır. Başka meşreblerde, cemaatlerde olan din ve iman kardeşine “bizden olmayan” Müslüman gözüyle bakar. İşte bu asabiyet ve bu taassup, çeşitliliği olumsuz ve zararlı hale getirir. Bir Müslümanın kalbinde iman olduğu müddetçe o bizim mutlak olarak kardeşimizdir. İslâm dininin hükümlerine ve öğretilerine göre sadece Peygamberler masumdur. Yani ismet yani günahtan korunmuş olmak sıfatına sahiptir. Peygamberler dışındaki mü’minler hatâ yapabilir, ya- başlarına Kitab’tan ve Sünnetten dinî, şer’î ahkâm çıkartmaya yetmez. 10- Zamanındaki İmam-ı Kebir’e yahut Emîrü’l-mü’minîne biatlı olmak lazımdır. Hz. Muaviye (R.A.) den rivayete göre Hz. Pey- 8- Adalet lazımdır. Yüce ALLAH Teâlâ kullarına adaletli olmalarını kesin şekilde emr etmiştir. Kendi aleyhimizde, babamızın, kardeşimizin aleyhinde de olsa yalancı şahitlik yapmamamız, adil olmamız bildirilmiştir. gamber (S.A.V.) Efendimiz: “Yaşadığı zamandaki imama biat etmeden ölen kimse sanki cahiliyye ölümü ile ölmüş olur...”4 buyurmuşlardır. Ne büyük 9- Mukallid Müslümanların mezhep sahibi olmaları gerekir. Çünkü onların ilmi, kendi tehdit ve uyarı. Biz imamsız ve biatsız yaşı- aykırı olmamak şartıyla bir genişliktir, bir rahmettir. Bütün Müslümanların aynı meşrebten olmasını istemek ve böyle bir şey için çalışmak yanlıştır. Ashab-ı kiram (R.Anhüm ecmain) hazeratına bakalım, meşrebleri ne kadar çeşitliydi. Bugünkü Müslümanlar için, olumlu olmak ve şeriata aykırı bulunmamak şartıyla meşreb çeşitliliği bir güç ve zenginlik kaynağıdır. Hazret-i Mevlânâ ile İmamı Birgivî aynı meşrebte değiller. Ama ikisi de lazım. nılabilir. Fıkhın babası olan İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri bile yanılabileceğini söylemiştir. Hz.Ömer (R.A.) halife olunca Mescid-i Nebevi’de minbere çıkmış ve bir hutbe okumuş: Müslümanlar için zararlı olan şeyler de var. Bunların başında hizib, fırka, cemaat, tarikat, klik, grup asabiyeti gelir. Bu asabiyet Müslümana mantığa aykırı işler yaptırır. Mensup olduğu cemaati din yoruz ve hiç umurumuzda değil. - Ben ALLAH Teâlâ’ya ve Resûlüne itaat edersem siz de bana itaat ediniz. Etmezsem, bir yanlış yaparsam... derken oradaki sahabelerden biri ayağa kalkmış ve: - O zaman biz seni kılıçlarımızla doğrultmayı biliriz, demiş. İftira ve hakaret etmeden olumlu tenkitler ve uyarılar yapmak, Ümmet işlerinin iyi yürümesi ve 19 Temmuz 2009 hatalardan korunmak için gerekli olan bir vazifedir. Ümmet içinde denetim, kontrol, murakabe, uyarı olmazsa kokuşma başlar. Şu soruları beraberce düşünmemiz gerekir: 1- Türkiye sizce iyi ve olması gereken şekilde idare ediliyor mu? Siyasetimiz, idaremiz, toplum yapımız, ahlâkımız iyi ve temiz midir? 2- Vatandaşlarının iyi, vasıflı, güçlü ve üstün olmadığı bir ülkenin iyi olması mümkün müdür? 3- Ebu Kılabe (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Siz ne haldeyseniz öyle idare olunursunuz.” 9 buyuruyor. Bugünkü durumumuz bu hadisi şerife elbette uygundur. Çünkü Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ne buyurmuşsa doğrudur. O halde birinci iş ve vazife fertleri, aileleri ve toplumu ıslah etmek; güçlendirmek, vasıflı ve üstün hale getirmek değil midir? Şu işe önce kendimizden başlamak gerekmez mi? 4- İslâm dini ribayı, faizi kesin şekilde haram kılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ribacılar için: “İşte böyle yapmazsanız ALLAH Teâlâ ve Peygamberine karşı savaş ilân etmiş olduğunuzu bilin.” 10 buyurularak faizcileri " ALLAH Teâlâ'ya ve Resûlü'ne savaş ilân etmiş olmakla" suçlamaktadır. Faizi helâl kabul eden dinden çıkmış olur. ALLAH Teâlâ ticareti helâl kılmıştır, faizi ise haram. Bugün ülkemiz ve toplumumuz gırtlağına kadar ribaya batmıştır. Böyle bir durumda kurtulmamız, salah ve felaha ermemiz sizce mümkün müdür? 5- Huzeyfe b. Yeman (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan ALLAH Teâlâ’ya yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da ALLAH Teâlâ kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azab gönderir. Sonra ALLAH Teâlâ’ya yalvarıp dua edersiniz ama, duanız kabul Temmuz 2009 edilmez.” 11 buyurarak, emr-i bil mârufu ve nehy-i anil münkeri terk eden bir toplum üzerine azab ineceğini açıkça haber vermiş, bizi uyarmıştır. Sizce Türkiye Müslümanları emr bi’l-mâruf ve nehy-i ani’lmünker farzını eda ediyorlar mı? 6- Yüce İslâm dini ve şeriatı lüksü, israfı, aşırı tüketimi, gösterişi, gurur ve kibri yasaklamış, haram kılmıştır. Bugün, toplumun Müslüman kesiminde bu günahlar, haramlar, isyanlar açık bir şekilde işleniyor. Böyle bir toplum isyankâr bir toplum değil midir? Milyonlarca vatandaş yarı aç yarı tok yaşar, geçim sıkıntısı çekerken zengin Müslümanların bir kısmının böyle sefıhane ve rezilane bir hayat sürmesi doğru mudur? 7- Kur’an-ı Azimüşşan, Yahudi ve Hıristiyanları birtakım ruhbanlarını yani din adamlarını erbab yani rablar haline getirip putlaştırmakla suçluyor. Bugün, Müslümanlar arasındaki bazı gruplar da kendi büyüklerini aşırı şekilde yükseltip, ismet yani günahtan korunmuş olma sıfatıyla sıfatlandırıp sınırı aşmamışlar mıdır? Günümüzde ne kadar çok gavs, kutub, mehdi, uçan var... Bu konuda Ümmeti Muhammed sizce yeteri ve gereği kadar uyarılmakta mıdır? 8- Hz. Aişe (R.Anha) anamızdan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Cebrail, bana komşu hakkında nasihate öyle devam etti ki, komşuyu mirasçı kılacak sandım” 12 buyuruyor. Sizce bugün Müslüman toplumun komşuluk münasebetleri yüce dinimizin emir, öğüt ve öğretilerine uygun mudur? 9- Çocuklar ve gençler toplumun, ülkenin, devletin geleceğidir. Biz Müslümanlar, genelde çocuklarımızı ve gençlerimizi İslâm dininin öğretilerinin ışığında iyi, güçlü ve vasıflı olarak yetiştirebiliyor muyuz? 10- Kur’an-ı Kerim iyi Müslümanları anlatırken: “…Harbi kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında şefkatli ve merhametli...” 13 buyuruyor. Biz böyle miyiz? Böyle isek niçin bazı Müslüman20 lar fikir, görüş, metod ve meşreb bakımından farklı olan din ve iman kardeşlerinden kopukturlar ve hattâ onlara düşmanlık yapmaktadırlar? 11- Mevcut dinler ve ahlâk sistemleri içinde gıybeti İslâm kadar kesin şekilde yasak ve haram kılan başka bir din ve sistem olmadığı halde Müslümanlar arasında gıybet niçin son derece yaygındır? 12- Hz Ali (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” 14 buyurmuştur. Yani Müslümanın her yeni günü, bir öncekinden iyi olacaktır. Hangi konularda? İbadette, hayır ve hasenatta, faydalı ilim öğrenmekte, ölüme hazırlanmakta, ahiret yolculuğu için azık toplamakta, ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanacak işler yapmakta... Biz böyle miyiz? 13- İslâm’ın eyleme ait en birinci ve önemli emri beş vakit namaz kılmak olduğu halde, Müslüman toplum bu farizayı niçin büyük çoğunluk olarak yerine getirmemektedir? 14- Hür ve mukim erkeklerin farz namazlarını camilerde cemaatle kılmaları İslâm fıkhına göre kesin bir emir iken musalli Müslümanlar, şer’î özürleri olmadığı halde bu emri niçin yerine getirmiyorlar? 15- Dindar ve sofu geçinen Müslümanların evlerinde birtakım cihazlar var. Bunlar İslâm dininin haram ve yasak kılmış olduğu kötülükleri, çirkinlikleri, isyanları, fısk ve fücurları, büyük günahları evlerin içine kadar getiriyor. Dindar ve sofu Müslümanlar bu aletleri, kanunî bir mecburiyet olmadığı halde niçin evlerine koyuyor ve karşılarına geçip saatlerce onları seyr ediyorlar? Daha böyle yüzlerce soru yöneltilebilir. Bu soruları, bendeniz dahil, kendi nefislerimize soralım. Doğru cevaplarını bulalım ve hayatımıza uygulayalım. Bazıları: gınlaştığı, haram yemenin genelleştiği bir ortamda bu tenkitlerin mutlaka yapılması gereklidir. İslâm dininde hem müjdeler vardır, hem de uyarılar ve korkutmalar... İslâm insanlara iman eder, hayırlı işler yaparsanız kurtulur, ebedî saadete, sonsuz mutluluğa nail olursunuz, Cennet’e girersiniz buyuruyor. Madalyonun öbür tarafında uyarılar ve korkutmalar vardır. İman etmezseniz, yahut iman ettiğiniz halde, ALLAH Teâlâ’nın ve Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin çizdiği sınırları aşar, emirleri yerine getirmez, yasakları ve haramları işler, ALLAH Teâlâ’ya ve Resûlüne isyan eder, yeryüzünde fitne ve fesat çıkartır, mü’min kardeşlerinizle olan kardeşliği ve birliği bozar, kâfirleri dost ve veli ittihaz eder, ahireti düşünmez ve ona hazırlanmazsanız başınıza dünyevî ve uhrevî cezalar gelir, sıkıntılara düşer, bela ve musibetlerle karşılaşırsınız... İnsanların, halkın bir yandan müjdelenmesi, öbür taraftan uyarılıp korkutulması gerekir. Sadece müjde, sadece uyarmak doğru olmaz. İkisi birden olacak, Müslüman havf ve reca arasında bulunacak. Bu devir Müslümanlarının en büyük hatâsı ve kuruntusu şu imtihan ve ibtilâ dünyasını kendileri için yalancı ve şeytanî bir cennet haline getirmek istemeleri ve var güçleriyle bunun için çalışmalarıdır. Ne korkunç bir kuruntu... Dünya cennet değildir... Dünya cennet olamaz... Dünyayı sahte bir cennet yapmaya çalışmak yanlıştır, sapıklıktır. Birtakım gafillerin ve cahillerin bu konuda mutlaka uyarılması gerekir. Soruyorum: Türkiye Müslümanları yeteri kadar uyarılıyor mu? Yeteri kadar korkutuluyor mu? Onlara yeteri kadar emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılıyor mu? ............................................................................................ 1 En'am Sûresi: 153, 2 Darimî, Mukaddime: 23, 3 İbn-i Mace, Zühd: 24, No:4217, - Sen her şeye olumsuz tarafından bakıyorsun... Şeklinde tenkitler yöneltiyor. Çok günah işlenen, haramların yaygın hale geldiği, münker yani dinin ve şeriatın kötü gördüğü işlerin açıkça yapıldığı; fuhşiyatın, azgınlıkların çoğaldığı, ribanın yay- 2/1410, 4 A.b.Hanbel, 4/96, No:16434; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, 19/388, No:909 5 İbn-i Mace, Fiten: 8, 2/1303, No:3950, 6 Hûd Sûresi:112, 7 Tirmizi; Tefsir; No: 3293 8 Deylemi, Firdevs, No:6497, 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 7/119, 9 Kitabü Zühdü’l-Kebir, 2/277, 10 Bakara Sûresi:279, 11 Tirmizi, Fiten: 9; Ebû Davûd, Melâhim: 16; A. b. Hanbel, 5/388., 12 Buhârî, Edep:28; Müslim, Bir: 141, No:2625, 13 Fetih sûresi:29, 14 Deylemi, Firdevs, 3/611 21 Temmuz 2009 Talha Hakan ALP “İbrahimî Dinler” Söylemini Dillendirenden Daha Zalim Kim Olabilir? Az çok tahmin edebiliyorum. Belki birileri başlığı uçuk bulacak, belki birileri dehşete kapılacak. Siyaset ve toplum mühendislerinin yanlarına bir kısım din önderlerini de alarak dinler arası hoşgörü kültürünü yaymaya çalıştığı bir dönemde zaten başlığı atarken böyle bir tepkiyi göze almış oluyorum. Şu halde rahat olduğumu söylemeliyim. Ancak peşin hükümlü olmamayı şiar edinenlere makaleyi sonuna kadar okumalarını tavsiye etmeden geçemeyeceğim. Başlıkta anlatılmak istenen meramı başka türlü ifade etmek de mümkün. Oradaki soru istifham-ı inkârî dedikleri, red amaçlı sorulardan olduğu için olumsuz bir cümleyle açımlanabilir. Bu bakımdan başlık muhataba, bir şeyi öğrenme isteğini ifade eden inşa cümlesi değil, ona bir şeyi anlatmak isteyen haber/hüküm Temmuz 2009 22 cümlesidir ve haliyle “İbrahimî dinler” söylemini dillendirenden daha zalim kimse olamayacağı hükmünü muhtevidir. Ve bu yazı da bu hükmü ispat edecek bilgileri ve bu bilgiler arasında kurulması gereken bağlantıları konu edinecektir. Sözün evvelinde başlığın “Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” (Bakara, 140) ayetinin günümüze dönük bir açılımı olarak tasarlandığını ifade edeyim. Konuya ıttılaı olmayan, dolayısıyla bağlantı kurmakta zorlanacağını düşündüğüm kimseler için önce birkaç mukaddime yapmam gerekiyor. Bunun için ilgili ayetin içinde yer aldığı ayetler gurubunun ana konusuna dair bilgi vermeliyim. Bu ayetler Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un diyanetine, hassasiyetle muhafaza ettikleri dini kimliklerine dair beyanatı içeriyor. Bu beyanat içerisinde bazen açık bazen dolaylı biçimde Ehl-i kitabın bu peygamberlerle bir bağının olmadığı ifade edilerek tarih boyu tahrif edilen bir hakikat ortaya çıkartılıyor ve söz konusu vahyin taşıyıcıları olarak Muhammed ümmeti buna şahit kılınıyor. Meseleye dair daha derinlikli bir bakış için ilgili ayetler içerisinde Ehl-i kitabla ilgili münakaşalara yer veren beyanata da değinmeliyim. İlgili beyanat kabaca ele alındığında bunların bazen Ehl-i kitabın birbirleriyle yaptıkları münakaşalara, bazen de Müslümanlarla giriştikleri münakaşalara temas ettiğini söyleyebiliriz. Ehl-i kitabın birbirleriyle yaptıkları münakaşalar şu an bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren onların Müslümanlarla yaptıkları münakaşalar. Ya da Müslümanlara karşı iddiaları ve Kur’an’ın bu iddialara verdiği cevaplar. Evet, meselenin bu yanıyla ilgileniyoruz. Çünkü sadece başlığı açıklamam için değil, bugün Hıristiyan dünyasıyla birlikte uygulanmakta olan bazı uluslararası projeler açısından da ilgi alanımız bu istikamette sınırlanmış oluyor. Ehl-i kitabın Müslümanlara karşı dillendirdikleri iddiaların ilgili ayetlere konu kılınan şu çağrılarıyla giriş yapabiliriz. “(Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara:) Yahudi ya da Hıristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz, hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O müşriklerden değildi.” (Bakara, 135) Kur’an Müslümanlara öğütlediği bu cümlelerle münakaşaya müdahil oluyor; bu iki milletin hakikat ve hidayetle aralarındaki karşıtlık ilişkisine dikkat çekiyor. Hidayeti kendi tekellerinde sanan bu milletlere ayetin haykırdığı gerçek şu: Hidayetin adresi Yahudilik ve Hıristiyanlık değildir; bilakis İbrahim’in milletidir. Bu haykırış Yahudilik ve Hıristiyanlıkla İbrahim’in milleti arasında hidayetle dalalet arası kadar bir fark olduğunu da zımnen ifade etmiş oluyor. “Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” (Bakara, 140) İfade etmiş oluyor ama Ehl-i kitab Hz. İbrahim’i ve onun soyundan gelen diğer peygamberleri istismar etmekten geri durmuyor, her fırsatta İbrahim, İshak ve Yakup peygamberleri sahipleniyor. Üstelik Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri İsrailoğulları olduğunu iddia eden Yahudiler tarafından ayrıca bir avantaj olarak görülüyor. Soylarını sürdürdüğümüz bu peygamberlerin dinleri de bizimle yaşıyor, iddiası her hallerine yansıyor. Kur’an buna cevap olarak soy bağının bu noktada bir şey ifade etmeyeceğini yine ilgili ayetler içinde şöyle ifade ediyor: “Onlar bu dünyadan göçüp gitmiş birer ümmettir. Kazandıkları sadece kendilerine, sizin kazandıklarınız da sadece sizedir.” (Bakara, 134) 23 Temmuz 2009 Âl-i İmran suresinde yine bu hususta nazil olan başka bir ayet var: “Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? (…) İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir Müslimdi; ortak koşanlardan değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu Peygamber ve müminlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 65-67) Ehl-i kitabın sözünü ettiğimiz bu peygamber istismarcılığı bazı ayetlerde dolaylı, bazı ayetlerde doğrudan konu ediliyor. Dolaylı biçimde konu edildiği ayetlere bakalım önce. Mesela Yahudilerin, en basitinden “İsrailoğulları” vurgusunda istismar ettikleri İsrail peygamber, yani Yakup (aleyhisselam)’ı düşünelim. Yahudilerin, Hz. Yakub’un da kendileri gibi Yahudi olduğu ve evlatlarına da haliyle Yahudiliği vasiyet ettiği yönündeki iddialarına Bakara 133. ayeti dolaylı biçimde temas ediyor. Ancak bu ayete geçmeden önce tablonun bütününü görmek için birkaç ayet öncesine gidelim. Allah katında muteber dinin sadece İbrahim’in dini olduğunu tasrih eden “Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez.” (Bakara, 130) ayetini hatırlayalım. Hz. İbrahim’in dininin biricikliğini ortaya koyan bu ayetin ardından başta İbrahim peygamber olmak üzere soyundan gelen diğer peygamberlerin de hep bu din üzere oldukları ve hep bu dini vasiyet ettiklerini bildiren şu ayete geçelim: “İbrahim bu dini oğullarına vasiyet etti. Yakub da: «Oğullarım! Allah bu dini size seçti, siz de ancak Müslimler olarak can verin» dedi.” (Bakara, 132) Temmuz 2009 Şimdi bu ayetlerin ardından Yahudilerin yukarıdaki iddialarını yalanlayan bir sonraki ayeti okuyalım: “Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O, oğullarına: «Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?» diye sormuştu; Onlar da: «Senin İlahın’a ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın Rabbi olan tek ilaha kulluk edeceğiz, bizler O'na Müslim/teslim olmuşuzdur» demişlerdi.” (Bakara, 133) Ayetin başındaki soru, Yahudilerin, Hz. Yakub’un evlatlarına Yahudiliği vasiyet ettiğine dair iddialarına işaret ediyor ve bunu reddediyor. Bu ayetler Yahudi ve Hıristiyanların mevcut dinlerini mezkûr peygamberlerle ilişkilendirmelerini dolaylı biçimde anlatıyor. Doğrudan anlattığı ise bu peygamberlerin dininin hep aynı olduğu ve temelde Allah’a teslimiyet anlamına gelen İslam olduğudur. Bu konuda doğrudan ifadelerin yer aldığı ayetler olduğunu da belirtmiştik. Şimdi o ayetleri görelim. Önce şu ayeti okuyalım: “Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? de. Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 140) Bu ayette Ehl-i kitabın söz konusu iddiası reddedilirken “Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” cümlesiyle bir başka gerçeğe de dikkat çekiliyor. Onların bu iddiayı bilinçsizce ortaya atmadıkları, aslında İbrahim ve diğer peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarına dair bilgi sahibi oldukları; ama buna rağmen sırf batıllarını hakikat göstermek için bunu gizledikleri ifade ediliyor. Âl-i İmran suresinde yine bu hususta nazil olan başka bir ayet var: “Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? (…) İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir Müslimdi; ortak koşanlardan değildi. Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu Peygamber ve müminlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 65-67) 24 Her iki ayet de Yahudi ve Hıristiyanların Hz. İbrahim üzerinden kendilerine meşruiyet davası güttüklerini, onların da Hz. İbrahim’in iman ettiği dine iman ettiklerini ve haliyle ona dinde varis olduklarına dair düşüncelerini ortaya koyuyor. Kur’an ise bu iddiayı yalanlıyor; açıktan Hz. İbrahim’in ne Yahudi ne de Hıristiyan olduğunu belirtiyor. Yahudilik ve Hıristiyanlıkla Hz. İbrahim arasında bir alaka kurulamayacağını gösteriyor. Ayrıca Hz. İbrahim’in müslim olduğu ifade edilerek Yahudilik ve Hıristiyanlığın ne haniflikle ne de Müslimlikle/İslam’la da bir alakasının bulunmadığı da ifade edilmiş oluyor Şimdi buradan başlığa geliyoruz. Yukarıda mealine yer verdiğimiz Bakara 140. ayetin içinde geçen bir cümle vardı. O cümleyi tekrar hatırlayalım. “Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” nin yanında siyasî ve sosyal bağlamı muvacehesinde mesaj içeriği itibarıyla da bunu pekala söyleyebiliriz. Bununla birlikte söylemin, Allah katında yegâne din olan ve Hz. İbrahim de dâhil bütün peygamberlerin tek dini bulunan Müslümanlığın yanına birer beşerî din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı katarak onlara da en az Müslümanlık kadar meşruiyet kazandırmaya yaradığını ve bu yolla İslam’ı alternatifi bulunan dinlerden bir din kategorisine indirgediğini her geçen gün daha net olarak görmekteyiz. Öte yandan ilahiyatçıların bugün şu veya bu yönüyle Ehl-i kitabı konu edinen araştırmalarında her geçen gün Ehl-i kitap lehine daha bir netleşen teolojik temayül de bunun bir göstergesidir. Şimdi bu cümlenin bağlam içinde neye denk düştüğünü tekrar hatırlayalım. Bu cümlenin öncesinde İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarına dair Ehl-i kitabın iddiasına yer veriliyordu. Şu halde sadedinde bulunduğumuz cümlenin bağlam içindeki açılımı şu oluyor: “Anılan peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olduklarını söyleyerek Allah’ın kendilerine verdiği gerçek bilgiyi gizleyenden daha zalim kim olabilir?” Peki, Allah’ın kendilerine verdiği gerçek bilgi nedir? İşte o bilgi Âl-i İmran 66. ayetinde bize de verilen şu bilgidir: “İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir müslimdi; müşriklerden de değildi.” Şimdi bu bilgiyi de hesaba katıp ilgili cümleyi biraz daha somutlaştıracak olursak şöyle diyebiliriz: “İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı yönündeki gerçek bilgiyi gizleyip, onun Yahudi ve Hıristiyan olduğunu iddia ederek gerçeğin tanıklığını gizleyenden daha zalim kim olabilir?” Şu halde yukarıda mealleri verilen ayetlerde kadim Ehl-i kitabın dile getirdiği İbrahim peygamberin Yahudi olduğu ya da Hıristiyan olduğu yönündeki iddia ile İbrahimî dinler söylemindeki iddia arasında temelde bir fark yoktur. Tek fark öze taalluku olmayan ayrıntıdadır ve o da o günkü Ehl-i kitabın iddiasında İbrahimî olmak sadece Yahudilik ya da Hıristiyanlığın hakkı görülürken, “İbrahimî dinler” söyleminde bu hak anılan iki dinin yanında Müslümanlığa da layık görülmektedir. Sonuçta her iki iddiada da Hz. İbrahim’le Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında Kur’an’ın reddettiği ve gerçek bilgiye dair şahitliği gizlemeye eşitleyip en büyük zulüm gördüğü düşünce olumlanmaktadır. Bu bakımdan dün bu ayetteki tehdidin hitabına, Yahudilik ya da Hıristiyanlıkla Hz. İbrahim arasında bağ kurmaya çalışan kadim Yahudi ve Hıristiyanlar dâhil olduğu gibi bugün bunların yanında, dinler arası hoşgörü kültürünün havariliğine soyunan ve “İbrahimi dinler” yalanıyla her üç dinin modern insani değerlerle uzlaştırılması kabil prensiplerinden eklektik bir “insanlık dini” projesinin Müslümanlık cenahındaki taşeronları de dâhildir. İşte şimdi meselenin “İbrahimî dinler” söylemiyle alakasına gelebiliriz. Önce söylemin ifade ettiği anlamı, çağrıştırdığı düşünceyi konuşalım. Bu söylemin, Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlığın aynı kökten gelen kardeş semavi dinler olduğu yönünde bir iddia taşıdığı açık. Söylemin lafzî içeriği- Tarihin tanıkları seçilen adil bir ümmetin varisleri olarak şahadetimizle dünya insanlarına deklare edilmek üzere Allah’ın bize emanet ettiği bu hakikati bugün “İbrahimi dinler” söylemiyle yine bizlerin gizleyip tahrif etmekte olması ne kadar hazin değil mi? 25 Temmuz 2009 Ömer Faruk TOKAT Taliban ve Pakistan Uleması Taliban'ın Svat savaşı konusunda Pakistan Uleması İkiye Bölündü Svat bölgesinde şeriat ilan eden Taliban, bir süredir dünya gündemini meşgul ediyor. Taliban'ın amacı Pakistan anayasasında belirtilen şeriat ahkâmını kendi bölgelerinde uygulamak. Taliban savaşçıları mayıs başında başkente 130 kilometre mesafedeki Bunner bölgesini işgal ettiği sıralarda Washington’da bir araya gelen ABD Başkanı Barack Obama, Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerdari, "ortak düşman"ı alt etmenin yollarını konuşuyordu. Halbuki bu zirve öncesinde Pakistan hükümeti serhad bölgesi kabilelerinin sesi olan Taliban'ın kendi bölgesinde şeriat mahkemeleri kurmasına ve islam ahkâmını uygulamasına parlemento kararıyla izin vermişti. Ne olduysa bu Temmuz 2009 26 zirveden sonra oldu ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerderî Amerika'dan döner dönmez devletin bu kararını bir tarafa koyarak Svat operasyonlarını başlattı. Ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve Taliban için kurtarılmış bölge olarak adlandırılan Svat Vadisi ve civarına yoğun hava bombardımanın ardından 15 bin asker sevk edildi. Pakistan ordusunun Svat operasyonları sürerken ülkedeki sivil ve dinî cemaatler konuyla ilgili farklı tutumlar sergilemekte. Diyobendî hareketi, kendi büynesinden doğan Taliban hareketi için tavır belirlemekte zorlanıyor. Pakistan devleti tarafından "terörist" ve "vatan haini" ilan edilmiş Taliban'ı savunmak oradaki cemaatler açısından oldukça zor. Bu yüzden Diyobendîler, Taliban'ı doğrudan savunamazken sorunun savaşla değil Taliban'la masaya oturularak çözülebileceğini söylüyor. Pakistan'ın en büyük cemaatlerinden olan Diyobendî ve Birelvî ekolleri Pakistan ordusunun, ülkenin kuzey batısında yer alan Svat vadisindeki Taliban savaşçılarına karşı başlattığı, yüzlerce insanın ölümüne ve bir milyondan fazla insanın göç etmesine sebep olan bu operasyonlar konusunda görüş ayrılığına düştü. Taliban aleyhine alınmış kararlar ve oluşan kamuoyu sebebiyle Taliban'ı doğrudan savunamayan Diyobendîler, Svat vadisinde akan insan kanından hükümetin de en az Taliban kadar sorumlu olduğunu söyleyebiliyor... Sorunun savaşla değil masada çözülmesi gerektiğini savunuyor. Öteden beri, devletçi ve milliyetçi duruşuyla bilinen Birelvîler ise Taliban'ın "devlet düşmanı" olduğunu ileri sürerek, hükümetin Taliban'a karşı askerî güç kullanmasını destekliyor. Diyobendî ekolüne bağlı olan Cemiyyet-i Ulemâ-i İslam (İslam Âlimleri Birliği) genel sekreteri Hafız Hüseyin Ahmed, konuyla ilgili açıklamasında, askerî operasyonların hiçbir sorunu çözemeyeceğini söyledi. Diyobend ekolü âlimleri akan kanda Pakistan devletinin de sorumlu olduğunun altını çiziyor. Taliban yaftasıyla bölge halkına karşı savaş açıp insanları öldürmenin sorunu çözmeyeceğini aksine sorunun askerî operasyonlar yerine masaya oturulup diyalogla çözüleceğini söyleyen Cemiyet-i Ulemâ-i İslam Genel Sekreteri Hafız Hüseyin Ahmed, Svat'ta savaşın patlak vermesinde Amerika'nın rolüne ve savaşın Pakistan devlet başkanı Asıf Zerdârî'nin en son Washington ziyaretinden hemen sonra başladığına işaret ediyor. Hafız Hüseyin Ahmed, "Her şey önceden planlanmıştı. Amerika'nın Pakistan'a vaat ettiği yardımlar hep kan karşılığında gerçekleşmektedir. Svat'ta akan kanın sebebi de budur" dedi. Başkent İslamabad'a 130 km. mesafedeki Svat vadisinde Pakistan ordusu ve Taliban güçleri arasında, gerçekleşen şiddetli çatışmalarda, hükümetin verdiği kesin olmayan rakamlara göre şu ana kadar binden fazla Tâliban savaşçısı ve elli Pakistan askeri hayatını kaybetti. Turistik bir bölge olan Svat vadisindeki çatışmalar sebebiyle 1.17 milyon kişi evlerini terk etti. Birleşmiş Milletler, bölgeden göç edenlerle ilgili uluslar arası yardım çağrısı yaptı. Diyobendî hareketi, 19. asırın ikinci yarısında bir grup Hintli âlim tarafından İngiliz işgaline karşı direnmek ve Hindistan'daki İslâmî kimliği korumak amacıyla kuruldu. İngiliz işgalini destekleyen sapık mezhep ve fırkalara karşı mücadele etti. İslâmî ilimleri yaymak için Alt-Kıta'nın dört bir yanında medreseler açtı. Diyobendî hareketi İslam kütüphanesine önemli eserler kattı ve önemli âlimler yetiştirdi. Hareket fıkıhta Hanefî, akidede Matürîdî ve Eşarî ve meşrep olarak sûfî çizgide faaliyet göstermektedir. "HÜKÜMET HAKLIDIR" Diğer taraftan devlet yanlısı tutumuyla bilinen Birelvî cemaatine mensup âlimler, askerî operasyonların doğru olduğunu savunuyor. Birelvî ekole bağlı Cemiyyet-i Ulema-i Pakistan (Pakistan Âlimleri Birliği) başkanı Sâhib Zâde Fadl Kerîm konuyla ilgili yaptığı açıklamada, "askerin Svat vadisinde yaptığı operasyonu destekliyoruz. Çünkü bu, Pakistan için bir savunma ve varlık savaşıdır. Taliban savaşçıları devlet düşmanıdır. Devlete düşen ise düşmanlarına karşı var gücüyle savaşmaktır" dedi. Devletle savaşma amacını Pakistan'da İslâm Şeriatını tatbik etmek olarak açıklayan Taliban'ın bu sözlerine karşı çıkan Sâhib Zâde cemaatinin devletçi tutumunu destekleyerek, "Masumları öldürmekle sonuçlanan hiçbir durum şeriata mal edilemez" dedi. Birelvî cemaatine bağlı birçok oluşum, Taliban hareketine karşı "Pakistan'ın kurtuluşu için dayanışma" kampanyaları düzenliyor. Birelvî cemaati İngiliz işgali döneminde Hindistan'da kuruldu. Cemaatin Mezarlıklarda uyguladıkları aşırılıklar, Hz. Peygamber'in meclislerinde her zaman hazır bulunduğunu kabul etmeleri ve yer yer Batınîliği andıran muharref sûfî bir anlayışı var. Svat vadisinde sayıları 4-5 bin arasında olan Taliban savaşçılarına karşı 15 bin Pakistan askeri savaşıyor. ................................................................................... Kaynak: Pakistan basını 27 Temmuz 2009 Prof. Dr. Sayın DALKIRAN İFTİRA; Kılıçtan Daha Zalim Bir Silah Belki de hayatta hiç haklılık payı olmayan olumsuzluklardan biri olan iftira, kişi, kurum, kuruluş, şirket ve benzerleri hakkında olmayan bir şeyi olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. İftira şüphesiz çok çirkin bir davranış ve büyük bir zulümdür. Hangi gerekçe ile olursa olsun iftirayı meşru göstermek mümkün değildir. İftira şahsın kendisine olabileceği gibi bir kuruma, bir teşekküle, bir firmaya, bir markaya, bir millete, bir dine ve benzerlerine de olabilir. Şahıs olarak pek çok insan iftiraya maruz kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. İnsan ve insanlık var olduğu sürece bu menfur fiil de devam edecektir. Peygamberler gibi güzide insanlar bile iftiraya maruz kalmışlardır. İftira, tarihte örnekleri bulunduğu gibi günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Hakeza istikbalde de örnekleri yaşanmaya devam Temmuz 2009 28 edecektir. Hz. Âdem’in yaratılışıyla daha doğrusu insanlık tarihiyle başlayan bu kötü adet kıyamete dek sürecektir. Bunun böyle olacağını söylemek kehanet değil başlı başına bir realitedir. Dünyada iyilikler ve kötülükler, güzellikler ve çirkinlikler, hayırlar ve şerler iç içe bulunduğu gibi melekler ve şeytanlar da varlıklarını Allah’ın dilediği süre içinde devam ettireceklerdir. Dolayısıyla melekî işleri yani hayrı, iyiyi, güzeli doğruyu yaşayanlar ve tavsiye edenler olduğu ve olacağı gibi, şeytani fiilleri yani şerri, kötülüğü, çirkinliği, yanlışı benimseyenler ve başkalarına da önerenler bulunacaktır. İşte bunların başında söz konusu ettiğimiz iftira gibi kötü bir fiil gelmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), kul hakkının hiçbir şekilde affedilmeyeceğini ifade eder. Affedilmesinin şartı da iftira attığı kişiden helallik dilemesi ve o kişinin de gerçekten onu affedip hakkını helal etmesine bağlıdır. Eğer iftira büyük bir gruba, din mensuplarına, bütün bir millete veya kurum ve kuruluşlara yapılmış ise onlardan nasıl özür dilenecek ve dilendiği takdirde binlerle milyonlarla hatta milyarla ifade edilebilecek olan o toplum onu affedebilecek midir? İşin en önemli yönlerinde biri de iftiranın yayıldığı alanla ilgilidir. Bir iftiranın birkaç kişinin arasında dillendirilmesi ile milyonların takip ettiği bir radyo ve televizyon kanalından dinleyici ve izleyiciye veya yüz binlerin takip ettiği bir gazete sayfasından okuyucuya duyurulması arasında mukayese kabul etmeyecek bir farklılık vardır. Şüphesiz, böylesi bir iftiranın affı ise daha da zorlaşır. İftira insanların rahat ve huzurunu ortadan kaldırır. Bazen haksız bir şekilde mahkûm olmalarına, işkence ve ceza çekmelerine, aç ve açıkta kalmalarına, ana-baba çoluk çocuğunun aç ve sefil bırakılmalarına neden olmaktadır. Toplumun değer yargıları noktasından bakıldığında namusa gelecek bir iftira zaman zaman cinayetlere ve bir kısım insanların toplum içinde dışlanmalarına sebebiyet vermektedir. Bu konuda iftiraya uğrayanlardan biri Hz. Yusuf’tur ve bu yüzden yıllarca hapsedilmiştir. Ayrıca, “…Meryem’e büyük bir iftira atmalarından… dolayı kalplerini mühürledik.” (Nisa, 156) ayetinde olduğu gibi Hz. Meryem’e de iftirada bulunulmuştu. Benzeri bir iftira da Hz. Peygamber’in güzide eşi Hz. Aişe’ye atılmıştı. İslam tarihinde “ifk olayı” olarak bilinen konu ile ilgili Kur’ân’da açıklamada bulunulmuş ve Hz. Aişe’nin ismeti teyit edilmişti. Zaman zaman da bir kısım marka ve şirketler farklı şekillerde iftiralara uğramaktadırlar. Onlar bu işin doğru olmadığını hukuki olarak ileride ispat etseler de o zamana kadar pek çok mağduriyetleri ve zararları söz konusu olmaktadır. Peki, buna neden olan gazete veya tv. kuruluşları ise, ileride sayfalarında tekzip yayınlamaya zorlanması veya birkaç gün ekranlarının karartılması büyük darbe yiyen o şirketin zararlarını telafi edebilecek midir? Bazen iktidar hırsıyla, muhaliflere hiç olmayan hususlarda bir takım yakıştırmalar ve yaftalarla iftira atılması da dehşet verici bir tutumdur. Kişi veya partiler, kendi iyiliklerini ve projelerini anlatacakları yerde, siyasetlerini karşıya çamur atma üzerine tesis ederlerse bu durum da son derece yanlıştır. Kurumlar arası bir kısım çekişmelerde de durum bundan farksızdır. Her kurum, millete hizmet adına kendi üzerine düşen ne ise onu hakkı ile ifa etmelidir. Bu millet, iftira derecesine varan çekişmelerden uzak olarak kurum ve kuruluşlardan daima hizmet beklemektedir. Şüphesiz, yanlış yapanların karşısında ilgilileri uyarmak kişi ve kuruluşların görevidir. Ancak elde bir delil olmadan sadece varsayımlara dayanan bir kısım vehimleri dillendirmek de doğru değildir. Hz. Peygamber, her duyduğunu söylemesinin kişiye yalan olarak yeteceğini ifade etmiştir. Kur’an’da da: “Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın” (Hucurât 6) buyrulmaktadır. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber’e gıybetin ne olduğu sorulur. Hz. Peygamber: “Kardeşini hoşlanmadığı bir şeyi ile hatırlayıp konuşmandır” cevabını verir. Bunun üzerine bir şahıs; “ya söylediğim durum onda mevcut ise” der. Bunun üzerine Rasûlullah: “Söylediğin şey onda var ise gıybet etmiş sayılırsın, yoksa iftira etmiş sayılırsın” buyurur (Tirmizi, Birr ve Sıla, 23). Bu hadisten de anlaşıldığı üzere iftira gıybetten daha kötü ve insanların kişilik haklarını ihlal eden bir tutumdur. Henry Fielding’e atfedilen şu söz iftiranın ne denli çirkin olduğunu gösterir: “İftira; kılıçtan daha zalim bir silahtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir zaman kapanmaz.” W. Shakespeare ise; “ismetinden donsan, kar gibi lekesiz olsan, yine de iftiradan kurtulamazsın” sözleri ile kişilerinin ne kadar dikkat ederlerse etsinler, zaman zaman iftiraya maruz kalabileceklerini vurgular. “İftira olduktan sonra, söylenecek söz mü bulunmaz; erdem bile iftiranın ekmeğine yağ sürer” diyen Lesage, iftira olduktan sonra herhangi bir neden aranmasına gerek olmadığını, iftira edilen kişideki erdemin bile bu iş için yeterli sebep olduğunu vurgular. Şüphe yok ki iftira, genel anlamda alçakların en iyi becerdikleri iştir. Bu konuda da Napoleon’un şu sözü yerindedir: “İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu beceren; iftirayı da becerir.” Özetle iftira fevkalade kötü bir davranıştır ve bu konuda müfteri açıkça kul hakkını ihlal etmektedir. İftiranın cezasını dünyada görmek mümkün ise de, asıl ceza mahkeme-i kübrâda kesilecektir. Hangi düşünce ile olursa olsun iftirayı meşrulaştırmak mümkün değildir. Zîra, Nur Suresi 15. ayette ifade edildiği gibi iftira Allah katında büyük bir suç olarak kabul edilmektedir. Ancak bu suç tamamen kul hakkı ile alakalıdır. Unutulmamalıdır ki; insanlar her söz ve davranışlarından mutlaka muhasebeye çekileceklerdir. Zira insan ipi boğazına bağlanmış ve otlaması için bırakılan bir hayvan gibi değildir. Onun her sesi banda kaydedilirken, her davranışının da filmleri kayıt altına alınmaktadır. Umulur ki; bu kayıtların içinde cezası çok şiddetli olan iftira suçu yer almaz. 29 Temmuz 2009 Dr. Mustafa BAHADIROĞLU BU SEVDA UNUTULUR MU? İnsan, İlâhî isimlerin fiili tecellisi olan kâinâtın küçük bir nüshası ve göz bebeğidir. Âlemin esrarlı derinliklerini mıknatıs gibi kalbinde toplayabilecek bir gönül aynasına sahiptir. Cihazları kâinâtın her zerresiyle alâkadardır. Ötelere ait nâmütenâhi sırların yumağıdır. Çünkü ötelerden gelmiş, ötelere gidecek. Arş-ı a'lânın üzerinde Rabbinin tecellîleriyle mest olup seyrân ederken araya perdeler girmiş. Şu sıralarda gurbet hayatı yaşıyor. Fakat sevgilinin cemâliyle kendinden geçmiş, aşk derdiyle bir hoş olup yanmış yakılmış. Gurbet hayatı ona bir zindandan farksız. Güle âşık bülbül gibi gülzâra kanat çırpıyor. Mahbuba kavuşup vuslata ermeden ona rahat yok. Öyle bir sevgiliye tutulmuş ki, cennetin bin senelik en mesut hayatı bile, onu bir an görmenin zevkine denk değil. Fakat kimi ruhlar, gurbette tanışıp buluştuğu nefs-i emmareye âşık olunca, onun Temmuz 2009 30 gerdiği karanlık perde arkasında her şeyini unuttu. Ne hakîkî sevgili ne de asıl memleket kaldı. Cadı kadınına benzeyen nefsini dünya güzeli diye sevdi. Gurbeti vatan, bu mezbeleyi mesken, bu ayrılığı kavuşma, bu karanlığı aydınlık, bu gerilemeyi ilerleme, bu hapishaneyi cennet sandı. Hayvânî nefsin esîri olup hürriyetini kaybetti. En yüce mertebelere çıkıp melekleri dahi geride bırakacak kabiliyete sahipken aşağıların aşağısında kalıp insan suretinde bir hayvana dönüştü. Şimdi insanı gurbete düşüren bu uzun yolculuğun kısa öyküsünü ve dönüş yollarını anlatalım. ASIL VATANDAN GURBETE Yolculuğa çıkmadan evvel insan, Allah u Teâlâ'nın ezeli ilminde bir suret idi. (Âlem-i ama). Sonra ruhlar âlemine indi. Elest Bezminde aşkı tanıdı. Ardından henüz şekil ve cisme bulanmamış bir ruh olarak inişe devam etti. Birçok menzillerden geçip dünyada karar kıldı. Mertebesine göre arş, kürsî ve yedi göğü mekân tutmuşken o ulvi âlemlerden aşağıların aşağısına, bu süfli âleme indirildi. Ta ki kemâl kazanıp aslî makamına geri dönsün veya daha yükseğine çıksın. Ama kemâl kazanma âletsiz olmayacağı için, Allâh u Teâlâ ona bu süflî âlemden maddî bir bedeni yarattı. Hayvânî nefs adı verilen bir kuvvetle de bedenini donattı. Böylece insânî ve hayvânî nefsin buluşmasıyla iki âlemden en güzel bileşim meydana geldi. İKİ ÂLEMİN LATÎFELERİ Cenab-ı Mevlâ, o âlemlerle irtibata kabiliyetli letaif denen ruhanî cevherleri insanın vücuduna yerleştirdi. Bunlardan beş tanesi, geldiği emir âlemine, diğer beşi de şu an içinde yaşadığı halk âlemine aittir. Emir âlemine ait olanlar sırasıyla kalp, ruh, sır, hafâ ve ahfâ dır. Hayvanların mahrum olduğu bu latifeler, insana insanlık ufku olan ulvî âlemlere yeniden yükselmesi ve sevgiliye kavuşması için verilmiştir. Halk âlemine ait olan latîfeler ise, nefs, toprak, su, ateş ve hava dır. Bunlar da insana dünyevî ihtiyaçlarını görmesi ve ruha tâbi olup âhiret amellerini işlemesi için verilmiştir. Ulvî latîfelerin sultanı ruh, süflî latîfelerin sultanı ise, nefstir. Cesedin ana rahminde teşekkülünden sonra bu iki âleme ait latifeler birleşmişlerdir. Güveye giden gelinin ağladığı gibi ruh da doğuşunda nefsle birleştiği için ağlar, asli vatandan uzaklaştığı için ağlar. Vücudun muhtelif yerlerinde bulunan latîfeler, ampülün içindeki elektrik gibidirler. Varlıkları 31 Temmuz 2009 NEFSİNİ TEMİZLEYENLERİN MİRAÇ VE NÜZULÜ Nefislerini kötü vasıflardan temizleyip terbiye eden velîler ve zaten cevherleri itibariyle tertemiz olan Nebîler bu makamlara bizâtihi yükselirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), melekût âlemine iştiyak duyduğu zaman "Erıhnî Yâ Bilâl" buyurdu. Hz. Bilâl'in okuduğu ezanın ardından namaz ile göklerin ötesine, arşın üzerindeki melekût âlemine yükselen efendimiz s.a.v, müşahede ve ince mânâlara dalar, o âlemde seyr ü sülûk eden ashabını da irşad ederdi. Nefislerini kötü vasıflardan temizleyip terbiye eden velîler ve zaten cevherleri itibariyle tertemiz olan Nebîler bu makamlara bizâtihi yükselirler. Hz. Peygamber (s.a.v.), melekût âlemine iştiyak duyduğu zaman "Erıhnî Yâ Bilâl" buyurdu. Hz. Bilâl'in okuduğu ezanın ardından namaz ile göklerin ötesine, arşın üzerindeki melekût âlemine yükselen efendimiz s.a.v, müşahede ve ince mânâlara dalar, o âlemde seyr ü sülûk eden ashabını da irşad ederdi. Mülk (fizik, içinde yaşadığımız) âlemine dönmek istediği zaman da Hz. Aişe validemize: "Kellimnî Yâ Humeyrâ: Ey gül yüzlü benimle konuş" derdi. Böylece mülk âleminde seyreden ashabını irşad eder ve dünya ile de meşgul olurdu. Devrinin kutuplarından Bursalı Üftâde Hazretleri, bir gün mürîdi Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretlerine ders verirken içeriye biri girmiş, dua istemişti. Gelen zatın hatırını kıramayan Üftâde Hazretleri, o gittikten sonra mürîdi Hüdâyî'ye şöyle dedi: "Bu dua işi her ne kadar sevap olsa da beni makamımdan indirdi. Göklerin üzerindeydim yere indim" (Vâkıât-ı Üftâde) Hazret, mülk âleminin ehliyle ancak ruhen onların makamına indikten sonra konuşabiliyordu. İmam-ı Rabbânî Hazretleri başta olmak üzere birçok velîler, ruh ile ve bazen de mübarek ruh ve cesetleriyle yükseldikleri âlemleri tafsilatıyla kitaplarında anlatmışlardır. NEFSİN MÂNÂ VE MAHİYETİ eserleriyle anlaşılır. Elle tutulup gözle görülmezler. Tamamen mânevî varlıklardır. Her latifenin insan bedeninde bir yeri, bir de hariçte makamı vardır. Emir âlemine ait latîfelerin makamları arşın üzerinde, mülk âlemine ait latîfeleri ise arşın altındadır. Âlimler Emir âlemine ait en yakın latîfenin uzaklığının dokuz bin yıllık mesafede olduğunu belirtmişlerdir. Mertebelerine göre latîfelerin asıl makamlarıyla aralarında telsiz, telefon veya televizyona benzer irtibat hatları mevcuttur. Kalp ulvî ve süflî âlemlerle bağlantılı bu hatların santrali mesabesindedir. Her iki âlemden gelen his, haber ve müşahedeler kalpte toplanır. Temmuz 2009 Kur'an-ı Kerîm'de üç yüze yakın yerde "nefis" kelimesi geçmektedir. Bu kelime, filozoflar, kelâm, fıkıh ve tefsir âlimleri tarafından muhtelif mânâlarda kullanılmış; ruh, can, kalp, ceset, benlik, bir şeyin hakikati, özü ve bütünü gibi yirmiyi aşkın mânâ verilmiştir. Aslında Nefsin mâhiyeti tam olarak kelimelere ve satırlara dökülemeyecek kadar derindir. O yüzden nefsi en iyi kavrayanlar kâmil velîlerdir. Sûfîler arasında da muhtelif makamlara göre, farklı mânâlarda kullanılmıştır. Fakat genel olarak bu kelime tasavvuf ıstılahında iki mânâya gelir. Birincisi: Kelime manası itibariyle "Bir şeyin özü, zatı, kendisi" anlamına gelen bu nefse hayvânî nefs de denir. Halk âleminden olup insânî nefsin bineği ve bilumum şehvetlerin kaynağıdır. His, 32 hareket ve hayat menbaıdır. Beş duyu organı ve diğer kuvveler vasıtasıyla hayatı, eşyayı kavrar. İkincisi: "Rabbin emrinden olan insânî ruh, mânevî sıfat" anlamındadır. Hayvanlarda bulunmayan bu nefse, konuşan insânî nefs, nefs-i nâtıka da denir. Emir âlemindendir. Allâh u Teâlâ tarafından insana üfürülen ruh, bedene taalluk edince nefs adını alır. Yeri iki kaşın ara¬sıdır. İnsanın içi ve dışıyla irtibatlıdır. Asıl hakimiyeti beyin ve mânevî bir latîfe olan kalp üzerindedir. Yürek dediğimiz kanı pompalayan maddî kalple de irtibatlıdır. Bu nefs hayvânî nefse mağlup olursa hayvanların aşağısında şeytanların mertebesine düşebilir. Mevlâ'nın yardımıyla hayvânî ruha gâlip gelirse rûhânîleşip meleklerden üstün mertebelere çıkabilir. NEFSİN LÜZUMU VE FAYDALARI Konuyla ilgili olarak akla şu sual gelmektedir: Nefs ve şeytan olmasaydı da hepimiz cennete gitseydik olmaz mıydı? Böyle bir soru, öğrenmek kastıyla değil de itiraz maksadıyla olsaydı -Allah korusun- îmanı götürürdü. Çünkü Allah'ın c.c. takdirine rıza göstermek îmanın şartlarındandır. O neylerse güzel eyler. Ayrıca mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Bizler O'nun işlerindeki hikmetleri tam manasıyla kavrayamayız. Ancak kömür ruhlarla elmas ruhları birbirinden ayırmak Allah'ın hikmet ve adaletinin gereğidir. Eğer nefs ve şeytan olmasaydı Hz. Ebubekir r.a. ile Ebu Cehil'in makamı bir olacaktı. Oysa ki bunların biri elmas, diğeri kömür. O zaman şu imtihan dünyasının kurulmasının da bir mânâsı kalmayacaktı. Hem Allah'ın isim ve sıfatları günahkâr ve mücrimlerin bulunmasını da gerektirir. Meselâ "Ğafur" ismi affedilecek günah istediği gibi, "Kahhar" ismi de kahredilecek mücrim ister. Nefis ve şeytan faydalı birer âlet mesabesindedir. Tıpkı ateş veya bıçak gibi. Ateşi evimizi ısıtmakta, yemeğimizi pişirmekte, etrafımızı aydınlatmakta ve daha birçok faydalı işlerde kullanırız. Ama dikkat edilmezse ateş insanın evini yakar. Bıçak elini doğrayabilir. Fakat kimse ateş evimi yakar, bıçak elimi doğrar diye bunları kullanmaktan vaz geçmez. Aynen bunun gibi, nefsin sayısız faydaları, yanlış kullanıldığı takdirde de büyük zararları vardır. Meselâ nefs yaratılmasaydı insan ve hayvanlarda yeme, içme, evlenme, üreme arzusu olmayacaktı. Yaşamak ve hayatta kalmak için barınma, ısınma, tehlikelere karşı korunma, düşmanla savaşma, ihtiyaçları giderme, îcat ve keşiflerde bulunma…vs. gibi yetenekler de bulunmayacaktı. Kısacası hayat olmayacaktı. Daha da önemlisi, nefs ve şeytanla mücahede kalmadığı için mümin âhirete yönelik amellerden mahrum kalacaktı. Büyük cihat sevabı kazanamayacak, mertebesi yükselmeyip sabit kalacak, Cennet ve Cemâlullah'tan yoksun olacaktı. NEFS VE DİĞER LATÎFELER Fakat bunca faydalarına rağmen nefs, başıboş bırakıldığı zaman azgın bir at gibi binicisini helâke sürükler. Zira, onun istekleri bitmek tükenmek bilmez. İnsanı şehvetlerinin esîri olan bir hayvan hâline getirmek için uğraşır. Bu yüzden bizlere acıyıp, merhamet eden Rabbimiz, nefse hâkim olup zararlı arzularından korunmamız için kalbin bir şubesi olarak aklı yarattı. Peygamberleri vasıtasıyla da önümüze bir kitap koyup iyilik ve kötülüğün ne demek olduğunu gösterdi. Akıl, Allah'ın emirlerini ve nefsin, şeytanın arzularını inceler. İyiyle kötüyü, Allah'ın emrine uygun olanla olmayanı birbirinden ayırt eder. Ruhun bir başka alt kolu olan vicdan da doğruyu, güzeli, hakikati kalbe bildirir. Ayrıca rûh vasıtasıyla hafıza, mürşit, melek ve direk Allâh'tan gelen tesirler de kalpte toplanır. Beyin vasıtasıyla beş duyu organından gelen tesirler ile nefsin şeytanın telkinleri de kalpte toplanır. Gelen bilgi ve telkinleri değerlendiren kalp; aklın, vicdanın veya top yekün ruhun dediklerini tercih ederse nefsin arzularını yerine getirmez. Yani beyin vasıtasıyla kendisine bağlı olan el, ayak, ağız, dil gibi uzuvlara nefsin isteğini yaptırmaz. Şehvet, gazap ve aklî hilelerin esaretinden kurtulur. Allah'ın emrettiği ahlâkla ahlâklanır. Namus, hayâ, takvâ, sabır, kanaat, şecaat, neşe, huzur, müsamaha, lütuf, yumuşaklık, vakar, metanet ve güzel suret sahibi olur. Latîfeleri zikirle cilâlanır, geldiği ulvî âlemlere, yükselerek Rabbine vâsıl olur. Ebedî saadete ulaşır. (eilahiyat.com) 33 Temmuz 2009 Aydın BAŞAR aydin_basar@hotmail.com Bu yol uzundur menzili çoktur Tasavvuf uzun soluklu bir koşudur. Bu yola girenlerin, bugün zeytin ağacını dikip yarın altına bir tas koyarak “zeytin yağı” beklentisine girmeleri tasavvufun özüne aykırı bir davranıştır. Nasıl ham bir meyvenin olgunlaşabilmesi için veya bir kelebeğin kozasından dışarı çıkabilmesi için belli bir süreye ihtiyaç varsa, bunun gibi; manevi yolda ilerleyebilmek için de belli bir zamana ihtiyaç vardır. Tasavvuf literatüründe bu sürece seyr-i süluk adı verilmektedir. Yunus Emre “Bu yol uzundur, menzili çoktur/ Geçidi yoktur, derin sular var” derken bu sürecin zorluğuna dikkat çekmektedir. Yine aynı şiirinde “Ko gülen gülsün, Hak bizi bilsin./ Gafil ne bilsin, Hakk’ı seven var” derken de aşk ehlinin bu dünyada bazı gafil kimselerce yadırganacağını ve hor göTemmuz 2009 34 rüleceğini ifade etmiştir. “Her kim merdane, gelsin meydane” dizesinde ise ancak güçlü iradeye sahip olan kimselerin bu yolda sebat edebileceklerini anlatmak istemiştir. Başka bir ifade ile Yunus Emre, özü sözü doğru mert kimselerin, aşk meydanına çıkmaktan yani tasavvuf yoluna girmekten çekinmemeleri gerektiğini düşünmektedir. Bu manevî yolun birçok zorluğu olması hasebiyle bu yolda usul ve erkan öğretecek ehliyetli bir mürşide ihtiyaç vardır. Mustafa Kara bu ihtiyacı şöyle dile getirmektedir: “Bu yolun kendine has özellikleri olduğu için, karanlık noktaları, tehlikeli virajları olduğu için rehbere ihtiyaç vardır. Mürşid elinizden tutacak siz yürüyeceksiniz.”1 Şayet insan bu tehlikeli yolda yalnız yürümeye kalkarsa istenmeyen durumlarla karşılaşması da kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu mühim konuda Abdulkadir Geylani hazretleri şöyle nasihat etmektedir: “Ey ölü kalpli, Allah yolcularını bulamayan ve kendi başına işler açan, tedbirler kuran, fani varlığını ve yaratılmışları Hak varlığına perde eden adam ağla! Bin defa ağla! Halka bir acırsan, kendine bin defa acı ve ağla!”2 “Bu yolun kendine has özellikleri olduğu için, karanlık noktaları, tehlikeli virajları olduğu için rehbere ihtiyaç vardır. Mürşid elinizden tutacak siz Tasavvuf büyüklerine göre ehliyet sahibi yetkin bir zattan manevi terbiye almayan kimselerin birtakım yanlış mecralara kaymaları söz konusudur. Bu durumu M. Erol Kılıç şöyle ifade etmektedir: “Geleneksel eğitim anlayışında bir kişinin kendisini tanıyabilmesi için dışarıdan birisinin ona kendini görsün diye ayna tutması gerekir. Buna cemal cemale karşı denir. İşte bu noktada demişlerdir ki bir öğretmeni kabullenmeyen kişi kendi hodbin nefsini öğretmen almış olur.”3 Erol Kılıç’ın bu ifadeleri aynı zamanda tasavvufî kitaplarda çokça zikredilen “Mürşidi/şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır” sözünün de bir açıklamasıdır. yürüyeceksiniz.”1 Şayet insan bu tehlikeli yolda yalnız yürümeye kalkarsa istenmeyen durumlarla karşılaşması da kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu mühim konuda Abdulkadir Geylani hazretleri şöyle nasihat etmektedir: “Ey ölü kalpli, Allah yolcularını bulamayan ve kendi başına işler açan, tedbirler kuran, fani varlığını ve yaratılmışları Hak varlığına perde eden adam ağla! Bin defa ağla! Halka bir acırsan, Şu da unutulmamalıdır ki insan-ı kamil mertebesine ulaşmış gerçek mürşid-i kamiller oldukça azdır. Bu bir nasip işi olmakla birlikte birçok imtihanı geçerek ve birçok zorluğu atlatarak sağlam kalmayı başarabilen üstün vasıflı zatlar ancak bu kemal noktasına ulaşabilirler. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri, böylesi kamil zatların az oluşunu şöyle ifade eder: “Bin damla meniden ancak biri rahime gider. Rahime düşen nutfelerden ancak binde biri çocuk olur. Doğanlardan da ancak binde biri çok yaşar. Onların da binde biri akıl baliğ olur. Binlerce akıllıdan ancak biri mümin olur. Binlerce müminden hakikate erenlerden ancak biri arifi billah olur. Binlerce ariften ancak biri kemal mertebesine ulaşır.”4 Bu mertebeye ulaşmak çok büyük bir lütuf olduğundan dolayı yola girilse bile, herkese nasip olacak türden bir nimet değildir. Nitekim her insanın bu denli büyük imtihanları başarabilmesi ve böylesi ağır bir yükü taşıyabilmesi söz konusu olamaz. Yunus Emre bir şiirinde bu yolun “çoktur” dediği menzillerini şöylece sıralar: Bundan aşkın şehrine üç yüz deniz geçerler Üç yüz geçüben yedi tamu (cehennem) bulasın kendine bin defa acı ve ağla!” Yedi tamuda yangıl, her birinde kül olgıl Vücudun orda kogıl, ayrık vücut bulasın Bu uzun süreci başarıyla tamamlamanın en önemli basamağı bir öğreticiye teslim olmak iken diğer bir önemli basamağı ise bu manevî yolda edebe riayet etmektir. Ebu Hafs Haddad hazretleri bu konuda şöyle söylemektedir: “Tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir. Her anın her halin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebine riayet eden kimse Hak erlerinin ulaştığı hale ulaşır. Edebini korumayan kimse ise her ne kadar kendini Hakk’a yakın zannetse de esasen Hak’tan uzaktır. İlahi huzurda kabul gördüğünü düşünse de oradan tardedilmiştir.”5 Kuşkusuz tasavvufî usulü benimseyen bütün veliler, en başta bir mürşit bulmakla yola girermişler ve tüm seyr-i sülukları esnasında da edebe riayet etmişlerdir. Allah dostlarının kemal düzeyine 35 Temmuz 2009 ulaşması ise farklı sürelerde gerçekleşmiştir. Mesela kaynaklarda Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin manevi mertebelere üç sene gibi kısa bir zamanda yükseldiği, hatta bu durumun bazı ham dervişlerin kıskançlığına mucip olduğu zikredilmektedir.6 Hocası Üftade hazretlerine göre onun kısa zamandaki terakkisinin sebebi, mürşidine karşı derin bir teslimiyet duygusu içerisinde olmasıdır. Öyle ki mürşidinin emriyle Bursa kadılığından istifa etmiş ve onun gösterdiği tarikat usulüne saygı göstererek manevi terakkisi için sokaklarda ciğer satmaktan, dergahın helaların temizlemeye kadar daha birçok hizmette bulunmuştur. Şah-ı Nakşibendi hazretleri de bu yolda manevi intisabının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan hiçlik haline ulaşmak için hasta ve muzdarip insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hatta insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi sene kabına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Nakşibendi Hazretleri yaşadığı bu süreci şöyle anlatır: “Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım. Bütün hizmetleri ifa ettim. Benliğim o hale geldi ki yoldan geçerken Allah’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hizmetim yedi sene devam etti. Buna mukabil öyle bir hal tecelli etti ki onların inilti suretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a iltica etmelerini hisseder hale geldim.”7 Abdulkadir-i Geylani hazretlerinin maneviyattaki yükselme süreci ile ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır: “Abdulkadir Geylani’nin oğlu güzel yetişmiş mezun olmuş, babasına da yerini göstermek üzere demiş; ‘Baba müsaade et bu gün cemaate ben vaaz edeyim.’ Hazırlanmış gayet edeple edebiyatına, belagatına, fesahatına son derece riayetle çıkmış kürsüye başlamış konuşmaya. Herkesi almış bir uyku, başlamışlar uyumaya. Canı sıkılmış tabi ‘yahu ben bu kadar emek çektim, bak ne inciler, ne yakutlar satıyorum ama zavallılar uyuyorlar’ diye kızmış kendi kendine. Derken babası gelmiş, babası gelince de inmiş ‘buyur baba’ demiş. Abdulkadir Geylani hazretleri kürsüye çıkmış. ‘Çocuklar kusura bakmayın biraz geç kaldım, sebebi anneniz yemek için yumurta kırdı, onu pişirdi de ondan nafakalandım’ demiş. Birden bir galeyan, orTemmuz 2009 36 tada bir galeyan, Allah diyen, feryat eden, kendini yere atan atana... Şaşırmış çocuk ‘Yahu babam anamın yumurta pişirdiğinden bahsediyor’ demiş, halk birbirine girmiş, kendinden geçmiş herkes.. Demiş; ‘Baba ne oldu böyle, ben o kadar belagat, fesahat saçtım, hepsini bir uyku aldı, sen anamın yumurta pişirmesinden bahsettin bak şu hale’ Oğlum demiş ben o hali kazanmak için, şu Bağdat’ın çöllerinde yedi sene toprak çiğnedim, memlekete girmedim, riyazetin çeşidiyle Allah’a ulaşmanın yollarını aradım. Sen mektepteki tahsilin sebebiyle sandın ki, ben bu işi bitirdim artık. Öyle yağma mı var. Evvel kendini iman ile doldur. Ondan sonra söyleyeceğini söyle.”8 Allah dostlarından Bayezid-i Bistami hazretleri ise tasavvufi yolda yaşadığı bu süreci şöyle anlatır “On iki sene nefsimin haddadı oldum. Beş sene kalbime ayna oldum. Bir sene de ikisi arasındaki şeye bakıyordum. Ortasında bir zünnar gördüm. Beş sene de onu kesmek için uğraştım. Onu nasıl keseceğimi düşündüğümde bana münkeşif oldu. İnsanlara baktığımda hepsini ölü gör- Bu yola girenlerin büyüklere tabi olması ve onlara teslimiyet göstermesi hakikatte Yüce Allah’a teslim olmayı öğrenebilmek içindir. Her ne kadar şeytandan Hz Adem’e secde etmesi istenilmişse de, şeytan secde etmeyerek Hz Adem’e değil bizzat Allah’a karşı gelmiştir. Boynunu bükmeyi bilmeyen insanın Yüce Allah’a karşı boyun bükmesi de düşünülemez. Bu nedenden dolayıdır ki tasavvufta teslimiyet konusuna verilen önem oldukça büyüktür. düm.”9 Bayezid-i Bistami hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi, bu uzun yolda mesafe kat edebilmek ancak çekilen birçok zahmetten sonra mümkün olacaktır. Fakat şu var ki; Muhammet İkbâl’in “Câdde-i aşk besi dûr-o deraz-est velî /Tayy şeved menzil-i sed-sâle beâhi gâhi!” diye söylediği Farsça beytinde ifade ettiği gibi aşk caddesi uzundur ama bu caddede bir “ah” ile yüz yıllık mesafeyi kat etmek de mümkündür. Tasavvuf tarihindeki bütün veliler ve has dervişler görüldüğü gibi mürşidinden bir iltifat beklememiş, bilakis onların emirleri söz komşu olduğunda toplumda basit gibi görülen işleri bile yapmaktan çekinmemişlerdir. Böyleyken mürşidinin en ufak sert bakışından etkilenerek dengesini kaybedenler, yoldaki iştiyakını yitirecek ve tabir-i caizse yoldan eleneceklerdir. Tasavvuf yolunu benimseyen bir kimsenin mürşidinden her zaman iltifat beklemesi yanlış bir davranıştır. Çünkü mürşid-i kamilin vazifesi, sürekli saliklerine gönül okşayıcı sözler söylemek değildir. Yeri geldiği zaman en uygun davranışı göstermekle beraber, sürekli iltifat ederek onları şımartmayı veya nefislerini kabartmayı uygun görmeyebilirler. Hatta bunun tam tersi olarak mürşid, saliklerden nefislerine ağır gelecek bazı davranışları yapmalarını isteyerek de onları terbiye edebilir. Zaten ehliyet sahibi bir mürşid-i kamil, kime ne kadar yüz vereceğini en iyi bilen bir konumdadır. Mürşidinden ilgi göremeyen veya onun uyarısıyla karşılaşan bir salikin, nefsini büyük görmemesi ve “benim kötü halimle hak ettiğim muamele budur” diyebilmesi icap eder. Zira bütün bu olanlar sürecin içerisindeki imtihanlardan ibarettir. Tam girdiği yolun lezzetlerini yaşadığı bir esnada. bir ihvandan beklemediği bir davranışla karşılaşan salikin, teknik ifade ile fena fil ihvan olabilmesi için, Yunus Emre’nin “dövene elsiz, sövene dilsiz gerek“ şeklinde ifade buyurduğu düsturu benimsemiş olması gerekir. Belki bu görüş modern söylemlere tezat teşkil etse de kuşkusuz ki tasavvufun da kendi içerisinde bir mantığı vardır. Bu mantığa göre salik/derviş zihnini kendi dışındaki insanların hatalarına yöneltirse, kendi hatalarını göremeyecektir. Bu bakımdan kendi nefsi ile meşgul olması gereken salikin, ihavanına karşı da hüsnü 37 Temmuz 2009 zanda bulunması ve kendi nefsini temize çıkarmaması icap eder. Aksi takdirde nazarlar hep dışa dönük olduğunda, iç âlemin hakkıyla temizlenmesi mümkün olmayacaktır. Mürid kendi nefsini ıslah etmedikçe başkalarına müdahale etmeye de cüret etmemelidir. Zira kendi nefsini ıslah etmeden başkalarına karışmak, baş olmak ve kendisinden “iyidir” diye bahsettirmek arzusuyla başkalarına yön vermeye kalkışmak nafile uğruna farzı terk etmek gibidir. Salik ihvanın ve diğer insanların kendisinden teberrük etmelerine ve kendisine tazim göstermelerine müsaade ve müsamaha etmemelidir. Zira bu durum insanın ayağını kaydırabilecek en tehlikeli hallerden biridir.10 Ünlü mutasavvıfların hayatlarından da anlaşıldığı gibi bu süreç birçok manevi feyizlerle süslenmiş olmakla beraber, birçok da zor imtihanı içerisinde barındırmaktadır. Bu yolda gitmek isteyenlerin, Yunus Emre gibi yıllarca dergâha odun taşımayı göze alabilmeleri ve mürşidi Taptuk Emre’nin eşiğine yanağını koyduğu gibi bir teslimiyet gösterebilmeleri gerekir. Zira tasavvufun özünde Mürşid-i Kamil’e teslim olma düsturu vardır. Bu bakımdan bu yola yeni girecek olan kişinin, ders almak istediği mürşidinin kemalinden ve üstün ahlakından emin olması icap eder. Böyle bir anlayışla, Temmuz 2009 yola kabul edilmediği takdirde bile kırk yıl o kapıda beklemeye razı olabilmelidir. O kapının kıymetini gereği gibi idrak edebilen bir kişi için, kapıdan içeri giremese bile, o kapıda beklemek dahi bir şeref addedilir. Bunun tersi olarak kapıdan içeri girmiş olsa da, mürşidine tam manasıyla güvenmediği ve ona hakkıyla teslim olamadığı takdirde, salikin yolun içinde veya dışında olmasının bir farkı yoktur. Bu yola girenlerin büyüklere tabi olması ve onlara teslimiyet göstermesi hakikatte Yüce Allah’a teslim olmayı öğrenebilmek içindir. Her ne kadar şeytandan Hz Adem’e secde etmesi istenilmişse de, şeytan secde etmeyerek Hz Adem’e değil bizzat Allah’a karşı gelmiştir. Boynunu bükmeyi bilmeyen insanın Yüce Allah’a karşı boyun bükmesi de düşünülemez. Bu nedenden dolayıdır ki tasavvufta teslimiyet konusuna verilen önem oldukça büyüktür. Tasavvuf büyükleri salikin mürşidine gassal önünde meyyit gibi yani ölü yıkayıcının önünde ölü gibi teslim olması gerektiğini söylemişlerdir. Bu sözü şöyle izah etmek mümkündür: Uçurumdan düşmek üzere olan bir kişi, nasıl güvenilir birisine elini uzatarak sanki bir ölü gibi kendisini ona teslim ediyorsa, dünyanın tehlikeli imtihanlarıyla karşı karşıya olan bir salikin de güvendiği ve sevdiği mürşidine teslim olması son derece normaldir. Tasavvufi 38 kitaplarda çok kullanılan “gazsal önünde meyyit gibi olma” ifadesini Mahmut Erol Kılıç şöyle izah eder: “Mesela biz erkekler tıraş oluruz. Tıraş aslında çok tehlikeli bir eylemdir. Bir berbere gideriz, berber koltuğuna otururuz. Hiç gık çıkarmadan berber eline jilet denen çok kesici bir aleti alır ve gırtlağımızın üzerinde dolanır. En ufak bir hareketi ile bizim hayatımız gider. Hiçbirimiz bir laf söylemeden, ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi berberin sahasındaki otoritesine teslim oluruz. O da sanatını üzerimizde icra eder. Fakat biz dersek ki, hey berber ne yapıyorsun, öyle yapma, böyle yapma. Berber kulağımızdan tuttuğu gibi git defol, başka bir yer bul der. Yalnız burada bir problem vardır. O da şudur, tıraş olmak istiyorsanız, berberin önüne oturmak zorundasınız. Eğer hakiki bir berberin önüne oturmazsanız orada problem olur. Kasapta tıraş olunmaz. İşte ölünün ölü yıkayıcısına teslim olması hadisesi herkese göre değildir. Herkese teslim olunmaz. Onun için tasavvufta Gazali der ki: 'Gerçek kamili buluncaya kadar şüphe esastır.' Şüphe edeceksiniz, neden, niçin. Ama kamili bulduktan sonraki şüphe kemale manidir.”11 Bu durumda bu yoldan hakkıyla istifade edilebilmesi için teslimiyetin önündeki engellerin kaldırılması ve bu yolun pirlerinin işaret ettiği usullerden gidilmesi zarureti vardır. Bu yolda engelleri aşabilmek için ise bir performans göstermek gerekir. Nitekim anlamlı bir hayat, hak yolundaki ceht ve gayretlerle dolu olmalıdır. Şayet insan, yalan dünyada bir nasip elde edebilmek için bile gösterdiği gayreti, manevî hayatı için gösteremiyorsa, ortada bir ömrün ziyan edilmesi söz konusudur. Bu konuda Ebu Ali Ruzbari hazretleri şöyle öğüt vermektedir: “Tasavvuf bütünüyle cehd ve emekten ibarettir. Ona vurdumduymazlık ve tembellik karıştırmayın”12 şılamayacaktır. Yine onlara göre manevi yola dahil olmak yerine bu işi sürekli ertelemek de bir gaflet belirtisidir. Nitekim Parisa hazretleri bu konuda şöyle söyler: “Gafil halk, kesik ve bitkin bir laf eder; yarın olsa da bir iş işlesem… Bilmez ki bu gün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki yarın bir şey işleyebilsin.”13 Bu yoldan nasiplenmek; bir arayışa girmeden mümkün olmayacağı gibi, sadece aramakla da olmayacaktır. Nekşibendi büyüklerinden Ya’kûb-ı Çerhî hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder: “Aramakla Sana ulaşamazlar/ Ama Sana ulaşanlar da arayanlardır/ Her dil ü cânda bu gam görülmez,/ Talep mülkü, her Süleyman’a verilmez.”14 Sonuç itibariyle yol uzun vakit ise dardır. Dünyadayken cenneti yaşamanın usulünü öğreten tasavvuf yolunda maksuda ulaşmak için ceht ve gayret sarfetme prensibi vardır. Bu yolun pirleri tarafından öğretilen usullerden zerre kadar sapmak bile bu yoldaki muvaffakiyete mani bir durumdur. Bu bakımdan mürşide yüzde yüz teslimiyet bu yolun olmazsa olmazıdır. Not: Geçtiğimiz ayki yazımızda Abdulbaki Gölpınarlı’dan naklettiğimiz bir paragrafın, dinî açıdan sıkıntılı bir paragraf olduğunu yazı yayımlandıktan sonra fark edebildik. Bu paragrafta özetle; Tanrı buyrukları ve peygamber sözlerini nakledenlere Şemsi Tebrizi’nin verdiği cevaptan bahsedilmektedir. Bu sözler bize ait olmayıp Abdulbaki Gölpınarlı’nın kitabından alıntı olmakla birlikte, bu alıntının yapılması pek uygun olmamıştır. Bayburt’tan telefonla arayarak bu konudaki hatayı bize bildiren dikkatli okurumuz kıymetli Suphi Kılbaş Bey’e teşekkür ederiz. Cenab-ı Allah’tan tüm hatalarımızı setreylemesini niyaz ederiz. ................................................................................... Kara, Mustafa, Gönül Mektupları, İstanbul, 2000, s. 94 Abdulkadir Geylani, Fethu’r Rabbani Tercümesi İlahi Armağan, Abdulkadir Akçiçek, İstanbul, 1988, s. 275 Mahmud Erol Kılıç ile Günümüzde Tasavvuf ve Tarikatler Üzerine Söyleşi, N, Akman, 30 Ocak 2007 Zaman İbrahim Hakkı, Marifetname, Hazırlayan: M. Emre Karaörs, İstanbul, 1992, s. 95 Selvi, Dilaver, Kur'an ve Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 31 Bkz; Hücviri, Keşfü’l Mahcub, 54 Tasavvuf büyüklerine göre, bereketli bir ömür arzusunda olanların, bu zor süreci göze alamadığı için yolun kenarında beklemek yerine, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah, 5) ayetini anlamaya çalışmaları ve maksudun yüceliğini düşünerek ehliyetli bir öğreticiye müracaat etmeleri icap eder. Zira sürekli “bal bal” demekle ağız tatlanmadığı gibi yola koyulmaksızın da maksuda ula- Bkz. Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud Hüdayi, İstanbul, 1990, s.79 Topbaş, Osman Nuri, Vakıf İnfak Hizmet, İstanbul, 2005, s.145 Kotku, Mehmed Zahid, Zikrullah’ıh Faydaları, İstanbul, 1992, s. 61,62 Ebu’l Ala Afifi, Tasavvuf, (Ter: Abdullah Kartal, Ekrem Demirli) İstanbul, 1996, s. 124 Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud Hüdayi, İstanbul, 1990, s 216 Mahmud Erol Kılıç ile Günümüzde Tasavvuf ve Tarikatler Üzerine Söyleşi, N, Akman, 30 Ocak 2007 Zaman Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s. 369 Kısakürek, N.Fazıl, O ve Ben, İstanbul, 1974, s.144 Ahmet Cahid Haksever, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sufisi Yakub-ı Çerhî, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 247; Somuncu Baba Dergisi Haziran 2008, Doç. Kadir Özköse’nin makalesinden alınmıştır. 39 Temmuz 2009 Salih AYDIN salihiaydin@hotmail.com SALÂVATIN ANLAM VE ÖNEMİ Bir günde ne kadar konuşuyoruz? Bu konuşmalarımızın ne kadarı malayani dediğimiz şeylerdir? İş dünya ve ahirete lüzumlu konuşmaya gelince dillerimize ağırlıklar çöküyor. Bana ahrette en yakın olanınız bana en çok salâvat-ı şerife okuyanınızdır hadisi şerifince günde kaç salâvat okuyarak efendimizi yâd ediyoruz? Ya da kaç salâvat okumalıyız? Salâvatın anlamı nedir? Bu soruları merak edip araştırıp, öğrenmeliyiz. SALÂVAT’IN ANLAMI " Allahumme salli ala Muhammed" sözümüz şu anlama gelir: Ya rabbi, Peygamber efendimizi (s.a.) dünyada o’nun adını/şanını yücelterek, davetini iyice ortaya çıkarak ve şeriatını/dinini kalıcı kılarak yücelt. Ahirette de ümmetine şefaat ettirerek ve ecrini ve sevabını kat kat artırarak onu yücelt. (İbnü’l-Esir, en-Nihaye fi Temmuz 2009 40 garibi’l-eser, 3/95 ) Salvat kuru kuruya söylenilen anlamsız bir söz değildir. Bir ahid, bağlılık, dua ve sevgi ifadesidir. İmam Gazali rahmetullahi aleyh diyor ki: "Şüphesiz dualar Allah Teâlâ’nın rahmetinin gelmesine vesiledir. Salâvat-ı şerife hem duadır, hem de Allah'ın rahmetinin gelmesine ve Rasulün'ün iltifatına vesiledir. Mesela hadis-i şerif de: "Kim -Allahumme salli ala Muhammedin ve enzilh-ul-mak'ad-elmukarrabe ındeke yevm-el kıyameti.- derse şefaatim ona hak olmuştur." buyrulmuştur. Bizden birimiz normal hallerde ruyasında kudsi âleminde olan zevatın ruhlarını görüp onunla şereflendiği gibi, kudsi ruhların da bizden birimizi görmeleri, şefkat ve marhametlerinin, feyz ve bereketleri- nin görülene aksedilmesine vesile olur. Şüphesiz bu şerefe ulaşmanın en kuvvetli vesilesi salâvat-ı şerifedir ki onunla şefaat hak olur. Kaldı ki hadis-i şeriflerde bir salâvata on sevab va'dedildiği gibi on faydası da vardır: Birincisi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şefaatidir. Onun için Peygamber Efendimiz ümmetini, kendisine salâvat okumalarına teşvik buyurmuşlardır. İkincisi, salâvat-ı şerife Allah'a ve O'nun Rasulüne imanın yenilenmesinin ifadesidir. Üçüncüsü, Peygamber'e tazimin ifadesidir. Dördüncüsü, kıyamet gününe iman etmenin tecdididir(yenilenmesidir). Beşincisi, Peygamber'in zikriyle rahmetlerin gelmesine sebebdir. "Büyüklerin isimlerini söylemekle Allah'ın rahmetleri iner." hikmetli sözüne mebni salâvat, okuyana en büyük rahmetin gelişine vesile olur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, en büyük, en seçkin ve en üstün bir zattır; vesileyle inen rahmet de o nisbette büyür. Hâsılı salâvat-ı şerifeyle mü'min, Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem'in duasına mazhar olur; bundan daha üstün bir ibadet olamaz. Özellikle cuma gününde salâvat-ı şerife okuyan, okumasındaki ihlâs ve muhabbeti nisbetinde Peygamber'e görülür. Nitekim hadis-i şerif de: "Gerçekte sizin günlerinizin en hayırlısı cuma günüdür. O günde Âdem yaratıldı, o günde kabzedildi, o günde birinci Sur'a üfürülüş olacak, o günde ikinci sa'k nefhası (Sur'a üfürülüş) olacaktır. Binaenaleyh o günde Benim üzerime salâvatları çoğaltın. Gerçekte sizin salâvatınız bana açık görülmektedir." Bu arada Ashab-ı kiram'dan bazıları: "Sen çürümüş olduğun halde nasıl bizim salâvatlarımız Sana arz olunur = açık görülür?" dediler. Bunun üzerine: "Gerçekte ALLAH Teâlâ Enbiyanın cesedlerini, yerin yemesine haram kılmıştır." buyurdu. Onun için cuma günlerinde daha fazla zikir, tesbih ve özellikle salâvat-ı şerifelere, dualara ehemmiyet vermelidir. Özellikle cuma gününde salâvat-ı şerife okuyan, okumasındaki ihlâs ve muhabbeti nisbetinde Peygamber'e görülür. Altıncısı, Allah ve O'nun Rasulu'nün sevgisi, ümmete vacib olan bir husustur; salâvatın okunması işte bu sevginin varlığının ifadesidir. Şüphesiz Peygamber ve Ehl-i beytinin sevgisi gibi insanı Allah'a kavuşturacak hiçbir amel yoktur. Yedincisi, salâvat-ı şerife duadır. Dua ise ibadetin beynidir. Nitekim hadis-i şerif de: "Gerçekte sizin günlerinizin en hayırlısı cuma günüdür. O günde Âdem yaratıldı, o günde kabzedildi, o günde birinci Sur'a üfürülüş olacak, o günde ikinci sa'k nefhası (Sur'a üfürülüş) olacaktır. Binaenaleyh o günde Benim üzerime salâvatları çoğaltın. Gerçekte sizin salâvatınız bana açık görülmektedir." Sekizincisi, her işin tedbirinin Allah'a mahsus olduğunun, Peygamber'in dahi en sevgili kulu olmasına rağmen Rabb'ine muhtac olduğunun itirafıdır. (Şirkin bütün damarlarını kökünden koparan da bu inançtır.) Dokuzuncusu, insanın öz cevheri, ulvi ve kudsi âleme fıtraten meyyaldir, salâvat-ı şerife bu meyli arttırır. Artık insanın kemalata ermesi için salâvat-ı şerife tek başına dahi kâfi gelir. Onuncusu, hem ALLAH'ı ve hem Peygamber'i zikretmektir. Şüphesiz bunlar salâvat-ı şerifede birer hasenedir." 41 Temmuz 2009 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden Gınâ ve Fa kr Müminlerin emîri Hz. Ali el-Mürtezâ’nın rivayet ettiğine göre Resûllerin efendisi, mahlûkâtın en şereflisi, peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v) şöyle buyurdular: “Cebrail (as)’ın bana bildirdiğine göre, şanı mübarek ve yüce olan Allah şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe illallah, benim kalemdir. Kim ki, onu dil ile söyler ve kalbi ile de tasdik ederse, benim kaleme girmiş olur. Kim de benim kaleme girerse azabımdan emin olur”. Hz. Peygambere dayanan isnat zinciri ile bize ulaşan bu kûtsi hadis, kelime-i tevhidin yüce şanı hakkındadır. Kulun imanı onunla artar, kalbi irfânla dolar. Tevhidin ruhu olan bu kelimeyi zikretmeye devam etmek gerekir. Bu sözü tebliğ eden resule imanından sonra Kelime-i tevhidi söyleyen kişiye, hiçbir kötülük gelmez. Kelime-i tevhidin ruhu, kulu Allah’a muhtaç ve Hakk’ın ferdâniyeti karşısında perişan olduğunun şuuruna varmaya götürür. Bu yüzdendir ki, kelime-i tevhid Allah’ın izniyle kul için bir kale olur. GINÂ (ALLAH’IN TAM VE KÂMİL MÜLKİYETİ) VE FAKR Ey oğul! Gınâ ve fakrın; biri Allah’a diğeri, kula ait iki sıfat olduğunu bil! Kulun fakr sıfatı, Allah’ın övülen gınâ sıfatı gibi övülür. Hakiki fakr, kulun sıfatıdır. Hakiki gınâ ise, Rabb’in sıfatıdır. Kulun en şerefli vasfı, her hâlukârda Hakk’a muhtaç olduğunu bilmesidir. Allah’ın en şerefli vasfı ise, kuldan gelecek hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Allah Teâlâ, bu iki sıfata Kur’an’da şöyle işaret buyurur: “…Allah zengindir; siz ise fakirsiniz…” “Hepiniz, Allah’a muhtaçsınız. Hâlbuki zengin olup, övülmeye lâyık olan O’dur” Bilmen gerekir ki Allah’a muhtaç olmanın kısımları vardır: Nefs, ruh, kalp ve sırrın Allah’a muhtaç olması. Nefs, yakınlık ve rıza yolunu bulma konusunda Allah’a muhtaçtır. Sır, müşâhede ve vuslat yoluna kavuşma konusunda Allah’a muhtaçtır. Temmuz 2009 42 Kul, nefsinin Hakk’ın ahd-ü vefa kapısı önünde hayran olduğunu görürse, Hakk’ın mağfiret kapısına, O’na muhtaç olma hâliyle geri döner . Kul, ruhunun Hakk ‘ın muhabbet ve sevgi kapısı önünde hayran olduğunu görürse, Hakk’ın lütuf kapısına, O’na muhtaç oma hâliyle geri döner Allah’a muhtaç olmanın (iftikârın ) hakikati, kâfi olan (her şeye yeten) Alah’la yetinmektir, hastalıklı nefsi, âfiyet veren Allah’ın huzuruna salıvermektir. Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden biri, sebepleri görerek onu, yalnızca müsebbip olan Hak’tan beklemek ve sebepten geçerek sebepleri yaratan Hak’la meşgul olmaktır. Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden biri de son derece gönlü kırık olarak gerçek fakr lisanıyla özür beyan edip af dilemeye devam etmektir. Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden bir diğeri kendi iyi haline güvenmeyi terk ederek, amellerin şeklinde kalmaktan gönülleri arındırmaktır. Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden bir diğeri de Hakk’ın mülkü ya da mahlûkâtı yüzünden, kulun Hak’tan yüz çevirmemesidir. Abdullah b. Mukatil (ra)’a “Kul ne zaman övgüye lâyık bir fakirliğe ve zenginliğe erişir? diye soruldu da şöyle cevap verdi: “Mevlâsı ile zengin olup bütün ihtiyacını O’na arz ettiğinde”. Ebû Bekir Vasıtî (ra), “Bir kul ancak en büyük yoksunluğu bildiği zaman Allah’ı tam manası ile tanır” deyince, büyük yoksunluğun ne olduğu soruldu. Şöyle cevap verdi: “Rabbine ancak O’nun sayesinde yol bulacağını bilmek ve O’nun sayesinde şikayet etmekten kurtulmaktır”. Büyükler, “Allah’a muhtaç olmak, velâyet ehlinin sancağıdır”, “Allah’a muhtaç olmak, nefsi, annesinin kucağında oturan süt çocuğu gibi, Allah Teâlâ’nın kucağına salıvermektir” demişlerdir. 43 Temmuz 2009 SEYYİD AHMED ER RUFAİ HAZRETLERİNİN ESERLERİ VE KENDİSİYLE İLGİLİ ESERLER SEYYİD AHMED ER RUFAİ HAZRETLERİNİN ESERLERİ ŞUNLARDIR el-Hikemü’r-Rifâ‘iyye, müridi Şerefüddîn Muhammed b. Abdüssemî‘ el-Hâşimî el-Vâsıtî’ye ithafen yazılmış ufak bir risale mahiyetindedir. Metni yayınlanmış olan eserin Farsça, Türkçe, Urduca çevirileri vardır ve Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî tarafından yapılan Kalâidü’z-Zeberced adlı şerhi basılmıştır. el-Burhânu’l-Müeyyed, onun dini, tasavvufi vaaz ve sohbetlerinin talebesi Şerefüddîn b. Abdüssemî‘ tarafından toplanmış halidir birçok kez basılmış ve dilimize çevrilmiştir. Şihâbüddîn Ahmed er-Râvî el-Bağdâdî Tibyânü Ahmed fî Şerhi’l-Burhâni’l-Müeyyed adıyla şerh etmiştir. en-Nizâmu’l-Hâs l-Ehli’l-İhtisâs, tasavvuf ve ahlâkla ilgili bu eser de onun sohbetlerinin derlenmesinden ibarettir, baskılarının yanı sıra dilimize de çevrilmiştir. Yine onun sohbetlerinden derlenen el-Mecâlis adlı eser dilimize çevrilmiş, Muhammed b. Sâlih el-Hüseynî tarafından (9./15. yy.) el-İksîr fî Şerhi Mecâlis’l-Ğavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr adıyla şerh edilmiştir. Hâletü Ehli’l-Hakîka ma‘allâh, 40 hadis şerhi bağlamında tasavvufî açıklamalarını içerir birçok kez basılmış ve dilimize çevrilmiştir. Şâfiî fıkhına ait altı ciltten müteşekkil Şerhu’t-Tenbîh kitabı ile es-Sırâtı’l-Müstakîm fî Maâniyi Bismillâhi’rRahmâni’r-Rahîm, Tefsîru Sûrati’l-Kadr, İlmü’tTefsîr, et-Tarîk ilallâh ve er-Rivâye fi’l-Hadis eserleri günümüze ulaşmamıştır. Ona izafe edilen çok sayıda hizb ve virdler, ayrıca bazı şiirleri sonradan bir araya getirilmiş ve yayınlanmıştır. elAkâidü’r-Rifâ‘iyye adıyla Bağdat’ta (Matbaatü Dâri’l-Basrî, ts.) basılmış olan ufak eseri mevcuttur. Temmuz 2009 SEYYİD AHMED ER RUFAİ HAZRETLERİYLE İLGİLİ ESERLER Ahmed er-Rifâ‘î hakkında bilgi veren Tabakât, terâcim, tarih türü eserlerin dışında, ağırlıklı olarak onun biyografisine değinen müstakil çalışmaların bir kısmı basılmış, bir kısmı ise yazma halde veya henüz yazması tespit edilememiştir. Yazarlarıyla birlikte şu eserler sıralanabilir: Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî el-Kazvînî (ö.623/1226), Sevâdü’l-‘Ayneyn fi Menâkıbi Ebi’l-‘Alemeyn; Takıyyüddîn Ali İbnü’l-Mübârek el-Bercûnî (ö.632/1235), Kurrâtü’l‘Ayn fî Menâkıbi Ebi’l‘Alemeyn; Ebu’l-Feth el-Vâsıtî (ö.635/ 1238 civarı), İrşâdü’s-Sâlikîn; Zekiyyüddîn Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî (ö.656/1258), el-Mecâlisü’l-Ahmediyye ve elBehcetü’r-Rifâ‘iyye; İzzüddîn Ahmed b. Abdurrahîm es-Sayyâd (ö.670/1271), el-Ma‘ârifu’l-Muhammediyye fî’lVazâifi’l-Ahmediyye (el-Envâru’l-Muhammediy ye veya el-Vazâifi’l-Ahmediyye diye de anılır); İbnü’l-Hâc Kasım b. Muhammed el-Vâsıtî, Ümmü’l-Berâhîn bi-Tashîhi’l-Yakîn fî İşârâti’sSâlihîn (telif tarihi 678/1279, Behcetü’r-Rifâ‘î, elBehcetü’l-Kübrâ veya kısaca el-Berâhîn diye de anılır); Takıyyüddîn Yakub b. Bedrân ed-Dımaşkî elCerâidî (ö.688/1289), el-Behce; Cemâlüddîn Ali b. Mıkdâm el-Haddâdî (7./13. yy.), Rabî‘u’l-‘Âşıkîn fî Menâkıbi’l-İmâmi’r-Rifâ‘î Sultâni’l-‘Ârifîn (el-Behcetü’s-Suğrâ diye de anılır); 44 Muhyiddîn Ahmed b. Süleyman el-Hemmâmi (ö.691/1292), Menâkıbü’s-Seyyid Ahmed erRifâ‘î; Abdülazîz b. Ahmed ed-Demîrî ed-Dîrînî (ö.694/1295) Ğâyetü’t-Tahrîr fî Nesebi’s-Seyyid Ahmed er-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr; İzzüddîn Ahmed b. İbrahim el-Fârûsî el-Kâzerûnî el-Vâsıtî (ö.694/1294), İrşâdü’l-Müslimîn li-Tarîkati Şeyhi’l-Müttakîn ve en-Nefhatü’lMiskiyye fi’s-Sülâleti’r-Rifâ‘iyye; Zıyâüddîn Ahmed b. Muhammed el-Veterî el-Mevsılî (ö.975/1567), Menâkıbu’s-Sâlihîn ve Mahaccetü Ehli’l-Yakîn ve Ravdatü’n-Nâzırîn ve Hulâsati Menâkıbi’s-Sâlihîn; Tacüddîn Ebu Bekr b. Muhammed el-Ensârî (1090/1679’da sağ), ‘Ukûdü’l-Leâl fî Menâkıbi Ehli’l-Kemâl (el-‘Ukûdü’l-Leâliyye fî Terâcimi’s-Sâdeti’l-Ahmediyye diye de anılır); Abdülazîz El-‘Ânî (11./17. yy), el-Mevâhibü’l‘Aliyye; Ebu’l-Hasan Ali b. Hasan b. Ahmed el-Vâsıtî (ö.733/1333), Hulâsatü’l-İksîr fî Nesebi Seyyidinâ el-Ğavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr ve Rûhu’lİksîr; Muhammed b. Ahmed el-‘Abdelî el-Bahreynî (11./17. yy), Lübâbü’l-Maânî fî Ahbâri’l-Kutbeyni’l-‘Azîmeyn er-Rifâ‘î ve’l-Ceylânî; Ahmed b. Ahmed ez-Zebercedî (ö.737/1337) ed-Dürrü’s-Sâkıt fî Menâkıbi Sâdâti Vâsıt; Sıddîk b. Muhammed el-Hubâb (12./18. yy.), Matlabü’s-Sâ‘î fî Menâkıbi’r-Rifâ‘î; Takıyyüddîn Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Abdülmuhsin el-Vâsıtî (ö.744/1343), Tiryâku’l-Muhibbîn fî Tabakâti (Hırkati) (el-)Meşâyihi’l-‘Ârifîn ve Tiryâku’l-Muhibbîn fî Sîreti Sultâni’l‘Ârifîn; Ebu’l-Kasım Cafer b. Hasan el-Berzencî (ö.1179/1766), İcâbetü’d-Dâ‘î fî Menâkıbi’r-Rifâ‘î; İbn Hammâd Muhammed b. Ebu Bekr elMavsılî (ö.750/1349), Ravdatü’l-A‘yân fî Ahbâri Meşâhîri’z-Zemân; Safiyyüddîn Abdurrahman İbnü’l-Huseyn edDımeşkî el-Bekrî (ö..776/1374), er-Ravdu’n-Nadîr fî Menâkıbi’s-Seyyid Ahmed er-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr; Sirâcüddîn Muhammed b. Abdullah el-Mahzumî es-Sayyâdî (ö.885/1480), Sıhâhu’l-Ahbâr fî Nesebi’s-Sâdeti’l-Fâtımiyyeti’l-Ahyâr, Cilâü’lKalbi’l-Hazîn, Kurratü’l-‘Ayn ve en-Nüshatü’lKübrâ; İbrahim b. Muhammed el-Kâzerûnî (9./15. yy), Şifâü’l-Eskâm fî Sîreti Ğavsi’l-Enâm; Muhammed b. Kasım el-Vâsıtî (9./15. yy), Buğyetu’r-Râğıb; Ahmed b. Celâl el-Lârî el-Mısrî (ö.9./15. yy.) Celâü’s-Sadâ fî Sîreti İmâmi’l-Hüdâ; Sinan Abdussamed el-Hüseynî, Vesîletü’dDâ‘î fî Nesebi’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î; Ebu’l-Hüdâ Muhammed es-Sayyâdî (ö.1328/1909), Kılâdetü’l-Cevâhir fî Zikri’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î ve Etbâ‘ihi’l-Ekâbir; et-Târîhu’l-Evhad li’lĞavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Emced ve ilgili diğer eserleri; Muhammed b. Ömer b. Hasan el-Harîrî (ö.1330/1912), Netîcetü’l-Mefâhir fî Ahbâri Benî Rifâ‘ati’s-Sâdeti’l-Ekâbir; İsmail Halîfe Hüseyn, elİmâm er-Rifâ‘î; Kenan Rifai (ö.1950), Ahmed er-Rifâ‘î; Yunus es-Semârrâî, es-Seyyid Ahmed erRifâ‘î; Muhammed el-Kalbakcî, Nuru Behceti’sSıdk fî Zikri Sülâseti’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î bi-Dımaşk; Muhammed Ahmed Dernîte, eş-Şeyh Ahmed er-Rifâ‘î ve A‘lâmü’r-Rifâ‘iyye; Ebu Bekr b. Abdullah el-‘Ayderûsî el-‘Adenî (ö.914/1508), en-Necmü’s-Sâ‘î fî Menâkıbi’l-Kutbi’l-Kebîr er-Rifâ‘î; Yusuf Hâşim er-Rifâ‘î ve Mustafa er-Rifâ‘î enNedvî, el-İmâm es-Seyyid Ahmed er-Rifâ‘î ; Muhammed El-‘Âkûlî el-Bağdâdî (ö.930/1524 civarı), el-Huccetü’l-Bâliğa fî Terâcimi’rRifâ‘iyye; Cemal el-Ğîsânî, er-Rifâ‘î ve özellikle Mustafa Tahralı hocamızın doktora tezi Ahmad alRifâ‘î. 45 Temmuz 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE ÇEŞİTLİ İLAHÎ İSİMLER ZAVİYESİNDEN AHİRET Kâinâtta tecellilerini müşahede ettiğimiz Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları âhiret hayatını iktiza etmekte, kalp kulağına uhrevî hayatın müjdelerini fısıldamaktadırlar. Bu sadeden olarak izzet ve azamet, kibriya ve ululuk bildiren ilâhî isimler de, âhiretin vukuunu iktizâ etmekte, bir hesap gününün ufukta olduğunu göstermektedir. Şöyle ki; Bu kâinatta öylesine muhkem ve dakîk bir nizam vardır ki, hiç bir tarafında bir aksaklık ve bozuk yoktur. En büyük sistemlerden, galaksilerden en küçük sistemlere atom ve elektronlara kadar, her şeyde tam bir nizam görülmektedir. Zalim ve tağîler, kâtil ve fâcirler böyle bir nizâmdan kaçıp kurtulamazlar. Akıl gösteriyor ki, böyle bir nizâm mutlaka böylelerini cezâya çarpacaktır ve onlar, mutlaka hesaplaTemmuz 2009 46 rının tam olarak görüleceği bir âleme sevkolunacaklardır. Eğer saadet-i ebediyye olmazsa bu nizâm zayıf bir suretten ibaret kalır. Yalancı bir nizam olur. Nizâmın rûhu olan maneviyât, rabıtalar ve nisbetler hebâ olur. Demek ki, nizamın nazzâmı saadet-i ebediyyedir1. Cenab-ı Hak nimetlerine başkasının müdahelesini kabul etmediği gibi, nimetlerine mukabil yapılan şükrün de başkalarına yöneltilmesine razı olmaz. O'nun, nimetlerine nankörlük edenlere, emir ve nehiylerini hafife alanlara karşı büyük bir celâli vardır2. Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce nimete gark olmuşlarken nankörlük edip, kulluk ve ubudiyetlerini başkalarına yapıyor, Allah'ın, kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için yaptığı bunca ihsanına karşılık, isyan ve tuğyanla mukabele ediyorlar. Sonra da bu dün- yada yaptıklarına karşılık hiç bir cezâ görmeden, hatta çok defa refah ve sıhhat içinde yaşayarak bu dünyadan çekip gidiyorlar. İşte kâinatta tecellilerini gördüğümüz, Allah'ın izzet ve celâli böylelerin cezâlandırılmasını ve kendisini tanımayanları, hafife alanları kahretmeyi ister. Bu durum dünyada tam olarak gerçekleşmediğine göre, demek ki âhirete bırakılıyor. Nitekim, O'nun bu dünya hayatında, geçmiş asırlardaki azgın ve zalim kavimleri cezalandırması, imhâl etse de (mühlet verse de) ihmâl etmediğini göstermektedir. Şu âyetler bu durumu gözler önüne sermekte, onlara verilen mühletin bir istidrac olduğunu ifâde etmekte ve Allah'ın izzet ve celâlinin, zâlim ve kâfirleri er geç cezalandıracağını göstermektedir: "Ayetlerimizi yalanlayanları, ummadıkları yerden yavaş yavaş (istidrâcla) helâke götüreceğiz. Onlara mühlet veriyorum, benim keydim (cezam) pek çetindir" (A'râf, 182-183), "Andolsun, senden önceki peygamberle de alay edildi de onlara mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. Azabım nasılmış?!" (R'ad, 32), "... Böylece kâfirlere mühlet verdim, sonra da yakaladım, cezam nasılmış?!" (Hacc, 44), "Nice beldeler var ki, zulümlerine devam ettikleri halde onlara mühlet verdim, sonra da, yakaladım. Dönüş banadır" (Hacc, 48). Keza, yeryüzünüde gezip dolaştığımızda, her tarafta, yer yüzünün süsü durumunda olan4 bin bir çeşit ve rengarenk çiçekler, kuşlar ve kelebekler, bitki ve hayvanlar görüyoruz. Adeta yer yüzü bu güzelliklerin teşhîr edildiği bir salon hükmündedir. Sadece yer yüzü değil gökyüzü de, sayısız denecek kadar çok sayıdaki yıldız kandilleriyle süslendirilmiştir Keza, bu dünyada muhteşem, bir rubûbiyetin ve şaşaalı bir saltanatın eserlerini müşâhede ediyoruz. Bu küre-i arz emre âmâde bir hayvan gibi rabbi'nin emri altında musahhar ve zelîl bir durumdadır. Diriltir, öldürür, terbiye, tedbîr ve idâre eder. Güneş ise, gezegenleriyle beraber O'nun kudretine musahhar ve nizâmına tabi'dir. Onları tanzîm eder, döndürür, takdîr eder... İşte akılları hayrete düşüren tasarruflarının şehâdetiyle, böylesine sermedî, devâmlı bir rububiyyet ve kararlı, ihatalı saltanat böyle zayıf, değişen, geçici işler üzerine kâim olamaz. Bilakis, bu dünya ancak tecrübe ve imtihan, sergileme ve ilân için geçici menzillerin kurulduğu bir meydandır. Sonra tahrîb olunup, dâimî saraylara tebdîl edilecek ve mahlukât da oraya sevkolunacaktır. Dolayısıyla, zarurî olarak bu fânî ve kararsız âlemin rabbi'nin başka bâkî ve kararlı bir âleminin bulunması gerekir3. Kendisini, Kur'ân-ı Kerimde pek çok yerde, Rabbu'l-âlemîn ve Rabbu's-semâvâti ve'l-arz olarak tanıtan Cenab-ı Hak, hiç şüphesiz bu terbiye47 Temmuz 2009 sini uhrevî bir âlemde de ebedî olarak devâm ettirecektir. Keza, yeryüzünüde gezip dolaştığımızda, her tarafta, yer yüzünün süsü durumunda olan4 bin bir çeşit ve rengarenk çiçekler, kuşlar ve kelebekler, bitki ve hayvanlar görüyoruz. Adeta yer yüzü bu güzelliklerin teşhîr edildiği bir salon hükmündedir. Sadece yer yüzü değil gökyüzü de, sayısız denecek kadar çok sayıdaki yıldız kandilleriyle süslendirilmiştir5. Hatta, denizleri şenlendiren çeşit çeşit balıklara ve denizlerden çıkarılan incilere, hayvanların sabahleyin rızıkları için çıkıp akşamleyin dönmelerindeki güzelliğe6 varıncaya kadar, her şeyde bir güzellik ve süslülük görüyoruz. İşte, bütün bu güzel mahlûklar, Yaratıcılarının misilsiz bir güzelliği olduğunu gösteriyor. müştaka iştiyâk duyar. Dolayısıyla, Cenab-ı Hakk'ın mukaddes hüsün ve cemâli de, görmek ve görülmek ister. Bunlar ise, istihsan ve tenzîh edenlerin, müştâk mütehayyirlerin varlığını gerektirir. Sonra, sermedî bir cemâl, sanatının güzelliklerini hayretler içinde seyreden kimselerin ebedî olmalarını iktizâ eder. Çünkü daimî ve kâmil bir cemal, zâil ve devamsız müştâklara razı olamaz... Aksi halde nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve hesapsız bir istihsânla mukâbele görmesi gereken böyle bir cemâle karşı, adavet, kin ve inkârla mukâbele edilmesi muhtemeldir7. ......................................................................................... *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Saîd Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 28. 2. Abdulhay Nâsih, s. 70. Malûmdur ki, her yüksek cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini bizzât kendi nazarıyla ve bir de, başkalarının nazarlarıyla müşâhede etmek ister. Kendi sevgili cemâlinin cilvelerinin göründüğü bir aynaya ve güzelliğinin aksettiği bir Temmuz 2009 3. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 99. 4. Bkz. Kehf, 7. 5. Bkz.Fussilet, 12; Sâffât, 6; Mülk, 5... 6. Nahl, 6. 7. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s.93; Sözler, s. 51. 48 YALANCI DÜNYAYA Yalancı dünyaya konup göçenler Ne söylerler ne bir haber verirler Üzerinde türlü türlü otlar bitenler Ne söylerler ne bir haber verirler Kimisinin üstünde biter otlar Kimisinin başında sıra serviler Kimi mâsum kimi güzel yiğitler Ne söylerler ne bir haber verirler Toprağa gark olmuş nazik tenleri Söylemeden kalmış tatlı dilleri Gelin duadan unutmadan bunları Ne söylerler ne bir haber verirler Yunus der ki gör takdirin işleri Dökülmüştür kirpikleri kaşları Başları ucunda hece taşları Ne söylerler ne bir haber verirler. Yunus Emre 49 Temmuz 2009 Ersan BİLGİN İZZET ya da ZİLLET Eyüp Sultan HALİD b. ZEYD EBÛ EYYUB el-ENSÂRÎ (ra) Sahabe’den Eslem b. Ebû İmran anlatıyor: Temmuz 2009 biz Medineli Müslümanlar’(ın yanlış tavrı sonucu) inmiştir. (Şöyle ki:) Allah Teala, İslam’ı düşmanlarına üstün kılmış, dinine yardım edecekleri de arttırmıştı. …İstanbul Kuşatmasında bulunuyorduk. Büyük bir düşman askeri birliği surlardan saldırdı, biz de saflar halinde karşılık verdik. Tam bu sırada Müslümanlar’dan bir mücahid, açıktan düşman saflarına daldı. Bunu gören mücahidler, ahh! ettiler ve “Sübhanellah!..Göz göre göre kendini tehlikeye attı”, dediler. Bu sözler üzerine Rasulullah Aleyhisselam’ın sahabisi (ve İstanbulumuz’un kutlu misafiri) Ebû Eyyub (ra), şöyle dedi: Bunun üzerine bizden bazıları kendi aralarında, “Mallarımız bakımsız kaldı, ziyana uğradı. Şimdi ise Allah (cc), İslam’ı aziz kıldı ve yardımcılarını da çoğalttı. Artık biz, mallarımızın başına dönsek, onların ıslahıyla meşgul olsak” demiştiler. İşte Allah (cc), Rasulü’ne: “Allah yolunda infak ediniz de kendinizi bile bile (ellerinizle) tehlikeye atmayınız,…” (Bakara,195) ayetini indirerek, Allah (cc), bizim cihad’tan uzak kalma düşüncemizi reddetti. “Ey Müslümanlar!.. Sizler bu ayeti (“Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever.) (Bakara,195) böyle mi yorumluyorsunuz? Halbuki o ayet, Zira gerçek (ve en büyük) tehlike, malların başında durup, onların ıslahı ile uğraşarak, (ticarete, dünya malına kendimizi kaptırarak, Allah yolunda) cihad’ı, (tebliğ’i, davet’i ve fedakarlığı) terk etmemizdir.” (Tirmizi) 50 İSLAM ve İNSAN Elhamdülillah imanlı, ahlaklı, Allah sevgisiyle bezenmiş, güleryüzlü, sadık sözlü mümin- Müslüman şahsiyetleriz, her birimiz… Müslüman demek, doğumundan ölümüne kadar yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbimiz’in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmuş, Allah’ın yeryüzünde halifesi olan, huzur ve barış insanı demektir. Rabbimiz kulluğumuz hakkında şöyle buyuruyor: “Ölüm, sana ulaşıncaya kadar Rabbi’ne kulluk et!” (Hicr,99) “Ey Müminler! Allah’tan gerektiği gibi korkunuz ve mutlaka Müslüman olarak ölünüz.” (Ali İmran,102) “De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi, Allah içindir.” (En’am 162) Cahiliyye döneminde insanın sadece adı vardı. İnsan nasıl düşüneceğini, nerden geldiğini, niçin geldiğini, nereye gideceğini yani anlamını, bakış açısını unuttu ya da insana bütün bu erdemler unutturuldu. İşte cismen olup da değer ifade etmeyen, atılan, mal gibi satılan, tüketilen insanın dirilişi Rabbimiz’in vahyi ile oldu. Yüce Allah’ın en şerefli varlık olarak yarattığı insan değerini, gönderdiği İslam Dini ile bulmuştur. İnsanın aradığı İslam, İslam’ın aradığı ise insandır… Sadece bir olan Allah’a kul olan insan arı duru zihniyle bütün sorularına İslam ile cevap bulacak, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacaktır… Allah’ı kaybeden insan, anlamı kaybetmiştir…Anlamı kaybeden insan da şaşırmıştır, ne yapacağını bilmez olmuştur, sığınak arar durur, akledemez, düşünemez…Davranışı kaybetti, ne yapacağını unuttu… Vahiy; insana kendini ve Rabbini hatırlatan diriliş muştusu, ab-ı hayat...Ve ilk vahiy Yaratan Rabbi’nin adıyla OKU! Ey İnsan; sen bir ayetsin, şu gördüğün her şey ayet, tıpkı Kuran ayetleri gibi… Kendini oku, keşfet kendini, potansiyelini gör, fıtratını hatırla, huzur fıtratında yani Kur’an’da… Sen eşref-i mahluksun, sen alemlerin Rabbi’nin kulusun, oku kendini… Kainatı, yaratılanları oku, Rabbim her şeyi senin için yarattı, bunu idrak et, bunu anla…Kur’an-ı Kerim’i, hayat rehberini oku…Oku, anlamak ve yaşamak için oku. Bu kitap yeryüzüne, sana, bana hitap ediyor… 51 Temmuz 2009 Kuran her şeyden önce bir hitap’tır, Allah’ı çok seven ve sorumluluk bilincine sahip müminlere bir hitap… Kuranda bulunan bütün anlatımlar, tanımlar cennet-cehennem tasvirleri, geçmiş kavimlere dair bilgilerin hepsi bizim içindir, buranın imarı içindir yoksa huri-gılman muhabbeti için değildir… Kur’an kıssaları, anlatımları akletmemiz için, şuurlanmamız içindir… Yeryüzü imar olacaksa, insanlık mutlu ve huzurlu olacaksa Kuran’la olacak…Bu sebeble Kuranımız hayatımızda olmalıdır, hayatımız Kur’an’la hayat bulmalıdır… Bir mümin sadece ve sadece onun baktığı yerden bakar, onun için Kitabımız’ı öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz… Bundan kimse bir mümini alıkoyamaz, yasak koyamaz, bilakis insan gibi yaşamak istiyorsak Kitabımızı hayatımızın merkezine almalıyız… Nerden geldin, niye geldin, niçin geldin, nereye gidiyorsun, hayata bakış açın nasıl olacak, paraya, mala, mülke, servete, şöhrete, makama, karşı cinse nasıl bakacaksın yani nasıl adam gibi adam olacaksın, insan olmayı oku…Yaratan Rabbi’nin adıyla oku… Temmuz 2009 İşte Kur’anımızı canlı ve aktif okumayı bilmezsek, bunu yapamazsak mutsuz oluruz, huzursuz oluruz, aynı o günlerde olduğu gibi… İnsan neye ne kadar değer vereceğini, Yaratanıyla ilişkisini, insanlarla ilişkisini, Allah’a kul olduğunu, Allah’tan başka tapılacak, kulluk edilecek, yardım istenecek, el açılacak, medet umulacak hiçbir merci olmadığını, şirkin yani Allah’a ortak koşmanın, kendini haşa Rab zannetmenin, azgınlaşmanın ne derece büyük bir zulüm olduğunu, sevgiyi, fedakarlığı, kardeşliği, dayanışmayı, ahlakı yani İslam’ı bilecek ki hem kendi mutlu olsun, hem de dünya… Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki: “Sizin aranızda iki şey bıraktım. Bu ikisine sımsıkı sarıldığınız takdirde sapıklığa (yanlışa ve zulme) düşmezsiniz. Bu iki şey, Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Benim Sünnet’imdir.” (Buhari) Vahyin Müslüman insandan sonra inşa ettiği en önemli ikinci inşa aile’dir, Müslüman aile… Sev52 ginin, fedakarlığın, dayanışmanın, anlayışın, sabrın, muhabbetin hakim olduğu aile… Hz. Hatice, Hz. Aişe ve diğer annelerimiz buna çok güzel örnektir. Hz. Hatice’nin teslimiyeti, imanı ve fedakarlığı… - “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten (cehennem) koruyun.” (Tahrim,6) - “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder, kötülükten vazgeçirirler; namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah'a ve Peygamberi’ne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz güçlüdür, hakimdir.” (Tevbe,71) - “Ya Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet (ikram et.)” (Müslim) - “İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız ve onlar haksızlık yaparsa biz de haksızlık yaparız diyen taklitçilerden olmayın! Fakat, insanlar iyilik yaparsa siz de iyilik yapmaya, şayet kötülük yaparlarsa siz de kötülük yapmamaya kendinizi hazırlayınız!” (Tirmizi) Rasulullah (sav) Rabbimiz’e şöyle niyaz ediyor: Sevgili Peygamberimiz buyuruyor: - “Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse gerçek mümin değildir” (Hakim) “Allahım! Sen’den Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizi), “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” (Amin) - “Cebrail (as), bana komşuya iyiliği ve ikramı o kadar tavsiye etti ki, komşuyu mirasçı yapacak zannettim.” (Müslim) BİR TATLI HUZUR CENNET ARAYIŞI Ve Müslüman bir toplum… Akrabalık, komşuluk, din kardeşliği ilişkilerini mümin daima gözeten insandır. Rasulullah (sav) Rabbimiz’e şöyle niyaz ediyor: “Allahım! Sen’den Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in sevgini bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizi), “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” (Amin) Birgün Harun Reşid’in hanımı, ona şöyle der: “Allah’a hamdolsun ki, bu dünyada saraylarda huzur ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Rabbimiz ahirette de böylece yaşamayı nasib etse, keşke.“ Harun Reşit de eşine: “İnşaallah hatun, kim istemez ahiret mutluluğunu?” der. Harun Reşit dışarı çıkar, dolaşırken Behlül Dânâ’nın yeri kazdığını görür ve takılmadan edemez: „Hayırdır, Behlül yine ne işler çeviriyorsun?“ O da: „Cenneti arıyorum.“ der. Harun Reşit;“Yapma Behlül, burada Cennet mi aranır? deyince, Behlül de taşı gediğine koyar: “Sen sıcak yatağında, ailenin yanında Cennet arıyorsun oluyor da, burada neden olmasın?” Rabbimiz şöyle buyuruyor: “İnsanlar sırf 'inandık' demekle; hiçbir imtihandan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?” (Ankebut 29/2) “İnananlar ve yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele.” (Bakara 2/25) 53 Temmuz 2009 Ahmet HALİLOĞLU Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi - 2 1924’te dersiamlık maaşı kesilen, vatandaşlıktan çıkarılan, vatanından uzakta gurbet acısını içine akıtan Mustafa Sabri Efendi ve ailesi 1928’de Mısır’a yerleşir. Zorunlu gurbet bir istihdam-ı ilâhidir elbette. Allah-u Teala; Osmanlı medreselerinin son döneminde yetiştirdiği iki büyük alimi Mısır’a sevk etmişti ; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Şeyhülislam Vekili Düzce’li Zahidül Kevserî. Asrın başında İslâm Âleminin iki ilim merkezinden biri olan İstanbul’da medreseler kapatılmış, hocalar büyük takip ve baskı altına alınmıştı. İkinci ilim merkezi olan Mısır ve Ezher ise Batı’dan gelen fikri akımların öncüleri Kâsım Emîn, Muham-med Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgi, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrâzık gibi isimlerin etkisi altındaydı. Tüm İslâm Âleminin gözbebeği hükmünTemmuz 2009 54 deki Ezher’in itikadî açıdan tahribinin ümmeti çok zor duruma düşüreceği aşikardı. Dinin Sahibi iki büyük âlimi Mısır’da istihdam ederek Ehl-i Sünnet itikâdını muhafaza ettirdi. Bu ümmetin her muhacirinin yaşadığı sıkıntıları Mustafa Sabri Efendi Hocamız ve ailesi de yaşamıştır. Parasızlık en büyük sıkıntılarıdır. Mısır’da doğru düzgün tanıdığı olmayan, yaşı bir hayli ilerlemiş olan Hocaefendi ve ailesinin geçimini oğlu İbrahim Sabri Bey üstlenir. Üstlenir üstlenmesine de kendisi de babası gibi âlimdir. Şâirdir, ediptir. Nâzenin bir ruha sahip bu insan kurak Mısır’da ne iş yapabilir ki ? Mecburen bir Ermeni’nin yanına çırak girer. Ayakkabı tamir etmektedir artık. İbrahim Sabri Efendi ayakkabıcıda bir gün falçeteyi eline kaçırır. Artık ömrü boyunca o acı günlerin izini elinde taşıyacaktır. İbrahim Sabri Efendinin aldığı üç beş kuruş para ile evde tencere, pardon, çaydanlık(!) kaynayacaktır. Yanlış yazmadım efendim, tencereleri yoktur, parasızlıktan da alamazlar. İbrahim Sabri Bey’in ifadesiyle önce çaydanlıkta kuru fasulye pişirip yerler sonra çaydanlığı yıkayıp çay demlerler. Hey gidi Osmanlı hey. İstanbul’daki gayrimüslimlerin ya iman etmeleri ya da İstanbul dışına sürgün edilmeleri için ferman çıkaran Yavuz Sultan Selim’e kafa tutan, sinirinden âsâsını yere vuran Zembilli Ali Cemâli Efendi’nin varisi Şeyhülislam açlıkla karşı karşıya kalır. Üstelik kendi yurdundan uzakta. Mustafa Sabri Efendi’nin çevresinde bir halka oluşmaya başlar. Nezaketin ve hilmin zirvesindeki Şeyhülislam’ın zorunlu gurbet arkadaşları vardır ; Mehmed Akif Esoy, İhsan Efendi, Düzceli Mehmed Zâhid Efendi Hazretleri. (İhsan Efendi Hocamızın oğlu bugün İslam Konferansı Teşkilatı Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur). Tabii okuma ve okutma faaliyetlerine de devam eder. Türkiye’den binbir zorlukla gelen talebelere sahip çıkmaya çalışır. Üstad Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkciler Hocaefendi, Emin Saraç Efendi Hocamız, Prof. Ali Özek en başta akla gelen Mısır dönemi talebeleridir. Türkiye döneminden en meşhur talebesi ise Sahihi Buhari’yi şerh etme şerefine nail olmuş İsmail Kâmil Miras Hocamızdır. Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır dönemi ilim çalışmaları Ehl-i Sünnet akidesinin muhafazası, İslam toplumunun dış etkilerden muhafaza faaliyetleri açısından hocaefendinin en velud dönemi olmuştur. Oryantalistlerin açtığı kapıdan geçen onlarca Mısırlı, sahih akideyi bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. İstanbul’da iken İttihad ve Terakki içindeki zındıka komiteleri ile siyaseten mücadele eden Hocaefendi, Mısır’da İttihadcılar ile aynı kaynaktan beslenen yerli müşteşrikler ile ilmi açıdan mücadele ederdi. Hocaefendi’nin Mısır dönemi eserlerinin tamamına yakını reddiye türünden çalışmalardır. Doktor Muhammed Hüseyin Heykel; Efendimiz (sav)’in mucizelerini inkar eden, hadis ve siyer kitaplarını töhmet altında bırakan, Ehl-i Sünnet alimlerini galiz ifadeler ile yeren Hayatü Muhammed isimli kitabını neşreder. Ezher alimleri bu kitaba cevap vermekte zorlanınca Hocaefendi’ye gelirler. Hocaefendi bu kitaba reddiye olarak bir makale kaleme alır ama baskılar neticesinde makale dergilerde yayınlanmaz. Bunun üzerine Hocaefendi oturur, müstakil bir kitap yazar. Ancak gene işin içine maddiyat girmiştir. Bunun üzerine talebeleri kitabın baskı masrafları için gazetelere ilan verip halktan para toplarlar. İhvan-ı Müslimin teşkilatının kurucusu Hasan el-Benna’da kitabın baskı masraflarına ortak olur. Bugün İhvan teşkilatı farklı bir portre çizse de, banisi Hasan elBenna Ehl-i Sünnet bir isimdir ve aynı zamanda Şazeli dervişidir. Bizim topraklarımızda Rufailik neyse Kuzey Afrika’da Şazelilik odur. Hocaefendi o dönemde hastadır, elleri titremektedir. Matbaacılar Hocaefendinin el yazısını okuyamadıkları için Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi oturur, yeni baştan yazar. Sonuçta ümmetin ortak gayretiyle elKavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) isimli eser meydana çıkar. Kitabın isminden de anlaşılacağı üzere mucizeleri inkar edenler iman dairesinin dışına çıkmaktadırlar. Ne hazindir ki Mustafa Sabri Efendi’nin ülkesinde mucizeleri inkar edenler , hadis alimlerini karalayanlar baş tacı ediliyor. Bu eserin neşrinden sonra Mısır veliahdı Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da olduğunu öğrenir. Hocamızı saraya davet eder ve kendisine maaş bağlatır. Hocaefendinin mali durumu biraz olsun düzelmiştir artık. Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi adlı eserinde Muhammed Abduh için şöyle demektedir: "Abduh‘un tuttuğu bozuk yolun hülasâsı şudur : Ehl-i Sünnet itikadı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesi‘ni karıştırıp Ezherliler’in çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştıramamıştır. Hocası Cemâleddin Afgâni vâsıtasıyla Ezher‘e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım yanlış işlerin revaç bulması hususunda Kasim Emini‘yi teşvik eden de odur..." İşte bize kahraman diye yutturulmaya kalkışılan Muhammed Abduh ve 55 Temmuz 2009 dağladı. Sözün ve söyleyenin kıymeti harbiyesini ve tuvalet bezinin ilmin neresine düştüğünü takdir etmek sizlerin vazifesi. Cemaleddin Afgani’nin Hocaefendi nazarındaki ahvalleri. Afgani’nin ajanlığı hususunda Cennetmekan Sultan Abdulhamid’de Hocaefendi ile aynı kanaattedir ve hatıralarında bu hususu dile getirir. Yeri gelmişken Mustafa İslamoğlu’nun Afgani hakkındaki sözlerine değinmeden geçemeyeceğim. Afgani hakkında kanaati sorulan İslamoğlu “Afgani’ye kara çalanlar O’nun tuvalet bezi bile olamazlar” şeklinde cevap veriyor. Geçmişi, ilişkileri, hatta memleketi bile karanlık olan (Afgani’nin İranlı olduğuna dair kuvvetli iddialar var) Afgani için Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı Abdulhamid Han ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi başta olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerine söylenen bu sözü aylar önce dinledim. O günden beridir de içim halâ sızlıyor. Eşhedü billah ki Osmanlı’nın başkentinde bir tefsir dersinde Osmanlı’nın padişahı ve şeyhülislamı için söylenen bu söz kalbimi Temmuz 2009 Mustafa Sabri Efendi’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi de geleceğe ferasetle bakabilmesidir. “Biz; Türk Milleti olarak şapka işine karşı çıktık. Halbuki dildeki tahribata karşı çıkacaktık. Gün gelecek bu dil bize yetmiyor diyecekler” der. O günün şartlarında bu sözün değeri maalesef anlaşılmaz. İskilipli Atıf Efendi başta olmak üzere pek çok alim ve samimi insan şapka yüzünden darağaçlarını boylar. Ama bugün Mustafa Sabri Efendi sözlerinde haklıdır. Dilde sadeleşme, öztürkçeye dönüş sloganları ile başlayan süreç bugün artık ilkokullarda bile İngilizce eğitimi ile toplumsal cinnete dönüştü. İslam Harfleri ile yazılmış Türkçe demek olan Osmanlıca metinleri okuyabilen insan sayımızdan bahsetmiyorum. Fakirin şu yazılarında geçen üç beş ecdad yadigarı kelimenin ağırlığından şikayet eden arkadaşlarımız var. Geldiğimiz durum vahim. Gençliğimiz İstiklal Marşı’nı bile anlamaktan aciz hale geldi. Dünyada kendi milli marşını lugata bakmadan anlayamayan ikinci bir millet yoktur. Tabelalar, işyeri isimleri bile artık yabancı dilde. Dildeki değişim kültürel tahribi ve fıtratımızın tağyirini de beraberinde getirdi. Heyhat ki Mustafa Sabri Efendi Hocamızın bunu yetmiş sene önce dile getirmesi takdire şayan bir ferasettir. “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya’lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim’dir” sözleri Hocaefendinin basiretinin bir başka misalini de göstermesi bakımından zikredilmelidir. Zira Mustafa Sabri Efendi Hazretleri bu sözü zikrettikleri zaman bu insanların yol açtıkları tahribat bilinmekteydi. Bugün ise sebep oldukları yıkıntı tüm insaf sahipleri tarafından anlatılmaktadır. Marx; öncüsü olduğu sosyalizm ve komünizm ile insanlığı inanılmaz bir girdaba sürüklemiştir. Komünizm adına işlenen her cinayette onun da payı vardır. Kamboçya gibi adı sanı duyulma56 mış bir Güney Asya ülkesinde iki milyon masum insan sırf komünizm adına katledilmiştir. Dünya elli yıl süreli bir soğuk savaşa sürüklenmiş; insanların aç kalması pahasına nükleer silahlanmaya sebep olmuştur. Darwin; insanın maymundan türediği fikri ve evrim teorisi ile insanların kafasındaki Hâlık fikrini çürütmeye kendini adayarak nice insanların zihinlerini bulandırmış, âhiret inancını yok saymak suretiyle buhranlara ve bunalımlara sürüklemiştir. Freud; her meselenin altında cinsellik aramakla yeryüzünde Lut kavminden sonraki en büyük ahlaki çöküntünün işaret fişeğini ateşlemiştir. Bugün Amerika’da kimi eyaletlerde yüzde sekseni bulan boşanma oranları, Batı gençliğinin içine düştüğü fuhuş ve eşcinsellik tuzağı, insanların temiz ruhlarını kirletmiştir. Comte; mucidi olduğu pozitivizm ile insanların madde ötesi alemleri inkârını sağlamıştır. Madde ötesini veya metafizik boyutları inkâr eden pek çok insan yolunu yitirmiş, gideceği yönü şaşırmıştır. Sözün kısası Mustafa Sabri Efendinin bu tespiti de haklı çıkmıştır. İnsanlık aleminin bugün içine düştüğü durumda Mustafa Sabri Efendi merhumun aziz ruhunu bir kez daha şâd etmek gereklidir. Tahrip edilen vicdanlar, bozguna uğratılan akıl ve tasavvurlar ile insanlık ruhî bir çöküntüye maruz kalmaktadır. Ancak sığındıkları psikoloji ve psikiyatri, dertlerine çözüm üretememekte; sadece verilen uyuşturucu ilaçlar ile insanlar canlı cenaze şekline sokulmaktadır ki bu da Mustafa Sabri Efendi merhumun atom bombasından daha feci tespitini haklı çıkarmaktadır. Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır günleri işte böyle dolu dolu geçer. Çekilen onca sıkıntıya rağmen, ortaya kelimenin tam anlamıyla devasa eserler çıkar. el-Kavlu'l-Fasl, Mevkıfu'l-Akl, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an gibi eserleri burada zikredilmeye değer. Hocaefendinin her eserinin günümüze bakan bir yönü de var. Mesela savm-ı ramazan isimli eserinden örnek verelim: Magazin programlarında fetva vermeye meyilli ilahiyat fakültesi dekanlığı da yapan bir sosyologumuz (!); geçtiğimiz ramazanlarda “ Ağır işte çalışanlar oruç tutmak yerine fidye versinler” diye akıllara zarar bir görüş belirtmişti. Aslında bu orijinal (!) fetvayı Sü- leyman Nazif’ten almıştı. Aynı görüşü Süleyman Nazif’in dile getirmesi üzerine Mustafa Sabri Efendi Savm-ı Ramazan isimli eserini telif eder. Eser; Süleyman Nazifi susturmaya yetmiştir. Hastalıklar ve sıkıntılar ile boğuşan Mustafa Sabri Efendi merhumun canını en çok gurbet yakar. Gönüllü gitmemiştir o.. Vatanından adeta kovulmuştur. Ama ülkesi rüyalarına bile girer. Talebesi Ali Özek Hoca’dan Kırkağaç kavunu bile ister Hocaefendi. (Laf aramızda Genel Yayın Yönetmenimiz Sezgin Hocamızda fakirden Kırkağaç kavunu istiyor.Bendeniz Kırkağaçlıyım. Sezgin Hocamıza sizin huzurunuzda söz vereyim efendim Mustafa Sabri Efendi gibi eserler verdiği sürece her sene elli adet Kırkağaç Kavununu bendeniz kendisine arz edeceğim) 1954 yılına gelindiğinde Hocaefendi’nin zayıf vücudu artık bu şartlara dayanamaz. Zaten Mustafa Sabri Efendi’yi görenler şaşırırlar. Hafızası, ilmi ve kelamının yankıları ile herkes Hocaefendiyi devasa cüsseli olarak tahayyül etmektedir. Halbuki Hocaefendi zayıf, ufak tefek ve naif bir vücuda sahiptir. 1954 yılının Mart ayında (Miraç Gecesine denk gelmiştir) ebedi aleme göç eder. Cenazesi mahşeri bir kalabalıkla kaldırılır. Arkada onlarca eser ve hoş bir seda bırakır. Son söz olarak bir meseleye değinmemiz gerekli. Hocaefendi ile Zahidül Kevseri kader meselesinde anlaşmazlığa düşerler. Elbette o tür bir ilme erişmiş iki alimin delilleri farklı izah etmeleri normaldir. Ancak bu meseleden hareket ederek Ehl-i Sünneti yıpratmayı düşünen bir takım kimseler var ki yaptıkları büyük hatadır. Zahidül Kevserinin talebesi Emin Saraç Hocaefendi; her iki alimin dostluğuna şehadet etmektedir. Mustafa Sabri Efendinin “Ben Zahid Efendi gibi bir ders vekiline sahip olmakla diğer Osmanlı Şeyhülislamları karşısında iftihar ederim” sözü de malum çevrelerin hatasını gözler önüne sermektedir. Mısırlı Azzam Paşa’nın yardım teklifini “Ders Vekilim Zahid Efendi daha zor durumda. O’na götürün” diyecek kadar Düzceli Zahid Efendiye düşkün olan Mustafa Sabri Efendi nasıl olur da O’ndan kopar! 57 Temmuz 2009 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL KEKLİĞİN KADERİ PADİŞAHIN ATI Bir gün padişah çarşı ve pazarı geziyormuş. Padişahın çok sevdiği beyaz bir atı varmış. Bir gün saraydakileri toplamış ve onlara demiş ki Kuşların ve avcıların olduğu bölüme doğru gelmiş. Bu bölümde her çeşit kuş satılmakta. Şahinler, papağanlar, güvercinler… onun dikkatini keklikler çekmiş. - Kim bir gün bana beyaz atımın öldüğünün haber verirse onun kafasını uçururum. Kekliklerin her birinin boynunda fiyatları asılı. 1 altın üç altın 5 altın 2 altın. Ancak bir tanesinin fiyatı 100 altın. Gel zaman git zaman padişahın bu çok sevdiği beyaz atı ölmüş. Sarayda Kuşcuya yaklaşmış ve sormuş. herkesi almış bir telaş. Padişaha bu ha- Bunun fiyatı neden bu kadar pahalı. Diğerlerinden ne farklı var? Kuşcu beri kim verecek. Hiç kimse buna cesaret - Padişaım bu kekliğin diğerlerinden farkı şu. Bu kuşun sesi okadar güzeldir ki. Ötmeye başlayınca etrafdaki bütün keklikler bunun yanına konar. Böylece biz bütün keklikleri kolayca yakalarız. şaha Seyis başının söylemesine karar edemiyor. Sonunda bu kötü haberi padi- verilmiş. Seyis başı padişahaın yanına gitmiş ve ona, - Padişahım sizin beyaz bir atınız Padişah vardı ya! - Alıyorum ben bu kuşu . - Evet vardı. 100 altını vermiş kuşcuya. - Atınız, ayaklarını yukarı dikmiş, kar- Padişah kuşu eline almış. Kafasını kopartarak kuşu orada öldürmüş. Kuşcu şaşkın bir şekilde padişaha bakmış ve nını şişirmiş, gözlerini yummuş, nefesini tutmuş ve hiç nefes almıyor. - Ne oldu sultanım 100 altın verdiğinizi kuşu niçin öldürdünüz? - Desene bizim at ölmüş. Padişah tarihe geçecek sözünü söylemiş. - Padişahım onu ben demedim siz dediniz. - Kendi soyuna ihanet edenin başına eninde sonunda gelecek olan budur. Temmuz 2009 - Seyisbaşı canını kurtarmış. 58 DOĞDULAR, YAŞADILAR, ÖLDÜLER Eski zamanlarda yaşayan bir padişah bir gün ülkesinde yaşayan bütün tarihçileri sarayına toplar. Onlardan ne istediğini şöyle açıklar. - Bana bir tarih kitabı hazırlayacaksınız. Bu kitap bundan önceki yaşamış olan insanların başından geçen tüm olayları içine alan bir kitap olacak. Ancak bir şartım var. Hazırlayacağınız kitabı okumaya benim ömrümün yetmesi gerekir. Bunun için size 10 yıl süre veriyorum. Demiş. Aradan 10 yıl geçmiş. Tarihçiler sarayda toplanmışlar. İçlerinden bir sözcü padişahın huzuruna yaklaşmış. Bir yıl sonra bütün tarihciler sarayda toplanmış. Padişah gelmiş. Herkes merak içinde. Sözcü yaklaşmış padişaha. İstediğinizi hazırladık. Buyrun cama. Padişah yaklaşmış. Bir de ne görsün! 3 tane deve, sağı solu kitap. Çılgına dönmüş padişah. Cellat başını çağırtmış. - Hepsinin kafasın uçurun. Tarihçiler idam sehpasına doğru giderken, - Durun!!! Diye bir ses duyulmuş. Tarihçilerin içerisinden bir tarihçi öne çıkmış ve padişaha yaklaşmış. - Padişahım istediğinizi hazıladık. - Hani nerede - Buyrun sarayın camından şöyle bir bakın. Padişah camdan bakınca sonu gözükmeyen bir deve sürüsünü görmüş. Develerin sağında solunda ciltler dolusu kitap. Sözcü, - padişahım istediğinizi ancak bu şekilde hazırlayabildik. Padişah, - bu kadar kitabı okumaya benim ömrüm yetmez. Gidin size 5 yıl daha veriyorum, bu hazırladıklarınızı kısaltın özetleyin. Aradan 5 yıl geçmiş. Tekrar saraya gelmiş tarihçiler. Padişahın huzuruna çıkan tarihci. - Padişahım ben sizden sadece bir gün istiyorum. İstediğinizi yarın hazırlayıp gelecem. Herkes şaşkın, padişah şaşkın. Padişah adama bakmış ve - Peki 16 yıl bekledim bir gün daha beklerim. Ama yarın istediğimi hazırlayamazsan kurtuluşunuz yok ona göre. Ertesi gün olmuş. Sarayın kapıları teker teker açılmış. Herkes merak içinde tarihçiyi bekliyormuş. Derken tarihçi gelmiş. Padişaha yaklaşmış üç adım kala eğilerek selamını vermiş. Padişahım istediğiniz hazır demiş. - Hani nerde? - İstediğinizi hazırladık padişahım. Buyrun camdan bakınız Padişah camdan bakınca bu sefer 30 tane deve görmüş. Sağı solu kitap dolu. Padişah, olmaz, olamaz demiş. Bu kadar dev dolusu kitabı okumaya benim ömrüm nasıl yetsin. Zaten ömrümün 15 yılı gitti. Size son bir şans . 1 yıl veriyorum. İstediğimi hazırlayamazsanız. Hepinizin kafasını gövdesinden ayırırım demiş. Tarihçi ayağa kalkmış. Padişaha doğru yürümüş, padişahın kulağına eğilmiş! Ve üç kelime söylemiş. Padişah - Tamam istediğim oldu. Sana 10 kese altın veriyorum arkadaşlarını da bağışlıyorum. Bu üç kelime DOĞDULAR, YAŞADILAR, ÖLDÜLER… 59 Temmuz 2009 Umut BULUT Taşa emdirilmiş maneviyat Eyüp Sultan İstanbul’umuzun ve Türkiye’mizin maneviyat merkezi olması hasebiyle hepimizin önemsediği bir yer. Eba Eyyüp El Ensari’ye yakın olma arzusu taşıyan ecdadımızın da asırlar boyu etrafına mezarlık kurduğu bir mekân olarak da önümüzde durmaktadır.Şekil şekill boy boy mezar taşlarıyla birlikte burası adeta bir taş uygarlığına dönüşmüştür. Bir benzerinin beklide başka hiçbir yerde bulunamayacağı eşiz sanat şaheserlerine burada rastlamak mümkün… Mimari ve estetik sanatının zirvesi olarak kabul edebileceğimiz bu mezar taşları, sanat tarihi araştırmacıları açısından incelenmeye değer geniş bir malzeme alanı olarak kabul edilebilir. Sanat tarihi açısından değerini tartışmanın ötesinde geçmişimize dair bizlere ipuçları vermesi bakımından bu mezarlıkların özellikle korunup incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Temmuz 2009 60 Araştırmacı Ömer Faruk Dere ve ekip arkadaşları bu mezar taşlarını teker teker okuyup tasnif etmektedir. Yakın bir zamanda bu mezar taşları hakkında kapsamlı bir araştırma kitabı yayınlanacak. Benim şimdi üzerinde durmaya çalıştığım mesele bu mezar taşlarının bize ilham ettiği maneviyat olacaktır. Sükuneti damarlarımızda sıcak sıcak hissettiğimiz bu ortamda bizler kedimize manevi bir terapi uygulandığını da hissediyoruz. Hatta bir gizli elin ruhumuzu masaya yatırıp çeşit çeşit hastalıklarımızı yırtık yanlarımızı yamar gibi yamadığını hissediyoruz. Ölüm gerçeğini suratımıza sıcak sıcak çarparken bize yeni bir düşünce dünyası da doğuruyor bu mezar taşları… Pek çok tarikatta var olan tefekkür ül mevt olayını birebir canlı canlı yaşatan bu mekân; insanın manevi eğitim yuvası olarak çok güzel imkânlar da sunuyor bize… Tek başına taşların size kendi pencerelerini açmasını beklemeniz doğru değildir. Mutlaka işin erbabı denen birileri size bu taşların dilini tercüme etmesi de gerekiyor. Okumasını ve düşünmesini bilenler b taşlar neler neler anlatıyor bir bilseniz hiçbir dakika boş geçirmez, bu taşlarla mahallenin delisi gibi gelir oturur sohbet edersiniz. Serin bir yaz havasında bu manevi atmosferi duya duyumsaya yaşayan insanlar yok mu var elbet. Özellikle sabah namazlarını Eyüp Sultan Camii’nde kılıp bu manevi ortamın havasını içine çeken nice zevki selim sahibi insan vardır. Merkez olduğu içinde bu mekânın çekim gücü her değerli insanı kendine mıknatıs misali çekiyor. Bu insanlardan biri emekli imam hatip öğretmeni Reşit Alkan… Kendini ilme ve hizmetlere adayan bayrak adamlar vardır. İsmi cismi bilinmez kendi hallerinde yavaş yavaş kozasını örmeye devam eden bu bayrak adamların ortada görünmek gibi dertleri de yoktur. Zaten onları bayraklaştıran sır da burada yatmaktadır. Her fırsatta kendini ortaya atan kendine reklam yapmak için bin fırıldak çeviren adamların yanında sessiz ve derin yürürler bayrak adamlar… Kendini yetiştirmek için olanca gayretiyle çalışan ve hayata dair her konuda bir sözü olan bir bayrak adamı tanımış olmaktan kendi namıma bahtiyarlık hissediyorum. Reşit Alkan şimdi, Eyüp Sultan Sibyan Mektebi’nde çocuklara Kur’anI Kerim dersleri veriyor. Kendi geliştirdiği Kur’an okuma metoduyla aklınızın almayacağı kadar kısa bir sürede Kur’a n okumasını öğretiyor. Kendisiyle yaptığım özel sohbetlerin birinde çok güzel bir anekdot anlattı ibretamiz bulduğum bu anekdotu mutla herkesle paylaşma ihtiyacı hissettim. Hikâye şu: Amerika’da bir hastaneye her tarafı yanmış bir hasta getirdiler. Kurtulmasına imkân ve ihtimal verilmiyordu. Deri yanıklarında belli dereceden sonra insanın yaşaması mümkün değildir. Yanık hastası ne ölü ne diri bir vaziyette yatıyordu öylece. Doktorun biri bu hastayı kurtarmaya karar verir, sadece elinin üzerinde bir parça deriye rastlanır hastanın… Elinin üzerindeki bu küçük parça deriyi alır uygun bir ortam oluşturup, bu deriyi çoğaltma yoluna gider… Deri çoğalmaya başlar ve her çoğalan parçayı hastaya nakleder. Sabır ve meşakkat isteyen bir tedavi sürecinden sonra insanın bütün vücudunu bu çoğalttığı deri parçalarıyla tamamlar… Küçük bir deri parçasını çoğaltıp hastanın hayatını kurtarır… Reşit Alkan bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle bağlar mevzuu: İnsanlar hep bizim istediğimiz gibi dört başı mamur varlıklar değil, belli eksiklikleri belli zaafları vardır. Bize düşen görev, hastanın vücudundaki küçük bir deri parçası gibi güzel bir tarafını bulup çoğaltmaktır. Bizim için çoğalttığımız her güzel haslet belki de ölüme mahkûm olacak insanlar için birer kurtuluş umudu olacaktır. Kurtaracağımız tek bir kişi bile olsa bu insanlık için çok önemli bir kazançtır, bu bilinçle insanlara maneviyat elimizi açmamızın oldukça önem kazandığı bir zaman diliminde yaşadığımızı asla hatırdan çıkarmamalıyız. Reşit Alkan’a baktıkça Gönenli Mehmet Efendi’yi, Esat Coşan Hoca Efendi’yi, Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi’yi aklıma getiriyorum. Bir dönem ülkemizde bayrak adamlar yetiştiren nurdan adamlar vardı. Şimdi bizler bu sermayeyi tüketiyoruz. Barutumuz bittiğinde aklımız yeniden başımıza gelecek ve göreceğiz ki; o insanlar çok önemli bir boşluğu doldurmuşlar, şimdi bize yeniden yaşama ve mücadele etme gayreti aşılayacak o yol öncülerini kenara itmek gibi bir lüksümüz yok… Büyük adam dediğimizde bizim aklımıza egolarını şişirdiğimiz, pohpohlayıp göklere çıkardığımız kâğıttan aslanlar geliyor, oysa iş öyle değildir büyük adam dediğimiz hemen yanı başımızda duran ve bizim çok kere adını sanını unuttuğumuz adamlardır. Şöyle düşünün bu yaz sıcağında bir ağaç gölgesi bulup piknik yapmak varken, çocuklarımıza Kur’an okutmayı kendine dert edinen adamdır büyük adam, üstadın ifadesiyle biz ona bayrak adam diyoruz. Eyüp Sultan mezarlığının etrafında insanı derin bir sükûnet havasına gark eden bir manevi hava olduğu herkesin malumu, bu havayı yaşamak için de buralarla daha sağlıklı iletişim kurmaya ihtiyaç olduğu da hiç kuşkusuzdur. Kısacası buralarda taşa emdirilmiş maneviyatlar var… Ülkemiz ve insanlarımızın bu maneviyata çok ihtiyacı da küçümsenemeyecek kadar önemlidir. Belki burada, Reşit Hocanın bahsettiği küçük bir deri parçası gibi içimizde duran iyilikleri buranın manevi atmosferinde çoğaltabiliriz. Yaşamak ve yaşatmak için hem içimizde bir deri parçasına hem deriyi çoğaltacak manevi ortama ihtiyacımız var. İçinde bir parça taşıyanları bekleyen bir tarih var Eyüp Sultan mezarlığında… 61 Temmuz 2009 Hasan BAŞAR ADİL VE KERİM DEVLET OSMANLI “Dünyada nasibin sinem-ü cevr ise ey dil Ahbabın eder anı da âdâya ne hacet.” Türkiye uluslararası arenada bir başarı kazandığı zaman uluslararası kamuoylarında oluşan ortak kanaat Osmanlı yeniden doğuyor olmuştur. Burada korkudan daha çok sanki bir özlem sezinleniyor. Biz dünya milletlerinin ruhunda, zihninde çok derin tesirler bıraktık. Onlar bunun farkındalar ama biz kendimizden haberdar değiliz. 19. asrın büyük Fransız şairi Lamartine Osmanlı için şunları söylemiştir: “Bence insaniyete şeref veren böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır.” İsveç kralı Demirbaş Şarl Rusya ile yaptığı ve yenildiği bir savaştan sonra Osmanlı topraklarına sığınıyor. Burada esir olmasına rağmen kendisine kesinlikle kötü davranılmıyor Temmuz 2009 62 hatta rahat etmesi içinde her türlü imkânlar kendisine sunuluyordu. Bu durumla ilgili olarak Demirbaş Şarl şunları söylemiştir: “Bu kadar şefkatli, bu kadar alicenap, bu kadar asil ve bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olmak bilseniz ne kadar tatlı..” Uluslararası bir konferansa katılan Türk bilim adamı ile Ermeni bilim adamı arasında soykırımla ilgili olarak bir tartışma çıkmış. Ermeni, Türklerin Ermenilere soykırım yaptıkları suçlamasında bulunuyormuş. Bizim Türk de böyle bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyormuş. Bu tartışmayı uzaktan izleyen bir İtalyan bilim adamı yaklaşmış ve Ermeni’ye şu soruyu sormuş: “Siz kaç yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldınız?” 400 yıl cevabını alan İtalyan bilim adamı gülümsemiş ve şöyle demiş: “Ve demek siz hala Ermeni milletinden bahsedebiliyorsunuz. Eğer değil 400 yıl 30 yıl İtalya hâkimiyetinde kalsaydınız babanızı bile tanıyamazdınız” Bu ve buna benzer Osmanlı medeniyetini onure edecek övgüleri başka milletlerden çokça duyarken bizlerin Osmanlıya duyarsız kalışımız dikkat çekicidir. Sadece duyarsız kalsak iyidir. Birde acımasızca eleştiriyoruz. Kendi tarihimize, kültürümüze karşı yapılan bu acımasızca eleştiriyi kabullenemiyorum. Osmanlı medeniyeti gibi yüksek bir medeniyeti inkâr etmek insaf sahibi biz evlatlarına yakışmıyor. Şunu da unutmayalım ki ne kadar inkâr edersek edelim biz Osmanlının torunuyuz. Hem Osmanlının torunu olmaktan gocunmam bilakis onur duyarım. Benim Osmanlım dünya için hangi kötülüğü yapmıştır, biz torunlarının yüzünü kızartacak Bu ihtiyar dünyanın daha yaşanılır bir yer olabileceğini bütün dünyaya göstermiş bir medeniyetin temsilcisi olmaktan utanmak bize yakışmaz. Bilakis onlardan utanacağımız yerde gurur duymamız gerekir. Çünkü onların zamanında alnımız dik, dünyanın en saygın devletiydik. O güzelim insanlarımızın kemiğini sızlatmak bizim kadir şinas güzel insanımıza yakışmıyor. Cemil Meriç’in Osmanlı’da niçin bir Bodin, bir Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine verdiği cevap şöyledir: “Niçin yetişsin mutlakıyetin bu yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşayanlar zât-ı şahane’nin destancısı olurlar. Ülkelerinde gerçekleştiğini göremedikleri adil ve kerim devlet rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir.” Peki, Cemil Meriç’in çok güzel bir şekilde özetlediği bu adil ve kerim devleti Osmanlı nasıl olmuşta meydana getirebilmiştir. Bu medeniyetin temelleri iyi araştırmalı ve irdelenmelidir. O zaman karşımıza bütün ihtişamı ile “İslamiyet” çıkacaktır. Bizim ruhumuzu ilmek ilmek işleyen, ruhumuza incelik ve yükseklik veren İslamiyet. Osmanlının kuruluşundan itibaren oturduğu temel İslamiyet olmuştur. İslamiyet’in her zerresine teneffüs ettiği bir medeniyettir Osmanlı medeniyeti. Şunu da çok açık ifade edebiliriz ki İslamiyet olmasaydı Osmanlı da olmazdı. Osman Gazi’nin oğluna vasiyeti adeta bunun kanıtıdır: Askerine inam ve ihsanı eksik tutmayasın. Çünkü insan ihsanın kuludur… Zalim olma… alemi 63 Temmuz 2009 adaletle şenlendir.. Cihadı terk etmeyerek beni ve ulamayı şad et… Nerde bir ilim ehli duysan ona rağbet et, ikbal ve ihtiram göster… Askerine ve malına gurur getürüp şeriat yolundan uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu… Maksadımız Allah dinini yaymaktır... Yoksa bizim davamız kuru kavga ve cihangirlik sevdası değüldür.” Burada bize tarihi bir sorumluluk yüklenmiştir. Bu sorumluluk bütün dünyaya bu güzelliği yani İslami yaşantıyı göstermektir. İslam’a sahip çıkmak, onların kurduğu bu yüksek medeniyet bayrağını daha yükseklere çıkarmak bizim en başta gelen görevlerimiz olmalıdır. Osmanlının yönü hep batıya olmuştur. Amaç bu güzel dini yani İslamiyet’i dünya ile buluşturmaktır. Buralara giderlerken şundan Zaten Osmanlıya yapılan saldırının temelinde de bu yatmaktadır. Bilinmeyen Osmanlı kitabında Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Osmanlı’ya yapılan saldırıları üç sebebe bağlamıştır ve onlardan bir tanesini şöyle açıklamıştır: “ İslam’a düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar kusurlarıyla birlikte İslami hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan Osmanlı devletini tenkit etmekle açıktan yapamadıkları İslam düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar.” asla şüphe etmemiştir. Bu karşılaşmadan doğacak etkileşimden kaybeden kesinlikle İslamiyet olmayacaktır. Ama ne yazık ki biz Müslümanlar günümüzde başka dinlerle karşılaşmalara cesaret edemiyor, hep şüpheyle yaklaşıyoruz. .Bu şüphenin temeli İslamiyet’in kendisi değil, biziz. Şunu çok iyi biliyoruz ki bu karşılaşmalardan kesinlikle İslamiyet galip gelecektir. Ama maalesef, üzülerek, içim kan ağlayarak bugünkü bu halimizle aynı şeyleri söyleyemiyorum. Açıkça korkuyorum, bu korku İslamiyet’in kendisinden değil, bizim İslamiyet’i yanlış yorumlayıp ha- İnsanın yaratılışından bu yana en fazla gerçekleşmesini arzu ettiği temel kavramlar hürriyet, eşitlik, adalet, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve inanca saygı olmuştur. (Mustafa TEKİN) Osmanlı devleti bütün bu saydıklarımızı başarabildiği içindir ki yüksek bir medeniyet olmayı başarmıştır. Bütün bu saydıklarımızı gerçekleştirirken de en büyük referansı da hiç şüphesiz İslamiyet olmuştur. Bütün dünyanın huzur içinde olması İslamiyet’e bağlıdır. Çünkü tarih bu konu da çok açıktır. Hak, adalet, özgürlük getireceğim iddiası ile ortaya çıkan bütün izimler ve İslamiyet dışındaki dinler vaat ettiklerinin hiç birini gerçekleştirememiştir. yatımıza tam anlamıyla uygulayamadığımızdandır. Burada sorun İslamiyet’in kendisi değildir hiç kuşkusuz. Sorun bizim İslamiyet’i nasıl algıladığımızdadır. İslamiyet’i ne kadar hayatımıza uygulayabildiğimizdir. İslam dünyasının içinde bulunduğu iç açıcı olmayan duruma bakılacak olursa biz Müslümanların çok ciddi bir öze dönüşe ihtiyacı var. Kusura bakmayalım ama bugünkü halimizle ve görünümümüzle çizdiğimiz imajla dünya için alternatif bir model oluşturamayız. Bu modeli oluşturmamız için önce bizim kendi özümüze dönmemiz gerekiyor. Modern felsefe iflas etmiştir. İnsanoğlunun ihtiyaçlarına cevap veremez olmuştur. İnsanoğlu bu başıboşlukta doğruyu aramaya çalışmaktadır. Mutlu olmak ve huzuru aramak için denediği bütün fikirler, ideolojiler kendisini tatmin etmemiştir. Maddecilik ve din dışılık insan hayatına hâkim olunca dünya ciddi bir krize girmiştir. Her şeyi akıl ve bilimle çözebileceğini inanan insanoğlu tarihi bir yanılgıya düşmüştür. Akıl ve bilimin sonucu ortaya çıkan modernizm sıkıntıların çözümü olamamış bilakis kaynağı olmuştur. Temmuz 2009 Dünyayı daha yaşanılır bir yer edebilme konusunda tarihi tecrübelerimiz de var bizim. Bir Osmanlı ve Endülüs medeniyeti. Alternatif bir medeniyet oluşturmak konusunda tarihi deneyimlerimiz ve birikimlerimiz bize yardımcı olacaktır. Ama bizim önce geçmişimize karşı bu düşmanca tutumu bırakmamız gerekir. Bir de İslami bir yaşantıyı hayatımıza tam anlamıyla uygulamamıza bağlıdır. İşte o zaman görülecektir ki dünya Müslümanlar sayesinde yeniden ve yepyeni bir güzelliğe kavuşacaktır. 64 ARTAR CİHATLA ŞANIMIZ Artar cihadla şanımız Fahr-i Resûl sultanımız Şer-i bize insanı Hak Uğrunda aksın kanımız. Osmanlıyız, Osmanlıyız Ünvanlı, namlı, şanlıyız Allah deyu harb ederiz Var nusrete imanımız. Acemaşiran / İsmail Hakkı Bey 65 Temmuz 2009 Temmuz 2009 66 SABAH AKŞAM OKUNACAK DUALARDAN BAZILARI 67 Temmuz 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com MUTLU OLMAK İSTER MİSİNİZ? Her ürünün bir kullanma kılavuzu vardır. Onu üreten firma bütün özelliklerini bildiği için daha uzun ömürlü ve verimli olması için bir kullanma kılavuzu hazırlar. O kılavuza uyulursa ürün daha verimli ve daha uzun ömürlü olur. Biz insanları yaratan Allah (c.c) da yarattıklarını en iyi bildiği için onların dünya imtihanını kazanıp, başarılı ve mutlu olmaları için uymaları gereken yüce bir kitap göndermiştir. O da kur’an-ı Kerim’dir. Nasıl ki ilk alınan bir ürünün kullanımını öğrenmek için kullanma kılavuzunu okuyorsak, bizde hayatımızı şekillendirmek için ilk okuyacağımız kılavuz kur’an-ı kerim olmalıdır. Peygamber efendimiz (s.a.v) uymamız gereken kılavuzları bize şöyle bildirmiştir: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla yolunuzu şaşırmazsınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti". İşte bu iki kılavuza uyduğumuz zaman hem dünyada hem de ahirette mutlu oluruz. Çünkü mutluluğun yolları bu kılavuzlarda anlatılmıştır. Yemek adabından yatma adabına, banyo adabından temizlik adabına, çalışıp kazanmaktan sağlıklı yaşama aradığınız her şey bu kılavuzlarda anlatılmaktadır. Unutmamak gerekir kılavuzu yanlış olanın başı dertten kurtulmaz. Öyleyse kılavuzunuzu doğru seçin. Şimdi başta sorduğum soruyu cevaplıyorum mutlu olmak istiyorsanız kılavuzunuza uymalısınız. Allah (c.c) bizleri bu kılavuzlardan ayırmasın. ( Amin). İNSANLIĞIN ÖZLEMİ “ MUTLULUK ÇAĞI ” Bir yer düşünün, orada büyükler küçüklerine karşı sevgi gösteriyor, küçüklerde büyüklerine karşı saygılı davranıyor. Güçlüler güçsüzleri ezmiyor her şey adaletle işliyor. Hiç kimse başkasını aldatmıyor. Herkes doğru konuşuyor, verdiği sözde duruyor. Hastalar ziyaret ediliyor. Fakirler ve düşkünler gözetiliyor. Bunların yaşandığı bir yer var mı diye merak ediyorsanız asr-ı saadet dönemine bakın. Yani Peygamber Efendimizin yaşamış olduğu döneme. O dönemin diğer bir adı da mutluluk çağıdır. O çağda yaşayanlar dünyanın en mutlu insanlarıydı. Önceden kendi çocuklarını bile öldürecek kadar acımasız olan insanlar bu çağda merhamet ve adaletin temsilcileri olmuştur. İnsanlığa bir yıldız olmuşlardır. O insanlara mutluluk yaşatan nedir biliyor musunuz? O zaman Rasulullah (s.a.v.) Efendimizi dinleyelim. O bir hadis-i şeriflerinde saadet toplumuna ulaşabilmemiz için bizlere şu tembihte bulunuyor: "Sizden biriniz kendi nefsi için isteyip arzu ettiğini mü’min kardeşi içinde arzu edip istemedikçe mü’min olamaz." "Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz." İşte ölçüleri görüyor musunuz? bir toplumu mutlu veya mutsuz eden şey inandığı değerlerdir. Bugün o mutluluğa ne kadar ihtiyaç duyuyoruz değil mi? Öyleyse mutluluğu çok uzaklarda aramaya gerek yok. Mutluluk İslami yaşantıyı hayatımıza hâkim kılmak kadar yakın. Kısaca toplumun mutluluğu islamdadır. Temmuz 2009 68 GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI 1- Evimize gelen misafire ne denilir? a) Bize neden geldin? b) Hoş geldiniz. c) Ne zaman gideceksiniz? 2- Yüce Allah’ın adını duyduğumuzda ne demeliyiz? a) Celle Celalühü (o aziz ve yücedir) b) Bismillah C) Elhamdulillah 3- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranış değildir? a) Düzenli olarak dişlerimizi fırçalamak. b) Tırnakları uzatmak. C) Elbiselerimizi temiz tutmak 4- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranış değildir? a) saçlarımızın temiz ve taralı olması. b) Gerek görüldüğünde banyo yapmak. c) Yerlere çöp atmak 5- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranıştır. a) Yerlere tükürmemek. b) Tükürenleri uyarmamak. c) Musluğu açık bırakmak YATMA ÂDÂBI 1- Sevgili peygamberimiz, mutlaka abdestli yatardı 2- Peygamber Efendimiz, dişlerini temizlemeden uyumazdı. 3- Peygamber Efendimiz, uyumak için yatınca önce sağ tarafına yatardı, sağ yanağını sağ avucunun içine Koyardı ve o günün muhasebesini yapardı. 4- Peygamber Efendimiz, yüzükoyun yatmazdı, böyle yatanları ikaz ederdi. 5- Sevgili peygamberimiz, yatağa girdiğinde avuçları açık olarak İhlas, Felak ve Nas sûrelerini Okuyup avucunun içine üfleyip sonra ellerini bütün vücuduna sürerdi. 6- Efendiler efendisi, sabah erken uyanırdı, erken kalkmayı teşvik ederdi. BABAMIN KALEMİNİ KULLANDIM Öğretmeni Kemal’in ödevlerine bakıyormuş. “ Kemal bu yazı babanın kaleminden çıkmış olmasın?” Kemal: “ Evet öğretmenim, çünkü yazarken babamın kalemini kullandım.” 69 Temmuz 2009 Okur Köşesi burhanokursesi@hotmail.com Sevgili burhan dergisi okurları bu sayımızdan itibaren beğeninizi kazanacağını düşündüğümüz “Okur Köşesi” köşesiyle siz okuyucularımızın yazılarına, şiirlerine, dergimiz hakkındaki düşüncelerine, sorularınıza ve sorunlarınıza da yer vereceğiz. Rahmetin cömertçe sunulduğu bu mübarek üç aylara ilişkin bizimle paylaşmak istediğiniz anılarınızı, yazılarınızı bekliyoruz. Selam ve muhabbetlerimizle… Ayhan Koçak Engin Demir Burhan dergisini yeni okumaya Derginizi internetten takip ediyorum ve ayrıca bu güzel dergiyi internete de eklediğiniz için teşekkür ederim. Samimi yazılarıyla ele aldığı konularıyla oldukça doyurucu bir dergi. Biyografi yazılarını ve tasavvufi yazıları daha çok görmek istiyorum. başarılar dilerim. başladım. Başladığım günden beri keyifle okuduğum bir dergi. İşlediği konuları, Uslubu ve İçeriği çok güzel emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Havva Tekin Saliha Aslan Burhan dergisiyle çalıştığım işyerinde abone olan arkadaşım sayesinde tanıştım. Arkadaşım “her satırını okumalısın” demişti. Gerçektende her satırı okunmaya değecek bir dergi. Her yönden çok aydınlatıcı. Burhan var oldukça bizlerde var olmaya devam edeceğiz. Tüm ekibinizden Allah razı olsun… Dergiyi özveriyle çalışıp bizlere ulaştıran kömürleşmiş kalpleri temizleyen yazılarınız için Allah razı olsun. Keşke dergimizi daha çok yerlere ulaşsa da bu güzelliği daha çok kişi yaşasa Sevgi Yörük Bize böyle aydınlatıcı bir nimet sun- Halil Mert duğunuz için size minnettarız. Allah Burhan dergisinin çocuk sayfasını yolunuzu açık etsin. Tüm yazıları- her ay dört gözle bekliyorum. çok nızı büyük bir beğeni ile okuyoruz. Yüreğinize ve gönlünüze sağlık. güzel. Temmuz 2009 70 Rana Aktürk Meliha Çeltik Dergiyle tanışmam şans eseri ol- Dergimizde ki özellikle “Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler” bölümünü büyük bir beğeniyle okuyorum ve okudukça bize öğretilen bilgilerin ne kadar eksik ve çoğunun da ne kadar yanlış olduğunu görüyorum. Emeğinize sağlık. Allah razı olsun sada iyiki tanışmışım diyorum. İyiki varsın Burhan… Düşüncelerimi tamamen değiştirip manevi hayatın ne olduğunu anlamamı sağladınız. Tüm dergi çalışanlarından Allah razı olsun. Dergimizin maneviyattan yoksun tüm kalplerle tanışması dileğiyle… Muhammed Yılmaz Samet Şahin Burhan dergisinde emeği geçen tüm arkadaşlara çok teşekkür ederim. Her ayı başka güzelliklerle Bu dergide şimdiye kadar hep güzel şeyler yazıldı. kurtlar vadisinin namaz boyutuyla ilgili tehlikesini okuduğum zaman çok sevindim çünkü bu hataya düşen çok kardeşimiz var. dolu. Özellikle Mustafa Ağırman, Ahmet Haliloğlu, Aydın Başar’ın yaSongül Göçmem zılarını dikkatle takip ediyorum. Her sayı için ellerinize sağlık. İnşallah Merhaba bize ve gençlere bir çok herkese nasip olur okumak. konuda bilgi verip aydınlattığınız için teşekkür ederim. Allah yolunuzu açık etsin. Kemal Selim UMRE ÇEKİLİŞİNİ KAZANAN ABONELERİMİZ Herkes bu dergiyi okumalı diyorum. Herkesin evinde bulundurması gereken bir dergi. Dünya yolculuğumuzun manalı geçmesine yardımcı olacak, hatta maneviyat iklimimizi 1- Enver GENCER- Bağcılar şahlandıracak yazılarla süslenmiş 2- Mecnun AKDENİZ - Tekirdağ bir dergi. Tasavvufi yazılara daha 3- A.Kadir ADIGÜZEL - Ümraniye 4- Asım AYDOĞDU - Sultanbeyli ağırlık verilmesini bekliyorum. Ba- 5- Hatem TANER - Bayburt şarılarınızın devamını diliyorum. 71 Temmuz 2009 ALLAH DOSTU Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel; Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel. Necip Fazıl KISAKÜREK Temmuz 2009 72