Burhan 46:Burhan.qxd

advertisement
editör’den
Kalpler virane olunca bedenler çöl oldu. Aileler perişan, sokaklar
perişan, toplum can çekişiyor. Mânâ ikliminden koparılan insanlık
çıkmazın girdabında debelenip duruyor. İnsanlık Maddenin çukurunda
labirentler içerisinde günden güne kendini kaybediyor.
Merhamet abidesi olan anne ve babalar kendi öz evlatlarına
acımasızca, gözü dönmüşce kıyıyor. Evlatlar anne ve babalarını
öldürüyor. Aileler yok oluyor. Toplumun manevi dinamikleri yok oluyor.
Çaresizce insanlık ve insan ölüyor. Savaşta bile ibadet esnasında
dokunulmayan insanlar kendi öz kardeşleri tarafından öldürülüyor.
İnsanlık feryat ediyor. Kurtarıcısını arıyor. Cahiliye devrindeki gibi
“La ilahe illallah Muhammed’un resulullah” a çağıracak, kurtuluşun
adresini gösterecek bir ses bekliyor âlem. Ama gelin görün ki insanlık
bu sesi haykıracak kutlu tebliğcilerini göremiyor. Yani insanlık bize
muhtaç, bizde İslam’a muhtacız.
Olmuyor olamıyor. Bir türlü reçeteyi sunamıyoruz. Elimizde
Kur’an-ı Kerim ve sünnet gibi iki kurtuluş hazinesi varken ne kendimiz
huzura erebiliyoruz ne de başkalarına çare suna biliyoruz. Hâlbuki
asr-ı saadet nesli bu kaynaklarla beslenmemiş miydi? Bizim neyimiz,
nelerimiz noksan ki bir türlü olmuyor, olamıyor? Neden?
Elbette ki fert ve toplum kurtuluş için İslamı bekliyor. Ama bu fert
ve topluma islamın güzelliğini gösterecek kaç samimi ve örnek
Müslüman vardır? Bizler Müslümanlar olarak kendimizi sorguya
çekmeliyiz. Nasıl müslümanız? Toplumdaki bu kokuşmuşluğun
içerisinde bizimde payımız var mıdır? Hal ve tavırlarımızla bu
çıkmazın önünde nasıl durabiliriz?
Sünnete mutabık bir hayat yaşamadığımız müddetçe, bütün hal
ve hareketlerimizi sünnetin terazisiyle tartmadığımız müddetçe ne
yaparsak yapalım ne kendimize ne de yaşadığımız topluma ve çağa
hiçbir katkımız ve etkimiz olamayacaktır. Böyle olmadıkça da sadece
selin önündeki çöp gibi akıntıya kapılıp gideceğiz. Bir an önce bu çılgın
ve
maneviyatsız
gidişata
dur
diyebilmemiz
için
manevî
dinamiklerimize sıkı sıkıya sarılmamız gerekiyor. Allah’ın emrettiği bir
hayat yaşamak dileğiyle Allah’a emanet olunuz…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 4 Sayı: 46
Temmuz 2009
6 KURTULUŞ İSLÂMDADIR
42 Gınâ ve Fakr
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
9 İSTİĞFAR AZÂBI KALDIRIR
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Mustafa ÖZKAYA
hazretlerinin eserleri ve kendisiyle
ilgili eserler
10 Nereye gidiyoruz!
Ebubekir SİFİL
46 ÇEŞİTLİ İLAHÎ İSİMLER
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
44 Seyyid Ahmed er Rufai
12 BU GİDİŞ NEREYE?
Nihat MORGÜL
ZAVİYESİNDEN AHİRET
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Umut BULUT
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
16 ÖMRÜMÜZÜ YARATANIMIZIN RAZI 50 İZZET ya da ZİLLET
OLDUĞU BİR ŞEKİLDE
GEÇİREBİLMEMİZİN YOLU...
Ersan BİLGİN
Mehmet TALU
Tek Sayı: 6 TL
54 Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi – 2
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
Ahmet HALİLOĞLU
Fiyatı
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
22 “İbrahimî Dinler” Söylemini
Dillendirenden Daha Zalim Kim
Olabilir?
58 Muhabbet Bahçesi
Talha Hakan ALP
Yusuf ELİBOL
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
26 Taliban ve Pakistan Uleması
Ömer Faruk TOKAT
60 Taşa emdirilmiş maneviyat
Umut BULUT
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
28 İFTİRA; Kılıçtan Daha Zalim Bir
Silah
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
62 ADİL VE KERİM DEVLET OSMANLI
Hasan BAŞAR
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
burhandergisi@gmail.com
www.burhandergisi.com
BASKI
30 BU SEVDA UNUTULUR MU?
66 SABAH AKŞAM OKUNACAK
Dr. Mustafa BAHADIROĞLU
DUALARDAN BAZILARI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
34 Bu yol uzundur menzili çoktur
Aydın BAŞAR
68 BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
40 SALÂVATIN ANLAM VE ÖNEMİ
Salih AYDIN
70 Okur Köşesi
Kurtuluş İslâmdadır.
6
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Nereye Gidiyoruz!
10
Ebubekir SİFİL
“İbrahimî dinler” Söylemini
Dillendirenden Daha Zalim Kim Olabilir?
22
Talha Hakan ALP
Taliban ve Pakistan Uleması
Ömer Faruk TOKAT
28
Bu Sevda Unutulur mu?
Dr. Mustafa BAHADIROĞLU
54
26
İFTİRA; Kılıçtan Daha Zalim Bir Silah
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
30
Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi - 2
Ahmet HALİLOĞLU
NEREYE
GİDİYORUZ
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
mustafaagirman@gmail.com
KURTULUŞ
İSLÂMDADIR
Yüce Allah, dünya ve âhiret saâdetini elde edebilmeleri için insanlara
peygamberler göndermiştir. Hz. Âdem
(a.s.) ile başlayan peygamberler zincirinin son halkası bizim peygamberimiz
Hz. Muhammed (a.s.)’dır. Bilindiği gibi
Hz Muhammed (a.s.), Arap yarımadasının Mekke şehrinde doğdu. Doğduğu
esnada Allah’ın evi olan Kâbe, putlarla
doluydu. O sırada Mekke’de ve Arap
yarımadasında yaşayan insanlar hem
Allaha inanıyorlar hem de putlara tapıyorlardı. Yıllar önce bu topraklarda
yaşayan Hz. İbrâhim (a.s.)’in ve oğlu
Hz. İsmâil (a.s.)’in yaydığı tevhîd inancını bozan Araplar, sosyal hayatı da
bozmuşlardı. İnsanlar birbirinin kurdu
olmuş, cemiyet hayatı tamamen bozulmuştu. Bu bozulmanın yanında
kendini muhâfaza eden insanlar da
vardı elbet. Hz. İbrâhim’in bıraktığı mîrası yaşatan veya en azından olumTemmuz 2009
6
suzluklara bulaşmamış olan insanlar
da vardı. Bozulmuş olan insanların da
kötü huylarının ve olumsuzluklarının
yanında iyi tarafları vardı. İnsanlık tam
mânâsıyla bir hercü merc yaşarken,
Hz. Peygamber geldi ve bu insanlara
“Lâilâhe illallah deyin ve kurtulun”
dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 492) Hz. Peygamber’in bu dâvetine kulak veren ve
mümin olanlar hem dünyada hem de
âhirette kurtuldular. Bu gerçeği yüce
Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade
eder: “Muhakkak ki, müminler (dünyada ve âhirette) felâha ereceklerdir”. (el-Müminûn sûresi, 23/1)
Yüce Allah’ımızın ve sevgili peygamberimizin dediği gibi oldu. Hz. Peygamber efendimize kulak veren ve
onun çevresinde toplanan o bahtiyar
insanlar hem bu dünyada hem de öbür
dünyada kurtuldular. Mümin olmadan
BAŞYAZI
önce birbirinin kurdu olan bu insanlar, mümin olduktan sonra birbirinin dostu, arkadaşı ve yardımcısı oldular. Bu dünyada güzel bir hayat yaşadı, alın
açıklığı ve yüz aklığı ile öbür dünyaya gittiler. Giderken de kendilerinden sonraki çocuklarına ve torunlarına her şeyi ile güzel bir mîras bıraktılar. Onların bıraktığı bu güzel mîras yıllarca dünyamızı
ihyâ etti. Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılan İslâm,
gittiği her yere hak, adâlet ve insanlık götürdü. Bu
coğrafyada İslâm’a gönülden bağlı olan Müslümanlar, bir taraftan Yüce Allah’ın öğrettiği “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da güzellikler ver, âhirette
de güzellikler ver ve bizi (cehennem) ateşinin
azâbından koru!” (el-Bakara sûresi, 2/201) diye duâ ederken, diğer taraftan da dünyalarını cennet haline
getirmek için birbirleriyle yarıştılar. Yirminci yüzyılın başlarında İslâm’ın iktidardan uzaklaştırılması ve
bu güzel dinin cemiyet hayatından sürgün edilmesiyle birlikte dünya, yeniden bir câhiliye girdâbına
düştü. Bütün insanlık şu anda bu girdapta boğulma
ve yok olma tehlikesiyle baş başa bulunmaktadır.
Her gün işlenen cinâyetler, kirletilen nâmuslar, öldürülüp çöp tenekelerine atılan yeni doğmuş çocuklar, herkesi tehdit eden gasp ve hırsızlıklar, yıkılan yuvalar, sönen ocaklar içinde bulunduğumuz
durumun vahâmeti göstermeye yeter ve artar. İşte
biz, böyle bir zamanda bütün insanlığa “Kurtuluş
İslâm’dadır.” diye haykırıyor ve herkesi İslâm’a
dâvet ediyoruz. Öncelikle, müslümanım diyenleri İslâm’a dâvet ediyoruz. Yani kendimizi, seni, beni,
bizi dâvet ediyoruz. Biz, bu dâvete kulak vermez ve
meselenin önemini kavramazsak, bütün bir insanlık hem bu dünyada hem de öbür dünyada helâk
olup gidecektir.
Yirminci asrın câhiliye bataklığından yine İslâm’ın kurtarıcı soluğu ile kurtulacağız. Bu kurtuluş,
kendini iyi yetiştirmiş şuurlu Müslümanların eli ile
olacaktır inşâallah. Bu ağır vazifeyi yüklenecek
olan şuurlu Müslümanların kendilerine düşen görevleri iyice idrâk etmeleri ve eksiksiz yerine getirmeleri gerekmektedir. Biz, bize düşen görevleri ibâdet aşkı ile yaparsak Rabbim, bize güzel günler
gösterecektir inşâallah. “Bize düşenler nedir?” diye
sorarsanız, ben de bu görevleri şu şekilde sıralayabilirim:
Bizim birinci vazifemiz İslâm’ı iyice anlamak
ve yeterince kavramaktır. İslâm’ı anlamak ve kavramak her şeyden önce gelir. Yani biz, dünya ve
âhiret saâdetimizin İslâm’da olduğunu çok iyi bilmeliyiz. Kurtuluşumuzun İslâm’da olduğunun bilincine varmalıyız. Daha doğrusu Allah’a ve Allah’tan
gelenlere yeni baştan inanmalı ve imânımızı yeniden bir gözden geçirmeliyiz. Rabbimizin razı olacağı îmâna sahip olmalıyız. Biz, buna kâmil îmân
diyoruz. Kâmil îmân sahibi olmadan yola çıkmak
doğru değildir.
İkinci vazifemiz, kurtuluşumuzun reçetelerini
içinde bulunduran İslâm’ı iyice bir öğrenmektir. Biz
Müslümanlar gece-gündüz okumalı ve dinimizi iyice
öğrenmeliyiz. Dinimizi öğrendikçe onu daha çok
sevecek ve ona daha iyi bağlanacağız. Câhil
adamla yola çıkılmaz. Câhil adam sadece kendisine zarar vermekle kalmaz, etrafına da zarar verir. İslâm’ın ilk emrinin “oku” olduğunu hepimiz biliyoruz. Biliyoruz da niçin okumuyoruz? İslâm
ümmeti okuduğu zaman yükselmiş, câhil kaldığı zaman ise sürünmüştür. Sürünmekten kurtulmanın,
7
Temmuz 2009
dimdik ayağa kalkmanın ve doğrulmanın yolu okumaktan ve bilmekten geçer. Müslüman, dinini iyi bilen insandır. Çocuklarımızın iyi bir Müslüman olmalarını istiyorsak onlara yaz ve kış iyi bir okuma
programı uygulamalıyız.
Üçüncü vazifemiz, bizi dünyada ve âhirette
saâdete ulaştıracağına inandığımız ve çok iyi öğrendiğimiz dinimizi yaşamaktır. Yaşamadığımız din,
bizim değildir. Yaşanmayan din, canlı değil, ölüdür. Bizim dinimiz her zaman canlıdır; kıyâmete
kadar da canlı kalacaktır. Yaşamayanlar kendilerini
yok etmekte ve kendilerini öldürmektedirler. Yaşayanlar da kendilerini cana getirmekte ve İslâm ile
kendilerini diriltmektedirler. İslâm dini bize bu dünyada lazımdır. Bu dünyada yaşadığımız İslâm, bizim öbür dünyamızı mâmur edecektir, ezberlediğimiz ve yaşamadığımız din değil.
Biz Müslümanlar, nerde olursak olalım, dinimizi yaşamakla mükellefiz. Dini, öğrenip de yaşamayanlar kendilerine yazık etmekte ve çevrelerine
kötü örnek olmaktadırlar. Onlar, şeytanın kulları ve
şeytanın askerleridir. Çünkü şeytan da çok bilgiliydi,
ama bilgisi kendi başına belâ oldu; kibirlendi, böbürlendi ve Hz. Âdem’in şahsında Allah’a secde etmedi. Yüce Allah’a secde etmeyen şeytan, kâfir
oldu ve dergâhtan kovuldu. İslâm’ı bilen ve fakat
yaşamayan, secdeye varamayan insanlar bu olayı
Temmuz 2009
yeni başta bir daha okusunlar, ibret alarak okusunlar. İslâm, felsefe değil ki bilmekle yetinelim. İslam, bir dindir; hayat nizamıdır. Bu hayat nizamını
biz evimizde ve hayatımızda yaşamalıyız ki, şehirlerimize, köylerimize, sokaklarımıza ve caddelerimize İslâm hâkim olsun. Kurtuluşun İslâm’da olduğunu biz hayatımızda göstermeliyiz. Hayatımızdaki
güzellik, evimizdeki huzur, yüzümüzdeki tebessüm,
gönlümüzdeki kanaat, dilimizdeki duâ, işimizdeki
çalışkanlık, kalbimizdeki iyi duygular bu iddiamızın
bizim üzerimizdeki canlı delilleridir.
Dördüncü vazifemiz, bu güzel dini yaşatmaktır. Îmân ettiğimiz, iyice öğrendiğimiz ve yaşadığımız dini yaşatmak, hayata hâkim kılmak da bizim
görevimizdir. Bu dini, bu dünyaya hâkim kılamaz ve
bu insanlara yaşatamazsak bütün dünyayı alevateş alır. Biz de bu ateşin içinde yanarız. Hem zaten bu uğurda çalışmak bizim dînî görevimizdir.
Yüce Rabbimiz tarafından bize havâle edilen görevlerdir benim bu saydıklarım. Biz bu görevleri
ibâdet aşkı ile yapacağız. Önce nefsimizden başlayıp, eşimizden, çoluk-çocuğumuzdan tutun da
çevremize ve yakınlarımıza kadar herkesle ilgilenip
onların İslâm’ı yaşaması ve çevrelerine de yaşatmaları için gece-gündüz gayret edeceğiz.
Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
8
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
İSTİĞFAR AZÂBI KALDIRIR
“…Onlar istiğfar edip, af dilerken Allah, onlara azâb
edecek değildir. “ (Enfal, 33)
Hata ve günahtan, önce pişmanlık duyulup vazgeçilir ki
buna “tevbe” denir. Bundan sonra “istiğfar” (af ve özür dileme)ye sıra gelir. İşte bu kademede; suçun itirafı, nefsin acizliği, yalvarma ve gözyaşı, gelecekte tekrar etmeyeceği
sözünün Allah’a verilmesi gibi hususlar yer alır.
Allah; tevbe ve istiğfardan memnun olur. Çünkü; insanların hatadan dönüşleri ve günahtan kaçışları, hem kendilerini
hem de cemiyeti sağlıklı kılacaktır. Ahiret hayatında ise, azaptan kurtulmuş olmaları YARATICI’mızı ayrıca memnun edecektir. Zira, mrad-ı sübhânî/Allah’ın iradesi kulların saadet ve
selametidir. Rabbimiz; küfür ve isyandan ve bunların sonucu
doğacak azaptan memnun değildir. Allah’ın lüzum görür
yarattığı kullarını cezalandırması; “Âdil-i Mutlak” (şaşmaz adalet sahibi) sıfatının bir tecellisidir. Yoksa gönül rıxası ile verilmiş bir ceza değildir. (bkz. Zümer, 7)
İstiğfar yani af ve özür dileme; azabın ilacıdır. Allah Teâlâ;
hata işleyip, daha sonra nefs muhasebesi yaparak bu hatasından dolayı kendisinin af ve mağfiretine sığınanlara, azabın kaldırılacağı müjdesini veriyor. Bu ne kadar büyük nimettir, ah bir
yararlanabilsek… Keşke Müslümanlar üzerindeki azabın gerçek
sebepleri üzerinde biraz “imâl-i fikr” (fikir jimnastiği) de bulunsalar. Hep başkalarını suçlamak yerine biraz da nefislerini
ve kendilerini suçlasalar… “Nerede yanlış yaptık?”, “Hangi hususta Allah’ı gücendirdik?” gibi sorulara cevap arasalar… Bu
takdirde hem hata ve yanlıştan vazgeçme faziletine, hem de
“Erhamürrâhimîn” (merhametlilerin en merhametlisi) olan
Allah’ın af ve bağışlamasına mazhar olacaklar, üstelik de üzerlerindeki azaptan kurtulmuş olacaklardır.
9
Temmuz 2009
Ebubekir SİFİL
Nereye
gidiyoruz!
Haber bültenlerinde aile trajedilerini konu edinen
haberlerin yer almadığı gün yok desek abartı yapmış
sayılmayız. Annesini öldüren kız, ninesini doğrayan
torun, aile fertlerini kurşuna dizen baba, küçük kardeşinin canına kıyan abla veya ağabey... Toplumun en
temel yapı taşını oluşturan aile kurumunun içten içe
çürüdüğü dönemler geride kaldı, artık alarm zilleri
açıktan ve en yüksek perdeden çalıyor. Aile adeta çöküyor...
Problem sadece aynı aileye mensup bireylerin
birbirlerine karşı işlediği suçlarla sınırlı, aile içinde yaşanan trajedilerden ibaret değil. Genel olarak toplumda işlenen her türden suçun en temelinde, ailede
yaşanan olumsuzlukların rolünü görmek gerekiyor.
Eğitimsiz, dinî ve kültürel değerlerden uzaklaşmış,
kendine ve topluma yabancılaşmış bireyler hem kendilerine, hem de ailelerine ve topluma büyük zararlar
veriyor.
Çok değil yüz, yüz elli sene önce, canını, malını,
her şeyini birbirine rahatlıkla emanet eden, mahalleTemmuz 2009
10
sinde, sokağında, köyünde emniyet, asayiş ve güvenin bizzat teminatı olan insanların yaşadığı bir
coğrafyaydı burası. Üç-dört kuşak öncesinden bahsediyoruz.
ARADAN GEÇEN BU ZAMAN
DİLİMİ İÇİNDE NASIL BİR
BAŞKALAŞIMA UĞRADIK?
Bu soruyu, "Batılılaşma" olgusunu dikkate almadan cevaplandırmak mümkün değil. Ne zaman
toplum olarak yönümüzü Batı'ya döndük, işte o
zaman her şeyi, kendisini merkeze alarak, kendi
menfaatleri ve nefsî dürtüleri doğrultusunda belirlemek isteyen bireylerden oluşan bir topluma dönüşmeye başladık. Bu toplum Batılılaştıkça suç
oranları artmaya, insanlar yalnızlaşmaya, aileler
çökmeye, aile bireyleri birbirinden uzaklaşmaya
başladı. Çünkü bu toplumu oluşturan bireyleri birbirine kaynaştıran temel bağlar büyük ölçüde zaafa
uğradı.
Denebilir ki, suç oranları bizdeki kadar yüksek olmayan Batılı ülkeler bulunduğu realitesi, yaşadığımız olumsuzlukların Batılılaşma olgusuna
bağlanmasını tartışmalı kılar.
Ben de derim ki, Batı'da suç oranlarının
düşük olduğu toplumlar bulunduğu doğrudur.
Ancak burada "suç" kavramının içinin neyle doldurulduğu son derece önemli. Yani suç oranlarının az
olduğu söylenen toplumların kabul ettiği "suç" tarifi
ile bizim anlayışımızı bağdaştırmak mümkün değil.
Söz gelimi Hollanda'da, belli bir yaşın üzerindeki insanların belli bir dozun üzerinde olmamak
kaydıyla uyuşturucu kullanması yasal kabul ediliyormuş. Cinselliğin bizde kabul görmesi mümkün
olmayacak tarzda yasal düzenlemelere konu olduğu gerçeği de bir diğer örnek olarak zikredilebilir.
Bunlar ve benzeri örnekler bizde "suç" olarak
kabul edilen birtakım unsurların, Batkılı ülkelerde
suç kabul edilmemesi sebebiyle suç işleme oranının oralarda düşük çıkması sonucunu açıklayıcı
unsurlardır.
Elbette bir de ekonomik durum realitesi var.
O toplumlarla bizim aramızdaki gelir seviyeleri farklılığı, mali durumun bozukluğundan kaynaklanan
suçların da eklenmesiyle bizim toplumumuzun suç
hanesinin kabardığı bir vakıa.
Hayatı ekonomi üzerinde inşa edip, sonra da
-Allah'ın verdiği bunca imkâna rağmen- insanların
yeterli gelir seviyesine sahip olmasını temin edemezseniz, elbette bunun bir faturası, bir yansıması
olacaktır...
"Kanaat hazinedir" hikmetinin, yerini daha
çok kazanıp daha çok harcama güdüsüne terk ettiği bir yapıda birey de, aile de, toplum da dejenere
olacaktır. Bu, kaçınılmazdır. Dayanışmayı, paylaşmayı, fedakârlık ve diğergâmlığı, emr-i ma'ruf
nehy-i münkeri fıtrî bir haslet olarak yaşatan insandan, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye
düşünen, hesapçı, bencil, haris ve hasis insana geçişin neticesidir bu.
Vaiz efendiler cami kürsülerinden istedikleri
kadar etkili vaaz etsin, nasihatte bulunsun. Hayatı
Batılı değerler ekseninde inşa etme ısrar ve alışkanlığından vaz geçmedikçe bu toplumda suç
oranlarının azalmasını beklemek beyhudedir. "Bir
toplum kendisinde olanı değiştirmedikçe Allah o
toplumda olanı değiştirmez."
11
Temmuz 2009
Nihat MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
BU GİDİŞ
NEREYE?
Bu günlerde Mardin’de düğün
evine yapılan baskın neticesinde yaşlı
genç, çoluk çocuk kırk dört masum insanı bir kısmı namazdayken vahşice
katleden caniler, kız arkadaşının boğazını testere ile kesip çöp kutusuna
atan satanist gençler, annesini öldürdükten sonra arkadaşına telefon açıp
normal bir şey gibi ‘annemi öldürdüm
gel’ diyen çocuklar, kendi ailesini yine
çoluk çocuk silahla ev odasında tek
tek tabancayla öldüren adamlar ve
daha niceleri dolayısıyla zaman
zaman ‘Bu toplum çıldırmış. Nereye
bu gidiş?’ diye herkes birbirine soruyor.
Haklılar da. Toplum alarm veriyor. Bu iyi bir gidişat değil. Habil Kabilden beri öldürme, katletme ve
Temmuz 2009
12
cinayet olayları var. Hele ikinci dünya
harbi gibi elli milyon insanın öldüğü
savaş yıllarında ölümün sıradanlaştığını biliyoruz. Bosna savaşında sırp
askerlerinin müslüman annenin elinden çocuğunu alıp katlettiğini sonra
onun etini pişirip yine annesine zorla
yedirecek kadar canavarlaştığını okuduk gazetelerde. Altı aylık çocuklara
kurşun sıkan, Filistinlilerin canlı canlı
taşla vurarak kollarını kıran ve son örneğini Gazze saldırısında gördüğümüz masum insanların üzerine misket
bombaları yağdıran zalim İsrail askerlerini seyrettik çaresizce. Irak’ta, başta
Ebu Gureyb ve diğer bir çok hapishanelerde iffetli insanları çırılçıplak soyduktan sonra üst üste çuval gibi yığan
sonra yanında sıkılmadan poz veren,
yüzünü kocasından başka namahrem
görmemiş iffet timsali kadınlara tecavüz eden Ame-
demiş oluyor. Şüphesiz bu hitap aynı zamanda top-
rikalı, İngiliz ve diğer medeni! Avrupa’nın aşağılık
lumdan, çocuğundan, çevresinden şikâyeti olan ve
dünyasını yaşadık ve daha niceleri. İnsanlık alçal-
tüm bu olumsuzluklara çare arayanlara da çözümü
dıkça alçaldı ve dibe vurdu.
işaret ediyor.
Çoğu kere isyan ettik kendimizce ve dedik ki
Bir kişiye iltifat etmek isteyen ona sadece
‘Hayır, bunlar insan olamaz!’ Evet, doğru. Gerçek-
‘insan’ desin yeter. Bu, onu övmek için kâfidir.
ten insan olmakla beşer olmak arasında fark var
Başka sıfata gerek yok diyen büyüklerimiz elbet bu
bir çok âlime göre. Beşer, bizi ‘canlı’ kılan özelikle-
Kur’an ikliminden renk ve kokularını alıyorlardı.
rimiz. Yunus’un ‘Ete kemiğe büründüm, Yunus diye
Âdemoğullarını ‘insan’ yapmak İslam’ın en büyük
göründüm’ dediği yanımız. Ama insan olmak için
gayesidir. İnsan, İslam’la buluşunca değişir, güzel
‘olmak’ lazımdır. Yani bir çaba sarf etmek ve Allahın
bir renk ve şekil alır ve yeni bir kalıba girer. Merha-
yaratılışta Âdem’e ve dolayısıyla bize üflediği o
met, sevgi, hoşgörü, vefa, yardım severlik, hürmet,
ruhla beraber yaratanın sıfatlarının aynası olabil-
saygı, iyilik gibi insanı ‘insan’ yapan değerler onda
Canlı maymun beyni yemeyi zenginlik ve medeniyet sayan dünya, derisi
zarar görmesin diye canlı fok balıklarının başına vura vura onları öldüren
dünya, ufacık bebeğinin yanında annesini bilmem kaç yerinden bağırta
bağırta canını alan katil, daha çok acı çeksin diye testere ile insan kafası
kesen cani, misket bombalarıyla küçük büyük, çoluk çocuk herkesi canlı canlı
yakan vahşi, komşusunun çocuğunu kaçırıp sonra onu sobasında yakan,
sonra gidip cenaze evinde gözyaşı döken, ağıt yakan sapık, hepsi ve daha
niceleri insanlık adına dünyaya s.o.s veriyor. İslam’a ve Muhammedî ahlaka
ne kadar muhtaç olduğumuzu ilan ediyor kulakları ve vicdanları olanlara.
mekte yatıyor insan olma halimiz. Bazen ‘celal sıfatı’ tecelli eder insanda, bazen ‘cemal sıfatı’. Celal
ve cemalin en üst seviyede ve olması gerektiği ölçüde ve şekilde bulunma haline ise ‘kemal’ denir ki
bu halin zirve şahsiyeti Hazreti Peygamberdir. Bu
yüzden Hazreti Peygamberimiz ‘insan-ı kâmil’dir.
İnsanlıkta zirvedir ve yüce yaratanın bize gösterdiği ‘en güzel örnek’tir.
Yâ Sîn; Ey İnsan, diyerek en çok sevdiği son
peygamberi Hazreti Muhammed aleyhisselama
hitap eden Alah Teala, aynı zamanda tüm insanlığa da ‘İnsan nasıl olur görmek isteyen ona baksın’
kuvvet bulur. Çünkü o, Allahın boyasıyla boyanıp
bu rengi almıştır. Nitekim ayet-i kerimede şöyle
buyrulur; “Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan
daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na
kulluk ederiz (deyin).”1 Bu renk ve şekil sebebiyle
en cani olanlar en merhametli, en zalimler en adil
hale geliverir. Bu, sadece bir ütopya ve proje değildir, bir realitedir ki İslam tarihi bunun örneklerleriyle doludur.
“Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri
sevmez.”2 buyuran Allah Teala, harpte düşmana
13
Temmuz 2009
ve hatta onların ölülerine karşı bile insani muameleyi Müslümanlara talim etmekte ve savaşın da bir
hukuku olduğunu, düşmanlık bir yana insana insan
olarak hürmeti emretmektedir.
Çünkü o, Allahın
boyasıyla boyanıp bu
rengi almıştır. Nitekim
ayet-i kerimede şöyle
buyrulur; “Allah'ın
rengiyle boyandık.
Allah'tan daha güzel
rengi kim verebilir? Biz
ancak O'na kulluk
Allah, Hazreti peygamber aleyhisselama savaşın insani boyutlarda sürdürülmesi için gerekli
bir çok talimatlar vermiştir. Savaşta barbarca metotlar kullanmaktan sakınılmasını istemiş, kadın,
çocuk, yaşlıların ve yaralıların öldürülmesini yasaklamıştır.3 Bunların yanı sıra cesetlerin hırpalanmasını, tarlaların, ağaçların ve hayvanların
tahrip edilmesini ve buna benzer her tür barbarlık
ve vahşiliği yasaklamıştır. Nitekim müşrikler başta
hazreti Hamza olmak üzere müslümanlardan şehit
düşmüş kimselerin cesetlerine fenalık yapmışlardı.
Bu durum Müslümanların zoruna gitti ve müşriklerin cesetlerine de aynısını yapmak istediler. Fakat
Hazreti Peygamber bunu uygun bulmadı ve ‘siz de
aynısını yaparsanız onlardan bir farkınız kalmaz’
buyurarak İslam’ın inşa ettiği insanın farkındalığına, ahlakına, insana bakışına dikkat çekmiş ve
bu konuda ashabını ve bizleri terbiye etmiştir.
ederiz (deyin).”1 Bu
renk ve şekil sebebiyle
en cani olanlar en
merhametli, en zalimler
en adil hale geliverir. Bu,
sadece bir ütopya ve
proje değildir, bir
realitedir ki İslam tarihi
bunun örneklerleriyle
doludur.
“Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat
çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın
hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.”4 ayeti ile terbiye olmuş askeri ve siyasi güç sahipleri konumları ne olursa
olsun insana zulmedebilir mi? Hazreti Peygamberin Hayber’in fethinde Hazreti Ali’yi ordu komutanı
tayin ettikten sonra onu ikaz edip, ‘senin sebebinle
bir kişinin Müslüman olup kurtulması senin için
dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha
hayırlıdır’ diyerek savaşa giden cengavere bile öldürmeyi değil yaşatmayı hedef göstermesi dünya
tarihinde hangi medeniyette ve inanç sisteminde
görülmüştür?
O halde, hem küçük bir dünya olan ailelerine,
hem de büyük bir aile olan dünyalarına insanca bir
düzen vermek isteyenlerin tek çareleri vardır; İnsanı İslam’la buluşturmak.
Düşmanlarının dirisine veya ölüsüne fenalık
etmeyi bırakınız, hayvan keserken bile onun hu-
Temmuz 2009
14
kukuna saygı göstermeyi tavsiye eden bir peygamberin ümmeti, bir inancın müntesipleriyiz hamdolsun.
Özellikle
büyüklerimizin
kurban
bayramında kurbanlığa davranışlarını gözlemlemişizdir. Hayvan bir gün önceden süslenir, hazırlanır.
Ona yumuşak davranılır. İtilip kakılmaz, dövülmez,
vurulmaz. Hazreti Peygamberimiz bir hayvanın yanında diğerlerinin kesilmesini yasaklamış, kesilecek hayvana bıçağın gösterilmesini uygun
bulmamıştır. Ayrıca hayvana eziyet vermemesi için
mutlaka bıçağın bilenmesini, keskin olmasını tavsiye etmiştir. Bu yüzden kurbanlıkların gözleri bağlanır, yavaşça yere yatırılır bıçaklar bir gün
önceden mutlaka bilenir. Hepsi Yaratan adına hayvana ve canlıya hürmet eden büyük bir anlayışın
tezahürü hiç şüphesiz.
Canlı maymun beyni yemeyi zenginlik ve medeniyet sayan dünya, derisi zarar görmesin diye
canlı fok balıklarının başına vura vura onları öldüren dünya, ufacık bebeğinin yanında annesini bilmem kaç yerinden bağırta bağırta canını alan katil,
daha çok acı çeksin diye testere ile insan kafası
kesen cani, misket bombalarıyla küçük büyük,
çoluk çocuk herkesi canlı canlı yakan vahşi, komşusunun çocuğunu kaçırıp sonra onu sobasında
yakan, sonra gidip cenaze evinde gözyaşı döken,
ağıt yakan sapık, hepsi ve daha niceleri insanlık
adına dünyaya s.o.s veriyor. İslam’a ve Muhammedî ahlaka ne kadar muhtaç olduğumuzu ilan ediyor kulakları ve vicdanları olanlara. Dünya’nın bu
gidişi sorgulaması gerekmez mi? Bütün akıl sahiplerinin bunun için acil programlar yapıp şairin ifadesiyle ‘bir zamanlar bizde millet hem nasıl
milletmişiz, gelmişiz dünyaya insanlık nedir öğretmişiz.” dizelerinde ifadesini bulan bu neslin yeniden inşası için çareler araştırması gerekmez mi?
Dünya’ya adaleti, merhameti, insanlığı öğretmiş
koca bir medeniyetin çocukları nasıl oldu da bu
kadar canileşti, vahşileşti diye sorması gerekmez
mi? Zaman zaman kendimize dönüp şu Kur’anî soruyu sormalı değil miyiz; ‘nereye gidiyorsunuz?”5
Sahi bu gidiş nereye?
.......................................................................................
1 Bakara Suresi 2; 138, 2 BakaraSuresi 2; 190, 3 Tefhimu’l Kuran, c.I, Sh. 153, 4
Maide Suresi 5; 32, 5 Tekvir suresi 81; 26
15
Temmuz 2009
Mehmet TALU
ÖMRÜMÜZÜ YARATANIMIZIN
RAZI OLDUĞU BİR ŞEKİLDE
GEÇİREBİLMEMİZİN YOLU...
Gerçekten kısacık olduğuna
inandığımız şu ömrümüzü yaratanımızın razı olduğu bir şekilde nasıl geçirebilmemiz için şu ayet-i kerimenin
gereğiyle amel etmemiz gerekir:
“Şüphesiz ki emrettiğim bu
yol, benim dosdoğru yolumdur. O
halde ona uyun. Başka aykırı yollara tabi olmayın. Sonra sizi O'nun
yani ALLAH Teâlâ’nın yolundan ayırır. İşte ALLAH Teâlâ size bunları
emretti ki kötülüklerden sakınasınız.”1
Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimede
kendisinin gösterdiği doğru yola ittiba
etmemizi, başka yollara sapmamamızı
emrediyor. Abdullah b. Mes’ud şöyle
demiştir: Resûlullah (S.A.V.) efendimiz
bize dosdoğru bir çizgi çizdi ve:
Temmuz 2009
16
“Bu, ALLAH Teâlâ'nın yoludur” buyurdu. Sonra bunun sağından
ve solundan birçok çizgiler daha çizdi
ve:
“Bunlar da birtakım yollardır
ki her birinde bir şeytan vardır. Ona
çağırır.” buyurdu. Sonra da mealini
verdiğimiz ayet-i kerimeyi okudu.” 2
Abdullah b. Abbas (R.A.) diyor
ki: ALLAH Teâlâ bu âyet-i kerime ile,
Mü’minlerin tek bir cemaat olmasını
emrediyor, ayrılıp gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden
yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.
ALLAH Teâlâ'ya gider zannedilen birçok yollar vardır. Fakat insanı
ALLAH Teâlâ'nın rızasına ulaştıran
yol: Cenab-ı Hakk'ın emrettiği yoldur,
İslam yoludur. İslâm'a aykırı her türlü
BİR MÜSLÜMANA BELLİ BAŞLI OLARAK
ÖNCELİKLE:
düşünce ve hayat tarzları, insanları ALLAH Teâlâ'nın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibarettir. Bunun için de:
Evvela “Fırka-i naciye” olan ehl-i sünnet velcemaat mezhebine göre iman esaslarını bellemek,
sonra da o imanın gereği olan salih amelleri yerine
getirmek gerekir. Farzları, vacib ve sünnetleri yerine getirirken haramlardan da uzaklaşmalıyız.
Hatta haram işlemek korkusuyla, şüpheli görülen
şeylerden de kaçınmalıyız.
Ebu Bekr Sıddık (R.A.): Harama düşeriz korkusuyla 70 çeşit helali terk ediyorduk, demiştir. Bu
hale yani şüpheli olan herşeyi terk etmeye “vera”
denir. Vera, takvanın ileri bir merhalesidir, amellerin seyyididir. Vera sahibinin kalbi safa ile doludur.
Kalb gözü parlak ışıklıdır. Hiçbir şey, vera haline
denk olamaz. Dinin dümeni, direği, veradır. Ebu
Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber
(S.A.V) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Vera sahibi ol, insanların en abidi olursun! Kanaatkar ol, insanların en şükredeni olursun! Nefsin için sevdiğin şeyi insanlar için de
sev, Mü’min olursun! Sana komşu olan kimseye ihsan et ki müslim olasın! Gülmeyi de
azalt. Çünkü çok gülmek, kalbi öldürür!” 3
Haramlara bakış açısından Müslümanlar dört
gurupturlar:
Birinci Seviye: Genel olarak haram anlayışı.
İmani kimliği belirleyen, mümini fasık sınıfına
sokan bakış...
İkinci Seviye: Salihlerin haram anlayışı. Harama düşme ihtimalinden ötürü şüpheli şeylerden
kaçınırlar.
Üçüncü Seviye: Muttakilerin haram anlayışı.
Fetva açısından haramdır denmediği halde, şüphe
bile bulunmayan şeyleri titizlik gösterip terk etmek.
Dördüncü Seviye: Sıddıkların haram anlayışı: Helâle bile sınır getirme seviyesidir.
1- İman lazımdır. Bu imanın, “boğazdan aşağıya
inen”, kalpte olan gerçek, kesin, samimî ve geçerli
bir iman olması gerekir.
2- Din yani İslâm lazımdır. Bunun hüküm ve öğretileri İlmihal dediğimiz din bilgisi kitaplarında yazılıdır.
3- Yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet, hikmet
lazımdır.
4- ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Peygamber (S.A.V.)
efendimiz vasıtasıyla insanlığa göndermiş olduğu
Kur’ân-ı Kerîm’i düstur olarak kabul etmek ve
O’nun hükümlerine uymak, öğütlerini tutmak, çizdiği sınırları aşmamak gerektir.
5- Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi tasdik
etmek, O’nu kendisi ve bütün insanlık için en büyük
örnek ve model olarak kabul etmek, O’na biatlı
olmak gerektir.
6- Fıkıh ve Şeriat lazımdır. Çünkü, ALLAH Teâlâ’ya karşı ibadet vazifelerini ve dünya muamelelerini ancak fıkıhtan öğrenebiliriz.
7- Ümmet şuuru lazımdır. ALLAH Teâlâ bütün
mü’minleri kardeş kılmış ve Muhammed Ümmeti
yapmıştır. Ümmet şuuruna sahip olmayanlar menfi
kavmiyetçilik çukurlarına ve tefrikaya düşerler ve
zelil olurlar.
8- Adalet lazımdır. Yüce ALLAH Teâlâ kullarına
adaletli olmalarını kesin şekilde emr etmiştir. Kendi
aleyhimizde, babamızın, kardeşimizin aleyhinde de
olsa yalancı şahitlik yapmamamız, adil olmamız bildirilmiştir.
9- Mukallid Müslümanların mezhep sahibi olmaları gerekir. Çünkü onların ilmi, kendi başlarına
Kitab’tan ve Sünnetten dinî, şer’î ahkâm çıkartmaya yetmez.
10- Zamanındaki İmam-ı Kebir’e yahut Emîrü’lmü’minîne biatlı olmak lazımdır. Hz. Muaviye (R.A.)
den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
17
Temmuz 2009
“Yaşadığı zamandaki imama biat etmeden
ölen kimse sanki cahiliyye ölümü ile ölmüş
olur...”4 buyurmuşlardır. Ne büyük tehdit ve uyarı.
Biz imamsız ve biatsız yaşıyoruz ve hiç umurumuzda değil.
16- Dünya tuzaklarına düşmemek, şeytanın hilelerine kanmamak, dünyanın bir sınav yeri olduğunu
bilmek; dünya için orada ne kadar kalacaksa, ahiret için orada ne kadar kalacaksa o nisbette çalışmak gerektiğini bilmek lazımdır.
11- Sevad-Azam yani büyük karaltı, büyük cemaat, ana cadde içinde olmak lazımdır. Enes b.
Malik (R.A.) den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.)Efendimiz:
“Ümmetim dalâlet sapıklık üzerinde ittifak
etmez. Ümmetim arasında ihtilaf çıktığını, tefrika olduğunu gördüğünüz zaman, siz sevad-ı
azama, büyük karaltıya tâbi olunuz” 5 buyurmuşlardır.
BİR MÜSLÜMANA BELLİ
BAŞLI OLARAK ÖNCELİKLE:
1- İman lazımdır. Bu imanın, “boğazdan
aşağıya inen”, kalpte olan gerçek, kesin, samimî ve geçerli bir iman olması gerekir.
2- Din yani İslâm lazımdır. Bunun hüküm
ve öğretileri İlmihal dediğimiz din bilgisi kitaplarında yazılıdır.
3- Yüksek ahlâk, yüksek karakter, fazilet,
hikmet lazımdır.
12- Tefrikadan, nifak ve şikaktan, fitne ve fesattan kaçınmak, uzak olmak lazımdır.
17- Kötülükle çok emr edici olan nefs-i emmaresi
ile büyük cihad yapmak lazımdır.
18- İstikamet yani doğruluk, dürüstlük lazımdır.
Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Kur'ân-ı Kerim’deki:
4- ALLAH Teâlâ’nın, Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimiz vasıtasıyla insanlığa göndermiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm’i düstur olarak
kabul etmek ve O’nun hükümlerine uymak,
öğütlerini tutmak, çizdiği sınırları aşmamak
gerektir.
5- Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizi tasdik etmek, O’nu kendisi ve bütün insanlık için
en büyük örnek ve model olarak kabul
etmek, O’na biatlı olmak gerektir.
6- Fıkıh ve Şeriat lazımdır. Çünkü, ALLAH
Teâlâ’ya karşı ibadet vazifelerini ve dünya
muamelelerini ancak fıkıhtan öğrenebiliriz.
“Sana nasıl emr olunduysa öylece dosdoğru ol!” 6 ayet-i kerimesi gönderilince: “Hûd sûresi beni kocalttı.” 7 buyurmuşlardır.
13- Takva yani ALLAH Teâlâ’dan korkmak, yasaklarından kaçınmak, emirlerini yerine getirmek
niyetine, azm ve cehdine sahip olmak lazımdır.
14- Hz.Peygamber (S.A.V.)Efendimizi kendi ca-
19- Harbî kâfirlere karşı sert, Müslümanlara karşı
yumuşak ve şefkatli olmak lazımdır.
20- Kâfirleri dost ve veli yani idareci edinmemek
lazımdır.
nından, çoluk çocuğundan daha fazla sevmek ve
korumak lazımdır.
15- Elinden ve dilinden Müslümanların emin ve
güvende olması lazımdır.
Temmuz 2009
21- Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz.Peygamber (S.A.V.)
efendimizin Sünnetinde, şeriatta, ahlâk-ı islâmiyede belirtilen salih amelleri elden geldiği kadar işlemek lazımdır.
18
22- İnsanların, öldükten sonra zamanı gelince
tekrar diriltileceklerine, bir Mahkeme-i Kübra’da
dünyada yaptıklarından dolayı hesap vereceklerine, Cennet ve Cehenneme iman etmek ve bu hesaba hazırlanma şuuruna sahip olmak lazımdır.
Abdullah b. Abbas (R.A.) den rivayete Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Ümmetimin ihtilafı
bir rahmettir.” 8 buyurmuşlardır.
Türkçede ihtilaf kelimesi olumsuz bir mana
taşıyor. Arapçada çeşitlilik demektir. Fıkıhta dört
hak mezhep olması, onlarca tasavvuf tarikatı bulunması, Ümmet içindeki olumlu meşreb farklılıkları evet bütün bunlar Şeriatın kesin hükümlerine
7- Ümmet şuuru lazımdır. ALLAH Teâlâ
bütün mü’minleri kardeş kılmış ve Muhammed Ümmeti yapmıştır. Ümmet şuuruna
sahip olmayanlar menfi kavmiyetçilik çukurlarına ve tefrikaya düşerler ve zelil olurlar.
ile özdeşleştirir. Parçayı bütün gibi görür. Bütünü
parçanın içine sıkıştırmaya, sığdırmaya çalışır.
Başka meşreblerde, cemaatlerde olan din ve iman
kardeşine “bizden olmayan” Müslüman gözüyle
bakar. İşte bu asabiyet ve bu taassup, çeşitliliği
olumsuz ve zararlı hale getirir.
Bir Müslümanın kalbinde iman olduğu müddetçe o bizim mutlak olarak kardeşimizdir.
İslâm dininin hükümlerine ve öğretilerine göre
sadece Peygamberler masumdur. Yani ismet yani
günahtan korunmuş olmak sıfatına sahiptir. Peygamberler dışındaki mü’minler hatâ yapabilir, ya-
başlarına Kitab’tan ve Sünnetten dinî, şer’î
ahkâm çıkartmaya yetmez.
10- Zamanındaki İmam-ı Kebir’e yahut
Emîrü’l-mü’minîne biatlı olmak lazımdır. Hz.
Muaviye (R.A.) den rivayete göre Hz. Pey-
8- Adalet lazımdır. Yüce ALLAH Teâlâ kullarına adaletli olmalarını kesin şekilde emr
etmiştir. Kendi aleyhimizde, babamızın, kardeşimizin aleyhinde de olsa yalancı şahitlik
yapmamamız, adil olmamız bildirilmiştir.
gamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Yaşadığı zamandaki imama biat etmeden ölen kimse sanki cahiliyye ölümü
ile ölmüş olur...”4 buyurmuşlardır. Ne büyük
9- Mukallid Müslümanların mezhep sahibi
olmaları gerekir. Çünkü onların ilmi, kendi
tehdit ve uyarı. Biz imamsız ve biatsız yaşı-
aykırı olmamak şartıyla bir genişliktir, bir rahmettir.
Bütün Müslümanların aynı meşrebten olmasını istemek ve böyle bir şey için çalışmak yanlıştır.
Ashab-ı kiram (R.Anhüm ecmain) hazeratına bakalım, meşrebleri ne kadar çeşitliydi. Bugünkü
Müslümanlar için, olumlu olmak ve şeriata aykırı
bulunmamak şartıyla meşreb çeşitliliği bir güç ve
zenginlik kaynağıdır. Hazret-i Mevlânâ ile İmamı
Birgivî aynı meşrebte değiller. Ama ikisi de lazım.
nılabilir. Fıkhın babası olan İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri bile yanılabileceğini söylemiştir.
Hz.Ömer (R.A.) halife olunca Mescid-i Nebevi’de
minbere çıkmış ve bir hutbe okumuş:
Müslümanlar için zararlı olan şeyler de var.
Bunların başında hizib, fırka, cemaat, tarikat, klik,
grup asabiyeti gelir. Bu asabiyet Müslümana mantığa aykırı işler yaptırır. Mensup olduğu cemaati din
yoruz ve hiç umurumuzda değil.
- Ben ALLAH Teâlâ’ya ve Resûlüne itaat edersem siz de bana itaat ediniz. Etmezsem, bir yanlış
yaparsam... derken oradaki sahabelerden biri
ayağa kalkmış ve:
- O zaman biz seni kılıçlarımızla doğrultmayı
biliriz, demiş.
İftira ve hakaret etmeden olumlu tenkitler ve
uyarılar yapmak, Ümmet işlerinin iyi yürümesi ve
19
Temmuz 2009
hatalardan korunmak için gerekli olan bir vazifedir.
Ümmet içinde denetim, kontrol, murakabe, uyarı
olmazsa kokuşma başlar. Şu soruları beraberce
düşünmemiz gerekir:
1- Türkiye sizce iyi ve olması gereken şekilde
idare ediliyor mu? Siyasetimiz, idaremiz, toplum
yapımız, ahlâkımız iyi ve temiz midir?
2- Vatandaşlarının iyi, vasıflı, güçlü ve üstün olmadığı bir ülkenin iyi olması mümkün müdür?
3- Ebu Kılabe (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Siz ne haldeyseniz öyle idare olunursunuz.” 9 buyuruyor. Bugünkü durumumuz bu hadisi şerife elbette uygundur. Çünkü Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimiz ne buyurmuşsa doğrudur. O
halde birinci iş ve vazife fertleri, aileleri ve toplumu
ıslah etmek; güçlendirmek, vasıflı ve üstün hale getirmek değil midir? Şu işe önce kendimizden başlamak gerekmez mi?
4- İslâm dini ribayı, faizi kesin şekilde haram kılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de ribacılar için:
“İşte böyle yapmazsanız ALLAH Teâlâ ve
Peygamberine karşı savaş ilân etmiş olduğunuzu bilin.” 10 buyurularak faizcileri " ALLAH Teâlâ'ya ve Resûlü'ne savaş ilân etmiş olmakla"
suçlamaktadır. Faizi helâl kabul eden dinden çıkmış olur. ALLAH Teâlâ ticareti helâl kılmıştır, faizi
ise haram. Bugün ülkemiz ve toplumumuz gırtlağına kadar ribaya batmıştır. Böyle bir durumda kurtulmamız, salah ve felaha ermemiz sizce mümkün
müdür?
5- Huzeyfe b. Yeman (R.A.) den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan
ALLAH Teâlâ’ya yemin ederim ki, ya iyilikleri
emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da
ALLAH Teâlâ kendi katından yakın zamanda
üzerinize bir azab gönderir. Sonra ALLAH Teâlâ’ya yalvarıp dua edersiniz ama, duanız kabul
Temmuz 2009
edilmez.” 11 buyurarak, emr-i bil mârufu ve nehy-i
anil münkeri terk eden bir toplum üzerine azab ineceğini açıkça haber vermiş, bizi uyarmıştır. Sizce
Türkiye Müslümanları emr bi’l-mâruf ve nehy-i ani’lmünker farzını eda ediyorlar mı?
6- Yüce İslâm dini ve şeriatı lüksü, israfı, aşırı
tüketimi, gösterişi, gurur ve kibri yasaklamış,
haram kılmıştır. Bugün, toplumun Müslüman kesiminde bu günahlar, haramlar, isyanlar açık bir şekilde işleniyor. Böyle bir toplum isyankâr bir toplum
değil midir? Milyonlarca vatandaş yarı aç yarı tok
yaşar, geçim sıkıntısı çekerken zengin Müslümanların bir kısmının böyle sefıhane ve rezilane bir
hayat sürmesi doğru mudur?
7- Kur’an-ı Azimüşşan, Yahudi ve Hıristiyanları
birtakım ruhbanlarını yani din adamlarını erbab
yani rablar haline getirip putlaştırmakla suçluyor.
Bugün, Müslümanlar arasındaki bazı gruplar da
kendi büyüklerini aşırı şekilde yükseltip, ismet yani
günahtan korunmuş olma sıfatıyla sıfatlandırıp sınırı aşmamışlar mıdır? Günümüzde ne kadar çok
gavs, kutub, mehdi, uçan var... Bu konuda Ümmeti Muhammed sizce yeteri ve gereği kadar uyarılmakta mıdır?
8- Hz. Aişe (R.Anha) anamızdan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Cebrail, bana komşu hakkında nasihate
öyle devam etti ki, komşuyu mirasçı kılacak
sandım” 12 buyuruyor. Sizce bugün Müslüman toplumun komşuluk münasebetleri yüce dinimizin
emir, öğüt ve öğretilerine uygun mudur?
9- Çocuklar ve gençler toplumun, ülkenin, devletin geleceğidir. Biz Müslümanlar, genelde çocuklarımızı ve gençlerimizi İslâm dininin öğretilerinin
ışığında iyi, güçlü ve vasıflı olarak yetiştirebiliyor
muyuz?
10- Kur’an-ı Kerim iyi Müslümanları anlatırken:
“…Harbi kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında şefkatli ve merhametli...” 13 buyuruyor.
Biz böyle miyiz? Böyle isek niçin bazı Müslüman20
lar fikir, görüş, metod ve meşreb bakımından farklı
olan din ve iman kardeşlerinden kopukturlar ve
hattâ onlara düşmanlık yapmaktadırlar?
11- Mevcut dinler ve ahlâk sistemleri içinde gıybeti İslâm kadar kesin şekilde yasak ve haram
kılan başka bir din ve sistem olmadığı halde Müslümanlar arasında gıybet niçin son derece yaygındır?
12- Hz Ali (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” 14
buyurmuştur. Yani Müslümanın her yeni günü, bir
öncekinden iyi olacaktır. Hangi konularda? İbadette, hayır ve hasenatta, faydalı ilim öğrenmekte,
ölüme hazırlanmakta, ahiret yolculuğu için azık
toplamakta, ALLAH Teâlâ’nın rızasını kazanacak
işler yapmakta... Biz böyle miyiz?
13- İslâm’ın eyleme ait en birinci ve önemli emri
beş vakit namaz kılmak olduğu halde, Müslüman
toplum bu farizayı niçin büyük çoğunluk olarak yerine getirmemektedir?
14- Hür ve mukim erkeklerin farz namazlarını camilerde cemaatle kılmaları İslâm fıkhına göre kesin
bir emir iken musalli Müslümanlar, şer’î özürleri olmadığı halde bu emri niçin yerine getirmiyorlar?
15- Dindar ve sofu geçinen Müslümanların evlerinde birtakım cihazlar var. Bunlar İslâm dininin
haram ve yasak kılmış olduğu kötülükleri, çirkinlikleri, isyanları, fısk ve fücurları, büyük günahları evlerin içine kadar getiriyor. Dindar ve sofu
Müslümanlar bu aletleri, kanunî bir mecburiyet olmadığı halde niçin evlerine koyuyor ve karşılarına
geçip saatlerce onları seyr ediyorlar?
Daha böyle yüzlerce soru yöneltilebilir. Bu soruları, bendeniz dahil, kendi nefislerimize soralım.
Doğru cevaplarını bulalım ve hayatımıza uygulayalım. Bazıları:
gınlaştığı, haram yemenin genelleştiği bir ortamda
bu tenkitlerin mutlaka yapılması gereklidir.
İslâm dininde hem müjdeler vardır, hem de
uyarılar ve korkutmalar... İslâm insanlara iman
eder, hayırlı işler yaparsanız kurtulur, ebedî saadete, sonsuz mutluluğa nail olursunuz, Cennet’e
girersiniz buyuruyor.
Madalyonun öbür tarafında uyarılar ve korkutmalar vardır. İman etmezseniz, yahut iman ettiğiniz halde, ALLAH Teâlâ’nın ve Hz.Peygamber
(S.A.V.) efendimizin çizdiği sınırları aşar, emirleri
yerine getirmez, yasakları ve haramları işler,
ALLAH Teâlâ’ya ve Resûlüne isyan eder, yeryüzünde fitne ve fesat çıkartır, mü’min kardeşlerinizle
olan kardeşliği ve birliği bozar, kâfirleri dost ve veli
ittihaz eder, ahireti düşünmez ve ona hazırlanmazsanız başınıza dünyevî ve uhrevî cezalar gelir,
sıkıntılara düşer, bela ve musibetlerle karşılaşırsınız...
İnsanların, halkın bir yandan müjdelenmesi,
öbür taraftan uyarılıp korkutulması gerekir. Sadece
müjde, sadece uyarmak doğru olmaz. İkisi birden
olacak, Müslüman havf ve reca arasında bulunacak.
Bu devir Müslümanlarının en büyük hatâsı ve
kuruntusu şu imtihan ve ibtilâ dünyasını kendileri
için yalancı ve şeytanî bir cennet haline getirmek
istemeleri ve var güçleriyle bunun için çalışmalarıdır. Ne korkunç bir kuruntu...
Dünya cennet değildir... Dünya cennet olamaz... Dünyayı sahte bir cennet yapmaya çalışmak
yanlıştır, sapıklıktır.
Birtakım gafillerin ve cahillerin bu konuda
mutlaka uyarılması gerekir. Soruyorum: Türkiye
Müslümanları yeteri kadar uyarılıyor mu? Yeteri
kadar korkutuluyor mu? Onlara yeteri kadar emr-i
mâruf ve nehy-i münker yapılıyor mu?
............................................................................................
1 En'am Sûresi: 153, 2 Darimî, Mukaddime: 23, 3 İbn-i Mace, Zühd: 24, No:4217,
- Sen her şeye olumsuz tarafından bakıyorsun... Şeklinde tenkitler yöneltiyor. Çok günah işlenen, haramların yaygın hale geldiği, münker yani
dinin ve şeriatın kötü gördüğü işlerin açıkça yapıldığı; fuhşiyatın, azgınlıkların çoğaldığı, ribanın yay-
2/1410, 4 A.b.Hanbel, 4/96, No:16434; Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, 19/388, No:909
5 İbn-i Mace, Fiten: 8, 2/1303, No:3950, 6 Hûd Sûresi:112, 7 Tirmizi; Tefsir; No: 3293
8 Deylemi, Firdevs, No:6497, 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 7/119, 9 Kitabü
Zühdü’l-Kebir, 2/277, 10 Bakara Sûresi:279, 11 Tirmizi, Fiten: 9; Ebû Davûd, Melâhim: 16; A. b. Hanbel, 5/388., 12 Buhârî, Edep:28; Müslim, Bir: 141, No:2625, 13
Fetih sûresi:29, 14 Deylemi, Firdevs, 3/611
21
Temmuz 2009
Talha Hakan ALP
“İbrahimî
Dinler”
Söylemini
Dillendirenden
Daha Zalim
Kim Olabilir?
Az çok tahmin edebiliyorum.
Belki birileri başlığı uçuk bulacak, belki
birileri dehşete kapılacak. Siyaset ve
toplum mühendislerinin yanlarına bir
kısım din önderlerini de alarak dinler
arası hoşgörü kültürünü yaymaya çalıştığı bir dönemde zaten başlığı atarken böyle bir tepkiyi göze almış
oluyorum. Şu halde rahat olduğumu
söylemeliyim. Ancak peşin hükümlü
olmamayı şiar edinenlere makaleyi sonuna kadar okumalarını tavsiye etmeden geçemeyeceğim.
Başlıkta anlatılmak istenen meramı başka türlü ifade etmek de mümkün. Oradaki soru istifham-ı inkârî
dedikleri, red amaçlı sorulardan olduğu için olumsuz bir cümleyle açımlanabilir. Bu bakımdan başlık
muhataba, bir şeyi öğrenme isteğini
ifade eden inşa cümlesi değil, ona bir
şeyi anlatmak isteyen haber/hüküm
Temmuz 2009
22
cümlesidir ve haliyle “İbrahimî dinler”
söylemini dillendirenden daha zalim
kimse olamayacağı hükmünü muhtevidir. Ve bu yazı da bu hükmü ispat
edecek bilgileri ve bu bilgiler arasında
kurulması gereken bağlantıları konu
edinecektir. Sözün evvelinde başlığın
“Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha
zalim kim vardır?” (Bakara, 140) ayetinin
günümüze dönük bir açılımı olarak tasarlandığını ifade edeyim.
Konuya ıttılaı olmayan, dolayısıyla bağlantı kurmakta zorlanacağını
düşündüğüm kimseler için önce birkaç
mukaddime
yapmam
gerekiyor.
Bunun için ilgili ayetin içinde yer aldığı
ayetler gurubunun ana konusuna dair
bilgi vermeliyim. Bu ayetler Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ve Hz. Yakub’un
diyanetine,
hassasiyetle
muhafaza ettikleri dini kimliklerine dair
beyanatı içeriyor. Bu beyanat içerisinde bazen açık
bazen dolaylı biçimde Ehl-i kitabın bu peygamberlerle bir bağının olmadığı ifade edilerek tarih boyu
tahrif edilen bir hakikat ortaya çıkartılıyor ve söz konusu vahyin taşıyıcıları olarak Muhammed ümmeti
buna şahit kılınıyor.
Meseleye dair daha derinlikli bir bakış için ilgili ayetler içerisinde Ehl-i kitabla ilgili münakaşalara yer veren beyanata da değinmeliyim. İlgili
beyanat kabaca ele alındığında bunların bazen
Ehl-i kitabın birbirleriyle yaptıkları münakaşalara,
bazen de Müslümanlarla giriştikleri münakaşalara
temas ettiğini söyleyebiliriz.
Ehl-i kitabın birbirleriyle yaptıkları münakaşalar şu an bizi ilgilendirmiyor. Bizi ilgilendiren onların
Müslümanlarla yaptıkları münakaşalar. Ya da Müslümanlara karşı iddiaları ve Kur’an’ın bu iddialara
verdiği cevaplar. Evet, meselenin bu yanıyla ilgileniyoruz. Çünkü sadece başlığı açıklamam için
değil, bugün Hıristiyan dünyasıyla birlikte uygulanmakta olan bazı uluslararası projeler açısından da
ilgi alanımız bu istikamette sınırlanmış oluyor.
Ehl-i kitabın Müslümanlara karşı dillendirdikleri iddiaların ilgili ayetlere konu kılınan şu çağrılarıyla giriş yapabiliriz. “(Yahudiler ve Hıristiyanlar
Müslümanlara:) Yahudi ya da Hıristiyan olun ki,
doğru yolu bulasınız, dediler. De ki: Hayır! Biz,
hanîf olan İbrahim'in dinine uyarız. O müşriklerden değildi.” (Bakara, 135) Kur’an Müslümanlara
öğütlediği bu cümlelerle münakaşaya müdahil oluyor; bu iki milletin hakikat ve hidayetle aralarındaki
karşıtlık ilişkisine dikkat çekiyor. Hidayeti kendi tekellerinde sanan bu milletlere ayetin haykırdığı gerçek şu: Hidayetin adresi Yahudilik ve Hıristiyanlık
değildir; bilakis İbrahim’in milletidir. Bu haykırış Yahudilik ve Hıristiyanlıkla İbrahim’in milleti arasında
hidayetle dalalet arası kadar bir fark olduğunu da
zımnen ifade etmiş oluyor.
“Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” (Bakara, 140)
İfade etmiş oluyor ama Ehl-i kitab Hz. İbrahim’i ve onun soyundan gelen diğer peygamberleri
istismar etmekten geri durmuyor, her fırsatta İbrahim, İshak ve Yakup peygamberleri sahipleniyor.
Üstelik Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri İsrailoğulları olduğunu iddia eden Yahudiler tarafından
ayrıca bir avantaj olarak görülüyor. Soylarını sürdürdüğümüz bu peygamberlerin dinleri de bizimle
yaşıyor, iddiası her hallerine yansıyor. Kur’an buna
cevap olarak soy bağının bu noktada bir şey ifade
etmeyeceğini yine ilgili ayetler içinde şöyle ifade
ediyor: “Onlar bu dünyadan göçüp gitmiş birer
ümmettir. Kazandıkları sadece kendilerine,
sizin kazandıklarınız da sadece sizedir.” (Bakara, 134)
23
Temmuz 2009
Âl-i İmran suresinde yine bu
hususta nazil olan başka bir ayet
var: “Ey Kitap ehli! İbrahim
hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir.
Akletmiyor musunuz? (…)
İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan
da değildi, ama doğruya yönelen bir Müslimdi; ortak koşanlardan
değildi.
Doğrusu
İbrahim'e en yakın olanlar, ona
uyanlar, bu Peygamber ve müminlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 65-67)
Ehl-i kitabın sözünü ettiğimiz bu peygamber
istismarcılığı bazı ayetlerde dolaylı, bazı ayetlerde
doğrudan konu ediliyor. Dolaylı biçimde konu edildiği ayetlere bakalım önce. Mesela Yahudilerin, en
basitinden “İsrailoğulları” vurgusunda istismar ettikleri İsrail peygamber, yani Yakup (aleyhisselam)’ı
düşünelim. Yahudilerin, Hz. Yakub’un da kendileri
gibi Yahudi olduğu ve evlatlarına da haliyle Yahudiliği vasiyet ettiği yönündeki iddialarına Bakara
133. ayeti dolaylı biçimde temas ediyor. Ancak bu
ayete geçmeden önce tablonun bütününü görmek
için birkaç ayet öncesine gidelim. Allah katında muteber dinin sadece İbrahim’in dini olduğunu tasrih
eden “Kendini bilmezden başkası İbrahim'in dininden yüz çevirmez.” (Bakara, 130) ayetini hatırlayalım. Hz. İbrahim’in dininin biricikliğini ortaya koyan
bu ayetin ardından başta İbrahim peygamber
olmak üzere soyundan gelen diğer peygamberlerin
de hep bu din üzere oldukları ve hep bu dini vasiyet ettiklerini bildiren şu ayete geçelim: “İbrahim
bu dini oğullarına vasiyet etti. Yakub da: «Oğullarım! Allah bu dini size seçti, siz de ancak
Müslimler olarak can verin» dedi.” (Bakara, 132)
Temmuz 2009
Şimdi bu ayetlerin ardından Yahudilerin yukarıdaki iddialarını yalanlayan bir sonraki ayeti
okuyalım: “Yoksa Yakub can verirken sizler yanında mı idiniz? O, oğullarına: «Benden sonra
kime kulluk edeceksiniz?» diye sormuştu;
Onlar da: «Senin İlahın’a ve ataların İbrahim, İsmail, İshak'ın Rabbi olan tek ilaha kulluk edeceğiz, bizler O'na Müslim/teslim olmuşuzdur»
demişlerdi.” (Bakara, 133) Ayetin başındaki soru, Yahudilerin, Hz. Yakub’un evlatlarına Yahudiliği vasiyet ettiğine dair iddialarına işaret ediyor ve bunu
reddediyor. Bu ayetler Yahudi ve Hıristiyanların
mevcut dinlerini mezkûr peygamberlerle ilişkilendirmelerini dolaylı biçimde anlatıyor. Doğrudan anlattığı ise bu peygamberlerin dininin hep aynı
olduğu ve temelde Allah’a teslimiyet anlamına
gelen İslam olduğudur.
Bu konuda doğrudan ifadelerin yer aldığı
ayetler olduğunu da belirtmiştik. Şimdi o ayetleri
görelim. Önce şu ayeti okuyalım: “Yoksa İbrahim,
İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi
veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?
Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? de.
Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği
gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 140) Bu ayette
Ehl-i kitabın söz konusu iddiası reddedilirken “Allah
tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır?” cümlesiyle bir başka
gerçeğe de dikkat çekiliyor. Onların bu iddiayı bilinçsizce ortaya atmadıkları, aslında İbrahim ve
diğer peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olmadıklarına dair bilgi sahibi oldukları; ama buna rağmen sırf batıllarını hakikat göstermek için bunu
gizledikleri ifade ediliyor.
Âl-i İmran suresinde yine bu hususta nazil
olan başka bir ayet var: “Ey Kitap ehli! İbrahim
hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil
de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Akletmiyor musunuz? (…) İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir
Müslimdi; ortak koşanlardan değildi. Doğrusu
İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, bu Peygamber ve müminlerdir. Allah müminlerin velisidir.” (Âl-i İmran, 65-67)
24
Her iki ayet de Yahudi ve Hıristiyanların Hz.
İbrahim üzerinden kendilerine meşruiyet davası
güttüklerini, onların da Hz. İbrahim’in iman ettiği
dine iman ettiklerini ve haliyle ona dinde varis olduklarına dair düşüncelerini ortaya koyuyor. Kur’an
ise bu iddiayı yalanlıyor; açıktan Hz. İbrahim’in ne
Yahudi ne de Hıristiyan olduğunu belirtiyor. Yahudilik ve Hıristiyanlıkla Hz. İbrahim arasında bir
alaka kurulamayacağını gösteriyor. Ayrıca Hz. İbrahim’in müslim olduğu ifade edilerek Yahudilik ve
Hıristiyanlığın ne haniflikle ne de Müslimlikle/İslam’la da bir alakasının bulunmadığı da ifade edilmiş oluyor
Şimdi buradan başlığa geliyoruz. Yukarıda
mealine yer verdiğimiz Bakara 140. ayetin içinde
geçen bir cümle vardı. O cümleyi tekrar hatırlayalım. “Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği
gizleyenden daha zalim kim vardır?”
nin yanında siyasî ve sosyal bağlamı muvacehesinde mesaj içeriği itibarıyla da bunu pekala söyleyebiliriz. Bununla birlikte söylemin, Allah katında
yegâne din olan ve Hz. İbrahim de dâhil bütün peygamberlerin tek dini bulunan Müslümanlığın yanına
birer beşerî din olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı katarak onlara da en az Müslümanlık kadar meşruiyet
kazandırmaya yaradığını ve bu yolla İslam’ı alternatifi bulunan dinlerden bir din kategorisine indirgediğini her geçen gün daha net olarak
görmekteyiz. Öte yandan ilahiyatçıların bugün şu
veya bu yönüyle Ehl-i kitabı konu edinen araştırmalarında her geçen gün Ehl-i kitap lehine daha bir
netleşen teolojik temayül de bunun bir göstergesidir.
Şimdi bu cümlenin bağlam içinde neye denk
düştüğünü tekrar hatırlayalım. Bu cümlenin öncesinde İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarının
Yahudi veya Hıristiyan olduklarına dair Ehl-i kitabın iddiasına yer veriliyordu. Şu halde sadedinde
bulunduğumuz cümlenin bağlam içindeki açılımı şu
oluyor: “Anılan peygamberlerin Yahudi ve Hıristiyan olduklarını söyleyerek Allah’ın kendilerine verdiği gerçek bilgiyi gizleyenden daha zalim kim
olabilir?” Peki, Allah’ın kendilerine verdiği gerçek
bilgi nedir? İşte o bilgi Âl-i İmran 66. ayetinde bize
de verilen şu bilgidir: “İbrahim, Yahudi de, Hıristiyan da değildi, ama doğruya yönelen bir müslimdi;
müşriklerden de değildi.” Şimdi bu bilgiyi de hesaba katıp ilgili cümleyi biraz daha somutlaştıracak
olursak şöyle diyebiliriz: “İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan olmadığı yönündeki gerçek bilgiyi gizleyip,
onun Yahudi ve Hıristiyan olduğunu iddia ederek
gerçeğin tanıklığını gizleyenden daha zalim kim
olabilir?”
Şu halde yukarıda mealleri verilen ayetlerde
kadim Ehl-i kitabın dile getirdiği İbrahim peygamberin Yahudi olduğu ya da Hıristiyan olduğu yönündeki iddia ile İbrahimî dinler söylemindeki iddia
arasında temelde bir fark yoktur. Tek fark öze taalluku olmayan ayrıntıdadır ve o da o günkü Ehl-i kitabın iddiasında İbrahimî olmak sadece Yahudilik
ya da Hıristiyanlığın hakkı görülürken, “İbrahimî
dinler” söyleminde bu hak anılan iki dinin yanında
Müslümanlığa da layık görülmektedir. Sonuçta her
iki iddiada da Hz. İbrahim’le Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında Kur’an’ın reddettiği ve gerçek bilgiye dair şahitliği gizlemeye eşitleyip en büyük
zulüm gördüğü düşünce olumlanmaktadır. Bu bakımdan dün bu ayetteki tehdidin hitabına, Yahudilik ya da Hıristiyanlıkla Hz. İbrahim arasında bağ
kurmaya çalışan kadim Yahudi ve Hıristiyanlar
dâhil olduğu gibi bugün bunların yanında, dinler
arası hoşgörü kültürünün havariliğine soyunan ve
“İbrahimi dinler” yalanıyla her üç dinin modern insani değerlerle uzlaştırılması kabil prensiplerinden
eklektik bir “insanlık dini” projesinin Müslümanlık
cenahındaki taşeronları de dâhildir.
İşte şimdi meselenin “İbrahimî dinler” söylemiyle alakasına gelebiliriz. Önce söylemin ifade ettiği anlamı, çağrıştırdığı düşünceyi konuşalım. Bu
söylemin, Müslümanlık, Yahudilik ve Hıristiyanlığın
aynı kökten gelen kardeş semavi dinler olduğu yönünde bir iddia taşıdığı açık. Söylemin lafzî içeriği-
Tarihin tanıkları seçilen adil bir ümmetin varisleri olarak şahadetimizle dünya insanlarına deklare edilmek üzere Allah’ın bize emanet ettiği bu
hakikati bugün “İbrahimi dinler” söylemiyle yine bizlerin gizleyip tahrif etmekte olması ne kadar hazin
değil mi?
25
Temmuz 2009
Ömer Faruk TOKAT
Taliban
ve
Pakistan
Uleması
Taliban'ın Svat savaşı konusunda Pakistan Uleması İkiye Bölündü
Svat bölgesinde şeriat ilan eden
Taliban, bir süredir dünya gündemini
meşgul ediyor. Taliban'ın amacı Pakistan anayasasında belirtilen şeriat
ahkâmını kendi bölgelerinde uygulamak.
Taliban savaşçıları mayıs başında başkente 130 kilometre mesafedeki Bunner bölgesini işgal ettiği
sıralarda Washington’da bir araya
gelen ABD Başkanı Barack Obama,
Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali
Zerdari, "ortak düşman"ı alt etmenin
yollarını konuşuyordu. Halbuki bu
zirve öncesinde Pakistan hükümeti
serhad bölgesi kabilelerinin sesi olan
Taliban'ın kendi bölgesinde şeriat
mahkemeleri kurmasına ve islam ahkâmını uygulamasına parlemento kararıyla izin vermişti. Ne olduysa bu
Temmuz 2009
26
zirveden sonra oldu ve Pakistan Devlet Başkanı Asıf Ali Zerderî Amerika'dan döner dönmez devletin bu
kararını bir tarafa koyarak Svat operasyonlarını başlattı. Ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve Taliban için
kurtarılmış bölge olarak adlandırılan
Svat Vadisi ve civarına yoğun hava
bombardımanın ardından 15 bin asker
sevk edildi.
Pakistan ordusunun Svat operasyonları sürerken ülkedeki sivil ve
dinî cemaatler konuyla ilgili farklı tutumlar sergilemekte. Diyobendî hareketi, kendi büynesinden doğan Taliban
hareketi için tavır belirlemekte zorlanıyor. Pakistan devleti tarafından "terörist" ve "vatan haini" ilan edilmiş
Taliban'ı savunmak oradaki cemaatler
açısından oldukça zor. Bu yüzden Diyobendîler, Taliban'ı doğrudan savunamazken sorunun savaşla değil
Taliban'la masaya oturularak çözülebileceğini söylüyor.
Pakistan'ın en büyük cemaatlerinden olan Diyobendî ve Birelvî ekolleri Pakistan ordusunun, ülkenin kuzey batısında yer alan Svat vadisindeki
Taliban savaşçılarına karşı başlattığı, yüzlerce insanın ölümüne ve bir milyondan fazla insanın göç
etmesine sebep olan bu operasyonlar konusunda
görüş ayrılığına düştü.
Taliban aleyhine alınmış kararlar ve oluşan
kamuoyu sebebiyle Taliban'ı doğrudan savunamayan Diyobendîler, Svat vadisinde akan insan kanından hükümetin de en az Taliban kadar sorumlu
olduğunu söyleyebiliyor... Sorunun savaşla değil
masada çözülmesi gerektiğini savunuyor.
Öteden beri, devletçi ve milliyetçi duruşuyla
bilinen Birelvîler ise Taliban'ın "devlet düşmanı" olduğunu ileri sürerek, hükümetin Taliban'a karşı askerî güç kullanmasını destekliyor.
Diyobendî ekolüne bağlı olan Cemiyyet-i
Ulemâ-i İslam (İslam Âlimleri Birliği) genel sekreteri Hafız Hüseyin Ahmed, konuyla ilgili açıklamasında, askerî operasyonların hiçbir sorunu
çözemeyeceğini söyledi.
Diyobend ekolü âlimleri akan kanda Pakistan
devletinin de sorumlu olduğunun altını çiziyor. Taliban yaftasıyla bölge halkına karşı savaş açıp insanları öldürmenin sorunu çözmeyeceğini aksine
sorunun askerî operasyonlar yerine masaya oturulup diyalogla çözüleceğini söyleyen Cemiyet-i
Ulemâ-i İslam Genel Sekreteri Hafız Hüseyin
Ahmed, Svat'ta savaşın patlak vermesinde Amerika'nın rolüne ve savaşın Pakistan devlet başkanı
Asıf Zerdârî'nin en son Washington ziyaretinden
hemen sonra başladığına işaret ediyor. Hafız Hüseyin Ahmed, "Her şey önceden planlanmıştı.
Amerika'nın Pakistan'a vaat ettiği yardımlar hep
kan karşılığında gerçekleşmektedir. Svat'ta akan
kanın sebebi de budur" dedi.
Başkent İslamabad'a 130 km. mesafedeki
Svat vadisinde Pakistan ordusu ve Taliban güçleri
arasında, gerçekleşen şiddetli çatışmalarda, hükümetin verdiği kesin olmayan rakamlara göre şu ana
kadar binden fazla Tâliban savaşçısı ve elli Pakistan askeri hayatını kaybetti.
Turistik bir bölge olan Svat vadisindeki çatışmalar sebebiyle 1.17 milyon kişi evlerini terk etti.
Birleşmiş Milletler, bölgeden göç edenlerle ilgili
uluslar arası yardım çağrısı yaptı.
Diyobendî hareketi, 19. asırın ikinci yarısında
bir grup Hintli âlim tarafından İngiliz işgaline karşı
direnmek ve Hindistan'daki İslâmî kimliği korumak
amacıyla kuruldu. İngiliz işgalini destekleyen sapık
mezhep ve fırkalara karşı mücadele etti. İslâmî
ilimleri yaymak için Alt-Kıta'nın dört bir yanında
medreseler açtı. Diyobendî hareketi İslam kütüphanesine önemli eserler kattı ve önemli âlimler yetiştirdi. Hareket fıkıhta Hanefî, akidede Matürîdî ve
Eşarî ve meşrep olarak sûfî çizgide faaliyet göstermektedir.
"HÜKÜMET HAKLIDIR"
Diğer taraftan devlet yanlısı tutumuyla bilinen
Birelvî cemaatine mensup âlimler, askerî operasyonların doğru olduğunu savunuyor. Birelvî ekole
bağlı Cemiyyet-i Ulema-i Pakistan (Pakistan Âlimleri Birliği) başkanı Sâhib Zâde Fadl Kerîm konuyla
ilgili yaptığı açıklamada, "askerin Svat vadisinde
yaptığı operasyonu destekliyoruz. Çünkü bu, Pakistan için bir savunma ve varlık savaşıdır. Taliban
savaşçıları devlet düşmanıdır. Devlete düşen ise
düşmanlarına karşı var gücüyle savaşmaktır" dedi.
Devletle savaşma amacını Pakistan'da İslâm
Şeriatını tatbik etmek olarak açıklayan Taliban'ın
bu sözlerine karşı çıkan Sâhib Zâde cemaatinin
devletçi tutumunu destekleyerek, "Masumları öldürmekle sonuçlanan hiçbir durum şeriata mal edilemez" dedi.
Birelvî cemaatine bağlı birçok oluşum, Taliban hareketine karşı "Pakistan'ın kurtuluşu için dayanışma" kampanyaları düzenliyor.
Birelvî cemaati İngiliz işgali döneminde Hindistan'da kuruldu. Cemaatin Mezarlıklarda uyguladıkları aşırılıklar, Hz. Peygamber'in meclislerinde
her zaman hazır bulunduğunu kabul etmeleri ve
yer yer Batınîliği andıran muharref sûfî bir anlayışı
var.
Svat vadisinde sayıları 4-5 bin arasında olan
Taliban savaşçılarına karşı 15 bin Pakistan askeri
savaşıyor.
...................................................................................
Kaynak: Pakistan basını
27
Temmuz 2009
Prof. Dr. Sayın DALKIRAN
İFTİRA;
Kılıçtan
Daha Zalim
Bir Silah
Belki de hayatta hiç haklılık payı
olmayan olumsuzluklardan biri olan iftira, kişi, kurum, kuruluş, şirket ve benzerleri hakkında olmayan bir şeyi
olmuş gibi anlatmak veya nakletmektir. İftira şüphesiz çok çirkin bir davranış ve büyük bir zulümdür.
Hangi gerekçe ile olursa olsun iftirayı meşru göstermek mümkün değildir.
İftira
şahsın
kendisine
olabileceği gibi bir kuruma, bir teşekküle, bir firmaya, bir markaya, bir millete, bir dine ve benzerlerine de
olabilir.
Şahıs olarak pek çok insan iftiraya maruz kalmıştır ve kalmaya da
devam etmektedir. İnsan ve insanlık
var olduğu sürece bu menfur fiil de
devam edecektir. Peygamberler gibi
güzide insanlar bile iftiraya maruz kalmışlardır. İftira, tarihte örnekleri bulunduğu gibi günümüzde de varlığını
devam ettirmektedir. Hakeza istikbalde de örnekleri yaşanmaya devam
Temmuz 2009
28
edecektir. Hz. Âdem’in yaratılışıyla
daha doğrusu insanlık tarihiyle başlayan bu kötü adet kıyamete dek sürecektir. Bunun böyle olacağını
söylemek kehanet değil başlı başına
bir realitedir.
Dünyada iyilikler ve kötülükler,
güzellikler ve çirkinlikler, hayırlar ve
şerler iç içe bulunduğu gibi melekler
ve şeytanlar da varlıklarını Allah’ın dilediği süre içinde devam ettireceklerdir. Dolayısıyla melekî işleri yani hayrı,
iyiyi, güzeli doğruyu yaşayanlar ve tavsiye edenler olduğu ve olacağı gibi,
şeytani fiilleri yani şerri, kötülüğü, çirkinliği, yanlışı benimseyenler ve başkalarına da önerenler bulunacaktır.
İşte bunların başında söz konusu ettiğimiz iftira gibi kötü bir fiil gelmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), kul hakkının hiçbir şekilde affedilmeyeceğini
ifade eder. Affedilmesinin şartı da iftira
attığı kişiden helallik dilemesi ve o kişinin de gerçekten onu affedip hakkını
helal etmesine bağlıdır. Eğer iftira büyük bir gruba,
din mensuplarına, bütün bir millete veya kurum ve
kuruluşlara yapılmış ise onlardan nasıl özür dilenecek ve dilendiği takdirde binlerle milyonlarla
hatta milyarla ifade edilebilecek olan o toplum onu
affedebilecek midir?
İşin en önemli yönlerinde biri de iftiranın yayıldığı alanla ilgilidir. Bir iftiranın birkaç kişinin arasında dillendirilmesi ile milyonların takip ettiği bir
radyo ve televizyon kanalından dinleyici ve izleyiciye veya yüz binlerin takip ettiği bir gazete sayfasından
okuyucuya
duyurulması
arasında
mukayese kabul etmeyecek bir farklılık vardır. Şüphesiz, böylesi bir iftiranın affı ise daha da zorlaşır.
İftira insanların rahat ve huzurunu ortadan
kaldırır. Bazen haksız bir şekilde mahkûm olmalarına, işkence ve ceza çekmelerine, aç ve açıkta
kalmalarına, ana-baba çoluk çocuğunun aç ve sefil
bırakılmalarına neden olmaktadır. Toplumun değer
yargıları noktasından bakıldığında namusa gelecek bir iftira zaman zaman cinayetlere ve bir kısım
insanların toplum içinde dışlanmalarına sebebiyet
vermektedir. Bu konuda iftiraya uğrayanlardan biri
Hz. Yusuf’tur ve bu yüzden yıllarca hapsedilmiştir.
Ayrıca, “…Meryem’e büyük bir iftira atmalarından… dolayı kalplerini mühürledik.” (Nisa, 156)
ayetinde olduğu gibi Hz. Meryem’e de iftirada bulunulmuştu. Benzeri bir iftira da Hz. Peygamber’in
güzide eşi Hz. Aişe’ye atılmıştı. İslam tarihinde “ifk
olayı” olarak bilinen konu ile ilgili Kur’ân’da açıklamada bulunulmuş ve Hz. Aişe’nin ismeti teyit edilmişti.
Zaman zaman da bir kısım marka ve şirketler
farklı şekillerde iftiralara uğramaktadırlar. Onlar bu
işin doğru olmadığını hukuki olarak ileride ispat etseler de o zamana kadar pek çok mağduriyetleri
ve zararları söz konusu olmaktadır. Peki, buna
neden olan gazete veya tv. kuruluşları ise, ileride
sayfalarında tekzip yayınlamaya zorlanması veya
birkaç gün ekranlarının karartılması büyük darbe
yiyen o şirketin zararlarını telafi edebilecek midir?
Bazen iktidar hırsıyla, muhaliflere hiç olmayan hususlarda bir takım yakıştırmalar ve yaftalarla
iftira atılması da dehşet verici bir tutumdur. Kişi
veya partiler, kendi iyiliklerini ve projelerini anlatacakları yerde, siyasetlerini karşıya çamur atma
üzerine tesis ederlerse bu durum da son derece
yanlıştır. Kurumlar arası bir kısım çekişmelerde de
durum bundan farksızdır. Her kurum, millete hizmet adına kendi üzerine düşen ne ise onu hakkı ile
ifa etmelidir. Bu millet, iftira derecesine varan çekişmelerden uzak olarak kurum ve kuruluşlardan
daima hizmet beklemektedir.
Şüphesiz, yanlış yapanların karşısında ilgilileri uyarmak kişi ve kuruluşların görevidir. Ancak
elde bir delil olmadan sadece varsayımlara dayanan bir kısım vehimleri dillendirmek de doğru değildir.
Hz.
Peygamber,
her
duyduğunu
söylemesinin kişiye yalan olarak yeteceğini ifade
etmiştir. Kur’an’da da: “Ey iman edenler! Size bir
fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak
için o haberin doğruluğunu araştırın” (Hucurât 6)
buyrulmaktadır. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir
hadiste Hz. Peygamber’e gıybetin ne olduğu sorulur. Hz. Peygamber: “Kardeşini hoşlanmadığı bir
şeyi ile hatırlayıp konuşmandır” cevabını verir.
Bunun üzerine bir şahıs; “ya söylediğim durum
onda mevcut ise” der. Bunun üzerine Rasûlullah:
“Söylediğin şey onda var ise gıybet etmiş sayılırsın, yoksa iftira etmiş sayılırsın” buyurur (Tirmizi,
Birr ve Sıla, 23). Bu hadisten de anlaşıldığı üzere iftira
gıybetten daha kötü ve insanların kişilik haklarını
ihlal eden bir tutumdur.
Henry Fielding’e atfedilen şu söz iftiranın ne
denli çirkin olduğunu gösterir: “İftira; kılıçtan daha
zalim bir silahtır, çünkü iftiranın açtığı yaralar hiçbir
zaman kapanmaz.” W. Shakespeare ise; “ismetinden donsan, kar gibi lekesiz olsan, yine de iftiradan kurtulamazsın” sözleri ile kişilerinin ne kadar
dikkat ederlerse etsinler, zaman zaman iftiraya
maruz kalabileceklerini vurgular. “İftira olduktan
sonra, söylenecek söz mü bulunmaz; erdem bile
iftiranın ekmeğine yağ sürer” diyen Lesage, iftira
olduktan sonra herhangi bir neden aranmasına
gerek olmadığını, iftira edilen kişideki erdemin bile
bu iş için yeterli sebep olduğunu vurgular. Şüphe
yok ki iftira, genel anlamda alçakların en iyi becerdikleri iştir. Bu konuda da Napoleon’un şu sözü yerindedir: “İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu beceren;
iftirayı da becerir.”
Özetle iftira fevkalade kötü bir davranıştır ve
bu konuda müfteri açıkça kul hakkını ihlal etmektedir. İftiranın cezasını dünyada görmek mümkün
ise de, asıl ceza mahkeme-i kübrâda kesilecektir.
Hangi düşünce ile olursa olsun iftirayı meşrulaştırmak mümkün değildir. Zîra, Nur Suresi 15. ayette
ifade edildiği gibi iftira Allah katında büyük bir suç
olarak kabul edilmektedir. Ancak bu suç tamamen
kul hakkı ile alakalıdır. Unutulmamalıdır ki; insanlar
her söz ve davranışlarından mutlaka muhasebeye
çekileceklerdir. Zira insan ipi boğazına bağlanmış
ve otlaması için bırakılan bir hayvan gibi değildir.
Onun her sesi banda kaydedilirken, her davranışının da filmleri kayıt altına alınmaktadır. Umulur ki;
bu kayıtların içinde cezası çok şiddetli olan iftira
suçu yer almaz.
29
Temmuz 2009
Dr. Mustafa BAHADIROĞLU
BU SEVDA UNUTULUR MU?
İnsan, İlâhî isimlerin fiili tecellisi olan
kâinâtın küçük bir nüshası ve göz bebeğidir.
Âlemin esrarlı derinliklerini mıknatıs gibi kalbinde toplayabilecek bir gönül aynasına sahiptir. Cihazları kâinâtın her zerresiyle
alâkadardır.
Ötelere ait nâmütenâhi sırların yumağıdır. Çünkü ötelerden gelmiş, ötelere gidecek. Arş-ı a'lânın üzerinde Rabbinin
tecellîleriyle mest olup seyrân ederken araya
perdeler girmiş. Şu sıralarda gurbet hayatı
yaşıyor. Fakat sevgilinin cemâliyle kendinden
geçmiş, aşk derdiyle bir hoş olup yanmış yakılmış. Gurbet hayatı ona bir zindandan farksız. Güle âşık bülbül gibi gülzâra kanat
çırpıyor. Mahbuba kavuşup vuslata ermeden
ona rahat yok. Öyle bir sevgiliye tutulmuş ki,
cennetin bin senelik en mesut hayatı bile, onu
bir an görmenin zevkine denk değil.
Fakat kimi ruhlar, gurbette tanışıp buluştuğu nefs-i emmareye âşık olunca, onun
Temmuz 2009
30
gerdiği karanlık perde arkasında her şeyini unuttu.
Ne hakîkî sevgili ne de asıl memleket kaldı. Cadı
kadınına benzeyen nefsini dünya güzeli diye sevdi.
Gurbeti vatan, bu mezbeleyi mesken, bu ayrılığı
kavuşma, bu karanlığı aydınlık, bu gerilemeyi ilerleme, bu hapishaneyi cennet sandı. Hayvânî nefsin
esîri olup hürriyetini kaybetti. En yüce mertebelere
çıkıp melekleri dahi geride bırakacak kabiliyete sahipken aşağıların aşağısında kalıp insan suretinde
bir hayvana dönüştü.
Şimdi insanı gurbete düşüren bu uzun yolculuğun kısa öyküsünü ve dönüş yollarını anlatalım.
ASIL VATANDAN GURBETE
Yolculuğa çıkmadan evvel insan, Allah u Teâlâ'nın
ezeli ilminde bir suret idi. (Âlem-i ama). Sonra ruhlar âlemine indi. Elest Bezminde aşkı tanıdı. Ardından henüz şekil ve cisme bulanmamış bir ruh
olarak inişe devam etti. Birçok menzillerden geçip
dünyada karar kıldı. Mertebesine göre arş, kürsî ve
yedi göğü mekân tutmuşken o ulvi âlemlerden aşağıların aşağısına, bu süfli âleme indirildi. Ta ki
kemâl kazanıp aslî makamına geri dönsün veya
daha yükseğine çıksın. Ama kemâl kazanma âletsiz olmayacağı için, Allâh u Teâlâ ona bu süflî
âlemden maddî bir bedeni yarattı. Hayvânî nefs adı
verilen bir kuvvetle de bedenini donattı. Böylece insânî ve hayvânî nefsin buluşmasıyla iki âlemden
en güzel bileşim meydana geldi.
İKİ ÂLEMİN LATÎFELERİ
Cenab-ı Mevlâ, o âlemlerle irtibata kabiliyetli
letaif denen ruhanî cevherleri insanın vücuduna
yerleştirdi. Bunlardan beş tanesi, geldiği emir âlemine, diğer beşi de şu an içinde yaşadığı halk âlemine aittir. Emir âlemine ait olanlar sırasıyla kalp,
ruh, sır, hafâ ve ahfâ dır. Hayvanların mahrum olduğu bu latifeler, insana insanlık ufku olan ulvî
âlemlere yeniden yükselmesi ve sevgiliye kavuşması için verilmiştir. Halk âlemine ait olan latîfeler
ise, nefs, toprak, su, ateş ve hava dır. Bunlar da insana dünyevî ihtiyaçlarını görmesi ve ruha tâbi
olup âhiret amellerini işlemesi için verilmiştir. Ulvî
latîfelerin sultanı ruh, süflî latîfelerin sultanı ise,
nefstir. Cesedin ana rahminde teşekkülünden
sonra bu iki âleme ait latifeler birleşmişlerdir. Güveye giden gelinin ağladığı gibi ruh da doğuşunda
nefsle birleştiği için ağlar, asli vatandan uzaklaştığı
için ağlar.
Vücudun muhtelif yerlerinde bulunan latîfeler, ampülün içindeki elektrik gibidirler. Varlıkları
31
Temmuz 2009
NEFSİNİ TEMİZLEYENLERİN
MİRAÇ VE NÜZULÜ
Nefislerini kötü vasıflardan
temizleyip terbiye eden velîler
ve zaten cevherleri itibariyle
tertemiz olan Nebîler bu
makamlara bizâtihi yükselirler.
Hz. Peygamber (s.a.v.), melekût
âlemine iştiyak duyduğu
zaman "Erıhnî Yâ Bilâl"
buyurdu. Hz. Bilâl'in okuduğu
ezanın ardından namaz ile
göklerin ötesine, arşın
üzerindeki melekût âlemine
yükselen efendimiz s.a.v,
müşahede ve ince mânâlara
dalar, o âlemde seyr ü sülûk
eden ashabını da irşad ederdi.
Nefislerini kötü vasıflardan temizleyip terbiye
eden velîler ve zaten cevherleri itibariyle tertemiz
olan Nebîler bu makamlara bizâtihi yükselirler. Hz.
Peygamber (s.a.v.), melekût âlemine iştiyak duyduğu zaman "Erıhnî Yâ Bilâl" buyurdu. Hz. Bilâl'in
okuduğu ezanın ardından namaz ile göklerin ötesine, arşın üzerindeki melekût âlemine yükselen
efendimiz s.a.v, müşahede ve ince mânâlara dalar,
o âlemde seyr ü sülûk eden ashabını da irşad
ederdi. Mülk (fizik, içinde yaşadığımız) âlemine
dönmek istediği zaman da Hz. Aişe validemize:
"Kellimnî Yâ Humeyrâ: Ey gül yüzlü benimle
konuş" derdi. Böylece mülk âleminde seyreden ashabını irşad eder ve dünya ile de meşgul olurdu.
Devrinin kutuplarından Bursalı Üftâde Hazretleri,
bir gün mürîdi Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretlerine
ders verirken içeriye biri girmiş, dua istemişti.
Gelen zatın hatırını kıramayan Üftâde Hazretleri,
o gittikten sonra mürîdi Hüdâyî'ye şöyle dedi: "Bu
dua işi her ne kadar sevap olsa da beni makamımdan indirdi. Göklerin üzerindeydim yere indim"
(Vâkıât-ı Üftâde) Hazret, mülk âleminin ehliyle
ancak ruhen onların makamına indikten sonra konuşabiliyordu. İmam-ı Rabbânî Hazretleri başta
olmak üzere birçok velîler, ruh ile ve bazen de mübarek ruh ve cesetleriyle yükseldikleri âlemleri tafsilatıyla kitaplarında anlatmışlardır.
NEFSİN MÂNÂ VE MAHİYETİ
eserleriyle anlaşılır. Elle tutulup gözle görülmezler.
Tamamen mânevî varlıklardır.
Her latifenin insan bedeninde bir yeri, bir de
hariçte makamı vardır. Emir âlemine ait latîfelerin
makamları arşın üzerinde, mülk âlemine ait latîfeleri ise arşın altındadır. Âlimler Emir âlemine ait en
yakın latîfenin uzaklığının dokuz bin yıllık mesafede olduğunu belirtmişlerdir. Mertebelerine göre
latîfelerin asıl makamlarıyla aralarında telsiz, telefon veya televizyona benzer irtibat hatları mevcuttur. Kalp ulvî ve süflî âlemlerle bağlantılı bu hatların
santrali mesabesindedir. Her iki âlemden gelen
his, haber ve müşahedeler kalpte toplanır.
Temmuz 2009
Kur'an-ı Kerîm'de üç yüze yakın yerde "nefis"
kelimesi geçmektedir. Bu kelime, filozoflar, kelâm,
fıkıh ve tefsir âlimleri tarafından muhtelif mânâlarda kullanılmış; ruh, can, kalp, ceset, benlik, bir
şeyin hakikati, özü ve bütünü gibi yirmiyi aşkın
mânâ verilmiştir. Aslında Nefsin mâhiyeti tam olarak kelimelere ve satırlara dökülemeyecek kadar
derindir. O yüzden nefsi en iyi kavrayanlar kâmil
velîlerdir.
Sûfîler arasında da muhtelif makamlara göre, farklı
mânâlarda kullanılmıştır. Fakat genel olarak bu kelime tasavvuf ıstılahında iki mânâya gelir.
Birincisi: Kelime manası itibariyle "Bir şeyin
özü, zatı, kendisi" anlamına gelen bu nefse hayvânî nefs de denir. Halk âleminden olup insânî nefsin bineği ve bilumum şehvetlerin kaynağıdır. His,
32
hareket ve hayat menbaıdır. Beş duyu organı ve
diğer kuvveler vasıtasıyla hayatı, eşyayı kavrar.
İkincisi: "Rabbin emrinden olan insânî ruh,
mânevî sıfat" anlamındadır. Hayvanlarda bulunmayan bu nefse, konuşan insânî nefs, nefs-i nâtıka da denir. Emir âlemindendir. Allâh u Teâlâ
tarafından insana üfürülen ruh, bedene taalluk
edince nefs adını alır. Yeri iki kaşın ara¬sıdır. İnsanın içi ve dışıyla irtibatlıdır. Asıl hakimiyeti beyin ve
mânevî bir latîfe olan kalp üzerindedir. Yürek dediğimiz kanı pompalayan maddî kalple de irtibatlıdır.
Bu nefs hayvânî nefse mağlup olursa hayvanların aşağısında şeytanların mertebesine düşebilir. Mevlâ'nın yardımıyla hayvânî ruha gâlip
gelirse rûhânîleşip meleklerden üstün mertebelere
çıkabilir.
NEFSİN LÜZUMU VE FAYDALARI
Konuyla ilgili olarak akla şu sual gelmektedir:
Nefs ve şeytan olmasaydı da hepimiz cennete gitseydik olmaz mıydı?
Böyle bir soru, öğrenmek kastıyla değil de itiraz maksadıyla olsaydı -Allah korusun- îmanı götürürdü. Çünkü Allah'ın c.c. takdirine rıza
göstermek îmanın şartlarındandır. O neylerse
güzel eyler. Ayrıca mülkünde dilediği gibi tasarruf
eder. Bizler O'nun işlerindeki hikmetleri tam manasıyla kavrayamayız. Ancak kömür ruhlarla elmas
ruhları birbirinden ayırmak Allah'ın hikmet ve adaletinin gereğidir. Eğer nefs ve şeytan olmasaydı Hz.
Ebubekir r.a. ile Ebu Cehil'in makamı bir olacaktı.
Oysa ki bunların biri elmas, diğeri kömür. O zaman
şu imtihan dünyasının kurulmasının da bir mânâsı
kalmayacaktı. Hem Allah'ın isim ve sıfatları günahkâr ve mücrimlerin bulunmasını da gerektirir. Meselâ "Ğafur" ismi affedilecek günah istediği gibi,
"Kahhar" ismi de kahredilecek mücrim ister.
Nefis ve şeytan faydalı birer âlet mesabesindedir. Tıpkı ateş veya bıçak gibi. Ateşi evimizi ısıtmakta,
yemeğimizi
pişirmekte,
etrafımızı
aydınlatmakta ve daha birçok faydalı işlerde kullanırız. Ama dikkat edilmezse ateş insanın evini
yakar. Bıçak elini doğrayabilir. Fakat kimse ateş
evimi yakar, bıçak elimi doğrar diye bunları kullanmaktan vaz geçmez.
Aynen bunun gibi, nefsin sayısız faydaları,
yanlış kullanıldığı takdirde de büyük zararları vardır. Meselâ nefs yaratılmasaydı insan ve hayvanlarda yeme, içme, evlenme, üreme arzusu
olmayacaktı. Yaşamak ve hayatta kalmak için barınma, ısınma, tehlikelere karşı korunma, düşmanla savaşma, ihtiyaçları giderme, îcat ve
keşiflerde bulunma…vs. gibi yetenekler de bulunmayacaktı. Kısacası hayat olmayacaktı. Daha da
önemlisi, nefs ve şeytanla mücahede kalmadığı
için mümin âhirete yönelik amellerden mahrum kalacaktı. Büyük cihat sevabı kazanamayacak, mertebesi yükselmeyip sabit kalacak, Cennet ve
Cemâlullah'tan yoksun olacaktı.
NEFS VE DİĞER LATÎFELER
Fakat bunca faydalarına rağmen nefs, başıboş bırakıldığı zaman azgın bir at gibi binicisini helâke sürükler. Zira, onun istekleri bitmek tükenmek
bilmez. İnsanı şehvetlerinin esîri olan bir hayvan
hâline getirmek için uğraşır. Bu yüzden bizlere acıyıp, merhamet eden Rabbimiz, nefse hâkim olup
zararlı arzularından korunmamız için kalbin bir şubesi olarak aklı yarattı. Peygamberleri vasıtasıyla
da önümüze bir kitap koyup iyilik ve kötülüğün ne
demek olduğunu gösterdi.
Akıl, Allah'ın emirlerini ve nefsin, şeytanın arzularını inceler. İyiyle kötüyü, Allah'ın emrine uygun
olanla olmayanı birbirinden ayırt eder. Ruhun bir
başka alt kolu olan vicdan da doğruyu, güzeli, hakikati kalbe bildirir. Ayrıca rûh vasıtasıyla hafıza,
mürşit, melek ve direk Allâh'tan gelen tesirler de
kalpte toplanır. Beyin vasıtasıyla beş duyu organından gelen tesirler ile nefsin şeytanın telkinleri
de kalpte toplanır. Gelen bilgi ve telkinleri değerlendiren kalp; aklın, vicdanın veya top yekün ruhun
dediklerini tercih ederse nefsin arzularını yerine getirmez. Yani beyin vasıtasıyla kendisine bağlı olan
el, ayak, ağız, dil gibi uzuvlara nefsin isteğini yaptırmaz. Şehvet, gazap ve aklî hilelerin esaretinden
kurtulur. Allah'ın emrettiği ahlâkla ahlâklanır.
Namus, hayâ, takvâ, sabır, kanaat, şecaat, neşe,
huzur, müsamaha, lütuf, yumuşaklık, vakar, metanet ve güzel suret sahibi olur. Latîfeleri zikirle cilâlanır, geldiği ulvî âlemlere, yükselerek Rabbine
vâsıl olur. Ebedî saadete ulaşır. (eilahiyat.com)
33
Temmuz 2009
Aydın BAŞAR
aydin_basar@hotmail.com
Bu yol
uzundur
menzili
çoktur
Tasavvuf uzun soluklu bir koşudur. Bu yola girenlerin, bugün zeytin
ağacını dikip yarın altına bir tas koyarak “zeytin yağı” beklentisine girmeleri
tasavvufun özüne aykırı bir davranıştır.
Nasıl ham bir meyvenin olgunlaşabilmesi için veya bir kelebeğin kozasından dışarı çıkabilmesi için belli bir süreye ihtiyaç varsa, bunun gibi; manevi
yolda ilerleyebilmek için de belli bir zamana ihtiyaç vardır. Tasavvuf literatüründe bu sürece seyr-i süluk adı verilmektedir.
Yunus Emre “Bu yol uzundur,
menzili çoktur/ Geçidi yoktur, derin sular var” derken bu sürecin zorluğuna
dikkat çekmektedir. Yine aynı şiirinde
“Ko gülen gülsün, Hak bizi bilsin./ Gafil ne bilsin, Hakk’ı seven var” derken
de aşk ehlinin bu dünyada bazı gafil
kimselerce yadırganacağını ve hor göTemmuz 2009
34
rüleceğini ifade etmiştir. “Her kim merdane, gelsin meydane” dizesinde ise
ancak güçlü iradeye sahip olan kimselerin bu yolda sebat edebileceklerini anlatmak istemiştir. Başka bir ifade
ile Yunus Emre, özü sözü doğru mert
kimselerin, aşk meydanına çıkmaktan
yani tasavvuf yoluna girmekten çekinmemeleri gerektiğini düşünmektedir.
Bu manevî yolun birçok zorluğu
olması hasebiyle bu yolda usul ve erkan öğretecek ehliyetli bir mürşide ihtiyaç vardır. Mustafa Kara bu ihtiyacı
şöyle dile getirmektedir: “Bu yolun kendine has özellikleri olduğu için, karanlık noktaları, tehlikeli virajları olduğu
için rehbere ihtiyaç vardır. Mürşid elinizden tutacak siz yürüyeceksiniz.”1
Şayet insan bu tehlikeli yolda yalnız
yürümeye kalkarsa istenmeyen durumlarla karşılaşması da kaçınılmaz
olacaktır. Nitekim bu mühim konuda Abdulkadir
Geylani hazretleri şöyle nasihat etmektedir: “Ey
ölü kalpli, Allah yolcularını bulamayan ve kendi
başına işler açan, tedbirler kuran, fani varlığını
ve yaratılmışları Hak varlığına perde eden adam
ağla! Bin defa ağla! Halka bir acırsan, kendine
bin defa acı ve ağla!”2
“Bu yolun kendine has özellikleri olduğu
için, karanlık noktaları, tehlikeli virajları
olduğu için rehbere ihtiyaç vardır.
Mürşid elinizden tutacak siz
Tasavvuf büyüklerine göre ehliyet sahibi yetkin bir zattan manevi terbiye almayan kimselerin
birtakım yanlış mecralara kaymaları söz konusudur.
Bu durumu M. Erol Kılıç şöyle ifade etmektedir:
“Geleneksel eğitim anlayışında bir kişinin kendisini
tanıyabilmesi için dışarıdan birisinin ona kendini
görsün diye ayna tutması gerekir. Buna cemal cemale karşı denir. İşte bu noktada demişlerdir ki bir
öğretmeni kabullenmeyen kişi kendi hodbin nefsini
öğretmen almış olur.”3 Erol Kılıç’ın bu ifadeleri aynı
zamanda tasavvufî kitaplarda çokça zikredilen
“Mürşidi/şeyhi olmayanın mürşidi şeytandır” sözünün de bir açıklamasıdır.
yürüyeceksiniz.”1 Şayet insan bu
tehlikeli yolda yalnız yürümeye kalkarsa
istenmeyen durumlarla karşılaşması da
kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu mühim
konuda Abdulkadir Geylani hazretleri
şöyle nasihat etmektedir: “Ey ölü
kalpli, Allah yolcularını bulamayan
ve kendi başına işler açan, tedbirler
kuran, fani varlığını ve yaratılmışları
Hak varlığına perde eden adam ağla!
Bin defa ağla! Halka bir acırsan,
Şu da unutulmamalıdır ki insan-ı kamil mertebesine ulaşmış gerçek mürşid-i kamiller oldukça
azdır. Bu bir nasip işi olmakla birlikte birçok imtihanı
geçerek ve birçok zorluğu atlatarak sağlam kalmayı başarabilen üstün vasıflı zatlar ancak bu kemal noktasına ulaşabilirler. Erzurumlu İbrahim
Hakkı hazretleri, böylesi kamil zatların az oluşunu
şöyle ifade eder: “Bin damla meniden ancak biri rahime gider. Rahime düşen nutfelerden ancak binde
biri çocuk olur. Doğanlardan da ancak binde biri çok
yaşar. Onların da binde biri akıl baliğ olur. Binlerce
akıllıdan ancak biri mümin olur. Binlerce müminden
hakikate erenlerden ancak biri arifi billah olur. Binlerce ariften ancak biri kemal mertebesine ulaşır.”4
Bu mertebeye ulaşmak çok büyük bir lütuf olduğundan dolayı yola girilse bile, herkese nasip olacak türden bir nimet değildir. Nitekim her insanın bu
denli büyük imtihanları başarabilmesi ve böylesi
ağır bir yükü taşıyabilmesi söz konusu olamaz. Yunus Emre bir şiirinde bu yolun “çoktur” dediği menzillerini şöylece sıralar:
Bundan aşkın şehrine üç yüz deniz geçerler
Üç yüz geçüben yedi tamu (cehennem)
bulasın
kendine bin defa acı ve ağla!”
Yedi tamuda yangıl, her birinde kül olgıl
Vücudun orda kogıl, ayrık vücut bulasın
Bu uzun süreci başarıyla tamamlamanın en
önemli basamağı bir öğreticiye teslim olmak iken diğer bir önemli basamağı ise bu manevî yolda edebe
riayet etmektir. Ebu Hafs Haddad hazretleri bu konuda şöyle söylemektedir: “Tasavvuf bütünüyle
edepten ibarettir. Her anın her halin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebine
riayet eden kimse Hak erlerinin ulaştığı hale ulaşır.
Edebini korumayan kimse ise her ne kadar kendini
Hakk’a yakın zannetse de esasen Hak’tan uzaktır.
İlahi huzurda kabul gördüğünü düşünse de oradan
tardedilmiştir.”5
Kuşkusuz tasavvufî usulü benimseyen bütün
veliler, en başta bir mürşit bulmakla yola girermişler ve tüm seyr-i sülukları esnasında da edebe riayet etmişlerdir. Allah dostlarının kemal düzeyine
35
Temmuz 2009
ulaşması ise farklı sürelerde gerçekleşmiştir. Mesela kaynaklarda Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin
manevi mertebelere üç sene gibi kısa bir zamanda
yükseldiği, hatta bu durumun bazı ham dervişlerin
kıskançlığına mucip olduğu zikredilmektedir.6 Hocası Üftade hazretlerine göre onun kısa zamandaki
terakkisinin sebebi, mürşidine karşı derin bir teslimiyet duygusu içerisinde olmasıdır. Öyle ki mürşidinin emriyle Bursa kadılığından istifa etmiş ve
onun gösterdiği tarikat usulüne saygı göstererek
manevi terakkisi için sokaklarda ciğer satmaktan,
dergahın helaların temizlemeye kadar daha birçok
hizmette bulunmuştur.
Şah-ı Nakşibendi hazretleri de bu yolda manevi intisabının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı
olan hiçlik haline ulaşmak için hasta ve muzdarip
insanlara, yaralı hayvanlara hizmet etmiş ve hatta
insanların geçeceği yolları temizleyerek tam yedi
sene kabına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır.
Nakşibendi Hazretleri yaşadığı bu süreci şöyle anlatır: “Hocamın emrettiği yolda uzun süre çalıştım.
Bütün hizmetleri ifa ettim. Benliğim o hale geldi ki
yoldan geçerken Allah’ın herhangi bir mahlûku karşısında olduğum yerde durur, önce onun geçip gitmesini beklerdim. Bu hizmetim yedi sene devam
etti. Buna mukabil öyle bir hal tecelli etti ki onların
inilti suretinde hazin hazin sesler çıkarıp Hakk’a iltica etmelerini hisseder hale geldim.”7
Abdulkadir-i Geylani hazretlerinin maneviyattaki yükselme süreci ile ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır: “Abdulkadir Geylani’nin oğlu güzel yetişmiş
mezun olmuş, babasına da yerini göstermek üzere
demiş; ‘Baba müsaade et bu gün cemaate ben
vaaz edeyim.’ Hazırlanmış gayet edeple edebiyatına, belagatına, fesahatına son derece riayetle
çıkmış kürsüye başlamış konuşmaya. Herkesi almış bir uyku, başlamışlar uyumaya. Canı sıkılmış
tabi ‘yahu ben bu kadar emek çektim, bak ne inciler, ne yakutlar satıyorum ama zavallılar uyuyorlar’
diye kızmış kendi kendine. Derken babası gelmiş,
babası gelince de inmiş ‘buyur baba’ demiş. Abdulkadir Geylani hazretleri kürsüye çıkmış. ‘Çocuklar kusura bakmayın biraz geç kaldım, sebebi
anneniz yemek için yumurta kırdı, onu pişirdi de ondan nafakalandım’ demiş. Birden bir galeyan, orTemmuz 2009
36
tada bir galeyan, Allah diyen, feryat eden, kendini
yere atan atana... Şaşırmış çocuk ‘Yahu babam
anamın yumurta pişirdiğinden bahsediyor’ demiş,
halk birbirine girmiş, kendinden geçmiş herkes..
Demiş; ‘Baba ne oldu böyle, ben o kadar belagat,
fesahat saçtım, hepsini bir uyku aldı, sen anamın
yumurta pişirmesinden bahsettin bak şu hale’ Oğlum demiş ben o hali kazanmak için, şu Bağdat’ın çöllerinde yedi sene toprak çiğnedim,
memlekete girmedim, riyazetin çeşidiyle Allah’a
ulaşmanın yollarını aradım. Sen mektepteki tahsilin sebebiyle sandın ki, ben bu işi bitirdim artık.
Öyle yağma mı var. Evvel kendini iman ile doldur.
Ondan sonra söyleyeceğini söyle.”8
Allah dostlarından Bayezid-i Bistami hazretleri ise tasavvufi yolda yaşadığı bu süreci şöyle anlatır “On iki sene nefsimin haddadı oldum. Beş
sene kalbime ayna oldum. Bir sene de ikisi arasındaki şeye bakıyordum. Ortasında bir zünnar
gördüm. Beş sene de onu kesmek için uğraştım.
Onu nasıl keseceğimi düşündüğümde bana münkeşif oldu. İnsanlara baktığımda hepsini ölü gör-
Bu yola girenlerin büyüklere tabi olması
ve onlara teslimiyet göstermesi
hakikatte Yüce Allah’a teslim olmayı
öğrenebilmek içindir. Her ne kadar
şeytandan Hz Adem’e secde etmesi
istenilmişse de, şeytan secde
etmeyerek Hz Adem’e değil bizzat
Allah’a karşı gelmiştir. Boynunu
bükmeyi bilmeyen insanın Yüce Allah’a
karşı boyun bükmesi de düşünülemez.
Bu nedenden dolayıdır ki tasavvufta
teslimiyet konusuna verilen önem
oldukça büyüktür.
düm.”9 Bayezid-i Bistami hazretlerinin de ifade buyurduğu gibi, bu uzun yolda mesafe kat edebilmek
ancak çekilen birçok zahmetten sonra mümkün
olacaktır. Fakat şu var ki; Muhammet İkbâl’in
“Câdde-i aşk besi dûr-o deraz-est velî /Tayy şeved
menzil-i sed-sâle beâhi gâhi!” diye söylediği Farsça
beytinde ifade ettiği gibi aşk caddesi uzundur ama
bu caddede bir “ah” ile yüz yıllık mesafeyi kat etmek
de mümkündür.
Tasavvuf tarihindeki bütün veliler ve has dervişler görüldüğü gibi mürşidinden bir iltifat beklememiş, bilakis onların emirleri söz komşu olduğunda toplumda basit gibi görülen işleri bile
yapmaktan çekinmemişlerdir. Böyleyken mürşidinin
en ufak sert bakışından etkilenerek dengesini kaybedenler, yoldaki iştiyakını yitirecek ve tabir-i caizse
yoldan eleneceklerdir. Tasavvuf yolunu benimseyen bir kimsenin mürşidinden her zaman iltifat beklemesi yanlış bir davranıştır. Çünkü mürşid-i kamilin vazifesi, sürekli saliklerine gönül okşayıcı sözler
söylemek değildir. Yeri geldiği zaman en uygun
davranışı göstermekle beraber, sürekli iltifat ederek
onları şımartmayı veya nefislerini kabartmayı uygun görmeyebilirler. Hatta bunun tam tersi olarak
mürşid, saliklerden nefislerine ağır gelecek bazı
davranışları yapmalarını isteyerek de onları terbiye edebilir. Zaten ehliyet sahibi bir mürşid-i kamil,
kime ne kadar yüz vereceğini en iyi bilen bir konumdadır. Mürşidinden ilgi göremeyen veya onun
uyarısıyla karşılaşan bir salikin, nefsini büyük görmemesi ve “benim kötü halimle hak ettiğim muamele budur” diyebilmesi icap eder. Zira bütün bu
olanlar sürecin içerisindeki imtihanlardan ibarettir.
Tam girdiği yolun lezzetlerini yaşadığı bir esnada. bir ihvandan beklemediği bir davranışla karşılaşan salikin, teknik ifade ile fena fil ihvan olabilmesi için, Yunus Emre’nin “dövene elsiz, sövene
dilsiz gerek“ şeklinde ifade buyurduğu düsturu benimsemiş olması gerekir. Belki bu görüş modern
söylemlere tezat teşkil etse de kuşkusuz ki tasavvufun da kendi içerisinde bir mantığı vardır. Bu
mantığa göre salik/derviş zihnini kendi dışındaki insanların hatalarına yöneltirse, kendi hatalarını göremeyecektir. Bu bakımdan kendi nefsi ile meşgul
olması gereken salikin, ihavanına karşı da hüsnü
37
Temmuz 2009
zanda bulunması ve kendi nefsini temize çıkarmaması icap eder. Aksi takdirde nazarlar hep dışa
dönük olduğunda, iç âlemin hakkıyla temizlenmesi
mümkün olmayacaktır. Mürid kendi nefsini ıslah
etmedikçe başkalarına müdahale etmeye de cüret
etmemelidir. Zira kendi nefsini ıslah etmeden başkalarına karışmak, baş olmak ve kendisinden “iyidir” diye bahsettirmek arzusuyla başkalarına yön
vermeye kalkışmak nafile uğruna farzı terk etmek
gibidir. Salik ihvanın ve diğer insanların kendisinden
teberrük etmelerine ve kendisine tazim göstermelerine müsaade ve müsamaha etmemelidir. Zira
bu durum insanın ayağını kaydırabilecek en tehlikeli hallerden biridir.10
Ünlü mutasavvıfların hayatlarından da anlaşıldığı gibi bu süreç birçok manevi feyizlerle süslenmiş olmakla beraber, birçok da zor imtihanı içerisinde barındırmaktadır. Bu yolda gitmek
isteyenlerin, Yunus Emre gibi yıllarca dergâha odun
taşımayı göze alabilmeleri ve mürşidi Taptuk Emre’nin eşiğine yanağını koyduğu gibi bir teslimiyet
gösterebilmeleri gerekir. Zira tasavvufun özünde
Mürşid-i Kamil’e teslim olma düsturu vardır. Bu bakımdan bu yola yeni girecek olan kişinin, ders almak istediği mürşidinin kemalinden ve üstün ahlakından emin olması icap eder. Böyle bir anlayışla,
Temmuz 2009
yola kabul edilmediği takdirde bile kırk yıl o kapıda
beklemeye razı olabilmelidir. O kapının kıymetini
gereği gibi idrak edebilen bir kişi için, kapıdan içeri
giremese bile, o kapıda beklemek dahi bir şeref addedilir. Bunun tersi olarak kapıdan içeri girmiş olsa
da, mürşidine tam manasıyla güvenmediği ve ona
hakkıyla teslim olamadığı takdirde, salikin yolun
içinde veya dışında olmasının bir farkı yoktur.
Bu yola girenlerin büyüklere tabi olması ve
onlara teslimiyet göstermesi hakikatte Yüce Allah’a
teslim olmayı öğrenebilmek içindir. Her ne kadar
şeytandan Hz Adem’e secde etmesi istenilmişse
de, şeytan secde etmeyerek Hz Adem’e değil bizzat Allah’a karşı gelmiştir. Boynunu bükmeyi bilmeyen insanın Yüce Allah’a karşı boyun bükmesi
de düşünülemez. Bu nedenden dolayıdır ki tasavvufta teslimiyet konusuna verilen önem oldukça
büyüktür. Tasavvuf büyükleri salikin mürşidine gassal önünde meyyit gibi yani ölü yıkayıcının önünde
ölü gibi teslim olması gerektiğini söylemişlerdir. Bu
sözü şöyle izah etmek mümkündür: Uçurumdan
düşmek üzere olan bir kişi, nasıl güvenilir birisine
elini uzatarak sanki bir ölü gibi kendisini ona teslim
ediyorsa, dünyanın tehlikeli imtihanlarıyla karşı karşıya olan bir salikin de güvendiği ve sevdiği mürşidine teslim olması son derece normaldir. Tasavvufi
38
kitaplarda çok kullanılan “gazsal önünde meyyit
gibi olma” ifadesini Mahmut Erol Kılıç şöyle izah
eder: “Mesela biz erkekler tıraş oluruz. Tıraş aslında çok tehlikeli bir eylemdir. Bir berbere gideriz,
berber koltuğuna otururuz. Hiç gık çıkarmadan berber eline jilet denen çok kesici bir aleti alır ve gırtlağımızın üzerinde dolanır. En ufak bir hareketi ile
bizim hayatımız gider. Hiçbirimiz bir laf söylemeden, ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi berberin sahasındaki otoritesine teslim oluruz. O da
sanatını üzerimizde icra eder. Fakat biz dersek ki,
hey berber ne yapıyorsun, öyle yapma, böyle
yapma. Berber kulağımızdan tuttuğu gibi git defol,
başka bir yer bul der. Yalnız burada bir problem vardır. O da şudur, tıraş olmak istiyorsanız, berberin
önüne oturmak zorundasınız. Eğer hakiki bir berberin önüne oturmazsanız orada problem olur. Kasapta tıraş olunmaz. İşte ölünün ölü yıkayıcısına
teslim olması hadisesi herkese göre değildir. Herkese teslim olunmaz. Onun için tasavvufta Gazali
der ki: 'Gerçek kamili buluncaya kadar şüphe esastır.' Şüphe edeceksiniz, neden, niçin. Ama kamili
bulduktan sonraki şüphe kemale manidir.”11
Bu durumda bu yoldan hakkıyla istifade edilebilmesi için teslimiyetin önündeki engellerin kaldırılması ve bu yolun pirlerinin işaret ettiği usullerden gidilmesi zarureti vardır. Bu yolda engelleri
aşabilmek için ise bir performans göstermek gerekir. Nitekim anlamlı bir hayat, hak yolundaki ceht ve
gayretlerle dolu olmalıdır. Şayet insan, yalan dünyada bir nasip elde edebilmek için bile gösterdiği
gayreti, manevî hayatı için gösteremiyorsa, ortada
bir ömrün ziyan edilmesi söz konusudur. Bu konuda
Ebu Ali Ruzbari hazretleri şöyle öğüt vermektedir:
“Tasavvuf bütünüyle cehd ve emekten ibarettir.
Ona vurdumduymazlık ve tembellik karıştırmayın”12
şılamayacaktır. Yine onlara göre manevi yola dahil
olmak yerine bu işi sürekli ertelemek de bir gaflet
belirtisidir. Nitekim Parisa hazretleri bu konuda
şöyle söyler: “Gafil halk, kesik ve bitkin bir laf eder;
yarın olsa da bir iş işlesem… Bilmez ki bu gün
dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki yarın
bir şey işleyebilsin.”13 Bu yoldan nasiplenmek; bir
arayışa girmeden mümkün olmayacağı gibi, sadece aramakla da olmayacaktır. Nekşibendi büyüklerinden Ya’kûb-ı Çerhî hazretleri bu gerçeği
şöyle ifade eder: “Aramakla Sana ulaşamazlar/
Ama Sana ulaşanlar da arayanlardır/ Her dil ü
cânda bu gam görülmez,/ Talep mülkü, her Süleyman’a verilmez.”14
Sonuç itibariyle yol uzun vakit ise dardır. Dünyadayken cenneti yaşamanın usulünü öğreten tasavvuf yolunda maksuda ulaşmak için ceht ve gayret sarfetme prensibi vardır. Bu yolun pirleri
tarafından öğretilen usullerden zerre kadar sapmak bile bu yoldaki muvaffakiyete mani bir durumdur. Bu bakımdan mürşide yüzde yüz teslimiyet bu
yolun olmazsa olmazıdır.
Not: Geçtiğimiz ayki yazımızda Abdulbaki Gölpınarlı’dan naklettiğimiz bir paragrafın, dinî açıdan sıkıntılı bir paragraf olduğunu yazı yayımlandıktan sonra fark edebildik.
Bu paragrafta özetle; Tanrı buyrukları ve peygamber sözlerini nakledenlere Şemsi Tebrizi’nin verdiği cevaptan bahsedilmektedir. Bu sözler bize ait olmayıp Abdulbaki Gölpınarlı’nın kitabından alıntı olmakla birlikte, bu alıntının yapılması
pek uygun olmamıştır. Bayburt’tan telefonla arayarak bu konudaki hatayı bize bildiren dikkatli okurumuz kıymetli Suphi
Kılbaş Bey’e teşekkür ederiz. Cenab-ı Allah’tan tüm hatalarımızı setreylemesini niyaz ederiz.
...................................................................................
Kara, Mustafa, Gönül Mektupları, İstanbul, 2000, s. 94
Abdulkadir Geylani, Fethu’r Rabbani Tercümesi İlahi Armağan, Abdulkadir Akçiçek,
İstanbul, 1988, s. 275
Mahmud Erol Kılıç ile Günümüzde Tasavvuf ve Tarikatler Üzerine Söyleşi, N, Akman,
30 Ocak 2007 Zaman
İbrahim Hakkı, Marifetname, Hazırlayan: M. Emre Karaörs, İstanbul, 1992, s. 95
Selvi, Dilaver, Kur'an ve Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 31 Bkz; Hücviri, Keşfü’l Mahcub, 54
Tasavvuf büyüklerine göre, bereketli bir ömür
arzusunda olanların, bu zor süreci göze alamadığı
için yolun kenarında beklemek yerine, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” (İnşirah, 5) ayetini anlamaya çalışmaları ve maksudun yüceliğini
düşünerek ehliyetli bir öğreticiye müracaat etmeleri
icap eder. Zira sürekli “bal bal” demekle ağız tatlanmadığı gibi yola koyulmaksızın da maksuda ula-
Bkz. Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud Hüdayi, İstanbul, 1990, s.79
Topbaş, Osman Nuri, Vakıf İnfak Hizmet, İstanbul, 2005, s.145
Kotku, Mehmed Zahid, Zikrullah’ıh Faydaları, İstanbul, 1992, s. 61,62
Ebu’l Ala Afifi, Tasavvuf, (Ter: Abdullah Kartal, Ekrem Demirli) İstanbul, 1996, s. 124
Yılmaz, Hasan Kamil, Aziz Mahmud Hüdayi, İstanbul, 1990, s 216
Mahmud Erol Kılıç ile Günümüzde Tasavvuf ve Tarikatler Üzerine Söyleşi, N, Akman,
30 Ocak 2007 Zaman
Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s. 369
Kısakürek, N.Fazıl, O ve Ben, İstanbul, 1974, s.144
Ahmet Cahid Haksever, XI. Yüzyıl Bir Türk Türk Sufisi Yakub-ı Çerhî, Basılmamış
Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 247; Somuncu Baba Dergisi Haziran 2008, Doç. Kadir Özköse’nin makalesinden alınmıştır.
39
Temmuz 2009
Salih AYDIN
salihiaydin@hotmail.com
SALÂVATIN
ANLAM VE
ÖNEMİ
Bir günde ne kadar konuşuyoruz? Bu konuşmalarımızın ne kadarı
malayani dediğimiz şeylerdir? İş
dünya ve ahirete lüzumlu konuşmaya
gelince dillerimize ağırlıklar çöküyor.
Bana ahrette en yakın olanınız bana
en çok salâvat-ı şerife okuyanınızdır
hadisi şerifince günde kaç salâvat
okuyarak efendimizi yâd ediyoruz? Ya
da kaç salâvat okumalıyız? Salâvatın
anlamı nedir? Bu soruları merak edip
araştırıp, öğrenmeliyiz.
SALÂVAT’IN ANLAMI
" Allahumme salli ala Muhammed" sözümüz şu anlama gelir:
Ya rabbi, Peygamber efendimizi
(s.a.) dünyada o’nun adını/şanını yücelterek, davetini iyice ortaya çıkarak
ve şeriatını/dinini kalıcı kılarak yücelt.
Ahirette de ümmetine şefaat ettirerek
ve ecrini ve sevabını kat kat artırarak
onu yücelt. (İbnü’l-Esir, en-Nihaye fi
Temmuz 2009
40
garibi’l-eser, 3/95 ) Salvat kuru kuruya
söylenilen anlamsız bir söz değildir.
Bir ahid, bağlılık, dua ve sevgi ifadesidir.
İmam Gazali rahmetullahi aleyh
diyor ki:
"Şüphesiz dualar Allah Teâlâ’nın
rahmetinin gelmesine vesiledir. Salâvat-ı şerife hem duadır, hem de Allah'ın rahmetinin gelmesine ve
Rasulün'ün iltifatına vesiledir. Mesela
hadis-i şerif de:
"Kim -Allahumme salli ala Muhammedin ve enzilh-ul-mak'ad-elmukarrabe
ındeke
yevm-el
kıyameti.- derse şefaatim ona hak
olmuştur." buyrulmuştur. Bizden birimiz normal hallerde ruyasında kudsi
âleminde olan zevatın ruhlarını görüp
onunla şereflendiği gibi, kudsi ruhların
da bizden birimizi görmeleri, şefkat ve
marhametlerinin, feyz ve bereketleri-
nin görülene aksedilmesine vesile olur. Şüphesiz
bu şerefe ulaşmanın en kuvvetli vesilesi salâvat-ı
şerifedir ki onunla şefaat hak olur. Kaldı ki hadis-i
şeriflerde bir salâvata on sevab va'dedildiği gibi on
faydası da vardır:
Birincisi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şefaatidir. Onun için Peygamber Efendimiz
ümmetini, kendisine salâvat okumalarına teşvik buyurmuşlardır.
İkincisi, salâvat-ı şerife Allah'a ve O'nun Rasulüne imanın yenilenmesinin ifadesidir.
Üçüncüsü, Peygamber'e tazimin ifadesidir.
Dördüncüsü, kıyamet gününe iman etmenin
tecdididir(yenilenmesidir).
Beşincisi, Peygamber'in zikriyle rahmetlerin
gelmesine sebebdir.
"Büyüklerin isimlerini söylemekle Allah'ın rahmetleri iner." hikmetli sözüne mebni salâvat, okuyana en büyük rahmetin gelişine vesile olur. Çünkü
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, en büyük,
en seçkin ve en üstün bir zattır; vesileyle inen rahmet de o nisbette büyür.
Hâsılı salâvat-ı şerifeyle mü'min, Peygamber
sallALLAHu aleyhi ve sellem'in duasına mazhar
olur; bundan daha üstün bir ibadet olamaz.
Özellikle cuma gününde salâvat-ı şerife okuyan, okumasındaki ihlâs ve muhabbeti nisbetinde
Peygamber'e görülür.
Nitekim hadis-i şerif de: "Gerçekte sizin günlerinizin en hayırlısı cuma günüdür. O günde Âdem
yaratıldı, o günde kabzedildi, o günde birinci Sur'a
üfürülüş olacak, o günde ikinci sa'k nefhası (Sur'a
üfürülüş) olacaktır. Binaenaleyh o günde Benim
üzerime salâvatları çoğaltın. Gerçekte sizin salâvatınız bana açık görülmektedir."
Bu arada Ashab-ı kiram'dan bazıları: "Sen çürümüş olduğun halde nasıl bizim salâvatlarımız
Sana arz olunur = açık görülür?" dediler. Bunun
üzerine: "Gerçekte ALLAH Teâlâ Enbiyanın cesedlerini, yerin yemesine haram kılmıştır." buyurdu.
Onun için cuma günlerinde daha fazla zikir,
tesbih ve özellikle salâvat-ı şerifelere, dualara
ehemmiyet vermelidir.
Özellikle cuma gününde salâvat-ı şerife okuyan, okumasındaki
ihlâs ve muhabbeti nisbetinde Peygamber'e görülür.
Altıncısı, Allah ve O'nun Rasulu'nün sevgisi,
ümmete vacib olan bir husustur; salâvatın okunması işte bu sevginin varlığının ifadesidir. Şüphesiz
Peygamber ve Ehl-i beytinin sevgisi gibi insanı Allah'a kavuşturacak hiçbir amel yoktur.
Yedincisi, salâvat-ı şerife duadır. Dua ise
ibadetin beynidir.
Nitekim hadis-i şerif de: "Gerçekte sizin günlerinizin en hayırlısı cuma günüdür. O günde
Âdem yaratıldı, o günde kabzedildi, o günde birinci Sur'a üfürülüş olacak, o günde ikinci sa'k
nefhası (Sur'a üfürülüş) olacaktır.
Binaenaleyh o günde Benim üzerime salâvatları çoğaltın. Gerçekte sizin salâvatınız bana açık
görülmektedir."
Sekizincisi, her işin tedbirinin Allah'a mahsus olduğunun, Peygamber'in dahi en sevgili kulu
olmasına rağmen Rabb'ine muhtac olduğunun itirafıdır. (Şirkin bütün damarlarını kökünden koparan da bu inançtır.)
Dokuzuncusu, insanın öz cevheri, ulvi ve
kudsi âleme fıtraten meyyaldir, salâvat-ı şerife bu
meyli arttırır. Artık insanın kemalata ermesi için salâvat-ı şerife tek başına dahi kâfi gelir.
Onuncusu, hem ALLAH'ı ve hem Peygamber'i zikretmektir. Şüphesiz bunlar salâvat-ı şerifede birer hasenedir."
41
Temmuz 2009
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri’nden
Gınâ ve Fa kr
Müminlerin emîri Hz. Ali el-Mürtezâ’nın rivayet ettiğine göre
Resûllerin efendisi, mahlûkâtın en şereflisi, peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v) şöyle buyurdular:
“Cebrail (as)’ın bana bildirdiğine göre, şanı mübarek ve
yüce olan Allah şöyle buyurdu: “Lâ ilâhe illallah, benim kalemdir. Kim ki, onu dil ile söyler ve kalbi ile de tasdik ederse,
benim kaleme girmiş olur. Kim de benim kaleme girerse azabımdan emin olur”.
Hz. Peygambere dayanan isnat zinciri ile bize ulaşan bu
kûtsi hadis, kelime-i tevhidin yüce şanı hakkındadır. Kulun imanı
onunla artar, kalbi irfânla dolar. Tevhidin ruhu olan bu kelimeyi zikretmeye devam etmek gerekir. Bu sözü tebliğ eden resule imanından sonra Kelime-i tevhidi söyleyen kişiye, hiçbir kötülük
gelmez. Kelime-i tevhidin ruhu, kulu Allah’a muhtaç ve Hakk’ın
ferdâniyeti karşısında perişan olduğunun şuuruna varmaya götürür. Bu yüzdendir ki, kelime-i tevhid Allah’ın izniyle kul için bir
kale olur.
GINÂ (ALLAH’IN TAM VE KÂMİL MÜLKİYETİ) VE FAKR
Ey oğul!
Gınâ ve fakrın; biri Allah’a diğeri, kula ait iki sıfat olduğunu
bil! Kulun fakr sıfatı, Allah’ın övülen gınâ sıfatı gibi övülür. Hakiki
fakr, kulun sıfatıdır. Hakiki gınâ ise, Rabb’in sıfatıdır.
Kulun en şerefli vasfı, her hâlukârda Hakk’a muhtaç olduğunu bilmesidir. Allah’ın en şerefli vasfı ise, kuldan gelecek hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır.
Allah Teâlâ, bu iki sıfata Kur’an’da şöyle işaret buyurur:
“…Allah zengindir; siz ise fakirsiniz…”
“Hepiniz, Allah’a muhtaçsınız. Hâlbuki zengin olup,
övülmeye lâyık olan O’dur”
Bilmen gerekir ki Allah’a muhtaç olmanın kısımları vardır:
Nefs, ruh, kalp ve sırrın Allah’a muhtaç olması.
Nefs, yakınlık ve rıza yolunu bulma konusunda Allah’a muhtaçtır.
Sır, müşâhede ve vuslat yoluna kavuşma konusunda Allah’a
muhtaçtır.
Temmuz 2009
42
Kul, nefsinin Hakk’ın ahd-ü vefa kapısı önünde hayran olduğunu görürse, Hakk’ın mağfiret kapısına, O’na muhtaç olma
hâliyle geri döner .
Kul, ruhunun Hakk ‘ın muhabbet ve sevgi kapısı önünde
hayran olduğunu görürse, Hakk’ın lütuf kapısına, O’na muhtaç
oma hâliyle geri döner
Allah’a muhtaç olmanın (iftikârın ) hakikati, kâfi olan (her
şeye yeten) Alah’la yetinmektir, hastalıklı nefsi, âfiyet veren Allah’ın huzuruna salıvermektir.
Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden biri, sebepleri görerek onu, yalnızca müsebbip olan Hak’tan beklemek ve sebepten geçerek sebepleri yaratan Hak’la meşgul olmaktır.
Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden biri de son derece
gönlü kırık olarak gerçek fakr lisanıyla özür beyan edip af dilemeye devam etmektir.
Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden bir diğeri kendi iyi
haline güvenmeyi terk ederek, amellerin şeklinde kalmaktan gönülleri arındırmaktır.
Allah’a muhtaç olmanın hakikatlerinden bir diğeri de Hakk’ın
mülkü ya da mahlûkâtı yüzünden, kulun Hak’tan yüz çevirmemesidir.
Abdullah b. Mukatil (ra)’a “Kul ne zaman övgüye lâyık bir fakirliğe ve zenginliğe erişir? diye soruldu da şöyle cevap verdi:
“Mevlâsı ile zengin olup bütün ihtiyacını O’na arz ettiğinde”.
Ebû Bekir Vasıtî (ra), “Bir kul ancak en büyük yoksunluğu
bildiği zaman Allah’ı tam manası ile tanır” deyince, büyük yoksunluğun ne olduğu soruldu. Şöyle cevap verdi: “Rabbine ancak
O’nun sayesinde yol bulacağını bilmek ve O’nun sayesinde
şikayet etmekten kurtulmaktır”.
Büyükler, “Allah’a muhtaç olmak, velâyet ehlinin sancağıdır”, “Allah’a muhtaç olmak, nefsi, annesinin kucağında
oturan süt çocuğu gibi, Allah Teâlâ’nın kucağına salıvermektir” demişlerdir.
43
Temmuz 2009
SEYYİD AHMED ER RUFAİ
HAZRETLERİNİN ESERLERİ
VE KENDİSİYLE İLGİLİ ESERLER
SEYYİD AHMED ER RUFAİ
HAZRETLERİNİN ESERLERİ
ŞUNLARDIR
el-Hikemü’r-Rifâ‘iyye, müridi Şerefüddîn
Muhammed b. Abdüssemî‘ el-Hâşimî el-Vâsıtî’ye
ithafen yazılmış ufak bir risale mahiyetindedir.
Metni yayınlanmış olan eserin Farsça, Türkçe, Urduca çevirileri vardır ve Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî tarafından yapılan Kalâidü’z-Zeberced adlı şerhi
basılmıştır.
el-Burhânu’l-Müeyyed, onun dini, tasavvufi
vaaz ve sohbetlerinin talebesi Şerefüddîn b. Abdüssemî‘ tarafından toplanmış halidir birçok kez
basılmış ve dilimize çevrilmiştir. Şihâbüddîn Ahmed
er-Râvî el-Bağdâdî Tibyânü Ahmed fî Şerhi’l-Burhâni’l-Müeyyed adıyla şerh etmiştir.
en-Nizâmu’l-Hâs l-Ehli’l-İhtisâs, tasavvuf
ve ahlâkla ilgili bu eser de onun sohbetlerinin derlenmesinden ibarettir, baskılarının yanı sıra dilimize
de çevrilmiştir.
Yine
onun
sohbetlerinden
derlenen
el-Mecâlis adlı eser dilimize çevrilmiş, Muhammed
b. Sâlih el-Hüseynî tarafından (9./15. yy.) el-İksîr fî
Şerhi Mecâlis’l-Ğavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr adıyla şerh
edilmiştir.
Hâletü Ehli’l-Hakîka ma‘allâh, 40 hadis
şerhi bağlamında tasavvufî açıklamalarını içerir birçok kez basılmış ve dilimize çevrilmiştir. Şâfiî fıkhına ait altı ciltten müteşekkil Şerhu’t-Tenbîh kitabı
ile es-Sırâtı’l-Müstakîm fî Maâniyi Bismillâhi’rRahmâni’r-Rahîm, Tefsîru Sûrati’l-Kadr, İlmü’tTefsîr, et-Tarîk ilallâh ve er-Rivâye fi’l-Hadis
eserleri günümüze ulaşmamıştır. Ona izafe edilen
çok sayıda hizb ve virdler, ayrıca bazı şiirleri sonradan bir araya getirilmiş ve yayınlanmıştır. elAkâidü’r-Rifâ‘iyye adıyla Bağdat’ta (Matbaatü
Dâri’l-Basrî, ts.) basılmış olan ufak eseri mevcuttur.
Temmuz 2009
SEYYİD AHMED ER RUFAİ
HAZRETLERİYLE İLGİLİ ESERLER
Ahmed er-Rifâ‘î hakkında bilgi veren Tabakât, terâcim, tarih türü eserlerin dışında, ağırlıklı
olarak onun biyografisine değinen müstakil çalışmaların bir kısmı basılmış, bir kısmı ise yazma
halde veya henüz yazması tespit edilememiştir. Yazarlarıyla birlikte şu eserler sıralanabilir:
Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî el-Kazvînî
(ö.623/1226), Sevâdü’l-‘Ayneyn fi Menâkıbi
Ebi’l-‘Alemeyn;
Takıyyüddîn Ali İbnü’l-Mübârek el-Bercûnî
(ö.632/1235), Kurrâtü’l‘Ayn fî Menâkıbi Ebi’l‘Alemeyn;
Ebu’l-Feth el-Vâsıtî (ö.635/ 1238 civarı), İrşâdü’s-Sâlikîn;
Zekiyyüddîn Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî (ö.656/1258), el-Mecâlisü’l-Ahmediyye ve elBehcetü’r-Rifâ‘iyye;
İzzüddîn Ahmed b. Abdurrahîm es-Sayyâd
(ö.670/1271), el-Ma‘ârifu’l-Muhammediyye fî’lVazâifi’l-Ahmediyye (el-Envâru’l-Muhammediy ye veya el-Vazâifi’l-Ahmediyye diye de anılır);
İbnü’l-Hâc Kasım b. Muhammed el-Vâsıtî,
Ümmü’l-Berâhîn bi-Tashîhi’l-Yakîn fî İşârâti’sSâlihîn (telif tarihi 678/1279, Behcetü’r-Rifâ‘î, elBehcetü’l-Kübrâ veya kısaca el-Berâhîn diye de
anılır);
Takıyyüddîn Yakub b. Bedrân ed-Dımaşkî elCerâidî (ö.688/1289), el-Behce;
Cemâlüddîn Ali b. Mıkdâm el-Haddâdî (7./13.
yy.), Rabî‘u’l-‘Âşıkîn fî Menâkıbi’l-İmâmi’r-Rifâ‘î
Sultâni’l-‘Ârifîn (el-Behcetü’s-Suğrâ diye de anılır);
44
Muhyiddîn Ahmed b. Süleyman el-Hemmâmi
(ö.691/1292), Menâkıbü’s-Seyyid Ahmed erRifâ‘î;
Abdülazîz b. Ahmed ed-Demîrî ed-Dîrînî
(ö.694/1295) Ğâyetü’t-Tahrîr fî Nesebi’s-Seyyid
Ahmed er-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr;
İzzüddîn Ahmed b. İbrahim el-Fârûsî el-Kâzerûnî el-Vâsıtî (ö.694/1294), İrşâdü’l-Müslimîn
li-Tarîkati Şeyhi’l-Müttakîn ve en-Nefhatü’lMiskiyye fi’s-Sülâleti’r-Rifâ‘iyye;
Zıyâüddîn Ahmed b. Muhammed el-Veterî
el-Mevsılî (ö.975/1567), Menâkıbu’s-Sâlihîn ve
Mahaccetü Ehli’l-Yakîn ve Ravdatü’n-Nâzırîn ve
Hulâsati Menâkıbi’s-Sâlihîn;
Tacüddîn Ebu Bekr b. Muhammed el-Ensârî
(1090/1679’da sağ), ‘Ukûdü’l-Leâl fî Menâkıbi
Ehli’l-Kemâl (el-‘Ukûdü’l-Leâliyye fî Terâcimi’s-Sâdeti’l-Ahmediyye diye de anılır);
Abdülazîz El-‘Ânî (11./17. yy), el-Mevâhibü’l‘Aliyye;
Ebu’l-Hasan Ali b. Hasan b. Ahmed el-Vâsıtî
(ö.733/1333), Hulâsatü’l-İksîr fî Nesebi Seyyidinâ el-Ğavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr ve Rûhu’lİksîr;
Muhammed b. Ahmed el-‘Abdelî el-Bahreynî
(11./17. yy), Lübâbü’l-Maânî fî Ahbâri’l-Kutbeyni’l-‘Azîmeyn er-Rifâ‘î ve’l-Ceylânî;
Ahmed b. Ahmed ez-Zebercedî (ö.737/1337)
ed-Dürrü’s-Sâkıt fî Menâkıbi Sâdâti Vâsıt;
Sıddîk b. Muhammed el-Hubâb (12./18. yy.),
Matlabü’s-Sâ‘î fî Menâkıbi’r-Rifâ‘î;
Takıyyüddîn Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Abdülmuhsin el-Vâsıtî (ö.744/1343), Tiryâku’l-Muhibbîn fî Tabakâti (Hırkati) (el-)Meşâyihi’l-‘Ârifîn
ve Tiryâku’l-Muhibbîn fî Sîreti Sultâni’l‘Ârifîn;
Ebu’l-Kasım Cafer b. Hasan el-Berzencî
(ö.1179/1766), İcâbetü’d-Dâ‘î fî Menâkıbi’r-Rifâ‘î;
İbn Hammâd Muhammed b. Ebu Bekr elMavsılî (ö.750/1349), Ravdatü’l-A‘yân fî Ahbâri
Meşâhîri’z-Zemân;
Safiyyüddîn Abdurrahman İbnü’l-Huseyn edDımeşkî el-Bekrî (ö..776/1374), er-Ravdu’n-Nadîr
fî Menâkıbi’s-Seyyid Ahmed er-Rifâ‘iyyi’l-Kebîr;
Sirâcüddîn Muhammed b. Abdullah el-Mahzumî es-Sayyâdî (ö.885/1480), Sıhâhu’l-Ahbâr fî
Nesebi’s-Sâdeti’l-Fâtımiyyeti’l-Ahyâr, Cilâü’lKalbi’l-Hazîn, Kurratü’l-‘Ayn ve en-Nüshatü’lKübrâ;
İbrahim b. Muhammed el-Kâzerûnî (9./15.
yy), Şifâü’l-Eskâm fî Sîreti Ğavsi’l-Enâm;
Muhammed b. Kasım el-Vâsıtî (9./15. yy),
Buğyetu’r-Râğıb;
Ahmed b. Celâl el-Lârî el-Mısrî (ö.9./15. yy.)
Celâü’s-Sadâ fî Sîreti İmâmi’l-Hüdâ;
Sinan Abdussamed el-Hüseynî, Vesîletü’dDâ‘î fî Nesebi’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î;
Ebu’l-Hüdâ
Muhammed
es-Sayyâdî
(ö.1328/1909), Kılâdetü’l-Cevâhir fî Zikri’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î ve Etbâ‘ihi’l-Ekâbir; et-Târîhu’l-Evhad
li’lĞavsi’r-Rifâ‘iyyi’l-Emced ve ilgili diğer eserleri;
Muhammed b. Ömer b. Hasan el-Harîrî
(ö.1330/1912), Netîcetü’l-Mefâhir fî Ahbâri Benî
Rifâ‘ati’s-Sâdeti’l-Ekâbir;
İsmail Halîfe Hüseyn, elİmâm er-Rifâ‘î;
Kenan Rifai (ö.1950), Ahmed er-Rifâ‘î;
Yunus es-Semârrâî, es-Seyyid Ahmed erRifâ‘î;
Muhammed el-Kalbakcî, Nuru Behceti’sSıdk fî Zikri Sülâseti’l-Ğavsi’r-Rifâ‘î bi-Dımaşk;
Muhammed Ahmed Dernîte, eş-Şeyh
Ahmed er-Rifâ‘î ve A‘lâmü’r-Rifâ‘iyye;
Ebu Bekr b. Abdullah el-‘Ayderûsî el-‘Adenî
(ö.914/1508), en-Necmü’s-Sâ‘î fî Menâkıbi’l-Kutbi’l-Kebîr er-Rifâ‘î;
Yusuf Hâşim er-Rifâ‘î ve Mustafa er-Rifâ‘î enNedvî, el-İmâm es-Seyyid Ahmed er-Rifâ‘î ;
Muhammed El-‘Âkûlî el-Bağdâdî (ö.930/1524
civarı), el-Huccetü’l-Bâliğa fî Terâcimi’rRifâ‘iyye;
Cemal el-Ğîsânî, er-Rifâ‘î ve özellikle Mustafa Tahralı hocamızın doktora tezi Ahmad alRifâ‘î.
45
Temmuz 2009
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
ÇEŞİTLİ İLAHÎ
İSİMLER
ZAVİYESİNDEN
AHİRET
Kâinâtta tecellilerini müşahede
ettiğimiz Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları âhiret hayatını iktiza etmekte,
kalp kulağına uhrevî hayatın müjdelerini fısıldamaktadırlar.
Bu sadeden olarak izzet ve azamet, kibriya ve ululuk bildiren ilâhî
isimler de, âhiretin vukuunu iktizâ etmekte, bir hesap gününün ufukta olduğunu göstermektedir. Şöyle ki;
Bu kâinatta öylesine muhkem ve
dakîk bir nizam vardır ki, hiç bir tarafında bir aksaklık ve bozuk yoktur. En
büyük sistemlerden, galaksilerden en
küçük sistemlere atom ve elektronlara
kadar, her şeyde tam bir nizam görülmektedir. Zalim ve tağîler, kâtil ve fâcirler böyle bir nizâmdan kaçıp
kurtulamazlar. Akıl gösteriyor ki, böyle
bir nizâm mutlaka böylelerini cezâya
çarpacaktır ve onlar, mutlaka hesaplaTemmuz 2009
46
rının tam olarak görüleceği bir âleme
sevkolunacaklardır. Eğer saadet-i
ebediyye olmazsa bu nizâm zayıf bir
suretten ibaret kalır. Yalancı bir nizam
olur. Nizâmın rûhu olan maneviyât, rabıtalar ve nisbetler hebâ olur. Demek
ki, nizamın nazzâmı saadet-i ebediyyedir1.
Cenab-ı Hak nimetlerine başkasının müdahelesini kabul etmediği
gibi, nimetlerine mukabil yapılan şükrün de başkalarına yöneltilmesine razı
olmaz. O'nun, nimetlerine nankörlük
edenlere, emir ve nehiylerini hafife
alanlara karşı büyük bir celâli vardır2.
Halbuki, nice insanlar var ki, binlerce
nimete gark olmuşlarken nankörlük
edip, kulluk ve ubudiyetlerini başkalarına yapıyor, Allah'ın, kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için yaptığı bunca
ihsanına karşılık, isyan ve tuğyanla
mukabele ediyorlar. Sonra da bu dün-
yada yaptıklarına karşılık hiç bir cezâ görmeden,
hatta çok defa refah ve sıhhat içinde yaşayarak bu
dünyadan çekip gidiyorlar. İşte kâinatta tecellilerini
gördüğümüz, Allah'ın izzet ve celâli böylelerin cezâlandırılmasını ve kendisini tanımayanları, hafife
alanları kahretmeyi ister. Bu durum dünyada tam
olarak gerçekleşmediğine göre, demek ki âhirete
bırakılıyor. Nitekim, O'nun bu dünya hayatında,
geçmiş asırlardaki azgın ve zalim kavimleri cezalandırması, imhâl etse de (mühlet verse de) ihmâl
etmediğini göstermektedir. Şu âyetler bu durumu
gözler önüne sermekte, onlara verilen mühletin bir
istidrac olduğunu ifâde etmekte ve Allah'ın izzet ve
celâlinin, zâlim ve kâfirleri er geç cezalandıracağını göstermektedir: "Ayetlerimizi yalanlayanları,
ummadıkları yerden yavaş yavaş (istidrâcla)
helâke götüreceğiz. Onlara mühlet veriyorum,
benim keydim (cezam) pek çetindir" (A'râf, 182-183),
"Andolsun, senden önceki peygamberle de
alay edildi de onlara mühlet verdim, sonra da
onları yakaladım. Azabım nasılmış?!" (R'ad, 32), "...
Böylece kâfirlere mühlet verdim, sonra da yakaladım, cezam nasılmış?!" (Hacc, 44), "Nice beldeler var ki, zulümlerine devam ettikleri halde
onlara mühlet verdim, sonra da, yakaladım.
Dönüş banadır" (Hacc, 48).
Keza, yeryüzünüde gezip
dolaştığımızda, her tarafta, yer
yüzünün süsü durumunda olan4
bin bir çeşit ve rengarenk çiçekler, kuşlar ve kelebekler, bitki ve
hayvanlar görüyoruz. Adeta yer
yüzü bu güzelliklerin teşhîr edildiği bir salon hükmündedir. Sadece yer yüzü değil gökyüzü de,
sayısız denecek kadar çok sayıdaki yıldız kandilleriyle süslendirilmiştir
Keza, bu dünyada muhteşem, bir rubûbiyetin ve şaşaalı bir saltanatın eserlerini müşâhede
ediyoruz. Bu küre-i arz emre âmâde bir hayvan gibi
rabbi'nin emri altında musahhar ve zelîl bir durumdadır. Diriltir, öldürür, terbiye, tedbîr ve idâre eder.
Güneş ise, gezegenleriyle beraber O'nun kudretine
musahhar ve nizâmına tabi'dir. Onları tanzîm eder,
döndürür, takdîr eder... İşte akılları hayrete düşüren
tasarruflarının şehâdetiyle, böylesine sermedî, devâmlı bir rububiyyet ve kararlı, ihatalı saltanat
böyle zayıf, değişen, geçici işler üzerine kâim olamaz. Bilakis, bu dünya ancak tecrübe ve imtihan,
sergileme ve ilân için geçici menzillerin kurulduğu
bir meydandır. Sonra tahrîb olunup, dâimî saraylara tebdîl edilecek ve mahlukât da oraya sevkolunacaktır. Dolayısıyla, zarurî olarak bu fânî ve
kararsız âlemin rabbi'nin başka bâkî ve kararlı bir
âleminin bulunması gerekir3.
Kendisini, Kur'ân-ı Kerimde pek çok yerde,
Rabbu'l-âlemîn ve Rabbu's-semâvâti ve'l-arz olarak tanıtan Cenab-ı Hak, hiç şüphesiz bu terbiye47
Temmuz 2009
sini uhrevî bir âlemde de ebedî olarak devâm ettirecektir.
Keza, yeryüzünüde gezip dolaştığımızda, her
tarafta, yer yüzünün süsü durumunda olan4 bin bir
çeşit ve rengarenk çiçekler, kuşlar ve kelebekler,
bitki ve hayvanlar görüyoruz. Adeta yer yüzü bu güzelliklerin teşhîr edildiği bir salon hükmündedir. Sadece yer yüzü değil gökyüzü de, sayısız denecek
kadar çok sayıdaki yıldız kandilleriyle süslendirilmiştir5. Hatta, denizleri şenlendiren çeşit çeşit balıklara ve denizlerden çıkarılan incilere, hayvanların
sabahleyin rızıkları için çıkıp akşamleyin dönmelerindeki güzelliğe6 varıncaya kadar, her şeyde bir
güzellik ve süslülük görüyoruz. İşte, bütün bu güzel
mahlûklar, Yaratıcılarının misilsiz bir güzelliği olduğunu gösteriyor.
müştaka iştiyâk duyar. Dolayısıyla, Cenab-ı
Hakk'ın mukaddes hüsün ve cemâli de, görmek ve
görülmek ister. Bunlar ise, istihsan ve tenzîh edenlerin, müştâk mütehayyirlerin varlığını gerektirir.
Sonra, sermedî bir cemâl, sanatının güzelliklerini
hayretler içinde seyreden kimselerin ebedî olmalarını iktizâ eder. Çünkü daimî ve kâmil bir cemal, zâil
ve devamsız müştâklara razı olamaz... Aksi halde
nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve hesapsız bir istihsânla mukâbele görmesi gereken
böyle bir cemâle karşı, adavet, kin ve inkârla mukâbele edilmesi muhtemeldir7.
.........................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı
ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
1. Saîd Nursî, Asâr-ı Bediiyye, s. 28.
2. Abdulhay Nâsih, s. 70.
Malûmdur ki, her yüksek cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini bizzât kendi nazarıyla
ve bir de, başkalarının nazarlarıyla müşâhede
etmek ister. Kendi sevgili cemâlinin cilvelerinin göründüğü bir aynaya ve güzelliğinin aksettiği bir
Temmuz 2009
3. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s. 99.
4. Bkz. Kehf, 7.
5. Bkz.Fussilet, 12; Sâffât, 6; Mülk, 5...
6. Nahl, 6.
7. Nursî, el-Mesneviyyu'l-Arabî, s.93; Sözler, s. 51.
48
YALANCI DÜNYAYA
Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü türlü otlar bitenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Kimisinin üstünde biter otlar
Kimisinin başında sıra serviler
Kimi mâsum kimi güzel yiğitler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Toprağa gark olmuş nazik tenleri
Söylemeden kalmış tatlı dilleri
Gelin duadan unutmadan bunları
Ne söylerler ne bir haber verirler
Yunus der ki gör takdirin işleri
Dökülmüştür kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler ne bir haber verirler.
Yunus Emre
49
Temmuz 2009
Ersan BİLGİN
İZZET
ya da
ZİLLET
Eyüp Sultan
HALİD b. ZEYD EBÛ
EYYUB el-ENSÂRÎ (ra)
Sahabe’den Eslem b. Ebû İmran
anlatıyor:
Temmuz 2009
biz Medineli Müslümanlar’(ın yanlış
tavrı sonucu) inmiştir. (Şöyle ki:) Allah
Teala, İslam’ı düşmanlarına üstün kılmış, dinine yardım edecekleri de arttırmıştı.
…İstanbul Kuşatmasında bulunuyorduk. Büyük bir düşman askeri
birliği surlardan saldırdı, biz de saflar
halinde karşılık verdik. Tam bu sırada
Müslümanlar’dan bir mücahid, açıktan düşman saflarına daldı. Bunu
gören mücahidler, ahh! ettiler ve “Sübhanellah!..Göz göre göre kendini tehlikeye attı”, dediler. Bu sözler üzerine
Rasulullah Aleyhisselam’ın sahabisi
(ve İstanbulumuz’un kutlu misafiri)
Ebû Eyyub (ra), şöyle dedi:
Bunun üzerine bizden bazıları
kendi aralarında, “Mallarımız bakımsız
kaldı, ziyana uğradı. Şimdi ise Allah
(cc), İslam’ı aziz kıldı ve yardımcılarını
da çoğalttı. Artık biz, mallarımızın başına dönsek, onların ıslahıyla meşgul
olsak” demiştiler. İşte Allah (cc), Rasulü’ne: “Allah yolunda infak ediniz
de kendinizi bile bile (ellerinizle)
tehlikeye atmayınız,…” (Bakara,195) ayetini indirerek, Allah (cc), bizim cihad’tan uzak kalma düşüncemizi
reddetti.
“Ey Müslümanlar!.. Sizler bu
ayeti (“Allah yolunda infak edin ve
kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye
atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah,
iyilik edenleri sever.) (Bakara,195) böyle
mi yorumluyorsunuz? Halbuki o ayet,
Zira gerçek (ve en büyük) tehlike, malların başında durup, onların
ıslahı ile uğraşarak, (ticarete, dünya
malına kendimizi kaptırarak, Allah yolunda) cihad’ı, (tebliğ’i, davet’i ve fedakarlığı) terk etmemizdir.” (Tirmizi)
50
İSLAM ve İNSAN
Elhamdülillah imanlı, ahlaklı, Allah sevgisiyle
bezenmiş, güleryüzlü, sadık sözlü mümin- Müslüman şahsiyetleriz, her birimiz…
Müslüman demek, doğumundan ölümüne
kadar yaratan, yaşatan ve yöneten Rabbimiz’in
emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmuş, Allah’ın
yeryüzünde halifesi olan, huzur ve barış insanı demektir.
Rabbimiz kulluğumuz hakkında şöyle buyuruyor:
“Ölüm, sana ulaşıncaya kadar Rabbi’ne
kulluk et!” (Hicr,99)
“Ey Müminler! Allah’tan gerektiği gibi korkunuz ve mutlaka Müslüman olarak ölünüz.” (Ali İmran,102)
“De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve
ölümüm, alemlerin Rabbi, Allah içindir.” (En’am 162)
Cahiliyye döneminde insanın sadece adı
vardı. İnsan nasıl düşüneceğini, nerden geldiğini,
niçin geldiğini, nereye gideceğini yani anlamını,
bakış açısını unuttu ya da insana bütün bu erdemler unutturuldu.
İşte cismen olup da değer ifade etmeyen, atılan, mal gibi satılan, tüketilen insanın dirilişi Rabbimiz’in vahyi ile oldu.
Yüce Allah’ın en şerefli varlık olarak yarattığı
insan değerini, gönderdiği İslam Dini ile bulmuştur.
İnsanın aradığı İslam, İslam’ın aradığı ise insandır… Sadece bir olan Allah’a kul olan insan arı duru
zihniyle bütün sorularına İslam ile cevap bulacak,
mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacaktır…
Allah’ı kaybeden insan, anlamı kaybetmiştir…Anlamı kaybeden insan da şaşırmıştır, ne yapacağını bilmez olmuştur, sığınak arar durur,
akledemez, düşünemez…Davranışı kaybetti, ne
yapacağını unuttu…
Vahiy; insana kendini ve Rabbini hatırlatan diriliş muştusu, ab-ı hayat...Ve ilk vahiy Yaratan Rabbi’nin adıyla OKU!
Ey İnsan; sen bir ayetsin, şu gördüğün her
şey ayet, tıpkı Kuran ayetleri gibi… Kendini oku,
keşfet kendini, potansiyelini gör, fıtratını hatırla,
huzur fıtratında yani Kur’an’da… Sen eşref-i mahluksun, sen alemlerin Rabbi’nin kulusun, oku kendini…
Kainatı, yaratılanları oku, Rabbim her şeyi
senin için yarattı, bunu idrak et, bunu
anla…Kur’an-ı Kerim’i, hayat rehberini oku…Oku,
anlamak ve yaşamak için oku. Bu kitap yeryüzüne,
sana, bana hitap ediyor…
51
Temmuz 2009
Kuran her şeyden önce bir hitap’tır, Allah’ı
çok seven ve sorumluluk bilincine sahip müminlere
bir hitap… Kuranda bulunan bütün anlatımlar, tanımlar cennet-cehennem tasvirleri, geçmiş kavimlere dair bilgilerin hepsi bizim içindir, buranın imarı
içindir yoksa huri-gılman muhabbeti için değildir…
Kur’an kıssaları, anlatımları akletmemiz için, şuurlanmamız içindir…
Yeryüzü imar olacaksa, insanlık mutlu ve huzurlu olacaksa Kuran’la olacak…Bu sebeble Kuranımız hayatımızda olmalıdır, hayatımız Kur’an’la
hayat bulmalıdır… Bir mümin sadece ve sadece
onun baktığı yerden bakar, onun için Kitabımız’ı
öğrenmeliyiz, öğretmeliyiz… Bundan kimse bir mümini alıkoyamaz, yasak koyamaz, bilakis insan gibi
yaşamak istiyorsak Kitabımızı hayatımızın merkezine almalıyız…
Nerden geldin, niye geldin, niçin geldin, nereye gidiyorsun, hayata bakış açın nasıl olacak,
paraya, mala, mülke, servete, şöhrete, makama,
karşı cinse nasıl bakacaksın yani nasıl adam gibi
adam olacaksın, insan olmayı oku…Yaratan Rabbi’nin adıyla oku…
Temmuz 2009
İşte Kur’anımızı canlı ve aktif okumayı bilmezsek, bunu yapamazsak mutsuz oluruz, huzursuz oluruz, aynı o günlerde olduğu gibi…
İnsan neye ne kadar değer vereceğini, Yaratanıyla ilişkisini, insanlarla ilişkisini, Allah’a kul olduğunu, Allah’tan başka tapılacak, kulluk edilecek,
yardım istenecek, el açılacak, medet umulacak hiçbir merci olmadığını, şirkin yani Allah’a ortak koşmanın, kendini haşa Rab zannetmenin,
azgınlaşmanın ne derece büyük bir zulüm olduğunu, sevgiyi, fedakarlığı, kardeşliği, dayanışmayı,
ahlakı yani İslam’ı bilecek ki hem kendi mutlu
olsun, hem de dünya…
Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve
sellem buyuruyor ki:
“Sizin aranızda iki şey bıraktım. Bu ikisine
sımsıkı sarıldığınız takdirde sapıklığa (yanlışa
ve zulme) düşmezsiniz. Bu iki şey, Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Benim Sünnet’imdir.” (Buhari)
Vahyin Müslüman insandan sonra inşa ettiği
en önemli ikinci inşa aile’dir, Müslüman aile… Sev52
ginin, fedakarlığın, dayanışmanın, anlayışın, sabrın, muhabbetin hakim olduğu aile… Hz. Hatice,
Hz. Aişe ve diğer annelerimiz buna çok güzel örnektir. Hz. Hatice’nin teslimiyeti, imanı ve fedakarlığı…
- “Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten (cehennem) koruyun.” (Tahrim,6)
- “Mümin erkekler ve mümin kadınlar, birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder, kötülükten
vazgeçirirler; namazı dosdoğru kılarlar, zekatı
verirler, Allah'a ve Peygamberi’ne itaat ederler.
İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Allah, şüphesiz güçlüdür, hakimdir.” (Tevbe,71)
- “Ya Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy ve komşularını gözet (ikram et.)”
(Müslim)
- “İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız ve onlar haksızlık yaparsa biz de haksızlık
yaparız diyen taklitçilerden olmayın! Fakat, insanlar iyilik yaparsa siz de iyilik yapmaya, şayet
kötülük yaparlarsa siz de kötülük yapmamaya
kendinizi hazırlayınız!” (Tirmizi)
Rasulullah (sav) Rabbimiz’e şöyle niyaz ediyor:
Sevgili Peygamberimiz buyuruyor:
- “Komşusu aç iken, karnını doyuran kimse
gerçek mümin değildir” (Hakim)
“Allahım! Sen’den Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve Sen’in sevgine ulaştıracak
ameli talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in sevgini
bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk
sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizi), “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir!” (Amin)
- “Cebrail (as), bana komşuya iyiliği ve ikramı o kadar tavsiye etti ki, komşuyu mirasçı
yapacak zannettim.” (Müslim)
BİR TATLI HUZUR
CENNET ARAYIŞI
Ve Müslüman bir toplum… Akrabalık, komşuluk, din kardeşliği ilişkilerini mümin daima gözeten insandır.
Rasulullah (sav) Rabbimiz’e şöyle
niyaz ediyor:
“Allahım! Sen’den Senin sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve
Sen’in sevgine ulaştıracak ameli
talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in
sevgini bana nefsimden, ailemden,
malımdan ve soğuk sudan daha
sevgili kıl!” (Tirmizi), “Allah’ım! Yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı
da güzelleştir!” (Amin)
Birgün Harun Reşid’in hanımı, ona şöyle der:
“Allah’a hamdolsun ki, bu dünyada saraylarda
huzur ve mutluluk içinde yaşıyoruz. Rabbimiz ahirette de böylece yaşamayı nasib etse, keşke.“
Harun Reşit de eşine: “İnşaallah hatun, kim istemez ahiret mutluluğunu?” der.
Harun Reşit dışarı çıkar, dolaşırken Behlül
Dânâ’nın yeri kazdığını görür ve takılmadan edemez: „Hayırdır, Behlül yine ne işler çeviriyorsun?“
O da: „Cenneti arıyorum.“ der. Harun Reşit;“Yapma
Behlül, burada Cennet mi aranır? deyince, Behlül
de taşı gediğine koyar:
“Sen sıcak yatağında, ailenin yanında Cennet arıyorsun oluyor da, burada neden olmasın?”
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “İnsanlar sırf
'inandık' demekle; hiçbir imtihandan geçirilmeksizin bırakılıvereceklerini mi sanıyorlar?”
(Ankebut 29/2)
“İnananlar ve yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele.” (Bakara 2/25)
53
Temmuz 2009
Ahmet HALİLOĞLU
Şeyhülislam
Mustafa Sabri
Efendi - 2
1924’te dersiamlık maaşı kesilen, vatandaşlıktan çıkarılan, vatanından uzakta gurbet acısını içine akıtan
Mustafa Sabri Efendi ve ailesi 1928’de
Mısır’a yerleşir. Zorunlu gurbet bir istihdam-ı ilâhidir elbette. Allah-u Teala;
Osmanlı medreselerinin son döneminde yetiştirdiği iki büyük alimi Mısır’a sevk etmişti ; Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi ve Şeyhülislam
Vekili Düzce’li Zahidül Kevserî. Asrın
başında İslâm Âleminin iki ilim merkezinden biri olan İstanbul’da medreseler kapatılmış, hocalar büyük takip ve
baskı altına alınmıştı. İkinci ilim merkezi olan Mısır ve Ezher ise Batı’dan
gelen fikri akımların öncüleri Kâsım
Emîn, Muham-med Ferîd Vecdî, Muhammed Mustafa el-Merâgi, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrâzık
gibi isimlerin etkisi altındaydı. Tüm
İslâm Âleminin gözbebeği hükmünTemmuz 2009
54
deki Ezher’in itikadî açıdan tahribinin
ümmeti çok zor duruma düşüreceği
aşikardı. Dinin Sahibi iki büyük âlimi
Mısır’da istihdam ederek Ehl-i Sünnet
itikâdını muhafaza ettirdi.
Bu ümmetin her muhacirinin yaşadığı sıkıntıları Mustafa Sabri Efendi
Hocamız ve ailesi de yaşamıştır. Parasızlık en büyük sıkıntılarıdır. Mısır’da
doğru düzgün tanıdığı olmayan, yaşı
bir hayli ilerlemiş olan Hocaefendi ve
ailesinin geçimini oğlu İbrahim Sabri
Bey üstlenir. Üstlenir üstlenmesine de
kendisi de babası gibi âlimdir. Şâirdir,
ediptir. Nâzenin bir ruha sahip bu
insan kurak Mısır’da ne iş yapabilir ki
? Mecburen bir Ermeni’nin yanına
çırak girer. Ayakkabı tamir etmektedir
artık. İbrahim Sabri Efendi ayakkabıcıda bir gün falçeteyi eline kaçırır. Artık
ömrü boyunca o acı günlerin izini
elinde taşıyacaktır. İbrahim Sabri Efendinin aldığı
üç beş kuruş para ile evde tencere, pardon, çaydanlık(!) kaynayacaktır. Yanlış yazmadım efendim,
tencereleri yoktur, parasızlıktan da alamazlar. İbrahim Sabri Bey’in ifadesiyle önce çaydanlıkta kuru
fasulye pişirip yerler sonra çaydanlığı yıkayıp çay
demlerler. Hey gidi Osmanlı hey. İstanbul’daki gayrimüslimlerin ya iman etmeleri ya da İstanbul dışına sürgün edilmeleri için ferman çıkaran Yavuz
Sultan Selim’e kafa tutan, sinirinden âsâsını yere
vuran Zembilli Ali Cemâli Efendi’nin varisi Şeyhülislam açlıkla karşı karşıya kalır. Üstelik kendi yurdundan uzakta.
Mustafa Sabri Efendi’nin çevresinde bir halka
oluşmaya başlar. Nezaketin ve hilmin zirvesindeki
Şeyhülislam’ın zorunlu gurbet arkadaşları vardır ;
Mehmed Akif Esoy, İhsan Efendi, Düzceli Mehmed
Zâhid Efendi Hazretleri. (İhsan Efendi Hocamızın
oğlu bugün İslam Konferansı Teşkilatı Başkanı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur). Tabii okuma ve okutma
faaliyetlerine de devam eder. Türkiye’den binbir
zorlukla gelen talebelere sahip çıkmaya çalışır.
Üstad Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkciler Hocaefendi, Emin Saraç Efendi Hocamız, Prof. Ali Özek
en başta akla gelen Mısır dönemi talebeleridir. Türkiye döneminden en meşhur talebesi ise Sahihi
Buhari’yi şerh etme şerefine nail olmuş İsmail
Kâmil Miras Hocamızdır.
Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır dönemi ilim
çalışmaları Ehl-i Sünnet akidesinin muhafazası,
İslam toplumunun dış etkilerden muhafaza faaliyetleri açısından hocaefendinin en velud dönemi
olmuştur. Oryantalistlerin açtığı kapıdan geçen onlarca Mısırlı, sahih akideyi bozmak için ellerinden
geleni yapıyorlardı. İstanbul’da iken İttihad ve Terakki içindeki zındıka komiteleri ile siyaseten mücadele eden Hocaefendi, Mısır’da İttihadcılar ile
aynı kaynaktan beslenen yerli müşteşrikler ile ilmi
açıdan mücadele ederdi. Hocaefendi’nin Mısır dönemi eserlerinin tamamına yakını reddiye türünden
çalışmalardır.
Doktor Muhammed Hüseyin Heykel; Efendimiz (sav)’in mucizelerini inkar eden, hadis ve siyer
kitaplarını töhmet altında bırakan, Ehl-i Sünnet
alimlerini galiz ifadeler ile yeren Hayatü Muhammed isimli kitabını neşreder. Ezher alimleri bu kitaba cevap vermekte zorlanınca Hocaefendi’ye
gelirler. Hocaefendi bu kitaba reddiye olarak bir
makale kaleme alır ama baskılar neticesinde makale dergilerde yayınlanmaz. Bunun üzerine Hocaefendi oturur, müstakil bir kitap yazar. Ancak
gene işin içine maddiyat girmiştir. Bunun üzerine
talebeleri kitabın baskı masrafları için gazetelere
ilan verip halktan para toplarlar. İhvan-ı Müslimin
teşkilatının kurucusu Hasan el-Benna’da kitabın
baskı masraflarına ortak olur. Bugün İhvan teşkilatı farklı bir portre çizse de, banisi Hasan elBenna Ehl-i Sünnet bir isimdir ve aynı zamanda
Şazeli dervişidir. Bizim topraklarımızda Rufailik
neyse Kuzey Afrika’da Şazelilik odur. Hocaefendi
o dönemde hastadır, elleri titremektedir. Matbaacılar Hocaefendinin el yazısını okuyamadıkları için
Üstad Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi oturur, yeni baştan yazar. Sonuçta ümmetin ortak gayretiyle elKavlu’l-Fasl Beynellezîne Yu’minûne bi’l-Gaybi
vellezîne lâ Yu’minûn (Gaybe iman edenlerle etmeyenlerin arasını ayıran nihai söz) isimli eser
meydana çıkar. Kitabın isminden de anlaşılacağı
üzere mucizeleri inkar edenler iman dairesinin dışına çıkmaktadırlar. Ne hazindir ki Mustafa Sabri
Efendi’nin ülkesinde mucizeleri inkar edenler ,
hadis alimlerini karalayanlar baş tacı ediliyor.
Bu eserin neşrinden sonra Mısır veliahdı
Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır’da olduğunu öğrenir. Hocamızı saraya davet eder ve kendisine maaş
bağlatır. Hocaefendinin mali durumu biraz olsun
düzelmiştir artık.
Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi
adlı eserinde Muhammed Abduh için şöyle demektedir: "Abduh‘un tuttuğu bozuk yolun hülasâsı
şudur : Ehl-i Sünnet itikadı üzere tedrisât yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesi‘ni karıştırıp
Ezherliler’in çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştıramamıştır. Hocası Cemâleddin Afgâni vâsıtasıyla
Ezher‘e masonluğu sokan odur. Nitekim bir takım
yanlış işlerin revaç bulması hususunda Kasim
Emini‘yi teşvik eden de odur..." İşte bize kahraman
diye yutturulmaya kalkışılan Muhammed Abduh ve
55
Temmuz 2009
dağladı. Sözün ve söyleyenin kıymeti harbiyesini
ve tuvalet bezinin ilmin neresine düştüğünü takdir
etmek sizlerin vazifesi.
Cemaleddin Afgani’nin Hocaefendi nazarındaki ahvalleri. Afgani’nin ajanlığı hususunda Cennetmekan Sultan Abdulhamid’de Hocaefendi ile aynı
kanaattedir ve hatıralarında bu hususu dile getirir.
Yeri gelmişken Mustafa İslamoğlu’nun Afgani
hakkındaki sözlerine değinmeden geçemeyeceğim. Afgani hakkında kanaati sorulan İslamoğlu
“Afgani’ye kara çalanlar O’nun tuvalet bezi bile olamazlar” şeklinde cevap veriyor. Geçmişi, ilişkileri,
hatta memleketi bile karanlık olan (Afgani’nin İranlı
olduğuna dair kuvvetli iddialar var) Afgani için Müslümanların Halifesi ve Türklerin Hakanı Abdulhamid Han ve Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi
başta olmak üzere Ehl-i Sünnet alimlerine söylenen bu sözü aylar önce dinledim. O günden beridir
de içim halâ sızlıyor. Eşhedü billah ki Osmanlı’nın
başkentinde bir tefsir dersinde Osmanlı’nın padişahı ve şeyhülislamı için söylenen bu söz kalbimi
Temmuz 2009
Mustafa Sabri Efendi’nin en önemli özelliklerinden bir tanesi de geleceğe ferasetle bakabilmesidir. “Biz; Türk Milleti olarak şapka işine karşı
çıktık. Halbuki dildeki tahribata karşı çıkacaktık.
Gün gelecek bu dil bize yetmiyor diyecekler” der. O
günün şartlarında bu sözün değeri maalesef anlaşılmaz. İskilipli Atıf Efendi başta olmak üzere pek
çok alim ve samimi insan şapka yüzünden darağaçlarını boylar. Ama bugün Mustafa Sabri Efendi
sözlerinde haklıdır. Dilde sadeleşme, öztürkçeye
dönüş sloganları ile başlayan süreç bugün artık ilkokullarda bile İngilizce eğitimi ile toplumsal cinnete
dönüştü. İslam Harfleri ile yazılmış Türkçe demek
olan Osmanlıca metinleri okuyabilen insan sayımızdan bahsetmiyorum. Fakirin şu yazılarında
geçen üç beş ecdad yadigarı kelimenin ağırlığından şikayet eden arkadaşlarımız var. Geldiğimiz
durum vahim. Gençliğimiz İstiklal Marşı’nı bile anlamaktan aciz hale geldi. Dünyada kendi milli marşını lugata bakmadan anlayamayan ikinci bir millet
yoktur. Tabelalar, işyeri isimleri bile artık yabancı
dilde. Dildeki değişim kültürel tahribi ve fıtratımızın
tağyirini de beraberinde getirdi. Heyhat ki Mustafa
Sabri Efendi Hocamızın bunu yetmiş sene önce
dile getirmesi takdire şayan bir ferasettir.
“Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür
ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin,
Avusturya’lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste
Comte ve Sosyolog Durkheim’dir” sözleri Hocaefendinin basiretinin bir başka misalini de göstermesi bakımından zikredilmelidir. Zira Mustafa Sabri
Efendi Hazretleri bu sözü zikrettikleri zaman bu insanların yol açtıkları tahribat bilinmekteydi. Bugün
ise sebep oldukları yıkıntı tüm insaf sahipleri tarafından anlatılmaktadır.
Marx; öncüsü olduğu sosyalizm ve komünizm ile insanlığı inanılmaz bir girdaba sürüklemiştir. Komünizm adına işlenen her cinayette onun
da payı vardır. Kamboçya gibi adı sanı duyulma56
mış bir Güney Asya ülkesinde iki milyon masum
insan sırf komünizm adına katledilmiştir. Dünya elli
yıl süreli bir soğuk savaşa sürüklenmiş; insanların
aç kalması pahasına nükleer silahlanmaya sebep
olmuştur. Darwin; insanın maymundan türediği fikri
ve evrim teorisi ile insanların kafasındaki Hâlık fikrini çürütmeye kendini adayarak nice insanların zihinlerini bulandırmış, âhiret inancını yok saymak
suretiyle buhranlara ve bunalımlara sürüklemiştir.
Freud; her meselenin altında cinsellik aramakla
yeryüzünde Lut kavminden sonraki en büyük ahlaki çöküntünün işaret fişeğini ateşlemiştir. Bugün
Amerika’da kimi eyaletlerde yüzde sekseni bulan
boşanma oranları, Batı gençliğinin içine düştüğü
fuhuş ve eşcinsellik tuzağı, insanların temiz ruhlarını kirletmiştir. Comte; mucidi olduğu pozitivizm
ile insanların madde ötesi alemleri inkârını sağlamıştır. Madde ötesini veya metafizik boyutları inkâr
eden pek çok insan yolunu yitirmiş, gideceği yönü
şaşırmıştır.
Sözün kısası Mustafa Sabri Efendinin bu tespiti de haklı çıkmıştır. İnsanlık aleminin bugün içine
düştüğü durumda Mustafa Sabri Efendi merhumun
aziz ruhunu bir kez daha şâd etmek gereklidir. Tahrip edilen vicdanlar, bozguna uğratılan akıl ve tasavvurlar ile insanlık ruhî bir çöküntüye maruz
kalmaktadır. Ancak sığındıkları psikoloji ve psikiyatri, dertlerine çözüm üretememekte; sadece verilen uyuşturucu ilaçlar ile insanlar canlı cenaze
şekline sokulmaktadır ki bu da Mustafa Sabri
Efendi merhumun atom bombasından daha feci
tespitini haklı çıkarmaktadır.
Mustafa Sabri Efendi merhumun Mısır günleri işte böyle dolu dolu geçer. Çekilen onca sıkıntıya rağmen, ortaya kelimenin tam anlamıyla
devasa eserler çıkar. el-Kavlu'l-Fasl, Mevkıfu'l-Akl,
Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an gibi eserleri burada
zikredilmeye değer. Hocaefendinin her eserinin günümüze bakan bir yönü de var. Mesela savm-ı ramazan isimli eserinden örnek verelim: Magazin
programlarında fetva vermeye meyilli ilahiyat fakültesi dekanlığı da yapan bir sosyologumuz (!);
geçtiğimiz ramazanlarda “ Ağır işte çalışanlar oruç
tutmak yerine fidye versinler” diye akıllara zarar bir
görüş belirtmişti. Aslında bu orijinal (!) fetvayı Sü-
leyman Nazif’ten almıştı. Aynı görüşü Süleyman
Nazif’in dile getirmesi üzerine Mustafa Sabri Efendi
Savm-ı Ramazan isimli eserini telif eder. Eser; Süleyman Nazifi susturmaya yetmiştir.
Hastalıklar ve sıkıntılar ile boğuşan Mustafa Sabri
Efendi merhumun canını en çok gurbet yakar. Gönüllü gitmemiştir o.. Vatanından adeta kovulmuştur. Ama ülkesi rüyalarına bile girer. Talebesi Ali
Özek Hoca’dan Kırkağaç kavunu bile ister Hocaefendi. (Laf aramızda Genel Yayın Yönetmenimiz
Sezgin Hocamızda fakirden Kırkağaç kavunu istiyor.Bendeniz Kırkağaçlıyım. Sezgin Hocamıza
sizin huzurunuzda söz vereyim efendim Mustafa
Sabri Efendi gibi eserler verdiği sürece her sene
elli adet Kırkağaç Kavununu bendeniz kendisine
arz edeceğim)
1954 yılına gelindiğinde Hocaefendi’nin zayıf vücudu artık bu şartlara dayanamaz. Zaten Mustafa
Sabri Efendi’yi görenler şaşırırlar. Hafızası, ilmi ve
kelamının yankıları ile herkes Hocaefendiyi devasa
cüsseli olarak tahayyül etmektedir. Halbuki Hocaefendi zayıf, ufak tefek ve naif bir vücuda sahiptir.
1954 yılının Mart ayında (Miraç Gecesine denk gelmiştir) ebedi aleme göç eder. Cenazesi mahşeri bir
kalabalıkla kaldırılır. Arkada onlarca eser ve hoş bir
seda bırakır.
Son söz olarak bir meseleye değinmemiz gerekli.
Hocaefendi ile Zahidül Kevseri kader meselesinde
anlaşmazlığa düşerler. Elbette o tür bir ilme erişmiş iki alimin delilleri farklı izah etmeleri normaldir.
Ancak bu meseleden hareket ederek Ehl-i Sünneti
yıpratmayı düşünen bir takım kimseler var ki yaptıkları büyük hatadır. Zahidül Kevserinin talebesi
Emin Saraç Hocaefendi; her iki alimin dostluğuna
şehadet etmektedir. Mustafa Sabri Efendinin “Ben
Zahid Efendi gibi bir ders vekiline sahip olmakla
diğer Osmanlı Şeyhülislamları karşısında iftihar
ederim” sözü de malum çevrelerin hatasını gözler
önüne sermektedir. Mısırlı Azzam Paşa’nın yardım
teklifini “Ders Vekilim Zahid Efendi daha zor durumda. O’na götürün” diyecek kadar Düzceli Zahid
Efendiye düşkün olan Mustafa Sabri Efendi nasıl
olur da O’ndan kopar!
57
Temmuz 2009
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
KEKLİĞİN KADERİ
PADİŞAHIN ATI
Bir gün padişah çarşı ve pazarı geziyormuş.
Padişahın çok sevdiği beyaz bir atı
varmış. Bir gün saraydakileri toplamış ve
onlara demiş ki
Kuşların ve avcıların olduğu bölüme
doğru gelmiş. Bu bölümde her çeşit kuş
satılmakta. Şahinler, papağanlar, güvercinler… onun dikkatini keklikler çekmiş.
- Kim bir gün bana beyaz atımın öldüğünün haber verirse onun kafasını
uçururum.
Kekliklerin her birinin boynunda fiyatları asılı. 1 altın üç altın 5 altın 2 altın.
Ancak bir tanesinin fiyatı 100 altın.
Gel zaman git zaman padişahın bu
çok sevdiği beyaz atı ölmüş. Sarayda
Kuşcuya yaklaşmış ve sormuş.
herkesi almış bir telaş. Padişaha bu ha- Bunun fiyatı neden bu kadar pahalı.
Diğerlerinden ne farklı var? Kuşcu
beri kim verecek. Hiç kimse buna cesaret
- Padişaım bu kekliğin diğerlerinden
farkı şu. Bu kuşun sesi okadar güzeldir
ki. Ötmeye başlayınca etrafdaki bütün
keklikler bunun yanına konar. Böylece biz
bütün keklikleri kolayca yakalarız.
şaha Seyis başının söylemesine karar
edemiyor. Sonunda bu kötü haberi padi-
verilmiş. Seyis başı padişahaın yanına
gitmiş ve ona,
- Padişahım sizin beyaz bir atınız
Padişah
vardı ya!
- Alıyorum ben bu kuşu .
- Evet vardı.
100 altını vermiş kuşcuya.
- Atınız, ayaklarını yukarı dikmiş, kar-
Padişah kuşu eline almış. Kafasını
kopartarak kuşu orada öldürmüş. Kuşcu
şaşkın bir şekilde padişaha bakmış ve
nını şişirmiş, gözlerini yummuş, nefesini
tutmuş ve hiç nefes almıyor.
- Ne oldu sultanım 100 altın verdiğinizi kuşu niçin öldürdünüz?
- Desene bizim at ölmüş.
Padişah tarihe geçecek sözünü söylemiş.
- Padişahım onu ben demedim siz
dediniz.
- Kendi soyuna ihanet edenin başına
eninde sonunda gelecek olan budur.
Temmuz 2009
- Seyisbaşı canını kurtarmış.
58
DOĞDULAR, YAŞADILAR, ÖLDÜLER
Eski zamanlarda yaşayan bir padişah bir
gün ülkesinde yaşayan bütün tarihçileri sarayına toplar. Onlardan ne istediğini şöyle açıklar.
- Bana bir tarih kitabı hazırlayacaksınız. Bu
kitap bundan önceki yaşamış olan insanların
başından geçen tüm olayları içine alan bir kitap
olacak. Ancak bir şartım var. Hazırlayacağınız
kitabı okumaya benim ömrümün yetmesi gerekir. Bunun için size 10 yıl süre veriyorum.
Demiş.
Aradan 10 yıl geçmiş. Tarihçiler sarayda
toplanmışlar. İçlerinden bir sözcü padişahın huzuruna yaklaşmış.
Bir yıl sonra bütün tarihciler sarayda toplanmış. Padişah gelmiş. Herkes merak içinde.
Sözcü yaklaşmış padişaha. İstediğinizi hazırladık. Buyrun cama. Padişah yaklaşmış. Bir de
ne görsün! 3 tane deve, sağı solu kitap. Çılgına
dönmüş padişah. Cellat başını çağırtmış.
- Hepsinin kafasın uçurun.
Tarihçiler idam sehpasına doğru giderken,
- Durun!!! Diye bir ses duyulmuş. Tarihçilerin içerisinden bir tarihçi öne çıkmış ve padişaha yaklaşmış.
- Padişahım istediğinizi hazıladık.
- Hani nerede
- Buyrun sarayın camından şöyle bir bakın.
Padişah camdan bakınca sonu gözükmeyen bir deve sürüsünü görmüş. Develerin
sağında solunda ciltler dolusu kitap. Sözcü,
- padişahım istediğinizi ancak bu şekilde
hazırlayabildik. Padişah,
- bu kadar kitabı okumaya benim ömrüm
yetmez. Gidin size 5 yıl daha veriyorum, bu hazırladıklarınızı kısaltın özetleyin.
Aradan 5 yıl geçmiş. Tekrar saraya gelmiş
tarihçiler. Padişahın huzuruna çıkan tarihci.
- Padişahım ben sizden sadece bir gün istiyorum. İstediğinizi yarın hazırlayıp gelecem.
Herkes şaşkın, padişah şaşkın. Padişah
adama bakmış ve
- Peki 16 yıl bekledim bir gün daha beklerim. Ama yarın istediğimi hazırlayamazsan kurtuluşunuz yok ona göre.
Ertesi gün olmuş. Sarayın kapıları teker
teker açılmış. Herkes merak içinde tarihçiyi
bekliyormuş. Derken tarihçi gelmiş.
Padişaha yaklaşmış üç adım kala eğilerek selamını vermiş. Padişahım istediğiniz
hazır demiş.
- Hani nerde?
- İstediğinizi hazırladık padişahım. Buyrun
camdan bakınız
Padişah camdan bakınca bu sefer 30
tane deve görmüş. Sağı solu kitap dolu.
Padişah, olmaz, olamaz demiş. Bu kadar
dev dolusu kitabı okumaya benim ömrüm nasıl
yetsin. Zaten ömrümün 15 yılı gitti. Size son bir
şans . 1 yıl veriyorum. İstediğimi hazırlayamazsanız. Hepinizin kafasını gövdesinden ayırırım demiş.
Tarihçi ayağa kalkmış. Padişaha doğru
yürümüş, padişahın kulağına eğilmiş! Ve üç kelime söylemiş. Padişah
- Tamam istediğim oldu. Sana 10 kese altın
veriyorum arkadaşlarını da bağışlıyorum.
Bu üç kelime DOĞDULAR, YAŞADILAR,
ÖLDÜLER…
59
Temmuz 2009
Umut BULUT
Taşa
emdirilmiş
maneviyat
Eyüp Sultan İstanbul’umuzun ve
Türkiye’mizin maneviyat merkezi olması hasebiyle hepimizin önemsediği
bir yer. Eba Eyyüp El Ensari’ye yakın
olma arzusu taşıyan ecdadımızın da
asırlar boyu etrafına mezarlık kurduğu
bir mekân olarak da önümüzde durmaktadır.Şekil şekill boy boy mezar
taşlarıyla birlikte burası adeta bir taş
uygarlığına dönüşmüştür. Bir benzerinin beklide başka hiçbir yerde bulunamayacağı eşiz sanat şaheserlerine
burada rastlamak mümkün…
Mimari ve estetik sanatının zirvesi olarak kabul edebileceğimiz bu
mezar taşları, sanat tarihi araştırmacıları açısından incelenmeye değer
geniş bir malzeme alanı olarak kabul
edilebilir. Sanat tarihi açısından değerini tartışmanın ötesinde geçmişimize dair bizlere ipuçları vermesi
bakımından bu mezarlıkların özellikle
korunup incelenmesi gerektiğine inanıyorum.
Temmuz 2009
60
Araştırmacı Ömer Faruk Dere ve
ekip arkadaşları bu mezar taşlarını
teker teker okuyup tasnif etmektedir.
Yakın bir zamanda bu mezar taşları
hakkında kapsamlı bir araştırma kitabı
yayınlanacak. Benim şimdi üzerinde
durmaya çalıştığım mesele bu mezar
taşlarının bize ilham ettiği maneviyat
olacaktır. Sükuneti damarlarımızda
sıcak sıcak hissettiğimiz bu ortamda
bizler kedimize manevi bir terapi uygulandığını da hissediyoruz. Hatta bir
gizli elin ruhumuzu masaya yatırıp
çeşit çeşit hastalıklarımızı yırtık yanlarımızı yamar gibi yamadığını hissediyoruz. Ölüm gerçeğini suratımıza
sıcak sıcak çarparken bize yeni bir düşünce dünyası da doğuruyor bu mezar
taşları… Pek çok tarikatta var olan tefekkür ül mevt olayını birebir canlı
canlı yaşatan bu mekân; insanın manevi eğitim yuvası olarak çok güzel imkânlar da sunuyor bize…
Tek başına taşların size kendi
pencerelerini açmasını beklemeniz
doğru değildir. Mutlaka işin erbabı denen birileri
size bu taşların dilini tercüme etmesi de gerekiyor.
Okumasını ve düşünmesini bilenler b taşlar neler
neler anlatıyor bir bilseniz hiçbir dakika boş geçirmez, bu taşlarla mahallenin delisi gibi gelir oturur
sohbet edersiniz. Serin bir yaz havasında bu manevi atmosferi duya duyumsaya yaşayan insanlar
yok mu var elbet. Özellikle sabah namazlarını
Eyüp Sultan Camii’nde kılıp bu manevi ortamın havasını içine çeken nice zevki selim sahibi insan
vardır. Merkez olduğu içinde bu mekânın çekim
gücü her değerli insanı kendine mıknatıs misali çekiyor. Bu insanlardan biri emekli imam hatip öğretmeni Reşit Alkan…
Kendini ilme ve hizmetlere adayan bayrak
adamlar vardır. İsmi cismi bilinmez kendi hallerinde
yavaş yavaş kozasını örmeye devam eden bu bayrak adamların ortada görünmek gibi dertleri de yoktur. Zaten onları bayraklaştıran sır da burada
yatmaktadır. Her fırsatta kendini ortaya atan kendine reklam yapmak için bin fırıldak çeviren adamların yanında sessiz ve derin yürürler bayrak
adamlar… Kendini yetiştirmek için olanca gayretiyle çalışan ve hayata dair her konuda bir sözü
olan bir bayrak adamı tanımış olmaktan kendi namıma bahtiyarlık hissediyorum. Reşit Alkan şimdi,
Eyüp Sultan Sibyan Mektebi’nde çocuklara Kur’anI Kerim dersleri veriyor. Kendi geliştirdiği Kur’an
okuma metoduyla aklınızın almayacağı kadar kısa
bir sürede Kur’a n okumasını öğretiyor. Kendisiyle
yaptığım özel sohbetlerin birinde çok güzel bir
anekdot anlattı ibretamiz bulduğum bu anekdotu
mutla herkesle paylaşma ihtiyacı hissettim.
Hikâye şu: Amerika’da bir hastaneye her tarafı yanmış bir hasta getirdiler. Kurtulmasına imkân
ve ihtimal verilmiyordu. Deri yanıklarında belli dereceden sonra insanın yaşaması mümkün değildir.
Yanık hastası ne ölü ne diri bir vaziyette yatıyordu
öylece. Doktorun biri bu hastayı kurtarmaya karar
verir, sadece elinin üzerinde bir parça deriye rastlanır hastanın… Elinin üzerindeki bu küçük parça
deriyi alır uygun bir ortam oluşturup, bu deriyi çoğaltma yoluna gider… Deri çoğalmaya başlar ve
her çoğalan parçayı hastaya nakleder. Sabır ve
meşakkat isteyen bir tedavi sürecinden sonra insanın bütün vücudunu bu çoğalttığı deri parçalarıyla tamamlar… Küçük bir deri parçasını çoğaltıp
hastanın hayatını kurtarır…
Reşit Alkan bu hikâyeyi anlattıktan sonra
şöyle bağlar mevzuu: İnsanlar hep bizim istediğimiz gibi dört başı mamur varlıklar değil, belli eksiklikleri belli zaafları vardır. Bize düşen görev,
hastanın vücudundaki küçük bir deri parçası gibi
güzel bir tarafını bulup çoğaltmaktır. Bizim için çoğalttığımız her güzel haslet belki de ölüme mahkûm olacak insanlar için birer kurtuluş umudu
olacaktır. Kurtaracağımız tek bir kişi bile olsa bu insanlık için çok önemli bir kazançtır, bu bilinçle insanlara maneviyat elimizi açmamızın oldukça
önem kazandığı bir zaman diliminde yaşadığımızı
asla hatırdan çıkarmamalıyız.
Reşit Alkan’a baktıkça Gönenli Mehmet Efendi’yi, Esat Coşan Hoca Efendi’yi, Ramazanoğlu
Mahmut Sami Efendi’yi aklıma getiriyorum. Bir
dönem ülkemizde bayrak adamlar yetiştiren nurdan adamlar vardı. Şimdi bizler bu sermayeyi tüketiyoruz. Barutumuz bittiğinde aklımız yeniden
başımıza gelecek ve göreceğiz ki; o insanlar çok
önemli bir boşluğu doldurmuşlar, şimdi bize yeniden yaşama ve mücadele etme gayreti aşılayacak
o yol öncülerini kenara itmek gibi bir lüksümüz
yok…
Büyük adam dediğimizde bizim aklımıza egolarını şişirdiğimiz, pohpohlayıp göklere çıkardığımız kâğıttan aslanlar geliyor, oysa iş öyle değildir
büyük adam dediğimiz hemen yanı başımızda
duran ve bizim çok kere adını sanını unuttuğumuz
adamlardır. Şöyle düşünün bu yaz sıcağında bir
ağaç gölgesi bulup piknik yapmak varken, çocuklarımıza Kur’an okutmayı kendine dert edinen
adamdır büyük adam, üstadın ifadesiyle biz ona
bayrak adam diyoruz.
Eyüp Sultan mezarlığının etrafında insanı
derin bir sükûnet havasına gark eden bir manevi
hava olduğu herkesin malumu, bu havayı yaşamak
için de buralarla daha sağlıklı iletişim kurmaya ihtiyaç olduğu da hiç kuşkusuzdur. Kısacası buralarda taşa emdirilmiş maneviyatlar var…
Ülkemiz ve insanlarımızın bu maneviyata çok
ihtiyacı da küçümsenemeyecek kadar önemlidir.
Belki burada, Reşit Hocanın bahsettiği küçük bir
deri parçası gibi içimizde duran iyilikleri buranın
manevi atmosferinde çoğaltabiliriz. Yaşamak ve
yaşatmak için hem içimizde bir deri parçasına hem
deriyi çoğaltacak manevi ortama ihtiyacımız var.
İçinde bir parça taşıyanları bekleyen bir tarih var
Eyüp Sultan mezarlığında…
61
Temmuz 2009
Hasan BAŞAR
ADİL VE
KERİM
DEVLET
OSMANLI
“Dünyada nasibin sinem-ü cevr ise ey dil
Ahbabın eder anı da âdâya ne hacet.”
Türkiye uluslararası arenada bir
başarı kazandığı zaman uluslararası
kamuoylarında oluşan ortak kanaat
Osmanlı yeniden doğuyor olmuştur.
Burada korkudan daha çok sanki bir
özlem sezinleniyor. Biz dünya milletlerinin ruhunda, zihninde çok derin tesirler bıraktık. Onlar bunun farkındalar
ama biz kendimizden haberdar değiliz.
19. asrın büyük Fransız şairi Lamartine Osmanlı için şunları söylemiştir: “Bence insaniyete şeref veren
böyle bir milletin düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır.”
İsveç kralı Demirbaş Şarl Rusya
ile yaptığı ve yenildiği bir savaştan
sonra Osmanlı topraklarına sığınıyor.
Burada esir olmasına rağmen kendisine kesinlikle kötü davranılmıyor
Temmuz 2009
62
hatta rahat etmesi içinde her türlü imkânlar kendisine sunuluyordu. Bu durumla ilgili olarak Demirbaş Şarl
şunları söylemiştir: “Bu kadar şefkatli,
bu kadar alicenap, bu kadar asil ve bu
kadar nazik bir milletin arasında hür bir
esir olmak bilseniz ne kadar tatlı..”
Uluslararası bir konferansa katılan Türk bilim adamı ile Ermeni bilim
adamı arasında soykırımla ilgili olarak
bir tartışma çıkmış. Ermeni, Türklerin
Ermenilere soykırım yaptıkları suçlamasında bulunuyormuş. Bizim Türk de
böyle bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyormuş. Bu tartışmayı uzaktan izleyen bir İtalyan bilim adamı yaklaşmış
ve Ermeni’ye şu soruyu sormuş: “Siz
kaç yıl Osmanlı hâkimiyetinde kaldınız?” 400 yıl cevabını alan İtalyan
bilim adamı gülümsemiş ve şöyle
demiş: “Ve demek siz hala Ermeni
milletinden bahsedebiliyorsunuz. Eğer değil
400 yıl 30 yıl İtalya hâkimiyetinde kalsaydınız
babanızı bile tanıyamazdınız”
Bu ve buna benzer Osmanlı medeniyetini
onure edecek övgüleri başka milletlerden çokça
duyarken bizlerin Osmanlıya duyarsız kalışımız
dikkat çekicidir. Sadece duyarsız kalsak iyidir. Birde
acımasızca eleştiriyoruz. Kendi tarihimize, kültürümüze karşı yapılan bu acımasızca eleştiriyi kabullenemiyorum. Osmanlı medeniyeti gibi yüksek bir
medeniyeti inkâr etmek insaf sahibi biz evlatlarına
yakışmıyor. Şunu da unutmayalım ki ne kadar inkâr
edersek edelim biz Osmanlının torunuyuz. Hem
Osmanlının torunu olmaktan gocunmam bilakis
onur duyarım. Benim Osmanlım dünya için hangi
kötülüğü yapmıştır, biz torunlarının yüzünü kızartacak Bu ihtiyar dünyanın daha yaşanılır bir yer
olabileceğini bütün dünyaya göstermiş bir medeniyetin temsilcisi olmaktan utanmak bize yakışmaz.
Bilakis onlardan utanacağımız yerde gurur duymamız gerekir. Çünkü onların zamanında alnımız dik,
dünyanın en saygın devletiydik. O güzelim insanlarımızın kemiğini sızlatmak bizim kadir şinas güzel
insanımıza yakışmıyor.
Cemil Meriç’in Osmanlı’da niçin bir Bodin, bir
Makyavel, bir Hobbes yetişmediği sualine verdiği
cevap şöyledir: “Niçin yetişsin mutlakıyetin bu
yavuz nazariyecileri Osmanlı mülkünde yaşayanlar zât-ı şahane’nin destancısı olurlar. Ülkelerinde
gerçekleştiğini göremedikleri adil ve kerim devlet
rüyasını yalnız Osmanlı gerçekleştirmiştir.”
Peki, Cemil Meriç’in çok güzel bir şekilde
özetlediği bu adil ve kerim devleti Osmanlı nasıl olmuşta meydana getirebilmiştir. Bu medeniyetin temelleri iyi araştırmalı ve irdelenmelidir. O zaman
karşımıza bütün ihtişamı ile “İslamiyet” çıkacaktır.
Bizim ruhumuzu ilmek ilmek işleyen, ruhumuza incelik ve yükseklik veren İslamiyet. Osmanlının kuruluşundan itibaren oturduğu temel İslamiyet
olmuştur. İslamiyet’in her zerresine teneffüs ettiği
bir medeniyettir Osmanlı medeniyeti. Şunu da çok
açık ifade edebiliriz ki İslamiyet olmasaydı Osmanlı
da olmazdı.
Osman Gazi’nin oğluna vasiyeti adeta bunun
kanıtıdır:
Askerine inam ve ihsanı eksik tutmayasın.
Çünkü insan ihsanın kuludur… Zalim olma… alemi
63
Temmuz 2009
adaletle şenlendir.. Cihadı terk etmeyerek beni ve
ulamayı şad et… Nerde bir ilim ehli duysan ona
rağbet et, ikbal ve ihtiram göster… Askerine ve malına gurur getürüp şeriat yolundan uzaklaşma.
Bizim mesleğimiz Allah yolu… Maksadımız Allah
dinini yaymaktır... Yoksa bizim davamız kuru kavga
ve cihangirlik sevdası değüldür.”
Burada bize tarihi bir sorumluluk yüklenmiştir.
Bu sorumluluk bütün dünyaya bu güzelliği yani İslami yaşantıyı göstermektir. İslam’a sahip çıkmak,
onların kurduğu bu yüksek medeniyet bayrağını
daha yükseklere çıkarmak bizim en başta gelen
görevlerimiz olmalıdır. Osmanlının yönü hep batıya
olmuştur. Amaç bu güzel dini yani İslamiyet’i dünya
ile buluşturmaktır. Buralara giderlerken şundan
Zaten Osmanlıya yapılan saldırının temelinde
de bu yatmaktadır. Bilinmeyen Osmanlı kitabında
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Osmanlı’ya yapılan saldırıları üç sebebe bağlamıştır ve onlardan bir tanesini şöyle açıklamıştır: “ İslam’a düşmanlıklarını
açıktan ortaya koyamayan ve bunu Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih düşmanlarıdır. Bunlar kusurlarıyla birlikte İslami hayatın
bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya çalışan
Osmanlı devletini tenkit etmekle açıktan yapamadıkları İslam düşmanlığını böylece yapmış oluyorlar.”
asla şüphe etmemiştir. Bu karşılaşmadan doğacak
etkileşimden kaybeden kesinlikle İslamiyet olmayacaktır. Ama ne yazık ki biz Müslümanlar günümüzde başka dinlerle karşılaşmalara cesaret
edemiyor, hep şüpheyle yaklaşıyoruz. .Bu şüphenin temeli İslamiyet’in kendisi değil, biziz. Şunu çok
iyi biliyoruz ki bu karşılaşmalardan kesinlikle İslamiyet galip gelecektir.
Ama maalesef, üzülerek, içim kan ağlayarak
bugünkü bu halimizle aynı şeyleri söyleyemiyorum.
Açıkça korkuyorum, bu korku İslamiyet’in kendisinden değil, bizim İslamiyet’i yanlış yorumlayıp ha-
İnsanın yaratılışından bu yana en fazla gerçekleşmesini arzu ettiği temel kavramlar hürriyet,
eşitlik, adalet, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve
inanca saygı olmuştur. (Mustafa TEKİN) Osmanlı
devleti bütün bu saydıklarımızı başarabildiği içindir
ki yüksek bir medeniyet olmayı başarmıştır. Bütün
bu saydıklarımızı gerçekleştirirken de en büyük referansı da hiç şüphesiz İslamiyet olmuştur. Bütün
dünyanın huzur içinde olması İslamiyet’e bağlıdır.
Çünkü tarih bu konu da çok açıktır. Hak, adalet, özgürlük getireceğim iddiası ile ortaya çıkan bütün
izimler ve İslamiyet dışındaki dinler vaat ettiklerinin
hiç birini gerçekleştirememiştir.
yatımıza tam anlamıyla uygulayamadığımızdandır.
Burada sorun İslamiyet’in kendisi değildir hiç kuşkusuz. Sorun bizim İslamiyet’i nasıl algıladığımızdadır.
İslamiyet’i
ne
kadar
hayatımıza
uygulayabildiğimizdir.
İslam dünyasının içinde bulunduğu iç açıcı olmayan duruma bakılacak olursa biz Müslümanların
çok ciddi bir öze dönüşe ihtiyacı var. Kusura bakmayalım ama bugünkü halimizle ve görünümümüzle çizdiğimiz imajla dünya için alternatif bir
model oluşturamayız. Bu modeli oluşturmamız için
önce bizim kendi özümüze dönmemiz gerekiyor.
Modern felsefe iflas etmiştir. İnsanoğlunun ihtiyaçlarına cevap veremez olmuştur. İnsanoğlu bu
başıboşlukta doğruyu aramaya çalışmaktadır.
Mutlu olmak ve huzuru aramak için denediği bütün
fikirler, ideolojiler kendisini tatmin etmemiştir. Maddecilik ve din dışılık insan hayatına hâkim olunca
dünya ciddi bir krize girmiştir. Her şeyi akıl ve bilimle çözebileceğini inanan insanoğlu tarihi bir yanılgıya düşmüştür. Akıl ve bilimin sonucu ortaya
çıkan modernizm sıkıntıların çözümü olamamış bilakis kaynağı olmuştur.
Temmuz 2009
Dünyayı daha yaşanılır bir yer edebilme konusunda tarihi tecrübelerimiz de var bizim. Bir Osmanlı ve Endülüs medeniyeti. Alternatif bir
medeniyet oluşturmak konusunda tarihi deneyimlerimiz ve birikimlerimiz bize yardımcı olacaktır.
Ama bizim önce geçmişimize karşı bu düşmanca
tutumu bırakmamız gerekir. Bir de İslami bir yaşantıyı hayatımıza tam anlamıyla uygulamamıza
bağlıdır. İşte o zaman görülecektir ki dünya Müslümanlar sayesinde yeniden ve yepyeni bir güzelliğe
kavuşacaktır.
64
ARTAR CİHATLA ŞANIMIZ
Artar cihadla şanımız
Fahr-i Resûl sultanımız
Şer-i bize insanı Hak
Uğrunda aksın kanımız.
Osmanlıyız, Osmanlıyız
Ünvanlı, namlı, şanlıyız
Allah deyu harb ederiz
Var nusrete imanımız.
Acemaşiran / İsmail Hakkı Bey
65
Temmuz 2009
Temmuz 2009
66
SABAH AKŞAM OKUNACAK DUALARDAN BAZILARI
67
Temmuz 2009
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
MUTLU OLMAK İSTER MİSİNİZ?
Her ürünün bir kullanma kılavuzu vardır. Onu üreten firma bütün özelliklerini bildiği için
daha uzun ömürlü ve verimli olması için bir kullanma kılavuzu hazırlar. O kılavuza uyulursa
ürün daha verimli ve daha uzun ömürlü olur.
Biz insanları yaratan Allah (c.c) da yarattıklarını en iyi bildiği için onların dünya imtihanını
kazanıp, başarılı ve mutlu olmaları için uymaları gereken yüce bir kitap göndermiştir. O da
kur’an-ı Kerim’dir. Nasıl ki ilk alınan bir ürünün kullanımını öğrenmek için kullanma kılavuzunu
okuyorsak, bizde hayatımızı şekillendirmek için ilk okuyacağımız kılavuz kur’an-ı kerim
olmalıdır.
Peygamber efendimiz (s.a.v) uymamız gereken kılavuzları bize şöyle bildirmiştir: "Size
iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla yolunuzu şaşırmazsınız: Allah'ın Kitab'ı
ve Resûlünün sünneti".
İşte bu iki kılavuza uyduğumuz zaman hem dünyada hem de ahirette mutlu oluruz. Çünkü
mutluluğun yolları bu kılavuzlarda anlatılmıştır. Yemek adabından yatma adabına, banyo
adabından temizlik adabına, çalışıp kazanmaktan sağlıklı yaşama aradığınız her şey bu
kılavuzlarda anlatılmaktadır.
Unutmamak gerekir kılavuzu yanlış olanın başı dertten kurtulmaz. Öyleyse kılavuzunuzu
doğru seçin. Şimdi başta sorduğum soruyu cevaplıyorum mutlu olmak istiyorsanız kılavuzunuza
uymalısınız. Allah (c.c) bizleri bu kılavuzlardan ayırmasın. ( Amin).
İNSANLIĞIN ÖZLEMİ “ MUTLULUK ÇAĞI ”
Bir yer düşünün, orada büyükler küçüklerine karşı sevgi gösteriyor, küçüklerde büyüklerine
karşı saygılı davranıyor. Güçlüler güçsüzleri ezmiyor her şey adaletle işliyor. Hiç kimse başkasını
aldatmıyor. Herkes doğru konuşuyor, verdiği sözde duruyor. Hastalar ziyaret ediliyor. Fakirler ve
düşkünler gözetiliyor.
Bunların yaşandığı bir yer var mı diye merak ediyorsanız asr-ı saadet dönemine bakın. Yani
Peygamber Efendimizin yaşamış olduğu döneme. O dönemin diğer bir adı da mutluluk çağıdır. O
çağda yaşayanlar dünyanın en mutlu insanlarıydı. Önceden kendi çocuklarını bile öldürecek kadar
acımasız olan insanlar bu çağda merhamet ve adaletin temsilcileri olmuştur. İnsanlığa bir yıldız olmuşlardır.
O insanlara mutluluk yaşatan nedir biliyor musunuz? O zaman Rasulullah (s.a.v.) Efendimizi
dinleyelim. O bir hadis-i şeriflerinde saadet toplumuna ulaşabilmemiz için bizlere şu tembihte bulunuyor: "Sizden biriniz kendi nefsi için isteyip arzu ettiğini mü’min kardeşi içinde arzu edip istemedikçe mü’min olamaz." "Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz." İşte ölçüleri görüyor musunuz? bir
toplumu mutlu veya mutsuz eden şey inandığı değerlerdir.
Bugün o mutluluğa ne kadar ihtiyaç duyuyoruz değil mi? Öyleyse mutluluğu çok uzaklarda
aramaya gerek yok. Mutluluk İslami yaşantıyı hayatımıza hâkim kılmak kadar yakın. Kısaca toplumun mutluluğu islamdadır.
Temmuz 2009
68
GÖRGÜ VE NEZAKET KURALLARI
1- Evimize gelen misafire ne denilir?
a) Bize neden geldin?
b) Hoş geldiniz.
c) Ne zaman gideceksiniz?
2- Yüce Allah’ın adını duyduğumuzda ne demeliyiz?
a) Celle Celalühü (o aziz ve yücedir) b) Bismillah
C) Elhamdulillah
3- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranış değildir?
a) Düzenli olarak dişlerimizi fırçalamak.
b) Tırnakları uzatmak.
C) Elbiselerimizi temiz tutmak
4- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranış değildir?
a) saçlarımızın temiz ve taralı olması. b) Gerek görüldüğünde banyo yapmak.
c) Yerlere çöp atmak
5- Aşağıdakilerden hangisi güzel bir davranıştır.
a) Yerlere tükürmemek.
b) Tükürenleri uyarmamak.
c) Musluğu açık bırakmak
YATMA ÂDÂBI
1- Sevgili peygamberimiz, mutlaka abdestli yatardı
2- Peygamber Efendimiz, dişlerini temizlemeden uyumazdı.
3- Peygamber Efendimiz, uyumak için yatınca önce sağ tarafına yatardı, sağ yanağını sağ avucunun içine
Koyardı ve o günün muhasebesini yapardı.
4- Peygamber Efendimiz, yüzükoyun yatmazdı, böyle yatanları ikaz ederdi.
5- Sevgili peygamberimiz, yatağa girdiğinde avuçları açık olarak İhlas, Felak ve Nas
sûrelerini
Okuyup avucunun içine üfleyip sonra ellerini bütün vücuduna sürerdi.
6- Efendiler efendisi, sabah erken uyanırdı, erken kalkmayı teşvik ederdi.
BABAMIN KALEMİNİ KULLANDIM
Öğretmeni Kemal’in ödevlerine bakıyormuş.
“ Kemal bu yazı babanın kaleminden çıkmış olmasın?”
Kemal: “ Evet öğretmenim, çünkü yazarken babamın kalemini kullandım.”
69
Temmuz 2009
Okur Köşesi
burhanokursesi@hotmail.com
Sevgili burhan dergisi okurları bu sayımızdan itibaren beğeninizi kazanacağını
düşündüğümüz “Okur Köşesi” köşesiyle siz okuyucularımızın yazılarına, şiirlerine, dergimiz
hakkındaki düşüncelerine, sorularınıza ve sorunlarınıza da yer vereceğiz.
Rahmetin cömertçe sunulduğu bu mübarek üç aylara ilişkin bizimle paylaşmak
istediğiniz anılarınızı, yazılarınızı bekliyoruz.
Selam ve muhabbetlerimizle…
Ayhan Koçak
Engin Demir
Burhan dergisini yeni okumaya
Derginizi internetten takip ediyorum
ve ayrıca bu güzel dergiyi internete
de eklediğiniz için teşekkür ederim.
Samimi yazılarıyla ele aldığı konularıyla oldukça doyurucu bir dergi.
Biyografi yazılarını ve tasavvufi yazıları daha çok görmek istiyorum.
başarılar dilerim.
başladım. Başladığım günden beri
keyifle okuduğum bir dergi. İşlediği
konuları, Uslubu ve İçeriği çok
güzel emeği geçen herkesten Allah
razı olsun.
Havva Tekin
Saliha Aslan
Burhan dergisiyle çalıştığım işyerinde abone olan arkadaşım sayesinde tanıştım. Arkadaşım “her
satırını okumalısın” demişti. Gerçektende her satırı okunmaya değecek bir dergi. Her yönden çok
aydınlatıcı. Burhan var oldukça bizlerde var olmaya devam edeceğiz.
Tüm ekibinizden Allah razı olsun…
Dergiyi özveriyle çalışıp bizlere
ulaştıran kömürleşmiş kalpleri temizleyen yazılarınız için Allah razı
olsun. Keşke dergimizi daha çok
yerlere ulaşsa da bu güzelliği daha
çok kişi yaşasa
Sevgi Yörük
Bize böyle aydınlatıcı bir nimet sun-
Halil Mert
duğunuz için size minnettarız. Allah
Burhan dergisinin çocuk sayfasını
yolunuzu açık etsin. Tüm yazıları-
her ay dört gözle bekliyorum. çok
nızı büyük bir beğeni ile okuyoruz.
Yüreğinize ve gönlünüze sağlık.
güzel.
Temmuz 2009
70
Rana Aktürk
Meliha Çeltik
Dergiyle tanışmam şans eseri ol-
Dergimizde ki özellikle “Hasen ve
Sahih Hadislerden Seçmeler” bölümünü büyük bir beğeniyle okuyorum ve okudukça bize öğretilen
bilgilerin ne kadar eksik ve çoğunun da ne kadar yanlış olduğunu
görüyorum. Emeğinize sağlık. Allah
razı olsun
sada iyiki tanışmışım diyorum. İyiki
varsın Burhan… Düşüncelerimi tamamen değiştirip manevi hayatın
ne olduğunu anlamamı sağladınız.
Tüm dergi çalışanlarından Allah
razı olsun. Dergimizin maneviyattan yoksun tüm kalplerle tanışması
dileğiyle…
Muhammed Yılmaz
Samet Şahin
Burhan dergisinde emeği geçen
tüm arkadaşlara çok teşekkür ederim. Her ayı başka güzelliklerle
Bu dergide şimdiye kadar hep
güzel şeyler yazıldı. kurtlar vadisinin namaz boyutuyla ilgili tehlikesini
okuduğum zaman çok sevindim
çünkü bu hataya düşen çok kardeşimiz var.
dolu. Özellikle Mustafa Ağırman,
Ahmet Haliloğlu, Aydın Başar’ın yaSongül Göçmem
zılarını dikkatle takip ediyorum. Her
sayı için ellerinize sağlık. İnşallah
Merhaba bize ve gençlere bir çok
herkese nasip olur okumak.
konuda bilgi verip aydınlattığınız
için teşekkür ederim. Allah yolunuzu açık etsin.
Kemal Selim
UMRE ÇEKİLİŞİNİ
KAZANAN
ABONELERİMİZ
Herkes bu dergiyi okumalı diyorum.
Herkesin evinde bulundurması gereken bir dergi. Dünya yolculuğumuzun manalı geçmesine yardımcı
olacak, hatta maneviyat iklimimizi
1- Enver GENCER- Bağcılar
şahlandıracak yazılarla süslenmiş
2- Mecnun AKDENİZ - Tekirdağ
bir dergi. Tasavvufi yazılara daha
3- A.Kadir ADIGÜZEL - Ümraniye
4- Asım AYDOĞDU - Sultanbeyli
ağırlık verilmesini bekliyorum. Ba-
5- Hatem TANER - Bayburt
şarılarınızın devamını diliyorum.
71
Temmuz 2009
ALLAH DOSTU
Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Temmuz 2009
72
Download