T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANA BİLİM DALI İSLAM HUKUKU BİLİM DALI FIKIH USULÜNDE MUHATTIE ve MUSAVVİBE (İctihadi Çözümlemelerde Doğrunun Tek Olup Olmadığı Tartışması) DOKTORA TEZİ Danışman Prof. Dr. Ahmet YAMAN Hazırlayan M. Rahmi TELKENAROĞLU KONYA 2009 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ............................................................................................................... i GENEL ve BİBLİYOGRAFİK KISALTMALAR ................................................. v ÖNSÖZ .......................................................................................................................... vi GİRİŞ Konunun Belirlenmesi, Kavramsal Çerçeve, Önemi ve Kaynakları I. Konunun Belirlenmesi ve Kavramsal Çerçeve ........................................................ 9 A. Konunun Belirlenmesi ................................................................................................ 9 B. Kavramsal Çerçeve ................................................................................................... 15 1. İctihad ...................................................................................................................... 15 2. Hüküm ve Hak ......................................................................................................... 17 3. Hata-Savâb .............................................................................................................. 19 4. Muhattıe-Musavvibe................................................................................................ 20 II. Konunun Önemi ve Kaynakları ............................................................................ 28 BİRİNCİ BÖLÜM İctihadi Çözümlemelerde Doğrunun Tek Olup Olmadığı Tartışmasıyla Bağlantılı Konular I. İctihada Konu Olan Alan, Müctehidde Bulunması Gereken Özellikler ve Müctehidlerin Mertebeleri .......................................................................................... 35 A. İctihada Konu Olan Alan .............................................................................. 35 B. Müctehidde Bulunması Gereken Özellikler .................................................. 37 C. Müctehidlerin Mertebeleri ............................................................................ 39 II. Furû Çözümlemelerinde İhtilafın Mahiyeti, Sebepleri ve Çeşitleri ................... 41 A. Furû Çözümlemelerinde İhtilaf ..................................................................... 41 B. İhtilafın Sebepleri .......................................................................................... 43 C. İhtilafın Çeşitleri ........................................................................................... 45 III. Doğru Bilginin Vasıtaları ve Mükâşefe/İlham Nazariyesi ................................. 47 A. Doğru Bilginin Vasıtaları ............................................................................. 47 B. Mükâşefe/İlham Nazariyesi........................................................................... 51 IV. Eşbeh Teorisi.......................................................................................................... 53 1 V. Sofistler ve Doğrunun İzafiliği ............................................................................... 57 VI. Hüsün-Kubuh Tartışması ..................................................................................... 61 VII. Haber-i Vâhid ve Zannî Bilgi .............................................................................. 64 VIII. Doğal Hukuk-Pozitif Hukuk Ayrımı ................................................................ 71 İKİNCİ BÖLÜM İctihadi Çözümlemelerde Doğrunun Tek Olup Olmadığı Tartışmasının Tarafları Genel Sınıflandırma ............................................................................................. 75 I. Muhattıe Olan Âlimler............................................................................................. 86 A. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe ..................................................... 86 B. Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe ........................................................... 89 1. Meşhur Dört Mezheb İmamı ve Tâbîleri ................................................................ 89 a. Ebu Hanîfe ve Hanefî Usûlcüler .................................................................... 89 b. İmam Şâfiî ve Şâfiî Usûlcüler ........................................................................ 99 c. Mâlik b. Enes ve Mâlikî Usûlcüler............................................................... 107 d. Ahmed b. Hanbel ve Hanbelî Usûlcüler ...................................................... 111 2. Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Diğer Usûlcüler ........................................... 114 II. Musavvibe Olan Âlimler ...................................................................................... 116 A. İtikatta Musavvibe Olan Âlimler ............................................................................ 116 1. Ubeydullah b. el-Hasen el-Anberî ........................................................................ 117 2. Ebu Osman Amr b. Bahr el-Câhız ........................................................................ 120 B. Furûda Musavvibe Olan Âlimler............................................................................. 122 1.Salt Musavvibe Olan Âlimler ................................................................................. 122 a. Basralı Mu‘tezile Âlimleri ........................................................................... 122 b. Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ................................................................................... 124 c. Ebu Bekr el-Bâkıllânî ................................................................................... 126 d. Ebu Hâmid el-Gazzâlî .................................................................................. 127 e. Ebu Bekr İbnu'l-‘Arabî ................................................................................. 134 f. Necmuddîn et-Tûfî ........................................................................................ 134 g. Zeydiyye Mezhebine Mensup Âlimler ......................................................... 135 2. Eşbeh Görüşünü Benimseyen Âlimler .................................................................. 135 2 a. Bir Grup Mu‘tezile Âlimi ............................................................................. 135 b. Ebu Bekr el-Cessâs ....................................................................................... 136 c. Ebu Abdullâh el-Kurtubî .............................................................................. 137 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Tarafların İddialarını İspat İçin Kullandıkları Deliller I. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe ile Cumhur Arasındaki Delil Tartışmaları ................................................................................................................ 140 A. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe'nin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Delil ............................................................................................................................. 140 B. Cumhurun Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe'ye Karşı İleri Sürdüğü Deliller ......................................................................................................................... 141 II. Muhattıe'nin Salt Musavvibeye Karşı Yönelttiği Deliller ................................. 142 A. Muhattıe'nin Salt Musavvibe'ye Karşı Yönelttiği Naklî Deliller ............................ 142 B. Muhattıe'nin Salt Musavvibe'ye Karşı Yönelttiği Aklî Deliller .............................. 161 III. İtikatta Musavvibe ile Cumhur Arasındaki Delil Tartışmaları ...................... 176 A.İtikatta Musavvibe'nin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Deliller ................................. 176 B.Cumhurun İtikatta Musavvibe'ye Karşı İleri Sürdüğü Deliller ................................ 178 IV. Salt Musavvibe'nin Muhattıe'ye Karşı Yönelttiği Deliller .............................. 182 A. Salt Musavvibe'nin Muhattıe'ye Karşı Yönelttiği Naklî Deliller ............................ 182 B. Salt Musavvibe'nin Muhattıe'ye Karşı Yönelttiği Aklî Deliller .............................. 191 V. Eşbeh Görüşünü Benimseyenler ile Cumhur Arasındaki Delil Tartışmaları . 204 A. Eşbeh Görüşünü Benimseyenlerin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Deliller ............. 204 B. Cumhurun Eşbeh Görüşünü Benimseyenlere Karşı İleri Sürdüğü Deliller ............ 206 VI. Deliller Hakkında Genel Değerlendirme ........................................................... 208 3 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Tartışmanın Hüküm Çıkarma Sürecindeki Etkileri ve Uygulamadaki Sonuçları I. Muhattıe-Musavvibe Tartışması Bağlamında İctihadın Gerekliliği ................. 222 II. Fetvâ Verirken Ruhsatları Araştırma Yöntemi ................................................. 224 III. Mezhepte İntikal ve Telfîk Konusuna Farklı Yaklaşımlar ............................. 227 IV. Muhattıe-Musavvibe Tartışmasının Şer‘î Deliller Arasında "Teâruz"un Varlığı Hakkındaki Görüş Ayrılığına Yansıması ................................................................ 236 V. Aynı Konuda Birden Fazla Fıkhî Görüş/Delil İçinden İstediğini Seçebilme Yöntemi (Tahyîru’l-Mukallid ve Tahyîru’l-Müctehid Tartışması) ........................ 239 VI. Fıkhî Görüşlerin Birbiriyle Çelişmesi Karşısında Mukallid Kişinin Tavrı (Te‘âruzu’l-akvâl) Tartışması .................................................................................... 244 VII. Tahsîsu'l-İllet Tartışması .................................................................................. 246 VIII. Furûda Tasvîb’in İtikatta Tasvîb’e GötürmeTehlikesi ................................ 248 IX. Mezhebî Çoğulculuk ve Müsâmaha ................................................................... 249 X. Kulluk Bilinci Bağlamında İctihad Görevi ve "Tasvîbu'l-Müctehidîn" Düşüncesine Yönelik Eleştiriler ................................................................................ 257 SONUÇ ....................................................................................................................... 262 BİBLİYOGRAFYA ................................................................................................... 265 4 GENEL ve BİBLİYOGRAFİK KISALTMALAR a.e. a.mlf. AÜİFD a.y. b. by. Bkz. çev. der. DİA DİB Ed. h. H.no haz. Hz. İA İHAD İng. Krş. ktp. m. md. Mv.F. MÖ MS My. nşr. r.a. s. s.a.s. sy. thk. ts. v. vd. v.dğr. vb. vs. Yzm. Aynı eser Aynı müellif Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Aynı yer İbn, bin Basım yeri yok Bakınız Çeviren Derleyen Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Diyanet İşleri Başkanlığı Editör Hicrî Hadîs numarası Hazırlayan Hazreti İslam Ansiklopedisi İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi İngilizce Karşılaştırınız Kütüphanesi Miladi Madde el-Mevsû’atü’l-fıkhiyye Milattan önce Milattan sonra Matbaa (basım yeri) yok Neşreden Radıyallâhu anh, anhâ Sayfa Sallallâhu aleyhi ve sellem Sayı Tahkik eden Tarihsiz Vefat tarihi Ve devamı Ve diğerleri Ve benzeri Vesâire Yazma 5 ÖNSÖZ !"# $% &%' ( Hukuk, toplumların karakter ve ihtiyacına paralel olarak değişim gösteren sosyal bir organizmaya benzer. İnsanların tabiî gereksinimlerinin coğrafî ve tarihî faktörlere bağlı olarak değişmesi gibi hukukî düzenlemelerinin de birbirinden farklı olması kaçınılmazdır. İctihad ise bu farklılıklardan kaynaklanan sorunlara cevap verecek ve hukuku statiklikten kurtaracak yegâne mekanizmadır. Şâri Teâlâ/Kanun koyucu, hukuku ilgilendiren her olay için bir nas koymadığına göre, ictihad zaman içinde ortaya çıkan yeni hadiselere çözüm getirmek için fıkıh bilginlerinin başvuracağı kişisel bir muhakeme (personal reasoning) unsuru olarak, yeryüzünde insan hayatı sürdüğü müddetçe kalmaya devam edecektir. Müctehid dînin tespit ettiği ilkelerden hareketle, hükmü açıklananlara bakarak, hükmü açıklanmamış olayların hukukî yorumunu yapmaya çalışır ve bu konularda görüş bildirir. Bu noktada, hükmü araştırırken kullanılan değişik metotlara, hükmü belirlemede etkili olan mevcut verilere (edille-i şer‘iyye), fıtrat ve yetenek farklılığına bağlı olarak birbirine aykırı fer'î/ictihâdî çözümlemelerin ortaya çıkması gayet tabiîdir. Zira insana ait yaratılış özeliklerini değiştirmenin imkânsızlığı kadar, insan zihninin faaliyet alanı olan düşünce ve yorumların ihtilaf etmesini engellemek de imkânsızdır. Ne var ki, farklı ictihad/ictihad manzumeleri arasında muayyen bir doğrunun varlığı ya da yokluğu, fer‘î çözümlemeler içinden doğruya tekabül eden ilâhî bir yasanın bulunup bulunmadığı, ictihâdî her bir çözümleme için "doğru/musîb" nitelemesinin kullanılıp kullanılamayacağı ve yetkin bir mercîden (müctehid) sadır olan bir ictihad hakkında "yanılma/hata" ifadelerinin uygun olup olmadığı gibi, İslam Hukukunda ictihadın bilgisel değeriyle yakından ilgili sorular, "Usûlü'l-fıkh" ismiyle tarih boyu hiçbir millette benzerini görmediğimiz bilim dalını tesis eden İslam Hukuk bilginlerini daima meşgul etmiştir. Mezkûr sorular karşısında fıkıh usûlü âlimleri, genel olarak "Musavvibe" ve "Muhattıe" isimleriyle anılan iki farklı yaklaşım sergilemişlerdir. Ehlinden sadır olması şartıyla her bir ictihadın doğru sayılacağını benimseyenler "Musavvibe"; tam tersine bunlardan sadece birisinin doğru olduğunu söyleyenler ise "Muhattıe" olarak isimlendirilmektedir. Tezimiz işte bu tartışmanın bağlantılarını, taraflarını, tarafların delillerini ve bütün bunların istinbat/ictihad yöntemine yansıyan yönlerini incelemeyi amaçlamaktadır. 6 Çalışmamızın birinci bölümünde; ictihadi çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışmasıyla bağlantılı konular incelenmiştir. Dolayısıyla bu bölümde ictihadın tanımı, sınırı, müctehidde bulunması gereken nitelikler ve mertebeleri, aralarındaki hukukî yorum farklılıklarının sebepleri, Sofistlerde ve Tasavvufta izâfî doğru ile doğal hukukçularda a priori doğru, Haber-i vâhid ve zannî bilgi gibi konuların ele alınması zorunlu olmuştur. İkinci bölümde; tartışmanın Musavvibe-Muhattıe olarak terimleşen birbirine muhalif taraflarının hangi İslam bilginlerince temsil edildiği tespit edilmeye çalışılmıştır. Özellikle hakkında birbirine zıt rivayetlerin nakledildiği Dört Mezhep imamının konuya yaklaşımları ve bu rivayetlerin sıhhati sorgulanmış ve en isabetli olan rivayet hakkında tercihler yapılmıştır. Üçüncü bölümde ise; ictihâdî meselelerde "her müctehidin musîb olduğunu" savunan Musavvibe ile "sadece birinin doğru olup diğerlerinin yanıldığını" savunan Muhattıe'nin kanaatlerini ispat etmek için öne sürdükleri deliller, kapsamlı bir şekilde sunulmuş ve bu deliller hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Dördüncü bölümde ise; teorik yönün ağır bastığı tartışmanın hüküm çıkarma sürecine ve uygulamaya nasıl yansıdığı, fıkıh usûlü müdevvenatından elde edilen veriler ışığında ele alınmıştır. Bu münasebetle, başta tezin hazırlanışı sürecinde samimi ve müşfik ilgilerinden büyük moral aldığım danışman hocam Prof. Dr. Ahmet YAMAN'a, tevcih edici bilgilerinden yararlandığım Prof. Dr. Orhan ÇEKER, Doç. Dr. Naim ŞAHİN ve Doç. Dr. Halit ÇALIŞ'a, kaynak temininde yardımlarını esirgemeyen Prof. Dr. Saffet KÖSE ve Dr. Ali PEKCAN'a ve yetişmemde büyük payları olan İslam Hukuku Bilim Dalı Öğretim Üyeleri ve DİB Selçuk Eğitim Merkezi Öğretmenlerine, tezi baştan sona okuyarak dili ve imlası üzerinde katkılarda bulunan Edebiyat Öğretmeni Salim KARASU'ya, çalışmalarımın yoğunluğuna katlanarak manevî açıdan destek olan aileme ve eşime içten teşekkürlerimi arz ediyorum. M. Rahmi TELKENAROĞLU KONYA - 2009 7 GİRİŞ KONUNUN BELİRLENMESİ, KONUYLA İLGİLİ KAVRAMSAL ÇERÇEVE, ÖNEMİ ve KAYNAKLARI 8 I. KONUNUN BELİRLENMESİ ve KONUYLA İLGİLİ KAVRAMSAL ÇERÇEVE A. Konunun Belirlenmesi Şâri‘ Teâlâ tarafından hükmü belirlenen konuların sınırlı, hukûkî olayların ise sınırsız olduğu1, hiçbir zaman diliminin müctehidsiz kalmadığı gerçeğinden2 ve ictihad görevinin İslam ümmeti üzerine düşen kifâi farz derecesinde bir yükümlülük olduğundan3 hareketle "ictihad kapısı açıktır ve açık kalacaktır."4 İslam düşüncesi, ictihadı "fikir ve araştırma özgürlüğünün teminatı" kabul etmiş, hukukun kaynaklarından olduğunu diğer dinlerde görmediğimiz bir tarzda vurgulamıştır.5 İctihad yasal bir zorunluluk olduğu gibi hukukî uzmanlık ve bilgi birikimi gibi ictihadı esasta herkese açık olmayan bir işleme dönüştüren, müctehidde bulunması gereken belirli ehliyet şartlarına gereksinim duyar. Dolayısıyla bütün Müslümanlar ictihadın devamını sağlayan araçları hazırlamaktan topyekûn sorumludur. Aksi takdirde İslam toplumunun her bir ferdi bu hatadan mesul olacaktır.6 "Allah'tan haber vermek"7 ve “Allah'ın hükümleri hakkında konuşmak” niteliği taşıyan ve ilâhî mesajı işlevsel hale getirmenin temel vasıtası8 olan ictihad hakkında, özellikle ictihadın ilâhî murada taalluk eden veçhesini irdeleyen bir sahada tahliller yapmanın son derece güç olduğu ortadadır. Bu sebeple söz konusu tahlillerin, pozitif bilimlerden gerek konu gerek yüklem bakımından farklı olduklarına binaen, ictihadî konularda daha dikkatli konuşma ve yazmanın gerekli olduğunu vurgulamamız gerekir. 1 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/75; İbn Rüşd el-Cedd, el-Mukaddemât el-Mümehhedât, I/37; İbn Rüşd el-Hafîd, Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, I/3. 2 Suyûtî, Takrîru'l-istinâd fî tefsîri'l-ictihâd, s.33 vd.; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.421, 422. İctihad kapısının kapanmışlığı ile ilgili müstakil bir çalışma olarak bkz. Mehmet Canbulat, İslam Hukukunda İctihad Kapısının Kapanmışlığı Meselesi (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2000. 3 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr fî usûli'l-fıkh, III/370-371; İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/362-363; Zuhaylî, Vehbe, "el-İctihâd fi'ş-şerî‘ati'l-islâmiyye", s.176-177. 4 Bkz. Hallâq, Wael, "Was The Gate Of İjtihad Closed?", İnternational Journal Of Middle East Studies, XVI/341. İctihadın kapanmışlığı meselesi fıkıh usulü müdevvenatında "Her Hangi Bir Asrın Müctehidsiz Kalması Caiz midir?" başlığı altında işlenmektedir. Bkz. Karadâvî, Yûsuf, el-İctihâd, s.83 vd. 5 Nemr, Abdulmünim, el-İctihâd, s.71, 150. 6 ‘Alvânî, Tâhâ Câbir, "Fıkıhta Kriz ve İctihad Metodolojisi", İHAD, VII/139. İçinde yaşadığımız yüzyılda ictihada duyulan ihtiyaç hakkında bkz. Tavânâ, el-İctihâd ve medâ hâcetinâ ileyhi fî hâze'l-‘asr, s.511 vd. 7 Şâtıbî, el-Muvâfakât fî usûli'l-ahkâm, IV/141. 8 Kamali, Mohammad Hashim, Principles of Islamic Jurisprudence, s.366. 9 “Allah bir şeyi sever” önermesi ile “Ali bir şeyi sever” önermesi şekil bakımından aynı olmasına rağmen her iki cümlenin statüsü birbirinden farklıdır. İkinci cümlede özne gösterilebilen bir varlık olduğu halde Allah böyle bir varlık değildir. Yine ikinci cümlede geçen sevginin ne anlama geldiği bilinmesine karşın Allah'ın sevgi, rıza ve öfkesinin ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamamaktayız.9 Sosyal bilimlere ait yöntembilim teşekkülünde felsefî güdüler önemli etkenlerdir. Bu yüzden, sosyal bilimler alanında, doğa bilimlerinde olduğu gibi tek ve kesin bir yöntem hâkim olmamıştır.10 Diğer yandan bu bilim dallarında kişinin, tutarlı bir yöntem takip etmesi ve dağınık/müteferrik olaylar arasındaki bağlantıyı kurmada kendisiyle çelişmemesi için cüziyyâtı test edeceği küllî kurallara sahip olması gerekir.11 Çalışmamızın muhtevasını oluşturan "tasvîbu'l-müctehidîn" tartışmasında taraflara ait genel eğilimler bu küllî kuralların ipuçlarını vermektedir. Bu tartışmanın tarafları ve kanaatlerine geçmeden önce tartışmanın üzerine bina edildiği temel kavramlar ve bu kavramların çerçevesini çizen tartışmanın alanı üzerinde durulması gerekmektedir. Usulcüler arasında münakaşaya neden olan ve mihverini "İctihadî görüşler içinde isabet eden birden fazla olabilir mi?", "Müctehidlerden birisi mi doğruyu bulmuştur, yoksa hepsi mi?", "Fıkhî görüşler içinde muayyen bir doğru olup diğerleri hatalı mıdır?" gibi soruların oluşturduğu tartışmanın tarafları ve delillerine geçmeden önce tartışmanın alanını (mahall-i nizâ) tespit etmemizin konuyu anlamada yardımcı olacağı bir gerçektir. Hemen ifade edelim ki, Muhattıe-Musavvibe tartışmasının sahasını İslam hukukçuları farklı lafızlarla ifade etmiştir ve kullanılan bu lafızlar, hangi şeyin tartışma alanını teşkil ettiğine dair veriler sunmaktadır. Muhattıe-Musavvibe (doğrunun tek olup-olmadığı) tartışmasının alanını belirlemek için usulcülerin kullandığı lafızlar ve lafızları içeren örnek cümleler şu şekilde sıralanabilir: 1. Zannî konular: ()ا ّّت “Bir grup âlim, zanniyyâtta bütün müctehidlerin isabet ettiği görüşünü benimsedi.”12 2. Fıkhî konular: ()اّت “Bil ki fıkhiyyâttaki bu tartışma…”13, “Fıkhiyyâta gelince… onda muayyen bir hak yoktur.”14 9 Mehmet S. Aydın, Din Felsefesi, s.121-122. Adnan Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", Usûl, V/5. 11 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XIX/203. İbn Teymiyye'nin tahtıe-tasvîb konusunun hemen başında böyle bir ifade kullanmasından, bu meselenin kavranmasının müctehidlere ait furû‘ çözümlemelerine tutarlı bir yaklaşımın öncüllerinden olduğuna dair işaret çıkarılabilir. 12 Gazzâlî, el-Mustasfâ min usûli'l-fıkh, II/363. 10 10 3. Fıkhî-zannî konular: (ّ ّّ )اّت ا15 4. Hakkında nas bulunmayan konu: “Hakkında nas bulunmayan konulara gelince, onlarda hüküm mevcut değildir.”16 “Bu durum, hakkında nas olmayan konularda cereyan eder.”17 5. Müctehedat: ()اات18 6. İctihadî problemler: (ّ)ا اﺝدی “Cübbâî ve Mu‘tezile'ye nispet edilen görüşe göre ictihadî meselelerde hüküm yoktur.”19 “Bazı Eş‘arîler ve Mu‘tezile, hakkında kat‘î delîl olmayan şer‘î-fer‘î meselelerde bütün müctehidlerin musîb olduğunu söyledi.”20 “Mesâil-i ictihadiyyede muayyen bir hükm-ü şer‘î var mıdır?”21 7. Müctehidlere ait görüşler: ()أ! ال ای “Hak, müctehidlerin kavillerinden sadece birindedir.”22 “Diğer grup ise ‘bütün kavilleri doğru değildir.’ dedi.”23 8. Fer‘î konular: (وع$)ا “Furûda bütün müctehidler musîbtir tartışması hakkındadır.”24 “Dinin tamamı furûda tek bir kavle râcîdir.”25 9. Müctehidlerin ictihadları: ()إﺝدات ای “Bazı kişiler ‘Müctehidlerin bütün ictihadları doğrudur.’ dedi.”26 10. Şer‘î konular: ('ّت$()ا 13 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/381. Gazzâlî, a.e,. II/361. 15 Gazzâlî, a.e., II/358. 16 Gazzâlî, a.e., II/376, 377. Gazzâlî'ye göre bütün müctehidlerin musîb olduğu saha, hem nassın hiç bulunmadığı konular, hem de nas bulunup da müctehidin bu nassa ulaşamadığı her hangi bir konudur. Gazzâlî, a.e., II/364. 17 Gazzâlî, a.e., II/374. Ayrıca bkz. Âmidî, el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, II/413; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl ilâ ilmi'l-usûl, s.278; İsnevî, Nihâyetu's-sûl, IV/559. 18 Gazzâlî, a.e., II/367. 19 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388. Ayrıca bkz. Râzî, el-Mahsûl fî ilmi'l-usûl, II/503; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/30; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/380. 20 Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.79. Ayrıca bkz. Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-funûn, I/958. 21 Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh Cüz-i Evvel: Medhal, s.184. Ayrıca bkz. a.e., 186, 188, 195, 207. 22 İbn Akîl, el-Vâdıh fî usûli’l-fıkh, V/364. 23 Basrî, el-Mu‘temed, II/372. Ayrıca bkz. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.379. 24 Basrî, a.e., II/370. Ayrıca bkz. a.e., II/373, 375; İbn Kudâme, Ravdatü'n-nâzır ve cünnetü'l-münâzır, III/602; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XIX/143; Beydâvî, el-Minhâc, III/257. 25 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/63. Ayrıca bkz. Kurtubî, el-Câmi‘ li ahkâmi'l-Kur'ân, XI/309; Sübkî, el-İbhâc fî şerhi'l-minhâc, III/258. 26 Basrî, a.e., II/372. 14 11 “Bizimle onlar arasındaki ihtilaf ancak şer‘iyyâttadır.”27 11. Fetvanın caiz olduğu hukukî olaylar: “Mütekellimînden bir grup, fetvanın caiz olduğu hukukî olaylarda ‘Hak birden fazladır.’ dediler.”28 12. İhtilaf edilen konular: (*ف+ ا,- )ﻡ “İhtilaf edilen konularda doğru tektir.”29 13. Beşerî fiillere ait hükümler: (ل/01م ا34)أ “Her müctehidin musîb olması itikâdî konularda değil, mezheplerin ele aldığı konular olan ahkâm-ı ef‘âldedir.”30 Doğrunun tek olup olmadığı probleminin alanını belirlemeye yönelik olarak telaffuz edilen bütün bu kullanımlara rağmen tartışmanın içeriğini yansıtan temel kavram "tasvîbu'l-müctehidîn" olduğundan hareketle tartışmanın sahasının da ictihâdî konular (müctehedât) olduğunda şüphe yoktur. Çünkü "şer‘iyyât", "fıkhiyyât", "furu‘ât" ve benzeri ifadeler bu manayı yansıtan nitelemelerdir. "Furu'ât" ve "zanniyyât"31 arasında ise içlem-kaplam (umûm-husûs) ilişkisinden öte önemli bir fark bulunmamaktadır. Zira "furu‘âtın" "zanniyyât" yanında "kat‘iyyât" olan meseleleri de vardır. Diğer bir ifadeyle "zanniyyât" fer‘î konuların bir kısmını teşkil etmektedir.32 Mahall-i nizâyı, fer‘î konular, fıkhî problemler ya da zannî konular olarak tanımlayanların birbirinden farklı şeyler kastettiklerini düşünemeyiz. Ancak farklı gibi görünen ve tartışmanın sahasını başka bir mecraya kaydırdığı zannedilebilecek tek ifade “hakkında nas bulunmayan meseleler”33 tabiridir. “Hakkında nas bulunmayan meseleler” nassa dayalı zannî/fıkhî konuları bahse konu tartışmanın dışına atmaktadır. Bu noktada, mahall-i nizâyı "hakkında nas bulunmayan konular" olarak belirleyenlerin nas tabiriyle kastettikleri şeyin, başka türlü anlamaya imkân olmayacak şekilde açık ve varlığı kesin olarak bilinen Kur'ân ve sünnet metinleri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Diğer bir ifadeyle delaleti açısından tevile muhtemel olmayacak şekilde açık 27 Molla Hüsrev, Mir'âtu'l-usûl, s.467. Ayrıca bkz. İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.288. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407. 29 İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.288. 30 Kâdî Abdulcabbâr, el-Muğnî, XVII/354-355. 31 Zanniyyâtın kapsamına sübûtu zannî olan haber-i vâhidler ile delâleti zannî olan tahsîse uğramış umum, zâhir, mefhûm-u muhâlefet ve müşterek lafızlar olarak sıralayabileceğimiz delillerden çıkarılan hükümlerin tamamı girmektedir. 32 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/358. 33 Ahmed er-Raysûnî bu tabiri ilk kullananın Gazzâlî olduğu kanaatindedir. Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve'ttağlîb, s.199. 28 12 olan "müfesser" ya da "muhkem", sübûtu açısından kat‘î hadîsler ile Kur'ân-ı Kerîm âyetleridir.34 Gazzâlî'ye (v.505/1111) ait "Hakkında kat‘î delîl olmayan fıkhî ve zannî konularda, yani ictihâdî konularda ise bize göre muayyen hüküm yoktur"35 cümlesinden de tartışmanın, kesin bilgi içermeyen naslar etrafında yapıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Zaten haber-i vâhid, kıyâs, istihsân gibi zannî delillere mecâzen "delîl" denildiği, aslında "delîl" değil bir "emâre" oldukları bizzat Kâdî Abdulcabbâr (v.415/1024) ve Gazzâlî tarafından belirtilmektedir.36 Haber-i vâhidler nas kabul edildiği ve ictihâdî konulara dâhil edildiğine göre mahall-i nizâyı "hakkında nas bulunmayan konular" olarak tanımlayanların maksadı anlaşılmış olmaktadır. Tartışmanın sahasını bu şekilde tanımlasak bile neticede her ikisi de ictihâdî konudur. Bu durumda nizâ mahallini "ictihâdî konular" olduğunu iddia edenlerle "hakkında nas bulunmayan konular" olduğunu iddia edenler arasında çelişki ortadan kalkmış olmaktadır. Kaldı ki, hakkında nas bulunmayan ve kıyâs gibi şer‘î yöntemlerin ortaya çıkardığı birçok konunun hükmü, hakkında nas bulunan bir başka konunun hükmünden daha açık ve kuvvetli olabilir. Şu durumda hakkında nas olan ihtilafî bir mesele bahse konu olan mahall-i nizâya dâhil olduğu halde hakkında nas olmayan ve bu mahalle dâhil edemeyeceğimiz bir takım konuların varlığı da göz ardı edilmemelidir. Son tahlilde doğrunun tekliği/çokluğu tartışmasında bu doğrunun ne ile ve hangi saha ile ilgili olduğuna dair "hakkında nas bulunmayan konular" olarak açıklama getirenlerin "nas"tan maksatları kat‘î naslardır. Gazzâlî örneğinde olduğu gibi bütün müctehidlerin musîb olduğu saha hem nassın hiç bulunmadığı konular, hem de nas bulunup da müctehidin bu nassa ulaşamadığı her hangi bir konudur.37 Örneğin "müctehidin bir hadisin kaynağına olan uzaklığı, râvînin bilinmemesi ya da hadîsin ulaşmaması gibi bir sebeple bu hadîse aykırı ictihadı hata ile nitelenebilir mi?" sorusuna aranan cevaplar da tartışmanın çerçevesi içine girmektedir.38 Mesela Bâkıllânî (v.403/1012) hakkında nas bulunan konularda, müctehidin gözünden bu nassın kaçması ve nassa aykırı hüküm vermesi halinde de ictihadının neticesi olan bu hükümde musîb olacağı görüşündedir.39 Faslı araştırmacı Ahmed er-Raysûnî mahall-i nizânın çerçevesini “hakkında nas bulunmayan konular” olarak tanımlayan usulcülerin, buna fıkhiyyât, zanniyyât vb. şekilde 34 Zerkâ, Şerhu'l-kavâidi'l-fıkhiyye, s.147-150. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/358, 362. 36 Basrî, el-Mu‘temed, II/397; Gazzâlî, a.e., II/376. 37 Gazzâlî, a.e., II/364. 38 Âmidî, el-İhkâm, II/414. 39 Cüveynî, el-Burhân, II/885-886. 35 13 farklı tanımlamalar getiren usulcülere aykırı tutum içinde olmadıkları, gerçekte aynı içeriği farklı lafızlarla ifade ettiklerini söylemekte ve bunu şu şekilde delillendirmektedir: 1. Konuyu işleyen ve eserlerinde buna dair özel bahisler açan hiçbir usulcü diğer usulcülerin “zanniyyat” ya da “hakkında nas bulunmayan konular” şeklinde tanımladığı mahall-i nizâya muhalefet etmemekle ve buna dair aralarında bir ihtilaf vaki olmamakla birlikte, fıkıh usûlü eserlerinde bu konudaki görüş ayrılığına temas eden hiçbir ifade bulunmamaktadır. 2. Mahall-i nizâyı "furû‘" ve "zanniyyât" olarak tanımlayan Kâdî Abdulcabbâr (v.415/1024), Ebu'l-Hüseyn el-Basrî (v.436/1044), Şîrâzî (v.476/1083), Bâcî (v.494/1100), Cüveynî (v.478/1085) gibi usulcüler bu konudaki tartışma sahasını ilk tespit eden bilginlerdir. Zamanla ilk dönem usulcülerin bu tabirleri çokça kullanılan ve konunun özünü yansıtan terimler haline gelmiştir. Onlardan sonra gelen ve tartışmanın sahasını "hakkında nas bulunmayan konular" olarak belirleyen usulcüler, bu konuda selefleriyle aralarında cereyan eden herhangi bir ihtilaftan söz etmemişler, kullandıkları tabirleri de hiçbir şekilde eleştirmemişlerdir. Dolayısıyla mütekaddim ve müteahhir bütün usulcülerin üzerinde ittifak ettikleri aslî unsur zanniyyât/furu‘âttır; sonrakiler de öncekilerin maksadını kastetmişlerdir. 3. "Hakkında nas bulunmayan" tabirini kullananlar aynı zamanda "zanniyyât", "furu‘ât", "fıkhiyyât" vb. ifadeler kullanmaktadırlar.40 Aynı konuda farklı ifadeleri kullanan kişiler bu ifadeler arasındaki farka değinmediklerine göre bu tabirleri birbirinin yerine kullandıkları anlaşılmaktadır.41 Üzerinde tartışmanın yapıldığı sahayı daha iyi kavramak için ve bahsi geçen tahlilleri özetlemek kabilinden "bilgiye konu olan şeyler"in tasnifini kısaca şu şekilde sunmak mümkündür: 42 Bilginin sahası öncelikle akliyyât (akıl ile bilinebilecek konular) ve şer‘iyyât (kaynağını dînî metinlerden alan konular) olarak ikiye ayrılır. Akliyyyât da kendi içinde üç kısımdır: I. Yaratıcının varlığını ve birliğini bilmek gibi konular: Bunlarda yanılma Allah ve Resûlünü tanımaya ve inanmaya engeldir. Şüphesiz bu konularda doğru tektir ve kim isâbet ederse musîb, yanılırsa kâfir olur. 40 Örneğin bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/358, 361, 363. Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.199. 42 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.434. 41 14 II. Rü'yet (Allah'ın ahirette görülmesi), halk-ı Kur'ân (Kur'ân'ın yaratılmış olduğu/olmadığı problemi), muvahhidin (Allah'ın birliğine inanan kişinin) cehennemden çıkması gibi konular: İmam Şâfiî bu tür konularda yanılanın kâfir olacağı görüşündedir. Kimileri onun bu görüşünü zâhirine yorumlarken, kimileri buradaki küfürdeki maksadının küfrân-ı nimet (nimete nankörlük) anlamında olduğunu söylemişlerdir. III. Dînî yönü olmayan akliyyât konuları: İnsan vücudunun sekiz anatomik parçadan oluşması, bir cismin diğerinden büyük olması gibi konulardır. Şer‘î konular ise ictihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışması bağlamında şu şekilde sınıflandırılmaktadır: I. Hakkında kat‘î nas bulunan konular: Bunlar da ikiye ayrılır; a. Zarûrî olanlar: Beş vakit namaz, ramazan orucu, zina ve içkinin haramlığı gibi. Burada musîbin tek olduğunda İslam âlimlerinin görüş birliği vardır. b. Gayr-i zarûrî olanlar. II. Hakkında kat‘î nas bulunmayan konular: Usulcüler tarafından tasvîbu'lmüctehidîn tartışmasındaki ihtilafın bu alanda olduğu ifade edilmiştir.43 B. Konuyla İlgili Kavramsal Çerçeve 1. İctihad İlk dönemde "ictihad" (د55 )اﺝterimi, Şâfiî (v.204/819) ve sonrası fukahânın kullanımından daha özel bir içeriğe sahipti. Bu dönemde ictihad, "hakkaniyetli ve ihtiyarî hüküm, uzman görüşü" anlamlarına gelmekteydi.44 İctihad sözlükte "elde edilmesi güç bir şeyi elde etmek için elden gelen bütün çabayı sarf etmek" demektir.45 Bu kelime genellikle zor şeyleri elde etmek için kullanılan bir kelimedir. Bu yüzden dilciler tarafından, ictihad kelimesinin kaya gibi ağır şeyleri kaldırmak için kullanılmasına rağmen hafif maddeleri kaldırmak için kullanılamayacağı ifade edilmektedir.46 Fakihler de ictihad kelimesini bu anlamda kullanırlar.47 İctihad tabirinin yerine bazen "istinbât, fıkh, re'y, istidlâl" gibi terimler de kullanılmaktadır.48 43 Şevkânî, a.e., s.436. Benzer bir tasnif için bkz. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/523-524, 527. Ahmed Hasen, İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi, s.142. 45 İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, III/135; Zebîdî, Tâcu'l-‘arûs, II/330; Râzî, Muhtâru's-sıhâh, s.101. 46 Gazzâlî, a.e., II/350; Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/576. 47 Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s.44; Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-funûn, I/102; Mv.F., "İctihâd", I/316. 48 Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, s.17-19. 44 15 Usulcüler ise ictihada daha ince bir tanımlama yaparak “fıkıh bilgininin şer‘î ve zannî bir hükme ulaşmak için elinden gelen gayreti sarf etmesidir” demektedir.49 Yaygın olarak kullanılan bu tanıma ilaveten ictihadın birçok tanımı yapılmıştır. İmam Şâfiî (v.204/819) "er-Risâle"de ictihad hakkında şunları söylemektedir: "Her hâdise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmünün yolunu gösteren bir delalet vardır. Hâdisenin sarîh hükmü varsa buna uymak gereklidir. Eğer hâdisenin böyle bir hükmü yoksa hak olan hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; ictihad ise kıyastan ibarettir."50 Bununla birlikte İmam Şâfiî'nin yukarıdaki ifadeleri "Görünmeyen bir varlığı herhangi bir delalet vasıtasıyla araştırmaktır"51 şeklindeki ictihad tanımlaması ile birlikte düşünüldüğünde onun ictihadı kıyasla sınırlamadığı anlaşılmaktadır. Cessâs (v.370/980) ictihadı "Müctehidin araştırma ve inceleme yaptığı hususta var gücünü harcamasıdır"52 şeklinde tanımlamaktadır. Gazzâlî'nin (v.505/1111) tanımı da şöyledir: "Müctehidin şer‘î hükümleri öğrenebilmek için bütün gücünü harcamasıdır."53 İbn Kudâme (v.620/1223) ise ictihad hakkında şunu söylemektedir: “Şer‘î hükme ulaşmak için gayret sarf etmektir. Tam ictihad ise, 'daha fazla araştırmaya güç yetiremeyecek hale gelinceye kadar bu gayreti sürdürmek' demektir.”54 Âmidî'ye (v.631/1234) göre ictihad “Şer‘î bir hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşmak için daha fazlasını yapamayacağını hissedene kadar gayret sarf etmektir”55 İbn Sâ‘atî'ye (v.694/1294) göre ise "Fakihin şer‘î bir hüküm hakkında zanna ulaşmak için olanca çabayı harcamasıdır."56 Yukarıda farklı mezheplere mensup usulcülerden vermiş olduğumuz örneklerin dışında ictihada pek çok tanımlama getirilmekle birlikte bu tanımların buluştuğu ortak nokta; "şer‘î-zannî hükümleri elde etmek için müctehidin çaba harcamasıdır." 49 Şîrâzî, Şerhu'l-Lüma‘, II/1043; Teftâzânî, et-Telvîh ale't-Tavdîh, II/117; İbn Abdişşekûr, Müsellemü'ssübût, II/362. 50 Şâfiî, er-Risâle, s.477. Şâfiî, a.e., s.501. :; <ّ6 ' ! ﻡ789 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/11. 53 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/350. 54 Gazzâlî, a.e., III/576; İbn Kudâme, er-Ravda, III/575. 55 Âmidî, el-İhkâm, IV/396. 56 İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.276. 51 52 16 Bu tanımlara göre namazın vâcib olması, beş vakit olması gibi konular zorunlu bir bilgi neticesi olduğundan ictihad kapsamında değildir. Kat‘î bir delille bilinen şer‘î bir hükmü bilmek de ictihad olarak nitelenemez. Özetle "ictihad" nassın bulunması halinde bu nassın lafız ve manasından hareketle, nassın bulunmadığı durumda da kıyâs, maslahat, ıstıshâb gibi çeşitli istinbât metotları kullanarak şer‘î bir hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma çabasının adıdır.57 2. Hüküm ve Hak Hüküm (=553> )اsözlükte "iyileştirmek amacıyla engellemek, düzeltmek, karar vermek" anlamlarında mastar, "ilim, derin anlayış, siyâsî hâkimiyet, karar ve yargı" anlamlarında isim olarak yer alır.58 Fıkıh usûlünde şer‘î hüküm "Şâri‘in mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabı ya da bu hitabın eseri" olarak tanımlanır.59 Bu terimin, modern hukuk ve ahlak felsefesindeki "değer yargısı" ve "norm" kavramlarına karşılık geldiği söylenebilir.60 Şer‘î delillerden çıkarılan hükümler konusu, İslam hukuk usûlünün delillerden sonra en önemli konularından birisidir. İslam hukukunda şer‘î hükümleri koyma yetkisinin Allah'a ait olduğunda, şer‘î hükümlerin menşei anlamında tek hâkimin Allah ve O'nun ilâhî iradesi olduğunda görüş birliği vardır.61 Allah'a nispet edilen bu hüküm, batılın karışmadığı ve "hak" olan hükümdür. Müctehide nispet edilen hüküm ise hakîkî değil, müctehidin kendi değer yargısını ifade eden zâhirdeki hükümdür ve Allah'ın hükmüne mutabakat edememesi halinde mazûrdur.62 Mu‘tezile'nin Musavvibe görüşüne temayül etmesinde hükmün hâdis olduğuna (sonradan yaratıldığı) olan inançlarının etkili olduğu ifade edilmiştir. Buna karşın "tasvîb" (bütün ictihâdî görüşlerin doğru olduğu) görüşünün Eşarîler tarafından savunulmasının onların usul ilkelerinden birisi olan "hükmün kadîm olması"yla uyuşmadığı 63 varsayılmaktadır. Ancak bazı usulcüler aslında bu iki ilke, yani bütün ictihadî görüşlerin isabet ettiği nazariyesi ile hükmün ezelî olduğu düşüncesi arasında bir aykırılığın 57 Bkz. Apaydın, Yunus, “İctihad”, DİA, XXI/432. Bkz. İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, III/141; Zebîdî, Tâcu'l-‘arûs, VIII/252. 59 Hallâf, Abdulvahhâb, ‘İlmi usûli'l-fıkh, s.112 vd.; Zeydân, Abdulkerîm, el-Veciz, s.25; Şa‘bân, Zekiyyuddîn, Usûlu'l-fıkhi'l-İslâmî, s.217-220. 60 Tuncay Başoğlu, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.49. 61 Beyânûnî, Muhammed Ebu'l-Feth, "Hüküm", DİA, XVIII/466. 62 Teftâzânî, et-Telvîh ale't-Tavdîh, II/122. 63 İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400; İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/388. 58 17 bulunmadığını belirterek mezkûr çelişkiye bazı açıklamalar getirmişlerdir. Kemâlüddîn İbnu'l-Hümâm (v.861/1456), Musavvibe ekolünün en önemli isimlerinden Bâkıllânî'nin (v.403/1013) "Allah müctehidlerin neye hükmedeceklerini bildiği için bütün müctehidlerin ictihadi yorumları kadîm bir hükme delalet ediyor" görüşünde olduğuna temas etmektedir.64 Teftâzânî (v.793/1390) ise, konuyla ilgili olarak "Allah'ın sıfatlarının kadîm ve ezelî olması, taalluk ettikleri şeylerin de kadim ve ezeli olmalarını zorunlu kılmaz, bunların taalluk ettiği şeyler hâdistir"65 diyerek iki ilke arasında uyumsuzluğun bulunmadığını vurgulamaktadır. İbn Abdişşekûr'a (v.1119/1707) göre ise bu çelişki şöyle giderilebilir: "Musavvibe'nin, müctehidin zannını Allah'ın hükmünden ibaret görmesi Eş‘arîlerin kelâm sıfatının kadîm olması hakkındaki görüşlerine aykırı değildir. Zira bu ikisi arasındaki ilişki 'ilim ve malûm' arasındaki bağlantıya benzer. İlmin kadîm olması ile malûmun hâdis olması birbirine zıt değildir; kelâm kadîm olsa da onun taallukâtı ictihadın hudûsuyla (ictihadın ortaya çıkmasıyla) meydana gelmektedir."66 Hak (? ّ 5> )اkelimesi ise sözlükte "gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeye yakînen muttali olmak" anlamlarında mastar, "gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey" anlamlarında isim olarak kullanılmaktadır.67 Fıkıh usulünde bu terimin kullanılışı "hukuk düzenince bahşedilen yetki", "Şâriin kişiler için tanıdığı yarar", "hukukun yetki ve yükümlülük olmak üzere benimsediği aidiyet" şeklinde tanımı yapılan hukûkî anlamlarından tamamen farklı ve teknik tanımlardan uzak lügat ve örf düzeyinde kaldığı söylenebilir.68 İslami kaynaklarda genel olarak "vakıaya mutabık olan hüküm" anlamında söz, inanç, din ve mezhepler için kullanılmakta olan bu terimin zıddı "bâtıl"dır. "Sıdk" kelimesinden farkına gelince, "sıdk" kelimesinin sadece söz için kullanılıp daha özel bir ıstılah olmasıdır. Seyyid Şerif el-Cürcânî'ye (v.816/1413) göre bir hükmün, hak olması ile sıdk olması arasında şöyle bir fark bulunmaktadır: Hükmün vâkıaya uygunluğuna "sıdk", vâkıanın hükme uygunluğuna ise "hak" denilir.69 64 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388-389. Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.94. 66 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/380. 67 Cevherî, es-Sıhâh, IV/1460; Zemahşerî, Esâsu'l-belâğa, s.135, 136; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, X/50-53 65 (?4 maddesi); Çağrıcı, Mustafa, "Hak", DİA, XV/137. 68 Bardakoğlu, Ali, "Hak", DİA, XV/140. 69 Cürcânî, Seyyid Şerîf, et-Ta‘rîfât, s.94. 18 Râğıb el-Isfehânî (v.565/1169), "hak"kın asıl manasının "mutâbakat ve muvâfakat (uyum, uygunluk)" olmakla birlikte dört yan anlamda kullanıldığını âyetlerden örnekler vererek açıklar: 1. Hikmete uygun yaratan Allah, 2. Hikmete uygun yaratılan varlık, 3. Aslına uygun inanç ve bir şeyi olduğu hal üzere bilme, 4. Gereken şekilde, miktarda ve zamanda meydana gelen söz ve fiil.70 Diğer taraftan "hüküm" ile "hak" arasında içlem-kaplam (umum-husus) ilişkisi bulunmaktadır. Yani yargı bildiren her tür önermeye "hüküm" denirken bunların arasından nefsü'l-emre (var olana, aslına) uygun olan doğru önermelere ise "hak" denir. Bu doğru önermeler zihnî ise sadece "hak" kelimesi kullanılır, kavlî ise "sıdk" ve "hak" her ikisi de kullanılabilir. Zihnî önermeler (inançlar, kanaatler, görüşler) için "sıdk" kelimesi kullanılmaz. Tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasını işleyen usûl-i fıkıh eserlerinde sıkça rastlanan ve yukarıda da temas edildiği gibi "hak" kelimesiyle açık bir bağlantısı olan diğer bir terim "nefsü'l-emir" ($5ﻡ1@ ا5 )ﻥterimidir. Nefsü'l-emir; bir şeyin/durumun kendisi, aslı, hakîkati, özü anlamına gelir.71 Nefsü'l-emir bilgisi ise "Bir şeyin künhünü bilmek, öze yönelik bilgi" demektir.72 Emr kelimesi "her türlü varlık, şey" demek olup, nefsü'l-emir bir şeyin kendisi anlamında kullanılmaktadır. Örneğin "Bir şey nefsü'l-emirde vardır" cümlesinden, o şeyin zâtında ve gerçekte var olduğu anlaşılır. "Zâtında var olması" ise düşünenin veya hükmü verenin düşüncesine bağlı olmaksızın dış dünyada bir varlığının bulunması demektir.73 3. Hata-Savâb Hata (B55C+)ا, "bir iş yaparken vuku bulan yanlışlık, hedefini ve doğruyu tutturamama" anlamına gelir. Hata kelimesi, hem "doğruya ve hakikate ulaşmak" anlamındaki savâb'ın ( اب5E)ا74, hem de "bir şeyi bilerek ve kastederek yapmak" manasına 70 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât fî ğarîbi'l-Kur'ân, s.179. İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, VI/236 (@ ﻥmaddesi); Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, s.818. 72 Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s.265. 73 Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-funûn, II/1720. 74 İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/397. 71 19 gelen amd'ın (5/ )اkarşıtı olarak kullanılır.75 Ahtae B5C أﺥfiilinden türeyen "muhtî" G5C+ﻡ kelimesi ictihadla ilgili bir konuda kullanıldığında "doğruyu kastettiği halde başka bir şeye ulaşan, yanılan müctehid" için yani "musîb" 7555E ﻡkelimesinin karşıtı olarak kullanılmaktadır.76 "Savâb" kelimesinin if‘âl babında ism-i fâili olan "musîb" tabiri "okçunun hedefi tutturması" şeklindeki kelime grubundan esinlenerek, "isâbet" masdarından türetilerek terimleşmiştir.77 Hata, "fiilde hata" ve "kasıtta hata" olmak üzere iki şekilde meydana gelebilir. Fiilde hatanın sebebi güçsüzlük, kasıtta hatanın sebebi ise bilgisizliktir.78 Bu durumda müctehidin hatası "kasıtta hata" sınıfına girmektedir. Hata kelimesi müctehide, ictihadı neticesinde şer'î hükmü bilememesi ve bilgisizliği sebebiyle hükme ulaşamaması sebebiyle izafe edilmektedir. Hata kelimesinin "günah" için, ahtae kelimesinin ise "doğruyu bulamama" anlamı için kullanıldığını söyleyen dilciler olsa da, her iki kelimenin de hem kasten işlenen günahlar, hem de kasıtsız olarak düşülen yanılgılar için kullanıldığı bir gerçektir.79 Müctehid için "muhtî (hata eden)" ifadesi kullanmaktan kaçınılarak "Her müctehid musîbtir." denilmesinin altında yatan sebeplerden birisi de "muhtî" kelimesine "günah işleme" anlamının yüklenilmesidir.80 Bu noktadan hareketle Ebu Hanîfe'nin (v.150/767) "Her müctehid musîbtir, Allah katındaki doğru ise tektir"81 ifadesi de müctehidin yaptığı ictihâdî yanılmalarla günah kazanacağı vehmini savmak için söylenmiş bir söz olarak değerlendirilebilir. 4. Muhattıe-Musavvibe Bu iki terim, tartışmanın tarafları etrafında şekillenen usûl-i fıkha ait özel terimlerdir. Usulcüler arasında hicrî II. asırdan bu yana, bahse konu olan tartışmanın birbirine muhalif iki grubu "Muhattıe (55HّC+ ")اve "Musavvibe (;ّ 5E ")اadlarıyla anılmıştır.82 Müctehidlere hatanın ne oranda nispet edilmesi gerektiği ya da nispetinin 75 Yunus Apaydın, "Hata", DİA, XVI/437. Ayrıca bkz. Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s.174, 350; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, I, 65; Münâvî, et-Te‘ârîf, s.317-318. 76 Bkz. Râzî, Muhtâru's-sıhâh, s.158; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, I/65, 534; Zebîdî, Tâcu'l-‘arûs, I/47, 110. 77 Kelvezânî, et-Temhîd fî usûli’l-fıkh, IV/308. 78 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XX/19-20. 79 İbn Teymiyye, a.e., XX/ 21. 80 İbn Teymiyye, a.e., XX/ 22-24. 81 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/ 32; İbn Abdişşekûr, Müsellemu'ssübût, II/381; Şevkânî, Îrşâdu'l-fuhûl, s.436. 82 Bkz. Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/33. 20 doğru olup olmadığı gibi teorik bir problemin fıkıh usulü edebiyatındaki karşılığı "tasvîbu'l-müctehidîn"83 meselesidir. Her şeyden önce fıkıh usûlü eserlerinde kullanılan bu kelime ve terimlerin sözlük anlamlarını vermek gerekmektedir: Tasvîb (7 یE )اkelimesi sâbe ﺹبfiilinin tef'îl babından84 masdarı, olup bu bapta anlam kaymasına uğrayarak “doğruya nispet etmek, doğru olduğunu söylemek” anlamlarını kazanmıştır. Bir kişi için Kُ ُْ;َMّ 5َ ﺹdenilmesi “doğru yaptığını, doğruya isabet ettiğini ona söyledim” anlamına gelir.85 Ayrıca bu fiil yine tef‘îl babında Kُ 5َب رَأﺱ َ Mّ 5َﺹ “başını eğdi.”, س َ $َ 5َْب ا َ َM 5َ“ ﺹatı koşuya salıverdi.” cümlelerinde olduğu gibi "eğmek" ve "salıvermek anlamlarına da gelmektedir.86 Tahtıe ya da tahtî olarak iki şekilde gelen B5ّCﺥ fiilinin mastarı da aynı anlam kaymasıyla "hata nispet etmek, hatalı olduğunu söylemek" anlamlarına gelir.87 Arapçada tasvîb ve tahtıe kelimeleri birlikte şu cümle terkibiyle sıkça kullanılmaktadır; “Rِِ ْ;T 5َEَ0 U ُ ْ<5َ َوِانْ َأﺹR5ِْ ﻥB5ِّCَ+َ0 ت ُ ْBَCْ( ” ِانْ َأﺥHata edersem hatamı söyle, doğru yaptığım taktirde de doğru olduğumu söyle!”88 Fıkıh usûlüne Musavvibe ve Muhattıe olarak giren kelimeler cemaat/fırka/taife gibi grup manası taşıyan müennes bir isme sıfat olarak geldiğinde, Musavvibe; “müctehidlerin ictihadî çözümlemelerinin hepsini doğru bulan bilginler”, Muhattıe ise; “müctehidlerin ictihadî çözümlemelerinden birini doğru, diğerlerini hatalı bulan bilginler” anlamı taşıyan fıkıh usûlüne özgü ıstılahlar olarak karşımıza çıkar. Daha geniş bir ifadeyle Musavvibe; “ictihadî konularda Allah katında muayyen bir doğru olmayıp, doğru, müctehidin zannından ibarettir ve bütün müctehidler doğruya isabet etmiştir.” şeklinde bir kanaate sahip iken Muhattıe; “ictihadî konularda Allah katında muayyen bir doğru bulunup müctehidin bu doğruya ulaşmak için elinden geleni yapması gerekir ve müctehidler arasında doğruyu bulan sadece birisidir, diğerleri yanılmıştır” görüşünü benimsemektedir. 83 Tartışma Fıkıh Usûlü eserlerinin dördüncü konusu olan "İctihâd ve Taklîd" bölümünde "Bâbun fî Tasvîbi'lmüctehidîn (Müctehidlerin tasvîbi hakkındadır)", "Hel küllü müctehidin musîbun? (Bütün müctehidler musîb midir?)", "el-Kavlü fî isâbeti'l-müctehidîn (Müctehidlerin [doğru hükme] isabet ettiklerine dair)"gibi başlıklar altında incelenmektedir. 84 Bazı fiilerin "tef‘'îl" kalıbında kullanıldığında bir şeye “nispet etme” anlamı kazandığı sarf kitaplarında ifade edilmektedir. Tekfîr (küfre nispet etme/kâfir olduğunu söyleme), tekzîb (kizbe nispet etme/yalancı olduğunu söyleme), tadlîl (dalâlete nispet etme/dalâlette olduğunu söyleme) gibi tef‘îl babından masdarlar buna örnek verilebilir. Râcihî, et-Tatbîku's-sarfî, s.35. 85 Râzî, Muhtâru's-sıhâh, s.327; Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s.134. 86 İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, I/534-535. 87 Cevherî, es-Sıhâh, I/47; İbn Manzûr, a.e., I/66. 88 Zemahşerî, Esâsü'l-belâğa, s.203, 466. 21 İctihadda doğrunun tekil/çoğul olması meselesinde ortaya konan ve görüşleri yukarıda kısaca belirtilen bu iki ana ekolün alt dalları ise Gazzâlî'ye (V.505/1111) göre şöyledir: İctihadî bir meselede ve müctehid henüz ictihad etmeden önce; I. "Allah katında muayyen bir hüküm yoktur ve doğru birden fazladır": Bu görüş sahiplerine MUSAVVİBE denilmekte olup iki kısma ayrılır; A. Bu farklı doğrular Allah katında eşittir (Birinci görüş), B. Bu farklı doğrulardan biri Allah katında doğruya daha yakın ve daha üstündür (İkinci görüş). II. "Allah katında muayyen bir hüküm vardır ve doğru tektir": Bu görüşte olanlar MUHATTIE olarak adlandırılır. Bu ekol de kendi içinde görüş ayrılığına düşmüştür; A. Bu hükme delalet eden bir delîl yoktur (Üçüncü görüş), B. Bu hükme delalet eden bir delîl vardır; 1. Bu delîl kat‘îdir: a. Hata eden müctehid günahkâr olur (Dördüncü görüş), b. Hata eden müctehid günahkâr olmaz (Beşinci görüş). 2. Bu delîl zannîdir: a. Müctehid bu zannî delile isabetle yükümlüdür (Altıncı görüş), b. Müctehid bu zannî delile isabetle yükümlü değildir (Yedinci görüş). Bazı eserlerin Muhattıe-Musavvibe tartışmasıyla ilgili bölümlerinde89 referans olarak alınan Gazzâlî'ye ait yukarıdaki tasnif şüphesiz bağlayıcı nitelikte değildir. Bu tasnifin eksik yönlerine şu şekilde temas edilebilir; a. Bu sınıflamada "hükme delalet eden bir delîl yoktur" diyenlerin (üçüncü görüş) kim olduğu belirsizdir.90 Bu görüşün sahipleri Muhattıe'den bir grup olarak zikredilmekte 89 Seyyid Bey, Medhal, s.186-187; İbrahim Kafi Dönmez, "İctihadın Bağlayıcılı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı", Usûl, I/36-37. 90 "Musîb tektir, fakat buna delîl yoktur; doğru olan hüküm, define gibi gizli bir şey olup müctehid onu tesadüfen bulur" gibi bir görüşten bazı usulcüler bahsetmektedir. Lakin bu görüşün kimler tarafından savunulduğu hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Örneğin Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/336; Âmidî, el-İhkâm, II/414; Ermevî, et-Tahsîl, II/291; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.503; Sübkî, el-İbhâc, III/260; Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/539. Ebu'l-Hattâb el-Kelvezânî bu düşüncenin yanlışlığını birkaç maddede delilleriyle izah etmektedir. Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/336-338. 22 fakat Cessâs (v.370/980) örnek verilmektedir.91 Cessâs'ın ise Musavvibe'den olduğu kesindir.92 b. Aynı şekilde "delîl kat‘îdir" diyenler arasında "Hata eden müctehid günahkâr olmaz." diyenlerin (beşinci görüş) kim olduğu belirsizdir.93 c. Müctehidin zannî delili bulmakla mükellef olup olmaması noktasındaki Muhattıe'nin kendi içindeki tartışmanın kimler tarafından temsil edildiğiyle ilgili somut örnek ve isimlerin bulunmaması tartışmanın bu kısmının talî olduğunun göstergesidir. d. "Allah katında muayyen hüküm yoktur." diyen Musavvibe, müctehidlerin zannını ictihad sonrası hüküm kabul etmektedir. Bu hükme müctehid delilsiz ulaşamayacağına göre Muhattıe için yapılan "Hükme delalet eden bir delîl vardır/yoktur." şeklindeki ilk ayrım Musavvibe için de yapılabilir. Bu durumda üçüncü ve beşinci görüşlerin ele alınmasında pratik bir fayda bulunmamaktadır. Altıncı ve yedinci görüşlerin arasındaki ihtilafın ise ictihadi çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı problemi ile doğrudan ilgili olmaması ve lafzî bir görüş ayrılığı olması sebebiyle bu görüş sahiplerine müstakil bir başlık vermeden kısaca temas edilecektir. Her şeyden önce, fıkıh usûlü kitaplarının tamamında "tasvîbu'lmüctehidîn" tartışmasıyla ilgili ortak noktalar göz önünde tutulduğunda çalışmanın sistematiğini şu şekilde kurmak mümkündür: I. MUHATTIE : Bu ekolü benimseyen âlimler iki alt grupta incelenebilir; A. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe: Bu gruba giren âlimler fıkhî konuları inanca ilişkin konularla aynı konumda değerlendirerek, fıkhî konularda, itikadî ve aklî konularda olduğu gibi, doğru tek olup bu doğruya işaret eden delilin kat‘î ve hata eden müctehidin günahkâr olup, ictihadında yanılan müctehidin mazûr olmadığını savunmaktadırlar.94 91 Apaydın, "İctihad", DİA, XXI/442. Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/325-331, 365. 93 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361. Usulcüler, delîl kat‘î olduğu halde hata eden müctehidi günahkâr görmeyen görüşe "kîle" (denildi) ifadesiyle temas etmekle bu görüşün zayıflığına ima etmektedir. Bkz. İbnu'l-Hümâm, etTahrîr, IV/390. 94 Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe'nin görüşü için bkz. Basrî, el-Mu‘temed, II/380; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260; a.mlf., Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.28; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/309; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/311; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/357; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361; Âmidî, elİhkâm, II/412; Ermevî, et-Tahsîl, II/291; Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.344; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.278; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3848; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.503; Abdulazîz el92 23 B. Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe: bu grupta yer alan âlimlerce fıkhî meselelerde belirli bir şer‘î hüküm vardır ve doğru olan ictihadî görüş tektir. Doğru olan hüküm müctehidin zannından ibaret olmayıp birden fazla da değildir. Doğru olan hükme isabet eden müctehid musîbtir; isâbet edemeyen ise muhtîdir. Şu kadar var ki, Allah katında müteayyin olan o şer‘î hükmün bizim tarafımızdan kesin olarak bilinmemesi sebebiyle hangi müctehidin isâbet, hangisinin hata etmiş olduğunu yakînen bilemeyiz.95 Âlimlerin cumhûru, müctehidin sonuçta doğruyu bulsun veya bulmasın, gerçekleştirdiği ictihad faaliyetiyle uhrevî açıdan sorumlu olmayacağı kanaatindedir.96 Ancak müctehidin ictihadda taksîr/ihmal göstermesi hâli, bu genel kuralın haricinde olup hata eden müctehidi sorumlu hâle getirmektedir.97 Yine cumhura göre hata eden müctehidin tesis ettiği yargılama hükmü de bozulamaz.98 İctihadî çözümlemeler içinde doğrunun tek olduğuna inanan ve Muhattıe ekolüne bağlı Fahreddîn er-Râzî (v.606/1209) gibi âlimler, bu doğrunun nasıl tespit edileceği ve hangi görüşler için hata/muhtî ifadesinin kullanılacağı hakkındaki kuralları özet olarak şu şekilde ortaya koymaktadır: Bir delîl, aksine bir başka delil (muârız) barındırmıyorsa hükmün göstergesidir ve bunu terk eden muhtîdir. Hükme değinen herhangi bir delil yoksa bu durumda kıyasa Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/34; Sübkî, el-İbhâc, III/259; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/399-400; Zerkeşî, el-Bahru'lmuhît, IV/535; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/389; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/379. 95 Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe'nin görüşü için bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.409; İbn Hazm, el-İhkâm, II/65-66; Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/416-417; Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve'lmütefakkih, II/114-127; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, II/622-623; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.259; a.mlf.; Şerhu'l-lüma‘, II/1046; a.mlf., et-Tebsıra, s.498; Cüveynî, a.e., s.29 vd.; Sem‘ânî, a.e., II/309 vd.; Kelvezânî, a.e., IV/310; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/356; Üsmendî, Bezlü’n-nazar, s.694; İbn Kudâme, er-Ravda, s.411; Âmidî, a.e., II/413 vd.; Ermevî, a.e., II/291; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3846 vd.; İbn Sâ‘atî, a.e., s.279; Tûfî, Şerhu Muhtasari’r-Ravda, III/602; Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.497; Abdulazîz el-Buhârî, a.e., IV/34; Sübkî, el-İbhâc, III/257; İsnevî, a.e., III/399-400; Teftâzânî, et-Telvîh ale't-tavdîh, II/118; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/528; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/63; İbn Melek, Şerhu’l-Menâr, s.289; Molla Hüsrev, Mir'âtu'l-usûl, II/465; İbnu'lHümâm, et-Tahrîr, III/389-390; İbnü'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/489; İbn Abdişşekûr, a.e., II/381; Seyyid Bey, Medhal, s.186; Tavânâ, el-İctihâd ve medâ hâcetinâ ileyhi fî hâze'l-‘asr, s.215; Ebu Süleymân, elFikru'l-usûlî, s.355. 96 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.415; Serahsî, el-Usûl, I/14; Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XII/14; Beydâvî, elMinhâc, III/257; Teftâzânî, a.e., II/121; a.mlf., Şerhu'l-‘Akâid, s.79-80; İbnu'l-Lahhâm, el-Muhtasar fî usûli'lfıkh ‘alâ mezhebi'l-İmâm Ahmed b. Hanbel, s.236-237; İbnü'n-Neccâr, a.e., IV/489; İbn Abdişşekûr, a.e., II/379; İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s.256. 97 Bâcî, a.e., s.623-624; İbn Kudâme, er-Ravda, s.411; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/492; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437-438. 98 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Râzî, el-Mahsûl, II/504; Ermevî, et-Tahsîl mine'l-mahsûl, II/291; Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.346; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400. 24 başvurulur. Kıyasta ise illetin tespiti yapılarak hüküm o yönde belirlenir.99 İki farklı delilin bulunması halinde iki delilin de aynı anda râcih (üstün, tercih edilmesi gereken) olması imkânsızdır. Bu iki delilden hangisi râcih olursa hükmün belirleyici kaynağının o olduğu anlaşılır ve öteki mercûh (aşağı olan, tercih edilmeyen) olur; terk edilir. Bu da musîbin tek olmasını gerektiren genel bir kuraldır. Dolayısıyla râcih ile fetva veren musîb, diğerleri muhtidir.100 Birbiriyle çelişen iki delilin bulunması halinde, hata eden müctehidin neye göre tespit edileceği ve hata kelimesinin bir müctehid için hangi durumda kullanılabileceği ile ilgili olarak Ahmed b. Hanbel (v.241/855), şer‘î bir meselede "muârızı olmayan sahîh bir hadîs" varsa, zayıf hadis ya da sahâbe kavliyle amel eden kişinin muhtî olduğu kanaatindedir. Bir mesele hakkında iki sahîh hadîs varsa müctehid râcih olanla amel etmelidir. Buna mukabil mercûh olan hadîsle amel ederse ona hata ettiği söylenemez. Ona göre bir hadîse karşı başka bir hadise dayanan mazûrdur. "Şâz" da olsa herhangi bir hadîse dayanarak ictihâd eden, ictihadında yanılsa da muhtî olarak nitelenemez.101 II. MUSAVVİBE : Bu öğretiyi benimseyen İslam bilginleri de ikiye ayrılır; A. İtikatta Musavvibe: "Her müctehidin musîb olması" düşüncesini çok geniş bir sahaya yayarak, dînin temel inanç esaslarında (usûlu'd-dîn) ictihad102 eden herkesin musîb olacağını iddia etmektedir.103 B. Furûda Musavvibe: Bu görüşte yer alan âlimler de iki gruba ayrılmaktadır; 1. Salt Musavvibe: İctihadî bir meselede ictihad öncesinde Allah'a ait belirli bir hüküm yoktur. Müctehidin mükellef olduğu ve ondan istenen hüküm, zannıyla ulaştığı görüştür. Doğru olan görüş de müctehidin zannından başkası değildir. Allah'ın ictihadî 99 Râzî, a.e., II/507 vd.; Karâfî, Nefâ'isu'l-usûl, IX/4068-4070. Karâfî, a.e., IX/4085. 101 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/310; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.504; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XX/25. İbn Akîl, Ahmed b. Hanbel'in, birbirine zıt iki hadisle amel eden kişilerden sadece birisinin Allah katında doğru olduğu görüşüne sahip olduğunu nakletmektedir. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/356. 102 İctihad "usûlde" ve "furûda" ictihad olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.694 103 İtikatta Musavvibe'nin görüşü için bkz. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.258; a.mlf.; Şerhu'l-lüma‘, II/1043-1044; a.mlf., et-Tebsıra, s.496; Cüveynî, el-Burhân, II/860; a.mlf., Kitâbu'l-ictihâd, s.26-27; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/307; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359-360; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/307-308; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/351; Râzî, el-Mahsûl, II/500; İbn Kudâme, er-Ravda, s.413; Âmidî, el-İhkâm, II/409; Ermevî, et-Tahsîl, II/289; Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.344-345; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3837-3838; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'lvusûl, s.278; Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.495; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31; Sübkî, el-İbhâc, III/258; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/399; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/524; İbn Melek, Şerhu’l-Menâr, s.288; Molla Hüsrev, Mir'âtu'l-usûl, II/467; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/378. Tûfî, bu görüş için "mutlak tasvîb" ifadesini kullanmaktadır. Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/610. 100 25 konulardaki muradı ve hükmü, müctehidin zannına tâbidir. Diğer bir ifadeyle Allah'ın bir müctehid ve onu taklid eden kişiler hakkındaki hükmü o müctehidin zannı ile ulaştığı hükümdür. Dolayısıyla bütün müctehidler musîbtir ve ictihadî meselelerde doğru, ihtilaf eden müctehidlerin sayısı kadar çoktur; Allah katında da hepsi eşit düzeydedir.104 Bu ekolü benimseyen bilginler bütün müctehidlerin hakka isabetle mükellef olmalarının, ancak doğrunun taaddüdü ile gerçekleşebileceğini düşünmektedir.105 Salt106 Musavvibe'ye mensup bilginlere göre, ictihaddan önce hukukî bir olay için sabit olan hüküm, müctehidin ictihadının vaki olacağı bilinen hükümdür. Bir başka deyimle, ulaşılması istenen hüküm müctehidin varacağı sonuca yani öznelliğine bağlıdır.107 2. Eşbeh Görüşü: Bu ekole göre ictihâdî meselelerde belirli bir şer‘î hüküm yoktur. Fakat "Eğer Şâri‘ Teâlâ tarafından ictihadî bir meselede hüküm tayin edilecek olsaydı mutlaka bu tayin edilirdi" denilebilecek bir hüküm vardır ki bu hüküm Şâri‘in maksadına en çok benzeyen hükümden ibarettir. Bu sebeple ictihadî meselelerde fukahânın ortaya koyduğu muhtelif görüşlerden hepsi hak olmakla beraber aralarında eşitlik olmayıp, hangisi eşbeh olan hükme uygunluk gösterirse o görüş diğerlerinden daha doğru ve Şâri‘in maksadına en benzeyen görüştür.108 Bu beş temel görüşten birinci ve ikinci görüşü benimseyen âlimler "İhtilaf eden müctehidlerden yalnız birisi isabet etmiş, diğerleri hata etmiştir, musîb tektir diğerleri 104 Salt Musavvibe'nin görüşü için bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.408; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, II/623; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.259-260; a.mlf., et-Tebsıra, s.499; Cüveynî, el-Burhân, II/861 vd.; a.mlf., Kitâbu'l-ictihâd, s.31; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/363 vd.; a.mlf., el-Menhûl, s.559; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/358; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.695; İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.138-139; Âmidî, a.e., II/413; Ermevî, a.e., II/290; Karâfî, Nefâ'isu'l-usûl, IX/4061; Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3846; İbn Sâ‘atî, a.e., s.78-279; Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/605; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/399; Teftâzânî, et-Telvîh, II/118; Zerkeşî, a.e., IV/528-529; Molla Hüsrev, Mir'âtu'l-usûl, II/465; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/380; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.435; el-Vezîr, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, s.819. 105 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/35. 106 Bazı usulcüler bu gruptaki âlimlerin görüşünü, Eşbeh kavlinden ayırmak için "hâlis"in çoğulu olan "hullas" (W55ّ8+ )اve "mahz" (X55> )اkelimelerini kullanmışlardır. Örneğin Bkz. Râzî, el-Mahsûl, II/503; Karâfî, Nefâ'isu'l-usûl, IX/4061; Sübkî, el-İbhâc, III/259. Çalışmamızda bu usulcülere ittibâen "salt" kelimesi, Allah katında bütün ictihâdî görüşleri eşit ve doğru gören Furûda Musavvibe'nin ilk grubunu tanımlamak için kullanılmıştır. 107 Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", s.21. 108 Eşbeh Görüşü hakkında bkz. Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, IV/365 vd.; Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407-408; Basrî, el-Mu‘temed, II/372-373, 393; Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/421; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260; a.mlf.; Şerhu'l-lüma‘, II/1050; Cüveynî, el-Burhân, II/866-867; İbn Akîl, a.e., V/358; Gazzâlî, a.e., II/377; Râzî, elMahsûl, II/521; Karâfî, Nefâ'isü'l-usûl, IX/4061-4064; a.mlf.; Tenkîhu'l-fusûl, s.345; Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/607; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.501-502; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/33, 36; Sübkî, el-İbhâc, III/259; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/399; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/531, 532; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388; İbn Abdişşekûr, a.e., II/380. 26 muhtîdir; müctehid bazen isabet bazen de hata eder." dedikleri için bunlar fıkıh usûlü kitaplarında "Muhattıe (yanlışlayanlar)" olarak anılmaktadır. Üçüncü, dördüncü ve beşinci fikri benimseyenler ise bütün müctehidlerin ictihadlarını doğru bularak "Her müctehid musîbtir." dedikleri için bunlara da "Musavvibe (doğrulayanlar)" adı verilmiştir.109 Yukarıda sunulan bilgilerden anlaşılacağı üzere Furûda Musavvibe ile Muhattıe arasında cereyan eden, ictihadî meselelerde doğrunun bir ya da birden fazla olduğu şeklindeki tartışmanın temeli "Allah katında ve ictihad öncesinde belirlenmiş (predetermined) bir hükmün olup olmadığı" sorusuna dayanmaktadır.110 Diğer taraftan Muhattıe'ye göre muhtî müctehidin musîb olması izâfîdir. Yani ictihadında yanılan müctehidin isabet etmesi aradığı şeye (hükme) nispetle değil, kendisine vecibe olan ictihad görevini yerine getirmesi sebebiyledir.111 Furûda Musavvibe, ilâhî iradede doğrunun taaddüt edeceği noktasında fikir birliği ettikten sonra "Taaddüt eden bu doğruların, yani fakîhlerin farklı ictihadlarının Allah katındaki değeri bir midir, yoksa aralarında birinin diğerlerine göre üstünlüğü var mıdır?" noktasında ihtilaf etmektedirler. Furûda Musavvibe'nin alt dalı olan Salt Musavvibe sözü geçen doğruların ve âlimlere ait farklı görüşlerin Allah katında eşit olduğuna inanırken, Eşbehçi Musavvibe bu görüşlerden birisinin diğerlerine göre daha üstün ve tercihe şâyân olduğu kanaatini taşımaktadır.112 Daha önce belirttiğimiz Hata Eden Müctehidi Mazûr Gören Muhattıe'nin kendi içindeki "müctehidin hükmü/zannî delîli bulmakla mükellef olup olmadığı ya da ne ile mükellef olduğu" konusundaki tartışmanın ayrıntıları ve bu konuda ortaya atılan görüşler ise şöyledir: 1. Müctehid sadece "doğruyu aramakla (talebü'l-hak)" mükelleftir113, 2. "İsâbetle (doğruyu bulmakla)" mükelleftir114, 109 Seyyid Bey, Medhal, s.188. İbn Rüşd el-Hafîd, ed-Darûrî, s.138; Ermevî, et-Tahsîl, II/290; Abdulazîz el-Buhârî, a.e., IV/33; Sübkî, elİbhâc, III/258; Teftâzânî, et-Telvîh, II/118; Zerkeşî, a.e., IV/544; Molla Hüsrev, Mir'âtü'l-usûl, II/465. 111 İbrâhîm b. Muhammed el-Hâdî, el-Fusûlü'l-lü'lüeyye, s.316. 112 Seyyid Bey, a.y. 113 Bkz. Ermevî, et-Tahsîl, II/291; Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/612. Zerkeşî, Şâfiî ve İbn Süreyc'in müctehid hakkı aramakla, Ebu İshâk el-İsferâyînî'nin ise hakka isabetle mükellef olduğu görüşünde olduğunu nakleder. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/532, 539. Tûfî, Ebu Hanîfe ve Şâfiî'nin de dâhil olduğu bütün fakihlerin görüşünün hükmün gizliliği sebebiyle müctehidin onu aramakla ve bulmakla mükellef olmadığı görüşünde olduklarını belirtir. Tûfî, a.e., III/613. 114 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/428, 435. İbn Hazm, müctehidin ictihadla beraber hakka isabetle mükellef olduğunu, ictihadın müctehidin bir fiili olması sebebiyle kendi başına matlub olamayacağını söylemekle bu ikinci görüşü desteklediğini göstermektedir. İbn Hazm, el-İhkâm, II/71. Şâfiî'nin müctehidin hem hakkı aramak 110 27 3. "İsâbetle" mükelleftir, ancak bulamazsa teklif değişerek o müctehid hakkındaki hüküm zann-ı gâlibiyle bulduğu hükümdür115, 4. Müctehid sadece ictihad etmekle/elinden geleni yapmakla (bezlü'l-mechûd) mükelleftir.116 Fıkıh usûlü müdevvenatında kaynağını bulduğumuz tahtıe-tasvîb tartışması, Kur'an ilimlerinde de bahse konu edilmiştir. Büyük kıraat âlimlerinden İbnü'l-Cezerî (v.833/1429) böyle bir tartışmanın kıraat ilmindeki yerine şu cümlelerle temas etmektedir: "Kurrânın ihtilafıyla fukahânın ihtilafı bu noktada birbirinden ayrılmaktadır. Şöyle ki; kurrânın ihtilafının (mütevâtir kıraatlerin farklı okuyuş şekilleri) hepsi hak ve doğrudur; şüphesiz hepsi Allah katından indirilmiş Onun kelâmıdır. Fıkıh bilginlerinin ihtilafı ise ictihâdî olup, ihtilaf eden bu farklı görüşlerden yalnızca birisi (nefsü'l-emirde, gerçekte) haktır. Her mezhep diğerine göre hataya ihtimali olan doğrudur. Kur'ân-ı Kerîm'in kıraatleri ise her biri gerçekte doğrudur ve haktır. Bunun böyle olduğuna kesin olarak inanmaktayız."117 II. KONUNUN ÖNEMİ ve KAYNAKLARI Bir bilim dalı olarak Fıkıh usûlü, kelâm ilminden müstağni kalamayacağı118 gibi, çalışmamızın konusunu teşkil eden "doğruların tekliği/çokluğu" tartışması da temelde "bir olayın Allah'ın hükmünden hali olup olmayacağı" şeklindeki kelâmî bir tartışmanın uzantısıdır.119 Tâcuddîn es-Sübkî (v.771/1359) tartışmanın tarihinin sahâbe dönemine kadar uzandığını120 iddia etse de, bu konuda ilk söz söyleyenlerin Ebu Hanîfe (v.150/767), Amr b. Ubeyd (v.144/762), Şâfiî (v.204/819) olduğu göz önünde tutulduğunda, doğruya yakın olan görüş, bu tartışmanın en erken, mezhep imamlarının yaşadığı dönem olan hicrî ikinci yüzyıl ortalarında başladığıdır. hem de isabetle mükellef olduğu görüşünü desteklediğini rivayet eden usulcüler de vardır. Bkz. Şîrâzî, Şerhu'llüma‘, II/1046. 115 Râzî, Karâfî ve İbn Teymiyye bu görüştedir. Bkz. Râzî, el-Me‘âlim fî ilmi usûli'l-fıkh, s.144-145; Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4063; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ; XX/29-31. 116 Ebu Yûsuf gibi Iraklı bazı fukahâ ve kelâmcılar bu görüştedir. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/523. Debûsî'nin de bu görüşte olduğu hakkında bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.413. 117 Cemâluddîn el-Kâsımî, Mehâsinu't-te'vîl, I/174. Ayrıca bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/335; Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/552-552. 118 Bkz. Âmidî, el-İhkâm, I/11. 119 Abdusselâm el-Bilâcî, Tatavvuru‘ ilmi usûli'l-fıkh ve teceddüdühû, s.220. 120 Sübkî, el-İbhâc, III/263-264. 28 Tartışma ictihad bahsinin ilk konularından birisi olarak usul kitaplarındaki yerini almıştır. Özellikle bazı usulcüler konunun kavramsal yönü, tarafları ve delillerin sunulmasında çok uzun izahlar getirmektedir.121 Şâtıbî (v.790/1388) ve Zerkeşî (v.794/1391) gibi bazı usulcüleri bir tarafa bırakırsak klasik fıkıh usulü kaynaklarımızda daha çok tartışmanın taraf ve delilleri üzerinde durulmakta, neticelerine, ictihad ve fetva usulündeki genel prensiplerle etkileşimine fazlaca temas edilmemektedir. "Tasvîbu'l-müctehidîn konusu içerik olarak fukahâ ve usulcüler arasında tartışmaya sebep olan konuların ilkidir" denilse mübalağa edilmiş olmaz.122 Usul kitaplarının birçoğunda ictihad bahislerinin ilk konusu olması, hatta kimisinde bu bahislerin yarısını teşkil edecek kadar uzun işlenmesi ve usulcülerin konuyla ilgili kullandıkları ifadelerden konuya verilen önem rahatlıkla anlaşılabilir. Mesela Ebu'lMe‘âlî el-Cüveynî'nin (v.478/1085) "et-Telhîs"inde bu tartışma ictihad bahsinin ilk konusu olmakla birlikte bu bahsin yarısını oluşturmaktadır.123 Sübkî "el-İbhâc"ta konunun önem ve karmaşıklığına “Bu mesele büyük bir problemdir”124 diyerek dikkat çekmektedir. Mehmed Seyyid Bey (v.1925) ise fıkıh usûlüne dair eserinde konuya başlarken "Meselenin ehemmiyet-i fevkalâdesi derkâr bulunduğundan evvelâ ulemânın efkâr-ı muhtelifesini sonra da mülâhazât-ı âcizânemizi beyan edeceğiz"125, konuyu bitirirken de "Bahsini tahlil ve muhtevî olduğu mesâili ayrı ayrı tetkik edelim derken sözü pek ziyade uzattık. Lakin mesâil-i fıkhiyyenin mahiyet-i şer‘iyyelerini ve nazar-ı şeriatteki mevkilerini hakkıyla takdir etmek bu bahsin muhtevi olduğu hakâiki idrake vâbeste olduğundan bu bahse dair ne kadar söz söylense, ne kadar tafsîlât-ı mütemmime verilse becâdır."126 demektedir. Çalışmamızda istifade ettiğimiz kaynaklara gelince, başta şunu ifade etmemiz gerekir ki konu hakkında müstakil bir eser ya da yazılmış bir risale bulamadık. Özellikle modern dönem fıkıh bilginlerinin "tasvîbu'l-müctehidîn" problemine yeterince eğilmemesinin ve konuyla ilgili gerek kitap gerekse makale türü çalışmaların azlığının sebepleri bizce şunlardır: 121 Örneğin Bkz. Cessâs, el-Fusûl fi’l-usûl, IV/325/384; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/357-378; Kelvezânî, etTemhîd, IV/307-348; Seyyid Bey, Medhal, s.184-228. 122 "Bu mesele, her meseleden ziyâde ulemâ-i İslam arasında ihtilafı mûcib olmuş bir meseledir." Seyyid Bey, a.e., s.184. 123 Bkz. Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.23-73. "7C+ ' اB "اSübkî, el-İbhâc, III/257. Seyyid Bey, a.e., s.185. 126 Seyyid Bey, a.e., s.227. 124 125 29 a. Tartışmanın pratik/amelî olmaktan ziyade teorik/nazarî yönünün ağır basması bazı usulcüler nezdinde tartışmanın sadece lâfzî olduğu ve somut bir netice doğurmadığı fikrine yol açmıştır.127 b. Konunun fıkhî olduğu kadar kelâmî ve felsefî yönlerinin de olması muhtemelen konunun usûl-i fıkıhla ilgili olmadığı zannını doğurmuştur. c. Tartışmanın anlaşılması zor bir muhtevâya sahip olması birçok kişi tarafından tam anlamıyla kavranmasını zorlaştırmıştır.128 d. İlk dönem müctehid imamların görüşleriyle ilgili birbiriyle çelişen ve birbirine zıt rivayetlerin nakledilmesi129 konuyu bazen içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Tartışmanın fıkıh usûlü müdevvenatındaki işlenme yöntemlerinde, temel olarak iki eğilim ortaya çıkmaktadır. Birincisi: Tartışmanın sahasını ve taraflarını bölümlere ayırarak konuyu bu bölümler üzerinden incelemektedir. Gazzâlî (v.505/1111), Âmidî (v.631/1233), Zerkeşî (v.794/1391), Şevkânî (v.1250/1834) gibi âlimler bu yöntemi benimsemektedir. İkincisi: Tartışmanın sahasını tespit etmeksizin doğrudan usulcülerin konuya ilişkin görüşlerini serdetmektedirler. Bâcî (v.494/1100), İbn Hazm (v.456/1064) ve Pezdevî (v.482/1089) gibi usulcüler de bu eğilimdedir.130 Araştırmamıza kaynaklık eden eserler sadedinde fıkıh usûlüne dair yazılmış tüm eserleri burada zikredebiliriz. Özellikle klasik dönem usul kitaplarının hemen hepsinde, söz konusu tartışmayla ilgili az ya da çok malumat bulmak mümkündür. Usulcüler bu eserlerde mezkûr ihtilafın taraflarını ve delillerini ifade ile beraber kendi görüşlerini vermeyi de ihmal etmemişlerdir. İlk usul kitaplarından son asırlarda yazılanlarına kadar neredeyse bütününde tartışma bütün boyutlarıyla irdelenmiştir. Burada bizim yapmamız gereken ve gerçekleştirmeyi düşündüğümüz hedef, konuyu anlaşılması zor bir halden çıkarıp 127 Bkz. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/391; Muhammed el-Hudarî, Usûlü'l-fıkh, s.378. Tûfî, "İki taraf her ne kadar nefsülemirde muayyen hüküm var mıdır yok mudur konusunda tartışsa da, müctehidin zannına galib gelen şeyle amel etmesi halinde ictihad görevini yerine getirmiş olduğu üzerinde görüş birliğine varmıştır. Dolayısıyla tartışma bu yönüyle lafzîdir" demektedir. Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/614-615. 128 Şehristânî, bu tartışma için "İçinden çıkılması çok zor olan karmaşık bir meseledir" demiştir. İbrâhîm b. Muhammed el-Hâdî, el-Fusûlu'l-lülüeyye, s.316. Seyyid Bey yaşadığı dönemde özellikle taknîn (kanunlaştırma) çalışmalarında gördüğü bazı tutucu fikirlere ve mezhep taassubuna "tasvîbu'l-müctehidîn" tartışmasının kavranmasının çare olacağı inancında olduğunu şu şekilde beyan etmektedir: "Muayyen bir mezheb-i fıkhıyyeyi iltizâm ile izhâr-ı taassub edenler ve herkesi hatta hükümeti bile tanzîm-i kavâninde o mezhebi ihtiyara sevk etmek isteyenler bu hakâika kesb-i vukûf etmiş olsalardı taassuplarının, bu husustaki gayretlerinin ne kadar boş ve manasız olduğunu anlarlardı." Seyyid Bey, Medhal, s.228. 129 Örneğin bkz. Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623; Şîrazî, Şerhu'l-lüma‘, II/1049; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/363; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/313; Âmidî, el-İhkâm, IV/159; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502. 130 Ammâr b. Abdullâh el-Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.186. 30 tartışmanın taraflarına ilişkin birbiriyle çelişen rivayetleri ayıklamak, aralarında tercihlerde bulunmak ve bu tartışmanın ışığında fetva-kaza faaliyetlerinde yapılan farklı yorum ve yöntemlere temas etmektir. Çalışmamızın hazırlanma aşamasında öncelikle konuyu etraflıca işleyen fıkıh usûlü kitaplarının ilgili bölümleri bütünüyle incelenmiştir. Bunların başında Kemalüddîn İbnu'l-Hümâm'ın (v.861/1456) “et-Tahrîr”i ve onun şerhi niteliğinde olan İbn Emîri’l-Hâc’ca (v.879/1474) ait “et-Takrîr ve’t-tahbîr”i ve Musavvibe'nin en metodik ve en ısrarcı savunucularından olan Gazzâlî’nin (v.505/1111) “el-Mustasfâ” eserinin ilgili bölümleri gelmektedir. Burada zikretmemiz gereken diğer bir eser de Seyyid Bey’in (v.1925) “el-Medhal” adlı fıkıh usûlü notlarıdır. Kitabında uzun bir değerlendirme yapan Safiyyuddin el-Hindî’nin (v.715/1315) “Nihâyetü’l-vusûl”ü de ilk elden müracaat ettiğimiz eserler arasındadır. Çalışmamızda en çok müracaat edilen ve konunun ana hatlarını anlamamıza yardımcı olan eserler arasında Hanefîler'den Muhibbullâh b. Abdişşekûr’un (v.1119/1707) “Müsellemu’s-subûtu”u, Şâfiîler'den Âmidî’nin (v.631/1233) “el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm”ı, Şîrâzî’nin (v.476/183) “Şerhu’l-lümâ‘”ı, Mâlikiler'den Bâcî’nin (v.494/1100)“el-İhkâm fî fusûli’l-ahkâm”ı ve Hanbelîler'den İbn Kudâme’nin (v.620/1223) “Ravdatü’n-nâzır”ı ve Ebu’l-Hattâb el-Kelvezânî’nin (v.510/1116) “etTemhîd”i zikredilebilir. İbn Abdilber’in (v.463/1070) “Câmi’u beyâni’l-ilm ve fadlih”, Râzî'nin (v.606/1209) "el-Mahsûl"ü ile muasır İslam hukukçusu Ahmed Raysûnî’nin “Nazariyyetü’t-takrîb ve’t-tağlîb”i de tartışmanın taraflarına dair önemli ölçüde fikir vermektedir. Ayrıca belli başlı mezheplerin fıkıh usulüne ilişkin yazılmış tüm eserler çalışmamızda referans olarak kullandığımız eserler arasındadır. Böylece çalışmamızda başvurduğumuz kaynakları başlıklar halinde şöylece sıralayabiliriz: 1. İmam Şâfiî'nin "er-Risâle"sinden itibaren günümüze kadar fıkıh usulü sahasında yazılmış eserlerin, genellikle ictihad bahsinde yer bulan "tasvîbu'l-müctehidîn" konusu ile ilgili bölümleri, 2. İctihad konuları hakkında kaleme alınmış müstakil çalışmalar, risâle ve makaleler, 3. Mezkûr tartışmada tarafların görüşlerini ispatlama sadedinde zikrettikleri hadîslerin yerlerini gösteren aslî ve gayr-i aslî kaynaklar, bu hadisleri rivayet teknikleri açısından değerlendiren şerh ve tahrîc kitapları ile tabakât, terâcim ve ricâl kitapları, 4. Çalışma içinde zikredilen Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini anlamada yardımcı olacağını umduğumuz tefsirler, 31 5. Kelimelerin literal tahlilini yapan lügat/kâmûs türü eserlerin yanında dînî, fıkhî ve felsefî ifadeleri açıklayan terminolojik sözlükler, 6. İctihad faaliyetlerinin pratik yönünü oluşturması itibariyle gerekli görülen yerlerde furû-ı fıkıh kitaplarına da müracaat edilmiştir. 32 TASVÎBU'L-MÜCTEHİDÎN TARTIŞMASININ TARAFLARI MUHATTIE Hata Eden Müctehidi Günahkâr Görenler MUSAVVİBE Hata Eden Müctehidi Mazur Görenler İtikatta Furûda Salt Musavvibe 33 Eşbeh Görüşü BİRİNCİ BÖLÜM İCTİHADÎ ÇÖZÜMLEMELERDE DOĞRUNUN TEK OLUP OLMADIĞI TARTIȘMASIYLA BAĞLANTILI KONULAR 34 I. İCTİHADA KONU OLAN ALAN, MÜCTEHİDDE BULUNMASI GEREKEN ÖZELLİKLER ve MÜCTEHİDLERİN MERTEBELERİ A. İctihada Konu Olan Alan Klasik dönem İslam hukukçuları, hükümleri, hakikate ulaşma yolu açısından aklî ve şer‘î olarak iki kısma ayırmaktadır. Aklî hükümler; âlemin yaratılmış olduğu, Allah'ın varlığı ve nübüvvetin ispatı gibi kelâm (usûlü'd-dîn) konularıdır. Hukukî yoruma mahal olan dînî metinler, anlamın açıklığı ve kapalılığı açısından mütecânis (homojen) karakterde değildir. Bunların bazısı anlam açısından açık iken bazısı kapalı olur. Bütün şer‘î hükümler hakkında kesin deliller konulmayıp bir kısmının zanna tabi kılındığı, usulcüler tarafından genel kabul görmüş bir husustur. Hakkında kesin delîl bulunmadığı için ictihada açık ve elverişli olan ve hükmü ictihad yoluyla beyan edilen mesele “müctehedün fîh” yani “ictihadî mesele” diye adlandırılır. İctihadî meseleyi "hükmü doğrudan ve açıkça belirtilmemiş konular" olarak tanımlamak maksadı daha doğru ifade etmektedir. Çünkü ictihad farklı biçimde anlaşılmaya müsait delaleti zannî bir nassın bulunması durumunda da söz konusu olabilmektedir. Bazen de hakkında kesin delîl bulunan meseleler, doğrudan ictihada açık olmamakla birlikte ayrıntıları ictihada açık olabilir. Örneğin nikâhın meşruluğu kesin bir konu olmakla beraber akit anında şâhitlerin bulunmasının şart olupolmadığı, şarabın haramlığı sabit olmakla birlikte necis olup-olmadığı tartışmalıdır.131 Konumuzun özünü teşkil eden şer‘î hükümler, yine ictihad söz konusu olduğunda iki kısma ayrılmıştır: Birincisi; ictihadın caiz olduğu konular, ikincisi; caiz olmadığı konulardır. İctihadın caiz olmadığı konular; namaz, oruç, zekâtın farziyeti, zina ve içki yasağı gibi dînin temel hükümlerinden olan ve inkâr edenin kâfir olacağı belirtilen hususlardır. Bu tür konuları ihtiva eden naslar her yerde ve herkese göre aynı anlam içeriğini taşıyan ve birden fazla anlama ihtimali bulunmayan ifadelerdir. Yorum, mesaj sahibinin (Şâri‘) iradesini açıkça ortaya koyduğu yerlerde sözkonusu olamaz. Kat‘î-zannî ayrımına göre bu gibi durumlarda sadece açıklayıcı (beyânî) ictihaddan söz edilebilir.132 "el-Müctehed fîh" olarak tanımlanan ictihadın kapsamı "hakkında kat‘î delil bulunmayan her tür şer‘î hükmü" içine almaktadır.133 Böylece beş vakit namaz, zekât vb. kesin emirlerin varit olduğu konular ictihad sınırının dışında kalmaktadır.134 131 Apaydın, "İctihad", DİA, XXI/437. Muhammed Ma‘rûf ed-Devâlibî, el-Medhal, s.424, 425, 433, 442. 133 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.138; Râzî, el-Mahsûl, II/499. 134 Râzî, el-Mahsûl, II/500. 132 35 Bilindiği gibi şer‘î naslarda, tek bir anlam ifade eden lafızların (delâleti kat‘î) yanı sıra, yapı ve durum itibariyle birden fazla anlama gelen ifadeler de bulunmaktadır. Sem‘î deliller, sübûtları şer‘î bir hükme delalet etmesi açısından dört kısma ayrılır135: a. Sübûtu ve delâleti kat‘î olanlar: Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetlerinin sübûtü kat‘îdir. Bunlardan müfesser ve muhkem olanlarının delâletleri de kat‘îdir. Mütevâtir ve meşhûr hadisler de bu kısma dâhil edilmektedir. b. Sübûtu kat‘î, delâleti zannî olanlar: Tevili mümkün âyetler ile tevâtüren ve şöhretle nakledilen hadisleri içermektedir. Lafızları farklı manalara yorumlanabilmesinden ötürü bu manalardan birisine delâleti zannîdir. c. Sübûtu zannî delâleti kat‘î olanlar: Haber-i vâhid kabilinden olup lafızları müfesser ve muhkem olan hadîs-i şerîflerdir. d. Sübûtu ve delâleti zannî olanlar: Haber-i vâhid olup, lafızları farklı anlamlara gelebilen hadîslerdir. Görüldüğü gibi nasların bazıları tek anlam düzeyine indirgenemez ve her yerde/herkese göre değişmeyen kesin ve genel geçer bir anlamdan bahsetmek mümkün değildir. Bunlar usûl-i fıkıh tekniğinde delaleti zannî lafızlar olarak nitelendirilir. İşte her müctehidin isabet edeceği tartışması zan bildiren bu tür ifadeler üzerinden yapılmaktadır.136 Bu noktayla ilgili olarak Ebu Zeyd ed-Debûsî (v.430/1038), "Bir müctehid kıyas yoluyla bir ictihadda bulunsa, sonra bu müctehide ictihadındaki yanlışını ortaya çıkaracak şekilde ictihadına aykırı bir hadîs rivayet edilse ictihadı bâtıl olur."137 demektedir. Abdulmünim en-Nemr de "Nassın bulunduğu yerde ictihad yoktur" başlığı altında sünnetin, şer‘î hüküm istinbatında Kur'ân âyetlerinde olduğu gibi, ister mütevâtir olsun ister olmasın sıhhati sabit olduktan sonra ictihada engel olacağına vurgu yapmaktadır.138 Netice olarak müctehidin nassa karşı tavrının beş şekilde ortaya çıktığı söylenebilir: 1. Hakkında "sahîhu's-sübût, sarîhu'd-delâle" nas/hadîs bulunan bir konuda müctehidin yapması gereken bu nassa uygun hüküm vermektir.139 135 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr ila'd-dürri'l-muhtâr, I/64; Seyyid Bey, Medhal, I/175-176; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, I/39; Mohammad Hashim Kamali, Principles of Islamic Jurisprudence, s.368. 136 Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", s.17-18. 137 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.411. 138 Abdulmünim en-Nemr, el-İctihâd, s.34. 139 Bağlayıcılığı sabit olan naslar sarîh ve kat‘î nitelikte olanlardır. "Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur" kuralındaki nas kavramının sarîh ve kat‘î nitelikte olanları ile sınırlamak gereklidir. Sarîh terimi, muhkem ve müfesser lafızları, katî terimi ile de bize ulaşması mütevatir ve meşhur olan kitap ve sünnet ifadelerini 36 2. Sıhhatinde problem olduğu düşünülen bir nas/hadîs ile karşılaşırsa hadîs âlimlerinin ictihadlarına ve hadîs hakkında verdikleri hükümlere müracaat eder. 3. Nas/hadîs, sahîh olup sarîh değilse "usûl-i fıkıh" kurallarını işletir. 4. Konu hakkında hiç nas/hadîs yoksa "kıyâs", "maslahat", "ıstıshâb" gibi dînî metinlerden hüküm çıkarma (istinbât) yöntemlerini kullanarak bir hükme ulaşmaya çalışır.140 5. Aynı konu hakkında birden fazla nas/hadîs bulunur ve bu naslar/hadîsler birbiriyle çatışma halinde gözükürse "teâruz-tercîh" kurallarını kullanır. İctihadın alanıyla ilgili yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde, ictihad şer‘î-amelîzannî konularla sınırlandırılmış olmasına rağmen Kelâmcılar inanç konulardaki farklı görüş ve yorumları da ictihadla ilişkilendirmektedirler. İslam Hukuku bilginleri ise kesin delillerle tespit edilen iman esaslarını ictihadın dışında bırakmaktadırlar. Kelamcılar usul konularını ictihada dâhil ederken vakıayı göz önünde tutmak suretiyle böyle bir eğilim sergilemişlerdir. Yani İslam âlimleri, bazen yanlış teviller ve sapkın akımlar karşında İslam akâidini savunmak amacıyla, bazen de sınırlarını aşarak hakkında açık bilgi verilen konularda ictihad etmişler ve netice de bu sahada muhtelif görüşler ortaya çıkmıştır.141 Şevkânî (v.1250/1834) de ictihadın tanımındaki "amelî konular" kaydının ilmî/usûl konularını tanımın dışına çıkarmak için getirildiğini, bu konuların fukahâ nezdinde ictihadî olmamasına rağmen Kelâmcılara göre ictihadın alanına girdiğini belirtmektedir.142 B. Müctehidde Bulunması Gereken Özellikler Müctehidlerin niteliklerini bir bütün olarak ilk sıralayan İslam bilgini Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'dir (v.436/1044). Onun sunduğu bu taslak küçük değişikliklerle Şîrâzî (v.467/1083), Gazzâlî (v.505/1111) ve Âmidî (v.631/1233) tarafından kabul edilmiştir. Bu, Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'den önce yaşayan âlimlerin bu niteliklere önem vermedikleri ve riayet etmedikleri anlamına gelmez. Lakin onun sunduğu bu liste fıkıh usûlü âlimlerince kapsamaktadır. Ali Pekcan, Mevrid-i Nassta İctihada Mesağ Yok (mu) dur?, s.80-81. Kat‘î tabirinin içine bütün sahîh hadisleri koymak gerektiği kanaatinden yola çıkarak yukarıdaki ifadelerde "Kat‘iyyu's-sübût" yerine "sahîhu's-sübût" kelimeleri kullanılmaktadır. 140 Bir olay hakkında hiçbir nas yoksa o hususta ictihada geniş bir alan var demektir. Müctehid o olayın hükmünü kıyâs, istihsân, ıstıshâb, örf, mesâlih-i mürsele gibi metodlar aracılığıyla belirler. İslam hukukunun genel ilkeleri vasıtasıyla yapılan bu ictihad türüne "el-İctihâdu'l-ıstıslâhî" denilmektedir. Bkz. Devâlibî, elMedhal, s.421-443; Pekcan, a.e., s.81. 141 Tavânâ, el-İctihâd, s.458-459. 142 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.417. 37 genel anlamda benimsenerek bu bilime dair telif edilmiş eserlerde nakledile gelmiştir.143 Gazzâlî ve Âmidî'yi takib eden, Beydâvî (v.685/1286), Sübkî (v.771/1369), İsnevî (v.772/1370), İbnu'l-Hümâm (v.861/1456), İbn Emîri'l-Hâc (v.879/1474), İbn Abdişşekûr (v.1119/1707) ve Nizâmuddîn el-Ensârî (v.1225/1810) gibi usulcüler de onların sunduğu bu doktrinden -müctehidin hafızasında bulunması gereken ayet ve hadisleri belli rakamlarla sınırlamanın ötesinde- ayrılmadılar.144 Bir kişinin ictihad ehliyetine haiz olması için kendisinde bulunması zorunlu bazı vasıflar vardır. Bu vasıfları taşımayan kişinin ictihada kalkışması doğru bir davranış olmadığı gibi ictihadıyla ulaştığı sonuç, doğru bile olsa, hatalı bir ictihad olarak niteleneceği usulcüler tarafından vurgulanmıştır. Bir müctehidde bulunması gereken başlıca özellikler şunlardır:145 a. Âlimlerin üzerinde ittifak ettiği özellikler: 1. Esbâb-ı nüzûl, nâsih-mensûh gibi Kur'ân bilimlerine sahip olmak, 2. İctihad edilecek konuyla ilgili sünnet/hadîs bilgisine sahip olmak, 3. Arapça bilmek, 4. İcmâ konularını bilmek, 5. Fıkıh usûlü ve kıyâs kurallarını bilmek, 6. Makâsıd yorumu hakkında bilgili olmak, 7. Psikolojik, sosyolojik, iktisadî ve siyasî açıdan özellikle yaşadığı çağın gereksinimlerine ait genel kültür bilgisine sahip olmak, 8. Adalet ve takva sahibi olmak.146 b. Üzerinde ihtilaf edilen özellikler: Kelâm, mantık ve furû-ı fıkıh bilgilerinin bir müctehidde bulunması gerekip gerekmediği konusunda ihtilaf edilmiştir. Müctehidde bulunması gereken nitelikler bağlamında en ideal olanı müctehidin Kur'ân'ın hepsini ezbere bilmesidir. Fakat müctehidin bir mesele ortaya atıldığında ilgili ayetin nerede geçtiğini hatırlayacak şekilde ahkâm ayetlerini bilmesi de yeterli görülmüştür. Yukarıda sunulan listedeki sünnet bilgisiyle kastedilen şey ise ahkâm hadislerinin bilinmesidir. Müctehidin bu hadisleri ezbere bilmesi şart olmayıp, fetvaya 143 Kamali, Principles of Islamic Jurisprudence, s.374. Hallaq, "Was The Gate Of İjtihad Closed?", s.7. 145 Karadâvî, el-İctihâd, s.17-56. Ayrıca bkz. Canbulat, İslam Hukukunda İctihad Kapısının Kapanmışlığı Meselesi, s.28-50. 146 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/350-353; Şâtıbî, el-Muvâfakât, 4/56-61. 144 38 ihtiyaç duyduğu zaman kendisine müracaat edeceği ve ahkâm hadislerini kapsamlı bir şekilde içine alan sahîh bir hadis kaynağının yanında bulunması yeterlidir.147 İctihadın bölünmesi (teczie) İslâm hukukçularının geneli tarafından kabul görmüş, fıkıh usûlü bilgisine sahip bir kişinin ilgili âyet ve hadîsleri değerlendirerek kişisel bir olayda ictihad etmesine izin verilmiştir.148 C. Müctehidlerin Mertebeleri Müctehidlerin tâbi olduğu mertebe ve bilgi düzeylerini tanımlayan pek çok sınıflandırmalar yapılmıştır. Nevevî'ye (v.676/1277) göre müctehidlerin mertebeleri şöyledir: 1. Mutlak müctehid, 2. Müntesib müctehid, 3. Mezhebte müctehid, 4. Fetva ve tercihte müctehid, 5. Belli bir mezhebe göre fetva veren müctehid.149 Şah Veliyyullâh ed-Dehlevî (v.1176/1762), Nevevî'nin yaptığı sınıflandırmayı biraz değiştirerek müctehidin mertebelerini şu şekilde sıralamaktadır: 1. Mutlak Müctehid: İkiye ayrılmaktadır: a. Müstakil Mutlak Müctehid: Ahkâm istinbâtında bağımsız bir yöntem tesis eden, kurallar üzerinde tasarruflar yapabilen müctehidlerdir. b. Müntesib Mutlak Müctehid: Ahkâm istinbâtında müstakil müctehidin yöntemini izleyen fakat onun gibi hadîs ve âsâr toplayarak yeni ictihad ve tercihlerde bulunan müctehidlerdir. 2. Mezhebte Müctehid: Önceki iki müctehidin oluşturduğu genel kurallar çerçevesinde, gelişen olaylar hakkında yeni fetva ve ictihadlarda bulunan alimlerdir. Bu ictihad yöntemine "tefrî‘" denilmektedir.150 İkinci maddeyi "mukayyed müctehid" başlığı altında mezhebte ve fetvâda müctehid olarak ikiye ayıranlar da olmuştur.151 147 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.137. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.424. 149 Muhammed Hasen Heytû, el-İctihâd ve tabakâtu müctehidi'ş-Şâfi‘iyye, s.16. 150 Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.80-81. 151 Bkz. Karadâvî, el-İctihâd, s.75. 148 39 Müctehid mertebeleriyle ilgili tasnifat içinde en meşhur olanı Şeyhülislâm İbn Kemâl Paşa'ya (v.940/1534) aittir. Ona göre müctehidler derece bakımından şu şekilde sıralanmalıdır: 1. Şerîatte/dinde müctehid: Bunlar kendi usûl kurallarıyla delillerden hüküm çıkaran müctehidlerdir. Ebu Hanîfe (v.150/767), Mâlik (v.179/795), Şâfiî (v.204/820), ve Ahmed b. Hanbel (v.241/855) gibi. 2. Mezhebte müctehid: Bu da her türlü ictihada ehil olduğu halde, kendi usullerine göre değil, birinci sırada yer alan müctehidlerden birinin usûlüne tâbi olarak ictihad edenlerdir. Ebu Yûsuf (v.182/798), Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî (v.189/805), Züfer (v.158/775) ve Hasen b. Ziyâd (v.204/819) gibi. 3. Meselede müctehid: Mensup olduğu mezhepte hükmü bulunmayan konular hakkında ictihada gücü yeten her âlimdir. Hassâf (v.261/875), Tahâvî (v.321/933), Ebu'lHasen el-Kerhî (v.340/952), Halvânî (v.448/1056), Pezdevî (v.482/1089), Serahsî (v.483/1090) gibi. 4. Tahrîc ashâbı: Müctehidlerden gelen ve çeşitli yönlere ihtimali bulunan bir görüşü veya kapalı bir hükmü açıklamaya yeterli olan, mezhebte hükmü bulunmayan yeni meselelerde, tâbi olduğu mezhebin usûl ve kaidelerinden hüküm çıkarma gücüne sahip olan müctehiddir. Ebu Bekr el-Cessâs (v.370/980) ve Ebu Abdullâh el-Cürcânî (v.399/1007) gibi. 5. Tercîh ashâbı: Bir mesele hakkında mezhebte mevcut çeşitli görüşlerden birini delilinin kuvvetine bakarak tercîh etmeye ehil olan ve "sahîhtir", "daha sahîhtir", "kıyasa daha uygundur", "maslahata daha uygundur" diyebilen müctehidlerdir. Ebu'l-Hasen elKudûrî (v.428/1037), Merğinânî (v.598/1197) ve İbnu'l-Hümâm (v.861/1457) gibi. 6. Temyîz ashâbı: Mezhebindeki zâhir rivayetleri nâdir olanlarından, kuvvetli olanları zayıf olanlarından ayırabilen müctehiddir. Ebu'l-Berakât en-Nesefî (v.710/1310), Mecduddîn el-Mevsılî (v.683/1283), Tâcu'ş-şerî‘a Mahmûd el-Buhârî (VIII/XIV. asır) gibi. 7. Sırf mukallid: Hiçbir ictihada, tahrîc ve tercîhe yetkisi olmayan, mezhebinin görüşlerinin büyük bir kısmını ezberlemiş ve kitaplarına yazmış olan müctehiddir. Alâuddîn el-Haskefî (v.1088/1688), İbn Âbidîn (v.1252/1852) gibi.152 152 İbn Âbidîn, Reddu'l-muhtâr, I/52-53; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, I/245; Muammer Ayan, Günümüzde İslam Hukukçularının İhtilaflarından Faydalanma, s.14-15. 40 II. FURÛ‘ ÇÖZÜMLEMELERİNDE İHTİLÂFIN MAHİYETİ, SEBEPLERİ ve ÇEŞİTLERİ A. Furû‘ Çözümlemelerinde İhtilâf Half (Y58 )ﺥkökünden türeyen "ihtilâf" kelimesi, mastar ve isim olarak "bir şeyin diğer bir şeyin peşinden gelmesi, gidip gelmek, ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, eşit olmamak, görüş ayrılığı, anlaşmazlık" gibi manalara gelmektedir.153 Fıkıh ilminde ihtilâf, icmâ ve ittifakın mukabili bir terim olarak kullanılmakta, Kur'ân ve sünnetin temel ilkelerinde birleşen ilim adamlarının, "müctehedün fîh" denilen ictihada açık konularda muhtelif sebeplerle ayrı kanaatler benimsemesini ifade etmektedir. Aynı mastardan türeyen "ihtilâf" ve "hilâf" kelimelerinin anlam farkıyla ilgili değişik yorumlar yapılmıştır. İhtilâfın daha çok "farklı bir görüşe sahip olma, farklı görüşlerden birini benimseme" anlamı taşımasına mukabil hilâfın tez ve anti tezden birini benimseme ve diğer görüşlere karşı tavır alışı ifade ettiği, ihtilâfın maksat aynı olmakla birlikte yöntemin farklı olmasını, hilâfta ise her ikisinin de ayrı olmasını, delile dayanmayan aykırı görüşe hilâf, delile dayanana ise ihtilâf denildiği154, güçlü olan ve yaygınlık kazanan görüş ihtilâf, zayıf ve genel kabul görmeyen ise hilâf terimiyle ifade edildiği155 gibi iki terimin kullanım sahasıyla ilgili ayrımlar net ve bağlayıcı tanımlamalar olmayıp her ikisinin de birbirinin yerine birçok zaman kullanıldığı vakidir. Furu çözümlemelerine ilişkin ictihadî görüş ayrılıklarını inceleyen bilim için hem "‘ilmu'l-hilâf" hem "ihtilâfu'l-fukahâ" denildiği, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîslerdeki kullanım şekilleri göz önünde tutulduğunda bu ayrımların/tanımlamaların en azından müctehidlerin fıkhî görüş ayrılıkları hakkında kullanıldığında doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ihtilâfla ilgili olarak "İnsanların en bilgilisi, insanlar ihtilâfa 156 düştüğünde hakkı en iyi görebilendir." buyurmaktadır. Katâde "İhtilâfı bilmeyen kişi fıkhın kokusunu alamaz."157, Atâ ise "Âlimlerin ihtilafını bilmeyen kişinin fetva vermesi uygun değildir."158 demektedir. İhtilâf kelimesi ilk duyulduğunda insanların zihninde olumsuz anlamlar çağrıştırmaktadır. Bu çağrışım aslında "ihtilâf" ve "zıt" kavramlarının mana muhtevasını 153 Cevherî, es-Sıhâh, V/45-46; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, IX/91. Şükrü Özen, "İhtilaf", DİA, XXI/565. 155 Şükrü Özen, "Hilaf", DİA, XVII/527. 154 156 ا سU8ه= ;>? إذا اﺥ$E;= ا س أ8' إن أHâkim, el-Müstedrek, II/522, H.no: 3790; Taberânî, el-Mu‘cemu'l- kebîr, X/220, H.no: 10531; Beyhakî, Şu‘abu'l-îmân, VII/69, H.no: 9510. Aynî, Umdetü'l-kârî, II/56; İbn Hazm, el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, VI/316. 158 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/89; İbn Hazm, a.y. 157 41 birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Birbirine zıt şeyler birbiriyle ihtilâf etmekte iken, ihtilâf eden her şey birbirine zıt değildir. Örneğin siyah ile beyaz iki zıt şeydir; kızmızı ile yeşil ise zıt değil, muhteliftir.159 İhtilafı nehyeden Kur'ân, hadîs ve sahâbe kavillerindeki ifadelerin, müctehid imamlar arasındaki görüş farklılıkları ve farklı ictihâdî çözümlemeler hakkında olmadığına en büyük delil, bu tür ihtilafların bizzat sahâbeler hatta peygamberler arasında vuku bulmasıdır. Peygamber ihtilaflarına Kur'ân-ı Kerîm'de geçen; “Dâvûd ve Süleyman'ı da hatırla! Bir zaman bir ekin konusunda hüküm veriyorlardı; bir grup insanın koyun sürüsü, geceleyin başıboş bir vaziyette bu ekinin içinde yayılıp ziyan vermişti. Biz onların hükmünü görüp bilmekteydik. Böylece bunu (bu hükmü) Süleyman'a biz anlatmıştık. Biz onların her birine hüküm ve ilim 160 verdik...” âyetleri örnek olarak zikredilebilir.161 Hatta Allah'a hiçbir şekilde isyan etmeyen ve Onun her emrini eksiksiz yerine getiren162 meleklerin kendi aralarında ihtilâfa düştükleri163 hatırlanırsa insanoğlunun bir takım konularda görüş ayrılığına düşmesi gayet doğal karşılanabilir. İhtilâfa götüreceği sebebiyle kıyası reddeden Zâhirîler, Şiâ, bir kısım Mu‘tezile ve Hâricîler bile kendi aralarında ihtilafa düşmekten kurtulamamışlardır.164 Kaldı ki dînî metinlerden farklı şeylerin anlaşılması insan tabiatına uygun olan bir tavırdır. Aksini düşünmek insanın yapısını değiştirmek kadar imkânsızdır. Kur'ân-ı Kerîm'de165, hadîslerde166 ve sahâbe kavillerinde167 yerilen ihtilâflar ise inanç konularıyla ilgilidir. Furû‘ meseleleriyle ilgili olduğu düşünülse bile bu tür nehiyler, 159 Râğıb el-Isfahânî, Müfredâtü'l-Kur'ân, s.223 (Y58 ﺥmaddesi); Muhammed el-Avvâme, Edebü'l-ihtilâf fî mesâili'l-‘ilm ve'd-dîn, s.8. 160 Enbiyâ 21/78-79. 161 Dînî konularda Peygamberler arasında ortaya çıkan görüş farklılıklarına örnek olarak ile Hz. Mûsâ (a.s.) ile Hz. Hârûn (a.s.) arasındaki ihtilaf için bkz. A‘râf 7/142-153. Ayrıca Hz. Âdem (a.s.) ile Hz. Mûsâ (a.s.) arasındaki ihtilaf için bkz. Buhârî, "Enbiyâ", 31; Müslim, "Kader", 2; Ebu Dâvûd, "Sünnet", 16; Tirmizî, "Kader", 2; İbn Mâce, "Mukaddime", 10. 162 Tahrîm 66/6. 163 “Yüce meclisin ahalisi aralarında tartışırken benim bilgim yoktu.” Sâd 38/69. Hadislerde yüz adam öldürdükten sonra tevbe etmek için başka bir beldeye hicret eden kişinin yolda ölmesi üzerine azap melekleri ve rahmet melekleri bu kişinin durumu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Buhârî, "Enbiyâ", 54; Müslim, "Tevbe", 46; Nesâî, "Cenâiz", 9; İbn Mâce, "Diyât", 2. 164 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb, s.189. 165 “Fırkalaşan ve ihtilafa düşen kişiler gibi olmayın!” Âli İmrân 3/105. “Dinlerini parçalara ayıran ve gruplaşan kişilerle senin hiçbir ilgin yoktur.” En‘âm 6/159. “Dini ikame edin ve onda fırkalaşmayın!” Şûrâ 42/13. “Birbirinizle çekişmeyin yoksa gücünüz kaybolur.” Enfâl 8/46. “Eğer (Kur'ân) Allah dışında birinin katından olsaydı onda birçok ihtilaf bulurlardı.” Nisâ 4/82. 166 “Sizden öncekiler ancak kitap üzerinde gösterdikleri ihtilaf sebebiyle helak oldular.” Müslim, "İlm", 2. “Muhakkak ben ihtilaftan hoşlanmıyorum.” Buhârî, "Fedâilu's-sahâbe", 9. “…Yahudi ve Hıristiyanların ihtilafı 42 ihtilâfın neden olacağı muhtemel düşmanlık, fırkalaşma, gıybet gibi kötü huyları, meydana gelmeden önce engellemek amacıyla yapılmıştır.168 B. İhtilafın Sebepleri İnsanların herhangi bir konuda birbirlerine aykırı görüşleri benimsemeleri ve ihtilaf etmeleri gayet tabiî bir olgudur. Âlimlerin ihtilafı dînin kendi içinde çelişki taşımasından değil, haricî unsurlar sebebiyledir. Bu unsurlar özetle; nassın müctehide ulaşmaması, müctehidin nassın zayıf ya da diğer naslar karşısında mercûh olduğunu düşünmesi, ictihad yöntemlerinin farklı olması ve bazı nasların farklı şekilde yorumlanmaya müsait karakterde olması gibi bazen müctehidin yetenekleriyle bazen de dil faktörüyle ilgili etkenlerdir. Bu noktada bizim açımızdan dikkat edilmesi gereken husus, akıllardaki tahtıenin kalbe intikal etmemesi, tenkidin mevzudan zâta sirayet etmemesinin gerekliliğidir. Yani muhalif görüş sahibi olan müctehidlerin hukukî yorumlarında yanıldıklarını düşünsek bile bu düşünce onlara karşı husumet gibi olumsuz tutumlara götürmemeli ve onlara karşı hissettiğimiz saygıyı zedelememelidir. Unutulmamalıdır ki âlimlere saygı dine saygının bir parçasıdır.169 İslam âlimlerinin fıkhî konularda birbirlerine aykırı görüş bildirmeleri ise pek çok sebebe dayanmaktadır. Bu sebepleri on altıya kadar çıkaranlar olmuştur.170 İbnu's-Seyyid el-Batalyevsî (v.521/1127), ihtilâfın sebebleri hakkında yazdığı müstakil bir eserinde bu sebepleri sekiz maddede incelemektedir: 1. Bazı lafızların müşterek (birden fazla anlama gelmesi) ve farklı yorumlara müsait olması, 2. Lafızların hakikat ya da mecaz olması, 3. Lafızların basit ya da bileşik olmasından kaynaklanan fikir ayrılıkları, 4. İfadelerin âmm-hâss olması, 5. Rivayet açısından kaynaklanan ihtilâflar, 6. İctihad ve kıyas yöntemlerinden kaynaklanan ihtilâflar, 7. Neshe bakış açısından kaynaklanan ihtilâflar, gibi kitapta ihtilafa düşerler.” Buhârî, "Fedâilu's-sahâbe", 3. Ayrıca bkz. Buhârî, "Enbiyâ", 54; Müslim, "Salât", 122; "Hac", 411; Tirmizî, "İlm", 17; Ebu Dâvûd, "Buyû‘", 22; İbn Mâce, "Mukaddime", 1. 167 İhtilafı yeren sahâbî kavilleri için bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/260-261. 168 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb, s.186-187. 169 "Büyüğüne saygı göstermeyen, küçüğüne merhamet etmeyen ve âlimlerimizin kıymetini bilmeyen ümmetimden değildir." Ahmed b. Hanbel, Müsned, V/323, H.no: 22807; Hâkim, Müstedrek, I/211, H.no: 421. 170 İbn Cüzey, Takrîbu'l-vusûl ilâ ilmi'l-usûl, s.201-203. 43 8. İbâha tartışmasının kaynaklık ettiği ihtilâflar.171 İbn Rüşd (v.895/1198) ise benzer bir tasnif ile ihtilâfın sebeplerini şu altı madde altında toplamaktadır; 1. Lafızların âmm-hâss arasında gidip gelmesi (tereddüd), 2. Aynı kelimenin farklı anlamlara gelmesi, 3. İ‘râb farklılıkları, 4. Lafızların hakikat ve mecaza hamledilme özelliği, 5. Aynı lafzın mutlak ve mukayyed olarak kullanılabilmesi, 6. Şer‘î hükümlere kaynaklık eden lafız sınıflarının birbiri arasında teâruzu.172 Münâvî (v.1031/1622) de bu sebepleri dört başlık altında örneklendirmektedir: 1. Kelimelerin sözlük anlamındaki ihtilaflar. (Örneğin Bakara 2/228. âyetteki kur' kelimesini Hanefîler "hayz (aybaşı hali)", Şafiîler ise "tuhr (temizlik dönemi)" şeklinde anlamışlardır.) 2. Nâsih-mensûh âyetler arasında hangisinin nâsih hangisinin mensûh olduğu konusundaki ihtilâf. (Örneğin Ahzâb 33/50. ve 52. âyetlerden hangisinin nâsih/mensûh olduğunda ihtilaf vardır.) 3. Râvîlerin cerh-tadîli konusundaki farklı değerlendirmeler. (Örneğin İbrâhîm b. Yahyâ hakkındaki değerlendirmeler.) 4. Delillerin teâruzu halinde göz önünde tutulan tercîh önceliklerine ait farklı yaklaşımlar. (Örneğin Mâlikîler "meclis muhayyerliği" hadîsini Medîne halkının uygulamasına aykırı gördükleri için amel etmemektedir.)173 Muasır fıkıh âlimlerinden Abdullâh b. Abdulmuhsin et-Türkî fukahâ arasındaki ihtilâf sebeplerini ana olarak üçe indirgemektedir. 1. Sünnetin sübûtundaki ihtilaf. Bu madde, müctehidin hadîsi unutması174, hadîsin müctehide ulaşmaması175 ve râvînin hıfzına güvenmeme olarak üç farklı sebepte işlenebilir. 171 İbnu's-Seyyid el-Batalyevsî, el-İnsâf fi't-tenbîh ale'l-me‘ânî ve'l-esbâb elletî evcebeti'l-ihtilâfe beyne'lmüslimîne fî ârâihim, s.33-201. 172 İbn Rüşd el-Hafîd, Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, I/6. 173 Münâvî, Ferâidü'l-fevâid, s.100-101. İhtilafın sebepleriyle ilgili daha geniş bilgi için bkz. Ayan, Günümüzde İslam Hukukçularının İhtilaflarından Faydalanma, s.43-112. 44 2. Müctehidlerin nasların tatbikinde ortaya çıkan anlayış farkları.176 3. Hakkında nas olmayan konularda görüş ayrılığı.177 et-Türkî gibi Muhammed el-Avvâme de fıkıh bilginlerinin furû‘ meselelerinde görüş ayrılığına düşmelerinde ana olarak üç sebebin bulunduğunu ifade etmektedir: 1. Müctehidlerin aklî yeteneklerinin farklılığı, 2. Teklîfî nasların tabiatı, 3. Bu nasların dili olan Arapça'nın kendisine has karakteri.178 C. İhtilafın Çeşitleri İmam Şâfiî (v.204/819) ihtilâfı meşruiyeti açısından değerlendirerek, "haram ihtilâf" ve "caiz ihtilâf" olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Kitap ve sünnette hükmü açıkça bildirilmiş (mensûs) bir hükmün ya da İslam âlimlerinin üzerinde icmâsının bulunduğu konularda ihtilâf etmek haramdır. Bu üç delilin bulunmadığı veya nassın başka bir manaya muhtemel olduğu konularda müctehidlerin birbirine aykırı şeyler söylemesi doğaldır; aynı zamanda meşrûdur.179 Hattâbî (v.388/998) ise ihtilâfı konusu bakımından ele almak suretiyle üç kısımda değerlendirir: 1. Yaratıcının varlığı ve birliği konusunda ihtilâf küfürdür. 2. Yaratıcının sıfatları ve iradesi konusunda ihtilâf bid‘attir. 3. Fer‘î/fıkhî hükümlerde ihtilâfa düşmeyi ise Allah (c.c.), âlimler için bir onur vesilesi yapmıştır, "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir."180 hadisinden maksat da budur.181 174 Müctehidin hadisi unutabileceğine sahâbe arasında geçen şu olay örnek verilmektedir: Bir adam Hz. Ömer'e gelerek "Ben cünüp olsam ve su bulamasam ne yapayım?" diye sorunca Ömer "Namaz kılma!" şeklinde cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunan Ammâr b. Yâsir Hz. Ömer'e "Yâ Emîre'l-müminîn! Hatırlamıyor musun bir seferinde cenabet olmuştuk da gusül alacak su bulamamıştık, sen namaz kılmamıştın, ben de toprağa bulanarak namaz kılmıştım, sonra bu olayı Rasûlullâh'a aktarınca bana teyemmüm etmemin yeterli olacağını söylemişti" şeklindeki olayı hatırlatır. Müslim, "Hayz", 28; Nesâî, "Tahâret", 200; İbn Mâce "Tahâret", 91. 175 Hadisin müctehide ulaşmamasına, evde kimse bulunmadığı zaman üç defa kapının çalınarak açılmadığı taktirde geri dönülmesi gerektiğine işaret eden hadisin Hz. Ömer'e ulaşmaması ve Ebu Mûsâ el-Eş‘arî'den bu uygulama hakkında şahit istemesi örnek gösterilebilir. bkz. Buhârî, "İ‘tisâm", 22; Müslim, "Âdâb", 7. 176 Mâide 5/6 âyetindeki "mesh" kelimesinin farklı şekillerde anlaşılması gibi. 177 Abdullâh b. Abdulmuhsin et-Türkî, Esbâbu ihtilâfi'l-fukahâ, s.13-22. 178 Avvâme, Edebü'l-ihtilâf, s.18. 179 Şâfiî, er-Risâle, s.560; a.mlf., el-Ümm, VII/318. 180 Hadîs hakkında yapılan değerlendirmeler tezin üçüncü bölümünde gelecektir. 181 Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, I/65. 45 Sübkî (v.771/1369) de ihtilâfı üçe ayırır; 1. Usûlü'd-dînde ihtilâf; bu ihtilaf dalâlete ve fitneye götürür. 2. Kamu yararını ilgilendiren dinî-dünyevî işlerde ihtilâf; bu ihtilâf da İslâm'da yerilmiştir. 3. Furu‘âttaki ihtilâf; bu alanda asıl ve matlûb olan ittifaktır. Fakat bu alanda ihtilafın rahmet olması ruhsatlarla ilgilidir. Kişi ihtiyaç durumunda –mezheplerdeki ruhsatları araştırmaksızın- görüşlerden istifade edebilir.182 Bâkıllânî (v.403/1013) ihtilafı başka bir bakış açısıyla "birbirine zıt olan" ve "birbirine zıt olmayan" şeklinde ikiye ayırmaktadır. Kefâretlerde olduğu gibi; örneğin yemin bozma kefareti olarak öngörülen köle azat etmek (ıtk), fakirlere yemek yedirmek (it‘âm), oruç tutmak (sıyâm) muhteliftir ama birbirine zıt değildir.183 İbn Teymiyye (v.728/1327), yukarıda Bâkıllânî'nin "zıt ve zıt olmayan" şeklinde yaptığı tasnife benzer bir şekilde ihtilâfı "ihtilâf-ı tenevvü‘ (çeşitlilik ihtilafı)" ve "ihtilâf-ı tezâd (zıtlık ihtilafı)" olarak ikiye ayırmaktadır.184 Bu ayrıma göre bir kısım ihtilâflar vardır ki birbirinin tersi/aksi olmayıp çeşitlilik kabilindendir. Bu türden ihtilâfa konu olan ve sahîh rivayetlerde geçen bütün söz/fiiller meşrûdur ve haktır. Diğer bir kısım ihtilaf ise tezâd/mütenâkız denilebilecek türden ihtilâflardır.185 Doğrusu bazı fıkhî ve ictihâdî farklılıklar için "birbirine mübâyindir fakat uyumsuz değildir" diyebiliriz. Bu durum mantık biliminde kavram çeşitlerine ait "karşıt" ve "çelişik" terimlerine benzetilebilir. Karşıt olan iki şey birbiriyle çelişik olmayabilir.186 Beyaz siyaha karşıttır lakin çelişik değildir. İki renk arasında grinin birçok tonu bulunmaktadır. Çelişik olan "beyaz" ile "beyaz olmayan" dır. Veliyyullâh ed-Dehlevî'ye (v.1176/1762) göre fakihler –özellikle sahâbîlerarasındaki görüş ayrılığının pek çoğu Rasûlullâh'ın aynı konudaki farklı uygulamalarına dayanmaktadır. Selef-i sâlihîn bu görüşlerden her birinin meşrû olduğu noktasında fikir birliği etmektedir.187 Buradan da anlaşılmaktadır ki; mezheblerin ihtilaflarından bazıları esasen görüşte değil uygulamadadır. 182 Sübkî, el-İbhâc, III/19. Bâkıllânî, et-Takrîb ve'l-irşâd, II/150-151. 184 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, VI/63, XIII/323, 381; a.mlf., Der'u teâruzı'l-‘akli ve'n-nakl, IV/98; a.mlf., İktizâu's-sırâtı'l-müstekîm, I/37, 38, 39. 185 Me'mûn Hammûş, Aslu'd-dîn ve'l-îmân, II/937. 186 Emiroğlu, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, s.62-63. 187 Dehlevî, Hüccetullâhi'l-bâliğa, I/454, 455, 456. 183 46 İhtilâfın rahmet olduğu şeklindeki yaygın kanaati de zikri geçen "çeşitlilik ihtilâfı"yla bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Bununla ilgili olarak Ömer b. Abdilazîz'in (v.101/720) "Ashâb-ı kirâm ihtilâf etmemiş olsaydı bu durum beni sevindirmezdi. Çünkü onlar bir görüş üzerinde ittifak etselerdi ona muhalefet eden kişi doğrudan sapmış olurdu. İhtilâf ettikleri zaman kimileri bu görüşü, kimileri de ötekini alarak dindeki genişlikten istifade etmektedir."188 dediği nakledilmiştir. III. DOĞRU BİLGİNİN VASITALARI ve MÜKÂŞEFE/İLHAM NAZARİYESİ A. Doğru Bilginin Vasıtaları "Doğru" hakkında İslam âlimlerinin "vakıaya mutabık olan hüküm" şeklinde getirdiği tarif, en eski ve bilinen, aynı zamanda en fazla kabul gören "uygunluk (tekâbüliyet) doğruluk kuramları"na paralel bir tanımlamadır. Diğer doğruluk kuramlarına kaynaklık eden bu kuramlar, "uygunluk" adının çağrıştırdığı biçimde doğruluğun olgularla ve gerçeklikle örtüştüğü yollu genel kanıya dayanmaktadır. Buna göre bir önermenin doğruluğu, onun dış dünyada gerçekleşmiş belirli bir duruma uygun düşmesine bağlıdır.189 Batılı filozofların doğruluk tanımları genellikle obje-suje/dış dünya-zihin ilişkisini temel almasına karşın dînî konularda doğru, en derin gerçek olan Allah (Hak) ile insan arası ilişkiyi temel almaktadır. Bu anlamda "doğru", düşünce ile maddî âlem/eşya arasındaki ilişkiye özgü kılınamaz. "Doğru" kelimesi dinde somut, açık, ikna edici bilgiyi kapsamakla birlikte, ölçülemeyen fakat güçlü ve etkin gerçekliği, içsel değer ve samimi kişisel huyları da ifade etmektedir.190 "Bilginin kaynağı" ile "vasıtalarını (sebepleri/medâriki)" birbirinden ayırt etmek ve epistemolojide zikredilen "bilginin kaynağı" konusunu bilginin "vasıtaları (sebepleri/medâriki)" olarak anlamak gerekir. Mütekellimlere göre, insandaki ilim bir araz olup Allah'ın yaratması ile meydana gelmektedir. Dolayısıyla bilginin kaynağı Allah'tır. Vasıtalarına gelince kelâmcı ve usulcülerin ittifakıyla şu üç şeyden oluşur: a. Beş duyu ile hasıl olan idrâkler (hissiyât-ı zâhire), b. Aklın apaçık/temel bilgileri (bedâihu'l-‘ukûl, evâilu'l-‘ukûl), 188 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/125; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXX/80. A.Baki Güçlü v.dğr., Felsefe Sözlüğü, s.423; Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, s.262. Bu teori ismini Aristo'nun doğruya "Truth is correspondence with reality (doğru gerçeğe mutabakattır)" şeklinde getirdiği tanımdan alır. Bu ve diğer doğruluk teorileri için bkz. Michael P. Lynch, The Nature of Truth, s.4 vd. 190 Frederick J. Streng, "Truth", The Encyclopedia of Religion, XV/63. 189 47 c. Mütevâtir haber.191 Bedâihu'l-‘ukûl ile kastedilen ise; 1. Mantığın temel ilkeleri, özellikle "çelişmezlik" ilkesi, 2. Vicdaniyyâttır (kişinin kendi varlığını, kendisindeki sevinç, hüzün, elem vb. duyguları hissetmesi). İlmin türleri genel yaklaşıma göre kadîm (Allah'ın ilmi) ve hâdis (mahlûkâtın ilmi) olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Hâdis olan ilim de zarûrî ve mukteseb (nazarî, kesbî, istidlâlî) olmak üzere ikiye ayrılır.192 Zarûrî ilim yukarıda zikri geçen vasıtalarla (bedîhî, his, haber) elde edilen bilgilerden oluşmaktadır. Zarûretten kasıt, normal şartlarda ve herhangi bir engelin yokluğunda sağlıklı yetişkin herkesin bu bilgilere kaçınılmaz olarak sahip olacaklarıdır. Mukteseb ilim ise istidlâl ve nazar (akıl yürütme, tefekkür) yoluyla elde edilen bilgi için kullanılır. Fıkıh bilimi de mukteseb (istidlâlî, nazarî) kısımdandır. "Fıkıh" için "fehmu'l-ahkâmi'ş-şer‘iyye bi tarîki'n-nazar" ve "‘ilmun bi'l-ahkâmi'ş-şer‘iyye bi tarîki'n-nazar ve'l-istinbât"193 ve "Usûl-i fıkıh" için de "‘ilmun bi'l-kavâ‘idilletî yütevassalü bihâ ilâ istinbâti'l-ahkâmi'ş-şer‘iyye mine'l-edilleti't-tafsîliyye"194 gibi tanımlar getirilmesi de bundan dolayıdır. Buradaki fehm, nazar, istinbat gibi ifadelerden kastedilen şey, hüküm istinbâtında sadece aklın kullanılması, akılla konulduğu veya bulunduğu değil, şer‘î hükümlerin tespitinde kullanılan kuralların bir takım zihnî öncüllere dayandığıdır.195 Günümüzde bazı kültür kuruluşları ve UNESCO bilgiyi "duyu ve deneye dayanan her türlü malumattır" şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanıma göre ilâhî, uhrevî ve peygamberlere ilişkin hiçbir malumat bilgiden sayılmamakta, hurafe ve efsane gibi hayalî şeylere irca edilerek bir "bilgi" türü olarak kabul edilmemektedir. Alternatif bir tanım olarak bilgiyi "vahye, duyulara ve deneye dayanan her türlü malumattır" şeklinde tanımlayabiliriz.196 Çalışmamızın konusunu teşkil eden "ictihadî çözümlemelerde doğrunun tek veya çokluğu tartışması"nın önümüzdeki bölümlerinde usulcü ve fukahâya ait ifadelerde çokça 191 Ebu'l-Mansûr el-Mâturîdî, Kitâbu't-tevhîd, s.12-16; Bâkıllânî, et-Temhîd, s.36; Nûreddîn es-Sâbûnî, elBidâye fî usûli'd-dîn, s.17; İbn Hazm, el-İhkâm, I/65; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, 170-171; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.4748; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, I/22; Kelvazânî, et-Temhîd, I/41-43; Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.19; İsmail Hakkı İzmirli , Yeni İlm-i Kelâm, I/56-58. 192 Bâkıllânî, el-İnsâf fîmâ yecibu i‘tikâduhû, s.13-14, 22-25; Bâcî, el-Hudûd fi'l-usûl, s.96-97; Cüveynî, eşŞâmil fî usûli'd-dîn, s.82-86; Semarkandî, el-Mîzân, 103-107. 193 İbn Akîl, el-Vâdıh, I/7, 17-18. 194 Sübkî, el-İbhâc, I/26; İbnu'l-Lahhâm, el-Muhtasar fî usûli'l-fıkh, s.30; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.5; İbn Bedrân, el-Medhal, s.144; Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlu'l-fıkh, s.10. 195 Başoğlu, Hicrî Beşinci Asır Fıkıh Usûlü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.43-44. 196 Tâhâ Câbir el-Alvânî, Çağdaş Düşünce Krizi, s.23. 48 rastlayacağımız "doğru (hak, savâb)" terimiyle kastettikleri müctehidin kişisel düşüncesi (ictihad) ile Allah'ın o ictihadî konu hakkındaki hükmü arasındaki mutabakatıdır. Âlimlerimiz Allah katındaki bu hükmü nefsü'l-emirdeki (gerçek, vakıa) doğru olarak nitelemektedir. Tabiatı yaratan ile dîni/vahyi gönderenin aynı Zât olduğuna inanmalarının doğal bir sonucu olarak Allah'ın bir konuya dair hükmüne mutabık olan müctehidin hükmü için doğru (hak, savâb) tabirini kullanmayı yadırgamamışlardır. Dış dünya (the fact) ile insan zihni (mind) arasındaki bağlantıyı, Allah'ın hükmü ile insan zihninin bir faaliyeti olan ictihad arasındaki bağlantıya, doğru kelimesinin kullanım sahası açısından, eşdeğer görmüşlerdir. Aklî konularda doğru Doğru (truth) Zihin (mind) Dış dünya (the fact) Şer‘î konularda doğru Savâb/İsâbet İctihad Allah nezdindeki hüküm Epistemolojinin (Bilgi Felsefesi) en temel konularından birisini oluşturan "Bilginin kaynağı ya da kökeni nedir?" sorusu bağlamında verilen yanıtlara bağlı olarak felsefe tarihinde temelde iki ana felsefî anlayış öne sürülmüştür. Bunlardan ilki insan bilgisinin tek kaynağının duyular yoluyla gerçekleştirilen "deneyimler" olduğunu ileri süren deneycilik anlayışıdır. Yine aynı felsefî soruya karşı verilen öteki yanıt doğrultusunda temellendirilen yaklaşım akılcılık diye anılmaktadır. En genel anlamıyla akılcılık (usçuluk), bilginin kaynağının deneyden bağımsız, soyut ve genel kavramlar üzerine dayalı üst düzey bir duyum alanı olduğunu öne sürmektedir.197 Çağdaş yorum bilimlerinde yorum malzemesini teşkil edecek nesnenin epistemolojik değeri ile vahiy mahsulü olan nasların epistemolojik değeri farklılık arz etmektedir. Batı düşüncesinde bilginin öznellik sebebi, yorum malzemesinin ötesinde yorumcunun kendi önyargılarıdır. Bu nedenle yöntem tartışmalarında daima önyargıların 197 A.Baki Güçlü v.dğr., Felsefe Sözlüğü, s.219. 49 aşılması bir sorun olarak gündeme gelmiştir. Hâlbuki ictihad faaliyetinde öznellik, ağırlıklı olarak psiko-sosyal olmaktan ziyade nasların doğasından kaynaklanmaktadır.198 Fakihlerin şer‘î konularda "Allah helal kıldı", "Bu Allah'ın hükmüdür", "Bu helaldir, bu haramdır." gibi cümleler yerine "Bunu kerih görüyoruz.", "Bunu güzel görüyoruz." gibi ifadeleri tercih etmeleri199, gerek Musavvibe'den gerekse Muhattıe'den olan bu fakihlerin söz konusu hükümlerin öznel nitelik taşıdıkları gerçeğinin farkında olduklarını göstermektedir. Her iki ekole göre de ictihadî bilgi zannî olduğuna göre, eğer hakikat/doğru Allah katında "tek" kabul edilirse (tahtıe düşüncesi) bu durumda hükmün nesnel; her hadise için belirli bir hüküm olmayıp müctehidin ulaştığı hükmün kendisi hakikat/doğru kabul edilirse bu sefer hükmün öznel nitelikte kalacağı200 tezi doğru değildir. Hiçbir hukukî yorum, matematiğin aksiyomları gibi kişiden kişiye farklı algılanmaya yol vermeyecek derecede nesnel bir bilgi türü olmadığı gibi felsefeye özgü terimlerin de fıkıh usulü kavramlarıyla birebir örtüşmeyeceği bir gerçektir. Fıkıh usulü kitaplarındaki Muhattıe fikrinin mantık bilimindeki "Üçüncü hâlin imkânsızlığı"201 ilkesi gibi aklın temel ilkelerinin etkisiyle ortaya çıktığı iddiası da hilaf-ı hakikattir. Bu iddianın yanlışlığı şu delillerle ortaya konabilir: a. Mantığın İslam dünyasına girişi hicrî III-IV. asırlara tekabül etmektedir.202 Daha önce de temas edildiği gibi tahtıe-tasvîb tartışması ise hicrî ikinci asra kadar uzanmaktadır. b. Muhattıe fikri kesin bir şekilde "benim görüşüm doğru, muhalif müctehidinki yanlış" iddiasında bulunmamaktadır. Yani ictihad, hem Musavvibe hem Muhattıe taraftarlarınca zannî bilgiye ulaştıran düşensel yöntemdir. Mantık ise, zanniyyat ile değil doğruluğu kesin olan yargılarla ilgilenir. Bu açıdan ictihad ile mantık bilimi arasında zihinsel bir bağlantı kurulamaz. c. Mantık aklî hükümlerle ilgilenir. Fıkhın meşguliyet sahası ise şer‘î hükümlerle sınırlıdır.203 198 Bkz. Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", s.31-32. Bkz. İbn Kayyım el-Cevziyye, İ‘lâmu'l-muvakkı‘în, I/39. 200 Koşum, a.e., s.31. 201 Bu ilkeye göre bir şey ya vardır ya yoktur; bunun ortası olamaz. Diğer bir ifadeyle iki çelişik ifadeden biri doğru ise diğeri zorunlu olarak yanlıştır, ikisi arasında üçüncü hal yoktur. Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.18. 202 Emiroğlu, Klasik Mantığa Giriş, s.43; a.mlf., "Mantık", DİA, XXVIII/20. Mantık biliminin fıkıh usûlüne Cüveynî (v.478/1085) ve Gazzalî (v.505/1111) ile girdiği söylenmiştir. İbn Teymiyye, Mecmûu'l-fetâvâ, II/8687; Mesud b. Mûsâ el-Fellûsî, Medresetü'l-mütekellimîn ve menhecuhâ fî dirâseti usûli'l-fıkh, s.329-330. 203 Bu ayrım Fıkıh ve Fıkıh Usûlü tanımlarından rahatlıkla anlaşılabilir. Bu tanıma göre Fıkıh, şer‘î (hukûkî) yargılarla sınırlandırılmakta, aklî ve hissî hükümler Fıkhın alanının dışına çıkarılmış olmaktadır. Şa‘bân, Usûlu'l-fıkh, s.11-12. 199 50 d. Aklın temel ilkeleri Aristo ile ortaya çıkmamıştır. İnsanoğlu, var oldu olalı bu ilkelerle düşünmektedir. Bu ilkelerden etkilenme söz konusu olsa bile bu etkilenme, Aristo'nun disipline ettiği mantık ilkelerinden değil, aklın tabiî fonksiyonlarından kaynaklanır. B. Mukâşefe/İlham Nazariyesi İlham, Allah'ın, kulunun kalbinde yarattığı bilgidir. Sûfiyye bu bilgi türünü yakînî görürken, fukahâ bu tür bilgi kaynaklarını delil olarak kabul etmemektedir.204 "Bilgi" için Ehl-i Sünnet “eşyayı veya malumu olduğu hal üzere bilmektir"205 derken zamanla bazı âlimlerin tariflerinde ilim itikad ile örtüşmeye başladı. Nitekim yakîn kelimesi Gazzâlî'de ilmin değil itikadın bir sıfatı olmuştur. Zira Gazzâlî yakîni tasdîkin en üst derecesi olarak kabul eder.206 Özellikle Mu‘tezile'nin ilmi itikad ile tarif etmelerini eleştirilmiş ve âlimin mu‘tekıd (inanan) olarak isimlendirilemeyeceğini, ilim ve itikadın farklı kavramlar olduğu söylenmiştir.207 Marifet (gnosis) nazariyesinden hareket eden bazı sûfîler de yanılmaktan kesin olarak uzak ve mahiyeti itibariyle de zihnî bilgiden tam anlamıyla farklı olan ve ıslaha gerek duymayan bir bilme tarzına sahip olduklarını öne sürmektedir. Ulemanın bu iddiaya karşı çıkmasının sebebi bu görüşün yüzyıllardır büyük bir çabayla geliştirilen bazı nazariyeleri tehlikeye sokması, aynı zamanda ve daha önemli olarak marifetin yanılmaz olduğunu kabul ettiğinden, herhangi bir gözden geçirmeyi ve kontrolü lüzumsuz görmesidir.208 Kelâmcıların çoğu herkesin kabul edebileceği bir delil bulunmadan ilham ve sezginin doğru ve başkaları için de delil olacak bir bilgi verebileceğini kabul etmezler.209 Nitekim Ebu'l-Mu‘în en-Nesefî (v.508/1114) dinde bilginin kaynağının ilham değil delil olduğunu ifade etmektedir.210 204 Tavânâ, el-İctihâd, s.481 vd. İlhamın, hüccet olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. İbnu'l-Hümâm ve Sübkî'nin de içinde bulunduğu cumhur ulemânın görüşü böyle bir bilgi türünün ahkâmın kaynaklarından sayılamayacağıdır. Sûfiyye, Ca‘feriyye ve Râfizîler ise aksini düşünmekte ve ilhamın mutlak bir bilgi kaynağı olduğunu benimsemektedir. İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/371. 205 Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s.160-161 ( =58' maddesi ). "Vakıa mutâbık olan tasdik ilimdir." İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I/218-219. 206 Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-dîn, I/52, 54. 207 Ebu'l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıratü'l-edille, I/6-42. 208 Fazlurrahman, İslam, s.197. 209 Pezdevî, el-Usûl, I/29-34; Hanifi Özcan, Mâturîdî'de Bilgi Problemi, s.164, 165. 210 Ebu'l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıratü'l-edille, s.34-35. 51 Gazzâlî'ye göre marifet (gnosis), okuma ile elde edilen bir hâsıla değildir. Yani metin okunarak değil tecrübe edilerek anlaşılır.211 Yine ona göre dînî ilimlerin elde edilmesi için Allah'ın sıfat ve fiillerini bilmeyi engelleyen kir ve paslardan arınarak kalbi parlatmak gerekir. Kalbin parlayıp hakka yönelmesi oranında mükaşefe ilminin ışıkları parlamaya başlar. Bu tür bir ilim kitaplarda bulunmadığı gibi sadece ehil kimselerle konuşulduğu zaman ortaya çıkar. Mükaşefe ilmi kötü huylardan arınıp temizlenenlerin kalbine doğan bir ışık olup ancak Allaha yakın olan ve sıddık mertebesine ulaşan kimselerde bulunur. Kalbinde böyle bir ışığın parıltısını hisseden kimse normal insanların göremediği ve hissedemediği birçok gaybî varlığı görür ve onların seslerini işitir.212 Buna göre Gazzâlî (v.505/1111) gibi bazı bilginlerin "tasvîbu'l-müctehidîn" meselesinde her müctehidin hakka isabet ettiği görüşünü benimsemesinin, bilginin kaynağıyla ilgili teorilerden birisi olup sezgiyi bilginin en önemli kaynaklarından biri kabul eden ve yukarıda genel hatlarıyla özetlenen mükâşefe nazariyesinden bağımsız olmadığı fikrini vermektedir. Zira "tasvîbu'l-müctehidîn" nazariyesinde bilginin tamamen müctehidin zannına tâbi olması gibi ilham ve sezgi de herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün olmayan subjektif bir bilgi kaynağıdır. İki fikrî disiplin de doğru bilginin kaynağını insan zihninin haricinde oluşan sabit verilerle değil, bizzat insanın değişken fikir dünyasında aramaktadır. Bu durum bilgiyi izafîleştirmekte ve insan merkezli, inanç öğelerine bağlı hale getirmektedir. Nesefî'nin, her müctehidin musîb olduğunu iddia edenlere karşı aksi delillere “İlhamın ibtali” başlığı altında yer vermesi Musavvibe görüşünün ilham-mukâşefe yöntemiyle bazı açılardan ilintili olduğunun bir kanıtıdır.213 Pezdevî (v.482/1089) ise, Mutezile'yi tasvîbu'l-müctehidîn fikrine sevk eden temel faktörlerden birisini onların velîyi peygamber gibi görmeleri olduğunu belirtir.214 Abdulazîz el-Buhârî'ye (v.730/1329) göre de Mu‘tezile'yi her müctehidin musîb olduğu düşüncesine iten bir sebep, onların müctehidleri Allah'tan ilham alma noktasında peygamberler gibi değerlendirmeleridir. Mu‘tezile, peygamberlerin diğer insanlardan farklı bir ikrama nail olmayacaklarından hareketle "Peygamberler ictihadlarında musîb iseler velîler ve müctehidler de musîb olmalıdır." görüşündedir.215 211 Gerald D. Burns, Gazâlî'nin Tasavvufi Hermenotiği, s.423. Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-dîn, I/25-32; a.mlf., el-Mustasfâ, I/3-4. 213 Ebu'l-Mu‘în en-Nesefi, a.e., s.35. Benzer yorumlar için bkz. Şa‘rânî, el-Mîzân, s.38-44. 214 Pezdevî, el-Usûl, IV/53. 215 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/53. 212 52 Bu noktada dikkate değer bir diğer husus ise Musavvibe fikrini benimsediği anlaşılan bazı yazarların görüşlerini ispat etmek için mükâşefeye dayalı veriler kullanmalarıdır. Müctehid imamların ulaştıkları ictihadî sonuç ve hukukî yorumlardan hepsinin musîb olduğuna delil olarak mükâşefe ile yakından ilgisi bulunan rüya ve benzeri subjektif bilgi kaynakları getirilince Muhattıe-Musavvibe tartışmasında meselenin çözümü iyice zorlaşmaktadır. Örneğin Şeyh Dâvûd konuyla ilgili şunları söylemektedir: "İmamlardan biri Hz. Peygamber'i (s.a.s.) rüyasında gördü ve ona müctehidlerin ihtilafı konusunu sordu, Hz. Peygamber 'Hepsi ictihadında isabetlidir' cevabını verdi... Bundan şunu anlarım ki: Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'tan olan Müslüman imamların fıkhî hükümlerde ihtilafı büyük bir nimet, geniş bir rahmet ve apaçık bir fazilettir. Bu ihtilâfın, ancak ibadet ehli âlimlerin anlayabileceği, cahillerin ise göremeyeceği gayet gizli bir sırrı vardır."216 "Müctehid imamların görüşlerinden herhangi birinin şeriat dışına çıkmış olduğunu düşünmek asla doğru değildir. Nasıl şeriat dışına çıkmış olabilirler?! Onlar görüşlerinin kitap, sünnet ve sahabe ictihadlarına dayandığını bilirlerdi. Doğru keşfe sahiptiler. Ruhları Peygamber'in ruhuyla buluşurdu. Delillerinde çekimser kaldıkları bütün meseleleri, keşif ehlince malum şartlar çerçevesinde, uyanıkken karşılıklı konuşma sırasında "Yâ Rasûlallah! Bu senin buyruğun mudur, değil midir?" diye Hz. Peygamber'e sorarlardı... Keşif ehli icmâ ile müctehidlerin vahiy ilimlerinde Peygamberin varisi olduğu görüşündedir. Hz. Peygamber günahtan masum olduğu gibi vârisleri de hatadan korunmuştur."217 IV. EŞBEH TEORİSİ Bu teorinin, Musavvibe grubu içinden çıktığı ve usulcüler tarafından Musavvibe'nin bir dalı olarak kabul edildiği daha önce belirtilmişti. Ancak bazı usûl-i fıkıh eserlerinde Eşbeh kavli, Muhattıe'den sayılmaktadır. Örneğin "el-Müsevvede"de şu ifadelere yer verilmektedir: "Hanefîler 'Her müctehid sorumlu tutulduğu Allah'ın hükmüne ulaşma konusunda musîbtir; hak ise Allah katında tektir. O da eğer Allah, o konu hakkında nas koysaydı kendisi hakkında koyacağı eşbeh olan görüştür. Ve şüphe yok ki o da tektir' 216 217 Dâvûd b. Süleymân el-Bağdâdî, Eşeddü'l-cihâd fî ibtâli da‘va'l-ictihâd, s.250. Dâvûd b. Süleymân el-Bağdâdî, a.e., s.241. 53 demiştir."218 Âmidî (v.631/1233), Eşbeh kavlini "musîb birdir, diğerleri muhtîdir" diyenlerin görüşü olarak zikretmektedir.219 Necmuddîn et-Tûfî'ye (v.716/1316) göre eşbeh Muhattıe'den bir grup olup "Allah katında muayyen bir hüküm vardır, fakat bu hüküm belirsizdir. Biz bu muayyen hüküm konusunda belirleyici bir yargıda bulunamayız, sadece 'Buna en benzeyeni budur' diyebiliriz." şeklinde düşünenlerdir.220 Bazı usul kitaplarında "Ebu Hanîfe'nin bazı öğrencileri de Allah katında matlûb bir eşbeh vardır ki müctehid ona bazen isabet eder bazen de hata.."221 ifadesi yer almaktadır. İbn Âbidîn (v.1252/1836) eşbeh kelimesinin furû-ı fıkıh'ta ve fetvâda "rivâyeten mensûs, dirâyeten râcih" olan görüş için kullanıldığını söylemektedir.222 Karâfî (v.684/1285), eşbehi mekasıd-ı şerîaya en benzeyen hüküm olarak yorumlamaktadır. Eşbeh iddiasını "Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra nebî gelmemiştir, fakat filan adam o kadar dürüst ve erdemli bir insandır ki Allah, Hz. Muhammed'den sonra nebî gönderseydi onu gönderirdi." sözüne benzetmektedir.223 Usulcülerin daha konunun başında tarafların tespitinde eşbeh kavlini Musavvibe'nin alt dalı olarak takdim etmeleri ile yukarıda sunulan ve eşbehi Muhattıe'den sayan ifadelerin çeliştiği açıkça görülmektedir. Bu çelişkinin giderilmesi için usulcülerin bu kelimeye hangi anlamları yüklediklerine göz atmak gerekir. "Eşbeh (K<5ﺵ1 ")اkelimesi sözlükte benzemek anlamındaki şe-be-he (K<5 )ﺵfiilinden türeyen ism-i tafdîl siğasında bir kelime olup "bir şeye en benzeyen, bir şeyin en ideali ve bir şeyi en çok andıran" anlamlarına gelmektedir.224 Sözlükte bu anlama gelen eşbeh usulcüler arasında farklı şekillerde anlaşılmıştır. Ebu'l-Hüseyn el-Basrî (v.436/1044), eşbeh kelimesinin tartışma kapsamında iki anlamda kullanıldığını belirtmektedir: 1. "Allah'ın muradına benzer olan hüküm" cümlesinde olduğu gibi en benzeyen anlamında, 218 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.501. Âmidî, el-İhkâm, II/414. 220 Bkz. Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/607. 221 Hüseynî, Behcetü'l-vusûl, s.378. 222 İbn Âbidîn, Reddu'l-muhtâr, I/49. 223 Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.345; a.mlf., Nefâisu'l-usûl, IX/4061. 224 Bkz. Cevherî, es-Sıhâh, VI/2236; Zemahşerî, Esâsu'l-belâğa, s.320; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘arab, XIII/503219 506 (K< ﺵmaddesi). 54 2. "Bu illet, hükmün kendisiyle bağlanması konusunda en kuvvetli olanıdır" cümlesinde olduğu gibi "en kuvvetli, evlâ" anlamında kullanılmaktadır.225 Kendisi de "akva'l-emârât", "el-Menâtu'l-akvâ" terimlerini sık sık kullanarak226 eşbehin bu anlamda kullandığını vurgulamaktadır. Cüveynî (v.478/1085) ise eşbeh kavlini benimseyenlerin bu kelimeyle üç şeyi kastettiklerine vurgu yapmaktadır: 1. Şârî Teâlâ katında belli bir "eşbeh" hüküm bulunmakla ve O'nun tarafından müctehidin bu eşbehi araması istenmekle beraber, müctehidin mükellef olduğu şey kendi ictihadı sonucu ulaştığı hükümdür. 2. Bazılarına göre ise eşbeh kavli Allah katında, kıyasta illeti tespit etme yöntemlerinin "en benzeri ve en uygunu" anlamındadır. 3. Diğer bir kısmı ise bu kelimeyi, "'Allah, eğer bu konuda nas indirseydi bu hüküm hakkında indirirdi' denilebilecek kuvvette Allah katındaki muayyen hüküm" anlamında kullanır.227 Eşbeh yerine bazen " ? ّ 54 أahakk" kelimesi de kullanılmaktadır.228 Bazı usulcüler ise bu kelimeyi "daha fazla sevabı olan şey" anlamına yorumlamışlardır.229 Kıyas bahsinde kullanılan şebeh kelimesi, münasib bir vasfın tespit edilemediği bir konuda iki şey arasındaki görünüşte (sûreten) veya hükümler bakımından benzerliğe dayanarak hüküm vermektir.230 Eşbeh yaklaşımını illeti bilme yollarından (mesâliku'l‘ille), fere iki asıldan en çok benzeyenin hükmünü vermek anlamına gelen "şebeh" (benzerlik)231 yöntemine yorumlayanlar da olmuştur.232 Bu haliyle Eşbeh kavli Musavvibe'ye dâhil bir grup olarak değerlendirilemez ve Muhattıe görüşüyle de bir çelişki içinde olmadığı gözlemlenmektedir. 225 Basrî, el-Mu‘temed, II/374. Örneğin bkz. Basrî, a.e., II/374, 378, 379, 380, 383, 384, 393, 394. 227 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.65-66. Eşbeh'e verilen aynı anlamlar için ayrıca bkz. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260262; a.mlf., Şerhu'l-lüma‘, II/1050-1051; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502. 228 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/36. 229 Teftâzânî, et-Telvîh ale't-tavdîh, II/119. 230 Bkz. Başoğlu, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.229-230. Münasib vasfın tespitinin zor olması sebebiyle ibadet konularında "şebeh" daha fazla kullanım alanı bulur. Başoğlu, a.e., s.229. 231 Tilimsânî, Müftâhu'l-vusûl ilâ binai'l-furû‘ ale'l-usûl, s.121. Örneğin fukahânın bir kısmı köleyi, hür insana benzeterek mal sahibi olmasını mümkün görürken (Mâlikîler), diğerleri eşyaya benzeterek bunu mümkün görmemektedir. Tilimsânî, a.e., s.121-122. 232 Bkz. Gazzâlî, el-Menhûl, s.566; Zencânî, Tahrîcu'l-furû‘ ale'l-usûl, s.81; Sübkî, el-İbhâc, III/259. Cürcânî de "eşbeh" kelimesini bu anlama yorumlamaktadır. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/358. 226 55 "Eşbeh", Kerhî (v.340/951) ve Cüveynî'ye (v.478/1085) göre müctehid açısındandır. Yani müctehid Kitap, sünnet, icma, makâsıd-ı şerî‘a gibi istinbat kaynaklarını belli bir hükme ulaşmak için araştırdıktan sonra kendisince en doğru olan hüküm hakkında karara varır. Kerhî ve Cüveynî'nin “eşbeh” kelimesiyle kastettiği Musavvibe'nin alt dalı olan Eşbeh kavlinin olmadığı, konu bütünlüğü içinde açıkça anlaşılmaktadır. Örneğin Cüveynî şöyle der “Müctehidin karşısına bir konu çıkınca Kitap, sünnet ve icmâdan bu konunun hükmünü araştırır. Aradığı hükme ulaşmak zorlaşır ise şer‘î kurallardan (kavâidi külliye) birini uygulamaya, daha sonra istidlâl (dedüksiyon) yöntemiyle birleştirmeye çalışır, müteferrik olaylar arasında benzerlikler kurgular, karşılaştığı olayla, kurguladığı benzer olaylar arasında benzerlik yönünü tespite çalışır ve nihayet en benzer olanı (eşbeh) bulmak için ictihad eder ki aranan hüküm de bu en benzerden (eşbeh'ten) ibarettir.”233 Bu ifadelerle Musavvibe saliklerinin benimsediği eşbeh görüşünün kastedilmediği, bunun yerine bir kıyas türü olan kıyas-ı şebehin murat edildiği de hemen peşinden gelen şu cümlelerden anlaşılmaktadır: “Bütün bunlardan yola çıkarak ‘hiçbir olay Allah'ın hükmünden hâlî değildir, müctehid, Allah'ın emri hakkındaki zannının gereğiyle amel etmesi açısından musîbtir, fakat ictihadı Allah'ın hükmünü bulmaya götürmezse muhtîdir’diyebiliriz. Muhtâr olan görüş de budur.”234 Eşbeh kavlini Muhattıe'den bir grup olarak zikreden usulcüler, bu grubun ictihadın zannîlik yönünü eşbeh kelimesiyle ifade ettiklerine vurgu yapmaktadır. Sonuç olarak Eşbeh kavli denilen görüş ilk anlamda Musavvibe içinde bir grup olarak tanınmakla birlikte, farklı mana boyutları kazanarak Muhattıe'ye mensup âlimler tarafından da dile getirilmiştir. Bunu Şîrâzî'nin (v.476/1083) şu ifadelerinde rahatlıkla anlayabiliriz: "Eğer siz Kerhî'nin sözünü ettiği eşbehi kastediyorsanız –ki o 'Allah katında eşbeh olan matlûb bir hüküm olmalı' demektedir- o halde bir problem yok! Çünkü Allah katında matlûb ve eşbeh bir hükmün varlığı, bu hükmün hak, diğerlerinin batıl olduğuna delildir. Zira bizler Allah'ın hükmüne uygun davranışla kulluğumuzu göstermekteyiz. Yok, eğer siz Ebu Hâşim'in sözünü ettiği eşbehi kastediyorsanız –ki onun iddia ettiği Eşbeh kavline göre, kişi kendisine göre evlâ olan ile hüküm verir, bütün görüşler doğru ve haktır- bu doğru bir görüş değildir. Çünkü eğer hepsi hak ve doğru olursa âlimlerin yaptıkları münazaralar, bir hakkı bırakıp kendisi gibi hak olan bir başka görüşü almak anlamına 233 234 Cüveynî, el-Burhân, II/865. Cüveynî, a.y. 56 gelir ki, böyle bir fiilin zihni boşu boşuna yormak ve zaman kaybetmekten başka bir manasının olmadığını bütün akıl sahipleri bilir."235 Musavvibe'nin alt dalı olan eşbeh kavline götüren en önemli gerekçe, Salt Musavvibe'nin çıkmazlarından birisi olan "Taleb bilâ matlûb muhâldir. (Aranan şey olmadan arama eylemi imkansızdır.)"236 tenkitinden kurtulma isteğinde aranmalıdır. Daha açık bir ifadeyle her müctehidi musîb kabul eden, Allah katında muayyen bir hükmün bulunmadığını savunan Musavvibe'nin "Öyleyse müctehid neyi arayacaktır?" sorusu karşısında verdiği cevapları ikna edici bulmayanlar Eşbeh görüşüne dayanarak "Allah'ın muradına en benzeyen hükmü arayacaktır." cevabıyla bu probleme çözüm bulmaya çalışmışlardır. Nitekim aranan şey yoksa neyin aranacağı da bilinemez, "arama" denilen şeyin de varlığı kabullenilemez. Kâbe'nin yokluğu düşünülürse Kâbe'nin aranması akla aykırı düşer.237 Eşbehçileri bu düşünceye iten diğer bir faktör de, Salt Musavvibe olan birinci grup Musavvibe'nin, hükümlerin tamamını müctehidin zannından ibaret görmesi ve hükmün eşyanın zâtına taalluk eden bir yönünün olmaması şeklindeki düşüncelerine karşı taşıdıkları çekincedir. Musavvibe'nin ilk grubuna göre hüküm, müctehidin zannıyla ilgili bir vasıftır, ikinci grubu olan Eşbeh kavline göre ise hüküm eşyanın aslıyla/zatıyla ilgili bir vasıftır.238 V. SOFİSTLER ve DOĞRUNUN İZAFİLİĞİ "Sofistler" M.Ö. V. yüzyılda ortaya çıkan filozoflar zümresi olup, en önemli temsilcileri Protogoras (M.Ö. 480-411), Gorgias (M.Ö. 483-375), Hippias (M.Ö. 490) ve Prodikos'tur (M.Ö. V. yy.).239 Dış dünyada gerçek olarak algıladığımız eşyanın, aslında meşkûkât, evham olduğunu ve itikada bağlı izafî şeyler olduğunu iddia eden bu ekol üç grupta incelenmiştir: 1. Agnostikler (Lâedriye): Bir şeyin varlığı ya da yokluğu konusunda çekimserliği tercih eden ekoldür. 2. Nihilistler (İnâdiyye): Eşyanın varlığını inkar eden, varlıkların nefsü'l-emirde bulunmayıp -susuzun serap görmesi gibi- varlığına inanılan şeyler olduğunu savunan felsefî akımdır. 235 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1055-1056. Musavvibe görüşünü çürütmek için delîl olarak yöneltilen bu ifadeye deliller bölümünde değinilecektir. 237 Cessâs, el-Fusûl, IV/368. 238 Cessas, a.e., IV/370. 239 Hüsameddin Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.119-120. 236 57 3. Rölativistler (İndiyye): Bu ekole göre eşyanın hakikati inanca tâbidir; inanç ise eşyanın hakikatine tabi değildir. Bunlar eşyanın sübûtunu, itikada bağlı olarak kabul etmektedir. Diğer bir deyişle varlıkların gerçekliğinin sadece zihnimizde oluştuğunu savunmaktadırlar.240 Sofistler "Değişmez ve mutlak değerlerden bahsedilemez." derken aynı zamanda küllî olan prensip ve ilkeleri yürürlükten kaldırma çabası içine girerek otorite ve geleneği (hukuku, sosyal normları, kanunları, ahlak kurallarını, örf ve âdeti) iyice sarsmışlardır.241 Sofistler -özellikle de Protogoras- doğrunun göreliliğini (relativity of truth) savunmakta ve nesnel doğruların olmadığını, tüm doğruların özne ya da kişilere göreli olduğunu dile getirmektedir. Sofistlerin bu göreci anlayışına göre, bir kimseye "doğru" görünen ve bir kimse için doğru olduğu söylenen şey, o kimse için gerçekten doğrudur ve kimsenin kalkıp, o kimsenin yanıldığını söylemeye hakkı yoktur.242 Protogoras'a göre insan için "doğru" ancak gördüğü, duyduğu, hissettiğidir; duyumların fertten ferde değişmesi, birinin mavi gördüğünü diğerinin yeşil, birinin büyük gördüğünü başkasının küçük görmesi gibi, ne kadar fert varsa o kadar hakikat vardır, fert doğrunun ve yanlışın ölçüsüdür, küllî hakikatler, bütün insanlar için geçerli prensipler olmayıp, herhangi bir metafizik veya ahlak tezi mutlak doğru kabul edilemez.243 Görecilik; kişiden kişiye değişmeyen nesnel hakikat, herkes için değişmeyen mutlak doğrular bulunmadığını, hakikatin ya da doğruların bireylere, çağlara ya da toplumlara göreli olduğunu savunan, kişiden kişiye çağdan çağa toplumdan topluma değişmeyen birtakım doğrular, evrensel hakikatler bulunduğunu reddeden bir tavırdır. Mutlak, değişmez, evrensel ve standart ölçütlerin bulunmadığını öne süren bu yaklaşım, bir teorinin kendisinin dışında ve kendisinden bağımsız olan doğruluk ölçütleri sağlayamaması durumudur.244 Epistemolojik görecilik; evrensel bilgi ya da hakikat ölçütleri olmadığını, doğru olan ya da kabul edilenin yerel kültürlere, tarihsel ya da sosyo-politik ilgilere bağlı olan ölçütlerin bir fonksiyonu olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle epistemolojik görecilik bilim felsefesinde, bir teori ya da empirik inançlar kümesinin diğerinden daha iyi 240 Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-funûn, I/957-958. Ayrıca bkz. Nûreddîn es-Sâbûnî, el-Bidâye fî usûli'd-dîn, s.17. 241 Erdem, a.e., s.130. 242 Ahmed Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, s.262. 243 Erdem, İlkçağ Felsefesi Tarihi, s.122. 244 Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, s.383. 58 ya da doğru olduğu yargısına varma imkânı verecek, evrensel geçerliliği olan bilimsel bir metodolojinin olmadığını öne sürer.245 Nihilizm (Hiççilik) ise epistemolojide gerçek ve nesnel bir doğru olamayacağını, bilinebilir olan hiçbir şey bulunmadığını, bilginin bir yanılsamadan başka hiçbir şey olmadığını, her tür bilginin değersiz, göreli ve anlamsız olduğu, hiçbir şeyin bilinemeyeceğini ve bilginin olanaksız olduğunu savunur.246 Musavvibe ekolüne yönelik eleştiriler bağlamında "sofist" kelimesi gibi "zendeka" teriminin anlamı da irdelenmesi gerekir. Önceleri, iki tanrı inancını benimseyen Maniheizme inanan kişiler için kullanılan "Zendeka" kelimesi, anlamında genişleme meydana gelerek Hz. Peygamber'in nebîliğini ve diğer peygamberlerin peygamberliğini inkâr eden kişiler için kullanılmıştır. Bu kelime zaman zaman Cehmiyye, Mu‘tezile ve Bâtınîler için de kullanılmıştır.247 Şâfiî fakihlerden Malatî (v.377/987), Ebu Âsım elHaşîş'ten naklen "Zendeka"yı beşe ayırmaktadır: a. Muattıla: Yaratıcının varlığını kabul etmeyenlerdir. b. Mâneviyye: Hayır ile nur, şer ile zulmetin yaratıcıları olmak üzere iki tanrı inancını benimseyenlerdir. c. Mezdekiyye: Servet eşitliği, kadın ve evlat ortaklığını benimserler. Onlara göre Tanrı dünyayı Âdem'e tahsis etmiştir ve istediği gibi bu dünyada yer içer lezzetlenir. Âdem öldükten sonra da aynı şey âdemoğullarına miras olarak geçmiştir. d. Abdekiyye: Adil imam bulunmadığından dünyada her şeyin haram olduğunu, insanın dünyadan sadece hayatiyetini sürdürebilecek kadar yararlanması gerektiğini, bu ölçüde elde ettiği her şeyin meşru olduğunu kabul ederler. e. Rûhâniyye: Ruhların gökler âlemine baktığına ve bu yolla cennetleri müşahede edip onun lezzetlerini tattığına, türlü türlü yiyecek ve içecekle, hurilerle güzel vakit geçirdiklerine ve bu tasavvurların en büyük ibadet olduğuna inanırlar.248 Bazı usulcülerin Musavvibe için "Bu görüşün öncesi sofistlik, sonrası zendekadır"249 demesi Zendeka ve Sofist düşünce sisteminin -bilhassa Nihilizm ve Rölativizm- konumuzla ilgili yönünün bulunduğunu göstermektedir. Böyle bir ithamın sebebi muhtemelen Musavvibe'nin başlangıçta, bir şeyi zıddıyla beraber aynı anda 245 Cevizci, a.e., s.383. Cevizci, a.e., s.416. 247 Bekir Topaloğlu, “Zındık”, İA, XIII/558. 248 Malatî, et-Tenbîhu ve'r-redd alâ ehli'l-ehvâi ve'l-bida‘, s.91-95. 249 İbn Kudâme, er-Ravda, s.419. Bu sözü ilk söyleyen Ebu İshâk el-Isferâyînî'dir. Bkz. Zerkeşî, el-Bahru'lmuhît, IV/534. 246 59 hak/doğru olduğunu iddia ederek zıtların birleşebileceğini, ileri bir aşamada ise delillerin teâruzu anında ve mezheplerin ihtilaf ettiği konularda kişinin herhangi bir çaba göstermeden istediği ve hoşuna giden görüşleri alabileceğini söylemeleridir.250 İbn Rüşd (v.595/1198) ise "'İster aklî ister şer‘î talebin bizzat kendisinden kaynaklandığı deliller yoktur' görüşü, sakınılması gereken sofist bir düşüncedir. Bu düşüncenin dine zararı da çok büyüktür."251 diyerek Gazzâlî'nin başını çektiği Musavvibe fikrinin, deliller arasındaki üstünlüğün insanların sahip olduğu farklı karakter ve mizac özelliklerine bağlı/göreceli olarak değişebileceği ve bu farklı özelliklere binaen birbirine zıt hükümlerin aynı anda doğru olabileceği görüşünü eleştirmektedir. İbn Teymiyye (v.728/1327), Zendekayı sofistlerin içinde bir grup gibi değerlendirerek, eşyanın sabit hakikatlerinin bulunmayıp inancın inanç öğelerine (mutekad) tesir ettiğini savunan bu ekole ait düşünce sistemini hiçbir İslam âliminin benimseyemeyeceğini ifade ettikten sonra, bir müctehidin itikadının da müctehid hakkındaki hükmün ta kendisi olduğu tezinin selef âlimler, fakîhler, sûfiyye ve kelâmcıların çoğunluğunun görüşüne aykırı olduğunu ve böyle bir iddianın sofist düşünceyle tıpatıp benzerlik içinde olduğunu vurgulamaktadır.252 Tehânevî (v.1158/1745) sofistlerin rölativist olanları ile Musavvibe arasında benzerlik kurmaktadır. Rölativistlerin eşyanın hakikatinin varlığını kabullenmelerine rağmen itikada bağlı olduğunu söylemelerine benzer bir durumun Musavvibe için söz konusu olduğunu belirtmektedir. Yani bu grup sofistlere göre eşyanın gerçekliği ne ise Musavvibe'ye göre ictihadî meseleler odur.253 Cüveynî'ye (v.478/1085) göre Musavvibe itidal bakımından iki grup altında değerlendirilmelidir: a. Mutedil olanları “nas ve icmâya dayanmayan konularda Allah'ın belirli bir hükmü yoktur, fakat bu konu hakkında fikir yürüten müctehidin hükmü araması ve ictihad etmesi gerekir. Zannına bir hüküm galip gelirse Allah'ın onun hakkındaki hükmü, zann-ı gâlibine uyması ve gereğini yerine getirmesidir” derler. b. Musavvibe fikrinde aşırı gidenler ise “Ne ictihadda aranan bir hüküm (matlub) vardır, ne de ictihad vardır. Kişi istediği tarafı seçerek buna göre haraket eder. Ebu İshâk 250 İbn Kudâme, er-Ravda, s.419. İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.140. 252 İbn Teymiyye, Kâ‘idetün fî tevhîdi'l-mille (Mecmû‘atü'r-resâil içinde), III/155-160. 251 253 7Eﺝدی ' ﻡ ی ل آ ﻡ ﻡ: آ اC'د وﺕ ﺱ: ا/<; ره$ = ی ن ;^< ﺕ وﺕ3 Tehânevî, a.e., I/958. 60 el-İsferâyînî (v.418/1027) bu iki gruptan ilkine “Sofestâî”, ikincisine ise “Zendeka” benzetmesi yapmaktadır.254 Sonuç olarak Cüveynî tasvîb (bütün müctehidlerin musîb olduğu) düşüncesinin Sofist ve Zendeka fırkalarına kıyasla yapılan mezkûr benzerliğin gerekçesini şöyle açıklamaktadır: “İkinci grup (dînî hükümleri uygularken sınırsız bir) serbestiyet getirmeleri, delili kaldırmaları, hükmü kişinin seçimine bırakmaları açısından Zendeka gibidir, birinci grup ise helâli haram, haramı helâl kılmaları açısından Sofistler gibidir.”255 VI. HÜSÜN-KUBUH TARTIŞMASI Bunların yanında, "Allah katında doğrunun taaddüt edip/etmediğ" tartışmasının temelinde hüsün-kubuh hakkında ortaya çıkan fikir farklılığının yattığını ileri sürenler de olmuştur.256 Hüsün-kubuh konusu esasen "fiile ahlakî değerini veren şeyin kim/ne olduğu" sorusuna dayanmaktadır.257 Tartışmanın özü eşyanın, dînî hitap gelmeden önce iyi ya da kötü olarak nitelendirilip nitelenemeyeceği ve buna bağlı olarak aklın, eşyanın bu vasıflarını ne derece bileceğidir. Konu hakkında görüşler üç ana kategoride toplanmaktadır: Eş‘arîlere ve Cebriye'ye göre fiiller aslında iyilik ve kötülük özelliğine sahip değillerdir. Onları zatlarında ve zati özelliklerinde güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük vasfı bulunmamaktadır. İyilik ve kötülük vasfı şeriat geldikten sonra söz konusu olabilir. Fiiller iyi oldukları için emredilmiş değil, emredildikleri için iyi ve güzel vasfı kazanmıştır. Emredilen şeyler Allah emrettiği için güzel, yasaklanan şeyler de Allah yasakladığı için çirkindir. O halde hüsün emrin, kubuh da nehyin sonucudur. İyi ya da kötülüğü belirleyen dînî hükümdür. Din bildirmeden önce bir şey "iyi" ya da "kötü" şeklinde nitelenemez. Bu sebeple akıl, bir şeyin iyi ya da kötü olduğuna hükmedemez.258 Ebu'l-Hasen el-Eş‘arî'nin (v.324/935) Mutezile'ye tepki olarak ortaya koyduğu hüsün-kubuh tartışmasına ilişkin fikirleri zaman içinde Eş‘arîlerin temel prensipleri haline 254 Cüveynî, el-Burhân, II/861. Cüveynî, a.e., II/862. 256 Seyyid Bey, Medhal, s.224. 257 Başoğlu, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.50. 258 Eş‘arîlerin bu konudaki görüşleri için bkz. Bâkıllânî, et-Takrîb ve'l-İrşâd, I/281; Cüveynî, Kitâbu'l-irşad, s.228; Seyyid Bey, Medhal, s.224-225. 255 61 gelmiştir. Eş‘arîler içinde bu prensibe aykırı düşen bazı Eş‘arîler de Mu‘tezile'den etkilenmek ve kelam ilminin derinliklerine vakıf olmamakla itham edilmişlerdir.259 Buna rağmen Eş‘arîlerin kendi içinden bile bu fikre muhalefet edenler olmuştur. Sayrafî, Kaffâl el-Kebîr, Ebu Bekr el-Fârisî, Kâdî Ebu Hâmid, Ebu Abdillâh el-Huleymî bunlardan bazılarıdır.260 Hüsün-kubuh teorisinin Eş‘arî doktrinde olduğu şekliyle, en şiddetli savunuculuğunu yapan Gazzâlî'nin dahi zaman zaman Eşarîlere muhalefet ettiği görülmektedir: "En yüksek münasebetin mertebesi zarûriyyâttır... Şerâi‘ (dinler) olmasa da akıllar ona işaret eder ve varlığını tespit eder", "Maslahat ve mefsedet cihetini aklın gösterebileceğini, tehlikeli işlerden sakındırabileceğini, menâfîyi celp konusunda tavsiyelerde bulunabileceğini inkâr etmiyoruz.", "Mu‘tezile inancına mensup olmakla itham edilmemek, hakikati arayan kişinin bu konudaki sözlerimizden ürkmemesi ve ehl-i sünnet'in gönlünde çirkinliğine dair kötü yer edinerek terkedilmiş bir inançla çok iştigal etmemek için bu kadar bilgiyle yetiniyoruz."261 Seyyid Bey (v.1925) Eşarîlerin kendi içinde düştükleri tenakuza şu cümlelerle temas etmektedir: "'Güzellik çirkinlik yoktur.' diyenler aynı zamanda 'ef‘âl ve irâdât-ı ilâhiyede hikmet ve maslahat yoktur' diyerek hikmet-i teşrîiyeyi de inkâr ediyorlar. Bilcümle ahkâm ve mevzûât-ı şer‘iyyeyi umûr-u taabbüdiyeden addediyorlar. Sonra istihrâc-ı ahkâmda kıyası delil-i şer‘î addederek ve ilm-i ahlaka dair kitaplar yazarak tenakuzdan tenakuza düşerler ki, bunlardan biri de İmam Ğazâlî'dir."262 Mâturîdî disipline göre ise fiillerin hüsün-kubuh şeklinde nitelenmeleri zatları gereğidir. Akıl birçok fiilin güzellik ve çirkinliğini din gelmeden de idrak edebilir. Akıl sadece dinin getirdiklerini idrake vasıta değildir. Fiiller şeriatın emir ve nehiylerine girdiği için sonradan iyilik ve kötülük vasfı kazanmış değildir. Allah iyi olduğu için bir kısım fiilleri emretmiş, kötü oldukları için yasaklamıştır. Din bildirmeden önce de akıl eşyadaki iyilik ve kötülüğü bilebilir. Ancak Allah'ın bu doğrultuda hüküm koyma zorunluluğu yoktur, dînî emir ve nehiy eşyanın iyilik ve kötülüğüne uygun olarak teşekkül etmekle 259 Sübkî, Raf‘u'l-hâcib an ibni Hâcib, I/82. Gazzâlî "el-Menhûl" de hüsün-kubuh konusunda Eş‘arî doktrine aykırı düşen Eşarî âlimler için şu ifadelere yer vermektedir “Belki de Mu‘tezile kitaplarını mütalaa ettiler ve ‘şükrü'l-mün‘im aklen vâcibtir’ gibi ibareleri beğenerek bu fikre zehab ettiler.” Gazzâlî, el-Menhûl, s.15. 260 Sübkî, a.e., I/445. 261 Gazzâlî, Şifâu'l-ğalîl, s.162-163. 262 Seyyid Bey, Medhal, s.225. 62 beraber Allah kötüyü emretmez, iyiliği de yasaklamaz. Mâturîdîlere göre Allah'ın bir şeyi emretmesi, o şeyin güzelliğine yasaklaması da çirkinliğine delalet etmektedir.263 Mu‘tezîle de bu konuda Mâturîdî'ye paralel görüş bildirmiştir. Allah'ın insan fiillerine dair hükmü o fiillerin yararlı ve zararlı olmasına göredir. Akıl bu yarar ve zararı bilebildiği için dînî hükmü de bilebilir. Diğer bir deyişle Mutezile'ye göre eşyadaki güzellik ve çirkinlik, Allah'ı o fiili emretmeye ya da nehyetmeye zorlamaktadır. Bu noktada Mâturîdî-Mutezile farkına ilişkin olarak, Mâturîdî'ye göre fiillerdeki güzellik ve çirkinlik niteliğinin akılla kavranması, aklın onlara ait şer‘î hükme ulaşmasını gerektirmez. Mutezile ise aklın zatlardaki nitelikten yola çıkarak şer‘î hükme ulaşabileceğini belirtir.264 Ahmed er-Raysûnî, ictihada kaynaklık eden delillerin özünde değeri olmayıp sadece “emâre” olduğu şeklindeki başta Gazzâlî olmak üzere Musavvibe'nin iddia ettiği teorinin kaynağını, Eşarîlerce savunulan güzellik-çirkinlik gibi özelliklerin eşyanın aslî özellikleri olmadığını öne süren hüsün-kubuh teorisinden aldığını öne sürer.265 Gazzâlî'nin ictihâdî bilgi teorisini incelerken de temas edilecek olan “emâre teorisi”ne266 göre şer‘î deliller olsa olsa sadece bir “işaret/remiz” gibidir, müctehidin zannını tahrik eden izafi bilgi kaynağıdır. Gazzâlî'ye ait ve "tasvîbu'l-müctehidîn" başlığı altında sarf ettiği şu ifadeler de hüsün-kubuh tartışmasının tasvîbu'l-müctehidîn problemiyle bağlantısını açıkça ortaya koymaktadır: “Zannî konulardaki bu gerçek iyice anlaşılmalı ki kapalılık ortadan kalksın! Zira bir takım insanların güzellik ve çirkinliği varlıkların sıfatı olduğunu sandıkları gibi fakihler de helal ve haramı ayanın (eşyanın) sıfatı olduğu sanarak hataya düşmektedirler.”267 Hüsün-kubuh hakkında var olan teorilerden birincisine göre "Hükmü dînen açıklanmamış ictihadî meselelerde Allah katında doğru yoktur."; ikincisine göre ise "vardır" demek gerekir. Eş‘arî âlimler birinci teoriyi seçtikleri için "doğru" taaddüt eder demektedir. Bu sözleriyle de gerçekte (nefsü'l-emirde) ve Allah nezdinde belirli bir doğrunun bulunmadığına işaret etmektedirler.268 Muhattıe-Musavvibe tartışmasının temelde "İctihad öncesinde hukukî bir olay hakkında Allah'a ait bir hüküm var mıdır?" sorusuna dayandığına temas edilmişti. Bu 263 Ebu'l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıratü'l-edille, II/249 vd. Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu Usûli Hamse, s.310; Basrî, el-Mu‘temed, I/315 vd. 265 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb, s.218. 266 Bu kavram tarafımıza aittir. 267 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/377. 268 Seyyid Bey, Medhal, s.226. 264 63 noktada, böyle bir hükmün yokluğunu iddia eden tasvîb düşüncesi, Eşarîlerin güzellik ve çirkinliği eşyanın zati sıfatları olmadığı şeklindeki yukarıda zikredilen görüşleriyle örtüşmektedir. Zira eşyanın özü itibariyle güzellik-çirkinlik, helallik-haramlık vasıflarını taşıması, şer‘î hükümlerin ictihad sonrası ortaya çıkan olgular olduğu tezini olanaksız kılar. Buna karşın Eşarîlerce bu vasıflar zati değil arazî (ilinti) olduğuna göre müctehidin verdiği hükümle bu hükmün mahalli olan şeyin müctehid için -örneğin- haram iken başkası için helal vasfını kazanması pek tabii mümkün olacaktır. VII. HABER-İ VÂHİD ve ZANNÎ BİLGİ Âlimlerin cumhuru, mütevâtir dışındaki bütün hadisleri haber-i vahid (âhâd) kategorisinde incelemiş, âhâd hadîsleri de "ğarîb", "azîz", "müstefîd" olarak üçe ayırmıştır. Hanefîler ise hadîsleri "mütevâtir", "meşhûr" ve "âhâd" olarak üç grupta inceleyerek mütevâtir ve meşhûr dışındaki hadisleri haber-i vâhid olarak kabul etmişlerdir.269 "Tasvîbu'l-müctehidîn" taraftarları, haber-i vâhidin bilgi değerinden, haber-i vâhidin zannî bilgi içerdiği, müctehidi bağlayıcı bir bilgi kaynağı olmadığı, dolayısıyla bir kişi sahîh de olsa âhâd yolla gelen bir hadîse aykırı bir ictihadda bulunursa bu ictihadın doğruya isabet edebileceği şeklinde bahsederler: "Bütün bu zikredilenler âhâd haber olup delîl olmaya elverişli değildir."270 "Emârelere delîl denilmesi mecâzendir. Hâlbuki bazı kişiler tarafından kesin delîl gibi görülmektedir. Zan ancak gönlün bir şeye meyletmesinden ibarettir."271 Görüldüğü gibi Gazzâlî'ye göre haber-i vâhid dahil olmak üzere tüm zannî delillere "delîl" denilmesi mecâzîdir; aslında bu tür hadîsler "emâre" olmaktan öte geçmemektedir. Kendi başına bilgi kaynağı olmayıp sadece müctehidin zihnini tahrik eden bir unsurdur.272 Necmuddin et-Tûfî (v.716/1316) "Zannî delîlin delâlet ettiği şey, kuvvetli bir şekilde zıddına muhtemeldir; zıddına yönelen de aklen ve örfen mazûrdur, işte bu tür konular ictihâdî konulardır. Furuâta ait fıkhî hükümler ve usûl-i fıkhın çoğunluğunu oluşturan konularda görüldüğü üzere zannî delîle dayanan hükümler güçlü bir şekilde zıddına muhtemeldir, bu da ictihâdî konulardır."273 diyerek haber-i vâhidin de içinde olduğu zannî delilleri eş değerde ve aksinin doğru olabileceği zayıf bir düzeyde kabul etmektedir. 269 Bkz. Abdulvahhâb el-Hallâf, ‘İlmi usûli'l-fıkh, s.43-45; Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlü'l-fıkh, s.75-78. Gazzâlî, a.e., II/375. 271 Gazzâlî, a.e., II/376. 272 Basrî, el-Mu‘temed, II/396-397; Gazzâlî, a.e., II/376-377. 273 Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/616. 270 64 Bu noktada belirtilmelidir ki âhâd kanalla gelen hadislerin hüccet değeri şüphesiz sünnetin hüccet değeriyle yakından ilgilidir. Zira sünnetin çoğunluğu haber-i vâhidle tespit edilmiştir.274 Rasûllullâh'tan sonra gelen sahâbîler ve ilim sahibi kişiler haber-i vâhidle amel etmenin gerekliliği konusunda fikir birliği etmişlerdir.275 Âhâd yolla rivayet edilmiş de olsa sahîh hadislerle amel etmenin gerekliliği konusu akâid kitaplarına girecek derecede önemsenmiştir.276 Fukahânın tamamı, kelamcıların çoğunluğu haber-i vahidin bilgi kaynağı olduğunda ittifak ederken, azınlığı oluşturan bazı kelamcılar aykırı görüş bildirmişlerdir.277 Diğer taraftan haber-i vâhidle amel etmenin gerekliliğine İbn Duâd (v.240/854), Ebu Alî el-Cübbâî (v.303/915), Râfızîler, Ğâşânî (v.250/864) gibi azınlığı oluşturan bazı şahsiyetlerden başka hiç kimse karşı çıkmamıştır.278 Âmidî'nin (v.631/1233) verdiği bilgiye göre haber-i vâhidle ameli aklen caiz gören alimler çoğunluğu oluşturmaktadır. Ancak bu görüşe aralarında Ebu Alî el-Cübbâî'nin de bulunduğu bazı kelamcılar katılmamaktadır.279 İbn Hazm (v.456/1064) haber-i vâhidi uygulama açısından mütevâtire denk görmektedir.280 Şer‘î-amelî konularda delil oluşunu reddedenler arasında Mutezile'den bir grup ve Râfizîler bulunmaktadır.281 Bu istisnalar bir tarafa bırakılırsa haber-i vâhidle amel konusunda icmanın bulunduğunu iddia edenler de bulunmaktadır ki, İbn Hazm, İbn Kudâme, Âmidî, Fahreddîn er-Râzî ve Şevkânî bunlardandır.282 Haber-i vâhidle amel konusunda karşıt fikirler ortaya atan ilk zümre Mu‘tezile kelamcıları olmuştur. Haber-i vâhidin şer‘î hükümlerin kaynağı olması aleyhinde görülen ilk kıpırdanmalar hicrî birinci asırdan sonra başlamıştır.283 274 Hassân b. Muhammed el-Hüseyn, Haberu'l-vâhid izâ hâlefe amele ehli'l-Medîne, s.37. Usulcülerin birçoğu haberi vahidle amel konusunda icmanın bulunduğunu ifade etmişlerdir. Örneğin bkz. Basrî, el-Mu'temed, 2/592; İbn Hazm, el-İhkâm, I/113; Cüveynî, el-Burhân, I/601; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/150; Ebu'l-Hattâb el-Kelvezanî, et-Temhîd, III/30; İbn Kudâme, er-Ravda, s.101. 276 Bkz. Tahâvî, Metnu'l-‘akîdeti't-Tahâviyye, s.6. "Rasûlullâh'tan gelen sahîh hadislerin tamamı kabul edilir, manası da onun murad ettiği şekildedir. Kendi görüşlerimizle tevil ederek ve keyfî yorumlar yaparak manasına ilişmeyiz." Tahâvî, a.e., s.10. 277 İbn Teymiyye, Raf‘u'l-melâm an eimmeti'l-a‘lâm, s.69. 278 Hassân b. Muhammed, Haberu'l-vâhid izâ hâlefe amele ehli'l-Medîne, s.37-38. 279 Âmidî, el-İhkâm, II/68; Ali Osman Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s.154 vd. 280 İbn Hazm, el-İhkâm, I/138, 140, 248, 596. 281 Âmidî, el-İhkâm, II/75; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, II/48. 282 Koçkuzu, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, s.156. 283 Koçkuzu, a.e., s.160-161. 275 65 İmâm Şâfiî (v.204/819) "er-Risâle"de bu konuya “54ا ا$< ﺥU5<^ ﺕR50 ّ>( اHaber-i vâhidin teyidine dair delil)” başlığı altında değinmekte ve haber-i vâhidin şer‘î konularda delîl ve kesin bilgi kaynağı olduğu hakkında birçok hadîs zikretmektedir.284 Ahmed Muhammed Şâkir (v.1958) bu konuda şu bilgileri vermektedir : “Sahîh hadîsin yakînî/kat‘î bir ilim mi yoksa zannî bir bilgi mi sağladığı konusunda ihtilâf edilmiştir; mânen ya da lafzen mütevâtir olan hadîs konusunda ihtilâf yoktur. Diğer hadîsler ise (haber-i vâhidler) 'kat‘î değil zannî bilgi kaynağıdır' diyen âlim Nevevî'dir ve "et-Takrîb"inde bu görüşü tercih etmiştir. Diğer âlimler ise 'Haber-i vâhidler yakînî bilgi sağlar.' görüşündedir. Dâvûd ez-Zâhirî, Hüseyn b. Alî el-Kerâyîsî, Hâris b. Esed elMuhâsibî'nin bu konudaki görüşü böyledir. İbn Huveyz el-Mendâd İmam Mâlik'in bu görüşte olduğunu nakletmiştir. İbn Hazm da aynı görüştedir."285 "İbn Salâh Şeyhayn'ın (Buhârî ve Müslim) ya da ikisinden birisinin kitaplarına aldığı hadîslerin yakînî bilgi temin ettiğini belirtmektedir... Irâkî de İbn Salâh'ın "‘Ulûmu'l-hadîs" adlı kitabının üzerine yaptığı şerhte aynı görüşü Hâfız Ebu'l-Fadl Muhammed b. Tâhir el-Makdisî'den ve Ebu Nasr Abdurrahîm b. Abdulhâlık b. Yûsuf'tan nakletmektedir. Bulkînî ise Ebu İshâk elİsferâyînî, Ebu Hâmid el-İsferâyînî, Kadı Ebu't-Tayyib, Şâfiîlerden Ebu İshâk eş-Şîrâzî, Hanefîlerden Serahsî, Mâlikîlerden Kâdî Abdulvahhâb, Hanbelîlerden Ebu Ya‘lâ, Ebu'lHattâb, İbnu'z-Zağvânî, Eş‘arî kelamcıların çoğunluğunun, hadisçilerin tamamının ve İbn Hacer'in haber-i vâhidin kesin bilgi kaynağı olduğu görüşünde olduklarını söylemekte ve kendisinin de bu görüşü desteklemekte olduğunu belirtmektedir. Bu konuda doğru olan görüş, sahîh delillerin desteklemiş olduğu ‘sahîh hadîsin yakînî bilgi sağladığı’ şeklindeki görüştür. Bu hadîs ister Buhârî ve Müslim'de, isterse başka sahîh hadîs kaynaklarında geçsin değişmez…”286 Muhammed Saîd Ramazân el-Bûtî, haber-i vâhidle amelin vâcib olduğunun manevî tevatürle sabit olduğunu belirtmekte, hatta bu noktada Kur'ân ile arasında bir fark bulunmadığına vurgu yapmaktadır.287 ‘Iclî (v.653/1255) sahîh olan haber-i vâhidin makbul olduğunu ve buna iki temel delilin bulunduğunu söyler: 1) Sahâbe icmâsı; Hz. Ebubekr ve Ömer ve bir çok sahâbînin 284 Şâfiî, er-Risâle, s.401 vd. Ahmed Muhammed eş-Şâkir, el-Bâ‘isu'l-hasîs, s.33. 286 Ahmed Muhammed eş-Şâkir, a.e., s.34. 287 Muhammed Sâid Ramazân el-Bûtî, Davâbitu'l-maslaha, s.164, 166. 285 66 haber-i vâhidle birçok kere amel ettiği vakidir. 2) Haber-i vâhidle amel muhtemel/maznûn bir zarardan engellemeyi içerir; öyleyse bununla amel vacibtir.288 Delîl olarak kullanılması ve uygulanmasının gerekliliğine İslam âlimleri arasında icmâya yakın görüş birliği olmasına rağmen haber-i vâhidin zannî bilgi kaynağı olmasının anlamı nedir ve zannî bilgi sağladığı ifadesindeki zannîlikten kastedilen nedir? Bu sebeple zan kelimesinin anlamı üzerinde durulması gerekir: Zan ّ 5" اZıddı muhtemel olan râcih (tercih edilen/baskın) inançtır. Bu kelime bazen yakîn ve şek için de kullanılmaktadır. Rüchan sıfatı taşıyan şekkin iki tarafından birisine zan denildiği de söylenmiştir."289 Bir emâreden hâsıl olan zan, bu emâre kuvvetli olursa yakînî ilme yaklaşır.290 Zan kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de dört anlamda kullanılmaktadır: 291 1. İlim (yakînî bilgi): “Dâvûd, kendisini imtihan edeceğimizi zannetti (bildi).”292, “Ben 293 hesabımla karşılaşacağımı zannediyordum (bilmekteydim).” 2. Şek (şüphe): “Biz gerçekten bir zan (şüphe) içindeyiz.”294 3. Hüsbân (sanmak, kanaatde olmak): “Hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini 295 sandı.” “Lâkin Allah'ın, yapıp ettiklerinizden fazla bir şey bilmediğini zannettiniz.”296 4. İthâm: “İçinizden Allah'ı türlü türlü şeylerle ithâm ediyordunuz.”297, “O, ğayb hakkında 298 suçlanan birisi (müttehem) değildir.” “Kötü bir şeyle/şekilde suçladınız.”299 Zanna tâbi olmanın nehyedildiği300 ve hakikate ulaşmakta faydasının olmayacağı301 anlamındaki ayetlerde yasaklanan zan delîlden yoksun salt zandır. Delile dayanan zanna tâbi olan kişi ise zannın kendisine değil bu delîle tabi olmaktadır.302 288 Iclî, el-Kâşif ‘ani’l-mahsûl, VI/76-77. Cürcânî, et-Ta‘rifât, s.149. Örneğin havanın bulutlanmasından yağmur yağacağını, bir duvardaki çatlaklardan o duvarın çökeceğini anlarız. Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/427. 290 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s.472. 291 Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur‘ân, s.311-312. 289 292 Sâd 38/24. a 0 و` داود أﻥ 293 Hâkka 69/20. K;4 ﻡ*قb أﻥU ` bإﻥ 294 Câsiye 45/32. ` :إن ﻥ إ 295 İnşikâk 84/14. ` أن ی> رKإﻥ 296 Fussilet 41/22. ن8/ا ﻡ ﺕ$^= آ8/ ی: d ` = أن ا3و 297 Ahzâb 33/10. ا ﻥd; وﺕ ن 298 Tekvîr 81/24. ; 76 اR8' وﻡ ه Feth 48/12. و` = ` ا ء Hucurât 49/12. 301 Necm 53/28. 302 Basrî, el-Mu‘temed, II/124-125. Haber-i vâhid'in bilgisel değeri için bkz. Basrî, a.e., II/106-126. 299 300 67 Arap dilinde ve Kur'ân-ı Kerîm'de farklı anlamlar taşımasına rağmen terim haline gelen zan kelimesi usulcüler, fakîhler ve filozoflara göre baskın (râcih) ihtimali ifade eden bilgi türüne karşılık gelmektedir. Gazzâlî "Zan, iki ihtimalin gâlip olanından ibarettir."303 demektedir. Zan, yakîn ve şek anlamlarında kullanılabilir. Fakat buradaki yakîn görmeden kaynaklanan yakînî bilgi değil, düşünceden kaynaklanan yakînî bilgidir. Görmekten hâsıl olan yakînî bilgi için zan değil “ilim” kelimesi kullanılır.304 Fukahâ zanna, "zann-ı gâlib" terimini ekleyerek, “zannı kuvvetlendiren emârelerin çoğalması ve kuvvetlenmesi” olarak tanımladılar.305 İbnu'n-Neccâr “İllette gâlib zan, gâlib olmayana tercih edilir.” demektedir.306 Bu durumda zannî bilgi de kendi içinde farklı mertebelere sahiptir. Zan bazen kuvvetlenir ve yakîne yaklaşır. Hanefîlerin “tumanîne ilm” dedikleri ve vâcib hükümlerin kaynağını oluşturan ve meşhûr hadislerin bilgi derecesini gösteren bilgi mertebesi yakînî bilgiye yaklaşan zann-ı gâlibe örnek olarak getirilebilir. Teftâzânî (v.793/1390) meşhûr hadîs için “Meşhûr hadîs tumanîne bilgi ifade eder… Zannî olsa da zannîliğinin tercih özelliği yakîn bilgi kapsamına girecek derecede kuvvetlidir”307 demektedir. En genel tanımıyla ilim kelimesi ise, "Malûmu, olduğu hal üzere bilmektir."308 Şek (doubt), zan (suspicion, opinion), vehm (illusory, imaginary) kelimelerinin anlamları birbirine çok yakındır. Fakihlere göre zan; "ister eşit olsun ister biri ötekine baskın gelsin iki durum arasında tereddüt etmek" demektir. Mütekellimine göre ise şek; "birinin ötekine meziyeti olmaksızın iki duruma muhtemel olma" halidir. Birinin ötekine râcih olma durumunda râcih olana zan, mercûh olana vehm denir.309 303 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/144. İbn Manzûr, Lisânu'l-‘arab, XIII/272; Cevherî, es-Sıhâh, VI/2160. 305 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, I/150. 306 İbnu'n-Neccâr, Şerhu Kevkebi'l-münîr, IV/717. 307 Teftâzânî, et-Telvîh, II/3; Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb, s.24-25. 308 Bâcî, el-Hudûd fi'l-usûl, s.95. 309 Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-fünûn, II/1153. 304 68 Usulcü ve Kelamcıların benimsediği tanımlardan yola çıkarak bilginin derecelerini gösteren şöyle bir şema yapılabilir: 100 Yakîn % 100 Zann-ı gâlib % 75-100 arası Zan % 50-100 arası Şek % 50 Vehm % 00-50 arası Cehl % 00 00 Başta Gazzâlî (v.505/1111) olmak üzere Musavvibe'den bazı usulcülerin, eserlerinde farklı münasebetlerle zannî delillerin gerçekte delîl olma vasfını taşımadıkları, bu yüzden zannî delillere “emâre” ismini verdiklerinden bahsedilmişti. Bu yönelim "delîl" kavramını sadece kat‘î delillere özgü bir kavrammış gibi değerlendirme sonucunu doğurmuştur. Zannî delillere karşı takınılan böyle bir tutum Gazzâlî'de zannî delillerin “zâtî istidlâl” taşımadığı, sadece müctehidin zannını tahrik eden tesadüfî sebepler olduğu, adeta yok sayıldığı şeklindeki tavra dönüşerek bir derece ileri gidecektir.310 Bu tavra göre de nassın zannî olan kısmı, haber-i vâhidlerin tamamı, maslahat, kıyâs ve ıstıshâb311 zannî hüküm içeren deliller olup, sadece Kur'ân-ı Kerîm'in muhkem ayetleri gibi kat‘iyyet taşıyan naslar gerçek delîl olabilir.312 Seyyid Bey (v.1925), bu noktada kıyâs ve haber-i 310 Bkz. Gazzâlî, a.e., II/366, 367, 377; Bunların hükmün ve ictihadın kaynağı olduğuyla ilgili bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/379. 312 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb, s.215. 311 69 vâhidle ilgili ifadeleriyle bağlantılı olarak Gazzâlî'nin tavrını tutarlı görmediğini ifade etmektedir. Ona göre Gazzâlî eserinde bir taraftan kıyâs ve haber-i vâhidle amel etmenin gerekliliğine temas etmekte313, diğer taraftan da "Mesâil-i ictihâdiyede hükm-ü şer‘î yoktur."314 diyerek kendi içinde çelişkiye düşmektedir.315 Seyyid Bey'in konuyla ilgili diğer ifadeleri şöyledir: "Bu hususta nusûs-u şer‘iyyenin kat‘î veya zannî olması beyninde bir fark yoktur. Her iki nev nusûs-u şer‘iyye de nefsü'l-emirde Şâriin hitap ve beyanından ibarettir; kat‘iyet ve zanniyyet bizim anlayışımıza göredir; Şârie ve nefsü'l-emre nazaran değildir. Bir nass-ı şer‘î ister kat‘î olsun ister zannî olsun madem ki Şâriin kelamıdır; elbette Şârî ondan bir murâd eylemiştir. İşte o mana hükm-ü şer‘îdir. Amma nusûs-ı zanniyye emârât ve edille-i zanniyye imiş, bize göre ilim ifade etmeyip zan ifade eder imiş ve bir delil-i zannî ile medlûlu arasında irtibât-ı hakîkî bulunmadığından ekseriya zannın hakikatten tahallüf ettiği vaki olur imiş... Varsın öyle olsun, bundan nusûs-ı zanniyye ile mansûs olan mesâilde muayyen bir hükm-i şer‘înin mevcut olmaması lazım gelmez; belki o hükm-i şer‘înin bizce sûret-i kat‘iyyede malûm olmaması lazım gelir. Bir şeyin malûm olmaması ise o şeyin hakikatte malûm olmamasını istilzam etmez. Bir şey hadd-i zâtında mevcut olur da bizce malûm olmayabilir. Dünyada mevcut olan hakâikin ekseriyeti bu kabilden değil midir? Zaten müctehidi ictihada sevkeden sebep de budur. Yani hükm-i şer‘înin gayr-i malûm olması keyfiyetidir. Eğer hükm-i şer‘î mesâil-i kat‘iyyede olduğu gibi sûret-i kat‘iyyede malûm olsaydı ictihada ne lüzum ne de mesâğ kalırdı. Nasıl ki nusûs-ı kat‘iyye ile mensûs olan mesâil-i kat‘iyyede ictihada mesâğ yoktur."316 Bütün bu söylenenlerden netice olarak haber-i vâhidin zan ifade ettiği yargısından yola çıkarak, meşhûr, azîz ya da müstefîz derecesinde kalmış –örneğin Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği – sahîh bir hadîsin tevâtür derecesine ulaşmaması sebebiyle müctehidi bağlayıcı bir bilgi kaynağı olmadığının düşünülmesi gerek hadîs gerekse fıkıh usûlü verilerine ilmî bir yaklaşım değildir. Âhâd yolla gelen hadîslerin zan ifade ettiğini söyleyen muhaddis ve fakihler haber-i vâhidle amel edilmemesi gerektiğini ya da objektif bir bilgi kaynağı olmadığını da kastetmemektedir. 313 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/145-146, II/234 vd. Gazzâlî, a.e., II/364, 365. 315 Seyyid Bey, Medhal, s.212. 316 Seyyid Bey, Medhal, s.210-211. 314 70 VIII. DOĞAL HUKUK-POZİTİF HUKUK AYRIMI İctihad öncesinde muayyen (pre-determined) bir hükmün varlığını savunan Muhattıe ile bunu reddeden Musavvibe arasındaki ayrım modern hukuktaki doğal hukukpozitif hukuk tartışmasıyla bazı yönlerden benzerlik arz etmektedir. Hugo Grotius (15831645) gibi doğal hukuk savunucusu olan Batılı bilginler hukukun bağımsız ve nesnel bir kurum olduğunu öne sürmüştür. Doğal hukuk; hukuku bir bütün olarak haklı kılan ve her türlü hukuk sisteminden önce gelen a priori (deney öncesi/marifet-i kabliye) öge, her tür hukukun ideal kaynağı ve bu idealden türeyen pozitif hukuku sınama ölçütü, değişen kurallar ve yasalar karşısında değişmez hukuk kuralları bütünü olarak, insan ya da toplumun özsel, temel, asli doğasında temellenen ve toplum tarafından sonradan koyulan yasalar ve başka kurumsal değerlerden bağımsız olan hukuku ifade etmektedir.317 Doğal hukuka göre insanlarda doğal bir sosyallik içgüdüsü (apetitis sociatetis) vardır. Bu içgüdü, insanları hemcinsleriyle barış içinde bir arada yaşamaya götürür. Ve yine aklın buyruğu olan uyum içinde bir arada yaşamak insan varlığı için zorunludur. Aklın buyruğu olan ve insanları bir araya getiren değişmez nitelikte bazı doğal kanunlar vardır. Bunlar tıpkı matematik kanunlar gibi a priori (tecrübe öncesi)’dir. Matematik teoremler nasıl fizik ve kimyaya uygulanıyorsa, doğal hukuk ilkeleri de sosyal olaylara üstten a priori olarak uygulanacaktır.318 Diğer taraftan doğal-pozitif hukuk karşıtlığının ayrıntıları incelendiğinde görülecektir ki bu karşıtlığın İslam düşüncesi tarihinde en önemli tartışma konularından birisini oluşturan hüsün-kubuh probleminden etkilendiği, hatta bu problemin uzantısı olduğu ihtimalden uzak değildir. Batılı hukuk felsefecilerinin doğal hukuk dediği şey, doğru aklın, bir eylemin, insanın rasyonel özüne, akıllı doğasına uygun olup olmamasına göre, ahlakî bakımdan aşağı ya da zorunlu bir eylem olduğuna işaret eden buyruklarından meydana gelir. Eylem, Allah tarafından salt bir nedenden dolayı, yani insanın akıllı özüne uygun düşüp düşmemesine bağlı olarak emredilir ya da yasaklanır. Bu tür bir eylem, bizzat Allah onu buyurduğu için, ahlakî bakımdan gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz bir eylem değildir, tam tersine o ahlaki bakımdan gerçekleştirmekle yükümlü olduğumuz bir eylem olduğu için Allah tarafından emredilmiştir.319 Diğer bir deyişle; kötünün kötü bir davranış olarak yasaklanması, Allah üzerine yüküm (vacib) bir durumdur. Şu haliyle doğal hukukçular, İslam felsefesi tarihinde tartışma konusu olan hüsün-kubuh (güzellik-çirkinlik) 317 Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, s.258-259. Niyazi Öktem ve Ahmet Ulvi Türkbağ, Felsefe Sosyoloji Hukuk ve Devlet, s.137. 319 Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, s.389. 318 71 probleminde Mutezile’nin görüşleriyle aynı paralelde fikir bildirmiştir. Zira kelâmî bir fırka olan Mutezile’ye göre, "İnsanın işlediği fiiller, bizzat insanın kendi öz varlığından mı iyi ve fenadırlar, yoksa onları güzel veya çirkin yapan din midir?" probleminin çözümü akıl ile mümkün olmaktadır. O halde aklî bir iyi olduğu gibi aklî bir kötü de mevcuttur. Bir fiilin iyi veya kötü olduğunu ayırt etmek aklın vazifesidir ve ilâhî vahiy gelmeden önce de, fiil iyi ve fenadır. Fiilin iyi ya da fena oluşu, başka bir deyişle güzel veya çirkinliği kendindendir, kendi içyapısı gereğidir.320 Doğal hukukçular doğal hukukun karşısına koydukları pozitif hukuk (toplum tarafından uygulamaya konulmuş hukuk) ile doğal hukukun farklarına değinirken, pozitif hukukun tarihî şartlara göre değişeceğini, dolayısıyla o çerçevede anlaşılabileceğini, doğal hukukun ise insanın akıllı tabiatında yerleşik bulunan ve tarih içerisinde değişmeyen bir hukuk olduğunu kabul eder. Doğal hukuk aklın buyruğu olması sebebiyle her çeşit pozitif hukuka üstündür ve bu hukuk ancak akılla ve felsefe ile anlaşılabilir.321 Doğal (tabiî) hukukçular, belli bir toplumda, belli bir dönemde, organize biçimde fiilen uygulanan hukuku pozitif hukuk olarak nitelerler. Grotius’un kanısına göre pozitif hukuk, belirli kişilerin iradesinin, diğer kişilerin iradesine zor aracılığıyla kabul ettirilmesidir. Oysa doğal hukuk başka bir insanın veya başka bir iradenin eseri değildir. Tersine insanın yani doğal hukuka tabi olanın kendi aklının aracılığı ile bulduğu ve uyduğu hukuktur. Bu nedenle de doğal hukukçular doğal hukukun pozitif hukuktan ayrı ve ona üstün olduğunu ısrarla savunmuşlardır. Doğal hukuk “tabiattan” veya “insan tabiatından” çıkarıldığına göre pozitif hukukun doğal hukuka tabi olması zorunlu sayılmıştır. Bu anlayışa göre pozitif hukukun meşruluğunu da, doğal hukuka uygun olmasında aramak gerekir. Şu halde pozitif hukuk ya doğal hukuka uygun bir düzenleme getirmelidir veya doğal hukukun ilgilenmediği ve değerlendirmediği konularda kurallar koymalıdır. Bu görüş açısı, doğal hukukun pozitif hukuktan önce mevcut olduğu varsayımına dayanmaktadır. Ayrıca doğal hukuk kuralları yaptırımdan da yoksun değildir. Onların yaptırımı vicdan azabı şeklinde belirir. İnsani cezalar, yani pozitif hukukun uyguladığı 320 Şerafeddin Gölcük ve Süleyman Toprak, Kelam , s.242. Yeniçağın tabiî hukuk kavramı, sonraları, Batı’nın İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile Birleşmiş Milletler Hukukuna kadar kaynaklık edecektir. Bu kavram birtakım hakların insanın tabiatında bulunduğunu varsayar ve devlet ise bu hukuku gerçekleştirecek olan bir kurumdur ve onun garantisidir. Grotius’a göre, devlet felsefesinde güçlü devlet teorisinin temsilcisi olan Niccolo Machiavelli’nin (1469-1527) aksine, hukuku meydana getiren devlet değil, devleti meydana getiren hukuktur. Bu daha sonra çağdaş batı hukukunda “hukukun üstünlüğü” ilkesine dönüşecektir. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, s.187; Mustafa Kök, Yeni Çağ Felsefesi Tarihi, s.18. 321 72 cezalar insanların eseridir. Ancak cezayı ve cezalandırmayı haklı kılan doğal (tabiî) hukuktur.322 Doğal hukukun (natural law), a priori öğeler içerdiğini iddia etmesi bakımından Muhattıe'nin "ictihad öncesi Allah katında muayyen bir hükmün bulunup müctehidin görevinin bu hükmü araştırmak olduğu" şeklindeki görüşleriyle uyum içerisindedir. Avrupa hukuk felsefesi, hukuk ilkelerinin sosyal olaylara a priori olarak uygulanması tartışmasını Grotius'tan bu yana tanımaktadır ve İslam hukukunda başlangıçtan beri bilinen kavramsal tartışmayı Avrupa hukuku ancak XVII. yüzyılda tanımıştır. 322 Adnan Güriz, Hukuk Felsefesi, s.153-154. 73 İKİNCİ BÖLÜM İCTİHADÎ ÇÖZÜMLEMELERDE DOĞRUNUN TEK OLUP OLMADIĞI TARTIȘMASININ TARAFLARI 74 Genel Sınıflandırma İslam âlimleri, inanç konularında fikir ayrılığına düşenlerin içinde doğrunun tek olduğu, bunun dışındakilerin yanıldığı, fıkhî konularda ise ictihad yetkisine sahip herkesin yanılsa da mazur olduğu ve günah kazanmayacağı noktasında görüş birliği etmiştir. Bu genel kanıya Ubeydullah b. el-Hasen el-‘Anberî (v.168/784), Câhız (v.255/869) ve Nazzâm (v.232/758) inanç konularında da bütün müctehidlerin doğruyu bulduğunu söyleyerek muhalefette bulunmuştur. Bişr el-Merîsî (v.218/833), Ebu Bekr el-Esam (v.225/839) ve İbn ‘Uleyye (v.193/809) ise fıkhî/furû konularında hata eden müctehidin günahkâr olacağı görüşünü benimseyerek üzerinde ittifakın oluştuğu görüşün ikinci kısmı olan ictihad yetkisine sahip bütün müctehidlerin mazur olacağı şeklindeki genel kanıdan ayrılmıştır. Fıkhî/furû konularda doğrunun tek mi çok mu olduğu, ictihad yetkisine sahip bütün müctehidlerin isabet edip etmediği noktasında da iki ana eğilim ortaya çıkmıştır. Öğretide "İctihadî konularda Allah katında muayyen bir doğru bulunup müctehidin bu doğruya ulaşmak için elinden geleni yapması gerekir ve müctehidler arasında doğruyu bulan sadece birisidir, diğerleri yanılmıştır." diyenler Muhattıe, "İctihadî konularda Allah katında muayyen bir doğru olmayıp, doğru müctehidin zannından ibarettir ve bütün müctehidler doğruya isâbet etmiştir." diyenler Musavvibe olarak adlandırılır. Musavvibe içinde "İctihadî meselelerde eğer Şâri‘ Teâlâ tarafından hüküm tayin edilecek olsaydı mutlaka bu tayin edilirdi denilebilecek ve Şâri‘in maksadına en çok benzeyen bir hükmün bulunduğunu" savunan bir grubun varlığı da hesaba katılınca tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasında beş temel görüşten bahsedilebilir. Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, tasvîbu'l-müctehidîn ya da Muhattıe ve Musavvibe tartışmasında ileri sürülen belli başlı fikirler bunlar olmakla birlikte tartışmanın taraflarına ait ayrıntılar hakkında usulcüler arasında ittifak bulunmamaktadır. Usulcülerin tartışmanın taraflarını belirlemek için yaptığı farklı sınıflandırmalara bazı örnekler vermek gerekirse; Fahreddîn er-Râzî (v.606/1209) konuyla ilgili taksimi "Allah katında muayyen bir hüküm var mıdır?" sorusu üzerine bina etmektedir.323 I. Usul tabir edilen itikadi konularda bütün müctehidler musîbtir, II. Usulde musîb tektir. Bu ikinci grup furûda ihtilaf etmiştir; A. "İctihad öncesi (kable'l-ictihâd) hüküm yoktur." diyenler (Musavvibe) ikiye ayrıldı; 323 Râzî, el-Mahsûl, II/503. 75 1. "Eğer Allah hüküm koysaydı bunu koyardı." denilebilecek bir hüküm vardır. (Eşbeh görüşü). 2. Böyle bir hükmün varlığından söz edilemez. (Tam/Salt/Hâlis Musavvibe).324 B. "İctihad öncesine ait bir hüküm vardır." diyenler (Muhattıe) de kendi aralarında şöyle ayrıldılar: 1. Hükme delalet ya da emâre yoktur. Müctehidin durumu define arayan kişinin durumu gibidir. 2. Zannî delil vardır. Bunlar da ikiye ayrıldı; a. Müctehid bu delili bulmakla mükelleftir. b. Müctehid bu delili bulmakla mükellef değildir. Çünkü bu delil gizlidir ve müctehid de mecûrdur. 3. Hükme kat‘î delil vardır. Râzî bu grubu kendi içinde iki açıdan sınıflamaktadır: a. İctihadın sonucu bakımından; aa. Yanılan müctehidin günah ve uhrevî sorumluluğu vardır, ab. Yanılan müctehidin günah ve uhrevî sorumluluğu yoktur. b. İctihad sonucu ulaşılan hükmün bozulup bozulamaması bakımından; ba. Hâkim yanılırsa bu hâkimin hükmü bozulur bb. Böyle bir hâkimin hükmü bozulamaz.325 Muhattıe-Musavvibe tartışmasında yapılan sınıflamanın en kapsamlısı Safiyyuddîn el-Hindî'ye (v.715/1315) aittir.326 Ona göre bu tartışmada taraflar şöyle olmalıdır: Hukukî bir olayda nas ya vardır ya da yoktur. I. Hukukî olayda nas varsa, iki durum söz konusudur: A. Müctehid bu nassı bulur ve gereğine uygun davranırsa denilecek bir şey yoktur. Bu nassın iktizasına uygun hüküm vermezse; 1. Nassın aranan hükme (matlûb) delalet yönünü bilip ona uygun hareket etmezse âlimlerin ittifakıyla muhti kabul edilir. 2. Nassın aranan bu hükme delalet yönünü bilmezse, bu durumda da iki ihtimal söz konusudur; a. Bunu öğrenmekte ihmal (taksîr) gösterirse günahkâr (âsim) olur. 324 Râzî, a.y. Râzî, a.e., II/503-504. 326 Tâcuddîn es-Sübkî ve Zerkeşî de bu taksimi tercih etmektedir. Bkz. Sübkî, el-İbhâc, III/258; Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/539-540. 325 76 b. Bu konuda ictihad edip bütün gayretini sarf ettikten sonra bulamazsa günahkâr değildir. B. Müctehid bu nassı bulamaması hali iki sebepten ileri gelmektedir; 1. Bulamamasının sebebi müctehidin ihmalidir, bu durumda günahkâr ve muhtîdir. 2. Nassı arama konusunda ihmal göstermemişse, aksine böyle bir nassa ulaşmak için bütün gayretini sarfetmişse fakat bu nassı rivayet eden ravinin gizli kalması ya da müctehide ulaşmadan ölmesi gibi haricî faktörler nedeniyle durumlardan dolayı nassa ulaşamazsa bu durumda günahkâr değildir. Fakat "muhtî-musîb" olacağı hakkında ihtilaf vardır; bu ihtilaf da hakkında nas bulunmayan konudaki ihtilafla aynıdır.327 II. Hukukî olay hakkında nas yoksa İslam âlimleri bu noktada iki gruba ayrılmıştır: A. “Müctehid ictihad etmeden önce muayyen bir hüküm vardır” diyenler (Muhattıe). Bunlar da üç görüşe ayrıldılar: 1. "Bu muayyen hükme bir delil vardır" : Bu gruptaki alimlerin , müctehidin bu hükmü aramakla memur olduğunu ve bulanın musib, bulamayanın muhti olduğu hakkında icması vardır. Fakat muhti müctehidin uhrevi cezaya müstehak olup olmadığı, günaha girip girmeyeceği konusunda ihtilaf ettiler; a. Bişr el-Merîsî "müstehaktır" dedi, b. Cumhur "değildir" dedi. Ayrıca hatalı yargıda bulunan hâkimin yargı kararının bozulup bozulmayacağı hakkında da ihtilaf ettiler: a. Ebu Bekr Esamm "bozulur" dedi, b. Diğerleri "bozulmaz" dediler.328 2. "Hükme sadece emâre vardır, delil yoktur" diyenler de ikiye ayrıldı: a. Müctehid emârenin gizliliği sebebiyle bu emareye isabetle mükellef değildir. Müctehid ancak zannına gâlip gelen şeyle mükelleftir. Emâreye isabet edemezse mazurdur ve mecurdur. b. Emâreyi aramakla yükümlüdür, bu emareye isabetle de mükelleftir. Eğer zann-ı gâlible başka bir hükme ulaşarak hata etse zann-ı gâliple ulaştığı hüküm noktasında mükellef addolunur ve o zannın gereğiyle amel etmek zorundadır, böylelikle günaha girmekten ve uhrevî cezadan kurtulabilir.329 3. "Hükme ne emâre ne de delil vardır" diyenler. Bunu söyleyen bir kısım fukahâ ve kelamcılardır ki onlara göre bu hüküm bir defineyi aramak gibidir; müctehid o hükme 327 Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3846. Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3848. 329 Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3849. 328 77 tesadüfen rastlar; bu defineyi/hükmü bulan iki ecir kazanır, bulamayan da hükmü ararken gösterdiği çaba ve cehd sebebiyle bir sevap kazanır.330 B. "İctihad etmeden önce muayyen bir hüküm yoktur" diyenler. Hüküm müctehidin ictihadına tabidir. Bu görüş "Bütün müctehidler musîbtir" diyen Musavvibe görüşüdür. Bu grup da ikiye ayrılır ; 1. "Allah eğer bir hüküm koysaydı şu olurdu" denilebilecek bir hüküm vardır. bu kavle Eşbeh kavli denilmekte ve bir çok Musavvibe bu görüştedir. 2. "Allah eğer bir hüküm koysaydı şu olurdu" denilebilecek nitelikte bir hüküm yoktur. 331 Bunlar da Tam (salt) Musavvibe'dir. Konuyla ilgili bir başka usulcü Necmeddîn et-Tûfî (v.716/1316) de tarafları temelde ikiye ayırır; I. Muhattıe: İkiye ayrılır; A. Allah katında muayyen olan hükme delil yoktur. B. Muayyen olan bu hükmün delili vardır. "Delil vardır" diyenler de ikiye ayrılır; 1. "Bu delil kat‘îdir" diyenler içinde; a. "Bu delili bulamayan uhrevi cezaya müstehaktır", b. "Uhrevî cezaya müstehak değildir" şeklinde iki farklı görüş ortaya çıkmıştır. 2. "Bu delil zannîdir" diyenler içinde de; a. Müctehid bu delili aramakla yükümlüdür, b. Gizliliğinden dolayı bu delili aramakla yükümlü değildir, şeklinde iki görüş bulunmaktadır. II. Musavvibe: İkiye ayrılır; A. "Eğer Allah katında bir hüküm olsaydı bu olurdu denilebilecek bir hüküm vardır" diyenler (Eşbeh görüşü), B. "Böyle bir hüküm yoktur" diyenler. Tûfî'ye göre, tasvîb-tahtıe tartışmasında Musavvibe'nin aşırısı Câhız, Muhattıe'nin aşırısı ise Zâhiriyye'dir.332 330 Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3847. Safiyyuddîn el-Hindî, a.y. 332 Tûfî, Şerhu muhtasari'r-Ravda, III/612. 331 78 İbn Teymiyye (v.728/1327) ise "Müctehidler her meselede kendi ictihadlarıyla hakkı (doğru olan görüşü) tespit edebilirler mi?", "Müctehid ictihad edip olanca gücünü kullandıktan sonra hakka ulaşamazsa günahkâr olur mu?" sorularına dayanan bir sınıflandırmayı benimsemektedir. 1. Görüş: Allah Teâlâ her bir meselede hak (doğru olan görüşün) kendisiyle bilinebileceği deliller koymuştur. Müctehid olan kişi bu mesele ister furûda ister usûlde olsun bu hakkı bulmakla mükelleftir. Eğer müctehid hakkı bulamazsa bu onun aczinden değil gereken önemi göstermemesindendir. Kaderiye, Mutezile ve bazı kelamcıların görüşü böyledir.333 Bunlar ilmi konularda kat‘î delillerin bulunduğunu ittifakla kabul ettiler. Fakat şer‘îamelî konularda ikiye ayrıldılar : A. Şer‘î-amelî konular da ilmî konular gibidir ve tek olan musîb dışındaki muhtî olan hatalı görüş sahipleri günahkârdır. Bu görüş sahiplerine göre günah ile hata birbirinden ayrılmayan iki şeydir. Bişr el-Merîsî ve Bağdat Mu‘tezilesinin birçoğu bu görüşe kaildir. B. Ameli konulardan hakkında kat‘î delil olanları üzerinde hata eden müctehidler ilmî konularda olduğu gibi günahkârdır. Kat‘î delil yoksa Allah'ın katında bu konuya dair hüküm olmayıp Allah'ın hükmü müctehidin ictihadı sonucu ulaştığı hükümdür. Bu grup ilk görüş sahipleriyle hata-günah ayrılmazlığında birleştiler, fakat ictihadi konularda katî bir delilin olmadığını söylediler. Zan ise kesin bilgi ifade etmez. Zannî konularda varılan hükümler de nefsin temayülünden başka bir şey değildir. Nefsü'l-emirde matlub olan bir hüküm yoktur, biri diğerine baskın gelen herhangi bir emâre de yoktur. Ebu'l-Hüzeyl elAllâf, Cubbâî, Oğlu Ebu Hâşim, en meşhur görüşe göre Eşarî, Ebu Bekr el-Bâkıllânî, Ebu Hâmid el-Ğazzâlî ve Ebu Bekr İbnu'l-Arabî bu görüştedir. Bu görüş sahiplerinden bir kısmı buna itiraz etmiştir ve onlara göre ictihadî konularda bütün müctehidler hem zâhiren hem de bâtınen musîbtir. Müctehidin hata etmiş olma durumu ancak bazı şeylerin kendisine kapalı kalmasıyla düşünülebilir. Ona gizli kalan hüküm ise ne kendisi ne de başkası hakkındaki Allah'ın hükmüdür. Muhtî olan sadece kat‘î meselelerde hata edendir ve günahkâr olan da bu müctehiddir. Ebu İshâk elİsferâyînî ve diğer bazı Eşarîler de bu görüşü tercih etmişlerdir.334 2. Görüş: Müctehid hakkı bilme imkanı bulabilir; bundan aciz de kalabilir. Yani müctehid hakkı/doğruyu bulmakla mükellef değildir. Allah Teâlâ hata eden müctehidi ister cezalandırır isterse affeder, bu ona kalmıştır. Cehmiyye, Eşariyye, Dört İmam tabilerinden 333 334 İbn Teymiyye, Minhâcu's-sünneti'n-nebeviyye, V/84. İbn Teymiyye, a.e., V/86. 79 birçok fakih bu görüştedir. Bu grup îmânî konularda, kişi ister ictihad etsin ister etmesin hata edenin azap göreceğini söylediler. Çünkü bütün kâfirlerin cehenneme gireceği hakkında birçok naklî delil (âyet-hadîs) mevcuttur. Müslümanlar için ise eğer ihtilaf furûâtta ise bu grubun çoğunluğu "Hata eden azap görmeyecektir." der. Bunlardan bazılarına göre azabın olmamasının sebebi Şârî‘in hatayı affetmesidir, bazılarına göre ise zanniyyâtta hatanın imkânsız olmasıdır. İhtilaf eğer kat‘iyyâtta ise bu grubun çoğunluğu hata eden müctehidin günahkâr olduğunu söylemiştir. Ubeydullah b. Hasen el-Anberî ise Muhammed (s.a.s.) ümmetinden hiçbir müctehidi ne usûlde ne de furûda hata ile suçlamamaktadır.335 Bu görüş sahiplerinden bazıları "Hata eden müctehid ne usûlü'd-dîn ne de furû konularında günahkâr değildir." demekte ve Ebu Hanîfe, İmam Şâfiî, Süfyân-ı Sevrî, Dâvûd b. Alî, İbn Hazm ve birçok selef imamının görüşünün bu doğrultuda olduğunu iddia etmektedir. Bu yüzdendir ki Ebu Hanîfe ve Şâfiî gibi imamlar ehlü'l-ehvâ'nın336 şehâdetini kabul etmişler, kıldırdıkları namazın sahîh olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş sahâbe ve tâbiînin de görüşüdür. Onlar hata eden müctehidi ne usûlü'd-dîn ne de furûda fısk ve günah ile itham ettiler. Ayrıca bu ikinci görüşe mensup olan âlimlerden bazıları "usûl ve furû diye dînî hükümleri ikiye ayırmak da doğru değildir." dedi.337 Bu Mu‘tezile ve Cehmiyye kelamcıların çıkardığı bid‘at bir ayrımdır ve bu ayrıma ne kitap ne sünnet ne de icmadan hiçbir delil bulunmamaktadır. Seleften ve büyük imamlardan hiçbirisi de böyle bir ayrım yapmamıştır.338 335 İbn Teymiyye, a.e., V/86-87. Ehl-i ehva tabiri ehl-i bid‘a, mübtedi‘a, firak-ı dâlle gibi tabirlerle eşanlamlı olarak kullanılan, akaid sahasında Rasulullah ile ashâb cemaatinin takib ettikleri yolu terk edip bid‘ate düşen, itikaden sünnet ehlinin benimsediği prensiplerin külli ve umumi olanlarından, en azından birisinde ehl-i sünnete muhalefet ederek ana çizgiden ayrılarak ayrı bir mezhep oluşturan Şia, Havaric, Mutezile, Mürcie, Cebriyye ve Müşebbihe gibi fırkalara verilen isimdir. Mevlüt Özler, İslam Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s.114-115. 337 İbn Teymiyye de dini hükümlerde usûl-furû‘ şeklindeki bir sınıflandırmayı doğru bulmamakta, böyle bir tasnifin Mu‘tezileye ait olduğunu ve usûl kitaplarına onlardan girdiğini ifade etmektedir. İbn Teymiyye, Mecmû‘u-l-fetâvâ, XIII/125. 338 Usul ve furû‘u birbirinden ayıran farkın ne olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler "usûl konuları sadece iman edilmesi istenen ilmi-itikadi konulardır, furû‘ konular ise kendisiyle amel edilmesi istenen konulardır" dedi. Bazıları ise bu ayırıma temel teşkil edecek kıstas olarak "usûl konuları, hakkında katî delil olan konular, furu konuları ise zanni delil olan konulardır" dediler. Kimisi ise usûlü akılla bilinen, furû‘u ise şer‘ ile bilinen meseleler olarak tanımladılar. İbn Teymiyye bu tür tanımlamarın efradına câmî tanımlamalar olmadığını ve bazı tutarsızlıkların bulunduğuna dair uzun izahatta bulunur ve bu iddiasına bazı deliller serdeder. Bk. İbn Teymiyye, Minhâcu's-sünneti'n-nebeviyye, V/87-95; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.497. Usûlfurû‘ ayrımı için ayrıca bkz. Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.25, 27. 336 80 3. Görüş: Mezkûr iki görüşün haklı yönlerini birleştiren görüştür. Yani birinci görüşün “İctihad eden ve delilleri araştıran her müctehid hakkı bulmayı başaramayabilir; zira insanların bu konudaki kabiliyetleri faklı farklıdır.”, İkinci görüşün ise “Allah ancak emrini terk eden, yasakladığını yapan kimselere azap eder. Yani hata eden müctehid ictihadında kusurlu (ihmalkâr) değilse azap görmez.” şeklindeki fikirlerini toplamıştır. Bu üçüncü görüş selef imamları ve cumhurun genel görüşüdür.339 Hanefîlerin önde gelen usûl-i fıkıh âlimlerinden Abdulazîz el-Buhârî'nin (v.730/1329) tasnifi ise şöyledir: Âlimler ictihad öncesinde Allah'a ait belirlenmiş bir hükmün bulunup bulunmadığında ihtilaf ettiler: I. Bir kısmı ictihad öncesinde Allah'a ait belirli bir hüküm yoktur, bütün müctehidler musîbtir. " dediler. Bu grup kendi içinde ikiye ayrıldılar; A. "Bu doğruların hepsi birbirine eşittir, doğru müctehidlerin zannına tâbidir." diyerek taaddüdü'l-hukûku (doğruların çokluğu) savundular. B. "Bu doğrulardan birisi eğer Allah hüküm verseydi onunla hüküm verirdi." denilebilecek niteliktedir. (Eşbeh Görüşü) II. İctihad öncesinde Allah'a ait belirli bir hüküm vardır ve müctehid isabet de eder hataya da düşebilir. Bunlar kendi aralarında beş gruba ayrılmaktadır; A. Allah katında belirlenmiş doğruya delil yoktur, B. Bu doğru hakkında zannî delil vardır, fakat bu delilin gizliliğinden dolayı hata eden müctehid mazûrdur, C. Zannî delil vardır ve müctehid bunu aramakla mükelleftir. D. Kat‘î delil vardır, fakat muhtî müctehid günahkâr değildir. E. Kat‘î delil vardır ve muhtî müctehid günahkârdır.340 Mütekellim usûlcü Cemâlüddîn el-İsnevî (v.772/1370) şu tasnifi benimsemiştir: Âlimler nas bulunmayan konular hakkında ihtilaf ettiler; I. İctihad öncesinde muayyen hüküm yoktur ve hüküm müctehidin zannına tâbidir. Bunlar da kendi aralarında ihtilaf ettiler; A. Her hukukî olayda "Eğer Allah hüküm koysaydı ancak bu olurdu." denilebilecek nitelikte bir hüküm vardır, 339 340 İbn Teymiyye, el-Minhâc, V/98. Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/33-34. 81 B. Böyle bir hüküm yoktur ve hepsi eşit düzeyde doğrudur. II. Her bir olayda Allah'a ait bir hüküm vardır. A. Hükme delilsiz ve emaresiz ulaşılır, ona define gibi tesadüfen rastlanır, B. Bu hükme emâre yani zannî delil vardır. Bu gruptaki âlimler de ihtilaf ettiler; 1. Müctehid hükmün kapalılığı ve gizliliği sebebiyle buna isabetle mükellef değildir, bu yüzden hata eden müctehid mazûr ve me'cûrdur, fukahânın tamamı bu görüştedir. 2. Müctehid bu hükmü aramakla mükellef olup, zannına başka bir hüküm galib geldiğinde teklif değişerek bu zannıyla amel etmekle yükümlü hale gelir. C. Bu hükme kat‘î delil vardır, bu gruptaki alimler müctehidin hükmü aramakla mükellef olduğu konusunda görüş birliği etmişlerdir. 341 Teftâzânî'nin (v.793/1390) tasnifi ise şöyledir: I. "Bir meselede ictihaddan önce hüküm yoktur" diyenler. Mu‘tezile'nin genel eğilimi budur. Bu gruba dâhil olan âlimler ikiye ayrıldılar; A. Doğrulukta hükümlerin eşitliğini savunanlar, B. Hükümlerden birisinin daha doğru olduğunu savunanlar. II. Hüküm muayyendir, fakat bu hükme delil yoktur; bu hüküm bir defineyi bulur gibi tesadüfen bulunur. III. Hüküm muayyendir ve buna dair kat‘î delil vardır, müctehid de onu aramakla mükelleftir. IV. Hüküm muayyendir ve buna zannî delil vardır. Kim onu bulursa musîb, kim de bulamazsa hata etmiştir. Hükmün gizliliği sebebiyle müctehid, bu hükmü bulmakla mükellef değildir. Bu yüzden hata eden müctehid mazur olmanın ötesinde me'cûrdur. Bu grup da kendi arasında ihtilaf etmektedir; A. Bazılarına göre hata eden müctehid hem ibtidâen (başlangıçta) hem intihâen (sonuçta) hata etmiştir. B. Bazıları ise sadece intihâen hata etmiştir, ibtidâen ise isabet etmiştir, görüşündedir.342 341 342 İsnevî, Nihâyetü's-sûl, IV/399-400. Teftâzânî, et-Telvîh, II/118. 82 İbnu'l-Hümâm (v.861/1456), tarafları önce Musavvibe ve Muhattıe olarak ikiye ayırır. Muhattıe'yi kendi içinde; I. "Hata eden müctehid me'cûrdur." diyenler, II. "Ecri de günahı da yoktur." diyenler, şeklinde iki kategoride ele alır. İbnu'l-Hümâm Muhattıe arasındaki bu ihtilafın ise sadece lâfzî olduğunu, gerçekte ihtilafın olmadığını söyler. Çünkü hata eden müctehidin me'cûr olduğunu söyleyenlere göre ecri hatasından dolayı değil emre imtisal ettiğinden dolayıdır. Emre imtisal edenin sevap kazanacağı konusunda ise hiç kimsenin itirazı yoktur, bunun aksi de düşünülemez.343 Muhattıe'yi ayrıca hükme işaret eden delilin kuvveti açısından ikiye ayırmaktadır: I. Hukukî bir hadisede Allah'a ait hüküm hakkında zannî delil vardır. II. Allah'ın hükmüne işaret eden bu delil kat‘îdir, bu delile ulaşamayan ise yanılmış ve günah işlemiştir.344 Hanefîlerin de hata eden müctehidi; A. İbtidâen ve intihâen (ictihadın hem başlangıcında hem de sonucunda) hata eden, B. İbtidâen isabet edip, intihâen hata eden şeklinde ikiye ayırdıklarını, fakat bu fikrî ihtilafın da gerçekte bulunmayan ve sadece lafzî bir ihtilâftan ibaret olduğunu ifade eder. Çünkü müctehid ictihadın başlangıcında elinden gelen çabayı sarfederek emre imtisal etmesi sebebiyle hatalı sayılamaz. Bu konuda kimse farklı düşünmemektedir. Diğer taraftan müctehid eğer ictihadın şartlarından bazılarını ihlal ederek ictihad etmeye girişmiş ise müctehidin muhtî olacağında da taraflar ittifak halindedir. Öyleyse tartışma hakikî değil lafzîdir.345 "İctihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı" tartışmasında zikredilen farklı sınıflandırmalardan sonra tartışmanın taraflarının kimlerce temsil edildiği konusuna genel bir bakış yapıldığında söz konusu tasnifler gibi kimin hangi tarafın görüşüne destek verdiğine dair nakledilen rivayetler ve söylenen şeylerin karmaşık ve çelişki içinde olduğu görülecektir. Özellikle Dört Mezhep İmamı ve İmam Eş‘arî hakkında birbiriyle çelişen rivayetler nakledilmiştir. Ebu Hanîfe346, Şâfiî347, Mâlik348, Ahmed b. Hanbel349 ve Ebu'l- 343 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388-389. İbnu'l-Hümâm, a.e., III/390. 345 İbnu'l-Hümâm, a.e., III/391. 346 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623; Şîrazî, Şerhu'l-lüma‘, II/1049; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/363; Kelvezânî, etTemhîd, IV/313; Âmidî, el-İhkâm, IV/159; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502; Ahmed b. Yahyâ elMurtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.767. 344 83 Hasen el-Eş‘arî'den350 hem Muhattıe hem de Musavvibe görüşlerinde olduğuna ilişkin bilgiler usûl kitaplarına girmiştir. Bu âlimlerin sözleri ve kanaatlerini her iki ekol de kendisini desteklemek için delil olarak öne sürmektedir. Mezhep imamlarından nakledilen bu zıt rivayetlerin sebepleri iki ana başlıkta değerlendirilebilir: a. Müctehidler arasında musîb olanın tek veya müteaddit olma konusunda mezhep imamlarından mervî birbirine aykırı görüşlerin kaynağının, doğrudan kendi ifadeleri değil bu imamların sözlerinden çıkan bazı yorumlar olduğu dikkat çekmektedir.351 b. Birbiriyle çelişen bu nakiller, müctehide ait ictihad eyleminin bizzat kendisinde "doğruluk" vasfının olması ile Allah katındaki doğrunun taaddüt etmemesi şeklinde beraber işlenen iki konunun birbirine karıştırılmasından ileri gelmektedir.352 Mezheb imamlarının görüşleriyle ilgili nakledilen bu çelişkili ifadelere ilâveten, birbirine aykırı pek çok "cumhur iddiaları" da bulunmaktadır. Bu tartışma çerçevesinde belli bir fikri benimseyen bazı âlimler kendi görüşlerinin cumhur ulemâ ve Müslümanların çoğunluğu tarafından savunulduğu kanısını taşımaktadır. Konuyla ilgili cumhur iddialarına örnekler: Rûyânî (v.307/919) çoğunluk âlimlerin "Hakkında kat‘î nas olmayan konularda her müctehidin musîb" olduğu görüşünü benimsediğini nakleder.353 Gazzâlî (v.505/1111) “Bağdat Mutezilesinden bir grup kafasına göre kıyası tamamlamak için çıkıp pervasızca 'Âmmî kişi düşünmesi ve delil araması gerekir.' demiştir.”354 ifadeleriyle Muhattıe görüşünü Bağdat Mutezilesine mahsus istisna bir görüş gibi sunmakta ve cumhura ait olan görüşün Musavvibe olduğunu ima etmektedir. 347 Âmidî, el-İhkâm, IV/159; Sübkî, el-İbhâc, III/259; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/528; Hasenî, Behcetü'lvusûl, s.376. 348 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.622-623. 349 Âmidî, el-İhkâm, IV/159; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279; İbrâhîm b. Muhammed el-Hâdî, el-Fusûlü'llü'lüeyye, s.316. 350 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623; Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/420; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/314; İbn Akîl, elVâdıh, V/358; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.695; Âmidî, el-İhkâm, IV/159; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/529. 351 Veliyyullâh ed-Dehlevî, Ikdu'l-cîd, s.15. 352 Alvân, el-İctihâd ve davâbıtuhû inde'l-İmâmi'ş-Şâtıbî, s.194. 353 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/528; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.436. 354 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361. A *@ ?! >0 *= <) :; 89 567 4 3 1 2 -./0 , *+ ) 84 Mâzerî (v.536/1141) “Hakkın her iki tarafta olduğunu iddia eden görüş (Musavvibe) muhakkik fukahâ ve kelamcıların çoğunluğuna ait olan görüştür” demektedir.355 Kurtubî'ye (v.671/1273) göre furûda bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşü Ehli Sünnetin cumhuruna aittir. İmam Mâlik'ten gelen rivayetlerin mahfûz356 olanı da bu görüş üzeredir.357 Karâfî (v.684/1285) "Îctihadî meselelerde hâkimin verdiği yargı kararının aynı zamanda Allah'ın hükmü olduğu konusunda imamların görüş birliği vardır."358, "Ümmet, müctehid ictihadıyla bir hükme ulaştığı zaman, o hükmün, müctehidin kendisi ve onu taklid eden kişi hakkındaki Allah'ın hükmü olduğunda icma etmiştir."359 demektedir. Âlûsî (v.1270/1854), "Hakkında kat‘î delil bulunmayan bir meselede bütün müctehidler musîbtir, Allah Teâlâ'nın bu konudaki hükmü de müctehidlerin hükmüne tabidir" şeklindeki Musavvibe görüşünü Eş‘arî ekole mensup kelamcıların cumhuruna isnad eder.360 "Çok az bilgin tarafından savunulan ve pratiğe yansıma şansı bulunmayan iki şaz görüş361 bir yana bırakılırsa İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre ehlinden sadır olan ve mahallinde yapılan bütün ictihadlar kullar açısından aynı saygınlığa sahiptir."362 Bütün müctehidlerin doğruyu bulduğu şeklindeki doğruların çokluğu (tasvîb) hakkındaki bu iddialara karşın, musîb müctehidin bir kişi olduğunu ve diğerlerinin yanıldığını iddia eden tekilci görüşün (tahtıe) cumhur âlimlerin yolu olduğu hakkında da ifadeler bulunmaktadır: 355 İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/320. Mahfûz: Şâzzın zıddı olan bir hadis ıstılahı olup aralarında metin veye sened bakımından muhalefet bulunan hadislerden diğerlerine oranla ravileri daha sika yahut sikalıklarıyla beraber daha çok tarikle gelen hadisleri ifade eden bir terimdir. Aydınlı, Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, s.91. Kurtubî'nin bu görüşünün İmam Malik'in mahfûz kavli olarak sunmasının sebebi Ebu't-Temmâm el-Mâlikî'nin İmam Mâlik'in tasvîbu'l-müctehidîn konusundaki görüşünün müctehidlerin musib ve muhti olabileceği ve müctehidlerin bütün görüşlerinin hak üzere olmadığı şeklinde bir rivayette bulunmasıdır. Kurtubî, el-Câmi‘ liahkâmi'l-Kur'ân, XI/311. 357 Kurtubî, a.e., XI/310. 358 Karâfî, el-İhkâm fî temyîzi'l-fetâvâ ‘ani'l-ahkâm, s.41. 359 Karâfî, a.e., s.106. 360 Âlûsî, Rûhu'l-me‘ânî, IX/75. 361 İki şaz görüşle, ictihadî meselede kat‘î delil bulunduğunu ve hata eden müctehidin günahkâr olacağını savunanlar ile bu konuda zannî delil bulunmakla birlikte müctehidin bu zannî delili doğru tespit etmekle yükümlü olduğunu savunan görüşler kastedilmektedir. 362 Dönmez, İbrahim Kafi, "İctihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı", Usûl, I/41. 356 85 Zerkeşî (v.794/1391) "Şâfiî, Ebu Hanîfe, Mâlik ve fakihlerin çoğunluğu hak birisinde (tahtıe) olduğu görüşünü benimsemektedir."363 demektedir. Cumhur ulemanın görüşü Münavî'ye (v.1031/1622) göre “Musîb furûda tektir. Allah'ın hükmüne emâre vardır. Müctehid bu hükme isabetle mükelleftir, fakat hatalı olan müctehid günah kazanmaz, aksine ecir kazanır. Müctehid isabet ederse ona iki ecir, hata ederse bir ecir vardır.” görüşüdür.364 "Dikkat edilirse tasvîbu'l-müctehidîni savunanların büyük çoğunluğunun, ictihadı kolay bir iş zanneden, fıkıh biliminin inceliklerine vakıf olmayan, fıkhı hakikî değil zahirî bir olay farzederek, bütün gayretini tartışma, muhalifini ilzam etme, onu sorulara boğarak bu sorulara karşı cevapta acze düşürme metodu üzerinde yoğunlaşan; mâmâfih kendi görüşlerinin haklılığını bu suretle ispata çalışan Kelâmcılar olduğu görülür."365 "Dört mezhep, Zâhirîler vs. mezheplerin usulcüleri ve fukahadan büyük çoğunluğun görüşü zannî-fer‘î konularda müctehidlerden birinin isabet ettiğidir. Bu aynı zamanda bir çok Mu‘tezile ve Eş‘arî kelamcısının da görüşüdür."366 "Âlimlerin cumhuru Allah'ın her bir olayda ictihaddan önce belirli bir hükmünün olduğu kanaatindedir. Kim ona tesadüf ederse musîbtir, kim de bulamazsa hata etmiştir. Musîb tektir ve iki sevabı vardır, bunun dışındakiler muhtîdir ve bir sevabı vardır."367 Muhattıe-Musavvibe tartışmasının tarafları hakkında fıkıh usûlü eserlerinde geçen bu çelişkili ifadeler ve zikri geçen cumhur iddialarından hangisinin doğru olduğunu belirlemek için fukahâ ve usûlcülerin konumuz hakkındaki görüşlerini ilk elden, yani kendi eser ve sözlerinden tahkik etmemiz gerekecektir. I. MUHATTIE OLAN ÂLİMLER A. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe Müctehidin hükmü bulmak için elinden gelen çabayı sarfettiği müddetçe sevap, bu noktada ihmal göstermesi halinde günah kazanacağı, İslam âlimlerinin cumhuru tarafından benimsenmiştir.368 Ayrıca ictihadî konularda kat‘î bir delile muhalefet etmedikçe hâkimin 363 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/528. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, I/209. 365 Sem‘ânî, a.e., II/323. 366 Raysûnî, Nazariyyetu't-takrîb ve't-tağlîb, s.200. 367 Zuhaylî, "el-İctihâd fi'ş-şerî‘ati'l-İslâmiyye", s.200. 368 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623-624; İbn Kudâme, er-Ravda, s.411; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/492; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437-438. 364 86 hükmü bozulamaz. Bu konuda da mezheplerin ittifakı vardır.369 Kat‘î delille kastedilen "nas, icmâ ve celî kıyas"tır. İmam Şâfiî yargılama sonucunda verilen kararı/hükmü nakzeden amilin nasların zâhir lafızları olduğunu belirtir.370 Şâfiî'nin (v.204/819) öğrencilerinin, Irak ehlinin istihsân ile verdiği yargı kararlarını, musarrât hadisi, muhayyerlik ve arâyâ hadislerine muhalif olan yargı kararlarını bozdukları rivayet edilmektedir. Istahrî (v.327/940) ve Sayrafî (v.330/941) de velîsiz, şâhitsiz ya da iki fasık şâhidin şehadetiyle yapılan nikah akdinin sıhhatine hükmeden hâkimin yargı kararını bozmuşlardır.371 Hanbelîlere göre bir hâkim ictihad ile yargılamada bulunur ise ictihada açık alanda, delilin kat‘î olmaması sebebiyle bu yargısı bozulamaz.372 Diğer taraftan Ahmed b. Hanbel'e (v.241/855) göre, bir hâkim, müflisin malında borçluların eşit oranda payları olduğu lehinde hüküm verirse bu hükmü bozulur. Bunun sebebi Ahmed b. Hanbel'in, hâkimin nassa aykırı hüküm verdiğine inanmasıdır.373 Bişr el-Merîsî374 (v.218/833), Ebu Bekr el-Esam375 (v.225/839 ) ve İbn ‘Uleyye376 (v.193/809) hata eden müctehidin sorumlu ve günahkâr olduğunu söyleyerek377 yukarıda zikredilen, hata eden müctehidin mazur olduğu, hatta ictihad sebebiyle sevap kazanacağı şeklindeki genel kanaate aykırı görüş öne sürmüşlerdir. 369 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Râzî, el-Mahsûl, II/504; Ermevî, et-Tahsîl mine'l-mahsûl, II/291; Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.346; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400; İbnu'n-Neccâr, a.e., IV/503; Ahmed b. Yahyâ elMurtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.776. 370 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/552. 371 Zerkeşî, a.e., IV/533. 372 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/432. 373 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, a.e., II/417. 374 Bişr b. Ğıyâs el-Merîsî, doğduğu yer ve tarih kesin olarak bilinmemektedir. Ölüm tarihi büyük ihtimalle 218/833’tür. Ebu Yûsuf'tan ders almış Hanefi bir fakihtir. Bununla birlikte kendine özgü garip fikirleri vardır. Tartışmacı kişiliği hakkında "bid‘atçi, cehmî, mülhid, zındık" gibi kötü şeyler denmesine sebep olmuştur. Klavuz, Ahmet Saim, "Bişr b. Gıyâs", DİA, VI/220. Eş‘arî, bu şahıs hakkında Bağdat mürciesinden olup imanın tasdikten ibaret olduğunu söyleyenlerden olduğunu nakleder. Eş‘arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, I/140. Cehm b. Safvan'ın (v.128/746) görüşlerinden etkilenmiştir. İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, IX/350. Halku'l-Kur'ân hakkındaki görüşleri yüzünden Hârûn Reşîd ve Me'mûn devirlerinde takibata uğramıştır. Bkz. Hâtıb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XII/463. 375 Tam adı Abdurrahmân b. Keysân Ebu Bekr el-Esam olan bu zat, Mu‘tezile'nin büyük imamlarından olup "el-Makâlât" isimli bir usul kitabının sahibidir. Fakih, takva sahibi ve güzel konuşan birisi olduğu rivayet edilmektedir. Mu‘tezilenin Ebu Huzeyl el-Allâf tabakasındandır. Bkz. İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, III/427. 376 Tam adı İsmâîl b. İbrâhîm b. Mukassim Ebu Bişr el-Esedî olup annesine nispetle İbn ‘Uleyyye olarak tanınmıştır. Kûfeli bir fakihtir ve hadiste “sika sebt” kabul edilmektedir. Bk. İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, I/275; Polat, Selahattin, "İbn Uleyye", DİA, XX/428. 377 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Âmidî, el-İhkâm, II/414; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.278; Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/535; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437. 87 Başta Bişr el-Merîsî olmak üzere bu grubu oluşturan âlimler, furû konularını usûl konularıyla aynı konumda değerlendirerek fıkhî/ictihadî konularda da "Hak birdir, bu hakkı gösteren delil kat‘îdir ve hata eden günahkârdır." demektedir. Ona göre muhtî olan müctehid bazen ilahiyât ve nübüvvet konularında olduğu gibi küfre düşer, bazen Allah'ın ahirette görülmesi, Kur'ân'ın yaratılmış olduğu meselelerinde olduğu gibi dalâlete düşer, bazen de fıkhî konularda olduğu gibi sadece günah işlemiş olur. Merîsî'yi, kıyası kabul edenlerden Ebu Bekr el-Esam ve İbn ‘Uleyye gibi şahıslarla kıyası reddedenlerden378 İmâmiyye Şiâsı takib etmektedir.379 Dâvûd b. Alî'nin de (v.270/883) bunlar arasında olduğu rivayet edilmiştir.380 Bu grubun başlıca üç temsilcisi olan Bişr el-Merîsî, Ebu Bekr el-Esam ve İbn Uleyye arasında bazı fikir farklılıklarına temas eden ve bu üçünü kendi aralarında ayrıca tasnif eden usulcüler olmuştur. Bu tasnife göre Bişr el-Merîsî doğru hüküm üzerinde kat‘î delil bulunduğunu kabul etmekle birlikte hata eden günahkâr görmekte iken Ebu Bekr elEsam ve İbn ‘Uleyye böyle düşünmemektedir. Bu ikinci grup içinde Ebu Bekr el-Esam muhtî müctehidin yargı kararını bozmakta, İbn ‘Uleyye ise bozmamaktadır.381 Ca‘feriyye'nin (İmâmiyye) fıkıh usûlüne dair eserlerinde bulunan ifadeler incelendiğinde onların da "Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe"den oldukları anlaşılmaktadır: "Benim, kelamcıların, mütekaddim ve müteahhirûndan bütün hocalarımızın bu konudaki görüşü, Seyyid Murtazâ'nın tercih ettiği ve hocamız Ebu Abdullah'ın sahip olduğu görüş; hakkın bir olduğu, onun üzerine bir delilin bulunduğu ve kim buna muhalefet ederse onun muhtî ve fasık olduğudur."382 Nitekim Gazzâlî de (v.505/1111) İmâmiyye'nin ictihadında hata eden müctehidi günahkâr gördüğünü söylemektedir.383 Şüphesiz Caferîlerin bu görüşe eğilim göstermelerinde, kıyas ve ictihadı şer‘î bir delil olarak kabul etmemeleri384 etkili olmuştur. Yanılan müctehidi günah işlemekle itham etmelerinde etkili olan diğer bir husus ise, onların hiçbir asrın "sözü kat‘î delil olan masum 378 Kıyası reddedenler Nazzâm, İskâfî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Mu‘tezilenin bir kısmıdır. Dâvûd ez-Zâhirî kıyası reddetmekle beraber buna zorunlu olduğunu hissettiğinden dolayı başka bir isim altında (delîl) onu kabullenmiştir. Zerkâ, Mustafâ Ahmed, el-Medhalu'l-fıkhiyyu'l-âmm, I/169. 379 Cüveynî, Kitâbu'l-İctihâd, s.28; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361; Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.377. 380 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/311; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.503. 381 Sübkî, el-İbhâc, III/259. 382 Ebu Ca‘fer et-Tûsî, el-Udde fî usûli'l-fıkh, II/725-726. 383 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361. 384 Bkz. Karaman, Hayreddin, "Caferiyye", DİA, VII/7, 8. 88 bir imam"dan hali olmayacağına dair inançlarıdır. Onlara göre bu masum imamın görüşleri doğru, muhaliflerinin ki ise bâtıldır.385 Bazı eserlerde Zâhiriyye mezhebinin "muhtî müctehidin günah kazanacağı"na kail olduğuna dair yapılan bazı nakiller386, İbn Hazm'ın (v.456/1064) hataya düşen müctehidin ictihadı sebebiyle sevap kazanacağı (mecûr olacağı) hakkında kullandığı açık ifadeler387 göz önünde tutulduğunda doğru gözükmemektedir. B. Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe Doğru hükmü bulmak için gerekli çabayı gösteren ve ictihad selahiyetine sahip kişilerin yaptıkları ictihadlarda hata da etseler uhrevî açıdan sorumlu olmayacaklarını savunan İslam âlimleri şunlardır: 1. Meşhur Dört Mezheb İmamı ve Tâbileri a. Ebu Hanîfe (v.150/767) ve Hanefî Usulcüler Doğrunun tekliği/çokluğu tartışmasında görüşlerini tespit etmenin en zor olduğu kişi Ebu Hanîfe'dir. Daha önce zikredildiği gibi onun hakkında pek çok çelişkili ifade bulunmakla birlikte usulcüler arasında Ebu Hanîfe'nin Musavvibe'den olduğunu kesinliğe yakın bir dille öne sürenler de vardır.388 Ancak Hanefî mezhebine müntesip, muteber usulcülerin ve ilk dönem fukahânın beyanlarına başvurulduğunda onun müctehidin hata yapabileceği ve isabetli ictihadî çözümlemenin sadece bir tane olduğu görüşüne destek verdiği görülecektir. Faslı araştırmacı Ahmed er-Raysûnî, Ebu Hanîfe'nin Muhattıe'den olduğuna şu delilleri getirmektedir: 1) Serahsî (v.483/1090) ve Pezdevî (v.482/1089) gibi Hanefî usûlcülerin önde gelenleri ve bu bilimin öncüleri mezheplerine Muhattıe görüşünü izafe etmektedirler. Serahsî ve Pezdevî'nin bu konudaki sözleri su götürmez bir açıklıkla ictihadî görüşler içinde doğrunun tek olduğuna vurgu yapmaktadırlar. Adı geçen usûlcülerin kendi mezheplerinin görüşünü mezhep imamları olan Ebu Hanîfe'nin görüşüne muhalif şekilde bina ettikleri düşünülemez. Bu konuda diğer Hanefî usulcüler de zikredilebilir. Örneğin 385 Nizâmuddîn el-Ensârî, Fevâtihu'r-rahamût, II/379. Örneğin bkz. İbn Kudâme, er-Ravda, s.412; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/491; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/379. 387 İbn Hazm, el-İhkâm, II/65-66, 302. 388 Basrî, el-Mu‘temed, II/370; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260; a.mlf., et-Tebsıra, s.498; İbn Cüzey, Takrîbu'l-vusûl, s.197. Ayrıca bkz. Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502. 386 89 müteahhir Hanefî usulcü İbn Abdişşekûr (v.1119/1707), dört imamdan bu konuda nakledilen farklı görüşlerin doğru olanının hakkın tek olduğunu savunan Muhattıe görüşü olduğunu kaydetmiştir.389 2) İbnu'l-Hümâm (v.861/1456) gibi muhakkik bir Hanefî usulcünün ve onun şârihi olan İbn Emîri'l-Hâc'cın (v.879/1474) sözleri Ebu Hanîfe'nin bu konudaki görüşlerini ortaya koymaktadır: “Hakkında ictihad mümkün olan bir meselede Allah katında muayyen bir hüküm vardır ki, Allah bu hükmü aramayı vacib kılmıştır. Kim ona isabet ederse musîbtir, kim de isabet edemezse muhtîdir. Dört İmamın bu konudaki görüşü böyledir."390 3) Tasvîb görüşünü Ebu Hanîfe'ye nispet edenler onun “Bütün müctehidler musîbtir, Allah katındaki doğru ise tektir.” sözünü yanlış anlamışlardır.391 Yûsuf b. Hâlid es-Semtî (v.189/804), Ebu Hanîfe'nin sahâbîlere ait olan iki farklı görüş hakkında “İkisinden birisi hatadır, fakat günahı düşmüştür.” dediğini nakleder.392 Hatîb el-Bağdâdî (v.462/1069) Ebu Hanîfe'nin şu ifadesini nakletmektedir: "Bu sözümüz bizim görüşümüzdür. Bu güç yetirebildiğimizin en iyisidir. Kim bundan daha güzelini getirirse o doğruya bizden daha yakındır."393 İbn Abdilber'in (v.463/1070) verdiği bilgiye göre, Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî, Ebu Yûsuf, Îsâ b. Ebân, Muhammed b. Şucâ’ el-Belhî ve daha sonra gelen âlimlerden Ebu Saîd el-Berze’î, Yahyâ b. Saîd el-Cürcânî, Ebu'l-Hasen el-Kerhî, Ebu Bekr el-Buhârî gibi Hanefî fakihleri "Ebu Hanîfe'nin meşhur olan görüşü 'Allah katında doğrunun tek olduğu' görüşüdür" kanaatine sahiptir.394 Cüveynî (v.478/1085), Ebu Hanîfe'den gelen sahih rivayete göre onun şöyle dediğini nakleder: "Bütün müctehidler ictihadlarında musîbtir, fakat birisi hakkı bulmuştur, diğerleri yanılmıştır."395 Şevkânî (v.1250/1834), Ebu Hanîfe'den gelen iki farklı nakilden tahtıenin râcih olduğunu söylemektedir.396 Ayrıca Hanefî mezhebine ait birçok fetva ve ictihaddan mezhep içinde genel kabul gören eğilimin Muhattıe olduğu yorumu çıkarsanmaktadır. Örneğin mezhep kitaplarında 389 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/381. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/389 391 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.206-207. 392 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/164. 393 Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII/352. 394 İbn Abdilber, a.e., I/147. 395 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.30. 396 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.436. 390 90 "Cemaatle namaz kılan kişiler kıblenin yönü hakkında farklı görüşlere sahip olsa, imamın yanlış yöne döndüğü kanaatine sahip olan kişinin namazı fâsid olur" fetvası yer almaktadır. 397 Ebu Hanîfe'nin, benimsemediği bazı ictihadlar için "zulm" kelimesini kullanması da onun Muhattıe'den olduğuna gerekçe olarak gösterilmektedir.398 Bu belirlemelerden sonra Hanefî kaynaklarda geçen şu yaklaşımlar daha açık anlaşılacaktır: aa) “Her Müctehid Musîbtir, Allah Katında Doğru İse Tektir” Sözünün Anlamı Ebu Hanîfe'nin "Her müctehid musîbtir, Allah katında doğru ise tektir"399 şeklindeki meşhur sözünü Yûsuf b. Hâlid es-Semtî'ye (v.189/804)400 hitaben söylediği rivayet edilmektedir.401 Hanefî usulcüler tarafından bu sözün açıklaması şu şekilde yapılmıştır: “Her müctehid musîbtir.” yani müctehid doğru hükme isabet etmek için olanca gayretini sarfederek sevap kazanır. “Allah katında doğru ise tektir.” yani doğru/hak Allah katında tek olup müctehid tek olan bu hükme isabet edebilir ya da yanılabilir...402 "Her müctehid musîbtir, Allah katında doğru ise tektir." cümlesi "Allah katındaki doğruda muhtî olan müctehid gerçekleştirdiği ictihad eyleminde musîbtir." şeklinde anlaşılmalıdır.403 ab) İbtidâen-İntihâen Hata Tartışması Hanefî usulcüler ictihadıyla doğruyu bulamayan müctehid hakkında ikiye ayrılmışlardır. Bir kısmı hata eden müctehidin hem ibtidâda (başlangıçta) hem de intihâda (sonuçta) hata ettiğini, bunun manasının da hem delilde hata ederek ibtidâda, hem de sonuçtaki hükümde hata ederek intihâda hata ettiğini savunmuşlardır. Diğer bir kısım Hanefîler ise hata eden müctehidin ibtidâda musîb olup intihâda muhtî olduğuna kanaat 397 398 Pezdevî, el-Usûl, IV/45; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.289. Pezdevî, a.e., IV/43-44. "54 واdا5 ' ? ّ 5> وا75E ﻡ5 ّ ﻡ5 " آEbu Hanîfe'ye ait bu sözün kaynağı için bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407; Abdulaziz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/34; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/391; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/381. 400 Tam adı Ebu Hâlid Yûsuf b. Hâlid b. Ömer es-Semtî'dir. Ebu Hanîfe'nin görüşlerini Basra'ya götüren fakihtir. Cehmiyye mezhebinin önde gelenlerinden olup, "et-Tecehhüm" adlı kitabı vardır. Adlî vesikalar hakkında ilk kitap yazan kişidir. Bkz. Mizzî, Tehzîbu'l-kemâl, XXXII/421; Zehebî, el-Kâşif, II/399; ‘Ukaylî, edDu‘afâu'l-kebîr, IV/453. 401 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/536. 402 İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/381. 403 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407. 399 91 getirmişlerdir.404 Usulcüler ictihad ehliyetine sahip olan her müctehidin nefsü'l-emirdeki hükme isabet etmekle ya hakikaten veya ictihad fiilini gerçekleştirmekle ya hükmen her durumda ecir kazanacağını ve Allah'ın dileğine uygun hareket ettiklerini ifade etmek için böyle bir kavramsal tartışma geliştirmişlerdir. Hanefîler arasındaki bu görüş ayrılığına ilk temas eden Pezdevî'dir (v.482/1089)405 ve kıvılcımını Ebu Hanîfe'nin yukarıda zikri geçen sözü atmıştır.406 Molla Hüsrev (v.885/1480) tartışmayla ilgili olarak "Hata eden müctehid ibtidâen musîbtir. Çünkü her açıdan yanılgıya düşen kişi sevap kazanamaz. Müctehid azap da görmez, çünkü mazûr olmanın ötesinde ecir kazanır. Fakat doğruya ulaştıran yöntem açık ise bu müctehid (ihmali sebebiyle) hatasından sorumludur"407 demektedir. Büyük Hanefî âlimi Kemâleddîn İbnu'l-Hümâm (v.861/1456) ibtidâen-intihâen hata şeklindeki ayırımın sözde bir tartışma olduğunu, gerçekte bu ihtilafın tahakkuk etmediğini ve âlimler arasında bu konuda görüş ayrılığının olamayacağını şu ifadelerle belirtmektedir: "Böyle bir ihtilaf gerçekte vaki değildir. Zira müctehid, ictihad etmekle mükelleftir, dolayısıyla müctehid ictihadın ibtidâsında (başlangıcında) hata değil, emre imtisal etmiştir. Emre imtisal ise hiçbir şekilde hata olamaz, bunun hata olduğunu akıl sahibi hiçbir kimse söyleyemez. Eğer 'İctihadın başlangıcında delil açısından hata etmiştir.' sözünden maksat 'İctihadın bazı şartlarını yerine getirmemesi sebebiyle hata etmiştir.' demek ise buna hiçbir âlimin itirazı olmayıp üzerinde görüş birliği edilmiş bir meseledir."408 İbnu'l-Hümâm'ın tartışmanın lafzî (sözde) bir tartışma olup aslında her iki tarafın da aynı şeyi söylüyor olduğu şeklindeki iddiası, tartışmayı ilk başlatan "Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe" için doğrudur. Eğer ibtidâen-intihâen hata tartışması bu ekolün dışına çıkarılıp tasvîbu'l-müctehidîn meselesini bütünüyle kapsayacak şekilde tatbik edilecek olursa bu durumda ortaya üç ayrı görüş çıkmaktadır: a. Hata eden müctehid hem ibtidâda hem de intihâda hata etmiştir. Bunu söyleyenler "Muhtî müctehid mazur değildir, aksine günahkârdır." diyenlerdir. 404 Pezdevî, el-Usûl, IV/32, 48; Seyyid Bey, Medhal, s.189. Abdulazîz Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32. Pezdevî'nin tercihi de muhti müctehidin ibtidâda musîb olup intihâda muhti olduğudur. Pezdevî, el-Usûl, IV/32. 406 Bkz. İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279; Abdulazîz Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32-33. 407 Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/467. 408 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/391. 405 92 b. Hata eden müctehid hem ibtidâda hem de intihâda isabet etmiştir. Çünkü müctehid her durumda musîbtir, hata etme durumu söz konusu değildir. Bu görüş Musavvibe'ye aittir. c. Hata eden müctehid ibtidâen isabet etmiş fakat intihâen hata etmiştir.409 Bunlar da Hata Eden Müctehidi Mazûr Gören Muhattıe'dir. Bu son iki gruba Seyyid Bey (v.1925) şöyle temas etmektedir: "Eğer nefsü'l-emre nazaran ındallâh hak müteaddittir denilecek olursa bu surette her müctehidin ibtidâen de intihâen de musîb olması lazım gelir. Yok eğer nefsü'l-emre nazaran ındallâh hak vahiddir denilir ise bu takdirde her müctehid ibtidâen musîb olmakla beraber nefsü'l-emirde sabit olan hakka isabet eden müctehid intihâen de musîbtir. İsabet etmeyen müctehid de intihâen muhtîdir."410 Özetle müctehidin musîb olması Muhattıe'ye göre ibtidâda ictihad eylemiyle gerçekleştirdiği doğru tutum açısından izafi, Musavvibe'ye göre ise hem ictihad hem de sonuç açısından isabet ettiği için hakikîdir.411 Hata eden müctehidin ibtidâen musîb, intihâen hatalı olduğunu söyleyenler müctehidin hata etse de hasene kazanacağını ifade eden hadisleri, Enbiyâ Sûresi 78-79. âyetler ve Bedir savaşıyla ilgili Enfâl Sûresi 68. âyeti delil olarak öne sürmektedir.412 Hata eden müctehidin hem ibtidâda hem intihâda hata ettiğini söyleyenler ise "İctihad hükme ulaştıran yoldur, ictihadda musîb olup da maksud olan hükme ulaşmaması düşünülemez." noktasından hareket etmekte ve bu gerekçeyi delil getirmektedir.413 Bu tartışma genellikle ve ilk olarak Hanefi mezhebine mensup usulcüler tarafından söz konusu edilse de, Şîrâzî (v.476/1083) ve Teftâzânî (v.793/1390) gibi bazı Eşarî-Şâfiî usulcüler de bu tartışmaya eserlerinde değinmiştir. Şîrâzî'ye göre, Şâfiîlerin kimisi "Muhtî müctehid hem ictihadda hem hükümde hata eder, kimisi ise muhtî müctehid hükümda hata etse de ictihadda musîbtir." demektedir.414 Teftâzânî ise bu tartışmada hata eden müctehidin sadece intihâen hata ettiği görüşünü tercih etmektedir.415 İbn Süreyc 409 Bu noktada, "Müctehid ictihadında hata edip hükümde isabet edebilir" diyen olmamıştır. Ebu'l-Hüseyn elBasrî, el-Mu‘temed, II/371. 410 Seyyid Bey, Medhal, s.223. 411 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/68-69; Alvân, el-İctihâd ve davâbıtuhû inde'l-İmâmi'ş-Şâtıbî, s.208. 412 Bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.411-412; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/467. 413 Şîrâzî, a.e., II/1049. 414 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260. 415 Teftâzânî, et-Telvîh, II/118. Teftâzânî'ye göre "Hâkim ictihad eder de isabet ederse iki sevap, hata ederse bir sevap vardır" şeklindeki hadis muhtî müctehidin sadece ibtidâda isabet ettiğine delildir. Hadiste sevap, ikili birli taksim edilmiş, musîb olan iki yerde isabet ederek iki sevap almış, hata eden ise sadece bir yerde isabet etmiştir. O da bir sevaba hak kazanmıştır. Teftâzânî, a.e., II/120. 93 (v.306/918), muhtî müctehidin ibtidâda (ictihadda) musîb olduğunu söylemesinin altında yatan temel faktörün onun müctehidi sadece ictihad ve hakkı aramakla mükellef tutması olduğu söylenmiştir.416 Böylelikle ibtidâ ve intihâda hata tartışmasının müctehidin ictihaddan önce ne ile mükellef olduğu tartışmasıyla yakından ilgili olduğu da ortaya çıkmış olmaktadır. ac) Ebu Yûsuf (v.182/798) ve Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî'nin (v.189/805) Görüşleri Bazı usul eserlerinde "Müctehid eşbehi aramakla sorumludur." görüşü İmam Muhammed ve Ebu Yûsuf'un temayül ettiği görüştür"417 şeklinde bilgiler yer almaktadır. Şah Veliyullah ed-Dehlevî (v.1176/1762), Ebu Yûsuf, Muhammed ve İbn Şurayh'ın Musavvibe'den olduğunu söylemektedir.418 Ebu Yûsuf ve İmam Muhammed'in "eşbeh" ile kastettikleri şey, tahkîk-i menatta en kuvvetli (müessir) olduğuna kanaat getirilen illettir. Müctehid bu illeti bulmaya çalışır ve bununla mükelleftir. Eşbeh niteliği taşıyan bu illeti bulan müctehid musîb olup diğerleri muhtîdir.419 Ebu Zeyd ed-Debûsî (v.430/1039) "Eşbeh" görüşüne atfen "Bu görüş ifrattefrit arasında orta yolu tutan görüştür. Aynı zamanda bu görüş müctehidi kendi ictihadında musîb, Allah katındaki hükümde muhtî kılan 'eşbeh' görüşüdür."420 diyerek "eşbeh" kelimesi ile Musavvibe'nin alt dalı olan eşbeh'ten farklı bir manayı murad etmektedir. Ebu Yûsuf ve İmam Muhammed'in Eşbeh ya da Musavvibe görüşünde olduklarını nakleden rivayetlerin Debûsî'nin bu ifadelerine dayanması ihtimal dâhilindedir. Ebu Yûsuf ve Muhammed'in ictihadda yanılmanın mümkün olacağı ve müctehidin hata yapabileceği görüşünü benimsediklerine dair bir çok delil zikredilebilir. Ebu Yûsuf'tan nakledilen "Her ne kadar hak birinde olsa da bütün müctehidler musîbtir" sözü421 Ebu Hanîfe'nin daha önce zikri geçen sözüyle paralellik arz etmektedir. 416 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1049-1050. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.260; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.30; Sübkî, el-İbhâc, III/259; Seyyid Bey, Medhal, s.196. 418 Veliyyullâh ed-Dehlevî, Ikdu'l-cîd, s.32. 419 Sübkî, el-İbhâc, III/259. İmam Muhammed'in kıyastaki illeti ifade için eşbeh kavramını kullandığına dair bkz. Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, el-Hücce, III/193. 420 Sem‘ânî, a.e., II/310. 421 İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/391; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.436. 417 94 İmam Muhammed mülâane ile ilgili olarak "Bir hâkim üç liânla karı-kocayı ayırsa yargısı geçerli olur, fakat sünnette hata etmiştir. Verdiği yargı kendi hakkında doğrudur, Allah katındaki doğruyu ise bulamamıştır" demektedir.422 İmam Muhammed'in birçok sefer "Bir hâkim kendi görüşüyle fukahanın ihtilaf ettiği bir konuda hüküm verse bu herkes hakkında geçerli hale gelir. Her ne kadar Allah katındaki doğruya aykırı karar verdiğini bilseler de, bu karar ona muhalif olanlarca da bağlayıcı bir hükümdür." dediği de nakledilmektedir.423 Mâverdî (v.450/1058), Ebu Hanîfe'nin "Bütün müctehidler, her ne kadar hak tek birinde olsa da musîbtirler. Kim o hakkı bulursa Allah katında ve hüküm açısından isabet etmiş olur; kim de hakkı bulamazsa Allah katında hataya düşmüştür, fakat hüküm açısından isabet etmiştir." görüşünde olduğunu, ayrıca Ebu Yûsuf ve Hanefî mezhebinin Irak ekolünün konu hakkındaki görüşlerinin Ebu Hanîfe'nin görüşüyle örtüştüğünü kaydeder.424 İzmirli İsmail Hakkı da (v.1366/1946), Ebu Hanîfe'nin talebelerinin Muhattıe görüşünü benimsediğini söylemektedir.425 Hanefî mezhebinin kurucu imamlarının kanaatlerini böylece tespit ettikten sonra mezhebin meşayih âlimlerinden ikisinin görüşlerini de bu arada berraklaştırmak yerinde olacaktır. Bunlar da Mâturîdî ve Kerhî'dir. Ebu Mansûr el-Mâturîdî'nin (v.333/944) ictihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışmasında nasıl bir eğilime sahip olduğu konusunda verilen bilgiler azdır. Kuraşî (v.775/1373) "Tabakâtu'l-Hanefiyye"de İmam Mâturîdî ile yine Mâturîdî disipline mensup âlimlerden Alî b. Saîd Ebu'l-Hasen er-Rüsteğfenî (v.345/956) arasındaki ihtilaftan söz ederken Alî b. Saîd'in Ebu Mansûr el-Mâturîdî'ye muhalif olarak "müctehidin her halükârda ictihat ettikten sonra musîb olacağı" görüşünde olduğunu ifade etmektedir.426 Bu rivayetten anlaşıldığına göre Mâturîdî, müctehidin ictihadî konularda her zaman musîb olmayacağı görüşüne sahiptir. Ebu Mansûr'un Muhattıe'den olduğu konusunda aykırı rivayet bulunmamakla beraber onun görüşü hakkında yapılan nakillerin teferruatında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin bazı usulcüler Ebu Mansûr el-Mâturîdî'nin "Hata eden müctehid 422 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407; Pezdevî, el-Usûl, IV/44; Serahsî, el-Mebsût, V/51; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'ledille, II/309-310. 423 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407. 424 Mâverdî, Edebu'l-kâdî, II/514. 425 İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s.256. 426 Kurâşî, Tabakâtü'l-Hanefiyye, I/310,363. 95 hem ibtidâen hem intihâen muhtîdir.” diyen kişilerden olduğunu söylemiştir.427 Diğer bazı usulcüler ise onu "Doğru olan görüşe kat‘î delil vardır ve hata eden müctehidin yargısı bozulur." diyen Muhattıe grubundan saymıştır.428 Muhattıe-Musavvibe tartışmasında görüşleri hakkında şüpheler bulunan ve farklı rivayetlere konu edilmiş diğer bir Hanefî fakihi ise Ebu'l-Hasen el-Kerhî'dir (v.340/951). Ebu İshâk eş-Şîrâzî (v.476/1083), "Şerhu'l-lüma'"429 ve "et-Tebsıra"da430, Ebu'lHattâb el-Kelvazânî (v.510/1116) "et-Temhid"inde431 Ebu'l-Hasen el-Kerhî'nin Musavvibe görüşünde olduğunu iddia etmektedirler. Cüveynî (v.478/1085), bazı rivayetlere göre Kerhî'nin, Eşbeh kavlini benimsediğini kaydeder.432 İmameyn'e ait görüşleri incelerken gördüğümüz çelişkili durum Kerhî (v.340/951) için de söz konusudur. Yani Kerhî hakkında iddia edilen Eşbeh görüşü Musavvibe'nin alt dalı olan Eşbeh kavli değildir. Bunu Kerhî'nin hem kendi sözleri hem de hakkında söylenenler teyit etmektedir. Mesela Ebu'l-Hattâb el-Kelvezânî (v.510/1116) ona şöyle bir cümle atfetmektedir: “Mezhep imamlarının hepsi Allah'ın mükellef kıldığı hükme bütün müctehidlerin isabet ettiği ve Allah katında doğrunun tek olduğu, bu doğrunun da eğer hakkında nas konulsaydı bunun üzerine konurdu denilebilecek eşbeh hükümden ibaret olduğu kanaatindedir.”433 Ayrıca Kerhî'nin şöyle dediği nakledilmektedir: “Mezhebimizin bütün âlimleri müctehidlerin Allah'ın onlara mükellef kıldığı hükme isabet ettiği fakat doğrunun sadece birinde olduğu, bunun da eşbeh olan hüküm olduğu kanaatindedir”434 "Bütün müctehidler mükellef oldukları Allah'ın hükmüne isabet etmiştir, lâkin müctehidlerin görüşleri içinde doğru olan tektir."435 427 Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.80; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.289; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/467; İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/390. 428 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/34. 429 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1049. 430 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.498-499. 431 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/314. 432 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.65. 433 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/314. 434 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/419; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/314. 435 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/357. 96 Buradaki "eşbeh"ten kastedilenin Mu‘tezile'deki Eşbeh kavli olmadığı anlaşılmaktadır. Onun Eşbeh ile kastettiği en kuvvetli illettir. Bu durumda Kerhî'nin görüşü tahtıe eğilimiyle örtüşmektedir.436 Zerkeşî (v.794/1391), Kerhî'nin "Bütün müctehidler musîbtir ve araştırılması istenen eşbeh bir görüş vardır; onu bulan isabet etmiş, bulamayan da -ictihadında musîb olarak- hata etmiştir" görüşünde olduğunu kaydetmektedir.437 Kerhî'nin "teâruzu'l-edille"yi kabul etmesi438 onun Muhattıe taraftarı olduğunun diğer bir kanıtıdır. Hanefi mezhebinde fıkıh usûlüne dair eser kaleme almış olan önemli isimlerden bazılarının konu ile ilgili sözleri şöyledir: Ebu Zeyd ed-Debûsî (v.430/1038) "Âlimlerimiz şöyle dediler: Allah katındaki doğruda muhtî olan müctehid, yaptığı ictihad eyleminde musîbtir. İctihad sonucu ulaştığı hükme bağlı olarak gerçekleştirdiği bu fiiller sanki Allah Teâlâ katındaki doğruya isabet etmiş gibi şer‘an sahîhtir."439 Fahrulislâm el-Pezdevî (v.482/1089) "Müctehid hata da eder doğru da… Mu‘tezile ise 'Bütün müctehidler musîbtir.' demektedir. Netice olarak doğrunun tek ve çok olması ihtilaf konusu olup bize göre doğru tektir."440 " 'Hak tektir' derken kastettiğimiz şey müctehid bazen isabet eder bazen de hata..."441 Şemsüleimme es-Serahsî (v.483/1090) "Böylelikle Mu‘tezile'nin 'Bütün müctehidler gerçekteki doğruya isabet etmiştir' şeklindeki görüşlerinin yanlışlığı ortaya çıkmaktadır."442 “Mezhebimize göre müctehid hata da yapar doğru da… Ondan daha kuvvetli bir delil bulamayıp, neticede hatasına 436 Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/330; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/371. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/532. 438 İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.280. 439 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.407. 440 Pezdevî, el-Usûl, IV/30-32. 441 Pezdevî, a.e., IV/38. 442 Serahsî, el-Usûl, I/127. 437 97 vakıf olmadığı sürece bu hatasıyla amel konusunda mazûrdur.”443 "Müctehid bazen isabet eder, bazen de hata eder."444 Kemâlüddîn İbnu'l-Hümâm (v.861/1456) "Muhtar olan görüş, aranması vacib olan bir hükmün varlığıdır ki kim buna isabet ederse musîbtir, kim de isabet edemezse hata etmiştir. Dört İmam'dan nakledilen görüş de budur."445 Muhibbullah b. Abdişşekûr (v.1119/1707) “Muhtar olan görüş Allah katında muayyen bir hükmün varlığıdır ki Allah müctehide bu hükmü bulmasını vacib kılmış ve ona dair deliller koymuştur; kim ona isabet ederse iki ecir, kim de isabet edemeyip hata ederse bir ecir kazanır.”446 Mehmed Seyyid Bey (v.1925) Seyyid Bey "Allah katında doğru taaddüt eder mi?" sorusuna iki açıdan bakmak gerektiğini belirtir; 1. Müctehidin mükellefiyeti, 2. Nefsü'l-emr açısından. Birinci açıdan "Hak müteaddittir." denilebilir. Çünkü her müctehid üzerine düşen görevi yaparak sorumluluktan kurtulmaktadır. İkinci açıdan ise "Zamanlar, mekânlar, şahıslar veya cihet-i nazarlar başka başka olunca hak taaddüt edebilirse de bunlar müttehid olunca hak taaddüt etmez... Bir mesele-i ictihadiyede hakkın vücudunu inkar etmek taaddüdünü iddia etmekten ehvendir."447 demektedir. İzmirli İsmail Hakkı (v.1946) "Zikrolunan ârây-ı muhtelifeden rey-i râcih şudur: Cenab-ı Hak indinde her vâkıanın hükm-i muayyeni vardır. O hükme delil nasbolunmuştur. Kim ki delile zaferyâb 443 Serahsî, a.e., II/14. "7Eء و! یRC+ " ا ! یSerahsî, a.e., II/131. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/389. 446 İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/380-381. 447 Seyyid Bey, a.e., s.222-224. 444 445 98 olur ise musîb olur, kim ki bezl-i cehdden sonra delile zaferyâb olamaz ise muhtî olur, ictihadından dolayı müsâb olur, vizr-i hatası merfû olur."448 b. İmam Şâfiî (v.204/819) ve Şâfiî Usulcüler Şâfiî'nin "tasvîbu'l-müctehidîn" meselesindeki değerlendirmeleri diğer bütün âlimlerin bu konudaki görüşlerinden daha dikkatli incelenmelidir. Hatta Ahmed erRaysûnî'ye göre Dört İmam'dan diğer üçünün görüşleri bile iki sebepten dolayı bu kadar önem arz etmez: 1. İmam Şâfiî'nin usulcülerin önde geleni ve usul âlimlerinin en büyüğü olması, 2. Konuyla doğrudan ilgili, tafsilatlı ve kesin ifadeler içeren beyanatının bulunması.449 Şâfiî'nin Muhattıe-Musavvibe tartışmasında nasıl bir tavır sergilediği ve hangi görüşü tercih ettiği hakkında üç farklı rivayet topluluğu vardır450: a. İki görüşü de nakleden çelişkili rivayetler. Râfiî'nin rivayeti bunun örneğidir. Bunlardan hangisinin daha doğru olduğu hakkında değişik fikirler öne sürülmüştür. b. Muhattıe'den olduğunu nakleden rivayetler. Ebu Alî et-Taberî, Ebu't-Tayyib etTaberî, Ebu İshâk el-Mervezî, Ebu İshâk el-İsferâyînî, Ebu İshâk er-Râzî gibi alimler, Şâfiî'nin Muhattıe'den olduğunu söylemişlerdir. c. "İllet" kıyası ile "şebeh" kıyasını birbirinden ayıran rivayet. Bunu İlkiyâ elHerrâsî olarak Ebu'l-Hasen et-Taberî (v.504/1110) nakletmiştir. "İllet" kıyasından kastedilen şey, makîsun aleyh olan aslın tek olduğu kıyas türü, "şebeh" illeti ise aslın birden fazla olduğu kıyas türüdür. İlkiyâ, Şâfiî'nin illet kıyasında doğrunun tek olduğu, şebeh kıyasında ise birden fazla olabileceği şeklindeki görüşünü nakletse de Zerkeşî (v.794/1391) bu rivayetin Şâfiî'nin öğrencileri arasında bilinmediğini kaydetmektedir.451 Mezkûr rivayetlerden hangisinin doğru olduğunu tespit için konuyla ilgili Şâfiî'nin kendi ifadeleri ve onun mezhebine mensup usulcülerin ifadelerine müracaat etmek gerekmektedir. Bu bağlamda Cüveynî'nin (v.478/1085) İmam Şâfiî'den gelen bu konuyla ilgili kendisine ait bir metnin olmadığını iddia etmesi452 isabetli görünmemektedir. 448 İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s.256. Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.208; Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû inde'l-İmâmi'ş-Şâtıbî, s.193. 450 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/536-537. 451 Zerkeşî, a.e., IV/538. 452 Cüveynî, Kitâbu'l-İctihâd, s.29. 449 99 Örneğin Şâfiî ictihadda yanılmayla ilgili olarak; "Savâb ve hata kelimelerinin manası nedir?" sorusuna deriz ki: "Bu durum istikbal-i kıbleye453 benzer; tam olarak onu gören isabet etmiş olur, onu göremeyen ise ister yakın isterse uzak olsun onu araştırır. Dolayısıyla kimileri isabet, kimileri ise hata eder."454, "Biz biliyoruz ki kıble tayininde farklı yönleri bulan iki kişi Kâbe'yi bulmak amacıyla yaptıkları ictihadları ile musîb olsalar da Kâbe'nin kendisine isabet etmiş olamazlar, 'İctihadda ikisi de musîbtir.' denemez. Şahitlik ve diğer konularda anlattıklarımız da böyledir."455 demekte, “Müctehidlerin ictihad ettiği bir konuda Allah katında hakkın durumu nasıldır?” sorusuna “Bize göre bu ictihadi sonuçlardan hepsinin değil sadece birinin hak olduğu bir gerçektir. Zira Allah'ın ilmi, ahkâmı ve herkes hakkındaki bilgisi eşittir. Çünkü sırlar ve aşikâr şeyler onun yanında farklılık göstermez.”456 cevabını vermektedir. Ayrıca "el-Ümm"de söylediği şu ifadeler onun konu hakkındaki görüşlerine ışık tutmaktadır: “Müctehidlerin ictihad ettiği bir konuda hakkın Allah katındaki durumu nedir? diye birisi sorsa, ona şöyle cevap verilir: “Böyle bir konuda Allah katında sadece birisinin hak olmasından başkası caiz değildir. Yine de Allah daha iyisini bilir. Zira Allah'ın yanında gizli ve açık şeylerin eşit olması sebebiyle O'nun ilmi ve ahkâmı tektir ve her şey hakkındaki ilmi aynı düzeydedir. 'İctihad ehliyetini haiz olan ve kitap-sünnete kıyasta bulunarak ictihad eden kişiler ihtilaf ederler mi, onlar için ihtilaf mümkün müdür?' ya da onlar için 'ihtilaf etseler de hepsi musîbtir, hepsi muhtîdir veya bir kısmı musîb bir kısmı muhtîdir' denilebilir mi? diye sorulsa cevaben şöyle denilir: İhtilaf ettikleri ve muhtemel bir görüşe kail oldukları bir 453 Kıble örneği, tartışmanın anlaşılması için usûlcüler tarafından en sık kullanılan örnektir. Şehirden uzak ve Kıble'nin bilinmediği bir mekânda namaz kılmak isteyen kişilerden her birisi Kıble'nin yönünü tayin için elinden geldiği ölçüde, yıldız gibi doğal göstergelere bakarak araştırma yapar ve herkes doğruluğuna inandığı yöne doğru namaz kılar. Muhattıe, kıble tayini için yapılan bu araştırmada belirli bir nesnenin (Kâbe'nin) varlığı, bir yöne doğru namaz kılan kişinin başka tarafa yönelen kişilere uymasının caiz olmadığı ve doğru yön olduğuna inandığı tarafa doğru namaz kılmasının gerekliliğinden hareketle kendi görüşünü izah etmeye çalışmaktadır. Musavvibe ise bu örneği kullanırken, kıble yönünü arayan herkesin araştırma sonucu vardığı karara göre hareket etmesi gerektiği, ictihadıyla farklı yönler tespit eden kişiler için tespit ettikleri bu yönler onlar için kıble hükmündedir, farklı yönlere doğru da namaz kılsalar herkesin namazının sahih olduğundan hareket etmektedir. Kıble meselesinin tartışmayla bağlantısının zayıf olup bazı yönlerden benzerliğinin olmadığı da dile getirilmiştir. Örneğin Kıble'ye yönelmekle asıl kastedilen Kâbe'nin kendisi değildir. İctihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışmasında ise Muhattıe'ye göre müctehidin aradığı şey muayyen bir nas ya da hükümdür. Gazzâlî, el-Menhûl, s.569. Kıble örneği için bkz. Şâfiî, er-Risâle, s.23, 34, 489, 497, 501; Debûsî, Takvîmu'ledille, s.408; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.624; İbn Kudâme, er-Ravda, s.416; Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4060; Teftâzânî, et-Telvîh, II/118; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/465. 454 Şâfiî, er-Risâle, s.497. 455 Şâfiî, a.e., s.498. 456 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, II, 85. 100 durumda eğer ictihad ehliyetini haiz ise bu müctehidlerden hiç birisi için 'mutlak olarak hata etti' denilmesi uygun değildir. Bilakis bu müctehidlerden her birisi için şöyle denilebilir: Hepsi kendilerine yüklenen görevi yerine getirdiler ve bu noktada musîbtirler; hiç kimsenin muttali olamayacağı ğaybı bilme ile mükellef tutulmadılar. "Bu konuyu örneklendir!" denilirse şöyle deriz : Gaybî bilgiye ulaşma konusunda mescid-i haramdan ve namazda ona yönelmekten daha güzel örnek olamaz. İki adam iki farklı yöntemle yıldızlara, rüzgâra, güneş ve aya bakarak ictihad etseler, birisi bir yöne ötekisi de arkadaşının müteveccih olduğu yönden başka bir yöne doğru kıble tespitinde bulunsalar bu durumda bu iki kişiden her birisi tespit ettiği yöne doğru namaz kılar, kendi tespit ettiği yönden farklı bir yön ise arkadaşının ictihadına tâbi olmaz. Bu iki kişiden hiçbirisi Beytullah'ın bizzat kendisine isabetle de mükellef değildir, çünkü onu görmemektedirler ve kıbleyi bulmaya yarayan delillerle kıbleyi bulup ona yönelme konusunda üzerlerine düşeni yaptılar.' Birisi bu noktada şöyle bir soru sorsa: 'O zaman hata kelimesi onlardan birisi için kullanılması gerekir?!' Cevaben şöyle deriz: Sorumlu oldukları görevi yerine getirme noktasında 'hatalıdırlar' denilemez fakat Beytullah'ın bizzat kendisine isabet noktasında denilebilir. Çünkü Kâbe iki farklı yönde bulunamaz. 'Peki o zaman hata ile emre itaat etmiş olur (Hata ile itaat nasıl beraber bulunur?)' diye sorulursa, ona cevaben de şöyle deriz: Mükellef olduğu ictihadın şartlarını yerine getirdiği için savab ile emre itaat eden müctehid gibi olur. Böylece bu hata ile günah kazanmamış olur, zira gözden ırak olan bir şeyin bizzat kendisine isabetle mükellef tutulmadı; isabetle mükellef tutulmayınca bu şeyin bizzat kendisine isabet etmemesi durumunda hata da üzerine lazım gelmez.” 457 Diğer taraftan usulcülerin İmam Şâfiî'nin tartışma çerçevesinde sahip olduğu görüşler ve musîbin tek olduğu (tahtıe) fikrini savunduğu ile ilgili birçok ifadeleri bulunmaktadır. Bunlardan bazıları: 457 Şafi‘î, el-Ümm, VII/317-318. K50 ?5> ن ا53 أن ی- =8' اR/ ﺕd وا- ' ﻥK0 ی ز: : ! ؟d ' اK0 ?> اY اون آK0 ﻡ اﺝU أرأی: ! ن !لf0 نf50 اء5 ﺱaؤ5 ﺙ54 54 وا53; K58' وأنa5 ' *ﻥ/ وا$ا$ﺱ اء ا: 4 واKﻡ34 وﺝ واk' d= ا/ ن1 : ا4 وا: إK8 آd' ا ن او5HC+= أوﻡ58< ن آ5E ا ﻡ5 إن اﺥ: =5 ل5ﺥ*ف ؟ أوی:= ا/ ن وی8+ب أوﺱ ه ی3ى8' @0 أن یK ﻡ: ! : K5 ل5ه< ﻡ>* ان یp ﻡ7ﺝد وذه: اK ا إن آن ﻡ8 ﻡ = إن اﺥ4 واR8' ی ز: : ! ؟7E= ﻡo/; وGC+= ﻡo/< 5^0 : 5! ن !لf0 4 أK8' ,8Cي = یp ا76= ا8' Y83 و= یb0 وأﺹبY8 آ0 ع9 ! أ: = ﻡ4 واq یل3 و8C ﻡBCأﺥ ح5ی$ م وا5; ن5' ی$C5; *ن5 رﺝ5ذا اﺝf50 K<ام واﺱ$> ' ا ا76 ﻡ اK8' ﻡ^ل أدل: : ! Hا ﺵp ﻡ هb b85E أن ی5 ﻡ4 آ واR8' آنK<4 رأى ﺹt4 ' 0$> ﻡ8<ه ا4 ورأى أK ﻡﻡ ﻡ8<ه ا4أى أ$0 $وا(@ وا 5 ﻡ54 واY83 و= یK إa اﺝدK<4 ﻡ أدى ﺹ$u R إa اﺝدK<4 ﻡ أدى ﺹ$u R إa اﺝدa إذا أداK<4 ﺹ,< ی:ى و$ یt4 *50 Y58 آ50 5 أﻡ: ! BC+ه اﺱ= ا4م أk80 : ! نf0 K8' :; K إK ﻡ ا ﺝY8 و! أدى ﻡ آaا$ ی: Kﻥ1 U<ﺹ اب ' ا 5 ﻡY58 آ5 اب5E; 5/C ن ﻡ53 ی5 ﺝه5^ا ﻡp5 ه: 5! B5C+; 5/Cن ﻡf50 5 ﺝb50 ن53 ی: U5<ن ا1 =/ 50 U< ' اBCوأﻡ ﺥ K ' ﺹ ابK8' / ﻡ = یBC ﺥK8' 3 = یK; ﺹ اY83ذا = یf0 K ' / ا76 ﺹ اب اY83 إذ = یBC+; =ﺙv $uﺝد و:ا 101 Müzenî (v.246/877) “Mâlik, Leys b. Sa‘d'ın görüşü ‘Hakkın ictihadî görüşlerin birinde’ olduğudur. Şâfiî mezhebinde eser telif etmiş müteahhirûn-mütekaddimûn fakihlerin hepsi bu görüştedir. Ebu Bekr b. Mücâhid, Ebu Bekr b. Fûrek, Ebu İshâk elİsferâyînî gibi Eşarî âlimler de bu görüştedir” demektedir.458 Meşhur Şâfiî usulcü Şîrâzî (v.476/1083) "Şâfiî'nin bunun (Muhattıe) dışında bir görüşü yoktur."459 demekte ve ictihadî meselelerde doğrunun tek olduğu görüşünü benimsediğini kesin bir dille kaydetmektedir: “Bu görüş Şâfiî'nin hem eski (kadîm) hem yeni (cedîd) görüşüne ait metinlerde geçen ibarelerdeki görüşüdür, bunun dışında ona ait bir görüş de yoktur.”, “Onun öğrencilerinden bu konudaki görüşü hakkında ihtilafa düşeni bilmiyorum. Şâfiî mezhebinden habersiz müteahhirûndan bir grup, bütün müctehidlerin musîb olduğu şeklindeki görüşü İmam Şâfiî'ye nisbet etmişlerdir. Bunu İmam Şâfiî'nin mezhebini ve kullandığı lafızların manasını bilen herkesin delil olmayacağını bildiği lafızlarla ispatlamaya çalıştılar; halbuki İmam'ın Musavvibe'ye delil gösterilen ifadeleri, öncesi ve sonrasıyla beraber okunduğunda doğrunun tek olduğu; diğerlerinin ise hatalı olduğu şeklindeki (Muhattıe) görüşünden başkası çıkmaz.”460 Ebu Alî et-Taberî (v.350/961), Şâfiî'ye Muhattıe dışında bir görüşün isnadını reddetmektedir.461 Ebu İshâk el-Mervezî (v.340/951), "Şâfiî'nin kadîm ve cedîd görüşü hakkın tek olduğudur ve bunun dışında bir görüşü olamaz... Şâfiî'nin, hepsinin musîb olduğu görüşünde olduğunu söyleyenler onun mezhebinden habersiz müteahhirûndan bazı kimselerdir.. Şâfiî'nin bununla ('Hepsi musîbtir' sözüyle) kastettiği müctehidin günahının olmadığıdır."462 demektedir. Ebu İshâk el-İsferâyînî, Ebu İshâk et-Taberî463, Cüveynî464, Nevevî465, Beydâvî466 ve İbn Hacer'in467 de İmam Şâfiî'nin görüşü hakkındaki düşünceleri böyledir. 458 Şîrâzî, a.y. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.259. 460 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1046-1047. 461 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.497. 462 Zerkeşî, a.e., IV/528-529. 463 Şîrâzî, a.e., II/1047. 464 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.29, 30. 465 Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XII/14. Şafi‘î'nin öğrencilerinin konuyla ilgili görüşleri hakkında yapılan değerlendirmeler için bkz. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/530-531. 466 Beydâvî, el-Minhâc, III/257. 467 İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/320. 459 102 Gazzâlî de "el-Menhûl" de "Şâfiî, Ebu İshâk ve bir grup fakih isabet eden müctehidin tek kişi olup iki ecir sahibi, hata eden müctehidin ise bir ecir sahibi olduğu görüşünü benimsemiştir."468 diyerek kesin bir dille onun Muhattıe'den olduğunu kaydetmektedir. Büyük Şafiî usulcü Sem‘ânî (v.510/1116) "Şafiî mezhebinin zâhir görüşü müctehidlerin birisinin musîb olup diğerlerinin hatalı oluşudur."469, "Kim Şâfiî mezhebinin görüşü olarak bunun dışında bir şey naklederse yanılır ve keyfî konuşmuş olur."470 demekte iken bir başka Şâfiî usulcü Muhammed ‘Isâm el-Hasenî "Ashâbımızın sahîh görüşü hak birindedir, diğerleri bâtıldır, hata eden müctehidden günah kaldırılmıştır şeklindeki birinci görüştür."471 demektedir. Şâfiî olmayan kimi usûlcüler de ona aynı görüşü atfetmişlerdir. Mesela Bâcî (v.494/1100) de, "Şâfiî'nin ashâbından hangisiyle karşılaştıysam 'Doğru tektir.' demekteydi, onun (Şâfiî) meşhur görüşü de budur."472 derken İbn Teymiyye (v.728/1327) “Tasvîbu'l-müctehidîn Şâfiî mezhebi görüşü değildir.”473 tespitinde bulunur. İbn Abdilber'in (v.463/1070) rivayetine göre de; ictihadın caiz olduğu konularda müctehidler ihtilafa düşerlerse Allah katında yalnızca birisinin doğru olduğu şeklindeki görüş İmam Şâfiî'nin ashâbının çoğunluğuna ait görüştür.474 Daha sonraki asırlarda yaşayan ve Şâfiî doktrini izleyen usulcü ve fukahânın da Şâfiî'nin bu konuda ortaya koyduğu temel prensiplerden ayrılmadığı görülmektedir. İmam Şafiî'nin ictihad yöntemini benimseyen ve bu mezhebe mensup önemli isimlerden bazılarının konu ile ilgili sözleri şöyledir: İsmâîl b. Yahyâ el-Müzenî (v.246/877) Müzenî'nin bazı usulcüler tarafından Musavvibe'den olduğu iddia edilmesine475 rağmen "et-Terğîb fi'l-‘ilm" isimli eserinde kesin bir dille ictihadî görüşler içinde doğrunun tek olduğunu ifade etmekte ve şöyle demektedir: "Bu görüş, Mâlik ve Leys ile beraber mütekaddim ve müteahhirûndan Şâfiî mezhebine mensup olup da eser telif eden bütün 468 Gazzâlî, el-Menhûl, s.561. Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/309. 470 Sem‘ânî, a.e., II/310. 471 Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.379. 472 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623. 473 İbn Teymiyye, Der'u't-teâruz, I/290. 474 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/147. 475 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/380; Seyyid Bey, Medhal, s.187; Abdurrahîm ez-Zâydî, el-İctihâd bitahkîki'l-menât, s.101. 469 103 âlimlerin görüşüdür. Eşarîlerden Ebu Bekr b. Mücâhid, Ebu Bekr b. Fûrek ve Ebu İshâk el-İsferâyînî de bu görüşü benimsemektedir."476 Müzenî'nin Musavvibe görüşünü benimsediği hakkında yapılan rivayetlerin doğruyu yansıtmadığı İmam Şâfiî'nin sahâbe ihtilafıyla ilgili görüşlerini ve Şâfiî'nin bu ihtilaflar içinde kitap, sünnet, icma ve kıyasa uygun olan kavlin alınması gerektiği hakkında varid olan sözlerini nakledenin Müzenî olmasından anlaşılmaktadır. Şafiî'nin bu sözlerini "Sahâbelerin faklı kavilleri arasından birisini tercih ancak delilin bulunması şartıyla yapılabilir, doğru (musîb) ise aralarından sadece birisindedir" şeklinde yorumlayan da Müzenî'dir.477 Ayrıca Müzenî'den "Bütün müctehidler musîbtir, ancak görüşler içinde hak olan tektir." sözü nakledilmektedir.478 Şâfiî usulcü Sübkî (v.771/1369) Müzenî'nin Muhattıe'den olduğunu söyleyenlerden birisidir.479 Ebu'l-Me‘âlî el-Cüveynî (v.478/1085) Bilindiği üzere Cüveynî'nin Fıkıh Usulü hakkında yazılmış "el-Varakât", "et-Telhîs" ve "el-Burhân" olmak üzere üç eseri bulunmaktadır. Bu eserlerde ictihadî konularda doğrunun çokluğu tartışmasındaki görüşler incelendiğinde açık bir tutarsızlığın varlığı göze çarpmaktadır. Cüveynî "et-Telhîs"te tasvîb görüşünü dile getirmekte ve "Bize göre, müctehid bu konularda ictihad eder ve ictihadının ulaştırdığı sonuç haktır."480, "Her müctehidin kendi hakkındaki hükmün emâresi zann-ı gâlibidir. Rab Teâlâ sanki her müctehidin zann-ı gâlibini onun hakkındaki hükmünün üzerine alâmet kılmıştır."481 demekte ve Muhattıe'den muhâlifûn (karşıt görüş sahipleri) şeklinde söz etmektedir.482 Ayrıca bu eserde tasvîb görüşü, bir konuda nâsih bir nas bulunduğu halde bu nâsihe muttalî olmayan kişinin haline benzetilmekte, böyle bir kişi için Allah'ın hükmü mensûh olan hüküm olduğu belirtilmektedir.483 476 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048. Şenkîtî, İrşâdu'l-mukallidîn, s.129-130. 478 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/532. Zerkeşî, Müzenî'nin "Fesâdu't-taklîd" isimli eserinde doğrunun tek olduğu görüşünü tercih ettiğini belirtmektedir. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/533. 479 Sübkî, el-İbhâc, III/259. 480 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.39. 481 Cüveynî, a.e., s.41. 482 Cüveynî, a.e., s.49. 483 Cüveyni, a.e., s.64. 477 104 Cüveynî "el-Varakât"ta ise ictihadı hata ve savab olarak ikiye ayırmakta, azınlık bir grup âlimin bütün müctehidlerin musîb olduğuna kail olduğunu belirterek Muhattıe görüşüne taraftar olduğuna işaret etmektedir.484 "el-Burhân"da ise şu ifadelere yer vermektedir: "Bütün bu söylenenlerden çıkan sonuç şudur: Hukuku ilgilendiren hiçbir olay Allah'ın hükmünden hâlî değildir. Dolayısıyla diyebiliriz ki; müctehid Allah'ın emrine dair taşıdığı zanna uygun hareket etmesi noktasından musîb, ictihadıyla hukukî olaydaki Allah'ın hükmüne ulaşamaz ise muhtîdir. İşte bize göre doğru olan bu görüştür."485 "Bu konuyu iki örnekle açıklayalım: a. Müctehid, Allah'ın hükmünün tahrîm olduğu bir meselede, ictihadıyla tahrîm olduğuna kanaat getirse bu müctehid her yönden musîbtir. İkinci bir müctehid, zannına kerahet hükmü baskın gelse, kerahet hükmüyle amel etmesinin vacib olduğu açısından musîb, tahrîm hükmünü bulamaması açısından muhtidir. b. Kıble yönü hakkında şaşıran iki kişiden birincisi ictihad edip birisi kıblenin bulunduğu yöne diğeri başka bir yöne dönerek namaz kılsa, ilki hem kıblenin gerçek yönünü bulması, hem de ictihadının gereğiyle amel etmesi açısından musîbtir. İkincisi ise ictihadın gereğini yapmış olmak ve tespit ettiği yöne doğru namaz kılması açısından musîb, Kâbe'nin gerçek yönünü idrak edememesi açısından ise hata etmiştir.", "Bunu inkâr etmek imkânsızdır. Zira kıble'nin yönü tektir ve kıble, istikbâl-i kıble'yi vacib kılmanın gereği olarak Allah'ın ilminde müteayyindir."486 Cüveynî'nin eserleri arasındaki sözü edilen çelişki aslında bu konuda Bâkıllânî ile Cüveynî arasındaki görüş farklılığından kaynaklanmaktadır. Çünkü Musavvibe eğilimini savunan ifadelerin yer aldığı eser "et-Telhîs" Bâkıllânî'nin "et-Takrîb ve'l-İrşâd" adlı eserinin özeti mahiyetinde olup Cüveynî'nin değil Bâkıllânî'nin görüşlerini yansıtmaktadır. Bâkıllânî'nin Musavvibe'den olduğu ise bilinen bir husustur. Cüveynî'nin Muhattıe görüşünü tercih ettiğine dair birçok nakil bulunmakta487 ve Bâkıllânî'den farklı düşündüğü konuların arasında tasvîbu'l-müctehidîn tartışması da zikredilmektedir.488 484 Cüveynî, el-Varakât, s.59. Cüveynî, el-Burhân, II/865. 486 Cüveynî, a.e., II/865-866. 487 Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât., s.106. 488 Ebu Süleymân, el-Fikru'l-usûlî, s.316. 485 105 Ebu İshâk eş-Şîrâzî (v.476/1083) "Ashâbımızdan nakledilen doğru olan görüş birincisidir; hak birisindedir, diğerleri ise bâtıldır489, muhtî olan müctehidden günah düşmüştür."490 "Bu görüşlerden doğru olanı ilkidir; yani müctehid görüşleri içinde hak birindedir, diğerleri bâtıldır."491 Fahruddîn er-Râzî (v.606/1209) "Bizim görüşümüz her bir olayda Allah'a ait belirli bir hükmün varlığıdır. Bu hükme de kat‘î olmayan zâhir492 bir delil vardır. Muhtî bu hükmü bulamazsa mazûrdur. Hâkimin hatalı olan hükmü bozulamaz."493 "Müctehid ictihada başladığı ilk anda Allah'ın belirleyerek hakkında delil ve emâre vazettiği hükmü bulmakla sorumludur. Ancak bu noktada müctehid ictihad üzerine yoğunlaşıp fikrî bir çaba harcadığı halde bu hükme ulaşamaz ise, Allah'ın hükmü değişerek, onun ulaştığı kadarıyla iktifâ etmesi akıldan uzak görünmemektedir. Bu durum, şefkatli bir efendinin kölesine 'Şunları şunları yap!' dedikten sonra, köle bu işleri yapmaya başlayıp da yaptığı işin kendisine ağır geldiğini görünce efendisinin ona 'Yaptığın kadarıyla yetinelim.' demesine benzemektedir."494 Seyfuddîn el-Âmidî (v.631/1233) “Müctehid muhtî midir musîb midir konusunda –daha önce geçtiği üzere- ihtilaf vardır. Muhtâr olan görüş bütün müctehidlerin musîb olmadığıdır. Bütün müctehidlerin musîb olduğunu söyleyenler şu zayıf delilleri getirdiler…”495 489 Bâtıl: Hak kelimesinin karşıtı olan batıl kelimesi gerçeğe uymayan inanç, hüküm ve düşünceleri ifade eden terimdir. Fahreddin Olguner, "Batıl", DİA, V/147. Bu terim İslami literatürde yanlış, asılsız ve ilahi kaynaklı olmayan din ve mezhepler için kullanıldığı gibi farklı mezhepleri benimseyen hak din mensuplarınca çeşitli grupları kötülemek maksadıyla da sık sık başvurulan bir terim olmuştur. Ancak fukahâ ve usulcüler hatalı olan ictihâdî görüş için bu terimi kullandıkları zaman "hukûkî bir olay/işlem hakkında yapılan ictihadın Allah katındaki olaya/işleme dair karar ile uyumlu olmaması ve hükmün gerçeğe, düşüncenin de kendi reel konusuna aykırı bulunması" anlamını kastetmektedir. 490 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.261. 491 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051. 492 Hanefiler dışındaki cumhur âlimlere göre "zâhir" terimi manasına zannî olarak delalet eden lafızlar için kullanılır. Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, s.352. 493 Râzî, el-Mahsûl, II/504. Ayrıca bkz. Ermevî, et-Tahsîl mine'l-mahsûl, II/291. 494 Râzî, el-Me‘âlim fî ilmi usûli'l-fıkh, s.144-145. 495 Âmidî, el-İhkâm, II/414. 106 Nâsıruddîn Ebu Saîd el-Beydâvî (v.691/1292) "Hukukî olayda belirlenmiş bir hüküm vardır ve bu hüküm hakkında emâre bulunmaktadır. Kim onu bulursa isabet etmiş; kim de kaybederse hataya düşmüş olur, fakat günaha düşmez."496 Cemâluddîn Abdurrahîm b. el-Hasen el-İsnevî (v.772/1270) "Bizim görüşümüz her bir olayda, hakkında zannî delilin bulunduğu Allah'a ait muayyen bir hükmün var olduğu ve hata eden müctehidin mazûr olduğu, hâkimin yargısının da bozulamamasıdır."497 Sa’duddîn Mesûd b. Ömer et-Teftâzânî (v.793/1390) “Allah'ın muayyen hükmü vardır. Bu hükme zannî bir delil vardır. Müctehid bu delili bulursa isabet, bulamazsa hata etmiş olur. Ayrıca müctehid, delilin kapalılığı ve gizliliği sebebiyle isabetle mükellef değildir. Bu yüzden hata eden mazûrdur hatta mecûrdur (sevap kazanır).”498 "Hüküm muayyendir ve buna zannî delil vardır. Kim onu bulursa musîb, kim de bulamazsa muhtîdir. Hükmün gizliliği sebebiyle müctehid ona isabetle mükellef değildir. Bu yüzden hata eden müctehid mazûr olmanın ötesinde mecûrdur. Bu grup da kendi arasında ihtilaf etmektedir; bazıları hata eden müctehid hem başlangıçta hem de sonuçta hata etmiştir, bazıları ise 'sadece sonuçta hata etmiştir, başlangıçta ise isabet etmiştir' demektedir, muhtâr olan görüş budur."499 c. Mâlik b. Enes (v.179/795) ve Mâlikî Usulcüler Ebu Bekr İbnu'l-Arabî (v.543/1148) İmam Mâlik'in bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşünü benimsediğini söylemesine500 rağmen aksini gösteren deliller onun "Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Muhattıe" fikrini desteklediğini doğrulamaktadır. Ebu Bekr İbnu'l-Arabî İmam Mâlik'in Musavvibe görüşünde olduğuna şu delili getirmektedir: “Abbasî Halifesi Mehdî501, Mâlik b. Enes'ten mezhebini bir kitapta 496 Beydâvî, el-Minhâc, III/275. İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400. 498 Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.79-80. 499 Teftâzânî, et-Telvîh, II/118. 500 Bâcî, a.y. Ayrıca bkz. Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû inde'l-İmâmi'ş-Şâtıbî, s.192. 501 Mâlik b. Enes'e aynı teklifin Ebu Ca‘fer, Harun Reşid, Memun ve Mehdî tarafından yapıldığına dair değişik rivayetler bulunmaktadır. Memun'un İmam Mâlik'e böyle bir şey teklif etmesi imkân haricindedir, çünkü 497 107 toplamasını ister, böylece hükümranlığı altında yaşayan halka bu kitabın içeriğiyle amel etmeyi emredeceğini bildirir. İmam Mâlik ise ona şöyle cevap verir: ‘Rasûlullah'ın ashâbı değişik ülkelere yayılmıştır ve her ülke ahalisi kendisine ulaşan rivayetleri bu sahâbîlerden almıştır. İnsanları kendi hallerine bırak! İnsanlar farklı görüşte olabilirler, farklı hadisler işitmiş, onlara farklı rivayetler ulaşmış olabilir. Her bir kavim kendisine ulaşan hadis doğrultusunda amel etmektedir.’502 Eğer Mâlik bütün müctehidlerin musîb olduğuna inanmasaydı, diğer ülkelerde yaşayan âlimlerin görüşlerini böyle söyleyerek ikrar etmezdi.” 503 Ancak gerek İmam Mâlik'in kendi ifadeleri gerekse öğrencileri ve Mâlikî usulcülere ait beyanlar kendisi Musavvibe'den olan İbnu'l-Arabî'nin yukarıdaki yorumunu nakzetmektedir. Mâlikî muhaddis ve fakih İbn Abdilber (v.463/1070) İmam Mâlik'in konu hakkındaki görüşü sadedinde şunları kaydetmektedir: “Eşheb (b. Abdilazîz) ‘Mâlik'i şöyle derken işittim.’ demiştir; ‘Hak yalnız birindedir, birbirine muhalif iki görüş birlikte doğru olamaz, hak ve doğru sadece birindedir.’”504 “Mâlik b. Enes'e Rasûlullah'ın ashâbının ihtilafı505 hakkında sorulunca “Hatalı olanı da doğru olanı da vardır, içinden doğru olanını araştır! ”dedi.” 506 Aynı eserde İbn Abdilber şöyle demektedir: “Mâlik'in konuyla ilgili görüşüne dair yazılı bir metne rastlamadım. Ancak şu var ki; İbn Vehb (v.197/813) "Kitâbu'l-ilm"de şöyle demektedir: ‘Mâlik'i kişinin saadeti doğruya ve hayra muvaffak olmasıdır, şekaveti ise hata üzere devam etmesidir' derken işittim.507 Ubeydullâh b. Ömer b. Ahmed'in dediğine göre; “Basralı ve Mısırlı fakihlerin hepsi, İmam Mâlik'in, 'Müctehidler ictihadın caiz olduğu konularda ihtilafa düşerlerse müctehidlerin görüşlerinden Allah katında yalnızca birisinin doğru olduğu' şeklindeki görüşünü nakletmişlerdir.”508 Memun'un hilâfeti Mâlik'in vefatından sonradır. Diğer üç halifenin değişik zamanlarda İmam Mâlik'e aynı teklifi yapmış olması muhtemeldir. Avvâme, Edebü'l-ihtilâf, s.39. 502 Ebu Nuaym el-Isbahânî, Hılyetü'l-evliyâ, VI/332; Kâtib Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II/1908; Veliyyullâh edDehlevî, el-İnsâf, s.38. 503 Bâcî, a.e., s.622-623. 504 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/177. 505 Tasvîbu'l-müctehidîn hakkında ileri sürülen görüşler bazen, "Ashâb-ı kirâmın aralarında vuku bulan ihtilaflar arasında doğrunun tek olup olmadığı" tartışması üzerinden belirtilmiştir. Örneğin bkz. Âlu İbn Teymiyye, elMüsevvede, s.500. 506 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/161. 507 İbn Abdilber, a.e., I/146. 508 İbn Abdilber, a.e., I/147. 108 İmam Mâlik "Rasûlullah'ın ashâbının ihtilafında genişlik olamaz; hak ancak birindedir." demiştir. Bunun üzerine ona "'Öyleyse bütün müctehidler musîbtir' diyenler kimlerdir?" şeklinde sorulunca "Bunun anlamı iki zıt görüşün aynı anda doğru olması değildir." diye karşılık verdi.509 İmam Mâlik'in kendisine ait olan şu sözü de Muhattıe görüşünü benimsediğini göstermektedir: "Ben ancak bir insanım; hata da ederim doğru da... Görüşüm ne zaman Kitap ve Sünnet'e uyum gösterirse onu alın, ne zaman da aykırı olursa onu terk edin"510 Bâcî (v.494/1100) “Malik'in öğrencilerinin cumhuru, doğrunun tek hükümde olduğu kanaatindedir.” demektedir.511 Ayrıca Hanbelî mezhebi usul kitaplarından "el-Müsevvede"de "İmam Mâlik'ten hata eden müctehidle ilgili nakledilen ifadelerin bir kısmı o kadar açıktır ki, neredeyse hata eden müctehidin günahkâr olacağı kanaatine sahip olduğu hissini vermektedir."512 cümleleri yer almaktadır. Ubeydullah b. Ömer "Mâlikîlerin meşhur âlimleri ve Kâdî İsmâîl b. İshâk gibi Bağdatlı olanlarının arasında bu konuda bir ihtilaf bilmiyorum. Hepsi Mâlik'in görüşünün, yorumun meşru olduğu hukukî olaylarda müctehidlerin ictihadla ulaştığı görüşlerden, Allah katında birinin doğru olduğu şeklinde olduğunu nakletmektedir." demektedir.513 Mâlikî mezhebine bağlı bazı usulcülerden konuyla ilgili kanaatleri de şöyledir: Ebu'l-Velîd Süleymân b. Halef el-Bâcî (v.494/1100) "Bu konuda benim görüşüm; doğru tektir, eğer müctehid bunun dışında bir şeyle hüküm verirse doğrunun dışında bir şeyle hüküm vermiştir. Lâkin biz onu bulmakla değil bulmak için çabalamakla sorumluyuz. Dolayısıyla kim onu ararken çaba göstermezse günahkâr olur, kim de çaba harcar ve bulursa iki sevap kazanır; ictihad sevabı ve doğruyu bulma sevabı.. Kim de bulamazsa ictihadından dolayı tek sevap kazanır, hatası sebebiyle ona günah yazılmaz."514 İbn Rüşd el-Hafîd (v.595/1198) 509 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/69-70. İbn Abdilber, a.e., II/70. 511 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.622. 512 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.497. 513 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, II/73. Mâlik b. Enes'in Muhattıe görüşünü destekleyen sözleri için ayrıca bkz. Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve'l-mütefakkih, II/115. 514 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623-624. 510 109 İbn Rüşd "Bidâyetü'l-müctehid"de delillerin birbirine yakın ve aralarında tercih yapmanın çok zor olduğu sınırlı sayıdaki bazı konular için " 'Bu durumda bütün müctehidler musîbtir' denilebilir"515, "Bunları kural altına almanın zorluğu sebebiyle 'Bütün müctehidler (bu konuda) musîbtir.' denilebilir, ya da en azından günahkâr değildir."516, "Böyle bir konuda çok ihtilaf edildi, hatta bazı kişiler 'Bütün müctehidler musîbtir.' dedi"517 ifadelerini kullanarak Musavvibe görüşü hakkında esnek ve kapalı bir üslûp sergilerken, "ed-Darûrî"de bu üslûbu sertleştirmektedir. Musavvibe'nin emareler/deliller arası üstünlüğün insanların sahip olduğu faklı karakter, huy ve mizaclara göre değişebileceği ve bu farklı özelliklere bağlı olarak farklı hükümler aynı anda doğru olabileceği şeklindeki görüşleriyle ilgili olarak "Böyle bir görüş çok tehlikelidir ve dînî konularda nefsanî arzularla hüküm vermeye yol açar. Böyle bir görüşten Allah'a sığınıyoruz! ... Özetle 'İster aklî ister şer‘î talebin bizzat kendisinden kaynaklandığı deliller yoktur.' görüşü sakınılması gereken Sofestaî (Sofist) bir düşüncedir. Bu düşüncenin dine zararı da çok büyüktür."518 "Şer‘î hükümlerin kaynağının hitab olduğunu söylemiştik. Hitabın bir kısmı sigasıyla, diğer bir kısmı da mefhûmuyla hükmü ortaya koyar. Kıyas denilen şey de bu ikinci kısma girer. Her iki kısım da amel etmenin zorunluluğu açısından nas ve zâhir diye ikiye ayrılır. Böyle olunca her müctehidin musîb olması düşünülemez..."519 demektedir. Şihâbuddîn Ebu’l-Abbâs el-Karâfî (v.684/1285) "Ebu Bekr el-Esam'mın görüşü ise hâkimin kararının doğruya muhalif olma halinde bozulacağıdır. Bu görüşün, doğru olan hükmün bizim tarafımızdan bilinmemesi sebebiyle zihnen tasavvuru son derece güçtür. Ayrıca Esam'mın delilleri de zayıftır. Biz ise şöyle demekteyiz: Musîb olan tektir, fakat gayr-i malûmdur. Hâkimin yargı kararı, kesin olarak bilinen doğru bir hükme aykırı olursa bozulabilir, bunun aksi düşünülemez; kesin olmayan bir şeyle hâkimin kararının bozulması içinden çıkılmaz bir yoldur."520 Karâfî'nin "Ümmet, müctehid ictihadıyla bir hükme ulaştığı zaman, o hükmün, müctehidin kendisi ve onu taklid eden kişi hakkında Allah'ın hükmü olduğunda icmâ 515 İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, I/60. İbn Rüşd, a.e., I/166. 517 İbn Rüşd, a.e., I/489. 518 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.140. 519 İbn Rüşd, a.e., s.139. 520 Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.346. 516 110 etmiştir."521 diyerek yargı kararını nas konumunda değerlendirmesi ise yargı kararlarının pozitif düzeydeki bağlayıcılığını ifade etme biçimi olarak değerlendirilmektedir.522 Ebu İshâk İbrâhîm eş-Şâtıbî (v.790/1388) "Her ne kadar üzerinde çokça ihtilaf edilse de, şerîat, usûlde olduğu gibi furûda da bütünüyle tek bir kavle râcîdir. Bunun aksi düşünülemez."523 d. Ahmed b. Hanbel (v.241/855) ve Hanbelî Usulcüler Ahmed b. Hanbel ve mezhebinin görüşü, fıkhî görüşler içinde "Hak Allah katında birindedir. Bu noktada kişiye düşen ictihad etmesidir. Muhalifine de 'sen hatalısın' diyemez. Rasûlullah'ın ashabı bir konuda ihtilaf edip farklı görüşleri benimsemeleri halinde doğru olanı aralarında birisindedir."524 Bekr b. Muhammed'in babasından yaptığı nakle göre Ahmed b. Hanbel bu düşünceye ima ederek şöyle demiştir: "Hak Allah katında birdir, kişinin bunu bulmak için ictihad etmesi gerekir”525 Hanbelî usulcü İbnu'n-Neccâr (v.972/1564) "Zannî meselede, Allah katındaki doğru tektir ve onun hakkında delil vardır. Müctehidin de ona ulaştığına kanaat getirene kadar onu araması gerekir. Kim onu bulursa musîb, kim de bulamazsa muhtîdir, lâkin sevap kazanır. Ahmed ve arkadaşlarının çoğu böyle düşünmektedir."526 demektedir. Ahmed b. Hanbel, şer‘î bir meselede muârızı olmayan sahîh bir hadis varsa, zayıf hadis ya da sahabe kavliyle amel eden kişinin muhtî olduğunu söyler. İki sahîh hadis varsa müctehid râcih (üstün) olanı alır, fakat mercûh (derece olarak aşağı) olan hadisle amel ederse onun hata ettiği söylenemez. Bir hadise karşı başka bir hadise dayanan mazurdur. Şâz da olsa herhangi bir hadise dayananarak ictihad eden ictihadında yanılsa da muhtî olarak nitelenemez.527 Hanbelî mezhebine mensup bazı usulcülerin, mezhebin genel görüşünü yansıtan konuyla ilgili ifadelerine şu örnekleri verebiliriz: 521 Karâfî, el-İhkâm fî temyîzi'l-fetâvâ ‘ani'l-ahkâm, s.106. Talib Türcan, "İslam Hukukunda Uhrevi Sorumluluk Bakımından Yargı Kararlarının Geçerliliği Sorunu", s.170. 523 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/63. 524 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/417; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.498-499. Ahmed b. Hanbel'in Muhattıe görüşleri için ayrıca bkz. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/356. 525 Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.498. 526 İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/489. 527 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/417; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/310; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.504; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XX/25. 522 111 Ebu'l-Hattâb el-Kelvezânî (v.510/1116) “Furûda, müctehid görüşlerinden birisi doğrudur ve ona dair emâre vardır. Mükellef o doğruya ulaşmak için ictihad etmelidir.”528 Ebu’l-Vefâ Alî İbn Akîl (v.513/1119) "Furûdaki müctehid görüşlerinden doğru olanı birisidir ve bu doğru hakkında her müctehidin aramakla sorumlu olduğu delil vardır."529 Muvaffakuddîn Abdullah İbn Kudâme (v.620/1223) “Mezhep âlimlerimiz (Hanbelîler) doğrunun usûl ve furûda müctehid kavillerinden sadece birinde olduğu görüşündedir; onun dışındakiler yanılmıştır.”530 "Ashâbımız dînin furû‘ ve usûlünde müctehidlerden sadece birisinin sözünün hak/doğru olduğu görüşündedir."531 Takıyyuddîn İbn Teymiyye (v.728/1327) Musavvibe'yi sofist düşüncenin başka bir ifade tarzı olmakla suçlayanlardan birisi de İbn Teymiyye'dir.532 ve “Furû‘ konularındaki doğru, Allah katında sadece birdir, müctehidin bunu araması gerekir, bu doğruya isabet ederse ecir kazanır, yanılırsa sorumluluk ondan düşer.”533 demektedir. İbn Teymiyye ihtilafı "tezat" ve "tenevvü" ihtilafı olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre cumhur ulemânın oluşturduğu "Musîb tektir." diyenler furûdaki ihtilafı tezat ihtilafı olarak görürken, "Bütün müctehidler musîbtir." diyenler bu tür bir ihtilafı tenevvü ihtilafı olarak görürler.534 Hakkında herhangi bir hadisin varid olduğu fiilî ve kavlî bütün ibadet şekilleri meşrûdur, bunlarla amel eden de musîbtir. Örneğin korku namazının kılınış şekilleri, tercî yaparak ya da yapmayarak ezan okuma, çift ve tek olarak kamet getirme, teşehhüd çeşitleri, istiftah ve istiaze çeşitleri, bayram namazının zevâid tekbirleri, cenaze namazı ve sehiv secdesi çeşitleri, rukûdan önce veya sonra kunût duasının okunması, tahmidde و harfinin okunması ve terk edilmesi (Rabbenâ leke'l-hamd ya da Rabbenâ ve leke'l-hamd) 528 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/310. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/356. 530 İbn Kudâme, er-Ravda, III/602. 531 Tûfî, el-Bülbül fî usûli'l-fıkh, s.125. Tûfî'nin bu eseri İbn Kudâme'nin "er-Ravda"sının muhtasarıdır. 532 İbn Teymiyye, Kâ‘idetün fî tevhîdi'l-mille, III/155-160. 533 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.497. 534 İbn Teymiyye, İktizâu's-sırâtı'l-müstekîm muhâlefetü ashâbi'l-cehîm, s.38. 529 112 gibi farklılıklar... Eğer birinin ötekine faziletine dair delil varsa "Bu daha faziletli" denebilir ama diğer uygulama mekrûh olmaz.535 "İşin aslı şöyledir: Şer‘î bir meselede, müctehidlerin bazılarına kapalı kalmış, ulaşma zorluklarının bulunduğu bir nas bulunup, bu nassın müctehide gizli kalması sebebiyle mensûh ya da tahsîse uğramış başka bir nassa ittiba etmesi halinde, bu müctehid, üzerine düşen görevi yerine getirmiş sayılır. Buna, nesh edildiğini bilmemeleri ve nâsih olan ayetten haberdar olmamaları sebebiyle Kudüs'e doğru namaz kılan sahâbîlerin durumu örnek verilebilir."536 "Kime nâsih olan nas yerine başka bir nas ulaşırsa ona tâbi olması, onunla amel etmesi vacib olur. Binaenaleyh müctehidler hakkındaki hükümler, delile ulaşmaya güç yetirip yetirememeye bağlı olarak farklılık gösterir. Nâsih ya da muhassıs delile vakıf olamayan müctehid hakkındaki Allah'ın hükmü, elde edebildiği delil ile amel etmesidir."537 "...Her müctehid yükümlülüğünü yerine getirmiştir. Lakin nefsülemirde -delile ulaşmanın mümkün olması şartıyla- Allah'ın hükmü tektir. 'Müctehidin ictihadı sonucu ulaştığı fiil/hüküm aynı zamanda Allah'ın ona emri olan hüküm müdür?' diye sorulacak olursa, cevaben 'Allah bu hükmün bizzat kendisini emretmemiştir, Allah'ın müctehide emrettiği şey, elinden geldiği kadar ondan korkması ve kendisine aşikâr olan hükümle/delille amel etmesidir. Müctehide bir başka hüküm/delil aşikâr olmuşsa, müctehide nispetle güç yetirebileceği ve onun tarafından bilinebilecek zahirî hükmün bu olması açısından, bu hükümle/delille yükümlü addedilir."538 "...Yasaklanmış (bid‘at) ibadet şekilleri ile ibadet edip, bu ibadet hakkındaki nehyi bilmeyen kişinin hali de böyledir. Örneğin nehyedilmiş vakitlerde namaz kılan kişiye namaz hakkındaki genel emir delili ulaşmış, nehiy ulaşmamış ise ya da ikindi namazından sonra seleften bir grubun kıldığı iki rekât nafile namaz örneğinde olduğu gibi mercûh bir delile dayanıyor ise ya da Şaban ayının onbeşi (Berat gecesi), Receb'in ilk günü, tesbih namazı gibi hakkında zayıf ya da mevzû hadislerin bulunduğu ibadetler ile ibadet ediyorsa 535 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXIV/242-252. İmam Dehlevî de, fukahâ –bilhassa sahâbe- arasındaki görüş farklılıklarının çoğunluğunun hadislerdeki bu tür farklı uygulamalardan kaynağını aldığını ve bu farklı uygulamaların meşrûiyeti noktasında tereddüt olmadığını belirtmektedir. Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.108. 536 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XX/25. 537 İbn Teymiyye, a.e., XX/29. 538 İbn Teymiyye, a.e., XX/29-30. 113 bu durumda, o kişinin yaptığı ibadetler nehyin ulaşmaması sebebiyle namaz kılmanın faziletine dair genel ifadelerin alanına girerek sevap kazanır."539 Yukarıdaki ifadelerden İbn Teymiyye'nin "Hata eden müctehid ne ile mükelleftir?" sorusuna verilen yanıtlar çerçevesinde oluşan tartışmada "Hata eden müctehid doğruyu bulmakla mükelleftir, ancak bulamazsa teklif değişerek bulduğu hüküm onun hakkındaki Allah'ın hükmü haline gelir." şeklindeki görüşü benimsediği anlaşılmaktadır. Ebu'l-Hasen Alâeddin İbnu'l-Lahhâm (v.803/1404) "Zannî bir meselede Allah katında doğru tektir ve bu doğruya delil vardır. Kim onu bulursa musîb, bulamazsa muhtîdir. Fakat muhtî müctehid ictihadından dolayı sevap kazanır. Bu görüş âlimlerin çoğunluğuna aittir."540 Muhammed b. Ahmed İbnü'n-Neccâr (v.972/1064) “Zannî meselelerde Allah katında doğru birdir. Bu doğruya delil vardır; bulduğuna kanaat getirene kadar da müctehidin bunu araması gerekir. Bu doğruya kim isabet ederse musîb, kim da isabet edemezse muhtîdir, fakat ecir kazanmıştır.” İbnü'n-Neccar bu görüşü Ahmed b. Hanbel ve onun talebelerine, Evzâî, Mâlik, Şâfiî ve fukahânın çoğunluğuna nispet etmektedir.541 Abdulkâdir b. Ahmed İbn Bedrân (v.1927) "Ashâbımız şöyle demiştir: 'Dînin furû‘ ve usûl konularında hak müctehid görüşleri içinde birisindedir ve belirlidir. Bunun dışındakiler hata etmiştir. Hata eden müctehidin hatası fer‘î konularda olup hakkında kat‘î delil yoksa bu müctehid hatasından dolayı mazûrdur, ictihadı sebebiyle de sevap kazanır.' "542 2. Hata Eden Müctehidi Mazur Gören Diğer Usulcüler Ebu Muhammed Alî b. Ahmed İbn Hazm (v.456/1064) İbn Hazm "el-Muhallâ"da; “Doğru, görüşler içinde sadece birisindedir, diğerleri hatadır.” başlığı altında şunları söyler: “Kim 'Bütün görüşler doğrudur, bütün müctehidler de musîbtir.' derse bu iddiasına ne Kur'ân'dan ve sünnetten ne icmâdan ne de aklî hiçbir delil getiremez.”543 "el-İhkâm"da ise şu ifadelere yer vermektedir: 539 İbn Teymiyye, a.e., XX/31. İbnu'l-Lahhâm, el-Muhtasar fî usûli'l-fıkh ‘alâ mezhebi'l-İmâm Ahmed b. Hanbel, s.236-237. 541 İbnü'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/489. 542 İbn Bedrân, el-Medhal ilâ mezhebi'l-İmâm Ahmed b. Hanbel, s.197-198. 543 İbn Hazm, el-Muhallâ bi'l-âsâr, I/70. 540 114 "Doğrusu, her müslümanın, selefin yaptığı gibi taklidi terk edip ictihad etmesi gerektiği gibi Ebu Hanîfe ve Mâlik de yükümlü oldukları ictihad görevini yerine getirdiler. İsabet ettikleri konularda iki sevap, hata ettiklerinde ise bir sevap kazandılar..."544 "Müctehidler hata-isabet meselesinde Allah katındaki durumları açısından ikiye ayrılır: Musîb ve Muhtî. Her bir müctehid Allah katındaki konumu kesin belli olmak üzere ya musîbtir ya da muhtîdir. Kitabımızın geçmiş bölümlerinde kesin delillerle açıkladık ki 'Hak aynı konuda, aynı kişi için ve aynı yönden iki farklı görüş içinde olamaz.' "545 "Bize göre müctehidler üçe ayrılmaktadır: Allah katında doğru olduğuna kesin olarak inandığımız musîb, Allah katında yanlış olduğuna kesin olarak inandığımız muhtî ve Allah katında musib ya da muhtî olduğuna karar veremediğimiz "mütevakkafün fîh" müctehid... Hakkında doğru-yanlış olduğuna karar verilemeyen müctehid şüphesiz Allah katında ikisinden birisine (muhtî ya da musîb) dâhil olsa da –çünkü Allah'ın her şeyin künhüne vakıf olan ve şüphe içine düşmeyen bir bilgisi vardır- biz insanlar onun hakkında çekimser kalırız... Çekimser kalmamızın sebebi de verdiği ictihadî hüküm hakkında bize göre hiçbir delilin bulunmamasıdır."546 "Böylelikle hakkın sadece birisinde olduğu görüşünün doğruluğu ortaya çıktı; kim bu doğruya -unutarak veya kendi görüşünün doğru olduğunu zannederek- muhalefet ederse günahkâr değildir, üstelik bir sevapla mükâfatlandırılır. Kim de bilerek ve kasten muhalefet ederse ya fasıktır ya da İslam'a karşı birisi ise kâfirdir."547 Muhammed b. Alî eş-Şevkânî (v.1250/1834) Şevkânî'nin "el-Kavlü'l-müfîd" ve "Fethu'l-kadîr" de geçen ifadelerinden onun Muhattıe'den olduğu açıkça anlaşılmaktadır.548 "Bu görüşler arasında doğru olanı hiç şüphesiz hakkın birisinde olduğu, ona aykırı olanların muhtî ve mecûr olduğudur. Fakat ecir kazanması, ictihadın hakkını vermesine, hakkı aramada ihmal göstermemesine ve müctehidde bulunması gereken vasıfları taşımasına bağlıdır."549 544 İbn Hazm, el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, II/302. İbn Hazm, a.e., II/631. 546 İbn Hazm, a.e., II/632. 547 İbn Hazm, a.e., II/69-70. 548 Şevkânî, el-Kavlü'l-müfîd, s.43; a.mlf., Fethu'l-Kadîr, III/598. 549 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437-438. 545 115 II. MUSAVVİBE OLAN ÂLİMLER A. İtikatta Musavvibe Olan Âlimler Aklın varlıklar ve kavramlar hakkındaki değerlendirmelerine karşılık gelen "akliyyâtta" ve dînî hükümlerin temelini oluşturan teorik ve inanca ilişkin "usûlu'd-dîn" konularında musîbin tek olduğu hakkında İslam âlimlerinin cumhuru ittifak etmiştir; bu konularda hata eden günahkârdır ve öne sürdüğü bütün fikirler İslam'ın kesin delillerle tespit ettiği hakikatlere aykırı ise bâtıldır ve reddedilir.550 Usûlü'd-dînde hata edenin te'sîm, tefsîk ve tadlîl edilebileceğinde (günah işleme ve doğru yoldan sapmakla nitelenebileceği) âlimlerin görüş birliği bulunmasıyla beraber tekfîr edilip edilemeyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Ebu Hanîfe (v.150/767), Ehl-i Kıble'den551 olan kişileri bid‘at mezheplere mensup da olsalar tekfîr edilemeyeceği görüşündedir.552 İmam Eşarî'den (v.324/935) bu konuda iki farklı rivayet olmakla beraber râcih (tercihe şâyân) görüşü tekfîr edilmemesidir. Bâkıllânî de bu görüştedir. İzz b. Abdisselâm (v.660/1262), Eş‘arî'nin ölümüne yakın bir zamanda tekfîrden vazgeçtiğini söylemiştir. Ebu Sehl es-Sa‘lûkî'nin (v.369/980) önceleri tekfir etmez iken, ona "Seni tekfîr edeni sen de tekfîr etmez misin?" diye sorulunca tekfîr görüşünü benimsediği nakledilmiştir. Mu‘tezile ise hasımlarını tekfir etmekle meşhur bir ekoldür. İmam Şâfiî (v.204/820) Kur'ân'ın mahluk olduğunu söyleyenlerin kâfir olacağını belirtmekle beraber, öğrencileri bu görüşünü küfrân-ı nimete yormuşlardır. Nevevî de bu yoruma katılanlar arasındadır. Şâfiî âlimlerin çoğunluğu da tekfîri benimsemeyerek Allah'ın varlığını bilmeyen veya bildiği halde, ümmetin ancak bir kâfirden sadır olacağına ittifak ettiği bir fiili işleyen ya da bir sözü söyleyen kişilerin tekfîr edilebileceğini, bunun dışındakilerin küfürle itham edilemeyeceğini söylemişlerdir.553 550 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.414; Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/416; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.258; Gazzâlî, elMenhûl, s.559; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/351; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.694; Âmidî, el-İhkâm, II/409; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.277; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/30; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.288; Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.764; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/467; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'lKevkebi'l-münîr, IV/488; Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.374. 551 Ehl-i Kıble: "Kâbe'ye doğru yönelerek namaz kılanlar" anlamındaki bu tamlama inanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı itikadî mezheplere bağlı bütün Müslümanları kapsayan bir tabirdir. Metin Yurdagür, "Ehl-i Kıble", DİA, X/515. 552 "Eğer onların kâfir olduklarını söylersen sen bidatçi olup Hz. Peygamber ve Kur'ân'a muhalefet etmiş olursun." Ebu Hanîfe, Ebu Hanîfe'nin Osman el-Bettî'ye Yazdığı Mektup, s.82. "Ebu Hanîfe'ye en büyük fıkhı sordum o şöyle cevap verdi: Ehl-i Kıble'den olan bir kimseyi her hangi bir günah sebebiyle tekfir etmemen..." Ebu Hanîfe, el-Fıkhu'l-ebsat, s.44. 553 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/526; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.434-435. 116 İslam âlimleri arasında inanca ilişkin konularda isabet edenin tek olup diğerlerinin yanıldığına dair oluşan fikir birliğine karşı çıkan bazı şahıslar şunlardır: 1. Ubeydullah b. el-Hasen el-Anberî (v.168/784) İsmi "el-İbhâc"ta Ubeydullâh b. el-Hüseyn554, "et-Tebsıra"da555 ve "elMustasfâ"da556 Abdullah b. el-Hasen şeklinde zikredilmektedir. Doğrusu ise Ubeydullâh b. el-Hasen b. el-Husayn'dır.557 Anberî'nin usûlü'd-dîn konularında hata eden müctehidin musîb olduğu görüşünde olduğunu nakleden pek çok eser bulunmaktadır.558 Gazzâlî'ye göre Anberî, itikadî konuları "bütün müctehidlerin doğru olduğunu" söylemek suretiyle furû‘ gibi değerlendirmektedir. Usûlü furû‘a kıyaslama hususunda Câhız'la aynı düşünmesine rağmen aralarındaki fark; Anberî usûlde bütün müctehidlerin musîb olduğunu iddia ederken Câhız usûlde doğrunun muayyen ve musîbin tek olduğunu diğerlerinin hata ettiğini, lâkin mazûr olduklarını iddia etmektedir.559 Anberî'nin fikirleri hakkında çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Bazı usulcüler onun aklî konularda İslam milletinden olan bütün müctehidlerin tamamının musîb olduğunu iddia ettiğini rivayet etmektedir.560 Başka rivayetlerde bidat fırkaların değil kâfir müctehidleri tasvîb ettiği zikredilmektedir. Bunun yanında doğruya ulaşmak için elinden gelen gayreti sarfeden bütün kâfir, bid‘at ehli müctehidlerin musîb olduğunu iddiasında bulunduğu da nakledilen bilgiler arasındadır. Örneğin Anberî'nin kaderi kabul edenler için "Onlar Allah'ı tazim ettiler.", kabul etmeyenler için ise "Onlar da Allah'ı tenzih ettiler." dediği nakledilir.561 İbn Dakîki'l-‘îd (v.701/1302) Anberî'nin maksadının, elinden gelen 554 Sübkî, el-İbhâc, III/257. Şîrâzî, et-Tebsıra, s.401. 556 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359. 557 Ubeydullah b. el-Hasen b. el-Husayn el-Anberî, h.105 yılında doğmuş Basralı bir fakihtir. Basra'da kadılık yapmıştır ve Mu‘tezîledendir. Nesâî "sika" olduğunu söylemiştir. Müslim ondan bir hadis rivayet etmiştir. İbn Hacer bu şahsın musavvibe görüşünden vazgeçerek şöyle dediğini nakleder “Hakta kuyruk olmak batılda kafa olmaktan bana daha sevgilidir.” Zehebî, Mîzânu'l-i‘tidâl, III/402; İbn Hacer, Tehzîbu't-tehzîb, VII/7,8; Ebu Nu‘aym el-Isbahânî, Hilyetu'l-evliyâ, VI/9; Ermevî, Nihâyetü'l-vusûl, 3837. 558 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/416; Şîrâzî, el-Lüma‘, s.258; a.mlf., Şerhu'l-lüma‘, II/1043; a.mlf., etTebsıra, s.496; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/307; İbn Kudâme, er-Ravda, s.413; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.278; Tûfî, el-Bülbül, s.125; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.495; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31; Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.765. 559 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359. 560 Cessâs, el-Fusûl, IV/375; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/307; Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.374; Abdurrahîm ezZâydî, el-İctihâd bitahkîki'l-menât, s.96. 561 Sem‘ânî, a.e., II/307; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/524. 555 117 bütün çabayı sarfettikten sonra müctehidin doğruyu bulmakla sorumlu tutulması teklif-i mâlâyutâk olacağından, ictihadda ihmal göstermeyen müctehidlerin usûlde de mazûr kabul edilebileceği olduğu ve bu iddianın biraz daha akla yakın olduğunu söylemektedir.562 Sübkî (v.771/1369), Anberî'den nakledilen bu farklı görüşlerin en meşhurunun İslam ümmetinden olan müctehidlerin isabet ettiği şeklindeki görüş olduğunu kaydeder.563 Râzî (v.606/1209), Anberî ve Câhız'ı beraber değerlendirerek, maksatlarının usûlde hata yapanların gerçekteki (nefsü'l-emr) doğruya isabet ettikleri değil, günahlarının düşeceği (nefyü'l-ism) şeklindeki bir nazariyeyi savunmak olduğunu belirtir.564 Bazı usulcülere göre ise "Akliyyâtta bütün müctehidler musîbtir" demelerinin anlamı "inancın inanılan şeyle uyumu (mutâbakatü'l-i‘tikâd li'l-mu‘tekad)" olması aklen imkânsızdır.565 İbn Hacer (v.852/1448), Câhız'la beraber Anberî'nin “kat‘iyyâtta” cumhura muhalefet ettiğini, hükmü kesin delille bilinen bu tür konularda müctehidlerin hepsinin musîb olduğunu söylediklerini belirtmektedir.566 Cüveynî (v.478/1085), Anberî'nin, ehl-i kıble olan bütün müctehidlerin usûl konularında musîb olduğunu, ister kâfir ister Müslüman olsun ictihadda tesahül göstermeyen bütün müctehidlerin musîb olduğunu söylediğine dair iki farklı rivayetin bulunduğunu belirtir.567 Diğer taraftan Anberî ile Câhız arasında usul konularında bütün müctehidlerin doğru olduklarını kabullenme (tasvîb) noktasında benzerlik olmakla beraber bazı görüş farklılıklarından bahsedilmiştir. Âmidî (v.631/1233), "Mu‘tezile'den olan Câhız ve Ubeydullah b. el-Hasen el-Anberî 'Eğer düşünür, ictihad eder ve ictihadı onu inandığı şeye götürür ise İslam ümmeti dışındaki kişiden günah düşer ve mazârdur, muânid olanı bunun dışındadır.' dedi."568 cümlelerine yer vermektedir. Abdulazîz el-Buhârî (v.730/1329), Sübkî'nin aksine Anberî'nin kelamî konularda bütün müctehidleri musîb gördüğü, Câhız'ın ise itikada ilişkin konularda doğruyu bulmaya çalışan bütün gayr-i müslim müctehidleri musîb gördüğünü ifade etmiştir.569 Sübkî (v.771/1369), Câhız usûlü'd-dînde hata eden 562 Cessâs, el-Fusûl, IV/376. Sübkî, el-İbhâc, III/257. 564 Râzî, el-Mahsûl, II/500. Aynı yorum için bkz. Ermevî, et-Tahsîl, II/289; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31. 565 İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.276; İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/376. 566 İbn Hacer, Fethu'l-bârî, VII/409. 567 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.26-27. 568 Âmidî, el-İhkâm, II/409. 569 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31. İbn Fûrek ve Kâdî ‘Iyâz, Anberî'nin sözünü, tevili mümkün olan kelam konularına hamletmektedir. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/525. 563 118 müctehidin günahının olmayacağı görüşünde iken, Anberî'nin Ehl-i Kıble olan müctehidler hakkında "Musavvib" olduğunu yani hatayı baştan kabul etmeyerek hepsini musîb gördüğünü kaydeder.570 İbn Berhân (v.808/1405) da "Anberî, muhtemelen 'usûlde musîbtirler' sözünden 'ictihadında mazûrdur' anlamını kastetmekte, ancak bunu musîb kelimesiyle ifade etmektedir." demektedir.571 Gazzâlî (v.505/1111) Anberî'nin düşünce sisteminin Câhız'dan hatta sofist bilgi teorisinden daha tehlikeli olduğu kanaatindedir. Çünkü Câhız hakikati akliyyâtta/usûlü'ddînde muayyen görmekte fakat hata eden müctehidleri mazûr saymaktadır. Anberî ise eşyanın hakikatini tümüyle inkâr eden Sofistlerden de ileri giderek eşyanın gerçekliğini kabullenmekle beraber bu gerçekliği inanca tâbi kılmaktadır. Gazzâlî'ye göre Câhız'ın mesleği şer‘an muhal, aklen ise mümkündür, Anberî'nin düşünce sistemi ise hem aklen hem de şer‘an muhaldir. Aynı itikadî ekole mensup Mutezile uleması dahi Anberî'ye nispet edilen bu görüşü çirkin görerek “Müslümanların Rüyetullah, halk-ı Kur'ân, halk-ı ef‘âl gibi tekfiri gerektirmeyen kelamî konulardaki ihtilafına yorumlamaktadırlar. Zira bu konulardaki rivayetler ve deliller müteşabih ve birbirine muarızdır. Her fırka Allah ve Rasûlünün kelamına, O'nun azametine en uygun olanını seçme konusunda samimiyet sergiledikleri için musîb ve mazûrdurlar.” şeklinde yorumlamışlardır. Gazzâlî bu iddianın da aklen imkânsız olduğunu söyler. Çünkü kelâmî konular kişiden kişiye değişen izafî konular değildir. İtikadî meselelerde aynı anda iki zıt şeyin varlığı imkânsızdır. Mu‘tezile'nin bu yorumunda kastedilen “Musîb birdir fakat muhtî olan mazurdur.” ise bu aklen mümkün iken şer‘an imkânsızdır. Zira selef imamları "bid‘atçı" olarak nitelenen kişilerle ilişkiyi kesme ve onları eleştirmenin gerekliliği noktasında ortak fikre sahiptir. Nitekim itikadî konularda nefsü'l-emre zıt inanç şekilleri bilgisizlik kabul edilir ve bu konularda bilgisizlik affedilemez. 572 570 Sübkî, el-İbhâc, III/257. Ayrıca bkz. Şîrâzî, el-Lüma‘, s.258. Bâkıllânî, Anberî'ye ait "tasvîb" görüşünün en meşhurunun ehl-i kıble/Müslüman olan müctehidler hakkında olduğunu belirtmiştir. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/524. 571 Zerkeşî, a.e., IV/525. 572 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/360. 119 2. Ebu Osman Amr b. Bahr el-Câhız (v.255/869) Câhız'ın573 inanç konularında hata eden müctehidleri musîb gördüğüne dair bir çok rivayet fıkıh usûlü kitaplarına girmiştir.574 Bazı usulcülere göre Câhız, bütün müctehidlerin musîb olduğu hakkındaki bu görüşünden sapkın fikirleri sırf inadından dolayı savunun (muânid) kâfirleri hariç tutmaktadır.575 Gazzâlî'ye göre Câhız usûl konularını furû‘ gibi değerlendirmekle birlikte "Hak usûlde birdir fakat muhtî müctehid furûda olduğu gibi mazûrdur." görüşündedir. Yahudi, Hıristiyan ya da Dehrîler576 İslamiyete muhalif olan inançlarında muânid değillerse yani hakikati bildikleri halde buna karşı çıkma durumu söz konusu değilse mazurdurlar. Kişi itikadi konularda düşünür, ictihad eder ve doğruya ulaşmaktan aciz kalırsa günah kazanmaz. Eğer ictihad etmesi gerektiğini bilmediği için ictihad etmemişse yine mazûrdur. Öteki âlemde azap görecek olan kişi sadece muânid inkârcıdır.577 Bazı usulcüler, Anberî ve Câhız'a ait, inanç konularında bütün müctehidleri, hatta gayr-i müslimleri de doğruya isabet etmiş sayan böylesine geniş tasvîb düşüncesinin, Kur'ân ve sünnetin açık ifadelerine aykırı olduğu gerekçesiyle, Anberî ve Câhız'ın görüşlerine esneklik getirme ihtiyacı hissetmişlerdir. Örneğin Âmidî (v.631/1233), onların her müctehidin musîb olduğu şeklinde tespit ettiği alanın genel olmayıp, amellerin yaratılışı, halk-ı Kur'ân, Allah'ın ahirette görülmesi gibi hakkında birbirine muârız zannî delillerin bulunduğu kelâmî konularda olduğunu Mu‘tezilî bilginlerden nakille eserinde kaydetmektedir.578 Câhız'ın görüşünü "Ahiret âlemindeki cezalandırma ve sorumluluk bilgiye bağlıdır. Dolayısıyla bilip de yapmazsa ceza görür; bilmeden ölürse mükellef değildir" şeklinde yorumlayanlar da olmuştur.579 573 Tam adı Ebu Osmân Amr b. Bahr b. Mahbûb el-Kinânî olan Câhız Arap Edebiyatının en büyük nesir yazarlarından ve Mu‘tezile kelamcılarından biridir. Hicrî 100-160 yılları arasında Basra'da doğduğu tahmin edilmektedir. Câhız lakabı kendisine patlak gözlü olmasından dolayı verilmiştir. Ramazan Şeşen, "Cahız", DİA, VII/20-24. 574 Sübkî, a.e., III/257; Tûfî, el-Bülbül, s.125. 575 İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/377. 576 Dehrîler: Mutlak zaman anlamına gelen "dehr" kelimesine nispeti sebebiyle bu isimle anılan ve İslam dünyasında genel olarak ateist ve materyalist düşünce akımlarını temsil eden, alemin ezelî olduğunu ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan felsefi akımdır. Altıntaş, Hayrani, "Dehriyye", DİA, IX/107-109. 577 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359; İbn Kudâme, er-Ravda, s.413. 578 Âmidî, el-İhkâm, IV/411. 579 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.495. 120 İtikatta Musavvibe olan bilginlerin "Usûlde bütün müctehidler musîbtir." sözüyle neyi kastettiklerine dair nakledilen görüşler topluca değerlendirildiğinde ana olarak şu üç eğilim ortaya çıkmaktadır; 1. "İnanç konularında bütün müctehidler musîbtir." sözüyle bütün müctehidlerin nefsü'l-emirdeki doğruyu buldukları, 2. Bu konularda hata eden müctehidlerin günahlarının olmayacağı (nefyü'l-ism), 3. İslam milleti içindeki müctehidlerin musîb olduğu kastedilmektedir. Kanaatimizce de Anberî'nin ve Câhız'ın usûl konularında bütün müctehidleri musîb sayması mutlak değildir. Nitekim Anberî'nin musîb olma niteliğinin ehl-i kıbleden olan müctehidlerle sınırlandırdığını düşünen (v.436/1044) haklı olduğu ortadadır. 580 mezheptaşı Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin Zira Cüveynî'nin de ifade ettiği gibi usûlde bütün müctehidlerin nefsü'l-emre mutabakat anlamında isabet ettiği şeklindeki tasvîb düşüncesine akıllı hiçbir insan sahip olamaz.581 İtikatta Musavvibe ile ilgili verilen bilgiler ışığında Ebu İshâk en-Nazzâm'ın da (v.232/758)582 bu grup içinde yer aldığı ağırlık kazanmaktadır.583 Ayrıca bazı fıkıh usûlü müdevvenatında Dâvûd b. Alî'nin (v.270/883) yoruma açık itikadî konularda bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşünde olduğu kaydedilmektedir.584 Hatta Zerkeşî (v.794/1391), genelde Zâhirîler özelde ise Dâvûd b. Alî'nin "Kim bir konuda Allah'a yakınlaşmayı umarak fetva verirse ister müctehid olsun ister olmasın musîbtir." diyerek isabetin sınırını müctehidle sınırlamayarak Anberî'den de ileri gittiğini iddia etmektedir.585 Ancak gerek Zâhiriyye mezhebinin temel öğretileri ve mezhep ilkeleri göz önünde tutulduğunda gerekse bu mezhebin en bariz ismi olan İbn Hazm'ın konuyla ilgili ifadeleri586 değerlendirildiğinde Zerkeşî'nin bu savında yanıldığı söylenebilir. 580 Ebu'l-Hüseyn el-Basrî eserinde, "Ubeydullah b. el-Hasen, 'usûl konularında ehl-i kıbleden olan muvahhide, müşebbihe gibi müctehidler musîbtir' demiştir" ifadesine yer verir. Basrî, el-Mu‘temed, II/398; Alvân, el-İctihâd ve davâbıtuhû inde'l-İmâmi'ş-Şâtıbî, s.190. 581 Cüveynî, el-Burhân, II/859-860. 582 Tam adı Ebu İshâk İbrâhîm b. Seyyât Mevle'l-Hâris'tir. Mu‘tezile önderlerinden Basralı bir kelâmcıdır. Câhız'ın hocası olup çok sayıda eser kaleme almıştır. Birçok kişi tarafından inkârcılık ve İslam akidesinden uzaklıkla suçlanmış, kader gibi bazı konularda Cumhura aykırı şeyler söylemekte yalnız kalmıştır. Bkz. Zehebî, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, X/541-542. 583 Bkz. Tûfî, Şerhu muhtasari'r-Ravda, III/611. 584 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/525. 585 Zerkeşî, a.e., IV/548. 586 İbn Hazm, el-Muhallâ bi'l-âsâr, I/70; a.mlf., el-İhkâm fî usûli'l-ahkâm, II/69, 70, 302, 631, 632. 121 B. Furûda Musavvibe Olan Âlimler Konuyu "Salt Musavvibe" olanlar ve "Eşbeh Görüşünü Benimseyenler" ayrımıyla iki alt başlık halinde ele alacağız. 1. Salt Musavvibe Olan Âlimler a. Basralı Mu‘tezile Âlimleri Bilindiği üzere Mu‘tezile akımı kendi arasında iki ekol ile temsil edilmektedir: Basra Ekolü: Vâsıl b. ‘Atâ, ‘Amr b. ‘Ubeyd, Osman et-Tavîl, Ebu'l-Hüzeyl el‘Allâf, Ebu Bekr el-Esam, Ma‘mer b. ‘Abbâd, Nazzâm, Şahhâm, Câhız, Ebu ‘Alî elCubbâî, Ebu Hâşim el-Cübbâî bu ekolün başlıca temsilcileridir. Bağdat Ekolu: Bişr b. Mu‘temir, Ebu Mûsâ el-Merdâr, Ahmed b. Ebu Duâd, Semâme b. el-Eşras, Ca‘fer b. Harb, Ca‘fer b. Mübeşşir el-İskâfî, ‘Îsâ b. Heysem, Ebu'lKâsım el-Belhî587 gibi isimler tarafından benimsenen ekoldür. Bazı usulcüler Mu‘tezile'nin tamamının "furû‘" şeklinde tabir ettiğimiz ictihadî/fıkhî konularda, farklı düşünen bütün müctehidlerin musîb olduğunu, birden fazla doğrunun olabileceğini ve bu doğruların eşit düzeyde doğruluk niteliği taşıdığını savunan Salt Musavvibe düşüncesini benimsediğini belirtmekte iken588, kimi usulcüler bu düşünceyi Basra Mu‘tezilesine nispet etmektedir.589 Bazıları ise bu görüşle ilgili olarak Ebu Huzeyl el-‘Allâf (v.226/840)590, Ebu Alî el-Cübbâî (v.303/915)591 ve Ebu Hâşim el-Cübbâî (v.321/933)592 isimlerini zikretmekle yetinmişlerdir.593 587 Duveyhî, Ârâu'l-Mu‘tezileti'l-usûliyye, s.54. Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/419; Pezdevî, el-Usûl, IV/32; Teftâzânî, et-Telvîh ale't-tavdîh, II/118; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/465; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/532. 589 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048; Duveyhî, a.e., s.595. 590 Muhammed b. el-Hüzeyl b. Abdillâh el-Basrî, Mu‘tezile'nin Basra ekolünün kurucusu olan âlimdir. Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd'den sonra Mu‘tezile'nin itikadî mezhep haline gelmesinde büyük rol oynadı. Cedel ilminin kurucusu kabul edilir. Arapçaya tercüme edilen felsefe kitaplarını okuyarak kendini bu alanda yetiştirdi. Yahudi, Hristiyan ve Mecûsî dinlerine mensup pek çok kişiyle başarılı münazaralar yaptı. Hayatının son zamanlarında gözlerini kaybetti ve samarrada öldü. İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, V/413-414; İbnu'l-Murtazâ, Tabakâtu'l-Mu‘tezile, s.44-45; Hayreddîn Zirikli, el-A‘lâm, VII/131; Metin Yurdagür, "Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf", DİA, X/330-332. 591 Ebu Alî Muhammed b. Abdilvehhâb b. Selâm el-Cubbâî, kendi zamanında Basra Mu‘tezile'sinin lideri olan kelam, tefsir ve fıkıh âlimidir. İmam Eş‘arî onun talebesi olup "üç kardeş" (ihve-i selâse) meselesi olarak bilinen kelamî bir tartışmadan sonra onu terk etti. Hristiyanlarla yaptığı münakaşalarla ün kazanmıştır. Yetmiş civarında eserinin olduğu nakledilmektedir. İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, V/271; Zehebî, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, XIV/183-184; Yusuf Şevki Yavuz, "Cubbâî", DİA, VIII/99-102. 592 Abdusselâm b. Muhammed b. Abdilvehhâb el-Cübbâî, 277'de Basra'da doğdu. Ebu Alî el-Cübbâî'nin oğludur. Ebu'l-Hasen el-Eşarî'nin ders arkadaşı olan Ebu Hâşim onunla bir çok kelamî münazara yapmıştır. Basra Mu‘tezilesi'nin en önemli imamlarından birisidir. Kısa süren ömrüne rağmen 160 civarında eser bıraktığı nakledilir. Görüşlerini benimseyenlere "Ebu Hâşim'e mensup olanlar" manasında "Behşemiyye" 588 122 Ebu't-Tayyib et-Taberî (v.350/961) Basra Mu‘tezilesiyle ilgili olarak “Bu bid‘at görüşün (tasvîb) ilk kaynağı onlardır. Bu görüşü, fıkhın anlamını idrak edememeleri ve hakikate ulaştıran, batıl şeylerle arasını ayıran doğru yöntemleri bilmemeleri sebebiyle benimsemişlerdir. ‘Hiçbir yöntem diğerine, hiçbir delil de ötekine üstün değildir; hepsi birbirine denktir, kimin zannına bir şey gâlib gelirse onunla hükmeder.’ diyerek bilmedikleri ve ehil olmadıkları bir konuda söz söylemeye kalkıştılar.” demektedir.594 Cüveynî, Mu‘tezile'nin tamamının "tasvîbu'l-müctehidîn"i benimsediklerini söyler.595 Bâcî (v.494/1100) ve Şîrâzî (v.476/1083), Bağdat Mu‘tezilesinin Muhattıe, Basra Mu‘tezilesinin ise Musavvibe görüşünde olduklarını ifade etmektedir.596 Mu‘tezile imamlarından Kâdî Abdulcebbâr'ın (v.415/1024) "Mezhebler fiillerin hükümleri konusunda şartlara ve ictihad farklılığına bağlı olarak değişik şekillerde bu fiilleri uygulama imkânına sahip olmuştur. Öyleyse bu tür konularda bütün müctehidlerin musîb olması ve doğrunun hem bir şeyde hem de onun muhalifinde bulunması akıl dışı değildir."597, "Kaynağı kesin bilgi olan ve hakkında delil bulunan konularda doğru tektir; gâlib zannın taalluk ettiği bunun dışındaki konularda ise bütün müctehidler musîbtir."598, "Her müctehid ictihadıyla ulaştığı hükme göre amel ettiğine göre bütün müctehidler musîbtir." şeklindeki kendi ifadelerinden Musavvibe'den olduğu açıkça belli olmaktadır.599 Fahru'l-İslam Pezdevî (v.482/1089) ve Mâverdî (v.450/1058) Mu‘tezile'nin hepsini ya Salt Musavvibe ya da Eşbeh görüşüyle ilişkilendirmektedir.600 Râzî (v.606/1209), Mu‘tezile'den Ebu Alî el-Cübbâî, Ebu Hâşim ve Ebu Hüzeyl'i Musavvibe'ye dâhil ederken601 Abdulazîz el-Buhârî (v.730/1329), Mu’tezile'nin ileri gelenlerinden bu üç ismin Musavvibe olduğunu belirtmekle beraber bu konuda kesin bir veya "Behâşime" denilmiştir. İbnu'l-Murtaza, Tabakâtu'l-Mu‘tezile, s.94-96; Avni İlhan, "Ebu Hâşim elCübbâî", DİA, X/146-147. 593 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/313; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/358; Âmidî, el-İhkâm, IV/159; Ermevî, et-Tahsîl, II/290; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.278; Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/613; Âlu İbn Teymiyye, elMüsevvede, s.502; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32; Sübkî, el-İbhâc, III/259; İbnu'l-Hümâm, etTahrîr, III/388. 594 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048-1049; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/530. 595 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.31. 596 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.623; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048. 597 Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-tevhîd, XVI/355. 598 Kâdî Abdulcebbâr, a.e., XVI/361. 599 Basrî, el-Mu‘temed, II/397. Kâdî Abdulcabbâr'ın Musavvibe'den olduğu hakkında ayrıca bkz. Vezîr, elMusaffâ fî ilmi'l-usûl, s.819. 600 Seyyid Bey, Medhal, s.187. 601 Râzî, el-Mahsûl, II/503. 123 ifade kullanmamaktadır.602 İbnu'l-Hümâm (v.861/1456) "Bütün müctehidler musîbtir." görüşünün Mu‘tezile'ye nispetini hükmü hadis gördükleri için doğrulamaktadır.603 Bu farklı ifadeler içinden doğru olanı bütün Mu‘tezile'nin furûda Salt Musavvibe'den olmadığıdır. İbn Rüşd'ün (v.595/1198) de ifade ettiği gibi, "şer‘î hükümlerin, eşyanın zatî sıfatları olduğuna inanan Mu‘tezile'nin tamamının bütün müctehidleri musîb görmesine imkan yoktur."604 Aynı şekilde İbn Abdişşekûr'a (v.1119/1707) göre de hüsün-kubuh meselesindeki görüşleri nazara alındığında Mu‘tezile'nin ekseriyetinin dahi Musavvibe olduğunu iddia etmenin doğru olmayacağı anlaşılır.605 Zira Mu‘tezile'nin insan fiillerinin, zatında güzellik ve çirkinlik taşıdığı inancı, fiillerin hükmünün insani bir eylem olan ictihadla etkileşim içinde olmaksızın "ictihad öncesi" bir hükmünün varlığına inanmış olmaları sonucunu doğurur. Tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasında Basra ve Bağdat Mu‘tezilesinin farklı düşünmesinde yatan temel faktör hüsün-kubuh problemine ait bakış açılarındaki farklılıktır. Bilindiği üzere birçok konuda olduğu gibi hüsün-kubuh konusunda da bir ekol olarak Mu‘tezile düşüncesine mensup bilginlerin tamamı bir blok halinde ortak fikirler paylaşmamaktadır. Mu‘tezile'nin bu iki kolu hüsün ve kubhun akliliği konusunda ittifak etmekle birlikte Bağdâdîler bu hükümlerin, "eşyanın zatî sıfatları olduğu", Basrîler ise "eşyanın vaki olduğu vücuh ve itibarat bakımından bu hükümleri aldığı" görüşünü benimsemekte, özellikle mütekaddim Bağdâdîler fiillerdeki hüsün ve kubhun zatî sıfatlar olduğunu kabul etmekteydiler. Basra Mu‘tezilesine göre ise hüsün ve kubhu mûcib olan hakikî bir sıfatın bulunamayacağını, fiilin izafî sıfatlar ve itibarî vecihler sebebiyle hüsün ve kubuh ile nitelendiğini kabul etmekteydiler. Dolayısıyla bir fiil bir vecih üzere vaki olduğunda güzel, bir başka vecih üzere vaki olduğunda çirkin olarak nitelenebilmektedir.606 b. Ebu'l-Hasen el-Eşarî (v.324/935) Tasvîb görüşünün Ebu'l-Hasen el-Eşarî'ye ait olamayacağına dair Horasan Eş‘arîlerinin taşıdığı genel kanının607 aksine Ebu Bekr el-Bâkıllânî (v.403/1013), Eşarî'ye ait iki farklı rivayetin bulunduğunu söylemektedir. 602 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32-33 ; Seyyid Bey, Medhal, s.187. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388. 604 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.138-139. 605 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/380. 606 Başoğlu, Hicrî Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.56-57. 607 İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/388; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/528, 532. 603 124 Ahmed er-Raysûnî, İmam Eş‘arî'nin "ictihadî çözümlemeler içinde doğrunun tek olup olmadığı" problemiyle ilgili düşüncesine ilişkin birbiriyle çelişen rivayetler içinden onun tasvîbi benimsediğine başlıca dört sebep göstermektedir: a. Birçok usulcü, bu görüşün kesinlik ifade eden bir dille Eş‘arî'ye aidiyetine vurgu yapmaktadır. Örneğin meşhur Eş‘arî kelamcısı Cüveynî (v.478/1085) "el-Burhân"da 609 Râzî (v.606/1209) "el-Mahsûl"de 610 , Kelvezânî (v.510/1116) "et-Temhîd"de 608 , , İsnevî (v.772/1270) "Nihâyetü's-sûl"de611 İmam Eş‘arî'nin furûâtta bütün müctehidlerin doğruyu bulduğu görüşünü savunduğunu kaydetmektedir. b. Bu görüşü bazı büyük Eş‘arî âlimlerinin tercih etmesi bunun kendilerinden önce yaşamış aynı itikadî disipline mensup birinden etkilendikleri fikrini vermektedir. Çünkü Bâkıllânî ve Gazzâlî (v.505/1111) gibi Eşarî kelamcılarının bu görüşü selefleri olan birinden etkilenmeden kendiliklerinden iddia etmeleri akıldan uzaktır. c. Ebu İshâk eş-Şîrâzî'nin (v.476/1083) ifadelerinden Eş‘arî'den iki farklı görüşün nakledildiği, birincisinin tahtıe, ikincisinin tasvîb olduğu, yani onun hakkında kesinleşen nihai görüşün tasvîb olduğu anlaşılmaktadır.612 d. Eş‘arî'nin Basralı oluşu ve Musavvibe görüşünü savunanların belli başlı temsilcilerinin Basra Mutezilesinden çıkmış olması, diğer taraftan Eş‘arî'nin, bu görüşün hararetli savunucusu olarak bilinen Ebu Alî el-Cubbâî'nin eski bir öğrencisi olması bu görüşün ona Mutezile kalıntısı olduğu fikrini vermektedir. Şîrâzî de buna açıkça değinmekte ve “Bu görüş (bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşü) Ebu'l-Hasen'e itizalden geçmiş bir kalıntıdır.” demektedir.613 Aynı akademik ortamı paylaşan Eş‘arî'nin onlardan etkilendiği konular içinde tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasının da varlığı ihtimalden uzak görünmemektedir. Eşarî'nin tasvîb görüşünü benimsediğinin bir göstergesi de hüsün-kubuh hakkındaki fikirleridir. Güzellik ve çirkinlik gibi kelimelerin ifade ettikleri manalar itibarî, izafî ve kişiden kişiye değişen kavramlar olduğunu, ancak dînin emri ve nehyi ile bu anlamların 608 “Maznûnâta gelince oradaki ihtilaf meşhurdur. Şöyle ki; Kâdî (Bâkıllânî), ve üstadımız Ebu'l-Hasen (elEş‘arî) musavvibe görüşüne sahiptir.” Cüveynî, el-Burhân, II/861. 609 "'Bütün müctehidler musîbtir' diyenler Eş‘arî, Kâdî Ebubekr (Bâkıllânî) gibi kelamcıların çoğunluğudur." Râzî, el-Mahsûl, II/503. Ayrıca bkz. Ermevî, et-Tahsîl, II/290. 610 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/314. 611 İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/399. Eş‘arî'nin Musavvibe'den olduğunu söyleyen usulcüler için Ayrıca bkz. Sübkî, el-İbhâc, III/258. 612 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048. 613 Şîrâzî, a.e., II/1048. 125 kazanıldığına kail olmaları sebebiyle bu teori Eşarîlerin düşünce sistemlerine tamamen uygun düşmektedir.614 c. Ebu Bekr el-Bâkıllânî (v.403/1013) Bâkıllânî'nin tartışmada aldığı tavırla ilgili olarak öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki onun kendi eserinde bu başlık altında müstakil bir bahis bulunmamaktadır. Fıkıh usulü kitaplarında da ona izafe edilen ve konuyla doğrudan ilgili bir metin ya da söz nakledilmemekte ancak "et-Takrîb ve'l-irşâd"da cümle aralarında tasvîb görüşünü açıkça dile getirmektedir. Örneğin "Bize göre doğru her müctehidin görüşünde olup, doğrunun bu görüşler içinde yalnızca birinde olduğuna inanan yanlış bir kanaattedir"615 demektedir. Bâkıllânî'nin eserlerini çokça mütalaa eden birisi olan ve kendisine bizzat mülâki olmayıp eserleri vasıtasıyla ona öğrencilik yapan İmamu'l-Harameyn el-Cüveynî (v.478/1085), özelde Bâkıllânî genelde ise bütün kelamcıların tasvîb görüşüne sahip olduklarını belirtmekte ve bu kelamcılardan İbn Fûrek (v.406/1015) ve Ebu İshâk elIsferâyînî'yi (v.418/1027) müstesna tutmaktadır.616 Eşarîlerin Sultanı617 lakabıyla anılan Cüveynî, Bâkıllânî için “el-Burhân” isimli meşhur eserinde şu ifadelere yer vermektedir: “Söz Kâdî'ya (Ebu Bekr el-Bâkıllânî) gelince ona şöyle deriz: Bir konuda farklı hükümlere ulaşan iki müctehidin ikisinin de doğru olduğu (tasvîb) görüşüyle, müctehidlerin zanlarına uygun olarak hareket etmeleri gerektiğini kastediyorsan, bu zaten herkesin kabul ettiği bir konudur. Eğer bu görüşünle ictihadı ortadan kaldırmayı, keyfî seçim hakkını ve helal-haram arasındaki eşitliği kastediyorsan bunun dinin gönderiliş amacına aykırı bir tutum olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Tasvîb ile eğer olaylarda 'Allah'ın muayyen bir hükmü yoktur' demek istiyorsan bu da akla aykırı bir iddiadır. Çünkü 'taleb' (hüküm araştırma) bir 'matlûbu' (araştırılan hüküm) gerektirir, araştırılan bir şeyin varlığını kabullenmeden, araştırma emrinin varlığı akla uzaktır. Örneğin Zeyd'in evde bulunup bulunmadığını araştıran kişi her iki halin de muhtemelen doğruluğunu zihninde tasavvur eder, ardında doğru olanını bulmak için aramaya başlar. Müctehid de böyledir… Bütün bunlardan yola çıkarak “Hiçbir olay Allah'ın hükmünden hâlî değildir, müctehid Allah'ın emri hakkındaki zannının gereğiyle amel etmesi açısından musîbtir, fakat ictihadı 614 Seyyid Bey, Medhal, s.187. Bâkıllânî, et-Takrîb ve'l-irşâd, III/428. 616 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.31-32. 617 Sübkî, Raf‘u'l-hâcib ‘an ibni Hâcib, I/258. 615 126 Allah'ın hükmünü bulmaya götürmemişse muhtîdir diyebiliriz. Muhtar olan görüş de budur.”618 Bâkıllânî'nin Musavvibe'den olduğu bilgisi neredeyse bütün usûl kitaplarında zikredilmekte619 ve bu konu tereddüde yer olmayacak derecede kesinlik taşımaktadır. d. Ebu Hâmid el-Gazzâlî (v.505/1111) Tartışmanın tarafları meselesinde üç sebepten dolayı Gazzâlî'nin özel bir konumu vardır:620 1. Musavvibe görüşünü savunanlar arasında Gazzâlî kadar meşhur bir kişi yoktur. 2. Musavvibe görüşünü savunurken Gazzâlî kadar konuyu uzun uzadıya izah eden olmamıştır.621 3. Tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasında Musavvibe taraftarı olan Gazzâlî kimsenin ulaşmadığı kadar kesin bir kanaat taşımaktadır.622 Tasvîbu'l-müctehidîn tartışması Gazzâlî'nin, fıkıh usûlüne dair yazdığı ilk eseri olan "el-Menhûl" ile son eseri olan "el-Mustasfâ"daki görüş farklarından birisidir. "elMenhûl"de "Her olayda Allah'a ait bir hüküm vardır ve müctehidin görevi bunu araştırmaktır. Bu hükme dair gâlib zan doğuran emâreler bulunmaktadır."623 demektedir. Gazzâlî'ye tahtıe-tasvîb tartışması ile ilgili sorulan soruya verdiği cevap şekli de bu konuda onun görüşlerinde meydana gelen değişikliğin bir başka kanıtıdır. Gazzâlî, sözü edilen soruya hukukî olayları beşe ayırarak cevap vermektedir: 1. Sarîh nassın bulunduğu konular. Muarızı olmayan nassın bulunması sebebiyle bu konularda musîb tektir (Örneğin keler etinin mübah olması). 2. Doğrudan nas bulunmadığı fakat nassın delalet ettiği konular. Bu tür konularda nassın manasının delaleti lafzının delaleti gibidir. Nassın işaret ettiği manaya isabet etmeyen müctehid muhtîdir. 3. Şâri‘in herhangi bir delil vasıtasıyla hükmünü açıklamadığı konular. Bu konularda kullarının maslahatına en uygun olan (aslah) tespiti yapılabiliyor ise tespit edilen 618 Cüveynî, el-Burhân, II/864-865. Örneğin bkz. Ermevî, et-Tahsîl, II/290; Tûfî, Şerhu muhtasari'r-Ravda, III/613; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32; Sübkî, el-İbhâc, III/258; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/388; İbn Abdişşekûr, Müsellemü'ssübût, II/380. 620 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.211. 621 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/357-378. 622 Gazzâlî, "tasvîb" görüşünün delillerinin katî olduğu düşüncesini taşımaktadır. Bkz. İbn Kudâme, er-Ravda, s.411. 623 Gazzâlî, el-Menhûl, s.565. 619 127 bu görüş Allah'ın hükmü olduğunu söylenebilir ve insanlar bu hükmü ararlar, bulamayanlar ise muhtîdir. Çünkü aslah (en faydalı) olan Allah katında taayyün etmiştir. 4. Şeriatte tek/muayyen hükmü bulunmayan konular. Bu tür konularda müctehide "Hükmü iki görüş arasından seç! " denilmiştir ve salah-fesad noktasında iki görüş de Allah katında birbirine eşittir. Bu konularda bütün müctehidler musîbtir ve fayda-zarar değerlendirmesi insanlara bırakılmıştır. Her ikisi Şârî yanında doğru olmakla beraber kullar birisini maslahat-mefsedet açısından tercih edebilir. Müslümanlara verilen mali yardımlar, maaşlar, cezalar gibi, takdiri devlet başkanına bırakılan tasarruflar bu türden konulardır. 5. Birbirine zıt iki nassın konusu olan hukukî meseleler. Bu konular makûlu'l-mânâ (akılla anlaşılabilen) ise Allah'ın hükmü aslah olanıdır. Yukarıda zikri geçen üçüncü ve dördüncü gruba dâhil edilebilir. Makûlu'l-mânâ değilse Allah'ın hükmü eşbehi almaktır. Ancak bu eşbeh diğer hükümlerle Allah katında eşit olup her iki görüş de doğrudur ve hata eden yoktur. Siyasî konular ve birbirine zıt iki delilin bulunduğu konular bu beşinci kısma girmektedir.624 İctihadî görüşler içinde doğrunun tek/çok olduğu tartışmasında Gazzâlî'ye ait kanaatleri belirtmek için "el-Menhûl" ve ondan dolaylı nakledilen sözler bir tarafa bırakılarak "el-Mustasfâ"nın ictihad bahsindeki ilgili bölüm okunduğunda onun Salt Musavvibe'den olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Öyke ki Gazzâlî tasvîb görüşüne, karşıt görüşteki Muhattıe'yi bu düşünceyi benimsemekle günah işlemiş olacağını iddia edecek derecede bağlıdır ve bunu tartışılmaz, hakkında kesin delillerin bulunduğu bir konu gibi görmektedir. "Doğruluğuna kesin olarak inandığımız ve aksini düşünenlerin yanlış üzerinde olduğu görüş; bütün müctehidlerin zanniyyâtta musîb olduğu ve hakkında Allah'a ait belirli bir hükmün bulunmadığıdır."625 Muhalif görüş sahiplerini küçük ve sapkın bir gruba hasretme, kendi görüşünü cumhura ait ve şüphe götürmez bir görüş gibi sunma Gazzâlî'nin zaman zaman başvurduğu bir yöntemdir.626 Nitekim Gazâlî, Muhattıe görüşünü Bağdat Mu‘tezilesi tarafından icat edilen bid‘at bir görüş olarak takdim etmektedir.627 624 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/542-543. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/364. 626 Örneğin hüsün-kubuh tartışmasında eşyanın güzellik ve çirkinliğinin akılla kavranabileceğini sadece Mu‘tezile, Kerrâmiyye ve Râfizîlerin iddia ettiğini belirtir. Gazzâlî, el-Menhûl, s.64. 627 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361. 625 128 Gazzâlî'ye göre müctehid ihmal, dikkatsizlik ve gayret eksikliği sebebiyle nassa ulaşamaz ise günahkâr olur. Çaba gösterdiği halde konu hakkında varid olan nassa ulaşamaz ise, müctehid hakkında hüküm yoktur. Bu durumda aynı olay için bir müctehid hakkında hüküm var iken diğer bir müctehid için olmayabilir. Kıble tahvilini emreden vahiy Hz. Peygamber'e ulaşmadan ya da Kuba mescidinde namaz kılan sahâbîlere bu haber tebliğ edilmeden önce onlar hakkında bir hükmün varlığından bahsedilemez, onlara muhtî demek de doğru olmaz. Benzer olay muhâbera628 hadîsinde vaki olmuştur. Abdullah b. Ömer: "Râfi‘ b. Hadîc, bize Rasûlullah'ın muhâbere hakkındaki yasağını rivayet etmeden önce biz kırk sene muhâbere akdi yaptık."629 Hakkında nas olan konular böyle olursa, nas olmayan bir konuda evleviyyetle hüküm olmaması gerekir.630 Gazzâlî bütün zannî delillerin, insanların zihinlerinde farklı etkiler bıraktığını düşünmektedir. Karakter ve seciyeye bağlı olarak herkes bu delillerden değişik şeyler anlayabilir. Örneğin fıkıhla uğraşan bir âlimin herhangi bir hadisten çıkardığı anlam muhtevası kelâm ilmiyle iştigal eden kişinin anlayışından uzak olabilir.631 Gazâlî ayrıca bahse konu tartışmada yapılan yanlışlığın esasının, fakihlerin zannî delillere, bunları öznel değil de nesnel delil zannedecek derecede ağırlık vermelerinde yattığını söylemektedir. Tıpkı mıknatısın bakırı değil de demiri harekete geçirmesi gibi, emarelerin de kendilerine uygun tabiatları harekete geçireceğini, dolayısıyla karakter özelliklerinin ve ilgi alanlarının farklı olmasının zanların da farklı olmasını gerektireceğini ileri sürer.632 Gazzâlî nezdinde kat‘î delil olmaksızın doğruyu bulmakla yükümlü tutmak, muhâli teklif anlamına gelir. Kat‘î delil olmayan konularda teklif olmadığına göre hata da olamaz.633 İbn Rüşd'e (v.595/1198) göre Gazzâlî "el-Mustasfâ"da bütün müctehidlerin musîb olduğu görüşüne ulaşmak için iki yöntem izlemiştir: 1. Allah'a ait olup ictihad vasıtasıyla aranması istenen belirli bir hüküm bulunsaydı onun üzerindeki sorumluluk onu bulmaya yönelik olurdu. Bu durumda muayyen hükme 628 Muhâbera akdi; müzâraa akdi ile aynı anlama gelip tarladan çıkacak mahsulün belli bir oranı üzerinden tarlanın kiraya verilmesidir. Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s.62. 629 Benzer anlamdaki hadisler için bkz. Nesâî, "Müzâra‘a", 2; İbn Mâce, "Ruhûn", 7; Ahmed b. Hanbel, elMüsned, I/224, H.no: 2087; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, IV/379, H.no: 21254. 630 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/364-365. 631 Gazzâlî, a.e., II/365-366. 632 Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", s.23. Bkz. Gazzâlî, a.e., II/366, 367, 377; Apaydın, "İctihad", DİA, XXI/441. Gazzâlî'nin şer‘î deliller hakkındaki görüşleri için ayrıca bkz. İbn Kudâme, er-Ravda, s.412. 633 Gazzâlî, a.e., II/365. 129 ulaştıracak kat‘î bir delilin bulunması gerekirdi. Aksi halde teklîf-i mâlâyutâk lazım gelir. İctihadda kullanılan delillere gelince farklı yorumlara müsait zannî delillerdir ve bu tür deliller insanların sahip olduğu farklı mizac, karakter ve huylara bağlı olarak farklı hükümler alabilir. 2. Gazzâlî vacib teriminden yola çıkarak tasvîb görüşünü temellendirmeye çalışmıştır. Vâcib; "Terki günahı ve cezayı gerektiren istektir." Bir konu hakkında belirlenmiş hüküm vacib ise ona isabet edememe günah olması gereken bir durumdur. Müctehidin günahının düştüğüne dair İslam âlimlerinin icması bulunduğuna göre günahın olmaması hatanın da olmamasını gerektirir.634 Görüldüğü üzere Gazzâlî hata ile günah arasında doğrudan bir ilişkinin (telâzüm) bulunduğunu varsaymaktadır. Ancak "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse 635 ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." şeklindeki hadis ile “Hatâen işlediklerinizde sizin üzerinize bir günah yoktur ancak kalplerinizin 636 kastettiğinde (size günah yazılır).” mealindeki âyet böyle bir hata-günah paralelliğini nakzetmektedir. Muhaliflerin delilleri karşısında aciz duruma düşen filozof kelamcıların fikirlerini savunmak için bu fikirlerin “kat‘î meseleler” olup buna aykırı düşenlerin günaha, bidate vs. gireceklerini söylemeleri onların bilinen bir tartışma yöntemleri olduğunu iddia eden Ahmed er-Raysûnî637, Gazzâlî'nin aksi görüşe doğruluk ihtimali vermezcesine kendi görüşü olan tasvîbi “kat‘î delillerle sabit” ve “aksini düşünenlerin günaha girdiği” şeklindeki ifadelerini tenkit bağlamında Gazzâlî'nin muhaliflerine takındığı tutumun İbn Hazm'dan (v.456/1064) bile ileri düzeyde bir aşırılık taşıdığı kanaatindedir.638 İbn Hazm ictihadlarında kendisine muhalif herkesi -hatta Dört İmam birlikte olsa da- hatalı bulmadaki umursamaz tavrıyla dikkat çeken, görüşlerine teşeddüt derecesinde bağlılığıyla tanınan bir müctehid olmasına rağmen hiçbir zaman karşıt görüş sahiplerini günahkâr olmakla itham etmemiş, aksine, hatalı da olsalar mecûr olacaklarını söylemiştir: “Nas ile sabittir ki hata(nın günahı) bizden (İslam ümmetinden ya da âlimlerinden) düşmüştür. Kim bir hükümde bulunur ve Allah katında da hatalı olan bu hükmün hata olduğunun farkına varmazsa şüphesiz bu kişi muhtîdir, bu konuda hatalı olduğunu bilmeyerek bu hükme 634 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.140-141. Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. Hadîs Amr b. el-Âs kanalıyla gelmiştir. 635 Ahzâb 33/5. =3; 8! ت/ ﻡ ﺕ3 وK; =ﺕBC أﺥ0 = ﺝ ح38' @و Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.214-215. 638 Raysûnî, a.e., s.214. 636 637 130 ulaşamamış ise Allah katında günah sahibi değildir. Bu ayet639 mana olarak müftî, hâkim, uygulayıcı ve müctehid herkesi kapsamaktadır.”640 Gazzâlî'nin zannî delillere “emâre” dediği ve bu delillerin bizzat kendisinin istidlal vasfını taşımadıkları kanaatinde olduğuna daha önce değinmiştik. Böylelikle Gazzâlî, müctehidin kat‘î delil olmaksızın doğruya isabetle mükellef tutulmasının “teklîf-i mâlâyutâk” olduğunu iddia eder.641 Gazzâlî'nin imkânsız bir şeyle sorumlu tutmak anlamındaki bu tezi iki açıdan yanlışlanabilir: 1. Bu tez ancak mükellefin doğruya yakinî bir bilgiyle mükellef tutulması halinde geçerli olabilir. Müctehid zannî deliller vasıtasıyla doğruyu aramakla yükümlü tutulmuştur ki, zannî delil zannî bilgi ve zannî doğruluk kaynağıdır. Ayrıca zannî delil bazen kat‘î bilgi kaynağı olmaya doğru yakınlaşır.642 2. "Teklîf-i mâlâyutâk" kavramı ancak, hiç kimsenin yapmaya güç yetiremediği dînî buyruklar için kullanılmaktadır. Bir kısım insanların takat getirdiği diğer kısmının ise aciz kaldığı ya da bazen yapılabilen bazen de yapılamayan işlerde bu kavram kullanılmaz.643 Diğer taraftan müctehid fakihler ictihad yöntemlerine, doğru olan hükmü elde etmek için kullanılan istinbat kurallarına riayet ettikleri ve bu uğurda samimi olarak bütün güçlerini sarf ettikleri takdirde furû çözümlerinin çoğunluğunda doğruya isabet edecekler, bu yöntem ve kurallara ne kadar çok itina gösterirlerse doğruya ulaşma oranı o kadar artacaktır. Dolayısıyla müctehidin zannî delil aracılığıyla doğruya isabet ile emredilmesi, imkânsız ile yükümlü tutmak ve ictihad için ön şart değildir.644 Burada yeri gelmişken Gazzâli'nin "emâre" kavramına ilişkin yorumlarına da yer vermek istiyoruz: Emâre sözlükte "alâmet, işaret" anlamlarına gelmektedir.645 Usulcülerin zannî delile emâre demesi, sadece lafzî ve sûrî bir kullanım olduğu ve onların emâre kelimesiyle güçlü kanaatle doğruluk unsuru taşıyan bütün delilleri kastettikleri görmezden gelinemez. Bu noktada Musavvibe'den olan usulcüleri -özellikle de Gazzali'yi- diğer mütekellim usulcülerden ayıran şey "emâre" kelimesine yarı yarıya 639 Ahzâb 33/5. İbn Hazm, el-İhkâm, VIII/633. 641 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/362, 366. 642 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.215-216. 643 Zekiyyuddîn eş-Şa‘bân, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, s.263-264; Zeydan, el-Vecîz fî usûlü'l-fıkh, 78-79. 644 Raysûnî, a.e., s.216. 645 Cevherî, es-Sıhâh, II/582; Zemahşerî, Esâsu'l-belâğa, s.21; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘arab, IV/32. 640 131 doğru olması muhtemel "şek" derecesinde bir bilgi kaynağı olarak görerek farklı ve zayıf bir anlam yüklemeleridir: “Emârelere delil denilmesi mecazdır. Emâreler ise kendi başlarına zannî bilgi vermeyip göreceli olarak değişebilmektedir. Zeyd için bir anlamı olmayan şey Amr için mana taşıyabilir. Zeyd için hüküm taşıyan bir şey Amr için taşımayabilir.”646 “Bu yanılgının (Muhattıe'nin doğruların tekliğini düşünmesi) sebebi emârelere mecâzen delil isminin verilerek kesinlik içeren delil zannedilmesidir. Zan olsa olsa nefsin bir şeyden başka bir şeye meyletmesidir. Bu durum resimlerden hoşlanılması (istihsan) gibi menfaatlerin hoşlanılmasından ibarettir. Kimin tabiatı bir sûrete uyum gösterirse ona doğru meyleder, onun güzel olduğundan bahseder. Diğer taraftan aynı sûret bir başkasının mizacına uymaz, onun kötü bir şey olduğunu söyler ve ondan uzaklaşır. Mesela esmerler bazı kişilere göre güzeldir, bazılarına göre ise çirkindir. Dolayısıyla bu tür şeyler izafi şeylerdir ve özünde bir gerçeklik taşımaz. Bir kişi 'Şu esmer Allah katında güzeldir!' ya da 'Çirkindir!' dese, ona cevaben şöyle deriz: Allah katında güzellik ve çirkinlik bazı mizaçlara uyum gösterip göstermemesine bağlı olarak değer kazanır. İnsanların kalbinde durumu nasılsa Allah'a göre de durumu öyledir...”647 Gazzâlî'ye ait yukarıdaki ifadelerde ictihadî hükümler, resimler, renkler ve doğa manzaraları gibi kabul edilmekte, müctehidler de doğada gezerken hoşuna giden çiçekleri koparan, beğendiği şekilleri, renkleri temaşa eden kişi gibi tasavvur edilmektedir. Zannî delilleri tamamen kişisel değerlendirmeler gibi görmek, delillerden birinin ötekine nispetle güçlü olduğunu, dolayısıyla da ictihad/istidlâl yöntemlerinden birinin diğerinden üstün olduğunu inkar etmek anlamına gelir.648 Delîl-Emâre tabirlerinin ayrımı temelde fukahâ ve kelâmcılara ait farklı kullanımlardan kaynağını almaktadır. Mütekellimîn, ister aklî ister şer‘î olsun, zan hasıl eden bilgi vasıtalarına "emâre" derken, fakihler âhâd haber ve kıyas gibi zan hasıl eden şer‘î delilleri "delîl" olarak adlandırmaktadır. Yoğunlukla Hicrî V. yüzyılda kullanılmaya başlanan bu literal ayrım daha sonraları Hanbelî usulcüler tarafından da benimsenerek bir meselenin hakikatine ulaştıran bilgiye "delîl", zan veya gâlib zanna ulaştırana "emâre" kelimeleri kullanılmıştır.649 646 Gazzâlî, a.e., II/376. Gazâlî, a.e., II/376-377. Debûsî'nin, musavvibenin "delîl" kavramı hakkında bu türden mülâhazalar taşıdığına dair yaptığı rivayet Gazzâlî öncesinde de bunların söylendiğini göstermektedir. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.408. 648 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/425. 649 Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/310-311; Ermevî, et-Tahsîl, II/291; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.505506. 647 132 Mu‘tezile içinde Kâdı'l-kudât lâkabıyla meşhur olan Kâdî Abdulcabbâr (v.415/1024), hakkında kat‘î delil olan konuların ictihad kapsamında olmayacağını ve ictihadî konular hakkındaki istinbat yöntemlerinin ve dînî metinlerin delil olmayıp sadece emâre olduğunu söylemektedir. Ona göre haber-i vâhid ve kıyas gibi deliller aslında delil olmayıp müctehidin hareket sahasını oluşturmaktadır.650 Görüldüğü kadarıyla Musavvibe "delîl" kavramını adeta aklî ve kevnî sahayla sınırlandırmakta ve şer‘î delillerin, aklî delillerin aksine bizatihi bilgi kaynağını olmadığını savunmaktadır. Muhattıe'nin iddia ettiği gibi "Hakkın bilinmesine deliller vardır." öncülü kabul edilirse netice olarak "Biz bu hakkı bilmekle mükellefiz" sonucunun ortaya çıkacağı çekincesiyle şer‘î delillerin gerçekte "delîl" değil "emâre" olduğunu, delil olsaydı zaten ilk baştan nasbedilmeyeceğini iddia etmişlerdir.651 Çünkü bu teori sahiplerinin "delil" diye adlandırılan kavramı "ilk bakışta ya da ilk duyuş anında zihni gerçeğe yönlendiren bedihiyyât türünden şeyler" için kullandıkları anlaşılmaktadır. Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'ye (v.436/1044) göre bu ayırımı kullananlar delile emâre (karine, indication) denilme sebeplerini şu şekilde izah etmektedir: a. Ef‘âl-i mükellefîn eşyanın sıfatı olmaması, b. Furûa ait konularda ekseriyetle âyet, mütevâtir hadis ve icmânın değil de haber-i vâhidin bulunması.652 Ebu Bekr el-Bâkıllânî (v.403/1013) ve "doğruların taaddüdü" konusunda onun gibi düşünen diğer Musavvibe bilginlerine göre müctehidin elinde bulunan ve delil olarak adlandırılan şeyler aslında zan ve emâreden başka bir şey değildir. Emârelerin ise biri diğerinden daha kuvvetli değildir. Musavvibe'nin böyle bir kuvvet farkının bulunduğunu kabul etmeleri halinde daha az kuvvetli olanı (mercûh) daha kuvvetliye (râcih) tercih eden kişi muhtî konumuna düşmektedir.653 Böylelikle delile emâre demelerinin sebebi anlaşılmış olmaktadır. Buraya kadar anlatılanlar ışığında Musavvibe fikrinin Ebu Bekir Bâkıllânî'ye İmam Eş‘arî'den, Gazzâlî'ye ise Bâkıllânî'den intikal ettiği söylenebilir.654 Nitekim Bâkıllânî Ebu'l-Hasen el-Eşarî'nin iki seçkin talebesi olan Ebu Abdullâh b. Mücâhid ve Ebu'l-Hasen 650 Basrî, el-Mu‘temed, II/396-397. Ebu'l-Hüseyn el-Basrî de "delîl" yerine "emâre" kelimesini sık sık kullanır. Bkz. Basrî, a.e., II/373, 387, 388. 651 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.49. 652 Basrî, a.e., II/373. 653 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XIII/123. 654 İbn Teymiyye'ye göre Gazzalî Felsefî konularda İbn Sînâ'dan, Tasavvuf'ta Ebu Tâlib el-Mekkî ve Muhâsibî'den etkilendiği gibi "tasvîbu'l-müctehidîn" gibi bazı Kelâmî konularda Bâkıllânî'den etkilenmiştir.654 133 el-Bâhilî'ye talebelik edip onlardan ilim tahsil etmiştir. Eşarî'nin tespit ettiği prensipleri gerçek bir doktrin sistemine dönüştüren de "et-Temhîd" sahibi Bâkıllânî olmuştur.655 Musavvibe fikrinin savunucularının ele alındığı bu bölümde tasvîb düşüncesinin kelâm disiplini içindeki intikal sürecini şöyle gösterebiliriz: BASRA MU‘TEZİLESİ BÂKILLÂNÎ EBU'L-HASEN el-EŞ‘ARÎ EBU BEKİR el- EBU HÂMİD el-GAZZÂLİ e. Ebu Bekr İbnu'l-‘Arabî (v.543/1148) İbnu'l-‘Arabî usûl-i fıkha dair yazdığı eserinde, ictihadî çözümlemelerde doğrunun çokluğu görüşünü açıkça ortaya koymaktadır: "İnsanlar bu konuda (tahtıe-tasvîb tartışması) açık bir ihtilafa düştüler. Bir kısmı 'Bütün müctehidler furûda musîbtir.' dedi. Bu görüş (gerçek) âlimlerin görüşüdür. Bazıları ise 'Hak, müctehidlerden bir kısmındadır' görüşünü benimsemektedir. Bu görüşe yöntemi (fıkıh usûlünü) bilmemeleri sebebiyle zayıf bilgili kişiler temayül etmiştir. Doğrusu ise; Bütün müctehidler musîbtir."656 İbnu'l-‘Arabî "Fırkalaşan ve ihtilaf edenler gibi olmayın!"657 ayetinde yasaklanan ihtilafı üç anlama hamletmektedir: 1. İnanç konularındaki ayrılıktan uzak durmak, 2. Adalet, kin ve kıskançlık gibi kalbî ihtilaflardan vazgeçmek, 3. Furûda tahtıe görüşünü ve teberrîyi terk etmek.658 Ebu Bekr İbnu'l-Arabî; Enbiyâ Sûresi 78-79. âyetleri tefsir ederken “Onu Süleyman'a anlattık ve her ikisine de hüküm ve ilim verdik.” âyetinin gereği olan bütün müctehidlerin hak olduğu görüşü bizim ulaştığımız görüştür.”659 demektedir. f. Necmuddîn et-Tûfî (v.716/1316) Gazzâlî'den etkilendiği açıkça anlaşılan Tûfî'nin tasvîb görüşünü izah ederken sunduğu temel ögeler şunlardır: 1. Zannî deliller izafîdir, hakikî değildir. Örneğin bir hadîs bir kişiye göre delil olduğu halde başkasının yanında delil olma niteliğine sahip değildir. 655 Gölcük, a.e., s.123-124. İbnu'l-Arabî, el-Mahsûl fî usûli'l-fıkh, s.152. 657 Âli İmrân 3/105. 658 İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, I/291-292. 659 İbnu'l-Arabî, a.e., III/270. 656 134 2. Hüküm müctehid için ortaya çıkmadan önce bilfiil değil bilkuvve hükümdür. Hüküm ne zaman müctehidin zannına ictihadı sonucu galib olursa o zaman bilfiil haline gelir. 3. Hükümler -harâm, helâl, fesâd, sıhhat vs.- zatların sıfatları değildir. Bu sebeple bir şey aynı anda bir kişi için helâl iken diğer kişi için ise harâm olabilir. 4. Hükümler vaz‘îdir, zatî değildir. Bu yüzden hükümlerin zanna tâbi olmasına bir engel yoktur. 5. Şer‘î hükümler hakkında kat‘î deliller yoktur. Müctehidi, göstergesi kat‘î delil olmayan bir hükmü bulmakla sorumlu tutmak imkansız ile sorumlu tutmak anlamına gelir.660 Tûfî'ye göre tercihe şâyân olan görüş Musavvibe'nin görüşüdür. Her ne kadar bazı âhâd haberler bunun zıddını gösterse de bu tür haberler delil olmaya elverişli değildir veya tevil edilebilir.661 g. Zeydiyye Mezhebine Mensup Olan Âlimler Müntesiblerinin çoğunluğunun itikadda Mu‘tezile mezhebine, furû‘da ise Hanefî mezhebine çok yakın olduğu bilinen Zeydiyye mezhebinde genel kabul gören "Bütün müctehidlerin furûda musîb olduğu (Musavvibe)" görüşüdür.662 Zeydiyye mezhebine bağlı meşhur usûlcü Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ (v.840/1437) mezhebinin bu konudaki görüşünü şu cümlelerle dile getirmektedir: "Zannî ve amelî meselelere gelince bunlarda bütün müctehidler musîbtir; yani bütün müctehidlerden istenen zannı ile ulaştığı hükümdür ve Allah'ın muradı zanna tâbidir."663 2. Eşbeh Görüşünü Benimseyen Âlimler a. Bir Grup Mu‘tezile Âlimi Eşbeh görüşü Mu‘tezile içinde bir gruba nispet edilmekle664 birlikte bu grubun kimlerden oluştuğu hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır. İbn Akîl (v.513/1119), bu görüşün Ebu Hâşim el-Cubbâî (v.321/933) tarafından savunulduğu bilgisini vermesine665 rağmen ortada bir belirsizliğin olduğu muhakkaktır. 660 Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/614-615. Tûfî, a.e., III/614. 662 İbrahîm b. Muhammed el-Hâdî, el-Fusûlu'l-lü'lüeyye, s.316; el-Vezîr, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, s.819. 663 Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ, Minhâcu'l-vusûl, s.766. 664 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/532. 665 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/371. 661 135 Mu‘tezile hakkındaki bu belirsizliğin sebebi Salt Musavvibe ile Eşbeh kavli arasında önemli oranda bir fikir ayrılığının bulunmaması ve aynı kişilerin hem Salt Musavvibe hem de Eşbeh görüşünü dile getiren beyanlarda bulunmalarıdır. b. Ebu Bekr el-Cessâs (v.370/980) Cessas'ın666 Musavvibe görüşünü benimsediği tahtıe-tasvîb tartışmasına genişçe yer ayırdığı "el-Fusûl fi'l-usûl"deki konuyu ele alış biçimi, ifade tarzı ve üslûbundan rahatlıkla anlaşılmaktadır. Konu başlığı olarak kullandığı ifade de bunu ima etmektedir: " 'Hak birindedir.' diyenlerin soruları ve getirdikleri deliller hakkında fasıl.."667 Diyalektik bir yöntemle işlediği konunun akışı içinde zaman zaman kullandığı ve Muhattıe'nin getirdiği delilin akabinde onların sözü olarak kendisine hitaben sorduğu "İşte bu delil sizin 'Müctehidin görüşünün üzerinde karar kıldığı hüküm Allah'ın hükmünün ta kendisidir.' şeklindeki sözünüze aykırıdır."668 cümlesinden kendisinin bu sözün sahibi olduğu yani Musavvibe görüşünün savunucularından olduğu anlaşılmaktadır. Cessâs bu eserinde Muhattıe'nin delillerini çürütmeye çalışmakta669 ve "Matlub Bir Eşbeh Hükmün Varlığına Dair"670 başlığı altında Eşbeh görüşü hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca Cessâs'ın Enbiyâ Sûresi 78-79. âyetlerde Hz. Süleyman'ın (a.s.) eşbeh olan hükme isabet ettiğini671, Rasûlullah'ın bazı ictihadlarından ötürü Allah tarafından ikaz edilmesinin eşbeh hükme isabet edememesi sebebiyle olduğunu söylemesinden672 Eşbeh kavlini benimsediği çıkarsanabilmektedir. Cessâs, müctehidler arasındaki ihtilafı, nas yoluyla ve farklı hallere göre şekli Şâri‘ tarafından belirlenen farklı ibadet hükümlerine benzetmektedir. Örneğin yolcu ile mukîmin namaz rekatleri, aybaşı halindeki kadın ile temizlik halindeki kadın arasındaki ibadet 666 Tam adı Ahmed b. Ali er-Râzî el-Cessâs'tır. Hicri 305'te Rey'de doğdu. Zühd ve takva sahibi bir âlimdi. Hayatı boyunca makam almaktan kaçınmıştır. Kerhî'den sonra Hanefi mezhebi imamı olmuştur. Badana ve kireç işiyle uğraştığı için Cessâs lakabı verilmiştir. Bazı görüşlerinden dolayı Mutezile olmakla suçlanmıştır. Mevlüt Güngör, "Cessas", DİA, VII/427-428. Ayrıca bkz. Zehebî, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, X/233; Zirikli, Keşfu'zzunûn, I/47. 667 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/325. 668 Cessâs, a.e., IV/331. 669 Cessâs, a.e., IV/325 vd. 670 ب ِ ُ8ْCَْ اKِ َ<َْﺵBْت ا ِ َ<ْ إﺙbِ0 اَْ ْلCessâs, a.e., IV/365. 671 Cessâs, a.e., IV/329. 672 Cessâs, a.e., IV/330. 136 hükümlerine ilişkin farklılıklar bu kişilerin birbirlerini hata ile suçlamasını (tahtıe etmesini) gerektirmez. İctihadlardaki ihtilaflar da aralarında birinin hatalı olduğunu gerektirmez.673 Cessas Eşbeh görüşünü, ibadetlerin sevap bakımından birbirine üstünlüğüyle örneklendirmektedir. Eşbeh görüşüne göre bütün ictihadlar isabetlidir, ancak eşbeh olan daha doğru ve daha üstün olan ictihadî görüştür. Öyle de ictihadın ictihada üstünlüğü mümkündür ve birinin daha fazla meşakkate ve düşünce yorgunluğuna haiz olması öteki ictihadî çözümlemeden daha fazla ecir kazanmasını gerektirir. İbadetlerin daha fazla meşakkat içermesi sebebiyle daha fazla sevap kazandırması gibi bir ictihadın diğerine fazileti Kur'ân-ı Kerîm'den ayetlerle de örneklendirmektedir.674 Abdest azalarını bir sefer yıkayan kişi abdest sevabını kazanır, iki ve üç sefer yıkayanlar ise daha fazla sevap kazanırlar. Aynı şekilde yolcu olan kişinin cuma günü öğle namazını evinde kılması mübahtır, fakat camide cemaatle beraber cuma namazını eda etmesi daha faziletlidir. Yine hasta kişinin cuma namazına iştirak etmesi farz değildir, ancak meşakkatine katlanıp cumayı kılması efdal olandır.675 Cessas'ın Muhattıe'den olan âlimlerin bu görüşü savunmakla günah işlediğini düşünmesi tasvîb ekolündeki ısrarının bir kanıtıdır. Ona göre nasıl kıyası ve ictihadı reddedenlerin günahkâr olduğu söylenebiliyorsa tasvîb düşüncesini reddenler de günah işlemektedir.676 c. Ebu Abdullâh el-Kurtubî (v.671/1273) Kurtubî "el-Câmi‘ liahkâmi'l-Kur'ân" adlı meşhur ve hacimli tefsirinde Musavvibe görüşüne destek verdiğini açık bir dille ifade etmektedir: "Ahkâmda bütün müctehidler musîbtir."677 "Sahâbelerle ilgili hadiseler ictihada dayalıdır. Bütün müctehidler de musîbtir."678 İbn Hacer (v.852/1448) Kurtubî'nin "Hakkın delalet yöntemiyle tespit edildiği konularda bütün müctehidler musîbtir." dediğini nakletmektedir.679 673 Cessâs, a.e., IV/327. "Oruca dayanamıyanlar, bir düşkünü doyuracak kadar fidye verir. Kim gönülden iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir. Oruç tutmanız eğer bilirseniz sizin için hayırlıdır." Bakara 2/184. 675 Cessâs, a.e., IV/334-335. 676 Cessâs, a.e., IV/356. 677 Kurtubî, el-Câmi‘ liahkâmi'l-Kur'ân, XIV/158. 678 Kurtubî, a.e., XVI/248. 674 679 İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/320. Kurtubî'nin ifadesi şöyledir: ?5>ج ا$+5 یb5 ا5; 75E ﻡ5 ﻡ5إذ آ :ی? ا$C; ﻡ 137 Diğer taraftan Kurtubî, bütün müctehidlerin zann-ı gâlible hareket ederek en doğruya (efdal) isabet etmekle mükellef olduklarını, hepsinin doğru olduğu fakat aralarında birinin en doğru olduğunu ifade etmek suretiyle Eşbeh görüşünü benimsemiş olduğunu ima etmektedir: "Furû meselelerinde ictihad eden her müctehidin görüşünde hak mevcuttur ve bütün müctehidler musîbtir. Müctehidden istenen en uygun (efdal) olduğunu zannettiği hükümdür. Bu görüş Ehl-i Sünnet'in cumhuru, İmam Mâlik ve arkadaşlarının mahfûz olan görüşüdür."680 Bilindiği üzere Ebu Bekr İbnu'l-‘Arabî ve Kurtubî'nin Ahkâmu'l-Kur'ân'a dair tefsirlerinin en önemli kaynaklarından birisi Cessâs'ın "Ahkâmu'l-Kur'ân"ıdır.681 Öte yandan Kurtubî, tefsirinin mühim bir kısmını İbnu'l-Arabî'nin "Ahkâmu'l-Kur'ân"ından iktibas etmiştir.682 Dolayısıyla tahtıe-tasvîb tartışmasında Ahkâmu'l-Kur'ân sahibi bu üç İslam bilgininin müteselsilen birbirini etkiledikleri ihtimalden uzak görünmemektedir. 680 Kurtubî, a.e., XI/309-310. Mevlüt Güngör, Cassâs ve Ahkâmu'l-Kur'ân'ı, s.155; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, II/72, 84, 106. 682 Cerrahoğlu, a.e., II/111. 681 138 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TARAFLARIN İDDİALARINI İSPAT İÇİN KULLANDIKLARI DELİLLER 139 I. HATA EDEN MÜCTEHİDİ GÜNAHKÂR GÖREN MUHATTIE İLE CUMHUR ARASINDAKİ DELİL TARTIŞMALARI A. Hata Eden Müctehidi Günahkâr Gören Muhattıe'nin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Delil Bişr el-Merîsî (v.218/833) ve onu takib edenlerin ictihad görevini gereğiyle yerine getiren selahiyet sahibi müctehidi yanılmasından dolayı mazûr ve mecûr gören cumhur âlimlere karşı sundukları başlıca delil şuydu: Dînî ahkâmda zannın yeri yoktur. Hükme ulaştıran delil de zannî bir şey olamaz. Bir hükmün varlığı için sem‘î-kat‘î bir delilin bulunması zorunludur. Bir hükme sem‘î-kat‘î delil yoksa onun aslı üzere devamına, yani nefyine/yokluğuna hükmolunur.683 Görüldüğü gibi bu ekolün benimsediği görüşlerin dayanağı, hükümler üzerinde ya Kur'ân-sünnet nasları ya icmâ ya da aklın kolayca ulaşabileceği müessir bir illetin bulunduğudur. Bunların hepsi kat‘î delil olacak niteliktedir. Delil kat‘î olduğuna göre bu kat‘i delile ulaşamayan kişi ihmalinden dolayı sorumlu olup mazur görülemez.684 Onlara göre delil kat‘î olmazsa daima onu kuvvetlendirecek başka bir delile ihtiyaç duyar. Hiçbir zaman kat‘îlik kazanamaz. Kendisini teyid edecek bir emâreye ihtiyaç duyan bu emâreler sonsuza kadar uzar. Müteselsilen birbirini takviye eden bu zannî deliller/emâreler hiçbir zaman kat‘î delil olamaz ve bunlarla hüküm verilemez.685 İctihadı sonucu yanılan (muhtî) müctehidi bu yanılgıdan dolayı sorumlu görmeyenler yukarıdaki gerekçeye; "Kış günü siyah bir buluttan yağmurun yağacağını, temeli çürük bir duvarın halinden yıkılacağına hüküm çıkarıldığı gibi gâlib zan ve karinelerle hüküm verilebilir. Kuvvet kazanan karine, başka bir delile ihtiyaç duymadan hükme ulaştırabilir."686 şeklinde cevap vermektedir. 683 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/341-342. 685 Kelvezânî, a.e., IV/343. 686 Kelvezânî, a.e., IV/343-344. 684 140 B. Cumhurun Hata Eden Günahkâr Gören Muhattıe'ye Karşı İleri Sürdüğü Deliller Bişr el-Merîsî'nin başını çektiği ekole karşı ileri sürülen en açık delil şüphesiz "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm 687 verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadisi ve sahâbe icmâsıdır. Şevkânî (v.1250/1834), bu görüşü çürüten en kesin delilin mezkûr hadis olduğunu iddia etmektedir.688 Sahâbe-i kirâm özellikle miras hükümleri gibi fıkhî mevzularda birbirleriyle ihtilaf ettikleri zaman birbirlerini günahla itham etmez, etrafındakileri de hatalı gördüğü sahâbîyi taklidden menetmezlerdi. Bu, tevatür derecesinde şüphe götürmez bir durumdur. Birçok konuda ihtilaf ettikleri halde birbirlerine olan saygıları ve görüşlerine değer vermeleri onların muhalif görüşteki kişileri günahla suçlamadıklarının göstergesidir.689 İctihadî hükümler hakkında kesin deliller yoktur. Kesin delilin olmadığı bu tür konularda da müctehid isabetle mükellef tutulmamaktadır. Müctehid isabetle yükümlü olmadığına göre isabet edememesi halinde günah işlemekle de suçlanamaz.690 Cumhurun diğer bir delili, karşıt görüşü savunanların iddia ettiği gibi delil kat‘î olsaydı müctehid bir konuda karara vardıktan sonra tekrar ictihad etmesi ve ictihad kararını değiştirmesi mümkün olmazdı. Tevhid, nübüvvet vs. konuların doğruluğunu öğrendikten sonra bu konuda fikir değiştirme ve ictihad etmenin mümkün olmadığı gibi...691 Diğer taraftan maznûn (zannî) olan hükmün bozulması mümkün olsaydı çoğu yargı kararının bozulabilmesi gerekirdi; zira hükümlerin ekserisi maznûnâttan konulardır.692 Hata eden müctehidi mazûr gören cumhur âlimlerin en kuvvetli delillerinden birisi olan "sahâbe icmâsı"na karşı, İbn Abbas'ın "Zeyd b. Sâbit Allah'tan korkmaz mı ki, oğlun oğlunu oğul gibi değerlendirir de babanın babasını baba gibi değerlendirmez."693 ve "avl" konusunda “Allah hiçbir terikede nısf (1/2) ve sülüseyn (2/3) emretmemiştir, kim isterse bu konuda onunla mübâhale694 yaparım”695 şeklindeki sözleri ile Hz. Âişe'nin “Zeyd b. 687 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437. 689 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.261; Gazzâlî, a.e., II/362; Kelvezânî, a.e., IV/340; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.278; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr , IV/491-492. 690 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/361-362; Kelvezânî, a.e., IV/342. 691 Kelvezânî, a.e., IV/341. 692 Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4065. 693 Haberin bu şekliyle kaynağı bulanamadı, fakat İbn Abbâs ile Zeyd b. Sâbit arasında bu konuda görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir. Bkz. Buhârî, "Ferâiz", 8. 694 Mübâhele: herhangi bir konuda ihtilafa düşen kişilerin bir araya gelerek "Allah'ın laneti içimizden zalim olanın üzerine olsun" şeklinde beddua etmeleridir. İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, XI/71. 695 İbn Abbâs'a isnad edilen bu ifadeye hadis kaynaklarında rastlanılmadı. 688 141 Erkam'a söyleyin eğer tevbe etmezse Allah Rasûlü ile yaptığı cihadın sevabını yok etmektedir”696 sözlerini delil getirerek gerçekte sahâbîlerin hatalı gördükleri kişileri eleştirdiği ve günahla suçladığını, dolayısıyla böyle bir icmanın vaki olmadığı iddia edilmiştir. 697 Gazzâlî'ye göre sahâbenin birbirini günahla itham etmemesi (te'sîm) ve hiç kimseyi taklidden men etmemeleri tevatür kuvvetinde kesin bir bilgidir. Yukarıda zikredilen nakiller ise haber-i vâhid türünden bilgilerdir. Haber-i vâhid de mütevâtire denk olamaz.698 İkinci olarak; bu tür vakıaların varlığı kesin bile olsa İbn Abbâs ve Hz. Âişe gibi sahâbîler görüşlerinin kesin delillerle desteklenmiş (maktû‘ bih) bir konu olduğunu düşündüğü için günah işlemekle suçlamaktadır. Kaldı ki sahâbî de olsalar bir insan olarak muhalif görüş sahibini günah işlemekle suçlayarak bir yanlış içine düşmüş olabilirler.699 II. MUHATTIENİN SALT MUSAVVİBEYE KARŞI YÖNELTTİĞİ DELİLLER A. Muhattıe'nin Salt Musavvibe'ye Karşı Yönelttiği Naklî Deliller Muhattıe'nin Salt Musavvibe'ye karşı yönelttiği naklî delillerin700 başında şu âyetler gelmektedir: َ َْﺕvَ y8ُن َوآ َ ََْ8ُْ َهَ ﺱMََ0 َ ِِْ=ْ ﺵَهِِی3ُ>ِ M َُ َ ُ= اَْ ْ ِم َوآu Kِ ِ0 ْUَ(ََث ِإذْ ﻥ ِ ْ$َ>ْ اbِ0 ن ِ َُ3ْ>َن ِإذْ ی َ ََْ8َُودَاوُو َد َوﺱ ًْ8ِ'ًْ َو3ُ4 * "Dâvûd ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin701 hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahittik. Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her 702 birine hüküm ve ilim verdik." 696 Dârakutnî, es-Sünen, III/52, H.no: 211; Abdurrezzâk, el-Musannef, VIII/184, H.no: 14812; Beyhakî, esSünenü'l-kübrâ, V/130, H.no: 10580. 697 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/362. 698 Gazzâlî, a.e., II/363. 699 Gazzâlî, a.e., II/363. 700 Bazı usulcüler deliller arasında aklî-naklî ayırımı yapmışlardır. Bkz. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/369; Âmidî, elİhkâm, II/417. 701 Bu olay Davud (a.s.)'ın hükümdarlığı zamanında cereyan etmektedir.. Oğlu Süleyman da (a.s.) bu esnada büyümüş ve babasıyla beraber kendilerine gelen davaları çözümlemeye çalışıyorlardı. Rivayetlere göre Süleyman (a.s.), davaların görüldüğü odanın çıkış kapısında oturduğu esnada bir adam çıkageldi ve koyunlarının tarlasını talan ettiği bir adamı şikâyette bulundu. Davud (a.s.) koyunların kıymetini kaybedilen ekine eşdeğer görerek koyunların tarla sahibine verilmesini emretti. Bu iki adam Hz. Süleyman'ın huzuruna çıktılar ve durumu anlattılar. Hz. Süleyman babası Hz. Davud'un yanına gelerek “Ey Allah'ın elçisi! Ben her iki taraf için de daha şefkatli olan bir hüküm biliyorum. Koyunların sahibi tarlayı alsın, tarla eski haline gelinceye kadar ona baksın ve ıslah etsin. Tarlanın sahibi de bu müddet zarfında koyunları alsın ve sütünden, yününden ve kuzularından istifade etsin. Tarla eski haline gelince de her iki taraf elindekini asıl sahiplerine geri versin, böylelikle koyunlar asıl sahibine, tarla da asıl sahibine eski haliyle dönmüş olur” dedi. Davud (as) bu hükme muvafakat ederek onun görüşüyle davaya nihaî çözüm getirdi. İbn Kesîr, Muhtasaru tefsiri İbn Kesîr, II/516; Nesefî, Medâriku't-tenzîl, II/96; Ebu Hayyân, el-Bahru'l-muhît, VI/306-307. 142 Muhattıe âyetin doğrudan metninden değil, cümlelerin geliş tarzından (siyak-sibak, context) yararlanarak iddiasını ispatlamaya çalışmaktadır. Yani ayette Hz. Süleyman'a "Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik." şeklinde yapılan övgü Süleyman'ın musîb Dâvûd'un ise muhtî olduğu fikrini vermektedir; aksi halde onun hakkında yapılan bu fazladan ifadenin bir anlamı olmazdı.703 Her ikisi birden musîb olsaydı "Hükmünü bildirmiştik." ifadesinde yer bulan "tefhîm"in Süleyman'a özgü kılınmasının bir anlamı da olmazdı.704 Zikri geçen âyetler, Dâvûd ve Süleyman'ın bu hükümlerinin ictihadî olduğunu söyleyen âlimlerce705 istinbat yöntemlerinden "şer‘u men kablenâ"706 delilinin kabul edilmesi halinde delil olarak kullanılabilir.707 Hz. Dâvûd ve Süleyman'ın (a.s.) hükmündeki ihtilafın ictihaddan değil nastan kaynaklandığını söyleyenler de vardır.708 Bu âlimler ve peygamberlerin ictihadını kabul etmeyen diğer âlimlerin709 kanaatine göre bu olay Muhattıe için delil olamaz.710 Muhattıe'nin Enbiyâ sûresinde geçen bu âyetlerde ortaya koyduğu istidlal şekline Musavvibe taraftarları altı açıdan eleştiri getirmiştir: 1. Bu âyette sizin anladığınız gibi bir tahsis yoktur. Âyetteki ifade Dâvûd'un anlamadığına delil olamaz. Zira bir şeyin bir vasıfla birlikte zikredilmesi onun dışındakilerde o vasfın bulunmadığını göstermez. Yani "Süleyman'a bildirdik." ifadesinden "Dâvûd'a bildirmedik." anlamı çıkmaz.711 702 Enbiyâ 21/78, 79. Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/420; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.624; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/372; İbn Kudâme, er-Ravda, s.414; Âmidî, el-İhkâm, II/414; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3861. 704 Pezdevî, el-Usûl, IV/38-39; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/315; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.699-700. 705 Kurtubî, ictihadî olduğunu cumhûr ulemâya nispet etmektedir. Kurtubî, el-Câmi‘ liahkâmi'l-Kur'ân, XI/309. 706 Ebu Hanîfe ve öğrencileri bu hükmün mensuh olduğunu söylemektedirler. “Hayvanların telef ettiği hederdir” hadisi (ر5<ء ﺝ5/ اBuhârî, "Diyât", 28, 29; Müslim, "Hudûd", 45,46; Ebu Dâvûd, "Diyât", 27; Tirmizî, "Zekât", 16; Nesâî, "Zekât", 28; İbn Mâce, "Diyât", 27) gereği Ebu Hanîfe'ye göre gece veya gündüz vuku bulan ve başında çobanı olmayan sürünün yaptığı zayiat tazmin edilmez. İmam Şafiî'ye göre ise gündüz yapılan zayiat tazmin edilmez fakat gece yapılan tazmin edilir. Şevkânî'nin de tercih ettiği (Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, III/598) bu görüşe Berâ hadisi delil getirilmektedir. Âlûsî, Rûhu'l-me‘ânî, IX/75. Berâ hadisi için bkz. Ebu Davud, "İcâre", 92; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/436, H.no: 3569; İbn Hibbân, es-Sahîh, XIII/354, H.no: 6008. 707 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/312; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/317; Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, III/598. 708 Cessas, a.e., IV/329. 709 Dünyevî işler, savaş taktiği vs. konularda "peygamberlerin ictihâd etmesi"nin caiz olduğunda İslam âlimleri fikir birliği etmiştir. Şer‘î hükümler ve dînî meseleler hakkında ise üç görüş bulunmaktadır: 1) Kendilerine her an vahiy inme imkânına sahip olduklarından dolayı peygamberlerin dini konularda ictihâd etmesi caiz değildir. Ebu Mansûr el-Mâturîdî ashâb-ı re'yin, Bâkıllânî ise kıyası reddedenlerin bu görüşte olduklarını söyler. Zerkeşî, İbn Hazm'ın ifadelerinden ilk bakışta bunun anlaşıldığını belirtmektedir. 2) Gerek Hz. Muhammed (s.a.s.) gerekse diğer bütün peygamberlerin ictihâd edebileceğini savunanlar ki bu görüş cumhura aittir. 3) Bu konuda herhangi bir şey söylemekten çekinen ve bir tercihte bulunmayanlar.. Bakıllânî ve Gazzâlî bu görüştedir. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.425-428. 710 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.44. 711 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/328. 703 143 2. Ortada "nâsih" ve "mensûh" iki hüküm olup, Süleyman nâsih Dâvûd mensûh olan hüküm ile amel etmiş olabilir.712 3. Hz. Süleyman'ın görüşü eşbeh hükme yorumlanarak Dâvûd da onunla beraber hakka isabet etmiş olabilir. Süleyman'ın hükmünün eşbeh olan hüküm olup, Dâvûd'un bu eşbeh hükme isabet etmemekle beraber onun da musîb olduğunu söyleyebiliriz.713 4. Hz. Süleyman söz konusu uyuşmazlıkta babası Dâvûd'a gizli kalan bir nasla hükmetmiş olabilir. Süleyman'ın hükmü kendisine vahyedilen bir nasla, Dâvûd'un hükmü ise ictihad yoluyla olup Dâvûd'un bu nassa muttali olmaması sebebiyle hataya düşmüş olma ihtimali bulunmaktadır.714 5. Davud ve Süleyman isabet etmezlerse "Her birine hüküm ve ilim verdik." cümlesindeki medhin faydası olmaz. Hata, "hüküm" ve "ilim" değil, zulüm ve cehildir. "İlim ve hüküm verdik." ifadesi ikisinin de musîb olduğuna işarettir.715 6. Hata kelimesi peygamberlere yakışmamaktadır. Böyle yüce insanlar ictihadlarında yanılamazlar. Musavvibe'nin yaptığı bu yoğun eleştirel yaklaşıma Muhattıe tarafından sırasıyla şu yanıtlar verilmiştir: 1. Arap dilinde özel bir isim belirli bir sıfata tahsis edilmişse o ismin dışındakilerin o sıfatta ona ortak olmadığı anlaşılır.716 Tefhîm (hükmü bildirme, kavratma) Süleyman'a özgü bir nitelik olarak zikredildiğine göre Davud için pek tabii aksini düşünmek gerekir. 2. Hz. Davud (a.s.) Hz. Süleyman (a.s.) gibi Allah'tan vahiy alan büyük bir peygamberdir ve müstakil bir din sahibi olup vahyin nüzülünde aslî kaynak olma mesabesindedir. Bu yönüyle Süleyman'a bildirilen nesh bilgisinin Dâvûd'a yapılmaması uzak bir ihtimaldir. Ayrıca neshin vukuu "fehm (anlayış)" olarak vasıflanamaz. Bir kişiye nesh bilgisinin ulaşması fehm olarak nitelenemez. Dolayısıyla “Süleyman'a kavrattık/fehmettirdik” ifadesinden neshin söz konusu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.717 Kaldı ki Süleyman Dâvûd'un vefatından sonra peygamber olmuştur ve henüz peygamber olmayan Süleyman'ın bildiği vahyî bir bilgiyi o esnada peygamber olan Davud'un bilmemesi imkan haricindedir.718 Diğer taraftan Hz. Süleyman'ın, babası Dâvûd'un 712 Basrî, el-Mu‘temed, II/381. Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/329; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.45; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/37. 714 Cessâs, a.e., IV/330. 715 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/372-373. 716 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/420; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/360. 717 Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3861-3862. 718 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/316. 713 144 hükmünü bozduğuna dair rivayet edilen hadisler, Davud'un hükmünün vahiyle değil ictihadla sabit olduğunun bir başka delilidir.719 3. Eşbeh'i savunanlar müctehidin eşbehi bulmakla mükellef olmadığını söylemektedir. Müctehid mükellef değilse bu eşbehin varlığı/yokluğunın etkisi yoktur, müctehid bunu tesadüfen bulmaktadır. Öyleyse tesadüfen doğruyu bulan müctehidi methetmek anlamsız kalır.720 4. Dâvûd ve Süleyman nas değil ictihad ile hükmetmiştir. Çünkü Davud eğer nas ile hükmetmiş olsaydı Süleyman ona karşı gelemez ve farklı bir yorumda bulunamazdı. Davud da hükmettiği şeyden dönemezdi.721 Süleyman'ın görüşünü destekleyen bir nas söz konusu olsaydı "anlattık", "fehmettirdik" denilmez, "tespit ettik", "ikrar ettik" gibi vahiy anlamı çağrıştıran ifadeler kullanılırdı. Ayrıca nesh kapsamına giren böyle bir durum için "tefhîm, fehm" ifadeleri kullanılmaz. Aksi halde şeriatleri neshedilen peygamberler daha önce hükmettikleri konular hakkında "fehmetmediler" nitelemesiyle karşı karşıya kalırdı.722 5. Medih hataya değil, ictihadına binaendir. Müctehid doğruyu bulmak için çaba sarf ederek övgüye layık bir işi zaten başarmaktadır. 6. Diğer insanlar hata yapabildiği gibi peygambeler de yanılabilir. Aramızdaki farka gelince; biz yaptığımız hata konusunda ilahî bir uyarı almayız, onlar ise Allah tarafından uyarılır ve hataları düzeltilir.723 * Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm'de insanları görüş ayrılığı ve gruplaşmaktan sakındıran pek çok ayet bulunmaktadır. Örneğin; "Onun tevilini ancak Allah bilmektedir."724, "Onlardan sonuç çıkarabilenler onu bilirlerdi." olmayın." 726 725 , "Fırkalaşan ve birbiriyle ihtilafa düşen kişiler gibi 727 , "Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin." , "İşte benim doğru yolum budur; ona uyun! Sizi O'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın!" 728 , "Eğer o, Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı." 719 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, a.e., II/421. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, a.e., II/421; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/361. 721 Teftâzânî, et-Telvîh ale't-tavdîh, II/119. 722 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.625. 723 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, a.e., II/422. 724 Âli İmrân 3/7. 725 Nisâ 4/83. 726 Âli İmrân 3/105. 727 Şûrâ 42/13. 728 En‘âm 6/153. 729 Nisâ 4/82. 720 145 729 , “Öyleyse haktan sonra dalaletten başka ne vardır?” 730 , "Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin." 731 Bazı tahtıe taraftarı olan İslam âlimleri bu âyetlere tartışma çerçevesinde özel bir anlam yüklemektedir. Onlara göre ictihada konu olan alanda muayyen bir hüküm olmasaydı “Onun tevilini sadece Allah bilir.”, “Onu ancak istinbat ehli olanlar bilir." gibi ifadeler kullanılmaz, ihtilaftan nehyedilmesinin de bir anlamı olmazdı.732 Bu tür ayetler uzlaşmaya, beraberliğe teşvik etmekte fırkalaşmaktan nehyetmekte, dînî konularda doğrunun tek olduğuna işaret etmektedir.733 Âyetlerde yerilen ihtilaf ve tefrika ancak, furuâtta ihtilaf edilen görüşlerin arasında doğru olanı almakla ortadan kalkar. Aralarından doğru olan görüşü seçmeden âyette sözü edilen anlaşmazlık (nizâ) sona ermez.734 Muhattıe'nin sunduğu zikri geçen ayetlerin istidlal yönünden ikna olmayan Musavvibe “Onun tevilini sadece Allah bilir.” âyetiyle kastedilenin, cümlenin öncesinden de anlaşılacağı üzere, müteşâbihâtın tevili olduğunu ve konumuzla ilgisinin bulunmadığını belirtmektedir. Ayetteki vakfı “fi'l-‘ilm” kelimesinde yaparsak “Onun tevilini Allah'tan ve ilimde râsih kişilerden başkası bilmez.” anlamına gelir ki, bu anlam ayetten muradın şer‘î hükümler olmadığına açık bir delildir. Çünkü ictihadî meselelerde kesin bilgiden sözedilemez. Vakıf “illallâh” kelimesinde yapılırsa şu halde anlam “Onun tevilini Allah'tan başkası bilmez, ilimde râsih olanlar ise ‘Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır.’ derler.” şeklinde olur. Bu haliyle de tevilini Allah'tan başkasının bilmediği konular ictihadî meseleler olamaz; zira ayette "âmennâ (iman ettik)" cümlesiyle zikri geçen iman ve tasdik usûl/itikadî konularda aranır, furû/ictihad konularında değil…735 “Onlardan sonuç çıkarabilenler onu bilirlerdi.” âyetine gelince “Sonuç çıkarabilenler onu bilirlerdi.” cümlesindeki zamirin şer‘î hükümlere yönelik olmadığı ayetin evvelindeki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır: “Kendilerine güven veya korku haberi geldiğinde onu yayarlar. Oysa bunu Peygambere ve kendilerinden olan emir sahiplerine götürmüş olsalardı, onlardan sonuç çıkarabilenler (istinbat ehli) onu bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti 736 olmasaydı azınız hariç muhakkak şeytana uyardırnız.” Bu ve benzeri âyetlerlerin manasını ictihadî hükümlere hamletsek bile buradan bir kısım müctehidlerin musîb diğer kısmının muhtî olduğu anlamı çıkmaz; âyette geçen cümleler hakkında "ilimde rüsûh sahibi ve 730 Yûnus 10/32. Nisâ 4/59. 732 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/374; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3862. 733 Gazzâlî, a.e., II/374; Âmidî, el-İhkâm, II/415; el-Vezîr, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, s.819-820. 734 İbn Hazm, el-Muhallâ, I/70; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/366-367; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/63. 735 Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3862. 736 Nisâ 4/83. Bu ayetle beraber "Çekişmeyin!" (Enfâl 8/46), "Hâlâ ihtilaf etmekteler" (Hûd 11/118) gibi ayetler Gazzâlî tarafından Muhattıe'nin delilleri olarak öne sürülmektedir. 731 146 istinbat ehli olmayan, bilgisi sığ ve sıradan kişilerin ictihad etmeye kalkışması halinde yanılabilecekleri" yorumu yapılabilir.737 Görüş ayrılığı ve gruplaşmayı (ihtilaf ve tefrika) yasaklayan âyetler de tevhîd, nübüvvet gibi kesin bilgi gerektiren inanç konularıyla ilgilidir. Zannî bilgi içeren ictihadî meselelerde ise müctehid kendi zannına tabi olmakla emredilmiştir. Her müctehidin kendi zannına tâbi olması zorunluluğu, ihtilafların ortaya çıkmasını doğal bir durum haline getirmektedir. Bu âyetlerin anlam muhtevasının ictihadî konularla ilgili olduğunu söylemek ictihadı kökten inkâr anlamına gelir. Zira ictihadın varlığı neticede ihtilafların doğmasını kaçınılmaz kılmaktadır.738 Zannî bilgilerin ittifak etmesi imkânsızdır; ictihadî/furû‘ konularında zanna tâbi olmanın emredilmesi zorunlu olarak zanların ihtilafına yol açar, bu konuda uzlaşmayı emretmek imkânsızı emretmek anlamına gelir. Dolayısıyla ayette "Fırkalaşmayın!"739, "Ayrılığa düşen ve ihtilaf eden kişiler gibi olmayın!"740 şeklindeki ifadeler furû değil usulle ilgili yasaklamalardır.741 Bu âyetler olsa olsa ictihad ehli ve ilimde derinlik sahibi âlimlerin hepsinin musîb olduğuna delil olabilir.742 Diğer taraftan zan, ihtilaf ve tefrikayı nehyeden âyetlerin kapsamına fetva ve ictihadlardaki görüş ayrılıklarının girdiği düşünülemez. Öyle olsaydı bu ayetleri anlama konusunda bütün insanlardan ileri olan sahâbe-i kirâm birbirleriyle ihtilafa düşmezlerdi. Yine bu tür ayetler fer‘î ahkâm ile ilgili olsaydı müctehid sevaba hak kazanamazdı. Zira uhrevî mükâfat sahibi olan kişilerin nehye konu olan bir âyetin muhatabı olmaları düşünülemez.743 * Muhattıe'nin müctehidin yanılabileceğine dair delil olarak öne sürdükleri bir başka ayet şöyledir: َْ َ ٌ=ِ3َ4 ٌkِیkَ' Kُ M8 َة وَا$َ ِِی ُ اَْﺥ$ُ یKُ M8ض ا }ﻥَْ وَا َ $َ َ' ن َ ِیُو$ُض ﺕ ِ َْرBْ اbِ0 َ ِ+ْ^ُ یRMَ4 َى$ْ َأﺱKُ َ ن َ ُ3َ َأنْ یb { ِ<َ ِ ن َ َﻡَ آ ٌ=َِ' ٌَابpَ' ْ=ُْﺕpََِ َأﺥ0 ْ=ُ3Mََ ? َ َ<َ ﺱKِ M8 ا َ ِآَِبٌ ﻡ "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız 744 fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." 737 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/373; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3862-63. Gazzâlî, a.e., II/374. 739 Âli İmrân 3/103. 740 Âli İmrân 3/105. 741 Âmidî, el-İhkâm, II/415. 742 Âmidî, a.e., II/415-416. 743 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/325-326. 744 Enfâl 8/68. 738 147 Hz. Ömer'in Bedir esirleri hakkında yaptığı ictihadın bu ayet tarafından doğrulanması745 esirlerin ne yapılacağı hakkında ortaya atılan diğer yorumların yanıldığını göstermektedir.746 ٌ$ْ َأﺝKُ َ8َ0 َBَCْ= َأﺥM َُﺝََْ َ ﺙ0 =َ َ3َ4 ن َوِإذَا ِ َا$ْ َأﺝKُ َ8َ0 ب َ َ= َأﺹM َُﺝََْ َ ﺙ0 =ُ َِ َ= اْ>َآ3َ4 ِإذَا * "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad 747 ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." şeklindeki ve isabet eden hâkimin iki, yanılanın ise bir sevap kazanacağını ifade eden hadîs tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasında en çok başvurulan delildir. Öncelikle ifade etmeliyiz ki bu hadisin benzer anlamlara gelen değişik şekilleri bulunmaktadır: ٌِ4ٌ وَا$ْ َأﺝq َ َ8َ0 ت َ ْBَCَْﺥBَ0 ت َ ََْْ ُة ُأﺝُ ٍر َوِإنْ اﺝ$َ َ(َ' q َ َ8َ0 َ َءoَْ اU َ ْ<ََﺹBَ0 ت َ ََْْنْ اﺝfَِ0 "Yargılarken ictihad eder de isabet edersen sana on sevap, ictihad eder de hata edersen 748 bir sevap vardır." $ أﺝq80 تBCﺥB0 أﺝ ر وإن اﺝت$(' q80 U< إن أﺹqأﻥ "İsâbet edersen sana on hasene, hata edersen bir hasene vardır."749 şeklindeki hadisler Muhattıe-Musavvibe tartışmasında ilk hadisle beraber en yoğun işlenen argümanlar olarak karşımıza çıkmaktadır.750 Birinci hadîs Buhârî ve Müslim'in câmîleri, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, Ebu Dâvûd'un sünenleri, Ahmed b. Hanbel ve Ebu Ya‘lâ’nın müsnedleri, İbn Hibbân'ın sahîhi gibi birçok hadis kitabında Ebu Hureyre ve Amr b. el-‘Âs’tan rivayet edilmiştir.751 Bu açıdan hadisin sıhhati konusunda tereddüde mahal bulunmamaktadır. 745 Hz. Rasûlullah Bedir savaşı sonrası esir alınan kişilere ne yapılması gerektiği konusunda Hz. Ebu Bekir ve Ömer'e fikir danışınca Hz. Ebu Bekir onlardan fidye alınıp salıverilmesini tavsiye etmiş, Hz. Ömer ise hepsinin öldürülmesi gerektiğini söylemiştir. Enfâl sûresi 68. ayet bu olaya binaen nazil olmuş ve Hz. Ömer'in görüşünü doğrulamıştır. Müslim, "Cihâd", 18; Tirmizî, "Tefsîr", 10; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/30. 746 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.411; Pezdevî, el-Usûl, IV/49-50. Bu ayetin Musavvibe aleyhine delil olduğu hakkında ayrıca bkz. Serahsî, el-Usûl, II/131. 747 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no:3190. Hadîs Amr b. el-Âs kanalıyla gelmiştir. 748 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV/205, H.no: 17859; Dârakutnî, es-Sünen, IV/203. Hadîs Ukbe b. Âmir kanalıyla gelmiştir. 749 Hâkim, el-Müstedrek, IV/99, H.no: 8004. Hadîs Abdullah b. Amr kanalıyla gelmiştir. 750 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/362; Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.80. İlk hadis musîb olan müctehide bir sevap kazanacağını söylerken diğer iki hadisin on sevap kazanacağını söylemesi zahiren birbiriyle çelişmektedir. Bu çelişki müctehidlerin hükme ulaşmak için gösterdiği gayret derecesinin farklılığına yorulmak suretiyle giderilmektedir. İbn Kuteybe, Tevîlu muhtelefi'l-hadîs, s.104-105. 751 Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl, VI/8, H. no: 14597. 148 Muhattıe nezdinde bu hadîs müctehidin bazen doğruya ulaşıp bazen yanılabileceğini, dolayısıyla doğrunun ictihadî görüşler içinde sadece birisinde olacağını açıkça göstermektedir. 752 İmam Şâfiî (v.204/819) "el-Ümm" adlı meşhur eserinde, müctehidler arası ihtilafa konu olmuş bir meselede doğrunun tek olduğu ve diğerlerinin hata ettiği, buna karşın müctehidlerin ictihad ederken gösterdikleri gayret neticesinde sevaba nail olacakları ve bu noktada musîb olduklarına dair delil olarak mezkûr hadisi senediyle beraber zikrettikten sonra şu yorumu yapmaktadır: " 'Bu hadîsin manası nedir?' diye sorulsa şöyle cevap verilir: 'İctihad eden müctehid hem doğruyu bulmak için gayret sarfederek, hem de doğruya isabet ederek iki doğruyu birleştirirse ona iki hasene vardır. Eğer ictihad etmek suretiyle doğruyu bulmak için çaba sarfeder fakat doğruyu bulamazsa çabasından ötürü tek hasene kazanmış olur.' "753 Nevevî (v.676/1277) ve Suyûtî (v.911/1505) bu hadisin ictihad ehli kişiler hakkında varid olduğu, isabet ederse hem isabeti hem de ictihadı sebebiyle iki ecir, hata ederse sadece ictihadı sebebiyle bir ecir kazanacağı hakkında Müslümanların icmasının bulunduğunu söylemektedir.754 İctihad ehli olmayan kişinin hükmünde ise ne isabet ne de ecir aranmaması gerektiği malumdur. Zira bir hadiste hâkimlerin üç kısma ayrıldığı, bunlardan birisinin cennette ikisinin ise cehennemde olduğu ifade edilmektedir. Hakkı bilen ve onunla hükmeden cennette, hakkı bilip de onun zıddına hükmeden hâkim cehennemdedir. Bilgisizce hükmeden hâkim de cehennemdedir.”755 Bunlardan çok önce Hattâbî de (v.388/998) hata eden müctehidin bir ecir kazanması ve hata günahının ondan düşmesinden bu müctehidin ictihad yöntemlerini, şer‘î hükümlerin istinbat usulünü ve kıyas şekillerini bilmesine bağlı olduğunu vurgulamıştır.756 Şevkânî (v.1250/1834) "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." 752 hadîsine “Bu hadis İbn Hazm, el-İhkâm, II/65; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.625; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Kelvezânî, etTemhîd, IV/317-318; Râzî, el-Mahsûl, II/520; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.702-703; Sübkî, el-İbhâc, III/261. Şevkânî, bu konuyu aydınlatan ve tartışmanın isabetli tarafı hakkında fikir veren en açık delilin bu hadis olduğunu belirtir. Ona göre bu hadîs, müctehidlerin bir kısmının hatalı, bir kısmının musib olduğunu Rasûlullâh farklı bir anlayışa yol açmayacak kadar açık bir şekilde ifade etmiştir. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437. 753 Şafi‘î, el-Ümm, VII/316-317. 754 Nevevî, Şerhu sahîhi Müslim, XII/13; Suyûtî, Şerhu's-Suyûtî lisüneni'n-Nesâî, VIII/224. 755 ا رb0 0 =3> اb0 ر0 ?>ف ا$' ورﺝK; Ro0 ?>ف ا$' ﺝ$0 اb0 يpﻡ اB0 ا رb0 ا واﺙ نb0 4ة ﺙ*ﺙ واoا ر5 اb50 50 5 ﺝR58' س5 8 Ro! ورﺝHadisin lafzı Ebu Dâvûd'a aittir. Aynı manada diğer hadisler için bk. Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce, Hâkim , Beyhakî... Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl,H. no: 14980. Hâkim hadis için "Müslim şartlarında sahîh hadisdir" demektedir. Zeyla‘î, Nasbu'r-râye, IV/89. Elbânî hadis için "sahîh" demiştir. Elbânî, Sahîh-i İbn Mâce , II/34. 756 Hattâbî, Me‘âlimu's-sünen, IV/6. Hadîsin şerhi için ayrıca bkz. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/319; Azîmâbâdî, Avnu'l-ma‘bûd, IX/354; Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-ahvezî, IV/463. 149 dînî konularda müctehidden sadır olan görüşleri musîb ve muhtî olarak ikiye ayırdığı halde nasıl olur da birisi çıkıp ‘Müctehid ister isabet etsin ister hata etsin musîbtir.’ diyebilir.” şeklinde yorum getirmektedir.757 Musavvibe, Muhattıe'nin bu hadîsi kendi lehinde delil olarak kullanmalarına karşı bazı itirazlar geliştirmiştir: 1. İtiraz: Tasvîbu'l-müctehidîn tartışması kat‘î delil isteyen bir meseledir. Mezkûr hadîs ise haber-i vâhiddir ve konumuzla ile delil olmaya elverişli değildir.758 2. İtiraz: Hadiste zikredilen "hata" kelimesinin, müctehidin ictihadında gösterdiği çabanın yetersizliğine delalet etmesi muhtemeldir. Zira müctehid ictihadda gösterdiği ihmalin farkında olarak yanlış bir hükümde bulunursa muhtî durumuna düşer. Hadîsten murat olan mana da budur. 3. İtiraz: Hadisten kastedilen şey; "Bir meselede nas, icmâ ya da kıyâs-ı celî bulunur da müctehid bunu araştırır, fakat bulamayıp bu icmâ/nass/kıyâs-ı celînin aksine hükmederse bu durumda muhtî olur."759 4. İtiraz: Hadiste işaret edilen "hata"yı eşbeh kavline yorabiliriz. Daha açık bir deyişle müctehidin hata etme durumu “İctihadî çözümlemelerden hepsi doğruya isabet etmiştir, fakat aralarında birisi 'Allah katında bu konuda bir hüküm olsaydı bu olurdu.' denebilecek düzeyde doğruluk derecesi üstündür” şeklindeki eşbeh görüşüne uygun bir anlama hamledilebilir. Yani yukarıdaki hadîse göre müctehid bu doğrular içinde en doğru olan hükmü tespitte yanılmıştır. Eşbeh olan hükme isabet ederse iki sevap kazanır. Hadisteki hata, hükümdeki hata değil eşbehteki hatadır.760 5. İtiraz: Hadîsin zâhir anlamı Muhattıe'nin lehine değil aleyhinedir. Çünkü "Her iki müctehide de ecir vardır." denildiğine göre her ikisi de isabet etmiştir. Hatanın vaki olduğu bir şey için sevap kazanılması mantıklı değildir.761 Muhattıe'nin itirazlara cevabı şöyle olmuştur: 1. İtiraza cevap: Hadîs her ne kadar âhâd olsa da onun sıhhati ve kabulü noktasında ümmetin icmâsı bulunmaktadır ve bu icmâ zannî olan hadîsi uygulama açısından mütevâtir ve kat‘î derecesine yükseltmektedir.762 757 Şevkânî, el-Kavlü'l-müfîd, s.43. Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-tevhîd, XVI/364; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.46. 759 Cüveyni, a.e., s.46; Âmidî, el-İhkâm, IV/186; Sübkî, el-İbhâc, III/279; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/401. 760 Cessâs, el-Fusûl, IV/333. Cessâs, eşbeh hükümdeki hatayı, ok atışına benzeterek, hedefteki şahsı vuramamak sevap kazanmaya engel değildir. Bir kişi hedefi vurana iki dinar, vuramayana bir dinar şeklinde bir ödüllendirme yapsa, vuramayan için verilen bir dinar mükâfat onun hedefe odaklanması ve vurmaya gayretine binaen teşvik amacıyla verilmiş olabilir. Cessâs, a.y. 761 Cüveynî, a.e., s.47. 762 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/422; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/318. 758 150 2. İtiraza cevap: Eğer müctehid doğruyu bulmak için yapacağı araştırma eyleminde ihmal ve dikkatsizliğin farkında ise zaten hadis bu duruma uygulanamaz. Eğer farkında değilse bu durumda Musavvibe'ye göre de müctehid muhtî olarak nitelenemez. Çünkü müctehid delili araştırma ve bu delilin delalet yönünü bilme noktasında ihmalkâr olmadığına galib bir kanaat getirmiştir ve mükellef olduğu şey de gâlip zandan başkası değildir. 3. İtiraza cevap: Hadîste bahsi geçen ictihadî meselenin nas ya da kıyâs-ı celînin bulunduğu bir meseleye özgü kılınması hadisin genel ifadesine aykırıdır. "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." şeklindeki hadîsin lafzı âmm olup umumiyete hamledilmeli, tahsîse dair bir karîne olmadığına göre umumî mana üzerine devamı kabullenilmelidir.763 Ayrıca hadiste "ictihad" ifadesinin kullanılması mezkûr itirazı haksız çıkarmaktadır. Çünkü "Mevrid-i nasta ictihada mesâğ yoktur"764 kuralı gereğince nassın bulunduğu konularda ictihad yapılamaz. Ayrıca iki sevabı nassa/icma/kıyas-ı celîyi bulan müctehide özgü kılmak doğru değildir. Zira hakkında nas bulunan ile bulunmayan konularda isabet etmiş olmanın sevabı eşittir.765 4. İtiraza cevap: "Hata" kelimesinden ilk anda akla gelen anlam gerçekte sabit olan şeye tesadüf edememedir. Nefsü'l-emir olarak tabir ettiğimiz gerçekliğin zihnen ve farazî olarak tasavvur edilmesiyle ortaya çıkan şekle tesadüf edememe hata olarak nitelenemez. Dolayısıyla bu itiraz da bir önceki gibi hadisten anlaşılan genel ifadeye aykırı olan zorlama bir yorumdur.766 5. İtiraza cevap: Müctehide verilecek olan ecir onun hatasına değil, ictihadda gösterdiği gayretine bağlı olarak vaat edilmektedir.767 Kendisi Muhattıe görüşüne destek verdiği halde bu hadisin tahtıe görüşünü desteklediğine dair Muhattıe içindeki genel kanıya karşı çıkan âlimler de bulunmaktadır. Âmidî (v.631/1233) "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadîsiyle ilgili olarak bu hadisin Muhattıe tarafından delil olarak kullanılmasına karşın, hadîsteki hatadan kastedilen şeyin, yargılama sürecinde laf oyunları yapmak ve mahkeme delillerini karartmak veya daha güzel sunmakla hâkimi yanıltarak hâkimin hak sahibine hakkını vermemesi gibi 763 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.500. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, md. 14. 765 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1052. 766 Basrî, el-Mu‘temed, II/969; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/373; Sübkî, el-İbhâc, III/379. 767 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/318-319. 764 151 hataların ortaya çıkabileceğini vurgulamaktadır.768 İzz b. Abdisselâm (v.660/1262) Âmidî'yi destekler nitelikte şöyle demektedir: "Bu hadîsteki hatayı hükmün dış unsurlarında (esbâb-ı şer‘iyye/hukukî gerekçeler) aramak gerekir. Örneğin nefsü'l-emirde (bilfiil) cinayet işleyen bir kişi hakkında kısasa hükmeden bir hâkime iki sevap vardır. İlki kan davasını önleme, maktulün akrabalarını teselli ve katillerin öldürülmesiyle diğer insanların hayatını korumaya yönelik maslahatları gerçekleştirdiği içindir. İkincisi ictihadında gösterdiği çabaya binaendir. Hâkim eğer gerçekte cinayet işlemeyen bir kişiye yalancı şahitler gibi ispat unsurlarına bakarak kasıtsız olarak yanlış bir karar verse bu hâkime sadece ictihad sevabı verilir. Bu durumda hâkim, kısas cezası ile hukuk sisteminin hedeflediği gayeler gerçekleşmediği için sadece bir ecir kazanmıştır. Bu şekilde hadisi her iki tarafça (Muhattıe-Musavvibe) kabullenilen bir anlama yormak en doğru olanıdır."769 Karâfî (v.684/1285) de bu delili Muhattıe için zayıf görmüş ve hadisteki hatadan kastedilenin, adam öldürmeyen kişiye kısas cezası, hırsızlık yapmayan kişiye el kesme cezası ve zina yapmayan kişiye recm cezası veren hâkimin hatalı yargı kararları olduğunu söylemiştir. Nitekim bu tür hataları Musavvibe de kabul etmektedir.770 Fakat müctehidin hatasını hükmün dış unsurlarında arayan yukarıdaki yorumlara cevap gecikmemiştir. Şöyle ki; hâkimin yanlış karar vermesinde kendisinin rolü olmayıp dış unsurlar etkili olmuşsa; örneğin hâkim, yalan tanıklık, bilinç dışı yapılan ikrar gibi gerçeği yansıtmayan hukukî gerekçelerle iradesi dışında ve istemeden yanlış bir kararda bulunmuşsa bu durumda verdiği yargı kararı 'hata' vasfıyla nitelenmemekte, sevabı da azalmamaktadır.771 Böyle bir hâkimin davranışı, suyun necis olduğunu bilmeden onunla abdest alıp namaz kılan kişinin davranışına benzer ki bu kişinin sevabında bir azalma olmaz.772 Hâkimin verdiği yanlış hüküm, bilerek ve iradesi dâhilinde cereyan etmiş ise bu durumda; hakkı istihkak edenin dışında başka birisine, yalancı şahitler, sahih olmayan bir ikrar sebebiyle verdiği için böyle bir hâkim ecir kazanamaz, bu Allah'ın hükmü de olamaz.773 Yukarıda sözü geçen hadîs hakkında yapılan yorumlar bağlamında müctehidin hata edebileceğini söyleyenler (Muhattıe), hadîste bahsedilen muhtî müctehidin kazanacağı uhrevî mükâfatın neye binaen olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bazı 768 Âmidî, el-İhkâm, II/416. Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4092. 770 Karâfî, a.e., IX/4083. 771 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.505. 772 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/363. 773 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.626-627. 769 152 usulcüler "Muhtî müctehid yaptığı ictihada binaen mükâfat kazanır." derken774, bazıları ise "Kasdına (ictihada yönelmesi ve niyeti) binaen mükâfat kazanır."775, diğer bazıları ise "Her ikisi için sevap kazanır." demiştir.776 Muhtî müctehidin ne sevap ne de günah kazanacağını söyleyen bir grup âlimin varlığından da bahsedilmiştir.777 * Muhalifini ikna çabaları içinde Muhattıe'nin ileri sürdüğü naklî delillerden en kuvvetlisi ictihadı hata ile niteleyen, müctehidin verdiği hükümlerde yanılabileceğini ifade eden sahâbe sözleridir. İctihadî görüşler içinde doğrunun tek olduğunu gösteren ve seleften rivayet edilen birçok söz vardır. Bu sözlerde sahâbîler karşıt görüşteki kişileri yanılma ile tavsif etmekte, aralarında biri/bazılarının muhtî olacağına işaret etmektedir. Sahâbî ve onlardan sonra gelen selef âlimlerinin, müctehidin yaptığı hukukî yorumlar için "hata" kelimesi içerikli ifadeler kullanmaları bu konuda selef icmâsının olduğunu göstermektedir.778 Fıkıh usûlü eserlerinde müctehidin yanılabileceğine delil olarak zikredilen sahâbî yorumlarından bazıları şunlardır : 779 Hz. Ebubekir'e kelâle780 hakkında sorulunca "Şüphesiz ben bu konuda kendi görüşümü söyleyeceğim! Eğer doğruysa Allah'tan, yanlış ise benden ve şeytandandır. Bana göre (kelâle) baba ve oğul dışındakilerdir" demiştir.781 Hz. Ömer'in bir kadını huzuruna getirmesi için bir elçi göndermesi üzerine kadın korkup karnındaki çocuğu düşürür.782 Hz. Ömer bu konu hakkında etrafındakilere danışır. Ona herhangi bir tazminin gerekmediğini, kendisinin sadece bir devlet başkanı 774 Örneğin bkz. Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/416; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/381. Bazı müctehidler ictihad yerine "yaptığı işe binâen ecir kazanır" diyerek ictihadı "amel (iş)" kelimesiyle tabir etmişlerdir. Bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.411. 775 Örneğin bkz. Sübkî, el-İbhâc, III/259. 776 Örneğin bkz. İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebî'l-münîr, IV/490. Müzenî ve Ebu't-Tayyib et-Taberî "kasd"ına binâen, Kâdî el-Hüseyin ise "hem kasd hem ictihad"a binâen ecir kazanır diyenlerdendir. Zerkeşî, el-Bahru'lmuhît, IV/5 777 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.415. 778 Bkz. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.700. 779 İctihadı "hata" ile niteleyen ve müctehidin yanılabileceğine işaret eden sahâbe sözleri için bkz. Cessâs, elFusûl, 336-337; Seyyid el-Murtazâ, ez-Zerî‘a, II/757 vd.; Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî fî Ebvâbi’t-tevhîd, XVI/355; Basrî, el-Mu‘temed, II/381; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.54; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.627-628; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1052-1054; a.mlf, et-Tebsıra, s.500; Pezdevî, el-Usûl, IV/39-41; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/313-314; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/374-375; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/320-321; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/364366; Râzî, el-Mahsûl, II/515; İbn Kudâme, er-Ravda, s.417; Âmidî, el-İhkâm, II/416-417; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279; Teftâzânî, et-Telvîh ale't-tavdîh, II/119; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.288; İbnu'lHümâm, et-Tahrîr, III/393-394; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/381-382; Seyyid Bey, Medhal, s.203. 780 Nisâ 4/12, 176. 781 َ ََ ْ* اْ َاِ َ وَا َ َ ﻡَ ﺥaُ ُأرَا، ن ِ َCْM( ا َ ِ َوﻡRT َِ0 ًBَCَن ﺥ َ َ َوِإنْ آ، Kِ M8 ا َ َِ0 ً ;ن ﺹَ َا َ َنْ آfِ َ0 ، Rِأْی$َ ِ; َِ0 َ!ُ ُلBَ ﺱRT ِإﻥBeyhakî, esSünenü'l-kübrâ, VI/223, H.no: 12043; Dârimî, es-Sünen, II/462, H.no: 2972. 782 Bu olay İslam Tarihinde "müchida" olayı olarak anılmaktadır. 153 olup, kasıtlı bir davranışının olmadığını ifade ederler. Hz. Ömer mesele hakkındaki hükmünü Hz. Alî'ye sorunca Hz. Alî; "Bu hüküm (tazmin gerekmeyeceği hükmü) ictihad sonucu ulaşılmış bir görüş ise hata ettiler. Eğer sana yakınlaşmak niyetiyle lehinde hüküm veriyorlarsa seni aldatıyorlar. Benim bu konudaki görüşüm düşen ceninin diyetini (ğurre) vermendir." deyince Hz. Ömer bu görüşü kabul eder ve kadına diyetini öder.783 Hz. Ömer adlî bir uyuşmazlık hakkında yargılama yaparken adamın birisi ona hitaben "Doğruya isabet ettin, Allah da seni doğrudan şarşırtmasın!" dedi. Bunun üzerine Ömer; "İsabet mi ettim, hata mı ettim bilmiyorum! Lâkin hak bildiğim şeyden dönmedim." diye cevap verdi.784 Hz. Ömer'in kâtibi onun verdiği bir hükmün altına şu ibareyi kaydetti: "Bu hüküm Allah'ın Ömer'e gösterdiği hükümdür." Hz. Ömer ona bu ibareyi silmesini ve şöyle yazmasını emretti: "Bu hüküm Ömer'in kendi görüşü olan hükümdür"785 Abdullah b. Mesûd, zifafa girmeden ve kendisine mehir tayin edilmeden önce kocası ölen kadın786 hakkında, mehrin tamamını almaya, iddet beklemeye ve mirastan pay sahibi olmasına hükmederek “Eğer doğru ise Allah'tan, yanlış ise benden ve şeytandandır; Allah ve Rasûlü bu yanlıştan berîdir"787 demiştir. Abdullah b. Abbâs, Zeyd b. Sâbit için "Zeyd Allah'tan korkmaz mı ki oğlun oğlunu oğul gibi değerlendirmekte iken babanın babasını baba gibi değerlendirmemektedir" demiştir.788 Ebu Hureyre'ye "İhramlı olmayan birisinin avladığı bir hayvanın etinden ihramlının yemesi caiz midir?" diye sorulunca "caiz" olduğunu söyledi. Bu fetvasını Hz. Ömer'e haber verdiği zaman Ömer: "Bunun dışında bir şeyle fetva verseydin canını yakardım" dedi.789 783 Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI/123, H.no: 11453; İbn Kayyım, İ‘lâmu'l-muvakkı‘în, I/215-216. Hadis kitaplarında kaynağını bulamadığımız bu olay için bkz. İbn Hâcib, Müntehe'l-vusûl ve'l-emel, s.214. 785 Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, X/116, H.no:20135; Tahâvî, Müşkilu'l-âsâr, 8/119 786 Mehir tespit etmeksizin bir adamla evlenip zifafa giren kadına mufavvada denilmektedir. Mutarrizî, elMuğrib, II/152. 787 ِ Hِی$َ; Kُ ُ 5ُ َو َرﺱKُ 5M8ن وَا ن5َ ِ َCْ5M(ْ ا5ِ َوﻡb5T َِ0 ًB5َCَْ ﺥ5ُ3َ َوِإنْ یKِ 5M8ْ ا5َِ0 ً; َا5َ ﺹq ُ َنْ یfِ َ0 Ebu Dâvûd, "Nikâh", 32; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/447, H.no: 4276; İbn Hibbân, es-Sahîh, IX/410, H.no: 4101; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, III/317, H.no: 5518; Hâkim, el-Müstedrek, II/196, H.no: 2737. 788 Haberin bu şekliyle kaynağı bulanamadı, fakat İbn Abbâs ile Zeyd b. Sâbit arasında bu konuda görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir. Bkz. Buhârî, "Ferâiz", 8. 789 Muvatta, "Hac", 24; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, III/307, H.no: 14466. 784 154 Saîd b. Müseyyeb'e, Kadı Şurayh'ın üzerinde borç bulunduğu halde ölen mükâteb bir köle hakkındaki, "Borcu ve kitabet miktarı paylarına göredir." şeklindeki hükmü haber verilince "Şurayh hata etti." demiştir.790 Zeyd b. Erkam bey‘u'l-‘îne ile bir kölesini satmıştı. Hz. Âişe bunu duyunca onun hakkında 'Zeyd'e haber verin ki; eğer tevbe etmezse Allah Rasûlü ile beraber yaptığı cihadların sevabını boşa çıkarmış olacak." demiştir.791 Hz. Ömer hutbede mehrin miktarını sınırlayınca bir kadının ona itiraz etmesi üzerine "Kadın isabet etti, adam hata etti" buyurduğu rivayet olunmuştur.792 Hz. Osman, zina yaptığını ikrar eden kadın hakkında recm uygulamak isteyen Hz. Ömer'e "Kadın olayı bilmiyor gibi mütereddit konuşuyor, had ancak kesin ikrarda uygulanır" diyerek verdiği hükmün hatalı olduğunu söylemiştir.793 Abdullah b. Abbâs mürtedlerin yakılmasını emreden Hz. Alî'ye "Ateş ile ancak onun Rabbi ceza verir." demiş ve İbn Abbâs'ın bu sözünü işiten Hz. Alî yaptığına pişman olmuştur.794 Musavvibe'ye göre fıkhî bir konuda ihtilaf ettiği kişiyi yanılma ile suçlayan (tahtıe) bu tür sahâbe ve tabiîn sözleri (akvâl-i selef) âhâd kanalla gelen hadîs malzemesi olup bunlarla kesin bilgiye ulaşılamaz.795 Bu rivayetlerin sıhhati kabul edilse bile Hz. Ebu Bekir ve İbn Mesûd'a atfedilen "Doğru ise Allah'tan, hata ise benden ve şeytandandır." sözünde hatadan maksat nasta yanılmadır.796 Bâkıllânî (v.403/1013) ise seleften sadır olan ve tesîm (günah işlemiş 790 Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, X/332, H.no: 21479; Îbn Ebi Şeybe, el-Musannef, IV/396, H.no: 21429. Dârakutnî, es-Sünen, III/52, H.no: 211; Abdurrezzâk, el-Musannef, VIII/184, H.no: 14812; Beyhakî, esSünenü'l-kübrâ, V/130, H.no: 10580. 792 Bu olay iki şekilde rivayet edilmiştir: İlk rivayette kadın itiraz ettikten sonra Hz. Ömer'in görüşünü tashih ettiğinden, diğerinde ise sadece mehrin sınırlandırmasından bahsedilmekte fakat kadının itirazından söz edilmemektedir. Birinci haliyle hadis "munkatı"dır ve Elbânî "daîfun münker" demektedir. Elbânî, İrvâu'l-ğalîl, VI/347 vd. Hadisin ikinci şekli olan, yani "mehrin Hz. Ömer tarafından sınırlandırıldığından bahseden fakat herhangi bir kadının itirazının bulunmadığı" şeklindeki rivayet için Hâkim, Tirmizî ve Zehebî "sahîh" kaydını düşmüştür. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, IX/204; Azîmâbâdî, Avnu'l-ma'bûd, VI/96; Aynî, Umdetü'l-kârî, XX/137. Hadisin birinci şekli için bkz. Abdurrezzak, el-Musannef, VI/180, H.no: 10420; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VII/233, H.no: 14113. İkinci şekli için bkz. Ebu Dâvûd, "Nikâh", 29; Tirmizî, "Nikâh", 22; İbn Mâce, "Nikâh", 17; Dârimî, es-Sünen, II/190, H.no: 2200; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/40, H.no: 280; İbn Hibbân, esSahîh, X/480, H.no: 4620; Hâkim, el-Müstedrek, II/191, H.no: 2725. 793 Şâfiî, el-Müsned, I/168, H.no: 809; Abdurrezzâk, el-Musannef, cilt, H.no: 13644; Beyhakî, "Hudûd", H.no: 16842. 794 Bu haliyle olayın kaynağına rastlanmadı. Ancak "Ateş ile ancak onun Rabbi ceza verir" kısmı merfû hadîs olarak rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, siyer, H.no: 33144; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, siyer, H. no: 17843. 795 Basrî, el-Mu‘temed, II/383; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.59, 60; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375; Seyyid Bey, Medhal, s.204 ; 796 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.60; Ermevî, et-Tahsîl, II/295. 791 155 olmakla suçlama) ifade eden sözlerle ilgili konuların müctehedattan değil, kat‘iyyâttan olduklarına inandıkları için söylendiği kanaatindedir.797 Ayrıca bu tür sözleri, görüşlerine muhalif bir sünnetin bulunması korkusundan sarf etmiş de olabilirler. Ashâb-ı kirâm bir konuda hüküm vermeden önce benimsedikleri görüşlere muhalif bir hadîs olup olmadığını öğrenmek için bu görüşlerini diğer sahâbîlere arz ederlerdi. Böyle bir durum söz konusu olduğunda kendi reyleriyle hüküm vermekten kaçınmışlardır. Nitekim Hz. Ebubekir'e ninenin miras payı sorulduğunda "Bu konuda Allah'ın kitabında bir şey görmedim." dedi fakat etrafındaki kişilere bu konuda danışınca Rasûlullah'ın konuyla ilgili bir uygulamasının olduğunu öğrendi. Kelâle bahsinin geçtiği olayda da kendi görüşüne aykırı bir hadisin bulunmasından korkarak "Doğru ise Allah'tan, hata ise benden ve şeytandandır." demiştir.798 Diğer taraftan sahâbî sözlerinde zikredilen ictihadda gösterilen ihmal ve kusur nedeniyle yapılmış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.799 Musavvibe'den bazı bilginler, Hz. Ömer ve Alî'nin sözlerine ise eşbeh görüşüne uygun bir yorum getirmişlerdir. Bu iki sahabî "Allah'ın hükmünde hata ettiler." demeyerek aslında bu sözleriyle "eşbeh (en ideal, en benzer)", diğer bir ifadeyle "Eşbeh hükme ulaşmada hata ettiler." anlamını kastetmişlerdir.800 Bir başka yoruma göre "Hata ettiler." ifadesiyle "Benim görüşümden yanıldılar." manasını kastetmiş de olabilirler.801 Hz. Ömer'in "Bu Allah'ın Ömer'e gösterdiği hükümdür." sözünü yazmaktan kaçınmasındaki amacı bu hükmün nas yoluyla değil re'y yoluyla koyulduğuna ima etmek içindir.802 İbn Abbas'ın "Zeyd Allah'tan korkmaz mı ki oğlun oğlunu oğul gibi değerlendirmekte iken babanın babasını baba gibi değerlendirmemektedir." şeklindeki sözüne gelince, bu söz bu konudaki bilgisinin kesinliğine işaret etmek için söylenmiş bir ifadedir. Yani kim dedenin baba gibi olduğuna inanırsa en ideal doğruya isabet etmiştir, bunun dışındakiler konuyu yeterince incelememiş kişilerdir. Musavvibe'den bir kısım âlimlere göre ise İbn Abbas'ın Zeyd'e yaptığı bu itiraz ictihadî değil lüğavî bir konunun uzantısıdır. Çünkü lügatte "dede" "baba" anlamında kullanılmaktadır.803 İbn Mesûd ve Abdurrahman b. Avf'ın sözleri de eşbeh kavline yorumlanmaktadır.804 797 Cüveynî, a.e., s.59. Cessâs, el-Fusûl, IV/338. 799 Âmidî, el-İhkâm, II/417. 800 Cessâs, a.e., IV/338; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.701. 801 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.60. 802 Cessâs, a.e., IV/339. 803 Basrî, el-Mu‘temed, II/386. 804 Cessâs, a.e., IV/339-340. 798 156 Hz. Ömer'in Ebu Hureyre'ye hitaben söylediği "Eğer bunun dışında bir şeyle fetva verseydin canını yakardım." sözü insanların fetvaya çabuk yeltenmemesi için yaptığı bir ikazdır. Zira o esnada yanında (Medine'de) kendisine ve diğer fakîh sahabîlere danışmadan fetva verebilecek liyakatte insanlar bulunmamaktaydı.805 Ebu Zeyd ed-Debûsî (v.430/1039), Hz. Âişe ve Abdullah b. Abbas'a ait olup günah işlemekle suçlayan ifadelerin, doğruya ulaşma yönteminin açık olduğu ve hata eden müctehidin hata etmesinin sadece kendi kusurundan kaynaklandığı bilinen konular için kullanıldığını vurgulamaktadır.806 Nitekim, dayanılan delilin niteliğine ve manasındaki açıklığa bağlı olarak hukukî meseleler "müctehidin kendini musîb göreceği", "görmeyeceği" olarak ikiye ayrılır. Sahâbenin birbirlerine karşı günah ile suçlayıcı ifadeler kullanmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.807 Gazzâlî (v.505/1111), selef âlimlerinin bu sözlerindeki "hata" kelimelerini şu dört duruma hamletmektedir: 1. Hata olarak nitelenen ictihadın, ehil olmayan bir kişiden sadır olması, 2. Müctehidin düşünme eylemini olgunlaştırmadan hüküm vermeye kalkması, 3. İctihada kapalı olan bir konuda ictihad etmesi, 4. İctihadı neticesinde vardığı kararla kat‘î bir delile muhalif düşmesi.808 Seyyid Bey (v.1925) ise sahabenin bu tür sözlerle birbirlerini tahtıe etmelerini şu dört sebepten dolayı olabileceğini belirtir: 1. Sahâbenin bazı ictihadlarının nassa yada icmaya aykırı olduğu düşüncesi, 2. Konunun hassasiyetine rağmen hükmü araştırmada gerekli görülen çabayı görememe, 3. İctihad ehliyetine haiz olmadan ictihad etmeye kalkışma, 4. Hataya düşmenin neticesinde ortaya çıkan sorumluluk hissinin yol açtığı Allah korkusu ve tevâzu.809 Görüldüğü gibi yukarıdaki sahâbî yorumlarının her birisine teker teker cevap verme ihtiyacı hisseden Musavvibe'nin bu cevaplarını ikna edici bulmayan Muhattıe, sahâbîlerin fikir ayrılığına düştükleri diğer bir sahâbîyi tahtıe etmesindeki nedenin ictihadda gösterdiği tesâhül olduğu şeklindeki açıklamaya karşı "Bu iddia, sahabîlerin ictihad etmeksizin, akıllarına geldiği gibi gelişigüzel görüş bildirdikleri savını içeren suizan mahsulü bir 805 Cessâs, a.e., IV/340. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.415-416. Aynı yorum için bkz. Molla Hüsrev, Mirâtu'l-usûl, II/467. 807 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.504. 808 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375. 809 Seyyid Bey, Medhal, s.205. 806 157 itirazdır." demektedir.810 Râşid Halifeler, İslam ümmetinin önderleri, Hıbru'l-ümme olan İbn Abbâs, "Emîn" lakabını kazanmış Abdurrahmân b. Avf, sahâbenin en büyük fakihlerinden olan Zeyd b. Sâbit gibi kişiler hakkında böyle bir düşünce açık bir yanlışlıktır.811 Sahâbenin "Hata ettiler." sözünde murad edilen anlam "Nasta hata ettiler, ilgili nassa ulaşamadılar." şeklindeki açıklamaya Muhattıe şu şekilde cevap vermektedir: Sahâbenin müctehidleri elinden geleni yapar da o konuda her hangi bir nassa ulaşamaz ise Musavvibe'ye göre zaten musîbtir. Elinden gelen düşünsel çabayı göstermemesi halinde ise hem Muhattıe hem Musavvibe'ye göre her iki halde de (ictihad ve hükümde) muhtîdir. Netice olarak "nasta hata" ifadesi tutarlı bir anlam muhtevasına sahip değildir.812 Tahtıe içerikli sahâbe-tabiîn sözlerinin haber-i vâhid olduğuna ve konumuzla ilgili delil olamayacağına dair yapılan itiraza Muhattıe taraftarları; "Her ne kadar hadislerin tarikleri farklı ve âhâd olsa da aynı anlama delalet etmesi açısından manevî mütevâtir derecesine çıkmaktadır."813 şeklinde cevap vermektedir. Hadis usulünde "mevkûf" hadis kabul edilen mezkur sahâbe sözlerindeki B5C ﺥve B5C أﺥifadelerini Eşbeh kavline (Hepsi doğru, fakat aralarından birisi en ideal olanıdır, görüşüne) yorumlayanların bu düşüncelerinde yanıldıkları Hz. Ebubekir'in sözünden anlaşılmaktadır. O, "Doğru ise Allah'tan, hata ise benden ve şeytandandır." demekle doğrunun dışındaki bütün görüşleri insan düşüncesine ve şeytana nispet etmektedir. Şeytana nispet edilen kanaatler ise doğru olarak vasıflanamaz.814 Netice olarak ashâb-ı kirâmın ictihadları konusunda birbirlerine karşı yaptıkları itirazlar açıkça gösteriyor ki aralarında ihtilafa konu olan meselelerde hata olanı da doğru olanı da vardı.815 Sahâbe ve selef-i sâlihînin birbirlerini tahtıe ettiğine dair rivayet o kadar çoktur ki "Bu konuda ümmetin icması vardır" denilse yanlış olmaz.816 Sahâbe devrinden günümüze kadar İslam âlimleri birbirlerini tahtıe etmişlerdir. Kendi kavillerinin doğru, karşı görüşlerin yanlış olduğuna (zan derecesinde) inanmışlar ve muhalifini ikna için 810 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/315. İbn Kudâme, er-Ravda, s.418. 812 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.701. 813 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/321. 814 Kelvezânî, a.e., IV/322; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.702. 815 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/175. 816 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.627; Şîrâzî, et-Tebsıra, s.501; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/40. 811 158 deliller öne sürmüşlerdir. Öyle ki birinin, yekdiğerinin yanlışlığına kanaat getirmiş olması hali farklı mezhep ve fıkhî ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.817 * Muhattıe Hz. Ömer'in "Doğru ezelîdir." sözünün ictihad öncesinde muayyen bir doğrunun varlığına delalet ettiğini düşünmektedir. Hz. Ömer Ebu Mûsâ el-Eş‘arî'ye gönderdiği mektupta; "Geçmişte vermiş olduğun fakat zihninde tekrar değerlendirip fikrini değiştirdiğin eski bir yargı kararın seni hakka yönelmekten alıkoymasın; zira doğru ezelîdir ve doğruya yönelmek yanlışta devam etmekten hayırlıdır." 818 demektedir. * Muhattıe'nin bir diğer delili Hz. Rasûlullah'ın (s.a.s.) Muâz b. Cebel ve Zeyd b. Sâbit'i öven sözleridir: "Ümmetimin helal ve haramı en iyi bileni Muâz b. Cebel, ferâizi (miras hukuku) en iyi bileni 819 ise Zeyd b. Sâbit'tir." Eğer bütün müctehidler musîb olsaydı ilimde üstünlük ve sahâbenin bir kısmının diğerlerinden daha bilgili olması söz konusu olmazdı. Musavvibe bu hadîsle yapılan istidlale karşı çıkarak "Kıyas için kullanılan nasların delalet yönleri farklı farklıdır. Bazı müctehidler delalet yönlerini diğerlerinden daha iyi biliyor olabilir. Kullanılan Arapça kelimeler ve terkiplerin muhtemel anlamları, ilgili nasların geçtiği yerlere vs. diğerlerinden daha vakıf olabilir." şeklinde cevaplama yoluna gitmişlerdir.820 * Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bir orduyu savaşa gönderirken ordu komutanına verdiği öğütleri içeren hadis müctehidin hukukî bir hadisede ictihad eylemine başlamadan önce Allah'a ait belirli bir hükmün bulunduğuna başka bir kanıttır. Bu öğütler arasındaki "Bir kaleyi muhasara ettiğinde, onlar senden Allah'ın hükmüne uygun olarak muhasarayı kaldırmanı isterlerse bunu Allah'ın hükmüne göre yapma; kendi hükmüne 817 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/322-323. 5 ﻡ$5? ﺥ5> ا5/اﺝ$ی= وﻡ5! ?5>ن اf50 ?5> ا,اﺝ$ﺵك أن ﺕ$ K0 U وهیq ﻥK0 U/ﻡ@ راﺝ1; Ko! ءo! q/ ی: 59< اb50 دي5 اBeyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, X/119, 150, H.no: 20159; Dârakutnî, es-Sünen, IV/206; İbn 818 Hacer, Telhîsu'l-habîr, IV/196; Zeyle‘î, Nasbu'r-râye, IV/103; Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl, V/975. 819 Tirmizî, "Menâkıb", 33; İbn Mace, "Îmân, fadâilüs-sahâbe ve ilim", 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III/281, H.no: 14022. Tirmizî hadîs için "hasenun sahîh" demiştir. 820 Cessâs, el-Fusûl, IV/336. 159 821 göre yap! Zira sen Allah'ın hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilmiyorsun." ifadesi açıkça müctehidin Allah'ın hükmünde yanılabileceğini göstermekte822 olaylarda Allah'a ait bir hükmün bulunduğunu ve bu hükmün ictihaddan bağımsız olup, müctehidin yorumunu yansıtan hukukî kararla doğrudan ilintili olmadığını göstermektedir.823 Sahîhu Müslim şârihi Nevevî'ye (v.676/1277) göre bu hadîs "Bütün ictihadî görüşler musîb değildir, aksine musîb tektir, o da nefsü'l-emirdeki Allah'ın hükmüne uygun olan hükümdür." diyen Muhattıe lehinde bir delildir. Hadiste Hz. Peygamber "Allah'ın hükmü" ifadesiyle, "müctehid komutanın hükmü" ifadesini birbirinden ayırmış ve müctehidin hükmünü hata ihtimalinden dolayı Allah'ın hükmü olarak isimlendirmekten kaçınmıştır. Musavvibe bu hadiste kastedilenin " ‘Sen, verdiğin hükme muarız düşen bir vahye aykırı bir şekilde muhâsarayı kaldırmaktan emin olamazsın' demektir." şeklinde hadisi yorumlamışlar824 ve buradaki hükmü vahiy olarak algılamışlardır. Hâlbuki ifadenin öncesinde “Bilakis onları kendi hükmüne indir!” ifadesinden ortaya çıkan anlam, bu hükmün âyet değil kişisel ictihad olduğudur.825 Cessâs'a (v.370/980) göre "Sen Allah'ın hükmüne isabet edip etmediğini bilemezsin." cümlesinin iki anlamı olabilir: 1. Nesih sürecinin devam etmesi sebebiyle, savaşa gönderilen komutanların daha önceki bilgilerine dayanak olan hüküm neshedilip, Rasûlullah'tan ayrılıp sefere çıktıktan sonra, ona aykırı ikinci bir hüküm (nâsih) indirilmiş olabilir. 2. Bir topluma galip gelindikten sonra onlar hakkında hangi cezanın uygulanacağı ordu komutanlarına bırakılmıştır. Mağlup düşman askerlerine uygulanacak ölüm, cizye, fidye, serbest bırakma, köle hükmünün tatbiki gibi farklı alternatiflerden hangisinin uygulanacağı bu komutanların ictihadına bağlıdır. Çünkü mağlup bir toplumun durumuna bakarak karar verme ictihad kapsamına girmektedir. Kuşatmayı kaldırmadan önce (galibiyetten önce) onların hakkındaki Allah'ın hükmünü bilmiyorsunuz. Bu sebeple düşmana karşı kazanacağınız galibiyet sonrası onlar hakkında ictihad ve re'y yoluyla vereceğiniz hüküm neticesinde Allah'ın hükmünü bilebilirsiniz.826 7E ﺕري أﺕ: qﻥf0 q34 R8' =k أﻥ3 وd= ا3>ى8' =k * ﺕ0 d= ا3>ى8' =k رادوك أن ﺕB0 E4 ت أه$ﺹ4 وإذا : = أم50 d= ا534 Müslim, "Cihâd", 2; Dârimî, es-Sünen, II/285, H.no: 2442; Abdurrezzâk, el-Musannef, V/219, 821 H.no: 9429. 822 Pezdevî, el-Usûl, IV/40-41; İbn Kudâme, er-Ravda, s.415-416; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/542. 823 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/423; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/319. 824 Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, XII/40. 825 Nevevî, a.y. 826 Cessâs, el-Fusûl, IV/332. 160 * Benî Kurayza çıkartması sonrasında Kureyza ahalisi Sa‘d b. Muâz'ın kendi haklarında vereceği hükme razı olunca Sa‘d b. Muâz "Eli silah tutanların öldürülmesine, zürriyetlerinin de esir edilmesine hükmediyorum." demesine binaen Rasûllullah'ın (s.a.s.) ona "Sen Allah'ın hükmüyle karar verdin."827 demesi ictihad kararı öncesinde Allah'a ait bir hükmün bulunduğunu ortaya koymaktadır. B. Muhattıe'nin Salt Musavvibe'ye Karşı Yönelttiği Aklî Deliller * Delil olabilecek özelliğe sahip hiçbir hususu kullanmaktan geri durmayan taraflardan "doğrunun tekliğini" savunan Muhattıe'ye göre ictihadî çözümlemelerde râcih ve mercûhun varlığı; yani bir görüşün diğerine tercih edilmesi, aralarında yalnızca birinin doğru olduğunu göstermektedir. İki müctehid bir konuda birbirine zıt iki hükümde bulunsalar -örneğin birisi haram, diğeri vâcib olduğuna hükmetse- bu iki müctehidin de delile dayanmaksızın hüküm verdiklerini farzedersek ikisi de muhtî durumuna düşerler. Eğer her ikise de delile dayanarak hükmetmişlerse bu durumda; eğer deliller eşitse teâruz-tercîh kuralları gereği ikisinden birisi tercih edilir ya da tevakkuf edilir. Dolayısıyla bu iki delilden birisine dayanarak tahrîm/îcâb hükmü veren müctehid de muhtî sayılır. Delillerden birisi râcih diğeri mercûh olursa bu durumda râcih olan delille hüküm veren musîb, diğeri muhtî olur. İki müctehidin iki farklı hükmünün birisi delile dayanır diğeri dayanmazsa bu durumda delile göre hükmeden musîb diğeri muhtî olur. Bütün bu ihtimallerin hiçbirisinde her iki müctehidin musîb olması söz konusu değildir.828 Bu aklî delile Musavvibe'nin verdiği "Bu rüchan (hükmün diğer hükme üstünlüğü) müctehidin zihnindedir. Hâricî bir etkene bağlı değildir. İki müctehidin zihninde iki farklı rüchaniyet olabileceğine göre iki doğru da olabilir"829 şeklindeki cevaba Muhattıe şöyle karşılık vermektedir: Salt zihnî tercih sebeplerinin varlığından söz edilemez; nefsü'l-emirde rüchaniyetin ilintili olduğu bir gerçekliğin bulunması gerekir.830 Salt zihnî tercih arzuya uygun keyfî ictihada götürür ki, bu dînen yasaklanmıştır. İkinci olarak müctehidler kendi görüşlerinin 827 Buhârî, "Meğâzî", 28; Müslim, "Cihâd", 22. R5= إ85 وﺱK58' d اR85 ﺹb5< ا5رﺱB0 ذ5/ ﻡ5; /5= ﺱ534 R58' ی$! ل أهkﻥ =8ﺕ5 ﻡ5ل ﺕ50 . ( q534 R58' ا5kء ﻥ:5ل ) ه50 . ( =آ$5آ= أو ﺥ5 ﺱR5 ا إ5ر ) ! ﻡ5Eل ﻥ5! دﻥ ﻡ ا80 ر4 R8' RﺕB0 /ﺱ q58= ا53>; ل5! 5; ورd= ا53>; U5o! ) ل5! =5 ذراریb<5 وﺕLafız Buhârî'ye aittir. Râvînin "Belki de 'Melikin hükmüyle' dedi" şeklinde bir şekki bulunmaktadır. Buradaki Melik'ten kastedilen Allah Teâlâ'dır. Aynî, Umdetü'l-kârî, XIV/288. 828 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/333; Âmidî, el-İhkâm, II/417-418; Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4085. 829 Râzî, el-Mahsûl, II/504. 830 Tercihin, hayali değil hakiki sebeplere binaen yapılması gerektiğinde ümmet icma etmiştir. Râzî, el-Mahsûl, II/509. 161 doğru, muhalifinin yanlış olduğu noktasında bir kanaat taşımaktadır. Müctehid kendi emâresinin rüchanıyla beraber muhalifinin emâresinin de rüchanının beraberce gerçekleştiğini varsayarsa, bu durum kısır döngüye (devr) sebep olur. Kendi görüşünün doğru olduğunu bilmesiyle beraber, karşıdakinin de rüchaniyet sahibi olup kendisi gibi doğru olduğunu düşünmesi bu bilgiyi bilgi olmaktan çıkarıp cehalete dönüştürür.831 * Fıkıh usûlü eserlerinde "tasvîbu'l-müctehidîn" bölümünün deliller bahsinde "İctimâ-ı nakîzeyn (iki zıddın bir araya gelmesi) imkânsızdır." şeklinde tabir edilen gerekçe Muhattıe'nin diğer bir aklî delilidir. İlâhî hüküm müctehidin zannına tabi olsaydı iki zıt şey aynı anda müctehidin zihninde birleşmiş olurdu. Yani bir taraftan müctehid zan ile ictihadî bir çözüme ulaşacak, diğer taraftan ulaştığı bu ictihadî çözümün Allah'ın hükmü olduğuna kesin olarak inanacaktır. Zanniyet ile kat‘iyetin aynı kişinin zihninde birleşmesi ise mümkün değildir.832 * Tahtıe düşüncesinin diğer bir delili kıyasın müsbit değil muzhir olduğudur. Yani kıyasla sabit olan nas ile sabit olmuş demektir. Nas ile sabit olan konularda doğrunun tek olduğuna dair ihtilaf bulunmamaktadır.833 Bu delil ictihadla kıyası bağdaştıran, diğer bir tabirle kıyasın ictihadın büyük kısmını oluşturduğu varsayımına dayanan bir delildir. Zira ictihad kıyastan ibaret olduğuna ve kıyas da nastan kaynağını aldığına göre ictihadî konulara ait çözümlemelerde doğrunun birden fazla olduğunu kabul etmemiz gerekir. * Müctehidin hata yapabileceğini ispata yönelik bir cedel örneği: "Bütün müctehidler musîbtir." diyen Musavvibe'ye şöyle sorulsa: “Ben ictihad ettim ve ictihadım ‘Müctehidler hata da eder doğruyu da bulabilir.’ neticesine ulaştı. Ben bu ictihadda musîb miyim yoksa muhtî mi?” Bu sorunun muhatabı cevap olarak eğer “Sen hatalısın!” derse ictihadın bir kısmının yanlış olabileceğini itiraf etmiş ve "Bütün müctehidler musîbtir." şeklindeki sözün yanlışlığını anlamış olur. Eğer “Sen ictihadında doğrusun.” derse müctehidin hata da 831 Râzî, el-Mahsûl, II/504-505; Ermevî, et-Tahsîl, II/291. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/391; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/383. Ayrıca bkz. İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279. 833 Teftâzânî, Şerhu'l-‘Akâid, s.80. 832 162 edebileceğini doğrulamış ve "Bazı müctehidler yanılabilir." önermesini zorunlu olarak kabullenmiş olur.834 Musavvibe bu sonuca; "Tasvîbu'l-müctehidîn (her müctehidin musîb olduğu) iddiası ictihadî meseleler hakkında vaki olan bir tartışma konusudur. Tartışmanın kendisi ise ictihadî olmayan, akılla doğruluğu bilinen ve musîbin tek olduğu kat‘iyyât alanına girmektedir. Dolayısıyla tartışmamızda musîb tektir ve doğru olanı da Musavvibe'dir"835 şeklinde cevap vermiştir. * Muhattıe furû‘ konularını usûle kıyas ederek şöyle demektedir; fıkhî konularda müctehidlerin musîb olduğunu kabul edersek, itikadî konularda da musîb olduklarını kabullenmemiz lazım gelir. Bu da "Usûlde musîb tektir, diğerleri muhtîdir." şeklindeki İslam âlimleri arasında genel kabul görmüş kurala aykıdır. Musavvibe bu kıyasa karşı çıkarak furû konuların usûle kıyas edilemeyeceğini, çünkü usûlde iki zıt itikadın birisi ilim, diğeri cehil olduğunu söylemiştir. Furûda bir şeyin iki ayrı şahsa iki ayrı vakitte veya aynı vakitte iki ayrı şartta farklı hükümlere sahip olması caizdir. Her müctehid, en kuvvetli olduğuna inandığı emârenin hükmünce amel etmekle yükümlüdür ve ulaştıkları hükümler birbirine zıt olsa da, hepsi kendi ictihadınca amel ederek isabet etmiştir.836 * Muhattıe, tasvîb görüşünün Allah'ın hükmünün kesintiye uğradığı bir zaman diliminin varlığını kabullenmeye zorunlu kılacağını düşünmektedir. Eğer Musavvibe'nin iddia ettiği gibi hüküm müctehidin ictihadına tâbi olarak "Allah'ın bir konuda verdiği hükmü müctehidin o konuda ictihadı sonucunda ulaştığı hükümdür." dersek müctehidin bulunmadığı, diğer bir ifadeyle inkıta ettiği (kesintiye uğradığı) bir zaman diliminde Allah'ın hükmünün de inkıta edeceği inancını doğurur. Allah'ın hükmünde inkıta olmayacağına ve Allah'ın "hüküm verici" manası taşıyan isim ve sıfatları ebedî olduğuna göre Ondan sadır olan hükümlerin de müctehidin varlığına tâbi olması imkânsız ve gayr-i makuldür.837 834 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.703; Ebu'l-Mu‘în en-Nesefî, Tebsıratü'l-edille, s.35; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/401. 835 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.41-42; Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4085-4086. 836 Basrî, el-Mu‘temed, II/375. 837 Şevkânî, Fethu'l-Kadîr, III/598. 163 * Muhattıe'nin bir başka aklî deliline göre müctehidlerin ictihad kararlarını değiştirebilmesi hukukî her yorumun doğru olmadığını göstermektedir. Müctehidin ictihadını değiştirmesinin caiz olması, hatta böyle bir durumda ilk görüşünden vazgeçmesinin vacib olması, ictihadî görüşlerde yanılgıya düşülebileceğinin açık bir kanıtıdır.838 Mahkeme kararlarının, bu kararların hukukî denetimini yapan bir üst mahkemeye temyiz edilebilme hakkı da yargıçların hatalı yargı kararlarını839 düzeltmeye yönelik önlemlerdir.840 * Bir müctehide ait aynı konuda ve aynı zamanda birbirine zıt iki görüşünün olmaması ictihadda "birden fazla doğru" tezini çürütmektedir. Bir müctehidin aynı konuda ve aynı zamanda birbirine zıt iki görüşünün olmaması konusunda İslam âlimlerinin tamamı görüş birliği içindedir.841 Bir müctehidin bir meselede iki ayrı görüşü naklediliyor ve bu iki görüşün biri diğerinden zaman açısından önce ise o meselenin hükmü olarak sonraki görüşü esas alınır. Yani bir müctehidin aynı meselede kadîm (eski) ve cedîd (yeni) olarak iki görüşü varsa cedîd olan tercih edilir, fetva da buna göre verilir. Bu iki kavlin tarihleri bilinmiyorsa onun mezheb usûlü ve kurallarında en benzer olan ve şer‘î delile en yakın olan görüşü tercih edilir. Sonuç olarak aynı konuda bir müctehidin iki zıt kavli bulunmadığına göre aynı meselede birden fazla doğrunun olması da imkânsızdır.842 * Aynı şekilde birbirine zıt hükümler arasından en ihtiyatlı843 olanı tercih etme prensibi birden fazla doğru düşüncesine aykırıdır. 838 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1065; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/383; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/466; İbnu'lHümâm, et-Tahrîr, III/391. 839 Yargıtay, hukukun veya taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanması, dava şartlarına aykırılık bulunması, taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin yasal bir sebep olmadan kabul edilmemesi, karara etki eden yargılama hatası veya eksiklikleri bulunması durumunda, temyiz olunanan kararı kısmen veya tamamen bozabilir. Baki Kuru v.dğr., Medenî Usul Hukuku, s.686. 840 Bu delil özel bir müzâkere esnasında Ahmet Yaman tarafından dile getirilmiştir. 841 İbnu'l-Lahhâm, el-Muhtasar, s.237; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.439. 842 İbnu's-Salâh, Edebu'l-müftî ve'l-müsteftî, s.128; İbnu'l-Lahhâm, a.e., s.238; İbnu'n-Neccâr, Şerhu'lKevkebi'l-münîr, IV/492-499. Örneğin İmam Şâfiî'den birbirine zıt bir çok görüş nakledilmektedir ve on altı-on yedi görüşü hariç hepsinde tercih yöntemiyle aralarından birisi seçilmektedir. İbnu'n-Neccâr, a.e., IV/493. Nevevî, İmam Şâfiî'nin birbiriyle çelişen görüşleri hakkında şunları söylemektedir: "Şâfiî'nin, kadîm ve cedîd olarak iki kavlinin bulunduğu her konuda cedîd olan sahîhtir, amel de ona göredir. Çünkü kadîm olan görüş kendisinden dönülmüş olan görüştür." Nevevî, el-Mecmû‘, I/66. 843 İhtiyat iki kısım altında incelenmektedir: a) Mendub İhtiyat: Verâ gereği uygulanan ve ulemanın görüşleri arasındaki ihtilaftan kurtulmayı hedefleyen ihtiyat türüdür. b) Vâcib İhtiyat: Bir fiil harama götürebilecek bir vasıta özelliği taşıyorsa bu durumdaki ihtiyat vacib hükmünü alır. Eğer maslahat vücub ile nedb arasında dolaşıyorsa vücuba, mefsedet de haram ile kerahet arasında dolaşıyorsa harama ihtiyaten hamledilir. İzz b. Abdisselâm, Kavâ‘idu'l-ahkâm, II/199-200. Ahvat (ihtiyatlı) olan görüşü tercih etmekle üç şey hedeflenmektedir: 1) İhtilaftan (hilaftan) kurtuluş, 2) Aralarında tereddüt edilen farklı görüş ve hadislerden en 164 Bütün müctehidlerin musîb olması "şer‘î hükümlerde ihtiyata en yakın olan (ahvat) görüş tercih edilir." kuralıyla bağdaşmamaktadır.844 İctihadî görüşlerin hepsinin doğru olduğu kabul edilirse ihtiyat açısından aralarında bir tercih durumu söz konusu olmayıp, mürââtü'l-hilâf845 duyarlılığının da anlamı kalmayacaktır. * Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bazı ictihadlarında yanılması ve ilahî emirle uyarılması ictihadda yanılgıya düşülebileceğini savunanlarca bir delil olarak değerlendirilmektedir. Allah Teâlâ, elçisini ictihad yoluyla verdiği hükümlerin bazılarında ikaz etmiş, yanlışlığını belirtmiştir. Örneğin "Allah seni affetsin, neden onlara izin verdin!"846 ayetinde olduğu gibi "affetmek" ancak bir yanılgının peşinden gelir. "Hainlere destekçi olma!"847 âyetindeki ve Bedir savaşı esirleri848 konusundaki durum da böyledir. Nebî (s.a.s.) bütün bu olaylardaki ictihadı hata ile tavsif edilebilir.849 Musavvibe'ye göre mezkûr âyet ve olaylardaki hata "eşbeh" olan hükümde yanılmadır. "Allah seni affetsin!" cümlesindeki "afv" kelimesi "Allah sizi bağışladı ve size 850 kolaylaştırdı" âyetinde olduğu gibi sözlükte "kolaylaştırma, genişletme" anlamlarına gelir.851 * Muhattıe ekolünün en önemli ve en fazla üzerinde durduğu delil, bütün ictihadların doğru olduğu düşüncesinin hükümler arasında çelişkiye yol açacağı gerçeğidir. Bütün müctehidlerin musîb olduğu kabul edilirse hükümler arasında tezad ve teâruz ortaya çıkar. Aynı şey Allah'ın ilminde hem harâm hem helâl, hem bâtıl hem sahîh olur?!852 Hanbelî usulcü Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ'ya (v.458/1065) göre bir şey hakkında iki zıt kesinini tercih ve muhtemel olan görüşü terk etmek, 3) Şüpheliden sakınma. Abdurabbinnebiyy el-Âlim, Ka’idetü’l-ihtiyât fi’ş-şerî’ati’l-İslâmiyye, s.238. 844 "İhtilaftan kaçınmak için bunu tercih etmek gerekir" tarzındaki ifadeler ihtiyât kuralından kaynağını almaktadır. Fıkıh kitaplarında pek çok rastladığımız bu ve benzeri cümlelerin örnekleri için bkz. Nevevî, elMecmû‘, I/417, 465, IV/13, 262; a.mlf., er-Ravda, I/74 , II/391, III/54; İbn Kudâme, el-Muğnî, III/93; Meydânî, el-Lübâb, I/9; Şirbînî, Muğni'l-muhtâc, I/150, 155, 310, 329, 401, 413; Behûtî, Keşşâfu'l-kınâ‘, II/88, III/10, V/387, VI/206. 845 Mürâ‘âtü'l-hilâf: Sözlükte "görüş ayrılığını/farklı görüşleri dikkate almak" anlamına gelip meşru bir gerekçeye dayanarak karşı görüşün deliline göre amel etme anlamında fıkıh usûlü terimidir. Bkz. Muharrem Kılıç, "Mürâât-ı hilâf", DİA, XXXII/37. 846 Tevbe 9/43. 847 Nisa 4/105. 848 Bkz. Müslim, "Cihâd", 18; Tirmizî, "Tefsîr", 10; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I/30. 849 Cessâs, el-Fusûl, IV/330. 850 Bakara 2/178. 851 Cessâs, el-Fusûl, IV/330. 852 Cessâs, a.e., IV/359; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1056; Sem‘ânî, Kavâtıu'l-edille, II/316,323; Gazzâlî, elMustasfâ, II/367; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/326-327; Âmidî, el-İhkâm, II/417; Zencânî, Tahrîcu'l-furû‘ ale'lusûl, s.79; Sübkî, el-İbhâc, III/260-261; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/391. 165 ictihadî görüş varsa üç ihtimal söz konusudur: Bu görüşlerden her ikisi doğru, her ikisi yanlış veya birisi doğru diğeri yanlış olacaktır. Her ikisinin doğru olması ümmetin hata üzere birleştiğini iddia etmektir. Zira bunu şimdiye kadar hiç kimse söylememiştir. Her ikisinin de doğru olması bir şeyin aynı anda harâm-helâl, vâcib-gayri vâcib, sahîh-bâtıl olmasını gerektirir; bu da imkânsızdır. Geriye son şık kalıyor ki o da birisinin doğru diğerinin yanlış olduğudur.853 İki müctehidden birisinin bir fiil hakkında ictihad ederek zann-ı gâlibiyle helallik hükmüne ulaşırken diğerinin ictihadı sonucu haramlık hükmüne ulaştığı farz edilse her ikisinin de doğru olduğunu kabul edersek aynı fiil, aynı şahıs ve aynı hal hakkında helallik ve haramlık nitelikleri birleşmiş olur.854 Sonuç olarak Allah katında mütebayin iki hükümden birisi diğerine üstündür ve ikisinin de hak/doğru olması imkânsızdır.855 Ayrıca makâsıd-ı şerî‘a (gâî yorum) açısından bakıldığında iki zıt delilin Şârî katında aynı anda kastedilmiş olması da teklîf-i mâlâyutâktır.856 Bir şeyin aynı zamanda sahîh-fâsid, helâl-harâm-vâcib olması gibi iki zıddın bir arada olması tezi furû‘da kabul edildiği takdirde hukuk emniyeti bakımından bir takım çıkmazlara yol açar. İslam hukukçuları böyle bir duruma düşmemek için, bir mesele hakkında haram-helal veya olumlu-olumsuz olma hususunda iki nas çatışırsa, doğrunun tek olduğu esasından hareketle, ikisiyle birlikte amel etme yönüne gitmeyerek tercîh, nesh ve cem‘ kurallarını işletmişlerdir.857 Muhattıe usulcüler yukarıdaki tezad (çelişik iki fetva) deliliyle yakından ilgili bazı hukukî problemler de kurgulamışlardır: Karısına "Sen bana haramsın!"858 diyen adam iki farklı müctehide hükmünü sorsa, ikisi de bu soruya farklı cevaplar verse, ya da karısı Hanefî olan Şafiî bir adamın, karısını öfke halinde boşaması durumu, ikisininde müctehid olma hali tasavvur edilirse859 her ikisinin de doğru olduğunu kabul edersek birbirine zıt hükümlerin aynı anda aynı kişide içtiması lazım gelir. Aynı durum öfkeyle karısını boşayan adam860 ve velîsiz evlenen 853 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/424. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.698. 855 Seyyid Bey, Medhal, s.227. 856 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/35; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/121-123. 857 Abdulazîz el-Buhârî, a.e., IV/42; Şâtıbî, a.e., IV/64. Şâtıbî'ye göre neshin varlığı kendi başına doğrunun birliğine delildir. Şâtıbî, a.y. 858 Hanefî Mezhebinde bir adam bu ifadeyi karısına karşı kullandığı esnada talâka niyet ediyorsa bâin talâk vaki olur, Şafii Mezhebinde ise talâka niyet etmişse talâk lafızlarından birisi olarak değerlendirilir ve ricî talâk vaki olur. bkz. Mevsılî, el-İhtiyâr, III/133; Şirbînî, Muğni'l-muhtâc, III/352. 859 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.36. Benzer örnekler için bkz. Râzî, el-Mahsûl, II/522. 860 Hanefîlere göre boşamada kasıt şart değildir. Muhtî ve mükreh olan kişi konuşmaya niyet eder de konuşma esnasında talak kelimelerini telaffuz ederse boşama vaki olur. Cumhura göre ise vaki olmaz. Öfke durumu da bu tartışmanın sahasına girmektedir. Cumhura göre şuuru kapanacak ve ne dediğini bilmez duruma gelecek kadar 854 166 kadın861 için de geçerlidir.862 Yine velîsiz olarak Hanefî mezhebine mensup biriyle evlenen kızın velîsi, velîsi olduğu bu kızı Şafiî mezhebinden başka bir adamla ikinci sefer evlendirse, bu kocalardan ikisinin de müctehid olduğu farzedilirse iki akdin aynı anda sahîh olması imkânsız olduğuna göre "tasvîbu'l-müctehidîn (bütün müctehidlerin musîb olduğu)" tezini kabul edersek problem nasıl halledilir?!863 Ayrıntısı bu şekilde olan "tasvîb" düşüncesinin şer‘î hükümler arasında çelişkiye yol açacağı deliline karşı Musavvibe bazı yanıtlar geliştirmiştir: Gazzâlî'ye (v.505/1111) göre bu delili öne süren kişi olsa olsa fıkıh usûlünü bilmeyen, hükmün ne olduğundan habersiz, haramlık ve helâllik özelliklerini eşyanın zatî sıfatı zanneden safdil bir fakih olabilir.864 Zira A şahsına haram olan bir şey B şahsına helâl olabilir. Örneğin meyte (leş, murdar hayvan eti) zaruret içindeki kişi için helâl, böyle olmayan kişi için helâl değildir; evli kadın kocası için helâl, yabancı bir adam için haramdır; namaz, aybaşı halindeki kadın için haram, temizlik halinde olan kadın için ise vâcibtir.865 Bütün bu örneklerde olduğu gibi bütün müctehidlerin musîb olduğu tezinden hareketle kişi farklı fetva veren iki müftünün fetvasından birisini seçmekte hürdür.866 Şer‘î hükümler arasında tenakuz, mahallin aynı olduğu durumlar için geçerlidir; örneğin iki mukallid/âmmî kişi farklı görüşlerle amel ettiğinde bu kişilere göre mahal değişmiş olur. Herbirisi ayrı görüşle amel eder ve haklarındaki hüküm de amel ettikleri hükümlerdir.867 Şer‘î hükümler, varlıkların aslî özelliği olmayıp, izafî olarak farklı şahıs ve durumlara göre değişebilen olgulardır.868 Öte yandan Allah'ın bir konudaki ilmi bizim o şey hakkındaki öfkelenen kişinin boşaması geçerli değildir. Cumhurun bu konudaki delili "İğlâk halinde talâk ve ıtâk (köle azad etme) yoktur"ٍَق8ِu اbِ0 ق َ ََ' َق َو َ َ8َ9 َ hadisidir. Bkz. Abdulkerîm Zeydân, Ahkâmu'l-mer'e, VII/384-387. 861 Ebu Hanîfe ve Ebu Yûsuf'a göre âkıl-bâliğ olmuş hür bir kadın velisinin iznine ihtiyaç duymadan kendisini evlendirebilir. Kefâet şartı ve mehri misilden az mehir vermeme şartları yerine geldiği müddetçe velisi bu evliliğe itirazda bulunamaz. Cumhur ise nikâh akdinin velisiz münakid olmayacağı kanaatindedir. Kadın kendisini evlendiremez, evlendirmesi için de başkasına vekâlet veremez. Bkz. Zeydân, a.e., VI/430 vd.; Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, VII/194. 862 Cessâs, el-Fusûl, IV/340; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.37; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/368; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/385. 863 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.36; Zaydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât , s.102. 864 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/367. 865 Gazzâlî, a.e., II/367-368. Ayrıca bkz. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/373. Cessâs bu örnekleri daha da çoğaltmaktadır: Ric‘î talakla karısını boşamış bir kişi, karısını beynûnetle boşayabilir yada ric‘atle karısına tekrar dönebilir, komşusunun akarı satılmış bir adam şufa ile ona sahip olabilir ya da terk edebilir, muhayyer olduğu bir malda muhayyerlik müddeti içinde akdi bozabilir ya da kabullenebilir. Fakat muhayyerlik bittikten sonra seçim hakkı düşer, yolcu olan kişi namazı iki rekât kılabilir ya da mukîm kişiye uyarak dört kılabilir. Cessâs, el-Fusûl, IV/346. 866 Cessâs, a.e., IV/347. 867 Teftâzânî, et-Telvîh, II/120. 868 Gazzâlî, a.e., II/368; İbnu'l-‘Arabî, el-Mahsûl fî usûli'l-fıkh, s.153. 167 bilgimizden ibarettir. Helâllik ve haramlık mükelleflerle ilgilidir, zatlarla ilgili değildir. Allah'ın bildiği şey de bizim hakkımızdaki hükmün kendisidir.869 Bu yaklaşımı tartışan Muhattıe'ye göre ise Gazzâlî'nin ahkâmın çelişmesine dair yaptığı açıklamada göz ardı ettiği bir husus vardır ki, o da şudur: Gazzâlî tarafından zikredilen bu ihtimaller (aynı kadın kocasına helal, ecnebi erkeğe haram, domuz eti muzdar kişiye helal böyle olmayana haram, namaz adetli kadın için haram temizlik halindeki kadın için farz vs.) mükellefin iki farklı halidir; kişi aynı olabilir fakat haller farklı olduğunda hükümler de değişir. Şârî şefkati gereği iki halin hükmünü ayırmış ve ayrı hükümler vazetmiştir. Ayrıca bunlar hakkında farklı naslar indirilerek hükümleri bizzat Şârî tarafından karara bağlanmıştır.870 Çelişik fetva-kaza kararları karşısında mükellefin nasıl tavır sergileyeceği sorunu Muhattıe aleyhinde de delil olarak kullanılmış ve onlardan çözümü beklenmiştir.871 Buna ilişkin olarak fukahâ arasında, "Farklı bir mezhebe göre hüküm veren mahkemenin yargısının –örneğin Şâfiî bir kişinin şuf‘a hakkı872 ya da nikahın sıhhat şartları konusunda Hanefî bir mahkemeye başvurması halinde- hâkimin vereceği karar bâtınî/uhrevî olarak da hükme tesir eder mi?" konusunda görüş ayrılığı vardır.873 Doğrunun tekliği/çokluğu tartışmasıyla beraber işlenen bu konu esasen İslam hukukunda uhrevi sorumluluk bakımından yargı kararlarının geçerliliği ile yakından ilgilidir. Burada uhrevî sorumluluk ile yargı kararlarının gereğini yerine getirme yükümlülüğü altında bulunan kişinin/tarafın aynı zamanda dini değerlendirmeye bağlı sorumluluktan da kurtulup kurtulamayacağı kastedilmektedir.874 İslam hukukçularının çoğunluğu 'Hâkimin hükmü bir şeyin gerçekte var olan (Bâtınî) niteliğini ortadan kaldıramaz.' görüşüne sahiptir.875 Ebu Hanîfe'ye göre ise mutlak mülkiyet davaları dışında kalan hukuki çekişmeleri sona erdirmeye yönelik yargı kararları ihdasi niteliktedir.876 Daha açık bir ifadeyle, belirtilen alanlarda yargı kararları ilahî irade adına hukukun kurucu kaynağı konumundadır. Mutlak mülkiyet (el-emvâlu'l-mürsele/el-emvâlu'l-mutlaka) davaları tabiri ile mülkiyetin iktisap biçimine ilişkin herhangi bir sebep göstermeksizin 869 Cessâs, el-Fusûl, IV/359; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.35. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/374. 871 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/368. 872 Hanefîler dışındaki cumhûr ulemaya göre akarın irtifak hakları ve bitişik komşulukta şufa (önalım) hakkı cereyan etmez. 873 Gazzâlî, a.e., II/370. 874 Talib Türcan, "İslam Hukukunda Uhrevi Sorumluluk Bakımından Yargı Kararlarının Geçerliliği Sorunu", İHAD, 5/163. 875 İbn Kudâme, el-Muğnî, XI/408; Behûtî, Keşşâfu'l-kınâ‘, VI/358. 876 Kâsânî, Bedâi‘u's-sanâi‘, IX/135; Merğinânî, el-Hidâye, II/107; İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, VII/307; Türcan, a.e., s.166. d اK4 ر4 b; ' أqاp آ9< اb0 0 =ی$>; $ اهb0 R- اK; Ro! Gو آ ﺵ 870 168 ileri sürülen mülkiyet davaları kastedilmektedir.877 Ebu Hanîfe ve diğer hukukçular arasındaki bahse konu tartışma Hanefî hukuk literatüründe "Ebu Hanîfe'ye göre akde ve feshe konu meselelerde hâkimin verdiği hükmün zâhiren ve bâtınen geçerliliği" biçiminde anılmaktadır. Zâhiren geçerlilik, yargı kararının toplumsal düzenin bir gereği olarak pozitif düzeyde biçimsel hukuki bağlayıcılığı, bâtınen geçerlilik ise bu yargı kararının uhrevî sorumluluğu kaldırıcı nitelikte olması anlamına gelmektedir.878 İki farklı fetva/mezhep görüşünün birbiriyle tenâkuzu halinde ise ne yapılması gerekteğine ilişkin soruyu cevaplandırırken Sübkî (v.771/1369), öncelikle bu tür hukuki problemlerde de Allah'a ait bir hükmün bulunduğunu yinelemekle işe başlar. Sübkî ve diğer usulcüler tarafından yapılan bütün çözüm şekilleri de Allah'ın bu hükmünü tespite yönelik çabalardır. Örneğin evlilikle ilgili yukarıda zikredilen sorunun çözümü fukahâ tarafından iki şekilde yapılmıştır: a. Olay hâkime intikal edene kadar meselenin hükmü tevakkuftur, b. İlk kocasının nikahı geçerlidir, hüküm ona bağlıdır.879 Râzî (v.606/1209), bu durumlarda nizayı ortadan kaldırmak için şöyle bir yöntem takip edilmesi gerektiğini söylemektedir: "Hukukî olay ya müctehid ya da mukallidin başına gelir. Müctehidin başına gelen olay sadece kendisini ilgilendiriyorsa ictihadıyla ulaştığı hükme göre amel eder. Hükme götüren deliller arasında tercih yapamaz ise aralarında birini seçer ya da rüchaniyet (hangisinin üstün olduğu) ortaya çıkana kadar ictihad eylemini sürdürür. Müctehidin başına gelen olay başkasını da ilgilendiren bir konu ise ve sulh imkânının bulunduğu malî davalar gibi bir olay ise belli bir meblağ üzerinde aralarında anlaşırlar. Aksi halde bir hâkime başvururlar. Bulundukları mevkide başvuracak bir hâkim/mahkeme bulunmuyorsa aralarında hüküm verecek dışardan birisini hakem olarak tayin ederler. Hakem hüküm verdikten sonra da artık bundan dönüş yoktur. Örneklerde verilen olaylar gibi sulh olma şansının bulunmadığı hukukî problemlere gelince, bu tür problemlerle ilgili şahıslar ister müctehid/hâkim olsun ister olmasın aralarında karar verecek bir kişiye müracaat eder. Zira hâkim kendi lehinde başkasının aleyhinde hükümde bulunamaz; aralarında problemi çözecek üçüncü bir kişiyi tayin ederler. Hukukî olayla ilgili olan şahıs mukallid ve bu olay sadece kendisini ilgilendiriyor ise âlimler üzerinde görüş birliği ettiği fetvaya göre haraket eder. Âlimler bu konuda ihtilafa düşerlerse bu âlimlerin içinde en âlim ve en takvalı 877 Bâbertî, el-‘İnâye, III/255; Mevsılî, el-İhtiyâr, II/88-89; Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s.121. 878 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, IV/462-463; Türcan, a.e., s.167. 879 Sübkî, el-İbhâc, III/264-265. 169 olanının verdiği fetvaya tabi olur. Bu âlimler ilim ve takvada eşitlerse aralarından birisini seçer. Mukallidi ilgilendiren bu olay başkasını da ilgilendiriyorsa bu konuda müctehid hakkında açıklanan bilgiye göre haraket eder."880 * İctihad öncesi şer‘î hükümlerin varlığına delalet eden diğer bir aklî gerekçe ise medlûlün daima delilden önce gelmesi gerektiğidir. Müctehid, bir şey vasıtasıyla başka bir şeye ulaşmak için istidlal (akıl yürütme/tümdengelim) yöntemini izlemektedir. Mantıken istidlâlin delilden önce, delilin de medlûlden önce olması gerekmektedir. Çünkü önce bir medlulun olması gerekir ki delil ona delalet etsin! Müctehidin gerçekleştirdiği zihinsel bu faaliyette ulaşmayı hedeflediği hüküm medlûl, ictihad ise istidlaldir. İctihaddan önce bir hükmün olmadığını, hükmün ancak ictihad sonrasında oluştuğunu savunmak sonra olanı (müteahhir), önce olanın (mütekaddim) önüne geçirmek anlamına gelir.881 Karâfî (v.684/1285) bu delili zayıf görmektedir. Ona göre istidlal bir şeyi aramak için yapılır ve arama eylemi madum (mevcut olmayan şey) ile ilgilidir. Eğer delil zihinde mevcut olsaydı onu aramak tahsîlu'l-hâsıl (zaten var olan bir şeyi ortaya çıkarmak) gibi anlamsız olurdu.882 * Muhattıe'nin en sık başvurduğu delillerden birisi de münâzara ve cedel bilimlerinin varlığıdır. Müctehidlerin hepsinin musîb olduğunu düşünürsek cedel, münâzara883 ve hilâf ilminin bir faydası kalmaz, bu alanda yazılan eserler ve verilen emekler manasız bir uğraşı haline gelirdi884 ve müctehidler arasında bilgi mertebeleri bulunmazdı. Nitekim bilgi mertebeleri Allah'ın hükmüne isabetteki çokluğun oranıyla ölçülür.885 Bu açıdan tasvîbu'lmüctehidîn görüşü icmâya aykırıdır. Şevkânî'ye (v.1250/1834) göre ictihadda hata 880 Râzî, el-Mahsûl, II/522-523. Böyle bir problemin çözümü için ayrıca bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/368, 369, 370; Âmidî, el-İhkâm, II/420; Ermevî, et-Tahsîl, II/297; Sübkî, el-İbhâc, III/264-265; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/401-402; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/550-552; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/395-396; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/386. 881 Râzî, el-Me‘âlim fî ilmi usûli'l-fıkh, s.144; Ermevî, et-Tahsîl, II/292; Sübkî, el-İbhâc, III/260-261; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/400. 882 Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4070. 883 "Münâzara", "cedel", "cidâl", "mücâdele" terimleri usulcüler ve fakihler arasında bazen aynı anlamda kullanılmaktadır. Cüveynî, el-Kâfiye fi'l-cedel, s.19. Ancak "münâzara" ile "cedel" arasında; münâzara doğruyu ortaya çıkarmak için yapılan hakkaniyet ve insaf prensibine dayanan tartışmadır, cedel ise sadece hasmı ikna ve mağlup etme amacıyla yapılan tartışmadır şeklinde bir farka temas edilmiştir. 884 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.627; Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/427; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/325; Âmidî, elİhkâm, II/418; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.279; Sübkî, el-İbhâc, III/262; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/394. 885 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/371. 170 bulunabileceği gerçeğinden, âlimlerin birbirine yaptıkları itirazlar ve muhalifini hatalı gördüğüne dair beyanatla baştanbaşa dolu olan İslamî kitapların muhtevasından haberdar olmayan bir kişi ancak şüphe edebilir.886 Münâzara tekniklerine göre herkes hasmını kendi görüşüne çekmeye çalışır.887 Bütün ictihadî çözümlemelerin doğru olduğuna inanmakla beraber bu çözümlemeler üzerinde muhaliflerle münâzaraya girişmek yolcuyla mukîm kimsenin namaz rekâtleri hakkında öğle namazının farzı dört rekat mı, iki rekat mı şeklinde aralarında tartışmalarına benzer ki bu abes ve faydasız bir çabadır.888 Cessâs (v.370/980) yukarıdaki soruyu cevaplandırmaya hiçbir müctehid diğerini tahtıe edememesi görüşünü yinelemekle başlar. Nasıl ki mukîm olan kişi yolcuyu, tâhir olan hayızlı kadını tahtıe edemediği gibi.. Müctehid de kendi görüşü için "en doğru" diyebilir, fakat muhalifi için bunu söyleyemez. Bunun yerine "Muhalifime göre en doğru, onun ictihadı sonucu ulaştığı hükümdür." demesi gerekir. Kaldı ki müctehidin karşı taraftaki müctehidi kendi kavline çağırması da caiz değildir. Caiz olan şey ancak, müctehidin kendi gösterdiği çaba ve araştırmayı onun da yapması için araştırmada titizlik göstermeye davet etmesidir.889 "Sen bana haram ol! sözüyle boşama vaki olur mu, olmaz mı?" sorusu üzerinden konuşmak gerekirse bütün müctehidler için Allah'ın hükmü ictihadının sonucu olan hükümdür ve kimin zannına böyle bir söze muhatap olan kadının boş olması galib olursa, onun için hüküm boş olmasıdır. Buna benzer ihtilaflı konularda Allah'ın hükmü hakkında tayin edici bir açıklama yapılamaz.890 Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'ye (v.436/1044) göre de münâzaradan amaç müctehidin aklına gelmeyen "en kuvvetli emâre"yi beraberce ortaya çıkarmaktır. Bazı tartışmacılar ise kendi fikrinin daha kuvvetli olduğuna karşısındaki kişiyi ikna etmek için münâzara eder.891 Görüldüğü üzere Musavvibe münâzara faaliyetinin icrasıyla güdülen hedefi hasmın görüşünü terk edip kendi tarafına ve mezhebine çekmek olarak görmemektedir. Sahâbî ve tabiîn de münâzarayı karşıt görüşlü kişileri kendi görüşüne yöneltmek için yapmamışlardır. Münâzara ancak karşılıklı fikir alışverişi (tezâkür) ve daha dikkatli inceleme yapmak (tedebbür) için bir teşvik unsurudur. Diğer bir deyişle konunun etraflı bir şekilde karşılıklı olarak değerlendirilmesine yöneliktir.892 Ayrıca münâzara, tartışılan konuda kat‘î bir 886 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.438. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.703. 888 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.409; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/369. 889 Cessâs, el-Fusûl, IV/352-353. 890 Cessâs, a.e., IV/357. 891 Basrî, el-Mu‘temed, II/384. 892 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.42-43. 887 171 delilin bulunduğunu hasma hatırlatmak, ictihad yöntemlerini geliştirmek, zihinsel gelişim ve dinleyiciyi hükmün kaynakları konusunda bilgilendirmek amaçlarına matufen yapılır.893 "İctihadda yanılma olmasaydı müctehidlerin arasında bilgi derecesi olmazdı" şeklindeki iddiaya gelince; âlimlerin bilgi derecesi ictihadlardaki derecelere bağlı olarak değişir. Kimi ictihadlar müctehidde aranması istenen "eşbeh" hükme götürür, kimisi götürmez. Diğer taraftan ilim denilen şey ictihaddan ibaret değildir. Bazı âlimler diğerlerine göre usûlü, nas ve icmâ mahallerini, istidlal yöntemlerini, eşbâh ve nezâir kurallarını, tevil yönlerini, lafızların anlamlarını daha iyi biliyor olabilir. Bu tür bilgilerdeki mertebeler âlimlerin de mertebelerini gösteren hususlardır.894 Gazzâlî'ye göre cedel ve münâzara yapılış amacına bağlı olarak sekize ayrılmaktadır. Bunların ikisi vacib altısı müstehabtır. Vâcib olan münâzara çeşitleri; 1. Bir mesele hakkında kat‘î nas ya da kesin bir aklî delilin bulunma ihtimaline karşı veyahut illeti tespit etmek için karşısındaki fakihin zihnini uyarma amacıyla yapılan münâzara, 2. Delillerin teâruzu halinde tercih yolları tıkandığı zaman bu konuda bilgi sahibi birisinden yardım istenmesi halinde yapılan münâzara vâcibtir.895 Müstehab olan münâzara ise şu durumlarda yapılmalıdır: 1. Hasmının savunduğu görüşte sırf inat olsun diye muhalefet ettiğine kanaat getirildiği bir durumda, ondan suizan günahını gidermek ve kendi kanaatinin ictihad kaynaklı olduğunu açıklamak için münâzara yapılır. 2. Kendisine hata isnad edilen kişi, hata isnadında bulunan kişilerin bunu bilmeden yaptıklarının farkında olarak onların bu bilgisizliğini gidermek suretiyle onlardan töhmet günahını izale etmek için münâzara yapar. 3. Kendi ictihad metoduna hasmın dikkatini çekmek, hasmını daha tutarlı olan kendi metoduna döndürmek ve hasmının metodununun yanlış olduğunu ona bildirmek için münâzara yapılabilir. 4. Münâzaracı, kendi mezhebinin daha meşakkatli olduğuna, buna bağlı olarak da, kendi mezhebinin daha üstün ve sevaplı olduğuna kanaat getirip, hasmı iyi olandan daha iyi olana, hak olandan daha hak olana çekmeye çalışır. 893 Âmidî, el-İhkâm, II/419-420. Cessâs, el-Fusûl, IV/354. 895 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/371. Ayrıca bkz. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.704. 894 172 5. Münâzara, dinleyicilerin ictihad yolları hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlar, ictihada adım atmalarını kolaylaştırır. Dolayısıyla münazara, bir bakıma taatler hususunda yardımlaşma anlamına gelmektedir. 6 Münâzara, münâzara yapan taraflara, delil hususunda inceleme/araştırma yollarının daha kolay kullanılabilir hale gelmesini sağlar. Böylece taraflar, zannî konularda daha yukarıdaki, yani doğrunun tek olduğu usul konularına yükselir. Bu suretle, eğer beldede bu farz-ı aynı yerine getirecek kimse yoksa ya da usul konularında şüphe vaki olmuşsa farz-ı ayn olan inceleme/araştırma yapılmış olur.896 Gazzâlî'nin yukarıda saydığı cedel, münâzara ve ilm-i hilâf'ın amaçlarına ilişkin söylediği maddeler Muhattıe tarafından bu bilim dallarını "bir düşünce egzersizi olmaktan ileriye götürmez" tenkidine maruz kalmıştır. Cedel, münâzara ve ilm-i hilâf, eğer sadece kendisinin delil/emâresinin muhalifinin delil/emâresinden daha kuvvetli olduğunu göstermek için yapılırsa bu ilmin faydası, tartışmış olmak için tartışmaktan öteye gitmez ve pratik bir değeri kalmaz.897 Münâzaradan yegâne amaç hasmı bir doğrudan diğer doğruya yöneltmek ise neticede hepsi doğru olduğuna göre böyle bir çaba abesle iştigal anlamına gelmektedir.898 Cedel ve münâzara için "İki kişi arasındaki görüş alışverişidir ki, bu kişilerden her birisi kendi görüşünün doğruluğunu, karşısındakinin yanlışlığını ortaya koymaya çalışır."899 şeklindeki tanımdan, Muhattıe'nin cedel ve münâzara bilimlerinin varlığından kaynağını alan ispat şekli hakkında yapılan yukarıdaki eleştirinin haksızlık payı taşıdığı söylenebilir. Nitekim cedel ve münâzara ilminin farklı tanımları900 arasındaki ortak nokta "iki hasmın aralarında sual-cevap tarzı bir fikir alışverişi içinde doğrunun hangisinde olduğunu belirleme, kendi görüşünü müdafaa, karşısındakinin hatasını ispat etmeye çalışmaktır."901 İzmirli İsmail Hakkı (v.1946), ilm-i hilâf'ın özelliklerinden bahsederken "İlm-i hilâf mezheb-i muhtârdan şek ve şüpheyi def ve bilakis mezheb-i muhâlife şek ve şüphe ilkâ eder."902 demekte, "Muhâlifînin herbiri taklid ettiği imamın usûl ve mesâliki 896 Gazzâlî, a.e., II/371-372. Münâzara deliline karşı Bâkıllânî'nin verdiği benzer cevap için ayrıca bkz. Sübkî, el-İbhâc, III/262. 897 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/319. 898 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/326. 899 Bâcî, el-Minhâc fî tertîbi'l-hicâc, s.11. 900 Bu tanımlamalardan bazıları için bkz. Cüveynî, el-Kâfiye fi'l-cedel, s.19-21; Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Udde, I/184; Fellûsî, Medresetü'l-mütekellimîn..., s.364-365. 901 Fellûsî, a.e., s.364. 902 İzmirli İsmail Hakkı, İlm-i Hilâf, s.3. 173 müstakim ve mezhep ve ictihadı sahîh olduğuna isbata koyuldular."903 cümlesiyle bu ilmin icra edilme ve ortaya çıkış sebeplerini özetlemektedir. İctihadda yanılmaya münâzara ve cedel bilimlerinin varlığını gerekçe gösteren Muhattıe "Münâzaranın amacı nassı ortaya çıkarmaktır." şeklindeki itiraza "Nas varsa bunun adı münâzara olmaktan çıkar, çünkü nassa muhalif olan görüş tartışmaya mahal olamaz." şeklinde cevap vermektedir.904 Münâzarada "eşbeh"i aramak da münâzarayı abes bir iş olmaktan kurtarmaz.905 * Muhattıe görüşünü ispat etmeye çalışırken makâsıd yorumunu kullanmayı da ihmal etmemiştir. Kanun koyucunun hukuk düzeninden beklediği hedefler (makâsıd-ı şerîa), hukukî olaylar hakkında ictihad öncesi kanun koyucuya ait muayyen bir hükmün bulunduğunu göstermektedir. Bir hükmün verilmesinin sebebi salt ya da râcih bir maslahatı gerçekleştirmek veya bir mefsedeti ortadan kaldırmaktır. Dînî hükümlerde genel kural iki zıt şeyden her ikisinin aynı anda râcih olmasının imkânsızlığıdır. Dolayısıyla baskın olan maslahat râcih, diğeri mercûhtur; râcih olan ile fetva veren musîb, mercûh ile fetva veren ise muhtîdir. Çünkü Allah'ın hükmü râcih olan maslahattan başkası değildir. İzzeddîn b. Abdisselâm (v.660/1261) mezkûr gerekçelerden dolayı "Tasvîb düşüncesi maslahatları gözetme prensibine aykırıdır." demektedir.906 * Bazı usulcüler tarafından Muhattıe'nin en kuvvetli ve cevabı zor delilinin "Taleb bilâ matlûb muhâldir907 (Aranan bir şey olmadan arama fiilinin varlığı düşünülemez.)." delili908 olduğu öne sürülmüştür. Müctehid ictihad ederken aslında bir arama/taleb fiili gerçekleştirmektedir. İctihad da doğruyu ararken gösterilen kişisel bir muhakeme eylemidir. Aranan şey ise müctehidin ulaşmaya çalıştığı hükümdür. Bu durumda muayyen bir hükmün varlığı olmadan arama eylemi, yani ictihad imkânsız ve anlamsız bir çaba olarak kalmaktadır.909 Arama/taleb 903 İzmirli, a.e., s.9. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/428; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/370-371; Sübkî, el-İbhâc, III/262. 905 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/371. 906 Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4085. 907 Muhâl: Aynı maddede hareket ve sükûnetin aynı anda bulunması gibi dış âlemde varlığı imkânsız olan şey demektir. Cürcânî, et-Ta‘rîfât, s.217. 908 Bazı usulcüler tarafından Muhattıe'nin en kuvvetli ve cevabı en zor delilinin bu olduğu öne sürülmüştür. Bkz. Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.41; Seyyid Bey, Medhal, s.201. 909 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.696; Âmidî, el-İhkâm, II/418; İbn Hâcib, Müntehe'l-vusûl ve'l-emel, s.213; Ermevî, et-Tahsîl, II/292; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/394. 904 174 eyleminde aranan şey arama anında bulunması gerekir. Müctehidin daha sonra meydan gelip gelmeyeceği belli olmayan bir şeyi aramakla yükümlü tutulması mantıklı değildir.910 Musavvibe bu soruya evvela yukarıdaki önermenin tersini yani "Taleb bilâ matlûb mümkündür." önermesini ispat ederek cevap vermeye çalışmakta ve bunun için kıble tayini örneği911 vermektedir: Kıble'nin tayini için emârelerin kapalı kaldığı ve Kıble'yi tayin için bir alâmet bulamayan kişi onu aramaya başlar, bu konuda elinden geleni yapar. Kıble'yi bulma noktasında ictihadla mükelleftir ve ictihadından başka bir şeyle amel etmekle sorumlu tutulamaz. Bu soruya ikinci olarak "Müctehidin aradığı şey zann-ı gâlibinin kendisidir, matlub olan haricî bir hükmün varlığı şart değildir."912 şeklinde cevap verilmiştir. Muhattıe birinci cevaba ve örneğe şöyle bir itirazda bulunur: Musavvibe "Müctehid matlûbu aramakla mükellef, fakat bulmakla mükellef değildir." sözüyle kendisini nakzetmektedir. Demek ki haricî bir matlûbun (aranan unsurun) varlığını kabul etmektedir. Kıble tayini örneğinden hareketle, kıbleyi aramaya, kıblenin varlığı zihnen tasavvur edildikten sonra başlanır.913 "Müctehidin aradığı şey zann-ı gâlibinin kendisidir." şeklindeki cümleye Muhattıe şu şekilde karşılık vermektedir : Müctehidin aradığı şeyin zann-ı gâlibinin kendisi olma durumunda medlûlun varlığı zannın hâsıl olmasına bağlı olur ki bu önermenin neticesi kısır döngüdür.914 Zan maznûn (hakkında zan beslenen şey) olmadan husule gelemez. Diğer bir ifadeyle müctehidin ictihad eylemiyle yaptığı şeyin, hükmü değil de zannın kendisini aramak olduğunu söylemek delil ile medlûlu aynı şey haline indirgemektir ki bunun imkânsızlığı aşikârdır. Kaldı ki müctehidin zannıyla murad edilen şey mücerred (yalın/salt) zan değil, delilden ve bu delilin taşıdığı müessir illetten kaynaklanan zandır.915 Dış dünyada varlığı olmayan 910 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/428. Bu örneği "tasvîbu'l-müctehidîn" konusunu izah için ilk kullanan tespit edebildiğimiz kadarıyle İmam Şâfiî'dir. Şâfiî, er-Risâle, s.23, 34, 489, 497, 501; a.mlf., el-Ümm, VII/317-318. Fıkhî açıdan; kıblenin yönü hakkında tereddüte düşen kişi, kıbleyi soracağı bir kişiyi bulamazsa ictihad eder, ictihadı sonucu ulaştığı yöne doğru namazını kılar. İctihadında yanıldığı sonradan ortaya çıkarsa namazını iade etmez. Bkz. Mevsılî, elMuhtâr, I/46-47; İbn Cüzey, el-Kavânînu'l-fıkhiyye, s.52-53; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/452. Şâfiîler kıble tayinindeki hatasına yakinen vakıf olan kişinin namazını iade etmesi gerektiğini söylemiştir. Bkz. Şâfiî, el-Ümm, I/114; Şirbînî, Muğni'l-muhtâc, I/146. 912 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/377. 913 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.68-70. Örneğin bir adamın evde olup olmadığı hakkında, bu iki durumdan herhangi birisinin zihinde tasavvuru yapılmadan araştırma yapılamaz. Gazzâlî, el-Menhûl, s.564. 914 Râzî, el-Mahsûl, II/511; İbn Kudâme, er-Ravda, s.421; İbn Hâcib, Müntehe'l-vusûl ve'l-emel , s.214. 915 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/321. 911 175 şeyden kaynaklanan düşünceye ise zan değil, hayal ve vehm denir.916 Bir şeye delalet eden bir delilin varlığı medlûlun gerçek âlemde de varlığına bağlıdır.917 İbn Abdişşekûr'a (v.1119/1707) göre de "Müctehidin aradığı şey müctehidin zannına gâlib olan şeydir." ifadesi "Taleb bilâ matlûb muhaldir." delilinin savunması olamaz. Çünkü zannın ilgili olduğu şey doğrulamaya veya yanlışlamaya uygun haberî bir önerme olmalıdır. Zannın kendisi ise bir önerme değildir.918 III. İTİKATTA MUSAVVİBE İLE CUMHUR ARASINDAKİ DELİL TARTIŞMALARI A. İtikatta Musavvibe'nin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Deliller İtikatta Musavvibe'nin temel dayanağı teklîf-i mâlâyutâk kavramı etrafında dönmektedir. Yüce Allah insana kaldıramayacağı şeyi yüklemez919; itikadî konularda hataya düşen müctehidler doğruya ulaşmak için ellerinden geleni (ictihad) yapmışlardır, fakat hakikati idrakten aciz kalmışlardır; üstelik Allah'tan korktukları için kendi inançlarına sarılmışlardır.920 İtikatta Musavvibe'nin diğer bir dayanağı Allah'ın şefkat ve merhametidir. Allah rahîm ve kerîm olduğu gibi dînî konularda genel kural da kolaylaştırma ve müsâmahadır. Şâri‘ Teâlâ abdest almak amacıyla su arayan fakat bulamayan kişi için teyemmüme ruhsat veriyor da hayatı boyunca doğruyu bulmak için çabalayan ve ömrünü bu yolda tüketecek derecede fikrî açıdan gayret gösteren kişiyi neden cezalandırsın ve azab etsin?!921 "Usulde bütün müctehidler musîb değildir, muhtî olan müctehidden günah da düşmez. Bu, hatanın kaynağı ister akıl ister nakil olan usul konuları olsun değişmez" diyen cumhur, Ubeydullah b. el-Hasen el-Anberî (v.168/784) ve onun gibi düşünenlere şöyle cevap vermektedir: İnsanlar imanî konularda sadece ictihadla değil, açık bir anlatım üslubuyla indirilen kati delilleri akl-ı selimle değerlendirmekle de yükümlüdür. Birçok mucize ve delili görüp de matlub olan imana ulaşamıyorsa yaptığı ictihadda tesâhül ve ihmal var demektir; bu tür 916 Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4087. Râzî, el-Mahsûl, II/510. 918 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/382. 919 Bakara 2/286. 920 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359; Âmidî, el-İhkâm, II/411; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.276; Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/526. 921 Râzî, el-Mahsûl, II/502-503; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31; Abdurrahîm ez-Zaydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.97. 917 176 konularda ihmali olan müctehid de mazûr görülemez.922 Müslüman ya da gayr-i müslim bütün insanların iman ile sorumlu tutulması teklîf-i mâlâyutâk değildir. Çünkü doğruya ulaştıran deliller ve bu delilleri değerlendirecek vasıfta akılları vardır. Teklîf-i mâlâyutâk zatında mümkün olan şeyler için geçerli değildir. Bu durumda ise kişiyi imana ulaştıran göstergeler olduğu halde haricî bir unsur sebebiyle iman engellenmekte ve teklîf-i mâlâyutâk kapsamına girmemektedir.923 Allah'ın merhametini gerekçe olarak sunan ikinci delile gelince; Allah'ın kendisini insanlara tanıtması ve insanın bir sahibinin olduğunu insana ihtar ederek onu dünyada yapayalnız bırakmaması, elçilerinin mesajının açık olması da onun merhametindendir. Bir insan açık deliller karşısında şehvetini aklına egemen kılarak kendisinden isteneni anlayamazsa onun özrü kabul edilmez ve cezayı hak eder. Bir insanın yaratıcısını tanımaması asla affedilemez bir suçtur.924 İtikatta Musavvibe, görüşlerini desteklemek için Furûda Musavvibe'yi emsal göstererek fıkhî konularda bütün müctehidler musîb oluyorsa usûlde de musîb olabileceğini, zıtların içtiması furûda caiz olduğuna göre usulde de caiz olabileceğini söylemektedir.925 Cumhur ulemâ usûl ve furû‘ arasındaki bu kıyasın iki açıdan yanlış olduğu görüşündedir: 1. İddia edildiği gibi furû‘da bütün müctehidlerin musîb olduğunu kabul etmiyoruz, hem furû‘ hem de usûl konularında musîb tektir. Aynı şeyin kadîm-hâdis olması mümkün olmadığı gibi harâm-helâl olması da imkânsızdır.926 2. Usûlü'd-dîn konularındaki deliller ile furû‘daki delillerin mahiyetleri farklıdır. Birisi açık, manası anlaşılır ve kat‘îdir, diğeri ise gizli, zannî ve farklı yoruma mahal olabilecek özelliktedir.927 B. Cumhurun İtikatta Musavvibe'ye Karşı İleri Sürdüğü Deliller 922 İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/378. Âmidî, el-İhkâm, II/412. 924 İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/378-379. Gazzâlî "et-Tefrika beyne'l-İslâm ve'z-zendeka" adlı eserinde, Yahudi ve Hristiyanların kadın, mukallid ve zeka derecesi düşük kişilerin günahı olmayıp küfürlerinden sorumlu olmayacakları görüşünün küfrü gerektiren bir görüş olduğunu vurgulamaktadır. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/525. 925 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.497; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/354. 926 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1044-1045; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/355-356. 927 Âmidî, el-İhkâm, II/412. 923 177 Ubeydullâh b. el-Hasen el-Anberî (v.168/784) hakkında nakledilen rivayetler nazara alındığında onun düşüncelerini çürütme amacıyla ortaya koyulan delilleri üç farklı kategoride değerlendirmek gerekir: 1. İtikatta Musavvibe'nin "İnanç konularında bütün müctehidler musîbtir" sözüyle kastettiği "gerçeğin tam kendisi" olan nefsü'l-emirdeki doğruya isabet ise; "Mutâbakatu'l-i‘tikâd bi'l-mu‘tekad" aklen muhaldir. Aynı şeyin iki zıd hakikate sahip olması imkânsızdır.928 Allah'ın sıfatı ve ef‘âli gibi usûl konularında inanmakla sorumlu tutulan hüküm nefsü'l-emirdeki hal üzere olan bilgi türüdür. Nefsü'l-emir bilgisinin dışında bir şeye inanmayı Allah Teâlâ'nın izin verdiği düşünülemez. Örneğin Müslümanlar Allah'ın bir olduğuna (tevhîd), Mecusîler iki (tesniye), Hıristiyanlar ise üç (teslis) olduğuna inanmaktadır. Bunların hepsinin doğru olması imkânsızdır.929 Dolayısıyla usûl konularında matlûb olan hükme uygunluk arz eden müctehid kavli musîb diğerleri ise batıl ve muhtidir.930 Akliyatta tartışma konuları olan “âlemin kıdemi-hudûsu, yaratıcını varlığı-inkârı, risaletin tasdik-tekzibi” gibi birçok konunun aynı anda vukuu imkânsızdır. Bu konular vad’î de değildir ki birinin hakkında isbat (varlık) diğerinin hakkında ise nefy (yokluk) düşünülebilsin! Mezkûr konular zatî konular olup iki zıddın aynı anda vukuu imkânsızdır.931 2. Nefyü'l-ism (inanç konularında ictihad eden müctehidlerin hata da etse günahının ve uhrevî sorumluluğunun olmayacağı) ise;932 Gazzâlî (v.505/1111) İtikatta Musavvibe'nin öne sürdüğü bu iddianın, aklen mümkün olmasına rağmen aksini ispat eden pek çok âyet ve hadîsin bulunduğunu kaydetmektedir. Örneğin namaz ve zekâtın emredilmesi Yahudî ve Hıristiyanların zorunlu olarak imana davet edilmesi sonucunu doğurur. Rasûlullah da kâfirlerin, inançları hakkında gösterdikleri ısrarı yermiş, bundan dolayı onlarla savaşmış, hatta ergenliğe erenlerini öldürtmüştür. Onların içinde bilerek ve inadı gereği kâfir olanlar azınlıktadır, çoğunluk atalarını taklit eden Allah Rasûlünün doğruluğu ve mucizelerinden habersiz olan kişilerdir. Buna delalet eden birçok âyet bulunmaktadır: “Bu inkârcıların zannıdır, dokunacak azaptan 928 Cessâs, a.e., IV/378; Gazzâlî, el-Menhûl, s.559; Âmidî, el-İhkâm, II/409; Sübkî, el-İbhâc, III/257-258; Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.375. 929 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.258; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/309; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/352; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.694-695. 930 Cessâs, a.e., IV/383. 931 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359-360; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/308; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/32. 932 Bunun aklen imkânsız olmamakla birlikte şer‘an cevazı üzerinde tartışılmıştır. Âmidî, el-İhkâm, II/410. 178 933 dolayı onların vay haline!” 935 zannetmektedir.” 937 vardır.” , “Bu Rabbiniz hakkındaki zannınızdır…”934, “Onlar ancak , “Onlar bir şey üzerinde olduklarını zannetmektedir.”936, “Kalplerinde hastalık "Onlara acıklı bir azap vardır."938 Bütün bu âyetler ve bunların dışındaki birçok âyet-hadîslerde Allah ve Rasûlü inkârcı kâfirleri kınamaktadır.939 Kâfirleri müctehid olan ve olmayan şeklinde bir ayrıma tâbi tutulmamıştır.940 Yüce Allah, usûl konularında kesin/kat‘î deliller vazetmiş ve akıl sahibi insanların bu delillere kolaylıkla ulaşmasına imkân tanımıştır.941 Mezkûr naklî delillerden onları böyle bir şeyle mesul tuttuğu anlaşılmaktadır. Onların Allah ve Rasûlü'nün doğruluğuna güç yetiremeyeceği meselesine gelince; Allah onları akılla techiz etmiş, önlerine doğruyu gösteren deliller koymuş sonra da mucizelerle teyid edilmiş birçok peygamber göndermiş ve akıllarını doğruyu aramak için tahrik etmiş bütün bunlardan sonra Allah'a karşı sunacakları hiçbir mazeretleri kalmamıştır.942 Hz. Peygamber, Yahudî ve Hıristiyanları ve diğer din mensuplarını imanla mükellef tutmuştur. Onları itikadları üzerindeki ısrarlarından dolayı zemmetmektedir. Onlarla savaşmış, karı ve çocuklarını esir almış, muânid-mukallid-müctehid gibi bir ayrım yapmamıştır. Hatta aralarında hakkı bilerek gizleyen, kitabı (İncil ve Tevrat) tahrifsiz haliyle bilen ahbâr ve kıssîs çok azınlıktı. Hz. Peygamber'in nübüvvetini bâtınen bilip de zâhiren inanmadığını söyleyen kişiler azınlıktaydı.943 Öte yandan Yahudî ve Hıristiyanların tasvîbi putperestlerin de günahsız olmasını gerektirir. Çünkü onlar -kendi ictihadlarıncaputlara Allah'a yakınlaşmak için ibadet etmekteydi.944 Allah bu tür bir ictihadı mazeret olarak kabul etmemektedir.945 Diğer taraftan itikatta tasvîb iddiası icmâya aykırıdır.946 İsbat-ı Sâni‘ gibi konularda aşikar ve kolayca bilinebilecek, açıkça anlaşılan deliller vardır ki aksini düşünen kişinin 933 Sâd 38/27. Fussilet 41/23. 935 Bakara 2/78; Câsiye 45/24. 936 Mücâdele 58/18. 937 Bakara 2/10. 938 Âli İmrân 3/91. 939 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359; Âmidî, el-İhkâm, II/410. 940 İbn Kudâme, er-Ravda, s.414; İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/377. 941 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.497; Râzî, el-Mahsûl, II/500; Ermevî, et-Tahsîl, II/289. 942 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359. 943 İbn Kudâme, er-Ravda, s.413; Âmidî, el-İhkâm, II/410; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/38403841; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/31. 934 944 "O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: 'Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler." Zümer 39/3. 945 Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/610. Râzî, el-Mahsûl, II/503; Âmidî, el-İhkâm, II/410; Ermevî, et-Tahsîl, II/290; Sübkî, el-İbhâc, III/257; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/524; İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/377. Sübkî, Anberî'nin görüşünün 946 179 musib olması imkan haricidir.947 Selef imamlar ve Müslümanlar, nazar ve istidlal ile küfre düşen filozof ve mücessimenin zemmi, hatta bazılarının katline cevaz vermişlerdir. Belki de bu tür kâfirlerin hali mukallid kâfirlerden daha tehlikelidir. Muhtî müctehid usûlde mazûr olsaydı onların bu noktadaki icmâsı hatadır ve böyle bir icmâ da imkânsızdır.948 Allah Teâlâ usûle dair ictihadî konularda kat‘î deliller koymuş ve mükelleflere de bu delilleri bilme konusunda imkân tanımıştır. Zira usûl konularında açık seçik aklî deliller ve inanç ögelerine temas eden manası net naslar bulunmaktadır.949 Ayrıca Anberî'nin iddia ettiği gibi yaptıkları itikadî yorumlar ictihad kapsamında değerlendirilemez; mazûr da değillerdir. Çünkü onlar görüşlerini ispat için Allah'ın gönderdiği delilleri kullanmıyorlar; taklid, taassub, ihmal ve ğaflet gibi kusurlarla doğrudan sapıyorlar. Bunlar da ictihad yönteminde özrü ortadan kaldıran gerekçelerdir.950 Anberî " 'İnanç konularında musîb olan tektir.' düşüncesindeki icma iddiası doğru değildir. Genel eğilime muhalefet eden bazı âlimlerin varlığı ve konunun mahall-i hilâf olması sebebiyle 'icmâ vardır' denilemez"951 şeklinde itirazda bulunmasına rağmen, cumhur "Belli bir asırdaki âlimlerin ittifakı icmânın teşekkülü için yeterlidir ve daha önceki asırlarda bu tahakkuk etmiştir. Birkaç kişinin buna karşı fikir beyan etmesi icmayı bozucu nitelikte olamaz."952 diyerek cevap vermiştir. Anberî'ye göre kâfirleri kınayan bu âyetlerdeki "kınama" bağlamı itibariyle kâfirlere yöneliktir. "Kâfir ($0 ")آkelimesi sözlükte "sâtir ($ﺕ5 ")ﺱyani "örten" anlamına gelmektedir. Bu yüzden çiftçiye tohumu toprakla örttüğü için "kâfir" denmiştir, zifiri karanlık geceye "leylün kafirun ($05 آ5)" denilmektedir.953 İtikatta da "kâfir" kelimesi hakikati bilip de bilmezden gelmek, gerçeğin üstünü örtmek anlamına gelir. Öyleyse âyetlerdeki kınama hakkı bilerek örten inatçı kâfirler içindir.954 Cumhur, sözü edilen düşüncenin yanlışlığını şöyle izah etmektedir: Küfür kelimesinin setr anlamına geldiğinde şüphe yok. Fakat bu kelime şer‘î örfte/dînî konularda belli bir inancı kabullenmiş kişiye diğer din mensuplarınca verilen isimdir. İster gerçeği icmâya aykırı olmakla beraber icmayı bozucu nitelikte değildir. Zira usulde musibin tek olduğu daha önceki asırlarda teşekkül etmiş icmaya aykırıdır. Sübkî, el-İbhâc, III/260. 947 Cessâs, el-Fusûl, IV/377. 948 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/309; Âmidî, el-İhkâm, II/413; Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3842. 949 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1044; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/308; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/352; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.695; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3842; Sübkî, el-İbhâc, III/258. 950 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/353-355. 951 Âmidî, el-İhkâm, II/411. 952 Âmidî, a.e., II/412. 953 İbn Kuteybe, Ğarîbu'l-hadîs, I/247; İbn Manzûr, Lisânu'l-arab, V/144. 954 Âmidî, el-İhkâm, II/410-411; Râzî, el-Mahsûl, II/502; Ermevî, et-Tahsîl, II/290; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3839. 180 bilerek kabullensin isterse bilmeden… Kâfir, hakikate zıt olan inancından ve doğruyu bilmemesinden dolayı bu ismi almıştır.955 Bu kelimede "setr" anlamından örfî olan böyle bir anlama doğru bir anlam kaymasının vaki olduğuna dair delillerin bazıları şunlardır: 1. Zihin "kâfir" kelimesini duyunca "setr" anlamını hiç anımsamamaktadır. 2. Avam "kâfir" kelimesini "setr" anlamını bilmeksizin kullanmaktadır. 3. "Kâfir" kelimesinin, ister mukallid isterse muânid olsun, başka bir dinin bütün mensupları için kullanılmasına dair icmâ vardır.956 4. Rasûlullah'ın "Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin olsun ki; bu ümmetten bir kişi, ister Yahudî ister Hıristiyan olsun, beni işitip de benim gönderildiğim dîne iman etmeden ölürse 957 cehennem ehlinden olur" gibi sözleri, bir kişinin kâfir olması için, işitip iman etmemesini yeterli saydığının delilleridir. 3. İslam milleti içindeki farklı inanç ekollerine müntesip müctehidler kastediliyor ise; Anberî'nin inanç konularında müctehidleri tasvîb etmesi müctehidlerin Müslüman olanları için düşünülürse böyle bir iddiaya verilen cevap özetle şöyledir: Anberî ve onun gibi düşünenler eğer itikatta tasvîb görüşüyle, olanı olduğu gibi bilmek anlamındaki nefsü'l-emir bilgisini kastediyorsa bu sofist düşünce sistemiyle tamamen örtüşmekte ve bedihi bilgiyi inkâr anlamına gelmektedir. Usulde bazıları, "Allah'ın ilim ve kelâm sıfatı yoktur, O'nun kelamı yaratması ve fiilidir.", bazıları ise "Allah kadîm bir kelâm ve ilim sıfatına sahiptir.". Bazıları "Allah kullarının iyi fiillerini irade eder kötülerini değil", kimisi ise "Bütün fiillerini irade ve takdir eder." demektedir. Birbirine zıt bu düşüncelerin aynı anda doğru olması imkânsızdır.958 İtikatta Musavvibe'nin maksadı, "Müctehidler usûlde ictihadın hakkını vererek görevlerini yerine getirmek suretiyle isabet ettiler, fakat delillerin kapalılığı sebebiyle hakka ulaşamadılar." demek ise böyle bir düşüncenin doğruluğunu iki şey nakzetmektedir: a. Nübüvvet, mucizeler, sıfatlar gibi bilgisizliği küfre götürecek konuların kapalılığı, bilgisizliği bidate götüren konuların kapalılığından daha fazladır. b. Teşbih, halk-ı Kur'ân gibi konular, inanç noktasında akâid konularından farklı değildir. Bunlar da diğerleri gibi her Müslümanın bilmesi gereken, aksini düşünmenin akideye zarar verdiği konulardır.959 955 Âmidî, el-İhkâm, II/411. Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3839-3840. 957 Müslim, "Îmân", 70. 958 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/416; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/351; İbn Kudâme, er-Ravda, s.414. 959 Cüveynî, Kitâbu'l-İctihâd, s.32-34. 956 181 IV. SALT MUSAVVİBE'NİN MUHATTIE'YE KARŞI YÖNELTTİĞİ DELİLLER A. Salt Musavvibe'nin Muhattıe'ye Karşı Yönelttiği Naklî Deliller * "Dâvûd ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahiddik. Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her 960 birine hüküm ve ilim verdik." Musavvibe bu âyeti "Eğer Hz. Dâvûd ya da Süleyman'dan birisi hatalı olsaydı onların her ikisi hükm ve ilim ile tavsif edilerek övülmeyeceklerdi." şeklinde yorumlamaktadır.961 Muhattıe ise bu yoruma şöyle karşılık vermektedir: "Onların övülmeleri hata ettikleri hüküm hakkında değildir. Çünkü hüküm ve ilim olumlu bir cümle bağlamında nekira (belirsiz) olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla burada "övme" özel değil genel bir övmedir; övülen Dâvûd'un (a.s.) ictihadı değildir. Kaldı ki muhtî olan müctehidin başka bir konuda övülmesi caizdir. Diğer taraftan muhtî olan müctehidin ictihadından dolayı övüldüğünü kabul etsek bile buradaki övgü, onun ictihadında gösterdiği gayretinden ve matlûb olan hükme ulaşmak için elinden geleni yapmasındandır.962 Bu âyetten "Dâvûd ve Süleyman'a "istinbat yöntemleri vasıtısıyla ictihad etme şekillerine dair ilim ve hüküm verdik." anlamı da çıkarılabilir.963 * "Ashâbım yıldızlar gibidir" şeklinde rivayet edilen hadis bütün müctehidlerin musîb olduğunu düşünenlerce önemli bir dayanak olarak görülmüştür. =ی5ی= اه5!ی= اB5; م5 آb;>5" أﺹAshâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz" hadisini Rezîn ve ‘Abd b. Humeyd "Müsned"lerinde rivayet etmişlerdir. Ayrıca Dârekutnî de "Ğarâibu Mâlik"te tahrîc etmiştir. Sözü edilen hadisin delil olmaya elverişli olup olmadığını belirlemek için öncelikle rivayet teknikleri açısından hadisin değerlendirmesini yapmak gerekir: Hadis Hasen b. Mehdî b. Abde el-Mervezî, Muhammed b. Ahmed es-Sükûnî, Bekr b. Îsâ el-Mervezî Ebu Yahyâ tarikiyle rivayet edilmiştir. Dârekutnî, "Râvîleri mechûldür" demiştir. Hadîsin Dakîkî, Yezîd b. Hârûn, Humeyd, Enes ve Hamza en-Nusaybî, Nâfî‘, İbn Ömer tarîkıyle gelen iki senedi daha vardır ki İbn Hacer birinci senedle gelen bütün 960 Enbiyâ 21/78, 79. Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/310; Âmidî, el-İhkâm, II/421; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3849. 962 İbn Kudâme, er-Ravda, s.359. 963 Basrî, el-Mu‘temed, II/385; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.705. 961 182 hadîslerin uydurma olduğunu ifade etmiştir. İkinci seneddeki Hamza en-Nusaybî hakkında ise "daîfun cidden" demiştir.964 Heysemî bu şahıs hakkında "metrûk", Allâme el-Hindî ise "kezzâb" demektedir.965 Mübârekfûrî hadis için kuvvetli cerh lafızlarından birisi olan “daîfun cidden” demiştir.966 Elbânî de zikri geçen hadise "uydurma" demektedir.967 Bu hadîsin zayıflığını değerlendirme dışında tutan Musavvibe hadîsi şöyle anlamaktadır: Hakkında görüş ayrılığına düştükleri konularda sahâbe-i kirâm arasında musîb olan tek kişi olup diğerleri hatalı olsaydı onların her birine iktida hidayet olmazdı. Nitekim hataya tâbi olmak hidayet olamaz.968 Diğer taraftan aralarında bir kısmı hatalı olsaydı Rasûlullâh'ın onlara ittibasına olan emri hataya teşvik anlamı taşırdı ki bu da akıldan uzak bir iddiadır.969 Bu noktada Musavvibe'den bir grup, şer‘î delillerden sahâbî kavlinin başka bir sahâbî kavline muarız olsa da mutlak anlamda hüccet olduğunu, mükellef bir kişinin bunlardan istediğini alabileceğini savunmaktadır.970 Muhattıe ise sübûtu kabul edilse bile sözü geçen hadîsten bütün müctehidlerin doğruyu buldukları anlamının çıkarılamayacağına vurgu yapmaktadır. Onlar "Kural olarak bir söz içinde şahısların umum ifade eden bir üslupla kullanılması, onların hallerinin de umum olmasını gerekli kılmaz."971 demektedir. Muhattıe'ye ait diğer bir yoruma göre bu hadîste sözü edilen, sahâbîlerin her birinin hidayet yıldızları olması durumu; kendisine fetva sorulan sahabî, sorulan konuda görüş bildirirse -sahabi kavlini hüccet kabul edenlerce- müctehidin bu fetvaya uyması gerekir ve bu fetvaya tabi olması onun için hidayettir.972 Ayrıca bu hadîste, onlardan rivayet alınmasının gerekliliğine ve sahâbe kavlinin hüccet olduğuna vurgu yapılmıştır.973 Hadîs "avamdan bir kişinin sahâbeden istediğini taklid etmesinde günah yoktur" anlamına gelebileceği de belirtilmiştir.974 Şâtıbî (v.790/1388) Musavvibe'nin bu hadîsi delil olarak kullanmasına karşı olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: "Diğer taraftan hadîsin sahîh olduğunu kabul etsek bile şu anlama gelebilir: Bir mukallid, herhangi bir sahâbîye gidip fetva sorsa, 964 İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân , II/137,312; a.mlf., Telhîsu'l-habîr, IV/190. Heysemî, Mecme‘u'z-zevâid, IV/114, V/20, VI/146; Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl, XII/586. 966 Mübârekûrî, et-Tuhfetu'l-ahvezî, X/155. 967 Elbânî, es-Silsiletu'd-du‘afâ, I/144. 968 Âmidî, el-İhkâm, II/421; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetu'l-vusûl, VIII/3850; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.280; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/48. 969 Ermevî, et-Tahsîl, II/295. 970 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/66. 971 Âmidî, el-İhkâm, II/423. 972 Râzî, el-Mahsûl,… 973 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/429; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/378. 974 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/378. 965 183 verdiği fetva da ister onun lehinde isterse aleyhinde çıksın onu taklid etmelidir. Hadîste belirtilen hidayetten maksat mukallidin kendisine vacib olanı yerine getirmesidir. Yoksa hadîste bahsedilen durum iki ayrı müctehidin verdiği iki ayrı hükmün çatışması durumu değildir. Zira birbirine zıt iki ayrı delile dayanan iki görüş sahibinden her birisi kendi yanındaki delile tâbi olmaktadır. Bu delillerden her birisi diğerinin aksini iktiza etmektedir. Öyleyse bu görüşler arasında gelişigüzel bir seçim hevaya tabi olmaktan başka bir şey değildir."975 Şevkânî (v.1250/1834) de “Hadis sahîh olsa bile bütün müctehidleri ashâba kıyas etmek doğru değildir, çünkü ashâbta bulunmayan meziyet ve dînî anlayış Rasûlullâh'a arkadaşlık etmeyen kişilerde bulunması imkansızdır." kanaatindedir.976 Müzenî (v.246/877) bu hadisten sahâbîlerin rivayet ettiği ve hakkında şahitlik yaptıkları her konuda güvenilir olduklarının anlaşılması gerektiğini, bunun dışında bir anlam çıkarmanın yanlış olduğunu belirtir.977 İbn Abdilber (v.463/1071) hadisin isnadının sahîh olmadığını belirtmekle beraber, her cahil kişinin dînî konularda ihtiyacına uygun olarak sorduğu sorulara sahabelerden aldığı cevapla amel etmesi gerektiği açısından her sahâbînin yıldız gibi olduğu, aynı hususun sadece sahâbiler için değil, avama nispetle ulemâ için de geçerli olduğunu söylemiştir.978 * Aynı bağlamda hadis olarak rivayet edilen şu ifadeler de Musavvibe tarafından delil olarak kullanılmaktadır: 4= ر3 b;>" اﺥ*ف أﺹAshâbımın ihtilâfı sizin için rahmettir."979 Şâtıbî'ye göre bu söz kabul edilse bile bundan ancak ictihad kapısını aralama, ictihad sahasında ve re'y ile ictihad etme hakkında insanlara geniş bir alan bırakma anlamı çıkmaktadır.980 * Musavvibe görüşlerini ispat sadedinde "Muâz hadîsi" olarak bilinen meşhur hadİsi de delil olarak kullanmaktadır. Bu hadîse göre Allah Rasûlü (s.a.s.) Muâz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken ona "Önüne bir dava gelince nasıl hüküm vereceksin?" diye sorunca o "Allah'ın kitabıyla 975 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/72. Benzer yorumlar için bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/331; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/48; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/396. 976 Şevkânî, el-Kavlü'l-müfîd, s.11. 977 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-ilm ve fadlihî, I/178. 978 İbn Abdilber, a.e., I/181. 979 Hadisi Beyhakî "el-Medhal" ve "Eş‘ariyye" risalesinde, Firdevs "el-Müsned"de, Hatîb el-Bağdâdî ve İbn Asâkir târihlerinde zikretmektedir. Hadis "munkatı‘"dır. Elbânî hadis hakkında "mevzû" demektedir. Bkz. Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, I/65; Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ûmmâl, I/349; Elbânî, es-Silsiletü'd-da‘îfe, I/146. 980 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/70. 184 hükmederim" diye cevap verir. Hz. Peygamber "Allah'ın kitabında bulamazsan!?" şeklinde soruyu tekrarlayınca "Allah Rasûlü'nün sünnetiyle" cevabını verir. Rasûlullah "Ne Allah'ın kitabı ve ne de Rasûlü'nün sünnetinde bulamazsan!?" deyince Muâz "Reyimle ictihad ederim ve bundan geri kalmam" cevabını verir. Efendimiz bunun üzerine "Allah'ın elçisinin elçisini, elçisinin hoşnut olacağı şeye muvaffak eden Allah'a hamd olsun." diyerek bu cevabı beğendiğini 981 ifade etmiştir. Musavvibe'ye göre Rasûlullah'ın Muâz'ın "Re'yimle ictihad ederim." ifadesinden sonra ictihadlarda herhangi bir ayırım yapmayarak ve Allah'ın hükmüne isabet edip etmeme şeklinde bir sınıflamaya gitmeyerek onun bu sözünü tasvip etmesi müctehidin ulaştığı bütün ictihadî sonuçlarda doğruyu bulduğunu göstermektedir.982 Musavvibe'nin bu yorumunun zorlama bir yorum olduğunu düşünen Muhattıe "Bu hadîs Musavvibe'nin anladığı şekilde olsa da "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet 983 ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadisiyle çelişmektedir. Bu hadîsin daha sahîh olması sebebiyle Muâz hadisi şâz konumuna düşer ve amel edilmez."984 demektedir. * Muhattıe-Musavvibe tartışmasında en fazla gündeme gelen bir diğer hadîs ise; 54 رb5*ف أﻡ5" اﺥÜmmetimin ihtilafı rahmettir." hadîsidir. Ömer b. Abdilazîz'in "Hz. Muhammed'in (s.a.s.) ashâbı ihtilaf etmemiş olsaydı buna sevinmezdim. Çünkü onlar ihtilaf etmeseydi ruhsat da olmazdı."985 sözü de bu bağlamda değerlendirilmektedir. "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." hadîsinin tahrîciyle ilgili olarak; Nasr el-Makdisî “el-Hücce”sinde, Beyhakî ise “er-Risâletü'l-Eş‘ariyye”sinde hadisi senedsiz olarak rivayet etmişlerdir.986 ‘Aclûnî bu hadîsin aslının olmadığını belirttikten sonra âlimlerin fer‘î konularda vardıkları görüşler çerçevesinde ihtilafın rahmet kabul edilebileceğini b5o!ل أ5! " ء ؟5o! q5 ض$5' إذاb5o ﺕY5ل " آ5! 5 اR5ذا إ5/ ﻡt/<= أراد أن ی8 وﺱK8' d اR8 ﺹdأن رﺱ ل ا R8 ﺹd ﺱ رﺱ ل اb0 ن = ﺕf0 " = !ل8 وﺱK8' d اR8 ﺹd< رﺱ ل ا0 ؟ " !لd آب اb0 ن = ﺕf0 " !لdب ا3; يp5 اd 5>ل " ا5! وa= ﺹر8 وﺱK8' d اR8 ﺹdب رﺱ ل ا$o0 v : وb ؟ " !ل أﺝ رأیd آب اb0 := و8 وﺱK8' dا d ل ا5 رﺱb5-$ ی5 d ل ا5 ل رﺱ5? رﺱ50 وEbu Dâvûd, "Aqdıye", 11; Tirmizî; "Ahkâm", 3; Beyhakî, es-Sünenü'l981 kübrâ, X/114, H.no: 20126; Dârimî, es-Sünen, I/72, H.no: 178. Lafız Ebu Dâvûd'a aittir. Tirmizî hadîsin muttasıl olmadığını, Buhârî et-Târîhu'l-kebîr'inde "mürsel" olduğunu söyler. Zeyle‘î, Nasbu'r-râye, IV/88. İbnu'l-Cevzî ise "Subûtu sahîh olmasa da manası sahîhtir" demektedir. İbnu'l-Cevzî, el-‘İlelu'l-mütenâhiye, II/758. 982 Râzî, el-Mahsûl, II/518-519; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetu'l-vusûl, VIII/3850. Musavvibe'nin bu hadîsi lehinde delil olarak kullandığına dair ayrıca bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.409. 983 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6. Hadîs Amr b. el-Âs kanalıyla gelmiştir. 984 Ermevî, et-Tahsîl, II/295. 985 5E رﺥ53 ا = ﺕ8+ﻥ= = ی1 ا8+= = ی8 وﺱK8' d اR8 أن أﺹ>ب ﻡ> ﺹbﻥ$ ﻡ ﺱBu rivayetin Beyhakî'nin "el-Medhal"inde geçtiği ifade edilmektedir. Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, I/65; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, I/209. 986 Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl, X/238. 185 Hattâbî'nin görüşü olarak nakleder.987 Sübkî hadîsin sahîh, zayıf ya da mevzû hiçbir senedine rastlamadığını ve muhaddislerce bilinmeyen bir hadîs olduğunu kaydeder.988 Elbânî hadîs hakkında "bâtıl" demektedir.989 Musavvibe yukarıdaki hadîs ve Ömer b. Abdilazîz'in sözünü ictihada hatanın girmeyeceği ve bütün hukukî yorumların doğru kabul edilmesi gerektiğine delil olarak getirmektedir.990 Bununla ilgili olarak bazı İslam âlimleri "Ashâbın icması kat‘î delil, ihtilafları ise geniş rahmettir." demektedir.991 Ahmed b. Hanbel (v.241/855) ihtilaf hakkında bir kitap telif ederek "Kitâbu'l-ihtilâf" olarak isimlendiren şahsa "Kitâbu'l-ihtilâf değil, Kitâbu'ssa‘ah (uygulamada genişlik tanınan konular) ismini ver" demiştir.992 Ne var ki, ihtilafın rahmet olması hali için "tezat (zıtlık)" ihtilafında değil, "tenevvü (çeşitlilik)" ihtilafında geçerli olduğu şeklinde bir açıklama getirilmiştir.993 İmam Mâlik de (v.179/795) sahâbe-i kirâmın ihtilafının rahmet olmasına "İctihad kapısını açtıkları için rahmettir." anlamını yüklemektedir.994 * Musavvibe'den olan bazı İslam bilginleri Benî Kureyza gazvesinde sahâbe arasında meydana gelen görüş ayrılığının ihtilaf edenler sayısınca doğrunun bulunduğuna mesnet olduğu düşüncesini taşımaktadır.995 Bilindiği üzere Hz. Peygamber Hendek savaşı dönüşünde ahde vefasızlık gösteren ve Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya hıyanet eden Benî Kureyza'ya hak ettikleri cezayı vermek üzere yola düşmesini istediği İslam ordusuna hitaben "Hiç kimse Kureyza oğullarının yurduna ulaşmadan ikindi namazını kılmasın!" buyurmuş, sahâbîden bir kısmı "Oraya ulaşmadan namaz kılmayacağız." diyerek lafzı zâhirine yorumlamış, bazıları ise "Allah Rasûlünün bizden istediği bu değildir, biz namazı kılacağız." demiştir. Bu olay Hz. Peygamber'e aktarıldığında ise bu iki gruptan hiç birisini azarlamamıştır.996 987 Aclûnî, Keşfu'l-hafâ, I/65. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, IV/24. 989 Elbânî, Sıfatu's-salâ, s.61. 990 Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/66. 991 Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, I/29; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXX/80. 992 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, I/401; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXX/79. 993 Muhammed el-Avvâme, Edebu'l-ihtilâf, s.111. 994 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/129-130; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/366-367. 995 Kurtubî, el-Câmi‘ li ahkâmi'l-Kur'ân, XIV/138 (ی5 ا7 ی5E ﺕK5 ا5ا ﻡp5 هb50 ;) وAhmed b. Yahyâ elMurtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.771. 996 Buhârî, "Meğâzî", 30; Müslim, "Cihâd", 69. Hadîsin yukarıda zikredilen metni Buhârî'ye aittir. Hadisi Buhârî "ikindi namazı", Müslim "öğle namazı" olarak rivayet etmiştir. Ebu Nu‘aym, Meğâzî yazarları, Taberânî, Beyhakî “ed-Delâil”de Buhârî gibi, Ebu Ya‘lâ, İbn Sa‘d, İbn Hibbân Müslim gibi rivayet etmiştir. Kastalânî, İrşâdu's-sârî, VI/328. Bazı âlimler bu faklılığı şu şekilde cem etme yoluna gitmişlerdir: Emirden önce 988 186 Yukarıdaki olayda ashâb-ı kirâmın bir kısmı Allah Rasûlü'nün nehyini hakikî anlamına yormuşlar, ikinci nehyi birinci nehye tahsîs yoluyla tercih ederek namazı vaktinin dışında kılmaya niyetlenmişlerdir. Bunu da -Hendek savaşında olduğu gibi- savaşla meşgul olan kişinin namazı ertelemesinin caiz olduğuyla delillendirdiler. Diğer grup sahâbîler ise nehyi Kureyza oğullarına yapılacak saldırının aciliyetine işaret etmek için yapılan bir kinâye olduğunu düşünerek namazı vaktinde kılmışlardır.997 Müslim şârihi Nevevî (v.676/1277) “Bu hadîsin bütün müctehidlerin musîb olduğuna delil getirilmesine şu şekilde cevap verilebilir ‘Rasûlullah burada iki grubun da musîb olduğunu söylememiştir, sadece onları azarlamayı terk etmiştir; müctehidin doğruya isabet etmek için elinden geleni yaptıktan sonra yanılsa da azarlanamayacağı (günaha girmeyeceği) konusunda ise ihtilaf yoktur.” demektedir.998 Buhârî şârihi İbn Hacer el-‘Askalânî (v.852/1448) benzer bir yorumla “Bu hadîs bütün müctehidlerin musîb olduğuna delil olamaz, bu olaydan çıkabilecek ders olsa olsa bütün gayretini sarfederek ictihad eden müctehidin yanılsa da günah işlememiş olduğudur ki fukahânın cumhuru zaten bu kanaattedir.” demektedir.999 Bu hâdisenin her iki grup sahâbînin de musîb olacağına dayanak olamayacağını söyleyen Muhattıe hangisinin daha doğru olduğunda ihtilaf etmektedir. Bir kısım âlim "Namazı tehir edenler musîbtir. Biz de onlarla beraber olsaydık böyle yapardık. Namazı vaktinde kılmamalarının sebebi de zâhire muhalif tevili terk ederek Rasûlullah'ın emrine imtisaldir." görüşündedir. Örneğin İbn Hazm (v.456/1064) Benî Kureyza olayındaki taraflar ile ilgili olarak "Doğru şüphesiz bunlardan birindedir. Eğer biz onlarla beraber olsaydık, vakit gece yarısına da gelmiş olsa, ikindi namazını Benî Kureyza yurdunda kılardık."1000 demektedir. Diğer bir kısım Muhattıe ise şöyle derler: "Namazı yolda kılanlar en doğru olandır ve iki fazileti de birden yerine getirip isabet etmişlerdir. Birinci faziletleri hemen yola çıkarak emre imtisal etmek, ikincisi namazı vaktinde kılarak Allah'ın rızasına muvafakat göstermek, daha sonra da orduya yetişmek... Böylece hem cihad sevabı hem de namazı vaktinde kılma sevabı kazandılar, kendilerinden istenen amacı anladılar ve diğer sahâbîlerden bazıları öğle namazını kılmış bazıları ise kılmamıştı. Öğleni kılmamış olanlara “Öğleni kılmasın!”, öğleni kılanlara da “İkindiyi kılmasın!” denilmiştir. Bazı muhaddisler ise bu iki farklı rivayet arasında "Bir grup diğer gruptan önce gitmişti. Önce giden gruba “Öğleni kılmayın!”, sonra giden gruba ise “İkindiyi kılmayın!”denilmiştir." şeklinde uyum sağlamayı tercih etmektedir. Nevevî, Şerhu sahîhi Müslim, XII/98; İbn Hacer, Fethu'l-bârî, VII/409. 997 İbn Hacer, a.e., VII/410; Kastalânî, İrşâdu's-sârî, VI/328-329. 998 Nevevî, Şerhu sahîhi Müslim, XII/98. 999 İbn Hacer, a.e., VII/410. 1000 İbn Hazm, el-İhkâm, II/66-67. 187 gruptan daha ince bir anlayışa (efkah) sahiptiler."1001 İbn Kayyım (v.751/1350) "Namazı yolda kılan sahabilerin, delilleri beraberce değerlendirmeleri ve iki fazileti birlikte kazanmaları sebebiyle iki sevabı vardır; diğerleri de -Allah hepsinden razı olsunmecûrdur." diyerek ve buna yapılan itirazlara cevap vererek ikinci grup âlimlerin görüşünü desteklediğini açıkça belirtmektedir.1002 Ayrıca bu olay ihtilaf edenlerin hepsinin hak ve meşrû olduğu tenevvü‘ ihtilafına hamledilmiştir.1003 Sahâbîler arasındaki bu fikrî tartışmanın, azîmetin ruhsata üstünlüğü konusundaki görüş ayrılığının bir sonucu olabileceği de söylenmiştir.1004 Şevkânî'ye (v.1250/1834) göre de Benî Kureyza hadîsi delil olmaz, çünkü Rasûlullah'ın ihtilaf eden tarafları azarlamaması nefsü'l-emirdeki doğruya isabet etmesinden değil, ictihadıyla amel etmesi ve doğruya ulaşmak için elinden geleni yapması sebebiyledir.1005 Ahmed b. Muhammed el-Vezîr (v.1952) zikri geçen olayda Rasûlullah'ın sahâbenin farklı yorumlarına tepki vermeyerek onadığı ile ilgili güzel bir yorum getirmektedir. Ona göre bu hadîse hepsinin "isâbet" ettiğine değil, "savâb (doğru)" üzere olduğuna delil olabilir. Bu noktada isâbet ile savâbı birbirinden ayırmak gerekir. Doğru olanı bulamayan isâbet etmemiştir fakat savâb üzeredir. Çünkü ictihad etmiş ve ictihadının gereği olan emirle amel etmiştir.1006 * Musavvibe'nin delil olarak öne sürdüğü bir diğer ayet de şudur: "Hurma ağaçlarından herhangi birini kesmeniz veya onları kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın 1007 emriyledir." Bu ayetin nüzûl sebebi olarak Nadîroğulları'nın Medine'den sürülmesi esnasında sahâbeden bir kısmının Yahudîlere ait hurma ağaçlarını kestiği diğer bir kısmının ise kesmediği zikredilmektedir.1008 Allah Teâlâ da bu ifadelerle her iki grubun davranışını tasvîb etmektedir. Cessâs'a (v.370/980) göre bu âyet ve olay bütün müctehidlerin musîb 1001 İbnu'l-Kayyım, Zâdu'l-me‘âd, XIII/131. İbnu'l-Kayyım, a.e., XIII/131 vd. Namazı yolda kılanların daha doğru olduğu hakkında ayrıca bkz. İbn Teymiyye, Raf‘u'l-melâm an eimmeti'l-a‘lâm, s.57-58. 1003 Memûn Hammûş, Aslu'd-dîn ve'l-îmân, II/938. 1004 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/541. 1005 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.439. 1006 Vezîr, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, s.821. 1007 َ ِي اَْﺱ ِ َ kِ ْ+ُِ َوKِ M8ن ا ِ ْذfِ ِ<َ0 َِ ُ ُأﺹRَ8َ' ً ََِ! َآُُْ ه$َ َُْ=ْ ﻡِْ ِ َ ٍ َأوْ ﺕ/َCَ! َ ﻡHaşr 59/5. 1008 Rasûlullah Nadîroğulları'na ait "Büveyra" ismindeki hurmalığı kestirmesine binaen bu olaya binaen âyet nazil oldu. Buhârî, "Müzâra‘a", 6; Müslim, "Cihâd", 29. Rasulullah bu hurmalığı kestirince, onlar sığındıkları kalelerden "Ey Muhammed! Sen insanları fesattan nehyediyorsun, sonra da kalkmış hurmalıkları kesip yakıyorsun!?" diye bağırdılar. Âyetin bununla ilgili olduğu da nakledilen bilgiler arasındadır. Suyûtî, Lübâbu'nnukûl fî esbâbi'n-nüzûl, s.295. 1002 188 olduğu düşüncesini haklı çıkarmaktadır. Sahâbînin bu uygulamasının ictihad yoluyla olduğu bilgisenden yola çıkarak her müctehidin musîb olduğu söylenebilir.1009 Musavvibe nezdinde mezkûr âyet-i kerîme "ağaçları kesmek ya da olduğu hal üzere bırakmanın eşit olup iki zıddın da Allah katından" olduğunu beyan etmektedir.1010 Muhattıe taraftarı olan âlimler ise bu ayetin Musavvibe lehinde delil olamayacağı kanaatindedir. Çünkü ağaçları kesmek veya bırakmak konusu nas ile açıkça ortaya konmuş ve Allah'ın emriyle izin verilmiştir. Hakkında nas bulunan konu ise "ictihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışması"nın dışında kalmaktadır.1011 Ayrıca bu olayın cereyan ettiği esnada Rasûlullah oradadır ve Rasûlullah'ın bulunduğu bir ortamda ictihad yapılamaz. Zira onun bir şeyi kabulü ve reddi nas değerindedir.1012 * Bazı usulcüler Şâri‘ tarafından hükmü açıklanmayan konular hakkında soru sormamayı tavsiye eden âyet ve hadîslerin ictihad öncesi Allah'a ait belirli bir hükmün bulunmadığına delil olduğu öne sürülmüştür. "De ki: 'Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak 1013 üzere bunlardan da yiyebilir.' Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder." "Ey İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Kuran indirilirken onları sorarsanız size açıklanır (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah 1014 bağışlayandır, halîmdir." "Müslümanların en günahkârı henüz haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da bu 1015 sorusu sebebiyle haram kılınan kişidir." "Helâl; Allah'ın, kitabında helâl kıldığıdır, haram da Allah'ın, kitabında haram kıldığıdır. Sükût ettiği de onun affettiği (muaf tuttuğu) şeylerdir." 1016 "Allah (c.c.) bazı şeyleri farz kılmıştır; bunları gereğiyle yerine getirin! Bazı şeyleri de yasaklamıştır; bunları da işlemeyin! Bazı sınırlar koymuştur; bu sınırları aşmayın! Unutma hali 1017 olmaksızın bazı şeyleri de görmezden gelmiştir; bunları da araştırmayın!" 1009 Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, III/429; Ahmed b. Yahyâ el-Murtazâ, Minhâcü'l-vusûl, s.771; Vezîr, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, s.820. 1010 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/428. 1011 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, a.e., II/429; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/330-331; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.438-439. 1012 İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, IV/211. 1013 En‘âm 6/145. 1014 Mâide 5/101. 1015 Müslim, "Fedâil", 37; Hâkim, el-Müstedrek, III/725, H.no: 6628. 1016 Tirmizî, Libâs, 6. 1017 Dârakutnî, es-Sünen, IV/183, H.no: 42; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-kebîr, XXII/221, H.no: 589. 189 Seyyid Bey (v.1925) zikri geçen âyet ve hadîsleri, bir takım ictihadî meselelerde Allah katında muayyen bir hükmün olmamasına delil olarak öne sürmektedir.1018 Seyyid Bey ayrıca bu nasların, dinin bazı hükümlerinde Şâri‘ tarafından görüş bildirilmediği yani hükmü bildirilmeyen bir takım ictihadî meselelerin varlığına delil teşkil ettiğini belirterek kıyasa açık ictihadî konuların da bu kabilden olduğuna vurgu yapmaktadır.1019 Diğer taraftan Seyyid Bey zikri geçen naslardan ve Şâtıbî'nin ahkâm-ı hamseden (vücûb, nedb, ibâha, hurmet, kerâhet) hariç bir mertebe-i afv bulunduğunu belirten cümlelerinden1020 yola çıkarak bu mertebenin "meskût anh" olan ve hakkında şer‘î bir hükmün bulunmadığı bir mertebe (boş alan) olduğunu savunur.1021 Böylelikle Şâtıbî'nin ictihad öncesi muayyen bir hüküm bulunmadığını savunan Musavvibe'den olduğunu ima etmektedir. "el-Muvâfakât"ta bahse konu olan parağraflar ve satır araları dikkatlice okunduğunda görülür ki, Şâtıbî mertebe-i afv olarak tanımladığı hükümsüz sahayı "müttefekun aleyh" ve "muhtelefun fîh" olarak ikiye ayırmakta, müttefekun aleyh'e hata, unutma, uyuma ve delilik gibi halleri örnek vermektedir.1022 Ardından "İctihadî bir meselenin Allah'ın hükmünden hâlî olup olmayacağı meselesi ise üzerinde ihtilaf edilen bir tartışma konusudur ve mezkûr deliller1023 bu tartışmada delil olamaz." demektedir.1024 B. Salt Musavvibe'nin Muhattıe'ye Karşı Yönelttiği Aklî Deliller * Tasvîb düşüncesini benimseyen bilginlerce müctehidlerin doğruya isabetle mükellef tutulması onları beşer gücünün üzerinde bir emirle sorumlu tutmaktır. Müctehidlerin hakka isabetle mükellef tutulması teklîf-i mâlâyutâktır. Hepsinin doğruyu bulduğuna inanmakla bu durum ortadan kalkmış olur.1025 Muhattıe'ye göre ise müctehidler hakka isabetle değil bu hakkı aramakla ve ictihadla mükelleftir. Bu da imkânsızı teklif anlamına gelmez. Müctehidler isabet ederlerse ecir kazanırlar, yanılırlarsa mazûrdurlar.1026 1018 Seyyid Bey, Medhal, s.185, 215, 216. Seyyid Bey, a.e., s.214. 1020 Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/109. 1021 Seyyid Bey, a.e., s.216. 1022 Şâtıbî, a.e., I/109-110. 1023 Şâtıbî, yukarıda Seyyid Bey tarafından delil olarak öne sürülen ayet ve hadislerin tamamını zikrederek bu delillere atfen böyle bir ifade kullanmaktadır. Şâtıbî, a.e., I/107-109. 1024 Şâtıbî, a.e., I/112. 1025 İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.280; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/465. 1026 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.410; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.707. 1019 190 * Hüküm için "Şâri‘in hitabından ibarettir" şeklinde yapılan tanım Musavvibe'nin en önemli aklî delillerinden birisidir. Bu delil "el-Mustasfâ"da şu şekilde izah edilmektedir:1027 "Zanniyyâtta (hükmü kesin olmayan ictihadî meselelerde) şer‘î bir hüküm1028 yoktur. Çünkü hüküm Yüce Şâri‘in ef‘âl-i mükellefînle ilgili hitâbıdır.1029 Şâri‘in hitabı ise iki yolla bilinebilir. Birisi sarâhaten Şâri‘den işitilmiş olmak (mesmû‘), diğeri kesin bir delil ile bilinmek (medlûl). Mesmû‘ olması için kat‘î bir nas gerekir. Medlûl olması için ise Rasûlullah'tan kesin olarak geldiği bilinen bir fiil ya da takrîr gerekir. Bir meselede mesmû‘ ya da medlûl bir hitap bulunur da müctehid ona vakıf olmuş ise şer‘î hüküm mevcut demektir. Bundan sonra müctehid o meselede hata ederse özrü kalmayıp günahkâr olur. Aynı şekilde bir hitap bulunur da müctehid kendi ihmalinden dolayı yani ictihadın şartlarından olan, nassı araştırma görevini ifa etmemesi sebebiyle bu hitaba ulaşmaz ise yine günah kazanır. Fakat râvînin rivayet etmemesi ya da çok uzak bir mevkide bulunması gibi kendi kusurundan kaynaklanmayan haricî bir sebepten dolayı hitaba ulaşamaz ise günahkâr olmaz. Bu durumda mezkûr hitaba muttali olan müctehid hakkında hükm-ü şer‘î vardır, muttali olmayan hakkında yoktur. Diğer taraftan bir meselede mesmû‘ ya da medlûl hitab-ı Şâri‘ yok ise o mesele hakkında şer‘î bir hüküm de yok demektir. Hal böyle iken 'ictihadî konularda zannî deliller vardır' itirazı yapılabilir. Lakin zannî deliller bizzat delil değildir; emâre ve karineler türünden bir şeydir; zan ifade ederler, ilim ifade etmezler. Zan, nefsin bir şeye meyletmesidir ki bu da her zaman değişebilen bir durumdur. İlim ise asla değişen bir yargı taşımaz. Bu sebeple zannî deliller insanı gerçeğe ulaştıran, yakinî bir ilim sağlayan deliller olamazlar. Delil kelimesi ancak gerçek ve değişmez bilgiyi netice veren deliller için kullanılır, zannî emareler için delil teriminin kullanılması mecazîdir. Bu türden zannî delillerin hükmü kişi ve şartlara göre değişebilir. Bir kişiye göre zan ifade eden zannî bir delil başka bir kişi için hiçbir değeri yoktur. Hatta aynı şahıs üzerinde bile zan ifade eden bir şey başka bir zaman diliminde etmeyebilir. Bu konuda şartların, duyguların, karakterin, algıların ve bunlardan ortaya çıkan kalbî ve fikrî eğilimlerin etkisi çok büyüktür. Sayılan bu faktörler kendilerine uygun düşen zanları ortaya çıkarır. Örneğin mizacı sert, sinirli bir kişi, içeriğinde şiddet ve intikam manaları 1027 Bu delil Seyyid Bey'in eserinden sadeleştirilerek alıntı yapılmıştır. Seyyid Bey, Medhal, 190-192. Ebu Süleymân, Muhattıe ve Musavvibe arasındaki görüş ayrılığının esas sebebinin "Hükmün Allah katındaki anlamı" olduğu görüşündedir. Ebu Süleymân, el-Fikru'l-usûlî, s.356. 1029 Gazzâlî, hüküm ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Hüküm Şâri‘in hitabından ibarettir; fiilin sıfatı değildir. Güzellik ve çirkinlik vasıflarıyla nitelenemez, onu bulmada aklın tesiri de yoktur. Ayrıca şer‘î bir nas varid olmadan hükümden bahsedilemez." Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/8. "Bize göre hüküm hitab-ı Şârî‘den ibarettir." Gazzâlî, a.e., I/55. 1028 191 taşıyan her şeye meyleder, buna karşın karakteri mülâyim, merhametli bir kalp taşıyan diğer bir kişi ise müsâmaha, şefkat ifadeleri taşıyan delillere yönelir. Aynı şekilde fıkıh ilmiyle uğraşan bir kişi için zannî bilgi kaynağı olan bir delil, kelâm ilmiyle uğraşan başka birisi için aynı vasfı taşımayabilir. Bu kadar değişken özelliklere sahip ve delaleti kişi ve şartlardan etkilenen bir delil bilginin gerçek kaynağı olamaz. İşte zannî delillerin mahiyeti budur. Bu konudaki yanlış düşüncelerin (ictihadda hata olabileceği düşüncesi) başlıca sebebi ikidir. Birisi yukarıda zikri geçen emarelerin hakikî delil zannedilmesi, diğeri ise şer‘î hükümlerin a‘yânın (eşyanın) sıfatı zannedilmesidir. Bu iki anlayış da yanlıştır. Birinci yanlış, emarelere mecazen delil denilmesinden, ikincisi ise helal ve haram terimlerinin yine mecaz yoluyla eşya için kullanılmasından doğmuştur. Bazı kişiler hüsün ve kubhu eşyanın ve insan fiillerinin zatî özelliği zannettikleri gibi, bazıları naslarda geçen eşyanın helallik ve haramlık ifadelerinden yola çıkarak ahkâm-ı şer‘iyyeyi varlıkların zatî sıfatları olduğu anlayışına kapıldılar. Naslarda geçen bu tür ifadelerin mecazî olduğu akıllarına gelmedi. Kur'ân ve hadîslerdeki helallik, haramlık vs. kullanımlar hakikî bir kullanım değildir. Çünkü ahkâm-ı şer‘iyye, beşerî fiillerle ilgili hitâb-ı Şâri‘ olduğu için fiillerin sıfatıdır, varlıkların değil..."1030 Görüldüğü üzere bu ifadelerin neticesinde tasvîb görüşüne ulaşan Gazzâlî'nin çıkış noktası, gerçek anlamda istidlal için delilin kat‘î olması gerektiği, kat‘î delil olmayan bir konuda hüküm talebinin muhâl bir teklif olduğudur.1031 Seyyid Bey Musavvibe'nin en kuvvetli delilinin bu olduğu kanaatini taşımakta ve Gazzâlî'nin ileri sürdüğü bu delil hakkında şu cümleleri kaydetmektedir: "Musavvibe'nin her deliline Muhattıe tarafından ayrı ayrı cevap verildiği halde gariptir ki, elde bulunan en meşhur ve en mufassal usûl kitaplarında İmam Gazzâlî'nin bu deliline karşı ihtiyâr-ı sükût olunuyor. Cevap şöyle dursun, delilin kendisi bile nakil edilmiyor. Sanki müteahhirûn erbâb-ı telif, müşârun ileyhin eser-i mezkûrunu yani "Mustasfâ"yı görmemişler veyahut onun ictihad bahsini okumamışlar, hatta zikrolunan delili diğer Musavvibe'den işitmemişler! İhtimal ki bazıları Mustasfâ'yı hakikaten görmemiş ve okumamıştır. Lakin Usûl-ü Pezdevî şerhi 'Keşfu'l-esrâr' müellifi (Abdülazîz el-Buhârî) hem görmüş, hem okumuş, hem de onun ictihad bahsine ait bir çok mesâilini kendi kitabında dercetmiş ve onları Mustasfâ'dan iktibas ile diğerini de sarâhaten zikreylemiştir. Hal böyle iken sâhib-u Keşf, Musavvibe'nin diğer delillerini birer birer zikrederek cümlesine ayrı ayrı cevap 1030 1031 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375-378. Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.197. 192 veriyor da Gazzâlî'nin uzun uzadıya bast ve beyân eylediği bu delil hakkında güya hiç görmemiş ve işitmemiş gibi harf-i vâhid söylemiyor!! "1032 Seyyid Bey'in, usulcülerin Gazzâlî'nin eserinde ictihad ile ilgili bölümü okumamış gibi tek bir harfle de olsa ona cevap vermedikleri şeklindeki iddiası hilaf-ı hakikattir. Örneğin yukarıda sunulan delille ilgili olarak İbn Rüşd (v.595/1198) şöyle demektedir: "Şer‘î hükümlerin kaynağının hitab olduğunu söylemiştik. Hitabın bir kısmı sigasıyla, diğer bir kısmı da mefhûmuyla hükmü ortaya koyar. Kıyas denilen şey de bu ikinci kısma girer. Her iki kısım da amel etmenin zorunluluğu açısından nas ve zâhir diye ikiye ayrılır. Böyle olunca her müctehidin musîb olması düşünülemez. Çünkü hükümlere ulaşmanın yolu sözünü ettiğimiz hitabtır. Hitabın da saydığımız lafız (siga/mantûk) ve karîne (mefhum) şeklindeki bütün türlerinde ve hitab vasıtasıyla ulaşılan her şeyde bu hitabla ilgili muayyen bir hükmü vardır. Buna karşın hitabı içermeyen veya bir karinenin delâlet etmediği her şey de beraat-i asliyye kuralı üzere affedilmiş (iradî kanun boşluğu) olan konulardır. Bu da dindeki mübâhın bir kısmıdır."1033 Gazzâlî'nin "Fıkhî meselelerdeki zannî deliller bizatihi delil olmayıp kişiden kişiye değişen göreli emârelerdir." nitelemesi tenkit edilmiş; "Eğer fıkhî konularda delil olmasaydı müctehid ile âmmî eşit olur ve delilin yokluğu sebebiyle müctehidle aynı konuma çıkarak zan ile hüküm vermesi caiz olurdu." denilmiştir.1034 Bazı tabiatların bu delilleri kavrayamaması ise bu delilleri delil olmaktan çıkarmaz, nasıl ki aklî konularla ilgili kat‘î birçok delilde insanlar ihtilaf etmektedir, fakat bu deliller delil olmaktan çıkmamaktadır.1035 * Musavvibe'nin bir diğer gerekçesi müteşâbih âyetlerin ve ictihada olanak veren zannî delillerin varlığıdır. Şâri‘ Teâlâ, müteşâbih âyetler ve ictihada mahal olan zannî deliller gibi ihtilafı zorunlu olarak doğuran naslar indirdiğine göre insanların arasında ortaya çıkan ihtilafı baştan kabul etmiş ve bu şekilde ihtilafın dinde hüccet olduğunu ikrar etmiştir.1036 Şâtıbî'nin (v.790/1388) bu delile cevabı şöyledir: 1. Yüce Allah'ın müteşâbihatı indirmesi ibtilâ (imtihan) içindir, ihtilaf için değildir.1037 1032 Seyyid Bey, Medhal, s.192-193. İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.139. 1034 İbn Kudâme, er-Ravda, s.422. 1035 İbn Kudâme, a.e., s.422. 1036 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/65-66. 1033 193 2. Şâri‘in iki türlü vaz‘ı (kanunu) vardır; kaderî ve şer‘î. Müteşâbihatın indirilmesi şer‘î değil kaderîdir. 3. Müteşâbihlerde ihtilaf edilmesi bu konularda doğrunun birden fazla olması anlamına gelmez; bu tür konularda musîb olanlar derin bilgi sahipleri (râsihûn), muhtî olanlar ise doğru yoldan sapanlardır (zâiğûn).1038 Sorunun ikinci şıkkı olan ictihada mahal olan zannî delillerin indirmesine cevap olarak Şâtıbî şunları söyler: Yukarıda müteşâbihât ile ilgili söylenenler burada da tekrar edilebilir. Buna ilaveten delillerde ortaya çıkan ihtilaflar ve farklı görüşler ibâhaya hüccet değildir. Bu deliller dînin maksadına ulaşmak için harcanan çabanın icra edildiği sahadır.1039 * Musavvibe'nin aklî delilleri arasında sahâbe icmâsı da bulunmaktadır. Sahâbe birçok konuda birbiriyle ihtilaf ettikleri halde birbirlerini iftâdan men etmediler, hatta ictihadda muhalifi oldukları kişileri resmî görevlere memur olarak atadılar, farklı görüşlere saygı gösterdiler, birbirlerine olan muhalefetlerini hoşgörüp birbirlerini inkâr etmediler ve kınamadılar.1040 Sahâbe, hukukî bir olayın çözümü hakkında birbirleriyle istişare ederler, insanları sordukları sorulara cevap bulmak için birbilerine yönlendirirlerdi.1041 Eğer birbirlerini tasvîb etmemiş olsalardı birbirlerine bu derece hürmette bulunmaz, diğer görüşleri mutlaka reddeder ve teberrî ederlerdi.1042 Muhattıe'nin buna cevabı ise; "Müctehid Allah katındaki hükme kesin olarak ulaşamadığı zaman ictihadı sonucu ulaştığı hüküm, Allah'ın o müctehidi yükümlü tuttuğu hüküm haline gelir." şeklinde olmuştur. Her müctehid kendi zann-ı gâlibiyle verdiği hükümle amel etmek zorundadır. Sahâbîler Allah'ın hükmünün aralarındaki farklı ictihadî çözümlemelerden hangisinde olduğu kesin olarak bilinmediği için birbirlerini farklı düşüncelerinden ötürü kınamadılar. Diğer bir ifadeyle kınamamaları doğrunun ictihadî görüşler arasında tek birisinde olmadığına inanmaları sebebiyle değil, doğrunun bu 1037 Şâtıbî bazı delillerin imtihan için indirildiğine "Allah mahvolan, apaçık belgeden (beyyine) ötürü mahvolsun, yaşayan da apaçık belgeden ötürü yaşasın diye olacak işi yaptı"(Enfâl 8/42) âyetini delil getirmektedir. Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/67. 1038 Şâtıbî, a.e., IV/67-68. 1039 Şâtıbî, a.e., IV/68-69. 1040 Basrî, el-Mu‘temed, II/391; Tûsî, ez-Zerî‘a, II/275; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.632; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1066; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.53; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/310; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.705; Âmidî, el-İhkâm, II/421; Ermevî, et-Tahsîl, II/293; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3850-51; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.280; Sübkî, el-İbhâc, III/263. Örneğin Hz. Alî kendisine birçok konuda aykırı düşen Abdullah b. İbn Abbâs ve Kadı Şurayh'ı devlet görevlerinde istihdam etmiştir. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/429. 1041 Zencânî, Tahrîcu'l-furû‘ ale'l-usûl, s.80; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/379. 1042 Basrî, el-Mu‘temed, II/386. 194 ictihadlardan hangisinde olduğunu bilmemeleri sebebiyledir.1043 Nitekim muhalif görüş sahibi olan karşısındaki kişinin görüşü kendisinin görüşü gibi bir görüştür.1044 Ayrıca sahâbenin birbirini tahtıe etmedikleri iddiası da doğru değildir. Sahâbe tahtıesine dair deliller bunun aksini göstermektedir.1045 Ayrıca sahâbeden hiçbirisinin, ictihadı ile ulaştığı hüküm konusunda diğerine "Bu görüşünde isabet ettin." dediğini bilmiyoruz.1046 Tasvîblerini ima eden sözler ise kıraat farkı1047, savaş stratejisi ve sırf aklın kaynaklık ettiği konular hakkındadır. Birbirlerine duydukları saygıya gelince, ictihadda yapılan hatanın affedileceği ya da küçük günah olduğuna inandıkları içindir.1048 Fer‘î hükümlerde deliller birbirine yakın, zannî ve benzer olduğu gibi bazen gizli de kalabilmektedir. Bu yüzden ashâb-ı kirâm ictihadî görüş ayrılıklarında birbiriyle savaştıkları vaki değildir.1049 İctihadî konularda doğrunun hangi görüşte bulunduğu kesin olarak bilinmediği için muhalifinin hatalı olduğuna kesin olarak hükmedemiyorlardı.1050 Üsmendî'ye (v.552/1157) göre de Musavvibe'ye ait "sahâbîler ictihadî konularda birbirini inkâr etmediler (reddetmediler)." sözündeki inkârdan kastedilen teberrî ve yerme ise bunun vukua gelmemesinin sebebi bu konuların mağfûr olmasıdır. İnkâr ile kastedilen tahtıe ve münâzara ise bu zaten vaki olmuştur.1051 Kaldı ki her kusurdan dolayı teberrî edilmesi gerekmez. Örneğin küçük günah işleyen bir müminden teberri edilmez, edilmemesi de küçük günahın doğru olduğunu göstermez.1052 Sahâbenin bazı ictihadî konularında kendilerine muhalif olan kişileri resmi görevle yargı makamlarına atamasına gelince, kendisine görev tevdi edilen bu kişiler muhalifi olduğu özel bir görüş için değil her konuya şamil bir yargı görevi için ve ictihadı bilen, bu ictihadın gereğini yerine getiren bir âlim olması sebebiyle atanmışlardır.1053 1043 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/325; Âmidî, el-İhkâm, II/423; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/385051; İbn Sâ‘atî, Nihâyetü'l-vusûl, s.280. 1044 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.633. 1045 İbn Hazm, el-İhkâm, II/68; Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/429; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/379-380; Ermevî, etTahsîl, II/294. Bkz. Akval-i selef. 1046 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.706; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/533. 1047 Kurrânın ihtilafının (mütevâtir kıraatlerin farklı okuyuş şekilleri) hepsi hak ve doğrudur; hepsi Allah katından indirilmiş Onun kelâmıdır. Fıkıh bilginlerinin ihtilafı ise ictihâdî olup, ihtilaf eden farklı görüşlerden yalnızca birisi (nefsü'l-emirde, gerçekte) haktır. Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/335; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/552-552. 1048 Basrî, el-Mu‘temed, II/385, 391; Şîrâzî, et-Tebsıra, s.505; Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/315-316; Kelvezânî, a.y. 1049 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1063-1064; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/380. 1050 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/430. 1051 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.706. 1052 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1063. 1053 Şîrâzî, a.e., II/1067. 195 * Tasvîb görüşünü savunanlarca muayyen bir hükmün bulunduğunu kabul etmek hata eden müctehidi küfür ve günah ile itham etmeyi gerektirir. Musavvibe'ye göre nefsü'l-emirde muayyen bir hükmün olduğunu kabul edersek iki ihtimal karşımıza çıkar: Bu hükme bir delil vardır ya da yoktur. Eğer bu hükme delil bulunduğunu varsayarsak bu delilin ortaya koyduğu hükmün gereğine aykırı ictihad eden müctehid Allah'ın indirdiği şeyin dışında bir hükme varmış olur ki “Kim Allah'ın indirdiğiyle 1054 hüküm vermezse kâfirlerin ta kendisidir.” 1055 ta kendisidir.” “Kim Allah'ın indirdiğiyle hüküm vermezse fasıkların âyetleri gereği bu müctehidi küfür ve fısk ile itham etmemiz lazım gelir. Eğer muayyen hükme bir delilin olmadığını iddia edersek o zaman da bu hükmü aramaya yönelik olan emir teklîf-i mâlâyutâk olur. Diğer bir deyişle hakkında delil olmayan şeyin aranmasına dair yapılan istek insanın yerine getirmekten aciz kalacağı bir istektir. Bu her iki önerme de yanlış olduğuna göre nefsü'l-emirde muayyen bir hükmün bulunduğu sonucu da yanlış olacaktır.1056 Muhattıe bu delile birkaç maddede cevap vermektedir: a. Ahkâma müteallik delillerin kapalılığı ve zannîliği sebebiyle bu delillere ittibanın zorluğu bu deliller karşısında farklı yorumlar getirenleri tekfîr etmekten alıkor. Bu noktada fıkhî konularla ilgili deliller inanç konularına dair deliller gibi değerlendirilemez.1057 b. Usûl delillerinin Allah'ın zatı ve sıfatlarıyle ilgili olması ve sınırlı sayıda olması sebebiyle bu delilleri araştırma ve hakkında görüş bildirmeye dair Allah (c.c.) tarafından yapılan emirler ağır şartlar taşımakta ve fıkhî konulardan farklı bir muameleye tabi tutulmaktadır. Birçok furû delili hakkında net bir yargıya varılamaması sebebiyle muhtî olan müctehidin tefsîk ve tadlîl edilmemesi noktasında durum hafifletilmiştir ki müctehid ortaya çıkan yeni olaylar karşısında ictihad etmekten çekinmesin ve yoğun bir inceleme sonucu belli bir hükme ulaşsın. c. Bir mesele hakkında nas mevcut olup müctehidin de onu arayıp bulamaması, sonra da kıyas/ictihad yoluyla nassa aykırı bir hükümde bulunabilmesi akıldan uzak tutulmaması gereken bir ihtimaldir. Bu durumda müctehid ne tekfir ne de tadlil edilebilir.1058 1054 Mâide 5/44 Mâide 5/47. 1056 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/430; Râzî, el-Mahsûl, II/511; Âmidî, el-İhkâm, II/421; Ermevî, et-Tahsîl, II/293; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3851-52; Sübkî, el-İbhâc, III/262-263. Bu delil için ayrıca bkz. Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1064; a.mlf., et-Tebsıra, s.506; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/332; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/381. Bu delil, her ne kadar ayetlerden yola çıkarak öne sürülse de bazı usulcüler tarafından aklî delil olarak zikredilmiştir. 1057 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/431; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/382; Râzî, el-Mahsûl, II/516. 1058 Safiyyuddîn el-Hindî, a.e., VIII/3853. 1055 196 d. Şâri‘ muhtî müctehidin mağfûr ve mecûr olacağını vaat etmiştir.1059 e. Müctehid delillerle ortaya konulmuş hükmü ararken delillere ya da doğru hükme ulaşamayıp, başka bir hükmün doğruluğuna güçlü bir kanaat beslemesi durumunda müctehid artık o zan ile amel etmekle memûr ve mükelleftir. Öyleyse denilebilir ki "Müctehid Allah'ın indirdiğiyle hüküm vermektedir."1060 * Musavvibe'nin en çok başvurduğu bir diğer aklî delil müctehidin hata yaptığının kabul edilmesi durumunda ictihadda "affedilen bir mertebenin (mağfûr mertebe)" bulunma zorunluluğudur. Müctehid eğer muhtî olsaydı, muhtî müctehidin mağfur olacağına (bağışlanacağına, hatasının affedileceği) dair iddia da anlamsız olurdu. Muhtî müctehidin mağfûr olduğu kesin olduğuna göre müctehidin muhtî olması imkân haricindedir. Bu önerme ve sonucu açıklamak gerekirse; muhtî müctehidin affedileceği inancı bu müctehidin Allah'ın kendisine emrettiği bir şeyi terk etmemiş olmasını gerektirir. Allah'ın kendisine emrettiği şeyin ictihad/nazar olduğunu kabul edersek bu ictihadın/nazarın hangi mertebesinin affedileceği hangi mertebesinin affedilmeyeceği şeklinde kategorik bir ayrımın yapılması imkânsızdır. Diğer bir ifadeyle düşünme mertebelerinden birini sınır olarak tespit etmek ve bu sınıra göre muhtî müctehidin mağfûr olup olmadığına karar vermek imkânsızdır. Böyle bir mertebe bilinse ve tespit edilse bile müctehidin bu mertebeye kadar ictihad edip ötesini terketmesi hataya ve masiyete teşvik anlamı taşır. Zira bu mertebeden daha sonraki mertebelerde fikir yürütmemesi sebebiyle hataya düşmesi hatayı meşrûlaştırmış olur. İctihadda düşünsel faaliyetin mağfûr olan mertebesinin bilinemeyip bütün mertebelerde müctehidin mağfur olduğunu söylersek bu sefer de sahâbî döneminden günümüze kadar gelen “müctehidin nazarda (düşünme, inceleme, araştırma) kusur göstermediği sürece mağfur olacağı, diğer bir ifadeyle ictihadda şart koşulan aklî çabada herhangi bir ihmal göstermemesi şartıyla mağfûr olacağı” şeklindeki yerleşik kuralla çatışmış oluruz. Netice olarak mağfûr mertebenin bilinememesi ve her ictihad mertebesinin affedileceğinin icmâya aykırı düşmesi muhtî müctehidin mağfûr olması iddiasını çürütmekte ve “Müctehid hiçbir şekilde muhtî değildir.” sonucunu doğurmaktadır.1061 1059 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1064-1065. Râzî, el-Mahsûl, II/519; Âmidî, el-İhkâm, II/424; Ermevî, et-Tahsîl, II/295; Sübkî, el-İbhâc, III/263; İsnevî, Nihâyetü's-sûl, III/401. 1061 Basrî, el-Mu‘temed, II/382, 391-393; Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/423; Râzî, el-Mahsûl, II/517-518; Âmidî, el-İhkâm, II/422; Ermevî, et-Tahsîl, II/295; Safiyyuddîn el-Hindî, Nihâyetü'l-vusûl, VIII/3859-60. Sem‘ânî, Ebu Zeyd ed-Debûsî'nin "Müctehid zann-ı gâlibiyle, aynı zamanda doğru ile fetva vermekle yükümlüdür. Eğer doğruya isabet etmeyecek olsaydı zann-ı galibiyle fetva vermekle sorumlu tutulmazdı. Çünkü 1060 197 Mağfûr olan ictihad/nazar mertebesinin böyle olmayandan ayrılabileceği görüşünde olan Muhattıe bu mertebenin iddia edildiği gizli olmadığını düşünmektedir. O mertebe de müctehidin daha fazla düşünecek ve araştıracak kudretinin kalmadığına zann-ı gâlible ulaştığı mertebedir. Bu mertebeye ulaşıp da daha ötesine gidememesi hataya teşvik anlamı da içermez. Çünkü müctehidin gücü ancak buna yetmiştir; daha fazlasıyla mükellef değildir; dolayısıyla hata da etse bu hatası bağışlanır ve mazûrdur.1062 Kaldı ki araştırmaya kudretinin kalmadığı bu mertebe müctehid için gizli ve meçhul değildir, çünkü insan açlık ve susuzluğu hissettiği gibi bir şeyden aciz kaldığını da hissedebilir.1063 Müctehide göre değişen izafî bir nazar (düşünme, inceleme, araştırma) mertebesi değil de sabit bir mertebenin varlığını kabul etsek bile bu mertebenin müctehid tarafından bilinememesi yine müctehidin mağfûr olmasını gerektirir.1064 * Salt Musavvibe'nin diğer bir aklî deliline göre; ictihad ehliyetine sahip olmayan bir kişinin müctehidlerden istediğini taklid edebilmesi bu müctehidlerden hepsinin doğruluğunu gösterir.1065 Bu iddiaya şu cevap verilmiştir: Taklidin caiz olması müctehidlerin dayandıkları delillerin zannî olması sebebiyledir, hepsinin musîb olması sebebiyle değildir. Hakkında kat‘î delilin olduğu bir konuda ise taklid asla caiz değildir.1066 Diğer taraftan mukallidin istediği âlimi taklid edebilmesinin cevaziyeti müctehidlerin dayanaklarından hangisinin daha kuvvetli ve tercihe şayan olduğunu bilecek bilgi birikiminden yoksun olması sebebiyledir.1067 * Şâri‘ Teâlâ'nın ictihadın gereğiyle amel etmeyi emretmesi bütün ictihadî çözümlemelerin doğruluğuna işarettir. Neticesi hata olan bir ictihad, bir emrin gereği olarak ifa edildiğine göre bu ictihadın sahibi, yani emrin gereğini yerine getiren kişi muhtî olamaz. Hatanın kendisi de emredilen şey (memûrun bih) olmadığına göre bir hatanın sevap kazandırması imkânsızdır.1068 Allah müctehidi gücü yetmeyen bir şeyle mükellef tutmaz. Dolayısıyla bütün müctehidler hakka isabet etmiştir, hak da bir değil, pek çoktur" şeklinde getirdiği delilin yukarıda zikredilen delil ile benzer anlamlar taşıdığı kanaatindedir. Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/311. 1062 Râzî, a.e., II/520; Âmidî, el-İhkâm, II/424. 1063 Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4078. 1064 Basrî, a.e., II/382-383. Ayrıca bkz. Sem‘ânî, a.e., II/320. 1065 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/430; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/334; Âmidî, el-İhkâm, IV/422. 1066 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/334. 1067 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.507; Âmidî, el-İhkâm, IV/423. 1068 Cessâs, el-Fusûl, IV/335. 198 Müslümanlar müctehidin zann-ı gâlibiyle ulaştığı hükümle amel etmesi gerekliliği konusunda icmâ etmiştir. Bu durumda bir şeyin Allah katında yasaklanması ile aynı şeyin müctehidin zannı ve amelde yükümlülük açısından emredilmesi arasında bir çelişki vardır. Yani bu durumda bir şey aynı anda hem "menhî anh" hem de "memûr bih" olacaktır.1069 Tahtıe taraftarları buna şu şekilde karşılık vermektedir: Müctehid ictihad ederek gerçekleştirdiği fiiliyle musîbtir, bu fiilinde eksik bıraktığı yönüyle muhtîdir. Fiiliyle mecûr, eksik bıraktığı miktar üzerinde mağfûr kabul edilir.1070 Bu durum, hata eden müctehidin Allah katında mecûr olmasına benzemektedir. Allah katında hatalı olduğu halde sevap kazanmaktadır ki ""Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir 1071 ecir vardır." hadîsi bunu açıkça ifade etmektedir. Diğer açıdan bakıldığında ise bu durum Yüce Allah'ın kullarına lütfunu ve keremini göstermektedir. * Anlamca yukarıdaki delile yakın "Müctehidin başka bir müctehidi taklid etmesinin caiz olmayışı" tasvîbu'l-müctehidîne delil olarak ileri sürülmektedir. Müctehid ictihadı neticesinde ulaştığı hükmü tatbik etmek zorunda ise ve kendi zannını bırakarak başka bir müctehidin görüşünü kabullenmesi yasaklandığına göre ve başka bir müctehidi taklid etmesi hali dînen kınanan bir durum olduğuna göre bütün müctehidlerin getirdiği furû çözümlemeleri doğrudur.1072 Musavvibe'nin tahtıe taraftarlarına karşı öne sürdüğü bu delil aslında kendi aleyhlerine olan bir delildir. Çünkü bir müctehid belli bir görüşü benimsedikten sonra artık ona aykırı olan diğer ictihadî görüşlerin doğru olduğunu düşünemez. Başka müctehidi taklid etmemesi bu farklı ictihadî sonuçlar içinde bir tek doğrunun bulunduğunun göstergesidir. Eğer hepsinin musîb olduğu farzedilirse bir müctehidin kendi ictihadını bir tarafa iterek başka müctehidlerin farklı görüşlerine tâbi olması meşru sayılırdı.1073 İctihad şartlarını kendisinde toplamak suretiyle ictihad derecesine ulaşan kimsenin, ictihadın caiz olduğu konular çerçevesinde bir mesele ile karşılaştığında, kitap ve sünnet gibi şer‘î delilleri incelemesi gerekir. Söz konusu mesele hakkında ictihad edip bir hükme vardıktan sonra artık bu kanaatine göre amel etmesi zorunludur. O meselede kendisine muhalif görüşe sahip bir müctehidi taklid etmez. Zira müctehidin ictihad ederek ulaştığı sonuç, 1069 Cüveynî, Kitâbu'l-İctihâd, s.48-49. Basrî, el-Mu‘temed, II/382. 1071 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. 1072 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/325; Râzî, el-Mahsûl, II/512. 1073 Sem‘ânî, a.e., II/325. 1070 199 kendisinin zann-ı gâlibine göre, Allah'ın o meseledeki hükmüdür. O halde müctehidin, Allah'ın hükmü olduğuna kanaat getirdiği bu sonuca uyması zarurîdir; başkasının farklı görüşüne bakarak kendi görüşünü terk edemez. Bu noktada âlimler görüş birliği etmiştir. Zira başkasının görüşü de zanna dayanmakta olup, bir kişinin kendi zannını bırakıp başkasının zannına göre hareket etmesi aklen ve dinen uygun değildir.1074 * Musavvibe'nin "Doğru tek olsaydı yargı kararında hatalı olan hâkimin hükmü bozulurdu. Doğru olan görüşün aksine hükmeden muhtî hâkimin yargısının bozulamayacağını söylemeniz ortada muayyen bir doğrunun olmadığını ve verilen ictihadi hükümlerin hepsinin doğruluğunu göstermektedir." 1075 tarzında ortaya attığı gerekçeye ise Muhattıe'nin cevabı şöyle olmuştur: Furûatta doğrunun delili gizlidir ve deliller birbirine mütekabildir. Eğer yargıyı bozma caiz olsaydı her hâkim yekdiğerinin yargısını bozar, hiçbir hüküm nihai sonuca bağlanamaz, adalet mekanizmaları istikrar ve güven kazanamazdı.1076 Yargı kararının bozulamamasının diğer sebebi ise ictihadda doğru hükmün yanlıştan kesin olarak ayırt edilemeyişidir.1077 Yukarıda iddia edildiği gibi yargı kararlarının bozulamaması hepsinin doğru olduğundan ileri gelmemektedir. Diğer taraftan bu durum cuma namazı vaktinde yapılan alışveriş akdinin haram olmasına rağmen bu akdin bozulamaması, kazaen geçerli olması durumuna benzemektedir. böyle bir alışverişin hukuken nâfiz olması, bu akdin helal ve caiz olduğunu göstermez.1078 Hukuk muhakeme usulündeki bir kural gereği "İctihad ile ictihad nakzolunmaz."1079 Bu durum "Kanunların mâkable şumûlü yoktur." şeklindeki hukuk prensibinin bir tezahürüdür.1080 Hz. Ömer aynı hadisede iki farklı hükümde bulunmuş, önceki verdiği yargı kararını bozmamıştır.1081 Fakat burada bir ictihadın diğer ictihadı bozmaması her ikisinin de doğru olduğu önkabulünden dolayı değil, hukukun istikrar kazanması 1074 Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, s.418-419. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/430; Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.634; Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1065; Sem‘ânî, a.e., II/311; Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.705; Âmidî, el-İhkâm, II/422. Hatalı müctehidin verdiği hükmün bozulamayacağı konusunda İslam alimleri görüş birliği etmiştir. Bu hususta farklı görüş bildirip muhtî müctehidin hükmünün bozulabileceğini söyleyen tek kişinin Ebu Bekr el-Esam olduğu bilinmektedir. Bkz. Râzî, el-Mahsûl, II/504. "Hâkimin yargısı kat‘î bir delile aykırı düşmedikçe bozulamaz. Çünkü ictihad neticesinde ortaya çıkan hüküm, hâkimin yargısıyla birleşince sabitleşir. Diğer bir deyişle ictihad yargı ile birleşince artık bozulamaz." Râzî, a.e., II/523-524. 1076 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/432; Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve'l-mütefakkih, II/126-127; İbn Akîl, elVâdıh, V/383; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/551. 1077 Âmidî, el-İhkâm, II/423. 1078 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1065; a.mlf., et-Tebsıra, s.506. 1079 Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, md. 16; Ali Haydar Efendi, Düreru'l-hükkâm, I/68-69. 1080 Fahreddin Atar, İslam Adliye Teşkilatı, s.115-116. 1081 Mâverdî, el-Ahkâmu's-sultâniyye, s.135. 1075 200 içindir.1082 İctihadî bir hükmün yanlış olduğundan ötürü başka bir ictihadî bir hükümle bozulabilmesinin hukukî bir norm haline gelmesi yargıda anarşiye, istikrarsızlığa ve mahkemelerin verdiği hükümlere karşı güvensizlik duyulmasına yol açar.1083 * Tasvîb görüşünü benimseyenlerce Namazda başka mezhebe iktidâ etmenin caiz oluşu bütün mezheplerin/ictihadlar manzumesinin doğru olduğuna delildir. Cemaatla kılınan namazlarda her bir mezhep mensubunun başka mezhepten olan imamın arkasında namaza durabilmesi (iktidâ) mezheplerin namaz hakkında verdikleri farklı hükümlerin hepsinin musîb olduğunu gösterir.1084 Bu soruya cevap ararken furûda muhalif (farklı mezhebe mensup) bir kişinin imametinde şu üç durumdan birisinin söz konusu olduğunu hatırlamak gerekir:1085 a. İmam eğer namazın rükün ve şartları üzerinde mezhepler arasında görüş farklılığını dikkate alarak memûmun (imama tabi olan) inandığı rükün ve şartlardan hiçbirisini terk etmemeye özen gösteriyorsa böyle bir imamın arkasında cemaatle namaz kılmanın caizliği hakkında dört mezhep ittifak etmiştir.1086 b. Memûmun rükün ve şart olduğuna inandığı fakat imamın inanmadığı bir fiili imamın terk etmesi hali (Hanımına el ile temas eden Hanefî bir imamın arkasında bir Şâfiînin namaz kılması gibi). Bu durumla ilgili olarak âlimler iki farklı kanaat taşımaktadır. Mâlikîler, Kaffâl'in de içinde bulunduğu bir grup Şâfiî âlim, Hanbelî mezhebinin sahîh görüşü, İbn Kudâme, İbn Teymiyye böyle bir namazın sahîh olduğu kanaatindedir.1087 Hanefîler, Şâfiîlerin çoğunluğu ve İbn Akîl ise sahîh olmadığı görüşündedir.1088 c. Memûmun değil de imamın kendisinin rükün, şart ya da vâcib olduğuna inandığı bir fiili terk etmesi hali. (Deve etinin abdesti bozduğuna inanan bir imamın deve eti yedikten sonra böyle bir inanç taşımayan bir memuma namaz kıldırması gibi.) Hanefîlerin 1082 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/324. Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, s.420. 1084 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/370; Âmidî, el-İhkâm, II/418; Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/466. Gazzâlî ve Âmidî bu delili "bir mezhep mensubu diğer mezhebe mensup bir imamın arkasında namaza duramadığına göre mezheplerin bütün görüşleri doğru olamaz, aralarında doğru tek birisindedir" şeklinde tersinden yürüterek muhattıe adına delil olarak öne sürmekte ve cevaplandırmakta ise de aslında bu delilin yukarıda zikredilen şekliyle Musavvibe lehine olması daha uygundur. 1085 Abdulmuhsin b. Muhammed el-Münîf, Ahkâmu'l-imâm ve'l-itimâm, s.95-102. Ayrıca bkz. Abdulğanî enNablûsî, Hülâsatü't-tahkîk, s.135-138; Muhammed b. Abdilazîm, el-Kavlü's-sedîd, s.126-128. 1086 Bkz. Nevevî, el-Mecmû‘, IV/164; Behûtî, Keşşâfu'l-kınâ‘, I/21; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I/563. 1087 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/417; Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, II/347; İbn Kudâme, el-Muğnî, II/191; İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXIII/376; Huraşî, Şerhu muhtasari Sîdî Halîl, II/31. Ahmed b. Hanbel "Kanın abdesti bozduğuna inanan kişi Said b. Müseyyeb ve Mâlik'in arkasında namaz kılmayacak mı?" diyerek mezhep farklılığının iktidaya engel olduğunu söyleyenlere karşı şaşkınlığını dile getimiştir. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/418. 1088 Râfi‘î, eş-Şerhu'l-kebîr, I/402; Nevevî, Ravdatü't-tâlibîn, II/347; İbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, I/382. 1083 201 bazıları, Kaffâl ve Hanbelîlerin çoğunluğu memûmun bu namazının sahîh olmayacağını söylediler. Şâfiî ve Hanefîlerin çoğunluğu ise aksi görüştedir.1089 Şu kadar var ki, ikinci şıkta tercihe şâyân olan "furûda muhalif imamın arkasında namaz kılmanın caiz olacağı" tarzındaki Mâlikî, Hanbelî ve bir kısım Şâfiîlerin temsil ettiği görüşün kabullenilmesi Musavvibe'yi haklı çıkaran bir durum değildir. Çünkü ikinci halde namazın sahih ve caiz olacağına inanan âlimleri buna sevk eden şey müctehidlerin hepsinin namaz hakkındaki fıkhî görüşlerinin doğru olduğuna olan inançları değildir.1090 Onları bu kanaate götüren temel faktörler imamın hatasının memûmun namazını etkilememesi, kişinin kendisi için sahih olan namazının memûm için de sahîh olacağı, aksi halde Müslümanların tefrikaya düşeceği gibi mülâhazalardır.1091 Öte yandan Nebî (s.a.s.)'in "İmamlar size namaz kıldırmaktadır, isabet ederlerse hem sizin lehinize hem onların lehinedir. Hata 1092 ederlerse sizin lehinize onların aleyhinedir." , "İster takva ehli, ister günahkâr olsun her 1093 müslümanın arkasında namaz kılmanız üzerinize vecibedir." şeklindeki hadisler konumuza ışık tutmaktadır. İbn Teymiyye (v.728/1327) bu konuda şunları söylemektedir: "Bu konuda iki şekil söz konusudur. İlki memûmun, imamının namazı bozacak bir şey yaptığından haberdar olmaması halidir. Bu durumda memûmun imam arkasında namazının sahih olacağında selef âlimlerin, meşhur Dört İmam'ın ve diğerlerinin görüş birliği vardır.1094 Buna karşı çıkan da olmamıştır. Karşı çıkanlar ancak müteahhirûndan taassub ehli bazı kişilerdir. Mesela bunlardan bazıları -vacibleri yerine getirse de kendisi bu vaciblerin vucubiyetine inanmadığı için- Hanefî bir imam arkasında namaz kılmanın caiz olmayacağını söylediler. Bu tür şeyleri söyleyenler görüşlerinden vazgeçene kadar tevbeye davet edilirler. Zira Rasûlullah ve Hulefâ-i Râşidîn döneminde Müslümanlar birbirlerinin arkasında (furû konularında birbirleriyle ihtilaf ettikleri halde) namaz kılarlardı."1095 * Son olarak Musavvibe Kur'ân-ı Kerîm'in farklı kıraatlarda okunması ve bu kıraatların birbiyle ihtilaf etmesinin bütün müctehidlerin musîb olduğunun ipuçlarını 1089 Nevevî, el-Mecmû‘, IV/164. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/418. 1091 Bkz. Abdulmuhsin b. Muhammed, Ahkâmu'l-imâm ve'l-itimâm, s.97-100. 1092 Buhârî, "Cemâ‘a", 27. 1093 Ebu Dâvûd, "Cihâd", 35; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, III/121, H.no: 5083. 1094 İmam Şâfiî, Medîne ve Mısır imamlarının arkasında namaz kılardı. Şâfiî'nin onlara uymadığı nakledilmemiştir. Muhammed b. Abdilazîm, el-Kavlü's-sedîd, s.132. 1095 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XXIII/375-376. Mezheb imamlarının da namaz ve abdest ahkamında kendi görüşlerine muhalif kişilerin arkasında namaz kıldıklarına dair örnekler için bkz. Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.109-110. 1090 202 verdiğini söylemekteidir. Onlara göre kurrânın farklı okuyuş şekillerinin (yedi kıraat) hepsi doğru olduğuna göre fakihlerin sözlerinin de doğru olması mümkündür.1096 Muhattıe bu delili iki madde halinde yanıtlamaktadır: 1. Kıraatların hepsi mansûstur. Yani hepsi Hz. Rasûlullah'tan tevatüren gelmiş farklı okuyuş şekilleridir. Rasûlullah "Bu Kur'ân yedi harf üzerine indirilmiştir; onlardan 1097 kolayınıza geleni okuyun!" buyurmuştur. 2. Kıraatlar arasında tenakuz yoktur. Bu yüzden Kur'ân okuyan kimse bunlardan istediğiyle Kur'ân'ı tilavet edebilir. Fakat fıkhî görüşlerden istediğini alamaz; çünkü bunlar arasında açık bir çelişki bulunmaktadır. Birisinin helâl dediğine diğeri harâm diyebilmektedir.1098 V. EŞBEH GÖRÜŞÜNÜ BENİMSEYENLER İLE CUMHUR ARASINDAKİ DELİL TARTIŞMALARI A. Eşbeh Görüşünü Benimseyenlerin Cumhura Karşı İleri Sürdüğü Deliller Eşbeh görüşünün, Musavvibe'nin bir alt dalı olduğuna değinmiştik. Dolayısıyla "ictihad öncesi muayyen bir hükmün bulunmadığı" konusunda serdedilen deliller eşbeh görüşünü benimseyenlerin de delilleridir. Ancak Eşbehçi Musavvibe'nin, doğrular arasında birinin daha doğru ve Allah'ın hükmü olmaya daha liyakatli olduğunu ispatlamak için ortaya attığı kendisine özgü bazı delilleri bulunmaktadır. * "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad 1099 ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadîsi çözüme muhtaç hukukî olaylarda "Allah nas indirseydi buna uygun indirirdi" denilebilecek eşbeh (ideal) bir hükmün varlığına delil olarak öne sürülmektedir. Hadisten ictihadî konularda isabet ve hataya muhtemel olan bir hükmün bulunduğu anlaşılmaktadır, o da eşbeh olan hükümdür.1100 Ayrıca Nebî (s.a.s.) madem ki açıkça "hata ederse" ifadesini kullanmaktadır, öyleyse hata söz konusudur. Bu hata da olsa olsa eşbeh olan hükümde yanılmadır.1101 1096 İbn Hazm, el-İhkâm, II/66; Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/433. Buhârî, "Fedâilu'l-Kur'ân", 5; "Tevhîd", 53; Müslim, "Salâtu'l-müsâfirîn", 270; Nesâî, "Sıfatu's-salât", 37; İbn Hibbân, es-Sahîh, III/16, H.no: 741. 1098 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/433; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/389. 1099 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. 1100 Basrî, el-Mu‘temed, II/394. 1101 Râzî, el-Mahsûl, II/521. 1097 203 "Eşbeh" şeklinde vasıflanan bir hükmün varlığını kabul etmeyen cumhur ulema Eşbehçilerin bu hadisi delil getirmelerini anlamsız bulmaktadır. Çünkü hadise göre ilk kişi iki sevap, ikinci kişi bir sevap kazanmaktadır. Bir hüküm eşbeh olur da onu bulamama sevabın azalmasını gerektiriyorsa burada hatadan bahsedebiliriz. Hadise göre sevabın eksikliğinin hatadan kaynaklandığı aşikârdır.1102 Ayrıca ictihadî konularda hükme delalet eden bir delilin varlığını kabul edersek bu delilin işaret ettiği muayyen bir doğru olacaktır. Delil ya da emârenin olmadığını söylersek bu durumda hatadan da söz edilemez.1103 * Eşbeh görüşüne sevk eden en önemli saik Musavvibe'nin "taleb bilâ matlûb" açmazından kurtulmaktır. Eşbehçilere göre müctehid hükmün arayıcısıdır, arama fiili ise aranan bir şeyi gerektirir. Matlûb olan şey de eşbehtir.1104 Hükümlerin hepsi eşit olsaydı müctehidin kendisini yormasının anlamı olmazdı ve âlimler arasında bilgi mertebeleri olmaz ve münâzaralar yapılmazdı.1105 "Zan bilâ maznûn tasavvur olunamaz" önermesi de eşbeh fikrinin savunucularına ait önemli bir gerekçedir. Yani zannedilen bir şeyin varlığı akılda canlandırılmaksızın zan denilen düşünsel faaliyetin gerçekleştirilmesi imkânsızdır.1106 Diğer bir deyişle zan ile bağlantısı bulunan nefsü'l-emirde bir şeyin (maznûn) bulunması zorunludur. Bu zorunluluk müctehidin görevinin Allah'ın hükmünü aramak olmadığını ve sadece zannına gâlib çıkan şeyi aramak olduğunu savunan1107 Salt Musavvibe taraftarlarına karşı ileri sürülen bir delildir. Salt Musavvibe'ye göre müctehid ne hükmü ne de eşbehi aramaktadır. Ne var ki müctehid Allah katında bir hükmün varlığını tasavvur etmeksizin ictihadî meselelere çözüm getirmektedir. Bu durumda müctehidin hem hükmün olmadığına inanıp hem de zannının galib geldiği şeyi araması abesle iştigal anlamına gelmektedir.1108 Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'ye (v.436/1044) göre eşbeh görüşünü savunanların delillerin/emârelerin en kuvvetlisi dışında matlub bir hükmün bulunduğunu düşünmeleri zorunlu olarak Şâri‘in matlûb (taleb edilen hüküm) dışında bir hüküm üzerinde maslahat takdir ettiği fikrini akla getirmektedir. Şâri‘in maslahat dışında bir şeyle mükellef kılması ise mümkün değildir.1109 1102 Basrî, a.e., II/394. Ermevî, et-Tahsîl, II/296. 1104 Râzî, el-Mahsûl, II/521-522; Ermevî, a.e., II/296. 1105 Pezdevî, el-Usûl, IV/36-37. 1106 Seyyid Bey, Medhal, s.199. 1107 Örneğin bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/377. 1108 Seyyid Bey, a.e., s.200. 1109 Basrî, a.e., II/395. 1103 204 * Abdullâh b. Mesud ve Ebu Hanîfe'nin bazı fetvaları da Eşbehçi Musavvibe'nin dayanaklarından birisidir. Alkame ve Mesrûk bir seferinde akşam namazının ilk iki rekâtında imama yetişememişlerdi. Kaçırdıkları bu iki rekâtı kılmak için kalktıklarında Mesrûk bir rekât kılıp oturdu, sonra bir rekât daha kıldı ve tekrar oturdu. Daha sonra da selam verdi. Alkame ise iki rekât kıldıktan sonra oturdu ve selam verdi. Bu durum İbn Mesud'a anlatılınca "İkiniz de isabet ettiniz, ancak Mesrûk'un yaptığı bana daha güzel geldi." demiştir. Benzer ifadeleri Ebu Hanîfe de kullanmıştır. Ona "Namazda uzun okuyup çokça kıyam etmek mi daha faziletli yoksa çok sayıda secde etmek mi?" diye sorulunca "Uzun kıyam bana daha sevgilidir, fakat her ikisi de güzel..." şeklinde cevap vermiştir.1110 B. Cumhurun Eşbeh Görüşünü Benimseyenlere Karşı İleri Sürdüğü Deliller * Eşbeh görüşünü çürütmeye yönelik delillere en fazla vurgu yapan müellif Ebu'lHüseyn el-Basrî (v.436/1044) olup, delillerini gâî yorum üzerine bina etmektedir. Ona göre Şârî Teâlâ dînî konularda delil nasbetmekte belli bir maslahat/fayda gözetmektedir. Eşbeh iddiasında bulunanlar eşbeh olan bu hükmü iki şeyde arayabilir: a. En kuvvetli delîl/emârede, b. Bunun dışındaki muayyen bir hükümde. İkinci şık olan en kuvvetli delîl/emâre dışında aranması imkansızdır, çünkü Şâri‘in bir hükmü en zâhir delîl/emârenin dışında bir şeye koyması müctehidi maslahattan saptırmak anlamına gelir. Birinci şıkta ise "Şâri‘ müctehidi bu delîl/emâreyi bulmakla mükellef tutmamıştır" dersek bu durumda müctehidin bunu araması anlamsız kalır. "Sorumlu tutmuştur" dersek bu durumda ise "Bütün müctehidler ulaştıkları hükümde isabet etmiştir" iddiasının yanlışlığı ortaya çıkar.1111 * Musavvibe içinde bir grup âlimi eşbeh görüşüne sevkeden en önemli faktörlerden birisinin "Taleb bilâ matlûb muhaldir." önermesi olduğuna değinmiştik. Eşbehi savunanlar matlub bir hükmün varlığından yola çıkarak bu görüşü tercih etmektedir. Matlub bir hüküm olduğuna göre müctehid bu matlûbu bulmakla da yükümlü olur. Çünkü yükümlülük 1110 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.409. Basrî, el-Mu‘temed, II/393,394. Aynı delil için ayrıca bkz. Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/316; Kelvezânî, etTemhîd, IV/344; Râzî, el-Mahsûl, II/504, 520; Ermevî, et-Tahsîl, II/296; Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/608-609. 1111 205 olmadan matlub hükmün varlığı ve ictihad eylemi anlamsız kalır. Yükümlü olduğunu söylersek bu sefer bu matlub hükmü bulan musîb bulamayan muhtî olacaktır.1112 Matlûb olan hüküm eşbeh hüküm olursa müctehidlerin hepsinin musîb olması imkânsızdır. Allah katındaki matlûb hüküm eşbeh olan hüküm olursa buna dair bir delilin olması ve müctehidin bu delile uygun hareket etmesi gerekir. "Eşbeh olan görüş Allah'ın hükmü değildir." denilirse bu durumda da bu görüşü bilmekle sorumlu olunamaz; matlûb olmaktan çıkar.1113 Eşbeh kavlini savunan Cessâs (v.370/980) yukarıdaki delille ilgili olarak cevaben şunları söylemektedir: Müctehid, eşbehi bulmak için ictihad etmekle yükümlüdür. Lâkin Allah katındaki hüküm, eşbehi bulan için Allah'ın hükmüdür. Eşbehi bulamayan için ise Allah'ın hükmü kendi ictihadının sonucu ulaştığı hükümdür. Buna kıbleyi tayin ve ok atma örneği verilebilir. Kişi kıbleyi tayin veya hedefe isabetle mükelleftir. İsabet ederse, bu onlar için Allah'ın hükmüdür, hedefi şaşırırsa, bu şaşırma sonucu vardıkları yön onlar için ilahî hükümdür.1114 Diğer bir örnek ise; iki adam gece birbiriyle karşılaşır ve her biri ötekinin kendisini öldüreceğini zannederek kendisini savunmak amacıyla diğerini öldürmeye niyetlenir. İşte zann-ı gâlible ulaştığı bu niyeti Şâri‘ tarafından kendisine ruhsat verilen hükümdür. Bu iki kişiden her birinin hakkındaki hüküm kendi zannındaki hükümdür.1115 * Cüveynî'nin (v.478/1085) ifadelerine göre Musavvibe'nin "eşbeh"i savunması anlamsız bir çabadır. Çünkü müctehidin eşbehi bulmakla yükümlü olduğunu farzedersek, müctehidlerden birisi bunu bulacak diğerleri hatalı duruma düşecektir. "Allah Teâlâ eşbeh olan hükme alâmet olan bir vasıf tahsis etmiştir." dersek bu durumda bu vasfı bulan musîb, bulamayan muhtî olacaktır. "Şâri‘ bir nas koysaydı bu hüküm üzerine koyardı denilebilecek bir hüküm vardır" diyen Eşbehçilere karşı ise şu söylenebilir: Böyle bir nassın varsayılması durumunda onu bulan musîb bulamayan muhtî durumuna düşecektir. "Nas yok ki muhtî olsun!" şeklinde karşılık verirlerse eşbeh hükme delalet eden belirli bir nas olmadığına ve varsayılmadığına göre Şâri‘in iradesi hakkında belirleyici bir tahminde bulunmak doğru olmaz. Şârî tarafından eşbehe işaret eden nas/vasıf konulmadığına göre eşbeh düşüncesinin fonksiyonu ortadan kalkar.1116 1112 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/427-428. Cessâs, el-Fusûl, IV/354; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/396. 1114 Cessâs, a.e., IV/355. 1115 Cessâs, a.e., IV/358. 1116 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.66-68. 1113 206 Gazzâlî (v.505/1111) de bu noktada Cüveynî ile aynı fikri paylaşmaktadır. Zira Gazzâlî'ye göre eşbeh denilen bu şey bilfiil değil bilkuvve hükümdür. Binaenaleyh hakkında "Şâri‘ tarafından bir hüküm vazedilecek olsaydı mutlaka bu vaz olurdu" denilen şey eğer Şâri‘ tarafından bilfiil vazedilmiş olsaydı o zaman şer‘î hüküm o olurdu. Mademki fiilen bu gerçekleşmemiştir o halde eşbeh hükümden bahsetmek anlamsız olur. Zira Şâri‘in nasıl bir hüküm vazedeceği bilinemez. Her türlü hükmü tayin etmesi ihtimal dâhilindedir, bu ihtimallere aklen bir kayıt konularak belirli bir hüküm üzerinde durulamaz.1117 Üsmendî (v.552/1157) de eşbeh hükmün bilkuvve hüküm olmasından hareketle " 'Eşbeh denilen hüküm diğer hükümlerden daha üstün olan ve amel edilmesi vacib olan bir hüküm müdür?' sorusuna hayır cevabı verilirse; 'O zaman bu hükmün faydası ve işlevi yoktur' denilir. Yukarıdaki soruya "Evet" cevabı verilirse; 'O zaman bu bahsettiğiniz hüküm Allah'ın hükmünden ibarettir. Zira diğer hükümlerden üstün olması ve uygulanması zorunlu olması, Allah'ın hükmüne ait bir özelliktir.' "1118 şeklinde akıl yürüterek eşbeh kavlini çürütmeye çalışır. * Eşbeh kavline karşı şer‘î deliller arası tercihin varlığını öne sürenler de olmuştur. Bütün meselelerde birbirine kuvvet açısından eşit (mütekâfî) deliller olmayacağına göre müctehid bu nitelikte olmayan deliller arasında tercih yapma durumundadır ve kuvvetli delili bırakıp zayıf delili alamaz. Ortada tercih diye bir yöntem varsa eşbeh hükümden ve birden fazla doğrudan bahsedilemez.1119 * Cumhura göre eşbeh olarak tanımlanan hükmün varlığına aklî ve naklî bir delilin bulunmaması bu görüşü haksız çıkarmaktadır. Eşbeh denilebilecek böyle bir hükmün varlığına hiçbir delil bulunmamaktadır. "Şâri‘ tarafından bir nas indirilseydi mutlaka bu hüküm hakkında indirilirdi." demek gaybî bir konuda yargıda bulunmaktır.1120 1117 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375-376; Seyyid Bey, Medhal, s.197. Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.697. 1119 Kelvazânî, et-Temhîd, IV/345-346. 1120 Gazzâlî, el-Menhûl, s.566. Ayrıca bkz. Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.408. 1118 207 VI. DELİLLER HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME 1. İtikadî konularda bütün müctehidleri musîb gören "itikatta tasvîb", kendi içinde mantıklı bir düşünce olması1121 sebebiyle cumhurun bu görüşe itirazı aklî deliller üzerinden değil şer‘î deliller ve icmâ üzerinden olmuştur. 2. Bazı usulcüler Muhattıe ve Musavvibe delillerini aklî-naklî şeklinde ayırmayı uygun görmektedir.1122 Usulcü olma özelliğinin yanında iyi bir filozof ve kelamcı olan Râzî (v.606/1209) bunların arasındadır. Râzî, "ma‘kûl" olarak tanımladığı aklî delillere ağırlık vererek, naklî delilleri bunların içinde işlemektedir.1123 Gazâlî (v.505/1111), tenâkuz-tezâd, cedel ve namazda iktidâ delillerini Muhattıe'nin aklî delilleri olarak zikretmekte1124, Tûfî (v.716/1316) ise Musavvibe'nin aklî delillerini sekiz maddede toplamaktadır.1125 3. Muhattıe ve Salt Musavvibe arasında yapılan delil tartışmasında her iki gruptan da bazı âlimlerin görüşlerini ispat için öne sürdükleri kendi gerekçelerini "delîl", muhalif grubun gerekçelerini ise "şüphe" olarak niteleyenler olmuştur.1126 4. Âmidî (v.631/1233), Muhattıe'nin öne sürdüğü âyet ve hadîslerin konuyla ilgili istidlal yönünü zayıf görmekte, bu deliller hakkında "Bu delil için şöyle söylenebilir" diyerek delillerin zayıflığına işaret etmektedir. Delilleri ele alış üslûbundan Muhattıe'nin aklî delillerini daha kuvvetli bulduğu anlaşılmaktadır.1127 5. Mu‘tezile'yi bütün müctehidlerin musîb olduğu düşüncesine (tasvîbu'lmüctehidîn) götüren tutumu anlama sadedinde Mutezile'nin kelamî–felsefî meseleler üzerinde odaklanan, nasların anlaşılmasında, dînî metinlerden hüküm çıkarmada ve karşılaştıkları diğer düşünsel sorunlara çözüm bulmada aklı önceleyen, sorgulayıcı bir zihin yapısına sahip bir ekol olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. 6. Fıkhî görüşlerin hepsini eşit düzeyde isabetli gören ve ictihadda yanılmayı kabul etmeyen "Salt Musavvibe"yi bu düşünceye iten etkenler şunlardır: 1121 Necmuddîn et-Tûfî "Akıl bu görüşe meyletmektedir" diyerek aklen imkânsız olmadığını ifade etmiştir. Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/611. 1122 Örneğin bkz. Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.44; Teftâzânî, et-Telvîh, II/120; Seyyid Bey, Medhal, s.201-202. 1123 Bkz. Râzî, el-Mahsûl, II/521. 1124 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/367-371. 1125 Tûfî, Şerhu Muhtasaru'r-Ravda, III/614-615. 1126 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/367 ; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/377. 1127 Âmidî, el-İhkâm, II/414-417. 208 a. Aslahın vacibliği1128; Musavvibe "Şâri‘ Teâlâ'nın, mükelleflerin zann-ı galiblerini kendileri hakkındaki hükmün alametleri kılmasına aklen bir engel görmemekle beraber1129, kullar için en uygunu hepsinin sevaba nail olmaları, bunun için de hepsinin musîb olmalarıdır. Doğrunun tek olması ise kullar için sıkıntıya ve güçlüğe neden olan bir durumdur.1130 Aynı zamanda hüküm muayyen olsaydı Şâri‘in bu hükme dair kat‘î delil koyması gerekirdi." düşüncesindedirler. Bu görüş de Allah'ın ef‘âlinde hikmete müracaat etmesini vacib görmekten kaynaklanmaktadır.1131 b. Teklîf-i mâlâyutâk1132; müctehid fetva ile mükellef kişidir ve doğru ile fetva vermek zorundadır. Eğer hakkı bulamayacak olsaydı bu hakkı bulmak ve onunla fetva vermek zorunda olmazdı. Müctehidin böyle bir şeyle mükellef ve sorumlu olması onun kaldıramayacağı bir şeyle yükümlü tutulması anlamına gelmektedir. Allah ise kimseye yapamayacağı şeyi yüklemez.1133 c. Basra Mu‘tezilesinin hüsün-kubuh hakkındaki kanaatleri, hükmün ictihaddan sonra oluşmasında bir beis görmemelerine yol açan en önemli faktördür. Onlara göre soyut akılda bir fiili haram-helal yapan sıfatlar bulunmamaktadır.1134 d. Tasvîbu'l-müctehidîn görüşü tenzîh düşüncesi taşımaktadır. Yani hükmün kable'l-ictihad belirli olmasında, Şâri‘e yönelik bir fayda/gaye olamaz. Hükmün belirlenmesinde temel faktör bir şeyin diğerine göre daha fazla fayda unsuru taşımasıdır. Şâri‘ ise böyle bir faydaya muhtaç olmaktan münezzehtir. Şâri‘in maksadı sadece müctehidin zannına bağlı olan ictihadının ortaya koyduğu hükümlerle kendisine kulluk etmesidir.1135 1128 Aslahın vacibliği: "Kişi için faydalı olmak, onun haz ve sevinç duymasına vesile olmak" anlamındaki salâh kökünden türetilmiş bulunan aslah "kullar hakkında en uygun, en faydalı, en iyi olan şey" demektir. Bir fiilin iyi veya kötü (hasen veya kabih) oluşunu fayda ve zarar açısından değerlendiren Mu‘tezile'ye göre iyi fiil fayda gözetilerek yapılan, kötü fiil ise zarar doğuran şeydir. Allah fiillerini daima fayda gözerek yapar, dolayısıyla zararlı olanı veya faydalı olmayanı irade etmez. Fayda da kendisi için olamaz. Çünkü O eksiklik ve ihtiyaçtan münezzeh olduğundan bir fayda teminine gerek duymaz. Şu halde O'nun fiillerinde gaye gözetmediğini söylemek O'nun abesle iştigal ettiğini ileri sürmek anlamına gelir. Aynı şekilde Onun kulları için iyi, doğru ve faydalı olanı (salâh-aslah) gözetmediğini iddia edip fiillerinin kullara zararlı da olabileceğini savunmak, Allah'ı adil olmamakla ve zulümle nitelemek anlamı taşır. Buna karşın aslah ve salâh kelimeleri yerine âdetullâh, sünnetullâh tabirlerini kullanan Ehl-i sünnet âlimleri "aslahın vücûbu" fikrini şiddetle tenkit etmiştir. Avni İlhan, "Aslah", DİA, III/496. 1129 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.61. 1130 Âmidî, el-İhkâm, II/422. 1131 Âmidî, a.e., II/423. 1132 "Bir kimseye kudretinin fevkinde bir şey ile teklifte bulunmaya teklîf-i mâlâyutâk denir." Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, I/31. 1133 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.408; Tûfî, Şerhu Muhtasari'r-Ravda, III/615; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'lesrâr, IV/1151; Teftâzânî, et-Telvîh, II/118; Apaydın, "İctihad", DİA, XXI/441; Koşum, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", s.24. 1134 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.631. 1135 Tûfî, a.e., III/605. 209 e. Musavvibe'yi bu düşünceye iten diğer bir gerekçe, müctehidin nefsü'l-emirde sabit olan hükme aykırı hukukî bir yoruma sahip olması durumunda bununla amel etmekle yükümlü olduğunu akla uzak görmeleridir. Örneğin müctehid bir şeyin vâcib olduğuna kanaat getirdiği bir durumda, o şeyin Allah katında/nefsü'l-emirde haram olması halinde, müctehid haram olan bir şeyi yapmakla sorumlu olmakta üstelik bu yaptığıyla sevap kazanmaktadır.1136 7. "Müctehid doğruyu bulmayacak olsaydı bu doğruyu bulmakla sorumlu tutulması teklîf-i mâlâyutâktır." şeklindeki delil Muhattıe tarafından "Müctehid hakka isabetle değil, ictihadla mükelleftir. İctihad şartlarını yerine getirip elinden geleni yapınca da ecir kazanır."1137 tarzında cevaplanmaktadır. 8. Gazzâlî'nin (v.505/1111), hakkında uzunca açıklama yaptığı delil, "Hitap hükmün mûcibâtından mı yoksa medlûlâtından mıdır?" şeklindeki tartışmada "Hitab hükmün medlûlatından değil mûcibâtındandır (Hitap hükmü bildirici değil, koyucudur)."1138 görüşüne sahip olmasından ortaya çıkan bir sonuçtur. Gazzâlî'nin, hükmü "Şâri‘in beyanı" gören delille ilgili olarak, hükmün ne olduğu konusundaki tartışmanın1139 ayrıntıları bir tarafa bırakılırsa, hüküm ister hitab-ı Şâri‘in kendisi isterse bu hitabın sonucu olsun hitabtan kastolunan anlam sadece kat‘î nasla (anlamı açık âyet ve mütevâtir hadisler) değildir. Aksine Şâri‘in hitabıyla kastedilen şey hem doğrudan Allah'ın kelamıdır, hem de dolaylı olarak onun kelamını anlamaya ulaştıran sünnet, icma ve diğer şer‘î delillerdir.1140 Nitekim İmam Şâfiî (v.204/819) de ictihad (kıyas) yoluyla varılan hükümleri "ilahî beyan" kapsamında kabul etmekte1141, İbn Rüşd (v.595/1198) ise "Söz, fiil ve ikrar ahkâma kaynaklık eder. Şâriin, hakkında sessiz kaldığı hükümlere ulaşmak ise cumhura göre kıyas vasıtası iledir."1142 demektedir. "İctihadî bir meselede ictihaddan önce (önceden belirlenmiş/pre-determined) şer‘î bir hüküm var mıdır?" problemi esas itibariyle, "Bu tür meselelerde hitab-ı Şâri‘ var mıdır?" sorusuna dayandığına1143 ve ictihaddan sonra da hitâb-ı Şâri‘ olmadığına göre Musavvibe'nin "hitabın yokluğu sebebiyle kable'l-ictihad hükm-ü şer‘î yoktur" fikrinin ön kabulü durumunda ictihadî konularda ne ictihad öncesi ne 1136 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/386. Teftâzânî, et-Telvîh, II/120. 1138 Bkz. Başoğlu, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.67. 1139 Usulcüler hüküm kavramını açıklarken hükmün Allah'tan sadır olduğu ve onun fiilleri arasında bulunduğu noktasından hareket etmişlerdir. Fukaha ise hükmün bağlandığı mahal olan mükelleflerin fiillerini esas almışlardır. Örneğin vâcib olan bir ifadesinde usulcüler şer‘î hükmün "îcâb", fukahâ ise "vucûb" olduğunu söylemiştir. Bkz. Zekiyyuddîn Şa‘bân, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, s.218-221; Zeydân, el-Vecîz, 25-26. 1140 Abdulkerim Zeydân, el-Vecîz, s.23. 1141 Bkz. Şâfiî, er-Risâle, s.22. 1142 İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, I/3. 1143 Seyyid Bey, Medhal, s.193. 1137 210 de ictihad sonrası herhangi bir hükümden bahsetmek doğru olmaz. Çünkü ictihadın kendisi hitab-ı Şâri‘ değildir. Dolayısıyla her iki halde de (ictihad öncesi ve sonrası) şer‘î hüküm diye bir şeyin olmadığı iddiası haklılık kazanır ki fakihler tarafından kullanılan vâcib, harâm, mübâh, mendûb, mekrûh gibi terimler anlamsız kalır. Üsmendî (v.552/1157) bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: "İctihad öncesi Allah'a ait hiçbir hükmün bulunmadığını söylemek hukukî olaylarda kendisine ihtiyaç duyulan hükümlerin ortadan kalkmasına (ta‘tîl) götürür. Çünkü bu durumda müctehid ve müsteftî hakkındaki hükmün sübutu ictihada bağlı kalır. Müctehid ictihad etmezse hüküm de yok demektir. Bu durum, yeminini bozmayan kişiye kefaret, malı olmayan kişiye zekât gerekmemesine benzetilebilebilir."1144 Bu çıkarımı nakzetmek için "İctihadın kendisi hitab-ı Şâri‘in yerine geçmiştir." şeklindeki bir düşünce ise asla kabul edilemez. Zira böyle bir düşünce Musavvibe'ye yöneltilen dînî kuralların salt beşerî görüşlerden sadır olduğunu iddia ettikleri1145, yani müctehidi Şâri‘ Teâlâ'nın yerine koydukları şeklindeki eleştirilerin doğruluğunu ispatlamış olur. Diğer taraftan hüküm denilen şey mantûk bihten ibaret sayılması halinde ve "meskûtun anh olan hükmün mantûkun bih lafızdan açıkça çıkarılabilmesine" ictihad da denilmediğine1146 göre müctehid ictihad eylemiyle Allah'ın hukukî olaylara taalluk eden hükmünü araştırmaktan öte ne gibi bir hedefle bu ictihadı gerçekleştirmektedir. Daha açık bir ifadeyle müctehidin yaptığı şeyi Allah'ın hükmünü aramak dışında hangi vasıfla nitelememiz mümkün olacaktır!? Diğer taraftan Seyyid Bey'in (v.1925) dediği gibi hükm-ü şer‘î ile Allah (c.c.) katındaki hakkı özdeşleştirsek bile Gazzâlî'nin bu delili "Allah katında ictihad öncesi bir doğru vardır." fikrinde olan Muhattıe'ye karşı mükemmel bir delil değildir.1147 Çünkü mesâil-i ictihâdiyede belirli bir şer‘î hükmün olmaması o meselede belirli bir doğrunun bulunmamasını da gerektirmez. Diğer bir deyişle, hakkında ne sarahaten ne de delaleten hitab-ı Şârî bulunmayan bir meselede hitab-ı Şâri‘ anlamına gelen bir hüküm bulunmamakla beraber "Allah katında sabit ve tercih edilen" anlamına gelen bir doğru herhalükârda bulunabilir.1148 8. Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin (v.436/1044) "Eşbeh kavline" verdiği cevaplar "Aslahın Vacibliği" prensibine dayanmaktadır. 9. Salt Musavvibe farklı ictihadî hükümlerin hepsinin doğru olduğu kabul edilirse ortaya çıkacak problemi bu hükümlerden birisini tercih ederek çözmeye çalışmaktadır. 1144 Üsmendî, Bezlü'n-nazar, s.697-698. Bkz. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437. 1146 İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, I/5. 1147 "Şu cihette arzedeyim ki Gazzâlî'nin bu delilinde takrîb tamam değildir. Yani bütün müddeâyı ispata kâfî, mecmû-u matlûbu müstelzim değildir." Seyyid Bey, Medhal, s.194. 1148 Seyyid Bey, Medhal, s.195. 1145 211 Bütün bu cevap verme çabası Salt Musavvibe'nin lehinde değil aleyhinde bir girişimdir. Musavvibe teâruz-tezâd deliliyle ilgili olarak "kinevî lafızla Hanefî karısını boşayan Şâfiî bir adamın durumu" ve "velîsiz olarak Şâfiî bir adamla evlenen Hanefî bir kadını, velîsinin başka bir adamla evlendirmesi" probleminde1149 olduğu gibi, meseleyi olduğu hal üzere bırakmayıp tercîh yoluyla çözüme gittiklerine göre aynı anda her iki nikahın sahih olamayacağını dolayısıyla iki doğrunun ictima edemeyeceğini zımnen kabul etmektedir.1150 Buradan yola çıkarak teâruzu giderme kurallarının tasvîb görüşünü nakzettiği söylenebilir. Çünkü kural olarak râcih (üstün, tercihe şayan) olan delille amel edilip, mercûh terk edildiğine göre râcih dururken mercûh ile amel eden müctehid muhtî konumuna düşmektedir.1151 10. Muhattıe ve Musavvibe taraftarlarının "Dâvûd ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahittik. Süleyman'a bu 1152 meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik." âyetlerini delil olarak kullanması "şer‘u men kablenâ" deliline dayanmaktadır. Muhattıe “Eğer hak her ikisinde de olsaydı ayet, fehmi Süleyman'a tahsis etmezdi.” demekte iken Musavvibe de “Âyet Dâvûd'u sözünden dolayı kınamayıp hükmünü hata ile nitelememesinden her ikisinin de musîb olduğu anlaşılır.” demektedir.1153 Musavvibe “Onun her ikisine ilim ve hüküm verdik.” kısmını, Muhattıe ise “O (hükmü) Süleyman'a anlattık.” kısmını delil almaktadırlar. Musavvibe bu cümleden ikisinin de haklı olduğu anlamını çıkaramaz. Çünkü hüküm ve ilim verilen saha, Dâvûd ve Süleyman'nın (a.s.) hakkında hükmettikleri mesele değildir. Zira âyette "Bu mesele hakkında ilim ve hüküm verdik" denilmemektedir.1154 Muhattıe için de bu âyet açık bir delil olma niteliğinden yoksun olup bazı usulcüler bu ayeti Muhattıe için zayıf deliller kategorisinde zikretmişlerdir.1155 11. "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad 1156 ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadîsini her iki grup da görüşünü ispat sadedinde delil olarak öne sürmektedir. Musavvibe “Hadîste müctehid için sevabın olduğu vurgulanmaktadır. Eğer musîb olmasaydı sevap da olmayacaktı.” demektedir. Muhattıe ise bu hadîsi “Rasûlullah müctehidi muhtî olarak isimlendirmektedir. Eğer musîb 1149 Musavvibe birinci olayın mahkeme yoluyla çözülebileceğini, ikinci olayın ise ilk nikâhın geçerli diğerinin geçersiz olduğunu belirtmektedir. Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.104. 1150 Zâydî, a.e., s.104, 106. 1151 Râzî, el-Me‘âlim fî ilmi usûli'l-fıkh, s.144. 1152 Enbiyâ 21/78, 79. 1153 Cessâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, III/224. 1154 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/312-313. 1155 Bkz. Âmidî, ; Karâfî, Nefâisu'l-usûl, IX/4090. 1156 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. 212 olsaydı muhtî olarak isimlendirmeyecekti.” şeklinde anlamaktadır.1157 Ayrıca Allah'ın hükmünden başka bir şey ile hükmeden ecir ve mükâfat kazanmakla nitelenmez.1158 Muhattıe'nin “Buradaki sevap müctehidin hatasına değil ictihadına binaendir” şeklinde cevaba Musavvibe “Burada muhtî olarak isimlendirilmesi müctehidin nass bulunan bir alanda bu nassa aykırı ictihad yaptığı için ya da ictihad imkânı olmayan bir alanda ictihad ettiği için verilmiştir.” cümleleriyle karşılık vermektedir.1159 Hadisteki B55C أﺥifadesinin "Müctehid nasta hata etmiştir." şeklinde anlaşılması imkânsızdır. Zira nassın bulunduğu bir sahada ictihad edilemez. Ayrıca nassı araştırdığı halde bulamayan kişi için "Nasta hata yaptı." denilemez. Kaldı ki müctehid nassı araştımada ihmal göstermezse musîb olduğunu herkes kabul etmektedir. Eğer ihmal gösterirse zaten ecre hak kazanamaz. Bu durumda hadis anlamsızlaşır.1160 12. Muhattıe-Musavvibe arasındaki müşterek delillerden birisi de kıble tayini örneğidir. Bu örnekten yola çıkarak her iki taraf da görüşlerini ispata çalışmaktadır. Kıble'yi arayan kişinin (müctehid) arama işlemiyle Beytullah'ın yönünü aradığı malumdur. Beytullah'ın kendisinin de somut gerçekliği ve mekânı belirli cismani bir varlık (ayn) olduğundan yola çıkılırsa bu benzetmenin ictihadî konularda muayyen bir hükmün bulunduğuna delil olmaya daha elverişli olduğu rahatlıkla anlaşılır. İctihad ettikten ve araştırdıktan sonra Kıble'nin yönünde yanlışlık yapan için namazını iade etmenin gerekmemesinden hata eden müctehidin musîb olduğu değil günahının düştüğü anlaşılabilir. 1161 13. Bütün ictihadî çözümlemelerin doğru olduğuna inanan iki kişinin birbirlerini hak görmekle birlikte birbiriyle münâzara etmeleri, mukîm ile yolcu kişinin namazı kısaltma konusunda birbirleriyle münazara etmeleri kadar abestir.1162 "Nassı aramak, kuvvetli delili ortaya çıkarmak için münazara ederler."1163 şeklinde yapılan savunmaya cevaben söylenen "Bilgi alışverişinde bulunmak münazara kapsamına girmemektedir, böyle bir eylem ancak fikir teatisi ya da istirşad (görüş alma) olarak adlandırılır, nassı araştıran kimseye münâzır değil, 'sâil (soru soran)' ya da 'müsterşid (görüş alan)' denilir."1164 ifadesi münâzara-cedel deliliyle ilgili dikkate değer bir noktadır. Tercih 1157 Sübkî, el-İbhâc, III/262; İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/320. Seyyid Bey, Medhal, s.204. 1159 Nevevî, Şerhu sahîhi Müslim, XII/14. 1160 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/313. 1161 Sem‘ânî, a.e., II/321. 1162 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.629. 1163 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/371. 1164 Bâcî, a.e., s.629-630. 1158 213 ettirecek bir gerekçeyi aramak amacıyla münâzara etmek de tahsîlu'l-hâsıl (beyhûde bir iş) kabilindendir.1165 14. Şüphesiz Muhattıe'nin en kuvvetli naklî delili ictihadı hata ile ilişkilendiren sahâbe yorumlarıdır.1166 Ancak Musavvibe'nin bu yorumlara atfen yaptıkları değerlendirmelerde, yansız bir tahlilden öte, kendi görüşlerinin önkabulü sonrasında mezkûr sözlerin anlamlarını yorumlayan taraflı bir yöntem izlenmiş, Hz. Ebu Bekir, Ömer, İbn Mesud, İbn Abbas gibi sahâbîlerin sözlerinden ilk anda akla gelmeyen tâlî anlamlar çıkarma endişesi güdülmüştür. "Bu sözüyle muradının şu olması mümkündür."1167 gibi ifadelerle niyet/maksat okuma ve onların adına konuşma üslûbu sık sık başvurulan savunma yöntemi haline gelmiştir. Sahâbe, tabiîn ve müctehid imamlardan nakledilen ve tahtıe içeren sözleri, tarafsız ve önyargısız olarak okuyan herkes, kesin bir şekilde, onların doğruyu bulmayı amaçladıklarını ve hataya düşmeye ihtimal verdiklerini anlar.1168 Musavvibe'nin, selef-i sâlihînin muhalif görüşteki müctehidlere "hata etmiştir" demelerini "Onlar da hakka isabet etmekle beraber benim yanımdaki doğrudan yanılmışlardır" şeklinde anlamaları uzak bir yorumdur. Zira insan, bir kişinin hakka isabet ettiğine inanmakla birlikte "Benim yanımda hatalıdır." demesi mantıklı değildir.1169 15. Muhattıe'nin en önemli aklî delilinin teâruz-tezâd delili olduğu inkâr edilemez.1170 Gazzâlî de Muhattıe'nin delilleri arasında ilk onu zikretmektedir.1171 Muhattıe'nin Musavvibe'ye karşı kullandığı tezâd (aynı anda birden fazla hükmün doğru olması aynı konuda birden fazla şer‘î hükmün ortaya çıkmasına yol açar) deliline verilen cevaplar sadedinde müftülerin fetvası ve müctehidlerin ictihadı naslarla tayin edilen hükümlere benzetilmekte ve böyle bir cevap tarzı Musavvibe'nin müctehidleri Şâri‘ makamına koyduğu şeklindeki eleştirilere kaynaklık etmektedir. İslam hukuk biliminde benimsenen ictihad teorisi, yeni bir hüküm ihdâsı anlamını içermez. Çünkü hüküm ihdası yalnızca ilâhî iradeye aittir.1172 Aynı konuda birbirine zıt fetva veren müctehidlerin hepsinin musîb olduğu kabul edildiğinde aynı anda zıt hükümlerin ortaya çıkacağını söyleyenlere böyle bir tezatın doğmayacağını delillendirmek için verilen örneklere dikkat edildiğinde ictihadı, naslaştıran ve başlı başına teşrî‘ kaynağı haline getiren yaklaşımlar 1165 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/385. Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.200. 1167 Örneğin bkz. Cessâs, el-Fusûl, IV/338; Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.60; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375. 1168 Bkz. Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.106. 1169 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.629. 1170 Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.201. 1171 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/367. 1172 Talib Türcan, "İslam Hukukunda Uhrevi Sorumluluk Bakımından Yargı Kararlarının Geçerliliği Sorunu", s.178. 1166 214 olduğu göze çarpmaktadır. Bir kadın, kendisiyle evlenene helâl, aynı kadını boşayana haram, temizlik halindeki bir kadına namaz farz olduğu halde böyle olmayan bir kadına haram1173, meyte muztar (zaruret durumundaki) kişiye helâl böyle olmayana haram, seferî kişiye iki rekât namaz helâl mukîme haram, seferî kişiye oruç tutmamak caiz iken mukîme caiz değildir gibi örnekler verilmekte1174, "Bu örneklerde olduğu gibi iki farklı ictihadın verdiği birbirine zıt iki hüküm de aynı anda farklı kişiler için doğru ve tutarlı olabilir." denilmektedir. Burada sözü edilen şahısların farklı hükümlere tâbi olması farklı naslardan kaynağını almaktadır ki sözü edilen bu örnekler müctehidlerin aynı şahıs için verdikleri farklı hukukî kararlara kıyas edilemez.1175 Örneğin meyte etinin normal bir insan için haram olmasına1176 karşın, muztar bir insan için helâl olduğu1177 hükümleri âyetlerde açıkça ifadesini bulan konulardır. Aynı şekilde temizlik halindeki bir kadına namaz farz iken hayız halindeki kadın için haram olması hadîs-i şerîflerde1178 belirtilmektedir. Âyet ve hadîslerle hükmü karara bağlanmış konuların müctehid görüşlerine kıyas edilmesi açık bir yanlışlıktır.1179 Öte yandan bu tür örneklerde birden fazla delil bulunmasına karşın muârız hükümler aynı delilin farklı değerlendirilmesinden ibarettir. Aynı delilin bir kişi için haram, öteki için helâl olması imkânsızdır.1180 Ebu Ya‘lâ el-Ferrâ'nın (v.458/1065) ifadesiyle; farklı fetvaları, naslarla belirlenen kefaret maddeleri gibi değerlendirmek, mukallide "Sen haram ile helal arasında muhayyersin" demektir.1181 Musavvibe sözü edilen çelişkiye "Helâl, harâm, sahîh, fâsid gibi hükümler tek bir kişi için olduğunda tearuz edebilir. İki farklı müctehid için bunların aynı anda vuku bulması ise mümkündür. Çünkü kendi hakkındaki hükmü, zannının ulaştığı hükümdür." şeklinde cevap verse de bu cevap ikna edici değildir. Müctehidin ibâha, tahrîm, sıhhat, fesâd vs. hükümlere dair gâlib zanla ulaştığı kanaati, sadece kendisini ilgilendirmeyip, hem kendisi, hem bütün insanlar, hem de Allah katındaki hüküm hakkında verdiği karardır.1182 "Birbirine zıt hükümlerin mütealliki farklı zanlar/zihinler olduğu için tearuz gerçekleşmez." denilemez çünkü bu farklı 1173 Basrî, el-Mu‘temed, II/376. Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/367. 1175 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/376; Teftâzânî, et-Telvîh, II/118. 1174 1176 "Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı." Mâide 5/3. 1177 "Size ne oluyor ki, Allah size darda kalmanızın dışında, haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz?" En‘âm 6/119. 1178 Bkz. Buhârî, "Hayz", 8; Müslim, "Hayz", 14; Ebu Dâvûd, "Tahâret", 109; Tirmizî, "Tahâret", 93; Nesâî, "Tahâret", 134; İbn Mâce, "Tahâret ve sünenühâ", 115; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/83, H.no: 24582. 1179 Bkz. Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1056-1059; a.mlf., et-Tebsıra, s.503. 1180 Kelvezânî, et-Temhîd, IV/328. 1181 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/425. 1182 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, a.e., II/425; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/327-328; İbn Kudâme, er-Ravda, s.420. 215 hükümlerin taalluk ettiği mahal ortaktır, o mahal de nefsü'l-emirdir.1183 İbn Hazm'ın (v.456/1064) da değindiği gibi meyte muztar kişi için helâl böyle olmayan için haramdır. Aynı kişi -örneğin muztar- için asla "Meyte hem helâl hem haramdır." denilemez.1184 Unutulmamalıdır ki hayz, kasr vs. konularında helallik ruhsata binaen verilmekte ve azimet olan hüküm aslı üzere baki kalmaktadır. Farklı uygulamalar taaddüd-ü hukuktan değil ruhsattan kaynağını almaktadır.1185 Evli kadının, kocasına helal iken başka adamlara haram olması konusunda ise söylenmesi gereken "Cinsel ilişkide helalliğe delil olmadıkça asıl kural haramlıktır." ilkesidir.1186 Burada delil ise nikâhtır.1187 16. "Bu hadîs haber-i vâhiddir, dolayısıyla bu tür rivayetleri delil olarak ileri sürmek doğru değildir." kabilinden sözlerle muhalif tarafın görüşlerini ve delillerini reddetme kolaylığına her iki taraf da zaman zaman düşmektedir.1188 Ancak sahâbe ve selefi salihînden mervî olan tahtıe içerikli sözler haber-i vâhid olmaları gerekçesiyle reddedilemez. Her ne kadar ayrı tariklerle gelse de hepsinin aynı mefhuma delalet etmesi sebebiyle manevî tevatür derecesinde olduğu rahatlıkla söylenebilir.1189 17. Bazı usulcülerin Şâri‘ tarafından hükmü açıklanmayan konular hakkında soru sormamayı tavsiye eden hadislerdeki meskûtu anh olan konuların ictihadi konular olduğunu söylemesi açık bir yanılgıdır. Hadiste "Bir takım şeyler de vardır ki onlar hakkında sükut etmiştir, bu sükutu unutmasından değil, size olan şefkatindendir. Öyleyse onlar hakkında araştırma yapmayınız!" ifadesindeki meskût anh (hükmü açıklanmayan) şeylerden kastedilenin kıyasa açık ictihadî konular olduğunu hadîsin bağlamı nakzetmektedir. Zira buradaki meskût anhın kıyasî konular olduğu varsayılırsa hadisin devamındaki "Öyleyse onlar hakkında araştırma yapmayın!" şeklindeki yasak, kıyası, dolayısıyla da ictihadı yasaklayan bir nehiy olarak karşımıza çıkar ki bu da ictihadı tavsiye ve emreden naslarla açık bir çelişki içindedir. 18. Tasvîbu'l-müctehidîn taraftarları "teklîf" ile "hata" arasında doğrudan bir ilişki olduğunu varsayar. Bu "İctihadda günah yoksa hata da yoktur." önermesiyle aynı anlama 1183 İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahrîr, III/391-392. İbn Hazm, el-İhkâm, II/66, 74. 1185 Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.107. 1186 Şevkânî, es-Seylü'l-cerrâr, II/255. 1187 Zâydî, a.y. 1188 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/375; Râzî, el-Mahsûl, II/520. 1189 Teftâzânî, et-Telvîh, II/119. İbn Kudâme gibi bazı usulcüler konunun hadis teknikleri açısından değerlendirilmesi bir tarafa sahabe icması bulunan bir husus olduğunu vurgulamaktadır. İbn Kudâme, er-Ravda, s.417. 1184 216 gelmektedir. Böyle bir bağlantının zorunlu olmadığı ise aşikârdır.1190 Gazzâlî'nin "Kişinin yapmakla emrolunduğu bir konuda, muhalif davranış sergilerse günah işlemedi denilemez."1191 ifadesi müctehidin doğruyu bulmakla ecir kazanmak arasındaki bağlantıya işaret etmektedir. Buna karşın usulcüler ve fakihler arasındaki genel eğilim müctehidin doğruyu bulmakla değil ictihad (hükme ulaşmak için elinden gelen gayreti sarfetmek) ile sorumlu tutulmasıdır. Müctehid ictihad için elinden gelen çabayı gösterdikten sonra doğruyu bulamazsa elbette günahkâr olmaz. Böylelikle cumhur hata-günah ilişkisi bağlamında "ictihaddaki hata ile günah arasında doğru orantı"nın yerine "ictihadın kendisi ile günah arasında ters orantı" kurmaktadır. 19. Müctehid ulaştığı hükmün Allah'ın hükmü olduğunu bilerek ictihad etmesi halinde zan ile kesin bilgi birleşmiş olur, bu da muhaldir. Çünkü müctehidin ictihadı sonucu ulaştığı hüküm konusunda zannî bir bilgisi vardır. Diğer taraftan bu hükmün Allah'ın hükmü olduğuna dair kesin inancı, aynı anda müctehidin zihninde zannî bilgi ile yakinî bilgiyi birleştirmiş olur.1192 20. Kur’ân-ı Kerîm'deki ihtilafı yasaklayan ifadeler "usûlü'd-dîn" olarak adlandırılan inanılması zorunlu temel iman esaslarına hamledilmesi gerekir. Sahabe döneminden günümüze kadar âlimlerin furu‘da ihtilaf etmiş olduğu gerçeği bizi kaçınılmaz olarak böyle bir yoruma götürmektedir.1193 21. İbn Teymiyye'nin (v.728/1327), müctehidlerin ihtilafının bir kısmını tenevvü ihtilafı sayması1194 doğru bir yaklaşım olmakla beraber bu ihtilafların tamamının tenevvü olmayıp birçoğunun tezat ihtilafı olması vakıaya daha uygun görünmektedir. Somut örneklerden yola çıkarsak "abdesti bozan şeyler (nevâkızu'l-vudû)" başlığı altında müctehidlerin sahip olduğu görüşler değerlendirildiğinde bunların birbirine zıt ve aynı anda hepsinin doğru olması imkân haricinde olduğu görülür. Örneğin kan, kendisine nikâhı düşen bir kadının tenine ya da cinsel organa çıplak elle temas abdesti ya bozacak ya da bozmayacaktır. Bütün mezheblerin görüşlerini musîb kabul ederek "Hem bozar hem bozmaz." demek doğru olamaz. 1190 "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm verir de hata ederse ona bir ecir vardır." Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. 1191 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/266. 1192 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/383. 1193 Şâfiî, er-Risâle, s.561; Şankîtî, İrşâdu'l-mukallidîn, s.103. 1194 Bkz. İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, VI/63, XIII/323, 381; a.mlf., Der'u teâruzı'l-‘akli ve'n-nakl, IV/98; a.mlf., İktizâu's-sırâtı'l-müstekîm, I/37, 38, 39. 217 22. Gazzâlî'nin (v.505/1111) insanların farklı huy ve karakterlere sahip olup naslar karşısında birbirine aykırı tutum ve zanlara sahip olabileceğine temas eden gerekçesi "Delil zannın kendisidir." söylemiyle aynı anlama gelmekte olup bu söylemin özünde bazı sorunlar taşıdığı şüphesizdir. Şîrâzî'nin (v.476/1083) de vurguladığı gibi, zannın başlı başına delil olması âyetin1195 işaret ettiği emre aykırı olduğu gibi herkesin bir zan taşıması sebebiyle bilmeyen sade halk ile âlimlerin eşit hale gelmesine yol açmaktadır. Diğer taraftan zannın delil olduğu iddiası, münâzarada bir kişinin "İddia ettiğin şeyin doğruluğuna delilin nedir?" şeklinde tevcih ettiği soruya hasmının, âyet, hadîs, icmâ ve kıyâstan deliller yerine "Delilim kendi zannımdır." demesi gibidir.1196 Dinlerin gönderilmesindeki aslî hedef insanı zevklerinin ve zanlarının tahakkümünden kurtarıp Allah'a halis kul yapmaktır.1197 23. Tasvîbu'l-müctehidîn eğiliminin kendi içinde bazı çelişkiler taşıdığı inkâr edilemez. Örneğin; a. Aynı meselede, aynı şartlarda, aynı kişi hakkında haram ve helalin (iki zıddın) ictima etmesinin imkansız olduğunu Musavvibe de kabul etmektedir. b. Hiçbir usulcü gerek birbirine aykırı fetvalar gerekse şer‘î deliller arasında tercih yapmanın gerektiğini reddetmemektedir. Tercih ise bir nas ya da kıyas sebebiyle daha fazla zan niteliği taşır.1198 Tercih kabul edilmezse, (Şâfiî bir babanın, Hanefî bir adamla velîsiz olarak evlenen kızını, başkasıyla evlendirmesi örneğinde olduğu gibi) bir kadın aynı anda iki kişinin karısı olma durumuna düşer.1199 Şîrâzî'ye göre deliller arası tercihin varlığı da başlı başına Musavvibe aleyhinde delildir: "Bu (tercih kuralları) aleyhinize bir delildir. Çünkü bütün ictihadî görüşler doğru olsaydı tercih yollarından birisi vasıtasıyla bir lafzın diğerine öncelenmesine çalışılmazdı. Âlimler teâruz halinde tercihe yöneldiklerine göre iki zâhir delilin aynı anda hak ve doğru olması imkânsızdır."1200 c. Musavvibe, müctehidin kıyas şartlarını yerine getirmemesi ya da delil ararken gösterdiği ihmal sebebiyle hataya düşebileceğini itiraf etmektedir. Bu durum ise ihtilafın sebeplerinden birisidir.1201 Müctehidin taksiri sebebiyle hataya düşebileceğini 1195 "Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve Peygambere bırakın." Nisâ 4/59. 1196 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1060-1061; a.mlf., et-Tebsıra, s.501-502. Şâtıbî, el-Muvâfakât, II/134; Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.107. 1198 Şâtıbî, a.e., IV/69. İbn Akîl'e göre teâdül eden deliller arasında tercih kurallarını varlığı doğrunun birden fazla olamayacağına başlı başına bir delildir. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/387. 1199 İbn Akîl, a.e., V/377. 1200 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1069. Ayrıca bkz. a.mlf., et-Tebsıra, s.508. 1201 Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.108-109. 1197 218 kabul etmekle ihtilaf eden müctehidlerin tamamının doğruya isabet ettiğini savunmak tenakuzdur. 24. Sahâbenin, avamı fetva aramaktan menetmemesi gerçekte tasvîb görüşüne aykırı bir delildir. Zira sahâbenin, fetva veren diğer sahabelerin görüşlerini alıp-almamada muhayyer bırakmaları ve bu görüşler arasında seçim yapmalarını tavsiye ettikleri olgusu, müctehidler arasında tercih yapmalarına izin verdikleri anlamına gelmektedir. Halkın, kendi görüşünü kabullenmelerinde ısrarcı olmayıp doğruyu aramalarını istemeleri "Hangisini alırsan al; hepsi doğrudur." eğilimine karşı çıktıklarını göstermektedir.1202 25. Muhtî Müctehidi Mazur Gören Muhattıe doğrunun tek olduğunu iddia etmekle beraber bu doğruya işaret eden delilin zannî olduğu noktasında farklı ifadeler kullanmayı tercih etmişlerdir. Mütekellimîn bu delil için "emâre" ifadesini kullanırken fakihler genellikle "zannî delil" terimini kullanmıştır. Lafızlar farklı olmasına rağmen yansıtılmak istenen "kesin olmayan, izafilik unsuru taşıyan" şeklindeki anlamdır. Başta Gazzâlî olmak üzere Musavvibe ekolü, "emâre"ye doğruluğa yüzde elli (şek) derecesinde ihtimali olan bir kavram gibi bakarak zayıf bir anlam yüklemektedir. Emâre/zannî deliller, kaynağını insan zihni dışındaki haricî bir unsurdan almayan salt bir zandan ibaret olsaydı bir kişinin zannının başkasından daha güçlü/evlâ olması düşünülemez, tafsilî delillerden şer‘î hükümler çıkarma konusunda âmmî ile âlim aynı mertebede kalırdı.1203 26. "Eşbeh" hakkındaki delillerle ilgili olarak; Eşbehçi Musavvibe'nin "eşbeh" bir hükmün varlığına getirdikleri somut ve ikna edici bir delil bulunmamaktadır. Fıkıh usûlü kitaplarında eşbeh hüküm hakkında ortaya konulan deliller genellikle böyle bir hükmün varlığına yönelik değil, bu görüşü çürütme üzerine bina edilen delillerdir. 27. Ubeydullah b. Hasen el-Anberî'nin (v.168/784) cumhura aykırı olan mezkûr görüşüne cevap mahiyetinde en güzel ifadeleri "el-Mustasfâ"1204 ve "el-Mahsûl"de1205 bulmaktayız.1206 Anberî ve onun gibi düşünenlerin cumhura muhalefeti Şâtıbî gibi bazı usulcüler tarafından bahse değer görülmeyecek kadar önemsiz bir ihtilaf kabul edilmiştir. 1202 Bkz. Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.632 vd.; İbn Hazm, el-İhkâm, II/68, 78; Alvân, a.e., s.199. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/426. 1204 Bkz. Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/359-361. 1205 Bkz. Râzî, el-Mahsûl, II/500-503. 1206 Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.190. 1203 219 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TARTIȘMANIN HÜKÜM ÇIKARMA SÜRECiNDEKi ETKiLERi VE UYGULAMADAKi SONUÇLARI 220 İlk üç bölümde; ictihâdî görüşler içinde doğrunun tek olduğunu savunan "Muhattıe (yanlışlayanlar)" ve bütün müctehidlerin doğruya isabet ettiğini savunan "Musavvibe (doğrulayanlar)" ekolleri şeklinde kendini gösteren İslam hukuk usûlünde ictihadla ilgili görüş ayrılığının bağlantıları, kimler tarafından temsil edildiği ve tarafların delilleri üzerinde durulmuştu. Bu son bölümde ise, tartışmanın sonuçları hakkındaki Fıkıh Usûlü eserlerinde bahse konu edilen noktalara değinilecektir. Tartışmanın kuru ve sözde bir tartışma olmadığı, bazı neticeler doğurduğu ortadadır. Ancak bu neticeler, somut furû-ı fıkıh meseleleri olmayıp ictihad ve fetva yöntemini ilgilendiren teorik fikir ayrılıklarına ilişkindir.1207 İctihadî çözümlemelerde doğrunun tek olup olmadığı tartışmasının yol açtığı bu sonuçlara geçmeden önce, bazı fıkhî eserlerde kaynağını bulduğumuz ve bir yanılgı eseri bu tartışmanın sonucu olarak gösterilen bir meseleye temas etmek yerinde olacaktır. Belli bir yönü kıble olarak tayin ederek namazı o yöne doğru kılan kişinin, daha sonra hata ettiğine yakinen vakıf olan kişinin namazını iade edip etmeyeceğine dair fukahâ arasındaki ihtilafın1208 "tasvîbu'l-müctehidîn" tartışmasının sonucu olarak gösterilmesi1209 şu sebeplerden dolayı doğru olamaz; 1. Tartışmaya ilişkin böyle bir sonuç gösterme, Muhattıe'yi sadece İmam Şâfiî'den ibaret görerek temellendirmektedir. Hâlbuki kıble tayininde yanıldığı ortaya çıkan kişinin namazını iade etmesinin gerekmediğini düşünerek Şâfiî'ye muhalefet eden diğer mezheb imamları da, çalışmanın ikinci bölümünde zikredildiği gibi tahtıe eğilimde ondan farklı düşünmemektedir. 2. Kıble tayiniyle ilgili mezkûr tartışma "hatasına yakînen vakıf olan" kişi hakkında yapılmıştır. Tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasında ise ne Musavvibe ne de Muhattıe hataya 1207 Bkz. Tavânâ, el-İctihâd, s.580; Bilâcî, Tatavvuru ‘ilmi usûli'l-fıkh ve teceddüdühû, s.220. Kıblenin yönü hakkında tereddüte düşen kişi, kıbleyi soracağı bir kişiyi bulamazsa ictihad eder, ictihadı sonucu ulaştığı yöne doğru namazını kılar. İctihadında yanıldığını anlarsa namazını iade etmez. Bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, I/452; Mevsılî, el-Muhtâr, I/46-47; İbn Cüzey, el-Kavânînu'l-fıkhiyye, s.52-53. Şafiîler, kıble tayinindeki hatasına yakinen vakıf olan kişinin namazını iâde etmesi gerektiğini söyleyerek diğer mezheplerin bu konudaki görüşüne aykırı fikir bildirmiştir. Bkz. Şâfiî, el-Ümm, I/114; Şirbînî, Muğni'l-muhtâc, I/146. 1209 Örneğin Şihâbuddîn ez-Zencânî (v.656/1258), Ebu Hanîfe'nin böyle bir kişinin namazını iâde etmesini gerekli görmemesine karşın Şâfiî'nin iâde etmesi gerektiğini söylemesinde, Ebu Hanîfe'nin Musavvibe, Şâfiî'nin ise Muhattıe görüşüne sahip olmasının etkisi olduğu kanaatindedir. Zencânî, Tahrîcu'l-furû‘ ale'l-usûl, s.80. Ayrıca bkz. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/529, 533. 1208 221 yakînen muttali olduğunu iddia etmemektedir. Kaldı ki Musavvibe ictihadda bir hatanın bulunduğu anlayışını temelden reddetmektedir.1210 3. Kıble tayininde isabet etmeyen imamın namazının sahih olacağına hükmeden mezheb önderlerinin bu görüşlerinde temel etken Musavvibe görüşünün dışında başka mülâhazalardır. Örneğin İbn Akîl (v.513/1119), kıble tayininde isabet etmeyen imamın namazının sahîh olacağına dair Ahmed b. Hanbel'e (v.241/855) ait fetvanın, onun farklı yönlere doğru namaz kılanlardan hepsinin musîb olduğuna inanması sebebiyle değil, insanlardan kıble yönünü tam olarak tespit etmedeki güçlüğü kaldırmak, mezheblerin bu konudaki ihtilafları, insanların cemaat namazına ihtiyaçları gibi düşüncelerle verildiğini söylemektedir.1211 Tartışmanın hüküm çıkarma sürecindeki etkileri ve uygulamadaki sonuçları şunlardır: I. Muhattıe-Musavvibe Tartışması Bağlamında İctihadın Gerekliliği İctihad kapısının kapanmışlığı1212 meselesindeki tarafların tartışma ve delilleri bir tarafa bırakılacak olursa, teşrî‘ göreviyle memur olan Hz. Peygamber’in vefatından itibaren hayatın durmasını, siyasî, iktisadî ve sosyal şartların değişmemesini tasavvur etmek aklen imkânsız olmasına binaen, değişen ve gelişen hayat şartlarına uygun olarak bütün türleriyle ictihad mekanizmasını hareket ettirmek Müslümanların fert ve cemiyet yaşamı için hayatî bir görevdir.1213 Hukukî işlem ve tasarruflar açısından hadiseler sayısız ve sınırsızdır. Her hadise için de bir nas gelmemiştir ve bu aklen imkânsızdır. Dolayısıyla sınırlı olan naslar sınırsız olan hukukî olay ve işlemleri içine alamayacağından hareketle ictihadın zarurî olduğu söylenebilir.1214 1210 Zencânî, "Onlara (Musavvibe’ye) göre ise, hatası sonradan ortaya çıksa da, önceki ictihadını tasvîb etmeleri sebebiyle böyle bir namazın kazası gerekmez." demekle kendi içinde bir çelişkiye düşmektedir. Zencânî, a.y. Çünkü musavvibe, zaten muayyen bir doğruyu ve ictihad sahiplerine nispet edilen bir hatanın varlığını kabul etmemekte, “hata” diye bir şeyin varlığını inkâr etmektedir. 1211 İbn Akîl, el-Vâdıh, V/356-357; İbn Kudâme, er-Ravda, s.416. İctihadın kapanmışlığı ( )اﻥاد ;ب اﺝدiddiası İslam tarihinin ilk beş asrında bahse konu edilmemiştir. Bunda, müctehidlerin siyasi otorite tarafından istihdam edilmesi ve resmi hukukun icrasında önemli görevler üstlenmelerinin büyük rolü vardır. VI./XII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ictihad kapısının kapandığı düşüncesine bazı fukaha tarafından başlıca üç temel faktör nedeniyle karşı çıkılmıştır: 1) Hicrî VI.-X. yüzyıllar arasında meşhur müctehidlerin azalmasına rağmen varlıklarının devam etmesi, 2) Her asırda dini yenileyen müceddid bir müctehidin çıkacağıcağına olan inanç, 3) Hanbelî ve Şafiî ekole müntesip hukukçuların müctehidlerin kesildiğine karşı çıkmaları ve her çağda müctehidin bulunduğuna dair ifadeleri. Wael Hallaq, "Was The Gate of Ijtihad Closed?", s.33. 1213 Karaman, İslam Hukukunda İctihad, s.31,33. 1214 Cessâs, el-Fusûl fi'l-usûl, IV/75; İbn Rüşd el-Cedd, el-Mukaddemât el-Mümehhedât, I/37; Karaman, a.e., s.27. 1212 222 Dînî sorumluluk açısından ictihad; derhal hükme bağlanmaya muhtaç bir konu hakkında olup başka müctehid yok ise bu konuyla ilgili kendisine soru sorulan müctehid için farz-ı ayn, ictihad için zaman geniş ve hâdisenin götürülebileceği başka müctehidler var ise farz-ı kifâye, meydana gelmemiş muhtemel bir hâdise, vuku bulmadan tasavvur yoluyla farazî olarak ortaya koyuluyorsa bu durumda mendûb, nassa aykırı olarak yapılmışsa böyle bir ictihad da haramdır.1215 Bazı usulcülere göre müctehidlerin tamamının doğruya isabet etmiş olduğu düşüncesi, müctehidin çalışmasının neticesinin yok sayılması tehlikesini doğurabilir. Kendisi gibi diğer müctehidlerin de musîb olduğunu, Allah katında muayyen bir doğrunun bulunmadığını varsayan bir müctehid doğruyu bulmada kendisini yorma, gecesinin gündüzüne katarak bir şey arama zahmetine katlanmayacak, öyle veya böyle sonuçta ulaşacağı hüküm diğer müctehidlerle aynı değerde doğruyu bulan bir hükme isabet etmiş olmanın rahatlığını hissedecektir.1216 Bu yüzden Musavvibe görüşüne itiraz sadedinde Pezdevî (v.482/1089) "Her müctehid musib olsaydı zorluk ortadan kalkar ve ictihadın anlamı kalmazdı."1217 demektedir. Bu teze göre Musavvibe'nin savunduğu "el-kavlü bi’l-eşbeh" veya "doğruların eşitliği=istivâu’l-hukûk" kabul edildiği takdirde müctehidin anlama ve yorumlama esnasında göstermesi gereken gayret ve çabayı ortaya koyma yükümlülüğü ortadan kalkmış olur. Zira doğrular Allah katında birden fazla, hepsi hak ve eşit düzeyde telakki edildiğinde, bunlara ulaşmak için “ictihad” etmek faydasız bir çabadan öteye gitmeyecek ve her bir müctehidin araştırmaksızın bunlardan birini seçmesi yeterli olacaktır.1218 1215 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/370-371; İbn Abdişşekûr, Müsellemu's-sübût, II/362-363; Vehbe ez-Zuhaylî, "el-İctihâ fi'ş-şerî‘ati'l-islâmiyye", s.176-177; Kamali, Principles of Islamic Jurisprudence, s.369. İctihad görevinin, "Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar." (Tevbe 9/122) âyetinden yola çıkarak cihad gibi farz-ı kifâye olan bir vecibe olduğu belirtilmiştir. Abdulmünim en-Nemr, el-İctihâd, s.63 vd. 1216 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/323, 324. 1217 Pezdevî, el-Usûl, IV/55. Tasvîb düşüncesine yönelik aynı eleştiri için bkz. İbn Kudâme, er-Ravda, s.421; Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.379. Gazzâlî “el-Menhûl” de musavvibenin aşırı kısmının "İctihadın bir faydası yoktur ve belirli bir müctehidi taklidin de anlamı olmayıp kişi istediği görüşü seçer. Çünkü bütün ictihadi çözümlemeler zan mahsulü olup müctehidlerin arasında mertebe farkı yoktur" şeklinde bir söyleme sahip olduğunu belirtmektedir. Gazzâlî, el-Menhûl, s.561. 1218 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/36. 223 II. Fetvâ Verirken Ruhsatları Araştırma Yöntemi Usulcülerin Musavvibe-Muhattıe tartışmasıyla yakından ilgisinin olduğuna inandığı bir diğer konu iftâda “ruhsatları araştırma” (Tetebbu‘u'r-ruhas)1219 yöntemidir. Muhattıe taraftarları olan usulcüler, her müctehidin doğruya ulaştığı nazariyesinin yol açacağı mahzurlara temas ederken “Her ictihadî sonuç doğru olduğuna göre bunlardan hoşa giden ve arzuya uygun olan birisi ile fetva verilebilir.” düşüncesine karşı çıkmışlardır. Tartışmanın işleniş yönteminde İbn Hazm’ın "el-İhkâm"ı ve İbn Abdilberr'in "Câmiu beyâni’l-ilm ve fadlihî" adlı eserinden etkilendiği anlaşılan Şâtıbî (v.790/1388) konunun diğer ayrıntılarına girmekten ziyade doğurduğu pratik sonuçlarına değinmektedir.1220 Pratik faydası olmayan konuları eserine almamayı prensip edinen1221 Şâtıbî bu konuya uzun bir bölüm ayırmakta ve meseleye şu cümlelerle giriş yapmaktadır: “Bu kuralın (tasvîbu'l-müctehidîn) gözardı edilmesinden şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır: Birçok mukallid fıkıh bilgini başkasına vermediği fetvayı bir yakınına ya da arkadaşına onun arzu ve hevasına uygun olacak şekilde verebilmektedir.”1222 Şâtıbî böyle bir fetva siyasetinin hem kendi zamanında hem de kendisinden önce varlığını itiraf etmekte ve bazı örnekler vererek bunun ne yargıda ne de fetvada ahlakî olduğunu belirtmektedir.1223 Mâlik b. Enes’in (v.179/795) farklı görüşlerden seçim yapmak suretiyle kaza ve fetva vermeyi hoş görmediğini ve bunu hiç kimse için caiz görmediğini nakleder. Ona göre hâkim, bir kişi hakkında, seleften bir âlimin hükmüne dayanarak bir hüküm verir de aynı şartlar altındaki başka bir kişi için, seleften başka bir âlimin hükmüne dayanarak farklı bir hüküm veremez.1224 Debûsî (v.430/1038) de "Eğer hak müteaddit olsaydı mukallid, mezheplerden istediğini keyfî olarak seçerdi."1225 demektedir. Bâcî (v.494/1100) ise bu konuda “Allah'ın dininde hiç kimsenin, hakkın dışında bir şeyle fetva vermesi caiz ve helal değildir. İnsanlar bu fetvaya ister razı olsun ister olmasın durum değişmez. Zira 1219 Burada “ruhsat” ile kastedilen şey, mezhep ve müctehidlerin ihtilaf halinde oldukları bir konuda mevcut ictihadlardan daha kolay, daha hafif, daha az yük yükleyen, mevcut hali sakıncasız gösteren ya da bağlayıcı olmayan ictihadla amel etmektir. Naslarla sabit olan ve “azimet”in karşıtı olan “ruhsat” terimi değildir. Çalış, Halit, İslam'da Kolaylaştırma İlkesi, s.220. 1220 Alvân, el-İctihâd, s.188-189. 1221 Bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/20. 5 دKﻥ5> اﺱR58' ل5= ی5 50 ض5 ﺥ50 ض+0 ' 8' R < ی: Bآ ﻡ R'$5" ﺵPratik faydası olmayan konularla uğraşmak, şer‘î hiçbir delilin müsaade etmediği faydasız bir işle meşguliyet anlamına gelir." 1222 Şâtıbî, a.e., IV/73. 1223 Şâtıbî, a.e., IV/73,74. 1224 Şâtıbî, a.e., IV/75-77. 1225 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/42. 224 müftü Allah'ın hükmünü haber veren (muhbir) kişidir. Nasıl olur da Allah'ın hükmettiği ve vacib kıldığı şeyler dışında Allah'tan haber verebilir ?! Allah Teala Nebîsine hitaben şöyle buyurur: “Allah'ın indirdiğiyle aralarında hüküm ver ve onların hevalarına uyma!”1226 Bir müftünün, keyfine göre fetva vermesi ya da Amr’a vermediği fetvayı Zeyd’e, aralarındaki yakın dostluk ya da başka bir menfaat gözeterek vermesi nasıl caiz olur? Müftünün, Allah'ın kendisine, sadece O'nun indirdiği hak ile hükmetmeyi ve hakka ulaşmak için ictihad etmesini emrettiğini, hakka muhalefet ve ondan sapmaktan nehyettiğini bilmesi gerekir.”1227 Şâtıbî bu ifadeden şu sonucun çıktığını belirtmektedir “Fakihin fıkhî görüşlerden birini ictihad etmeksizin keyfine göre tercih etmesi helal değildir. Bu şekilde kimseye fetva veremez.”1228 Usulcülere göre mezheplerdeki ruhsatı araştırıp ona göre fetva vermek beraberinde birtakım olumsuz neticeler getirir. Delile ittibayı bırakıp hilafa ittiba etmek suretiyle dînî yükümden sıyrılmak, şer‘î kuralları sınırı belirsiz bir şekle sokmak bu neticelerden bazılarıdır. Süleymân et-Teymî'nin (v.143/760) "ruhsatları araştırma" tutumu hakkında “Eğer her âlimin ruhsatlarını alırsan bütün şerleri kendinde toplamış olursun.”1229, Evzâî’nin (v.176/792) "Kim âlimlerin şâz görüşlerini alırsa İslam’dan çıkar." dediği nakledilir. İsmâîl el-Kâdî (v.330/941) âlimlerin cumhura muhalif bu tür görüşlerini toplayıp kitap haline getiren bir kişi için "Bu kitabın yazarı zındıktır." demiştir.1230 Yahyâ el-Kattân (v.198/813) "Kim Medîne ehlinden şarkı dinlemeyi, Kûfe ehlinden nebiz içmeyi, Mekke ehlinden muta nikahını almak suretiyle ruhsatlarla amel edecek olsa fasık durumuna düşer." demektedir.1231 Ahmed b. Hanbel’e (v.241/855) göre böyle bir şeye kalkışan günaha girmektedir. İbn Abdilber (v.463/1070) ruhsatlara tâbi olmanın caiz olmadığı konusunda icmanın bulunduğunu söylemiştir. 1232 Ebu İshak el-Isferayînî (v.418/1027) ve İbn Ebî Hureyre (v.345/956) “Bütün mezheplerin kolay yönünü tercih eden fıska düşer.” demektedir.1233 1226 Mâide 5/49. Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/77. 1228 Şâtıbî, a.e., IV/78. 1227 İbn Abdilber, Câmi‘u beyâni'l-‘ilm ve fadlihî, I/83. K8 آ$( اq0 , آ '= اﺝEﺥ$; ت$ان اﺥ Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.452, 453. 1231 Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.518. Benzer bir söz Ma‘mer b. Râşid’den nakledilmektedir. İbn Hacer, Telhîsu'lhabîr, III/187. 1232 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, I/462; İbnu'l-Kayyım, İ‘lâmu'l-muvakkı‘în, IV/222; İbnu'l-Lahhâm, elMuhtasar, s.245; Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.196. 1229 1230 225 İbn Hazm (v.456/1064) da “ruhsatları araştırma”nın helâl olmayan bir iş ve günahkârlık göstergesi olduğunda âlimlerin icmâsı olduğunu vurgulamaktadır.1234 Görüşlerden hevasına uygun olanı istediği gibi seçme hakkı, sonuçta hiçbir nas ya da delile dayanmaksızın mezheplerin ruhsatlarını araştırma hakkını vereceğini söyleyen İbn Hazm, böyle bir fetva usulünün caiz olmayan bir husus olduğunu ifade etmekte hatta bunu “fısk” olarak nitelemektedir. İbn Kayyım el-Cevziyye (v.751/1350) "Müftünün, bir menfaat beklentisi içinde olan kişi için, ruhsatları araştırması caiz değildir." demektedir.1235 Molla Hüsrev (v.885/1480) ise "Eğer hak taaddüt etseydi mukallid istediğini seçer ve adeta müctehid haline gelirdi."1236 demektedir. Ruhsatlarla fetva veren ve amel edenler şu âyet ve hadislerden dayanak aramaktadır: “Allah sizin için kolaylığı ister.”1237 “Allah size dinde zorluk yüklememiştir.”1238, “Zarar ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.”1239 “Hanif ve müsâmaha (dini olan İslam) ile 1240 gönderildim.” Tetebbuu’r-ruhas’ın caiz olduğunu savunanlara göre bu nasların hepsi meşakkat içeren ictihadî hükümlere münafidir. Allah Teâlâ ğanî ve kerîmdir, buna karşın kullları muhtaç ve fakirdir. İkisi tearuz ederse ğınâ yönü baskın gelir; yani Allah kulların zorluklarını giderir, onlara kolay gelecek şekilde dînî emirler teşrî kılar. Şâtıbî (v.790/1388) bu fikri ve böyle bir istidlali kabul etmez. İctihadî görüşlerden kolay olanını almanın kişide her zaman başvurulan bir tutum haline gelmesi, teklifin (insanın dînî hükümlerle mükellef kılınması) düşmesi sonucunu doğurur. Zira tekâlif-i dîniyye bütünüyle insan nefsine ağır gelen hükümler içermektedir. “Teklîf” kelimesi de külfet kelimesinden türemiştir. Bu tür delillerle dindeki zorlukları kaldırmak Yüce Yaratıcı’ya karşı sorumluluk hissinin önemli oranda zedelenmesi neticesini doğuracaktır.1241 1233 Veliyyullâh ed-Dehlevî, ‘Ikdu'l-cîd, s.52. Ruhsatlardan istifade konusu ekseninde yürütülen tartışmada ortaya atılan başlıca üç görüş (cevaz, adem-i cevaz ve şartlı cevaz) hakkında ayrıca bkz. Çalış, İslam'da Kolaylaştırma İlkesi, s.221-227. 1234 İbn Hazm, Merâtibu'l-icmâ‘, s.175. 1235 İbnu'l-Kayyım, a.e., IV/222. 1236 Molla Hüsrev, Mirâtü'l-usûl, II/466. 1237 Bakara 2/185. 1238 Hacc 22/78. 1239 İbn Mâce, "Ahkâm", 17. 1240 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V/266, H.no:22345; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-kebîr, VIII/222, H.no: 7883 1241 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/ 83. 226 Muhattıe'nin yukarıda zikredilen “Mezheplerin kavilleri içinden istenilen ruhsata tabi olmak bir nevi teklifi (dînî hükümlerle sorumlu olmayı) düşürmektedir. Zira teklif tercih ile meydana gelir; yani mükellef bir emri yapıp yapmamada tercihle sorumludur, istediği görüşü hevasına göre seçmekle değil..”1242 şeklindeki gerekçesine Cessâs itiraz etmekte ve "Musavvibe görüşü hevaya uygun tercihe götürür, keyfe göre istediği hükmü seçer." önermesinin Muhattıe için de geçerli olduğunu söylemektedir. Ona göre avamdan birisi ve yeni bulûğa ermiş bir çocuk ya da ictihada hiç fırsat bulamamış başka bir kişi, iki farklı âlime bir konunun cevabını sorup da farklı cevaplar aldıkları bir durumda aynı tehlike ile yüzyüzedir.1243 Muhattıe'den olan âlimler ise bu itiraza şöyle bir cevap geliştirmişlerdir: Müctehid, naslar ve bu nasların muhtemel anlamları arasında tercihlerde bulunuyorsa âmmî kişi de müctehidler ve ictihadlar arasında tercih yapmakla yükümlüdür. Şâtıbî'nin de ifade ettiği gibi "Müctehidler için edille-i şer‘iyye ne ise avam için müctehidlerin fetvası odur."1244 Müctehidlerin fetva ve taklide liyakat noktasında farklı mertebeleri ve ictihada kabiliyetlerini gösteren birçok vasıfları vardır.1245 Bu vasıflar avamın değerlendirip aralarında tercih yapabileceği şekilde göz ile görünen ayırt edici unsurlardır.1246 Mâmâfih müctehid gibi âmmî kişi de rastgele ve keyfî seçim yapma hakkına sahip değildir. III. Mezhepte İntikal ve Telfîk Konusuna Farklı Yaklaşımlar Usulcülerin büyük çoğunluğu mukallid kişinin, dînî hayatını ilgilendiren her meselede muayyen bir âlimi taklid etmesinin vâcib olmadığı, istediği müctehide tabi olmakta hür olduğu kanaatindedir. Bir mezhebe bağlanan o mezhebe daima bağlı kalması şart olmayıp, başka bir mezhebe intikal etmesi, mezheb imamına bazı konularda muhalefet etmesi caiz görülmüştür. Şâri‘ Teâlâ'nın mükelleflerden istediği, bilmedikleri konularda bir âlime ittiba etmeleridir; belli bir mezhebe taassub derecesinde yapışmaları değildir. Dolayısıyla muayyen bir mezhebi iltizam eden kişi daima bu mezhebe bağlı kalması gerekmez. Çünkü kulların yükümlü olduğu tek şey Allah'ın onlara emrettiği ya da yasakladığı şeylerdir. Ne Allah ne de Rasûlü (s.a.s.) bir kimseye, ümmet içinde belli bir 1242 Şâtıbî, a.e., IV/72, 73. Cessâs, el-Fusûl, IV/350. 1244 Şâtıbî, a.e., IV/173. 1245 Bu vasıfların bazıları için bkz. Şâtıbî, a.e., IV/158-166. 1246 Şâtıbî, a.e., IV/168. 1243 227 kimsenin mezhebine iltizam etmesini, karşılaştığı her meselede onu taklid etmesini ve diğer müctehidleri terk etmesini farz kılmamıştır.1247 Sahâbe ve tâbiîn döneminde hal böyle idi ve her müstefti kendisine sınır koyulmaksızın istediği ve bilgisine güvendiği herkese fetva soruyordu.1248 Mezhebler rahmet ve nimet olmasına rağmen muayyen bir mezhebi iltizam etmenin vacib görülmesi insanları sıkıntıya ve darlığa götürebilmektedir.1249 Mezhebte intikâl bazı meselelerde bağlı bulunduğu mezhebin hükmünden ayrılıp başka mezhebin o meseledeki hükmünü kabullenmektir. Mezheb iltizamının zıddıdır. Şankîtî’nin (v.1923) mezhepte intikal ile tasvibulmüctehin tartışmasını beraber işlemesi1250 bu iki konunun yakından ilgili olduğuna ışık tutmaktadır. Fıkıh usulü eserlerinde, mezhepte intikal konusu içinde işlenen “ruhsatları araştırma” (Tetebbu‘u'r-ruhas) mezhepte intikali caiz görmeyenlerin gerekçesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir ifadeyle “tetebbuu’r-ruhas”tan sakınılmak için intikale cevaz verilmemektedir. Mezhebte intikal ile ruhsatları araştırma yöntemi arasındaki bağlantı da bu noktada kendisini göstermektedir. Âmidî (v.631/1233) amelden sonra intikalin caiz olmadığı hakkında icmâ olduğunu iddia etmesine1251 rağmen bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Belirli bir mezhebi iltizam ettikten sonra başka mezhebe intikal noktasında serdedilen ifadeler topluca değerlendirildiğinde ana olarak şu görüşlerin ortaya çıktığı söylenebilir: 1. İntikal taklid ettiği mezhebin görüşüyle amelden sonra caiz değildir. 2. İntikal hâdise ortaya çıktıktan sonra caiz değildir. Cüveynî’nin tercihi bu yöndedir. 3. Taklid ettiği mezheb imamı, bir meselede daha zayıf ise o meselede intikal yapabilir. Kudûrî’nin tercihi böyledir. 4. İntikal ettiği mezhebin görüşü hâkimin yargı kararını bozacak nitelikte ise intikal caiz olmayıp aksi halde intikal edebilir. İzz b. Abdisselâm’ın görüşü bu yöndedir. 5. Dinin hükümlerini oyuncak haline getirmemek ve aleyhine verilen hükmü bozacak nitelikte olmamak şartıyla kalbinin tatmin olduğu başka bir mezheb görüşüne intikal edebilir. İbn Dakîki'l-îd'in görüşü de böyledir. İbnu'l-Hümâm (v.861/1456) Hanefîlerin bu konudaki görüşünü naklederken “Bir mezhepten diğerine intikal eden kişi ictihad ve bürhan ile intikal etmiş bile olsa günaha 1247 Senhûrî, Mezheplerin Hükümleri Arasında Telfik, s.249. Âmidî, el-İhkâm, II/458; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/444. 1249 Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", IX/34-35. 1250 Şankîtî, İrşâdu'l-mukallidîn, s.168-171. 1251 Âmidî, el-İhkâm, II/458. 1248 228 girmiştir ve ona tazir lazım gelir, ictihadsız ve bürhansız olarak intikal ise bu hükme daha evladır.”1252 şeklinde olduğunu söylemekte, fakat kendisi "Müctehidlerin kavillerinden en hafifini almaya şer‘an ve aklen bir engel görmüyorum."1253 demektedir. Dehlevî'ye (v.1176/1762) göre avamın belli bir müctehidi taklid etmesi ve aynı konuda farklı müctehidlere görüş sormasının yasaklanmasının altında halkı ruhsatları araştırmaktan menetme düşüncesi vardır.1254 Karâfî (v.684/1285), Yahya ez-Zenâtî'nin (v.656/1258) intikalin caiz olması için üç şart aradığını nakletmektedir: a) İcmâya muhalif olmamalıdır. Mehirsiz, velîsiz ve şahitsiz evlenmek gibi. Böyle bir nikâh akdinin sahîh olduğunu kimse söylememiştir. b) Taklid ettiği kişinin, yani kendisine intikal ettiği mezhep imamının daha faziletli olduğuna inanması gerekir. c) Ruhsatları araştırmaması gerekir.1255 Mâlikî bir fakih olan İbn Cüzey (v.741/1310) de daha sonra aynı şartları tekrarlayacaktır.1256 Dehlevî, Sübkî'nin (v.771/1369), intikalin caiz olmadığı şeklindeki icmâ iddiası ile kendi mezheb fukahasının icmâsını kastettiğini söylemektedir. Şâfiî mezhebinde hâkim olan görüş intikalin ifta ve kazada değil, amel etme noktasında kişinin kendisi için caiz olacağıdır. Gazzâlî'nin ise iki tarafın eşit olması halinde buna cevaz verdiğini, bunun kıblenin yönü hakkında fikri olmayanın istediği yöne dönmekte serbest olmasına benzettiğini nakletmektedir. Dehlevî böyle bir tercihin ise haram-helal gibi iki zıt hükmün bulunduğu meselelerde mümkün olmadığını belirtmektedir.1257 Necmuddîn b. Hamdân'ın (v.695/1295) şöyle dediği nakledilir: "Kim bir mezhebe bağlanırsa delilsiz, taklidsiz veya başka bir özür olmaksızın o mezhebe muhalefet etmesi caiz değildir." İbn Teymiyye (v.728/1327) İbn Hamdân'ın bu sözünü "Bu davranışı mezhebinin görüşüne muhalif delil olmadıkça ya da bu görüşe muhalif fetva veren başka bir âlimi taklid etmedikçe veya yaptığı şeye dair şer‘î bir özür bulunmadıkça mukallidin mezhebine muhalefeti nefsinin arzularına tâbi olmak anlamına gelir." şeklinde yorumlamaktadır.1258 َاp5َِ; َا َد$5ُ َأنْ یM 5ُ; 5َ َو، R5َْن َأو ٍ َْه$ُ;َ اﺝَِْ ٍد َو8ِ<َ0 $َ ِیkْ/M ا7 ُ ِﺙِ=ٌ یََْ ْﺝv ن ٍ َْه$ُ; ;ِﺝَِْ ٍد َو$َ َﺥv 7 ٍ َْهpَ ﻡRَ إ7 ٍ َْهpَ!َُ ا اُْ َِْ ُ ﻡِْ ﻡ ٌ اﺝَِْدKُ َ @ َ َْ b M Tَﻡ/ْن ا M َBِ 7 ِ ْ8َِْ ِ= ا3ْ>َي َوﺕT$َ>M اRَ ْ/َ اِﺝَِْ ِد ﻡİbnu'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V/457. 1252 1253 İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/447 Veliyyullâh ed-Dehlevî, ‘Ikdu'l-cîd, s.53. 1255 Karâfî, Tenkîhu'l-fusûl, s.339. 1256 İbn Cüzey, Takrîbu'l-vusûl, s.197. 1257 Veliyyullâh ed-Dehlevî, ‘Ikdu'l-cîd, s.30. 1258 İbn Teymiyye, Mecmû‘u'l-fetâvâ, XX/220, 221, 227. 1254 229 İbn Teymiyye’nin mezhepte intikal ile ilgili kendi görüşü ise şöyledir: "Kim muayyen bir imama tabi olur da kuvvetli bir delil ya da daha bilgili veya takvalı olmasına binaen başka imama tabi olmak suretiyle kendi imamına muhalefet ederse şüphesiz bu davranışı onun adaletine zarar vermez, aksine güzel bir davranış sergilemiş olur. Bu iki durum (delilin kuvveti ve bilgi/takva üstünlüğü sebebiyle yapılan intikal) İslam âlimlerince caiz hatta vacib kabul edilmiştir. Ahmed b. Hanbel’in buna dair söyleri bulunmaktadır."1259 Âlimlerin mezhebte intikal ile ilgili yukarıda zikredilen sözleri incelendiğinde, müctehid imamların görüşleri arasında, birinden diğerine gelişigüzel ve rastgele geçiş yapmayı hoşgörmeyen bir tavır sergiledikleri dikkatimizi çekmekte ve intikali sadece “müreccih bir unsur” nedeniyle meşru gördükleri anlaşılmaktadır. Doğrunun, ictihadî çözümlemeler içinde tek olduğunu savunan âlimler, her ictihad sonucunu aynı düzeyde görmemelerinin doğal bir neticesi olarak, intikal için ya kuvvetli bir delile ya da bilgide efdaliyete (üstünlüğe) dair güçlü bir kanaati şart koşmuşlar, bu şartın tahakkuk etmemesi hâlini de “tercîh bilâ müreccih” olarak değerlendirerek bu müreccihin keyfî arzu değil yalnızca delil olması gerektiğine vurgu yapmışlardır. Zira delilinin kuvveti bilinmeyen ictihadlardan birini diğerine tercih etmek "tercîh bilâ müreccih"tir.1260 Bu noktada konumuzla yakından ilgili olan ve temas etmeden geçemeyeceğimiz bir diğer mesele ise, zaman içinde “müreccih bir unsur olmaksızın, aynı anda birden fazla mezhebe yapılan intikal” olarak algılanan telfîk konusudur. Telfîk kelimesini, fukahâ ve hadîsçiler genellikle “arayı kapatma”1261, “iki şeyi birleştirme”1262, “uydurma”1263, “tevfîk (çelişen iki şey arasında uyum sağlama)”1264 ve “farklı rivayetleri aynı metin içinde birleştirme”1265 şeklindeki sözlük anlamlarıyla kullanmışlardır. Istılahta ise telfîk "birbiriyle irtibatlı ve her birine ait özel bir hüküm bulunan rükün ve parçalara sahip bir fiilde, ictihadları farklı olan iki ya da daha fazla imamın görüşünü 1259 Zehebî, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, VII/125; İbn Teymiyye, el-Fetâva'l-kübrâ, V/555. Seyyid Bey, "İctihad ve Taklid", s.155. 1261 Örneğin bkz. İbn Kudâme, el-Muğnî, I/403. 1262 Örneğin bkz. Serahsî, el-Usûl, s.179. 1263 Örneğin bkz. Şevkânî, Neylü'l-evtâr, I/65. 1264 Örneğin bkz. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, I/517. 1265 Örneğin bkz. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XI/158. 1260 230 birleştirmektir." Bu suretle hükmün birisini bir imamdan, ötekini diğer imamdan alarak müleffak (kombine, bileşik) bir eylem gerçekleştirilmiş olur.1266 Diğer bir ifadeyle telfîk, müctehid olmayan mükellefin, aynı meselede çeşitli mezheb ve müctehidlerin görüşlerinden faydalanması, birkaç mezhebin hükmünü birleştirerek takbik etmesidir. Bu şekilde birkaç mezhebten birleştirerek tatbik edilen meseleye ise "müleffak mesele" denir. Müteahhirûn âlimlerden telfik konusunu ele alanlar ihtilaf etmiş, kimisi “caizdir” derken, bir kısmı aksini iddia etmişlerdir. Cevazına hükmedenlerin dayanağı bunun caiz olmadığına delilin bulunmamasıdır. Bazı âlimler icmâya aykırı düşen telfîkin caiz olmadığını söylerken1267, diğer bazıları ise belli bir mezhebin imamlarının muhtelif reyleri arasındaki telfîki 1268 vermemişlerdir. kabul etmiş fakat farklı mezhebler arasındaki telfîke izin Telfîkin, ruhsatları araştırma olmaksızın caiz olduğunu öne süren de vardır.1269 Konuyla ilgili müstakil bir çalışması bulunan Senhûrî (v.1971), telfîki "ictihadda telfik", "taklidde telfîk" olarak ikiye ayırır ve ictihadda telfiki şöyle tanımlar: İki veya daha fazla müctehid bir mesele üzerinde ictihad ederek birden fazla görüş ortaya atarlar. Bunlardan sonra gelen başka bir müctehid de aynı mesele üzerinde ictihad ederek, ictihadı neticesinde her görüşten bir kısmını almış gibi olur ve bunun toplamı o meselede kendisinin reyidir. Böylelikle bu rey kendisinden öncekilere nispetle mürekkep bir ictihad olmuştur.1270 Suriyeli ünlü âlim Cemaluddîn el-Kâsımî (v.1914), telfîkin mezheb taassubunun koyulaştığı ve devlet siyaseti haline geldiği hicrî V. asırda ortaya çıktığını ve bunun usûl 1266 Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", s.46. Ayrıca bkz. Atar, Fıkıh Usulü, s.325326. 1267 Buna göre bir kimse niyetsiz, sıra gözetmeden (tertîb), abdest azalarını ovmadan (delk), peşpeşe yıkamadan (müvâlât), besmele çekmeden, içine necaset düşmüş iki kulle sudan abdest alacak olsa, bu abdest beşinci bir mezheb icat etme anlamına geldiğinden dolayı batıldır. Abdulğanî en-Nablûsî, Hülâsatü't-tahkîk, s.144. 1268 Senhûrî, Mezheplerin Hükümleri Arasında Telfik, s.268-269. 1269 Bu görüşü savunanlar hakkında bkz. Muhammed Saîd el-Elbânî, ‘Umdetü’t-tahkîk, s.194, 210. Telfîkin caiz olduğu savunanlar Mezheb imamlarından bazı telfik örnekleri nakletmişlerdir. Örneğin Ebu Yûsuf halka Cuma namazı kıldırdıktan sonra kendisine, Cuma için guslettiği namazın suyunda fare bulunduğu haber verilince "Medineli kardeşlerimizin mezhebince amel etmiş oluruz; su iki kulle miktarına varınca pis olmaz" demiştir. Muhammed b. Abdilazîm, el-Kavlü’s-sedîd, s.113, 116. İmam Şâfiî tıraş olduktan sonra üzerinde saç kırpıntılarıyla namaz kılmış, kendisine kesilmiş saçın necis olduğu hakkındaki fetvası (kavl-i kadîme göre) hatırlatılınca burada Irak Ehlinin görüşünü alalım diye cevap vermiştir. Muhammed Saîd el-Elbânî, a.e., s.185. 1270 Senhûrî, a.e., s.236-237. 231 konusu olmaktan çok furû‘ konusu olduğunu belirtir.1271 Karâfî, telfîkten ilk bahsedenin Yahya ez-Zenâtî (v.656/1258) olduğunu kaydetmektedir.1272 Ayrıca telfîk konusunu mutlak müctehid, mezhebte müctehid ve tahrîc ashabı olan müctehidlerin değil, daha aşağı mertebede olan mukallid seviyesindeki fakihler ele almıştır.1273 Bu konuya değinen bazı yazarlara göre şu niteliklere sahip olan telfîk çeşitleri caiz değildir: 1. Her mezhebin kolay olan hükümlerini almak suretiyle ruhsatları araştırma yöntemiyle yapılan telfîk, 2. Hâkimin hükmünü bozmayı gerektiren telfîk, 3. Amelden sonra rucûyu gerektiren, icmâya aykırı ve mukallidi mali bir sorumluluktan kurtaran telfîk..1274 Senhûrî de telfîkin şu şartlar dâhilinde yapılabileceğini söyleyerek yukarıdaki maddeleri teyid etmektedir; 1. Telfîk yaparken ruhsatları araştırmamak, 2. Hiç bir mezhebin kabul etmediği bir vakıa meydana getirmemek, 3. Taklid edilen müctehidin bilgide daha üstün olduğuna inanmak, 4. Buna ihtiyaç bulunmak.1275 Sonraki asırlarda çağın ihtiyaçlarından doğan hukuki sorunların çözülmesinde, mezheb bağımlılığının aciz kaldığını gören bazı düşünürler telfîki çıkış çaresi olarak görmüşler, özellikle Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye etrafında şekillenen tartışmalara karşı yeni bir açılım olarak önermişlerdir.1276 Tabir yerinde ise telfîk, mezheb taassubunun hâkim olduğu, ulemâ ve halk arasında iyice kökleştiği bir devirden, ictihad devrine geçiş (ara form) olarak sunulan, insanlara ılımlı gelebilecek hukukî bir yorumdur. Muhtemelen bu yorum, fıkhî görüşlerin bir mezhebe bağlı kalmaksızın ictihad vasıtasıyla ortaya koymanın “mezhepsizlik” ithamıyla karşılaşmaması için öngörülen bir savunma aracı olarak kullanılmıştır. Yani ictihad taraftarları, mezheb mutaassıplarının neredeyse dinsizliğe eşdeğer gördükleri "mezhepsizlik" suçlamasını, "Biz hak olan bu mezheplerin görüşünü alıyoruz" demek suretiyle savmak durumunda kalmışlardır. 1271 Muhammed Saîd el-Elbânî, a.e., s.187. Tavânâ, el-İctihâd, s.555. 1273 Senhûrî, Mezheplerin Hükümleri Arasında Telfik, s.227, 267. 1274 Karâfî, el-İhkâm, s.79; Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", s.50, 64. 1275 Senhûrî, a.e., s.276. 1276 Bkz. Adem Efe, "Sosyolojik Bir Bakış Açısıyla Seyyid Bey ve 'İctihad ve Taklid' Adlı Makalesi Üzerine Bir Değerlendirme", İHAD, 6/160. 1272 232 Mecelle üzerinde yapılan çalışmalar esnasında ortaya çıkan tartışmalar ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan kodifikasyon (kanunlaştırma, taknîn) çalışmaları esnasında Hanefi mezhebi dışındaki mezheblerin görüş ve fetvalarından istifade imkanını temin için telfiki hararetle savunanların başında Mehmed Seyyid Bey (v.1925) gelmekte ve telfîkin, ilk nesil Türk Medeni Kanunu gibi temel kanunların oluşturulmasında yararlanılması gereken bir açılım olduğuna ilişkin şu cümleleri kaydetmektedir: "Bazıları, telfîkin yalnız ismini işitip veya bir eser-i basitte şöylece görüp mâhiyet-i hakîkiyesini fark ve temyiz etmedikleri için, hükümetçe tamîmine lüzum görülen bir lâyiha-i kânûniyenin başka başka maddelerinde başka başka mezheblerin hükümleri ihtiyar edilmiş olduğunu görünce, bunu telfîk zannederek caiz olmadığını iddia ve bu suretle hükümeti müşkil bir mevkiye ilkâ ediyorlar ki hata-yı fâhiştir."1277 “Telfîku’l-mezâhib” arayışının, muayyen bir mezhebe bağlı olmaksızın mezhepler üstü bir ictihad girişiminin imkânsız zannedildiği, muayyen bir mezhebe tabi olmamanın din dışı addedildiği bir döneme tesadüf etmesi, bu arayışın, mezheplerin tartışılmazlığından yardım alarak ictihad hareketlerine dinamizm kazandırmayı amaçladığını çıkarsayabiliriz. Bu noktada telfîk, aslında mezheplerin görüşlerinden gelişigüzel ve keyfî bir seçim usulü olmayıp tercih ictihadının bir türü olarak kendisini göstermektedir. Bazı âlimlerin telfikin caiz olduğuna dair ifadelerini1278 de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Diğer taraftan “telfîk”, ıslahat çalışmalarının yoğun olarak gündeme geldiği dönemde taklitten kurtulmanın adeta tek çaresi olarak görülmüştür. Örneğin Reşîd Rızâ (v.1935) "Muhâveratü’l-muslih ve’l-mukallid" isimli eserinde taklid fikrine saplanmış kişiye (mukallid) karşı, onu bu tutumundan kurtarmak için telfîki hararetle savunmuş ve bunun caiz olduğuna hasmını iknaya çalışmıştır. Öte yandan onun şu ifadelerinden “telfîk” ile kastettiği şeyin “delilleri inceleyerek aralarında tercih yapma” yöntemi olduğu anlaşılmaktadır: "Ben öyle inanıyorum ki; Dört Mezhep imamı içinde en çok ictihad eden ve ictihadında en fazla isabet kaydeden İmam Şafiî’dir. Bununla beraber, Şâfiî'ye muhalif olarak ictihad ettikleri birçok meselede diğer üç imamdan her birinin hakka isabet ettiklerine de inanıyorum. İşte bundan dolayı benim karşıma bir mesele çıkar, ben de kendiliğimden bu meselenin delillerini bulup hükmüne ulaşamazsam, önce müctehid 1277 Seyyid Bey, Medhal, s.315. Bkz. Elbânî, ‘Umdetü't-tahkîk, s.106; Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", s.4850. Telfîkin caiz olduğunu söyleyenler, buna İbnu'l-Hümâm’ın "et-Tahrîr"de geçen “Âmmînin her bir meselede, müctehid kavillerinden kendisine en hafif gelen almasında nakli ve akli bir engel bilmiyorum" (İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/447) şeklindeki sözünü delil getirmektedir. Örneğin bkz. Muhammed b. Abdilazîm, el-Kavlü'ssedîd, s.107. 1278 233 imamların delillerine bakarım. Bunlardan hangisinin delilini daha üstün ve kuvvetli bulursam onu alır, onunla amel ederim. Böyle hareket edince bir taraftan elimden geleni sarfettiğim ve körükörüne taklid etmediğim için müctehid; diğer taraftan o imamın delil ve metodundan istifade ettiğim için mukallid olurum; bu ise zararlı ve kötülenmiş olan taklid nevinden değildir."1279 Vehbe ez-Zuhaylî, eyser kuralı ve bu kuralla doğrudan bağlantısı olan telfîk yönteminin ayrıntılarını ve bu konular hakkındaki farklı fikir sahiplerini işlediği makalesinin son sayfalarında şu ifadelere yer vermesi, “kolay olanı alma (el-ahzu bi’leyser)” kuralı ve “telfîk” yönteminin "müstakil bir istinbat yöntemi olmayıp", ictihad kapısını aralamak ve taklid düşüncesiyle mücadele için bir çare arayışı olduğunun işaretlerini vermektedir: "İctihad, günümüzde tamamen mümkündür ve kolaydır. Ancak, bunun için zihnimizdeki evham ve hayalleri gömmemiz, akıl ve kalbimize egemen olan mazideki uyuşukluğu ve başarısızlıkları, selef âlimlerin başardıklarını imkânsız bir olay gibi bizim başaramayacağımıza dair kanaatleri paramparça etmemiz gerekir..."1280 Bununla ilgili olarak fıkıh mezheblerinin birbirinden farklı görüşlerinden yararlanırken "İhtilaf cevâza hüccet olamaz."1281 sözü önemsenmelidir. Daha açık bir ifadeyle, ihtilaf edilen ictihadî meselelerde “Bu konuda ihtilaf edildiğine göre muhtelif görüşlerin hepsi doğrudur.” rahatlığı içinde olunamaz. Nitekim Şâtıbî (v.790/1388) "Şerîatte ihtilaf yoktur, ihtilafa sebep olabilecek deliller vardır."1282, Zerkeşî (v.794/1391) ise "İhtilafın kendisi seçim sebebi olamaz; tercih ancak delilin kuvvetine bakarak yapılabilir."1283 demektedir. İbnu’s-Seyyid el-Batalyevsî (v.521/1127) aynı meyandaki şu ifadeyi kullanmaktadır: "İnsanların doğru hakkında ihtilafa düşmesi, bizzat doğrunun çokluğunu gerektirmez"1284 Hattâbî (v.388/998), bazı kişileri "Âlimler, sarhoş edici içecekler konusunda tartıştılar; üzümden yapılan şarabın haramlığı hakkında ittifak ettiler, bunun dışındakiler de ihtilaf ettiler. Biz de ittifak ettiklerinden (üzümden yapılan şarap) sakındık, bunun dışındakileri helal saydık." dediğini naklettikten sonra "Bu davranış çok büyük bir yanlıştır. Nitekim Allah Teâlâ aralarında anlaşmazlığa düşenlere, anlaşmazlığa düştükleri konuları Allah’a ve Rasûlüne götürmelerini emretmektedir. Eğer bu sözü 1279 1280 1281 Muhammed Reşîd Rızâ, İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri, s.139. Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", s.73. از8 4 @ ن اﺥ*ف ّ إŞâtıbî, el-Muvâfakât, IV/78. 1282 Şâtıbî, a.e., IV/70. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/550. 1284 İbnu's-Seyyid el-Batalyevsî, el-İnsâf fi't-tenbîhi ale'l-me‘ânî ve'l-esbâb elletî evcebeti'l-ihtilâfe beyne'l1283 müslimîne fî ârâihim, s.27. K ﻥR0 ? ّ > إﺥ*ف ا7 ی ﺝ: ? ّ > اR0 ن إﺥ*ف ا ّس ّإ 234 söyleyenin dediğini yapacak olursak faiz, sarf akdi, mut‘a nikâhı gibi meselelerde de yapmamız gerekir, zira İslam âlimleri bu tür meselelerde de ihtilaf etmişlerdir. İhtilaf hüccet değildir."1285 demektedir. Günümüze kadar ulaşan Müslüman toplumlar, tedvin edilmiş durumda bulunan dört mezhebten herhangi birini taklid etminin caiz olduğu noktasında görüş birliğine varmışlardır.1286 Hiçbir müctehid kasten sahih bir hadise aykırı görüş bildirmemiştir. Ulemânın sahîh hadîse muhalif düşen görüşleri, hadisin kendilerine ulaşmaması, sıhhatinde tereddüt etmeleri, hadisin delaletinden emin olamamaları, ona muarız başka bir hadisle amel etmeleri, bir hadîsle amel konusunda özel şartlar koymaları gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır.1287 Buna rağmen “Dört mezhebin hepsi haktır.” sözünden yola çıkarak ve bu sözün anlam içeriği iyice incelenmeden, fıkhî mezheblerin, evin değişik köşelerinde farklı yüksekliklerde bulunan, birinde oturmaktan sıkıldığın zaman ötekine oturduğun koltuklara ya da kişinin aradığı ilacı birinde bulamadığı zaman diğerinde bulabileceği değişik eczanelere benzetilmesi1288 de konuya mütesahil bir yaklaşımdır. Sonuç olarak fıkıh mirasından istifade ederken, en kolay olanı alan nefsani seçicilik değil, tercih esasına bağlı bir seçicilik benimsemelidir. Müctehidlerin görüşleri arasından yapılacak seçim, keyfî değil, tercih kurallarını esas alarak yapılmalıdır.1289 Bilindiği üzere tercih; delalet ve sıhhat açısından en kuvvetli delile sahip olan görüşü almaktır.1290 Dolayısıyla tercih yaparken kuvvetü’l-eser, kuvvetü’s-sübût, kesratü’l-usûl, ziyâdetü’lvuzûh, ‘ademü’l-hükm inde ‘ademi’l-‘ille gibi araçları işleterek metodik bir seçmecilik benimsenmeli1291 usûl ve furû-ı fıkıh eserlerinde telfîke izin veren düşünceler de bu metodik seçmecilik ve ictihad göreviyle bağlantılı olarak değerlendirilmelidir.1292 Konuya 1285 Şâtıbî, a.e., IV/78. Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.97. 1287 Daha fazla bilgi için bkz. İbn Teymiyye, Raf‘u'l-melâm ‘an eimmeti'l-a‘lâm, s.11-52. 1288 M. Ahmed ez-Zerkâ, el-Medhalü'l-fıkhiyyü'l-‘âmm, I/212. 1289 Ahmet Yaman, "İslam Hukuk Mirasının Algılama ve Uygulama Yöntemi Üzerine", Divan, XIII/308-309. Ayrıca bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/95-96, 192-193; Şankîtî, İrşâdu'l-mukallidîn, s.111. 1290 Berzencî tercîhin dört rüknünün bulunduğunu söyler: 1) Râcih ve mercûh adı verilen iki delilin varlığı, 2) Teâruz eden deliller arasında üstünlük yönünün bulunması, 3) Tercîh yapacak müctehidin buna ehil olması, 4) Müctehidin, tercih ettiği delilin üstünlük niteliğini beyan etmesi. Berzencî, et-Te‘âruz ve't-tercîh, II/124-126. 1291 Serahsî, el-Usûl, II/253; Yaman, a.e., s.309. 1292 Usul kitaplarında telfikin şu iki soru çerçevesinde işlenmesi telfikin bir ictihad çeşidi olarak ele alındığının belirtisidir: a) Bir asrın müctehidleri bir mesele üzerinde iki yahut daha fazla görüş ileri sürmüşlerse, o asır sona erdikten sonra gelen müctehidler aynı mesele üzerinde öncekilerin ileri sürmediği üçüncü bir görüş ileri sürebilir mi? B) Bir asrın müctehidleri bir mesele üzerinde iki görüş halinde ihtilaf ettikten sonra gelen bir müctehid, bir meselede birinin görüşünü, diğer bir meselede ise ötekinin görüşünü alabilir mi? Senhûrî, Mezheplerin Hükümleri Arasında Telfik, s.237. 1286 235 mukallid kişi açısından baktığımızda ise, onun, öncelikle yapması gereken, ilim, ahlak ve adalet sahibi âlimle böyle olmayanları birbirinden ayırmaktır. Zira şer‘î deliller ve ictihadî görüşlerden üstün olanını değerlendirecek yeterli bilgi birikiminden mahrum olan böyle kişiler, ancak ilim ve adaletini bildiği kişilere fetva sorabilir; bilgisine güvenmediği kişilere soramaz. Diğer bir anlatımla, dininde samimi bir Müslüman, şahsî menfaatini, nefsî istek ve hevasını bir kenara bırakıp, nitelikleri belirtilen âlim arayışında olmalı, bir hale meşruiyet kazandırmak üzere fetva arayışına girmemelidir.1293 IV. Muhattıe-Musavvibe Tartışmasının Şer‘î Deliller Arasında "Te‘âruz"un Varlığı Hakkındaki Görüş Ayrılığına Yansıması Te‘ârüz رض5/ ﺕsözlükte “temânü‘ ve tekabül” yani iki şeyin karşı karşıya gelmesi ya da iki şeyden birinin ötekinin önüne durup engellemesi anlamına gelmektedir.1294 Fıkıh usulü ıstılahında ise “Eşit olan iki şer’î delilden birinin, bir mesele hakkında gerektirdiği hükmün, diğerinin aynı mesele hakkında gerektirdiği hükme aykırı olmasıdır.”1295 Burada birinin diğerini nakzettiği iki delil söz konusudur. Örneğin iki şer’î nas ya da delilden birinin bir şeyin caiz olduğuna diğerinin ise caiz olmadığına işaret etmesi gibi.1296 Fukahâ ve Usulcüler te‘âruzun cevazı ve varlığı hakkında üç farklı görüş ortaya koymaktadır: 1. İster aklî ister naklî olsun şer‘î deliller arasında te‘âruz olamaz. Bu durum deliller zannî ya da kat‘î olsun değişmez. Delillerin te‘âruzu sadece zâhirde ve müctehidin gözündedir.1297 Doğru tek olduğuna göre delillerin te‘âruz etmesi de imkânsızdır. Usulcülerin cumhuru, Dört İmam ve tâbilerinin cumhuru, muhaddislerin cumhuru, İbn Hazm, bazı Mu‘tezile ve Şiâ bu görüştedir.1298 Cumhurun kavline göre âyetlerde veya sahîh hadislerde iki zıt hükmün hakikatte (nefsü’l-emirde) bulunması 1293 Çalış, İslam'da Kolaylaştırma İlkesi, s.249. Râzî, Muhtâru’s-sıhâh, s.375; İbn Manzûr, Lisânu'l-‘Arab, VII/177. Fıkıh Usulü eserlerinde teâruz yerine "tekâfü" ve "teâdül" kelimeleri de kullanılmaktadır. 1295 Serahsî, el-Usûl, II/12; Fahreddin Atar, Fıkıh Usûlü, s.251. 1296 Râzî, el-Mahsûl, II/434; Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, I/37. 1297 Serahsî, el-Usûl, II/12; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/387-388, 389-390; Âmidî, el-İhkâm, II/419; Fahreddin Atar, Fıkıh Usûlü, s.251. 1298 Karâfî, Tenkîhu’l-fusûl, s.417-419; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/174; Şevkânî, İrşâdü’l-fuhûl, s.459; Berzencî, et-Teâruz ve't-tercîh, I/41-42. 1294 236 düşünülemez.1299 Şer’î metinlerin bu şekilde birbirine zıt hükümler taşıması ise sadece görünüşte (müctehidin nazarında) olup araştırma ve yorum ile bu te‘âruz giderilebilir.1300 2. Aklî veya naklî, katî olsun zannî olsun mutlak anlamda te‘âruz caizdir. Ebu Alî el-Cübbâî ve Ebu Hâşim’in de için de bulunduğu musavvibenin tamamı, bazı Şâfiî fakihler, bazı Ca‘feriyye bu görüştedir.1301 3. Kat‘î deliller arasında değil de emâreler arasında te‘âruz olabilir. Bir grup Şâfiî fakihi bu görüştedir.1302 Sayrafî’nin (v.330/941) naklettiğine göre İmam Şâfiî (v.204/819) "Husûs-umûm, icmâl-tafsîl olmaksızın birinin tespit ettiği hükmü diğerinin nefyettiği, birbirine zıt iki sahih hadisin bulunması imkansızdır. Nesh ihtimali bundan müstesnâdır." demiştir.1303 Şîrâzî (v.476/1083), fıkıh usûlüne dair yazdığı kapsamlı eseri olan “Şerhu’llüma”da, te‘âruzu’l-edille’nin caiz olmadığını söyledikten sonra teâruzun varlığı ile ilgili mezkur tartışmanın tasvîbu’l-müctehidîn probleminin doğal bir sonucu olduğuna şöyle işaret etmektedir: "Görüşümüzün (te‘âruzun caiz olmadığı görüşünün) doğru olduğuna delil, bu meselenin bundan önceki (tasvîbu'l-müctehidîn) mesele üzerine kurulu olmasıdır. Nitekim hakkın tek görüşte olup diğerlerinin batıl olduğunu açıklamıştık. Eğer deliller birbirine denk (tekâfü) olsaydı bu görüşlerin hepsi doğru olurdu."1304 Ayrıca Şîrâzî "Dinde bir şeyin aynı anda helâl ve haram kılınması, fâsid ve sahîh olmasının imkânsızlığı görüşümüzün (Muhattıe görüşü) doğruluğuna delildir. Eğer caiz olsaydı aynı şey ve aynı durum için onu helal ve haram, sahih ve fasid kılan (birbirine müte‘ârız) naslar varid olabilirdi."1305 demektedir. Te‘âruzun varlığı konusundaki görüş ayrılıkları ile tasvîbu'l-müctehidîn tartışması arasındaki bağlantıya Gazzâlî (v.505/1111) şöyle temas etmektedir: "Müctehidin zihninde iki delil te‘âruz ederse ve başka bir delil bulamayarak hangisini tercih edeceği konusunda aciz kalırsa, musîbin tek olduğunu söyleyenler (Muhattıe) 'Bu durum müctehidin 1299 Karâfî, a.e., s.417-419; Şâtıbî, a.e., IV/174; Şevkânî, a.e.,s.459; Berzencî, a.e., I/41-42. Teâruzu giderirken kullanılan yöntemin sıralamasında Hanefî Mezhebi fakihleri, mütekellimun ve muhaddisûn arasında görüş farklılığı vardır. Hanefîler teâruzu gidermede "nesh, tercîh, cem, tesâkut" sırasını, diğer mezheplere mensup usulcüler; "cem, tercîh, nesh, tesâkut" sırasını, hadisçiler ise "cem, nesh, tercîh, tesâkut" sırasını takib etmektedirler. Berzencî, a.e., I/243-384; Atar, a.e., s.257. 1301 Osman el-Bettî’nin de teâruzu'l-edilleyi kabul ettiği söylenmiştir. Şîrâzî, Şerhul-lüma‘, II/1050. 1302 Berzencî, a.e., s.41-46. 1303 Şevkânî, a.e., s.275. 1304 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1071. Aynı yorum için ayrıca bkz. Hasenî, Behcetü'l-vusûl, s.380. 1305 Şîrâzî, a.e., II/1062. 1300 237 acizliğindendir; zira şerî deliller içinde biri diğerine tercih edilemeyecek şekilde, delillerin te‘âruz hali düşünülemez. Öyleyse böyle bir durumda ya tevakkuf etmek veya ihtiyata uygun olanı almak ya da tercih yapabilen başka bir müctehidi taklid etmek gerekir' dediler. Musavvibe ise böyle bir duruma düşen müctehid hakkında aralarında görüş ayrılığına düştüler. Bazıları ‘tevakkuf eder’ dedi. Kâdî (Bâkıllânî)1306 ise istediğini seçer dedi. Çünkü ona göre iki delil te‘âruz etmiştir ve birinin ötekine göre önceliği yoktur; istediğiyle amel eder."1307 Musavvibe düşüncesine destek veren Cessas’ın (v.370/980) bu düşünceye paralel olarak deliller arası teâruzu ve tahyîri kabul ettiği kendi ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır: "İki müftü birbirine zıt iki fetva verseler, bu fetvalar her ikisinden de bu şart üzere sadır olur ve müsteftî ikisinden birini seçmekte muhayyerdir; hangisini seçerse seçtiği fetva onun hakkındaki hüküm olur... Nassın da böyle gelmesi caizdir."1308 "Durum böyle olunca hazr ve ibâha delilinden zikrettiğimiz şekilde; her ikisinin de nefyde eşit olarak gelmesi mümteni olmaz. Dolayısıyla müctehid her ikisiyle birden amel etmenin imkânsızlığından kurtulmak için bunlardan istediğiyle hüküm vermekte muhayyerdir."1309 "Te‘âruzun varlığının tasvîbu’l-müctehidîn tartışmasıyla" ilişkisi başlığı altında işaret edilmesi gereken bir diğer konu ise; te‘âruzu gerçekte kabul eden tasvîb düşüncesinin dolaylı olarak, te‘âruz eden delillerden hangisinin tercih edileceğine dair koyulan esasları önemsememe sonucunu ortaya çıkarabilmesidir. Musavvibe'nin, bütün müctehidlerin furû‘ çözümlemelerinin eşit oranda musîb olduğunu savunurken, fıkıh usûlünün başlıca konularından birisi olan tercih kurallarını ilga etmek suretiyle bir yöntem kriziyle karşılaşması kaçınılmazdır. Örneğin Ebu Bekr el-Bâkıllânî (v.403/1013) "Teâruz içeren zâhir deliller arasından hangisinin alınacağına dair koyulan tercîh kuralları, ancak ‘Furûda musîb tektir.’ diyenlerin görüşü kabullenildiği zaman işletilebilir. ‘Bütün müctehidler musîbtir’ diyenlere göre ise tercîhin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Allah katında hepsi musîbtir."1310 demek suretiyle Musavvibe görüşünün, bir bakıma tercîh kurallarını göz ardı etme neticesini doğurduğunu kabullenmektedir. Ebu’t-Tayyib etTaberî (v.450/1058), Musavvibe'nin “Hiçbir yöntem diğerine, hiçbir delil de ötekine 1306 Bâkıllânî’ye atfen söylenen bu bilginin doğruluğu ortadadır. O, müctehidin, iki mütearız delil karşısında, tercihe gitmeksizin istediğini seçebileceğini söylemektedir. Bkz. Bâkıllânî, et-Takrîb ve'l-irşâd, II/152. Bâkıllânî'nin deliller arasında tercîhi inkâr ettiği hakkında ayrıca bkz. Tûfî, Şerhu muhtasari'r-Ravda, III/679. 1307 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/378-379. 1308 Cessâs, el-Fusûl, IV/341. 1309 Cessâs, a.e., IV/344. 1310 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.458. 238 üstün değildir, hepsi birbirine denktir. Kim zannına bir şey galib gelirse onunla hükmeder.”1311 dediğini naklederek aynı manaya vurgu yapmaktadır. V. Aynı Konuda Birden Fazla Fıkhî Görüş/Delil İçinden İstediğini Seçebilme Yöntemi (Tahyîru’l-Mukallid ve Tahyîru’l-Müctehid) Tartışması Müctehidin teâruz eden deliller arasından istediğini seçebilmesine “tahyîr” denilmektedir.1312 Başlangıçta birbirine denk deliller arasında uygulanırken sınırı genişletilerek mukallidin, birbirine aykırı fetvalar veren iki müctehid arasında hangisini seçeceği hakkında yapılan bir tartışmaya da başlık olmuştur. Bu tartışma "tasvîbu'l-müctehidîn" tartışmasıyla yakından ilgilidir1313 ve Şâtıbî (v.790/1388) bu iki tartışma arasındaki ilgiye şu cümlelerle temas etmektedir: “Bu tartışma bazı kurallar doğurur. Onlardan birisi; müctehidler bir konuda ikiye ayrılırsa mukallid (ictihad ehliyetine haiz olmayan kişi) bunlardan istediğini seçemez. Bazıları kefaretteki seçim hakkı gibi1314 ictihadî görüşlerden istediğini seçebileceğini zannetmektedir. Böylelikle heva ve arzusuna uyan görüşe tabi olmaktadır. Bu durum son zamanlarda bazı müftülerin sözlerinde de ortaya çıkmaktadır. ’Ashâbım yıldızlar gibidir' 1315 şeklinde hadîs olarak rivayet edilen sözle de kendilerine delil getirmektedirler.”1316 Ayrıca Şâtıbî İbnu't-Tayyib (el-Bâkıllânî) gibi bazı kişilerin "müctehidin tearuz eden deliller karşısında tercih edici bir gerekçe bulamazsa aralarından birisini seçerek istediğiyle amel edebileceğini" söylediğini kaydeder.1317 “İki müctehidin ihtilaf etmesi halinde mukallid ne yapacak?” sorusunu İbnu’l‘Arabî (v.543/1148) "tasvîbu'l-müctehidîn" başlığı altında işlemektedir.1318 Zerkeşî (v.794/1391), "Aynı soruya farklı fetva veren iki müctehidden mukallidin istediğini seçebileceğini söyleyenler bu görüşlerini bütün müctehidlerin musîb olduğu noktasından hareketle söylemektedir. En bilgili olan müctehidin görüşünü almayı gerekli kılanlar ise 1311 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1048-1049; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/530. Bkz. Âmidî, el-İhkâm, II/425; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/79-80; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.439. 1313 “Tahyîr” meselesinin "tasvîbu’l-müctehidîn" meselesiyle yakından ilgili olduğu hakkında bkz. Cüveynî, elBurhân, II/883. 1314 Örneğin bkz. Nisâ 4/92; Mâide 5/89; Mücâdele 58/3-4. 1315 Hadîsin kaynak değeri hakkında için bkz. s. İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân , II/137,312; a.mlf., Telhîsu'l-habîr, IV/190; Heysemî, Mecme‘u'z-zevâid, IV/114, V/20, VI/146; Alî b. Hüsâmuddîn, Kenzu'l-ummâl, XII/586. 1316 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/72. 1317 Şâtıbî, a.e., IV/66. 1318 İbnu'l-Arabî, el-Mahsûl fî usûli'l-fıkh, s.153. 1312 239 musîbin tek olduğunu söyleyenlerdir."1319 demek suretiyle iki konu arasındaki bağlantıya işaret etmektedir. Zannî delillerin teâdülü halinde müctehid için şu dört şeyden birisi söz konusudur: 1) İ‘mâl: Her ikisiyle de birden amel etmek, 2) İhmâl: Her ikisini de terk etmek, 3) Tevakkuf: Bir müreccih veya yeni bir delil bulana kadar çekimser kalmak, 4) Tahyîr: aralarından istenilen birisini seçmek. Her ikisiyle birden amel etmek imkânsızdır. Çünkü bu birbirine zıt şeylerin birleşmesi anlamına gelmektedir. Aynı zamanda Allah katındaki doğru hükmün bir olduğu gerçeğine aykırıdır. Her ikisini birden terk etmek de imkânsızdır; bu da delillerin varlığını abes kılar ki Şâri‘ bundan münezzehtir. Geriye tahyîr ve tevakkuf yöntemleri kalmaktadır.1320 Tahyîru’l-müctehid ise usulcülerin cumhuru tarafından caiz görülmemiştir.1321 Bâkıllânî (v.403/1013), iki delil teâruz eder de aralarında tercihi gerektiren bir müreccih bulunamazsa (teâdül hali) müctehid bu delillerden istediğini seçer görüşündedir.1322 Ebu Alî el-Cübbâî (v.303/915) ve Ebu Hâşim el-Cübbâî (v.321/933) deliller teâdül edince müctehid istediğini seçer demektedir.1323 İbn Kudâme (v.620/1223) ise tahyîre cevaz verenlerin bazı Hanefîler olduğunu belirtmekte, fakat isim vermemektedir.1324 “Tahyîru’l-mukallid” ise mukallid kişinin soru soracağı müftü ya da müctehidi seçmesi demektir ve bunların herhangi bir konuda görüş bildirmelerinden önce prensip olarak mukallidin tutumuna ilişkin yapılan tartışmadır. Bu konuya ilişkin ortaya atılan görüşler özetle şöyledir: a. Bir beldede sadece tek bir müftü (kendisine fetva sorulan âlim) varsa, mukallidin tahyîr hakkı olmadığı konusunda usulcüler görüş birliği etmişlerdir.1325 b. Bir beldede birden fazla müftünün bulunması halinde ise usulcüler ihtilaf etmişlerdir: 1. Grup; mukallid kişi, müftüler isterse eşit ister aralarında bilgi farkı olsun, istediği müftüye soru sorup onun fetvasıyla amel etmekte özgürdür görüşündedir. Bu 1319 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/593. Âmidî, el-İhkâm, II/424-426. 1321 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.262; İbn Kudâme, er-Ravda, s.422. 1322 Bâkıllânî, et-Takrîb ve'l-irşâd, II/281. 1323 Şîrâzî, a.e., s.262; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/390. 1324 İbn Kudâme, er-Ravda, s.422. 1325 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/390; Âmidî, el-İhkâm, II/457. 1320 240 görüşte olan usulcülere terim olarak "Muhayyira (ة$5ّ+" )ا1326 adı verilmektedir. Bâkıllânî (v.403/1013), Bâcî (v.494/1100), Zerkeşî (v.794/1391), Âmidî (v.631/1233) bu grupta yer almaktadır.1327 2. Grup; mukallid kişinin karşısına çıkan problemle ilgili olarak âlimlerin içinden bilgice en üstün olanına sormakla yükümlü olduğunu, eşit olurlarsa istediğini seçmekte serbest olduğu kanaatindedirler. Ahmed b. Hanbel (v.241/855), İbn Süreyc (v.306/918), Kaffâl (v.365/976), Ebu İshak el-İsferâyînî (v.418/1027), Ebu’t-Tayyib et-Taberî (v.450/1058), Şâtıbî (v.790/1388) ve Şiîlerin meşhur görüşü bu yöndedir.1328 Şîrâzî (v.476/1083) “tahyîru’l-mukallid” ile ilgili olarak şu ifadelere yer vermektedir: "Eğer denilse ki; 'ictihadî meselelerde düşünme ve ictihada gerek yok; bize göre – insana seçim hakkı sunan kefaret şıkları gibi- kişi müctehid kavillerinden istediğini seçer.' el-Cevap: Böyle bir davranış yanlışın son sınırıdır ve şer‘î delilleri iptal anlamına gelir. Kur'ân’ın nassına da aykırıdır. Zira Allah kitabında 'Aranızda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûl'e götürün!' 1329 buyurmaktadır, tahyîr’i (gelişi güzel seçim) değil, kitap ve sünnete müracaatı emretmektedir. Bu düşünce aynı zamanda icmaya da aykırıdır, çünkü mütekaddim ve müteahhirundan hiç kimse tahyîr metodunu benimsememiştir."1330 Şâtıbî (v.790/1388) ise tahyîr prensibini esastan kabul etmemesine bağlı olarak "Tercih imkânı bulamayan müctehid en azından tevakkuf etmelidir. Bu, istediğini seçerek keyfî davranmasından evlâdır." görüşündedir.1331 "Mukallidleri mezhebler arasında hoşlarına gideni seçecekleri şekilde muhayyer bırakırsak şehvetlerine ittibadan başka mercileri kalmaz. Bu da dinin gönderilmesinde ki maksada aykırıdır. Dolayısıyla tahyîr görüşü hiçbir şekilde doğru olamaz." demektedir.1332 1326 Aynı anlama gelen “ashâbu't-tahyîr” terimi, müteârız iki delille karşılaşıp aralarında tercih yapamayan müctehide istediğini seçebilme hakkı veren âlimler için de kullanılmıştır. 1327 Bâcî, İhkâmu'l-fusûl, s.644; Âmidî, el-İhkâm, II/458; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/73. 1328 Şîrâzî, el-Lüma‘, s.68; İbn Emîri'l-Hac, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/444; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.238; Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'l-mezâhib", s.37-38; Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'lİmami'ş-Şâtıbî, s.210. Şâtıbî ی5 اR' ; < إ$(د ا1 ام آ/ اRوي ای ; < إ0 "İnsanlara göre müctehid kavilleri müctehidlere göre şer‘î deliller gibidir" tezinden hareketle bu görüşü savunmaktadır. Müctehidler arasında tercih, ilim ve fazilet açısından yapılmalıdır. Şâtıbî'ye göre avâm, en âlim olan müctehidi tecrübe, şöhret, tanınmışlık, insanlar arasında kazandığı itimada (kamu vicdanının benimsemesi) bağlı olarak tespit eder. Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/173. 1329 Nisâ 4/59. 1330 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1054-1055. 1331 Alvân, a.e., s.214. 1332 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/71. 241 Ahmed b. Hanbel (v.241/855) de “Müctehidler ihtilaf edince âmmî kişi, kalbinde en güvenilir bulduğu âlimi taklid eder.” görüşündedir.1333 Râzî (v.6061209) konuya ilişkin şunları söylemektedir; "Mukallid, iki müctehidin birisinde üstünlük olduğuna kanaat getirirse onunla amel eder. Her konuda eşit olduklarını düşünürse bu durumda teklif düşer ve istediğini seçer. Takvada eşit olduklarına kanaat getirirse, bilgide üstün olanını seçer... Birinin ötekine ilimde, diğerinin de dinde üstün olduğunu düşünürse bu durumda en bilgili olanını tercih etmesi doğruya en yakın olanıdır. Zira ilim asıl, dindarlık tamamlayıcı unsurdur."1334 Gazzâlî’nin (v.505/1111) konuyla ilgili ifadelerinde ilk bakışta çelişki görülmektedir. Önce “Bilgice üstün olan âlimi (efdali) tercih gerekmez"1335, derken daha sonra "Bana göre efdal olana ittibâ gerekir."1336 demektedir. Zerkeşî, Gazzâlî'nin ifadelerindeki bu çelişkiyi "Müctehidler ihtilaf ederlerse en bilgilisinin görüşünü seçer, mukallidin gözünde eşit oldukları bir durumda ise mukallid bu görüşlerden istediğini alır."1337 şeklinde gidermeye çalışmıştır. Zerkeşî (v.794/1391) de "Kişi mukallid ise istediğini taklid eder. Soru sorduğu iki müctehid ihtilaf ederse ve bu müctehidler eşit konumda iseler istediğini seçer, eşit değillerse en bilgiliyi ve en takva sahibi olanın görüşünü tercih eder."1338 diyerek bu tartışmadaki tavrını açıklamıştır. Muhayyira tabir edilen birinci gruptaki âlimler görüşlerini ispatlamak için şu delilleri öne sürmektedir: Sahâbe dönemindeki müctehidler arasında fâdıl-mefdûl (ilim mertebeleri birbirinden farklı) kişiler vardır ve halktan istenen şey sadece müctehidlerin kavillerine tâbi olmaktı. İnsanlar belirli müctehidlerin fetvasıyla amel etmekle zorunlu tutulmuyor, daha âlim varken diğerlerine fetva sormaktan men edilmiyordu.1339 Bu görüşlerini ayrıca hadîs olarak rivayet edilen "Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tâbi olursanız doğru yola erişirsiniz." ifadesiyle desteklemektedirler. 1333 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/433. Râzî, el-Mahsûl, II/533; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/593-594. 1335 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/390. 1336 Gazzâlî, a.e., II/391. 1337 Zerkeşî, a.e., IV/593. 1338 Zerkeşî, a.e., IV/550. 1339 Âmidî, el-İhkâm, II/458; Tûfî, Şerhu Muhtasari’r-Ravda, III/668 vd. Muhayyira'nın en kuvvetli delili sahâbe icmâsıdır. Âmidî sahâbe icmâsı olmasaydı birinci görüşü tercih edeceğini söylemektedir. Âmidî, a.y. 1334 242 Karşıt görüşteki âlimlerden Şâtıbî yukarıda sahâbe icmâsı olduğu iddia edilen delile söyle cevap vermiştir: 1. Ümmetin hevaya uygun ve keyfî hareketi fısk (günah) saymasına dair icmâsı, ahkâmda buna sebep olan tahyîrin caiz olduğuna dair icmayı nakzetmektedir. 2. Sahabenin ilimde fâdıl (daha üstün) varken mefdûle (daha aşağı) soru sormaktan men etmemesinde olan icmâsı, mukallidin -seçim yapmaksızın/gelişigüzel- bir sahâbî ya da başka bir âlime soru sorduktan sonra, lehine ya da aleyhine aldığı cevapla amel etmesi haline yorumlanabilir.1340 Mezkûr tartışmada herkesin istediği âlimi taklid etmekte özgür olması gerektiğini savunan birinci görüşün, “istiftâ ve teâruzden önceki tahyîr”e hamledilmesi en doğru tavır olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, bir kişi bilmediği bir konuyu âlim olarak tanıdığı herkese sorabilir ve onunla amel edebilir. Teâruzu'l-akvâlden önce "Her âmmî insan istediği kişiye soru sorabilir ve onunla amel edebilir." denilebilir. Çünkü her konuda doğru olan görüşü tespit için herkesin fıkıh öğrenmesini, delilini araştırmasını istemek insanları meşakkate sokar ve sosyal hayatın durmasına neden olur.1341 Nitekim Nevevî (v.676/1277), iki müftünün görüşünün ihtilaf etmesi halinde âmmî kişinin istediğini seçebilmesinin, fetva emarelerinin âmmî kişi nezdinde gizli olması ve müctehidler arası tercih yapmak için gerekli olan, aralarındaki bilgi farkını ölçecek dînî kültüre sahip olmadığından ileri geldiğini vurgulamaktadır.1342 Âmidî (v.631/1233) de İmam Nevevî’nin bu söylediğine benzer nitelikte, mukallidin müctehidler arasında istediğini taklid edebilmesinin, müctehidlerin dayanaklarından hangisinin daha kuvvetli ve tercihe şâyân olduğunu bilecek bilgi birikimine sahip olmaması sebebiyle olduğunu ifade etmektedir.1343 Kaldi ki sorulan her fıkhî konu üzerinde, âlimler arasında bilgi farkı ya da ihtilafın olması gerekli değildir. Örneğin abdest hükümlerini bilmeyen bir kişi, bunu bilen herkese sorabilir. Fakat ictihada açık alanda ve ihtilafın vaki olduğu bir konuda, o konuyu en iyi bilenin sözü tercih edilmelidir. Sahabe arasında vukua gelen şu hadise bahse konu tartışmaya ışık tutabilir: "Ebu Mûsâ el-Eşarî, Hz. Âişe’ye gelerek "Peygamberin ashâbı bir konuda ihtilafa düştüler, işin içinden çıkamadım, sana da sormaktan çekiniyorum!?" demiş Hz. Âişe de "Annene sorabildiğin her şeyi bana da sorabilirsin." diye karşılık verince Ebu Mûsâ "Kişi hanımıyla ilişkiye girer ve inzal vaki olmazsa ona gusül gerekir mi?" şeklinde bir soru 1340 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/133-134; Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.211-212. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/384-385. 1342 Nevevî, el-Mecmû‘, I/56. 1343 Âmidî, el-İhkâm, II/423. 1341 243 yöneltir ve Hz. Âişe bu soruya "İki uzuv birbirine değince gusül gerekir." cevabını verir. Ebu Mûsâ da "Bu konuda senden sonra hiç kimseye soru sormayacağım!" diyerek Hz. Âişe'nin aile içi münasebetlerde diğer sahabîlerden daha bilgili olduğuna vurgu yapmıştır.1344 Abdullah b. Abbâs ile Misver b. Mahreme, “İhramlının yıkanmasının caiz olup olmadığı” konusundaki ihtilaflarını çözmek için Ebu Eyyûb el-Ensârî'ye başvurmuşlardır.1345 Diğer taraftan en âlimi taklid etmenin gerekli olmadığını söyleyen usulcülerin, böyle bir görüşü müctehid hakkında benimsedikleri de düşünülebilir. Yani müctehid, bir konuda belli bir görüşe sahip olur da, kendisinden daha bilgili birisinin aynı konu hakkındaki görüşüne muhalif düşerse, daha bilgili (a‘lem) müctehidin görüşüyle değil kendi görüşüyle amel etmesi gerekir. Zira daha bilgili âlim de hata edebilir.1346 VI. Fıkhî Görüşlerin Birbiriyle Çelişmesi Karşısında Mukallid Kişinin Tavrı (Teâruzu’l-Akvâl) Tartışması İctihadî çözümlemelerde doğrunun birden fazla olup olmadığı konusuyla bağlantılı olarak işlenen bir diğer tartışma “Mukallid kişi aynı soru karşısında farklı ictihadî görüşlerle karşılaşırsa hangisini alacak, nasıl bir tutum sergileyecektir?”1347 sorusu üzerinden yapılmıştır. Şevkânî (v.1250/1834) bu tartışma hakkında sekiz görüşün1348 Zerkeşî (v.794/1391) ise on görüşün1349 bulunduğunu kaydetmektedir. Bu görüşler üç ana maddede toplanabilir:1350 1344 Müslim, "Hayz", 22; Muvatta, "Tahâret", 18. Buhârî, "Cezâu's-sayd", 14; Müslim, "Hac", 91. 1346 Bkz. Elbânî, Umdetü't-tahkîk, s.130. 1347 Bu konu bir öncekine benzemekle beraber aralarında şöyle bir fark vardır: Bundan önceki konu mukallid soru sormadan önce hangi âlime danışacağı hakkında iken bu konu aynı soruya farklı cevaplar veren müctehid kavillerinden hangisinin alınacağına dairdir. Yani birisi istifta öncesi, diğeri istifta sonrası nasıl bir tutum sergileneceği ile ilgilidir. 1348 Mukallid kişinin aynı konuda ortaya çıkan birbirine zıt ictihadî görüşlerden hangisini seçeceğine dair ortaya çıkan sekiz görüş şu şekildedir: 1) Mukallid, bu görüşlerden istediğini seçer, 2) En zorunu alır, 3) En kolayını alır, 4) En âlim olanını araştırır, 5) Ortaya atılan ilk görüşü alır, 6) Reye değil de rivayete uygun olan görüşü alır, 7) Mukallid kendisi ictihad eder, 8) Allah haklarında en kolayını, kul haklarında en zorunu alır. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.240. 1349 Yukarıda sayılanlara ek olarak; 9) Mukallidin anlayışı kuvvetli ise, müctehidlere delillerini sorar ve kuvvetli olanı alır. Anlayış kabiliyeti bunun için yetersiz ise, kendisine göre en muteber müctehidin kavlini alır. 10) Her iki müctehidin görüşüyle amel etmek mümkünse onu yapar. Örneğin kıble tayini meselesinde ikisinin de görüşüne riayet ederek her iki yöne doğru iki ayrı namaz kılar. Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/592-593. Ayrıca bkz. İbnu's-salâh, Edebü'l-müftî ve'l-müsteftî, s.164-165. 1350 Tûfî, Şerhu muhtasari'r-Ravda, III/666 vd. 1345 244 1. Mukallid ictihadî görüşler içinden en zorunu alması gerekir. Zâhirîlerin bu görüşte oldukları nakledilmektedir.1351 2. En kolay olanını alması gerekir.1352 İbnu’l-Hümâm’ın (v.861/1456) tercihi bu yöndedir.1353 3. Tercih yoluyla seçim yapılmalıdır. Bu, Sem‘ânî (v.510/1116), İbnu’s-Salâh1354 (v.643/1245) ve Şâtıbî’nin (v.790/1388) desteklediği görüş olup özeti şöyledir: Mukallid kişi herhangi bir konuda müctehidlerin birbirine aykırı görüşleri karşısında bu müctehidlerden en bilgili olanı tercih etmek durumundadır. Zira “Müctehide göre tearuz eden deliller ne ise mukallide göre müctehidlerin birbirine aykırı fıkhî kanaatleri odur.” Müctehid müteârız deliller karşısında tercih ya da tevakkuf ediyorsa mukallid de müctehid kavilleri karşısında böyle yapmalıdır. Dînî hükümler birden fazla kavle râcî olamaz. Mukallid, ictihadî görüşler arasından istediğini seçmekde serbest değildir. Aksi takdirde keyfî ve nefsânî bir dînî yaşantının yolu açılmış olur.1355 Şâtıbî’nin farklı fıkhî görüşlerden en kolayını alma yönteminde bulduğu mahzurları şu dört maddede özetleyebiliriz: 1. En kolayını alma yöntemi (el-ahzu bi’l-eyser) dostluk ve yakınlık bağlarını gözetmek suretiyle keyfî fetva kapısını açabilir. 2. Âlimler arasındaki ihtilafa dayanarak bir fiilin caiz olduğunu iddia eden bilgisiz kişilerin yaptığı gibi, salt ihtilafın ibahaya delil olarak telakki edilme tehlikesi bulunmaktadır. 3. Tetebuu’r-ruhas’ı huy haline getirerek edille-i şeriyyeye değil de nefsin arzularına tâbi olmanın istikrarsız ve lâubâlî bir din anlayışına yol açma ihtimali vardır. 4. Dinin birçok hükümlerinde külfet (teklif) unsurunun bulunduğu gerçeğini göz ardı ederek farklı görüşlerden en kolayını almak suretiyle şerî hükümleri bütünüyle ilga etmenin açacağı zararları telâfi etmek imkânsızdır.1356 Mezheb görüşlerinden en kolay olanını almakta bir sakınca görmeyen muasır İslam Hukukçusu Vehbe ez-Zuhaylî bu yöntemi aşağıdaki kurallarla sınırlandırmaktadır: 1351 Bu görüşün zahirilerin genel görüşü olarak sunulması doğru görünmemektedir. Bkz. İbn Hazm, el-İhkâm, Bu görüşün delilleri "Allah sizin için kolaylık diler." (Bakara 2/185), "Allah, dinde sizin üzerinize zorluk kılmamıştır." (Hac 22/78) âyetleridir. 1353 Kemaluddîn İbnu'l-Hümâm "Âmmînin her bir meselede, müctehid kavillerinden kendisine en hafif gelen almasında nakli ve akli bir engel bilmiyorum" demektedir. İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/447. 1354 İbnü's-Salâh, Edebü'l-müftî ve'l-müsteftî, s.165. 1355 İbnü's-Salâh, a.y.; Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/63 vd.; Zuhaylî, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahzi bieyseri'lmezâhib", s.44. 1356 Şâtıbî, a.e., IV/73 vd. 1352 245 1. Bu kural, ancak zanna dayalı fer‘î/ictihadî konularda geçerlidir, 2. Kolayı alma yöntemi dînin genel kurallarına ve kat‘î kaynaklarına aykırı olmaması gerekir, 3. Yasaklanan telfîk türüne götürmemelidir, 4. Kolay olan görüşü almaya bir zaruret ya da zaruret menzilesine indirgenen bir ihtiyacın bulunması gerekir, 5. Kolayı alma yöntemi tercih prensibi ile sınırlandırılmalıdır.1357 Son madde olan “Tercih prensibi ile sınırlandırılmalıdır.” kuralı gerçekte "el-ahzu bi'l-eyser" yöntemini devre dışı bırakmaktadır. Birbirine mütenakız ictihadî görüşler arasından en kolayını almak ile içlerinden birisini tercih etmek farklı şeyler olduğuna göre, bu görüşler arasında tercihin benimsenmesi durumunda kolay olanı almanın bir anlamı kalmamaktadır. Zuhaylî’nin bununla ilgili olarak "Kolayı alma prensibiyle amaçlanan hedef en kuvvetli delille amel etmektir. Çünkü bu prensip bir tür ictihad yöntemidir, müctehid ise doğruya ulaştıran ve kendisine göre râcih delili arayıp bulmakla yükümlüdür. Bu yüzden usulcüler, müctehidin/müftünin ictihad sonucu vardığı görüşe delil getirmesi gerektiğini söylemişlerdir. Dolayısıyla müctehid/müftü mezhepler arasında delili en zayıf olanı değil, en kuvvetli olanını tercih etmek zorundadır."1358 cümleleri “el-ahzu bi’l-eyser” kuralıyla tercih arasında bir fark bırakmamakta ve sözü geçen kural pratik değerini yitirmektedir. VII. Tahsîsu'l-İllet Tartışması Bazı usulcülerin tasvîbu'l-müctehidîn tartışmasıyla yakından ilgisinin olduğuna inandığı diğer bir mesele "tahsîsu'l-illet" konusudur.1359 Tahsîsu’l-illet; bazı durumlarda hükmün, illet olarak tespit edilen vasıftan, bir engelden (mâni‘) dolayı geri kalmasıdır. Diğer ifadeyle, illeti bulunduğu halde hükmün, var olan bir engel nedeniyle verilmemesi halidir.1360 Tahsîsu’l-illeti kabul etmeyenler bunu “nakz” diye isimlendirmektedir.1361 Bu görüş, şer‘î/müstenbat illetin hükme emâre olması 1357 Zuhaylî, ed-Davâbıt, s.59-68. Zuhaylî, a.e., s.68. 1359 Bkz. Pezdevî, el-Usûl, IV/55; Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/341; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.289-291. 1360 Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/57 vd.; İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.289. 1361 Gazzâlî, el-Mustasfâ, I/332; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.332. "Tahsîsu'l-illet" konusu fıkıh usulü müdevvenatında "nevâkızu’l-illet", "‘avârıdu’l-illet", "i‘tirâzât ale’l-illet", "kavâdıhu’l-illet", "vucûhu’lmüfside", "vucûhu’d-def‘'" gibi başlıklar altında işlenmektedir. 1358 246 sebebiyle illetin bazı yerlerde emâre olup diğerlerinde olmaması görüşünden hareketle ortaya atılmıştır. Zira emâre hükmün her yerde bulunmasını gerektirmemektedir. Tahsîsu’l-illet, illetin zannî fesad sebeplerinden birisidir. Musavvibe’ye göre bu sebeplerin illeti fasid yapması müctehidin zann-ı gâlibine bağlıdır. Daha açık bir ifadeyle, müctehid bu sebeplerin fesadına kanaat getirmişse fasiddir, böyle bir kanaat hasıl olmamışsa illetin hükmü o müctehid hakkında devam eder. Muhattıe’ye göre ise zanni olan fesad sebepleri müctehidin gâlib zannına göre şekillenmeyen, yani izafî olmayıp bizatihi illeti iptal eden unsurlardır.1362 Tahsîsu’l-illeti kabul edenler, bunu şu ifadelerle dile getirmektedir: "Bulduğum illet bu hükmü netice verir, fakat burada bir engelden dolayı illet bulunduğu halde hüküm ortaya çıkmamıştır." Tahsîsu’l-illet denilmesinin sebebi ise, illetin etki alanının bir engelden1363 dolayı sınırlandırılmasıdır. Yani mâni‘ “muhassıs” kabul edilmektedir.1364 Muhattıe tahsîsu’l-illeti kabul etmeyerek "Hükmün bulunmama sebebi, illetin bulunmamasıdır." demektedir. Bu konudaki görüş ayrılığı şu örnek üzerinde açıklanabilir: Orucun bozulması hükmünün illeti "yemek içmek"tir. Buna göre oruçlu bir kişi unutarak yeyip içse normal durumda verilmesi gereken hüküm, orucunun bozulduğudur. Lâkin unutarak bir şey yiyen adam için Rasûlullahın "Onu yediren ve içiren Allah'tır."1365 sözü dayanak alınarak orucunun devamına hükmedilmektedir. Tahsîsu’l-illeti kabul edenler (Musavvibe) böyle bir durum için "İllet devam ettiği halde, illetin hükmünü bir maniden (o mani de mezkûr hadistir) dolayı vermiyoruz." derler. Tahsîsu’l-illeti kabul etmeyenler (Muhattıe) ise "İlletin sonucu olan hükmün verilmeyişinde sebep, illetin aslen bulunmamasıdır." demektedir. Bunu da şu şekilde izah etmektedirler: "Hadîste unutarak yiyenin fiili Yüce Şâri‘e nispet edilmektedir. Dolayısıyla unutarak yeyip içme eylemi bu kişinin eylemi olmaktan çıkarak hiç yememiş gibi olmuştur. Yapılan kusur nâsîden (unutarak yeyip içen) düşmüş ve orucun rüknünün bekası ile oruç da devam etmiştir.1366 1362 Bkz. Cüveynî, et-Telhîs, s.481; Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/347 vd.; Başoğlu, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları, s.268-369. 1363 Tahsîsu’l-illet'i kabul edenler mâni‘i beş kısma ayırmaktadır: 1) İlletin inikadına engel olan mâni. Hür insanın satışı gibi. 2) İlletin sonuçlanmasına engel olan mâni. Başkasına ait kölenin satışı gibi. 3) Hükmün başlamasına engel olan mâni. Şart muhayyerliği gibi. 4) Hükmün sonuçlanmasına engel olan mâni. Görme muhayyerliği gibi. 5) Hükmün bağlayıcılığına engel olan mâni. Ayıp muhayyerliği gibi. İbn Melek, Şerhu'lMenâr, s.290; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/226. 1364 Serahsî, el-Usûl, II/212. 1365 Buhârî, "Sıyâm", 26; Müslim, "Sıyâm", 33; İbn Mace, "Sıyâm", 15. 1366 İbn Melek, Şerhu'l-Menâr, s.290. 247 Teorik olarak tahsîsu’l-illete Muhattıe'nin olumsuz, Musavvibe'nin ise olumlu baktığı bilinse de tahsîsu'l-illetin hangi isim ve mezheb mensupları tarafından kabul edildiği konusunda fıkıh usulü eserlerinde birbiriyle çelişen nakiller yapılmıştır. Hanefî usûlcüler, Şafiîlerin tahsîsu’l-illeti kabul ettiklerini, buna karşın Şâfiî usûlcüler de Hanefîlerin kabul ettiği iddiasında bulunmuştur. Örneğin Serahsî (v.483/1090), bu görüşün Musavvibe mesleğine uygun bir yöntem olduğunu1367, Hanefî mezhebinde kabul edilmeyen bu yöntemin Şâfiîler tarafından benimsendiğini ifade etmektedir.1368 Âmidî (v.631/1233) ise tahsîsu’l-illetin Ebu Hanîfe'nin öğrencilerinin çoğunluğu, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel tarafından kabul edilip, Şâfiî imamların çoğunluğunca ise benimsenmediğini söyler.1369 Ancak tahsîsu’l-illeti kabul edenlerin başında Mu‘tezile’nin geldiği bilinen bir gerçektir.1370 İlgili eserler incelendiğinde Semarkand Hanefîlerinin1371 ve Şafiîlerin1372 tahsîsu’l-illeti kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Bazı eserler ise başta Kerhî (v.340/951) olmak üzere Irak Hanefîlerinin tahsîsu'l-illeti kabul ettikleri kaydedilmektedir.1373 Bu konudaki Semerkand ile Irak Hanefîleri arasındaki görüş farkı, illete yükledikleri anlama bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Semarkand Hanefîleri illeti “varlığı hükmün varlığına yokluğu da hükmün yokluğuna sebep olan vasıf” olarak tanımlarken Irak Hanefîleri illeti "hükmün varlığına alâmet/emâre olan vasıf" şeklinde görmektedir.1374 VIII. Furûda Tasvîb’in İtikatta Tasvîb’e Götürme Tehlikesi İtikadî konular ile furû‘ konularını birbirinden ayıran çizgilerin net olmaması sebebiyle bazı âlimler, dînî hükümlerin böyle bir tasnife tabi tutulamayacağını iddia etmektedir.1375 Diğer taraftan bazı akâid kitaplarına amelî konuların girmesi1376 ve nasların aynı anda hem inanç hem amelî hükümlere muhtevi olması bu tasnifi zorlaştıran etkenlerden addedilmektedir. 1367 Serahsî, el-Usûl, II/211-212. Serahsî, a.e., II/182, 210. 1369 Âmidî, el-İhkâm, III/194. 1370 Basrî, el-Mu‘temed, II/291; Cüveynî, et-Telhîs, s.482; Abdulazîz el-Buhârî, Keşfu'l-esrâr, IV/57. 1371 Bkz. Pezdevî, el-Usûl, IV/57 vd.; Serahsî, el-Usûl, II/182, 212; Semarkandî, el-Mîzân fî usûli'l-fıkh, s.389; İbnu'l-Hümâm, et-Tahrîr, III/219. 1372 Bkz. Cüveynî, et-Telhîs, s.480-481; Şîrâzî, et-Tebsıra, s.274; a.mlf., el-Lüma‘, s.67; Râzî, el-Mahsûl, II/561. 1373 Semerkandî, a.e., s.389; İbn Emîri'l-Hâc, et-Takrîr ve't-tahbîr, III/219. 1374 Lâmişî, Kitâbun fî usûli'l-fıkh, s.184. 1375 İbn Teymiyye, Mecmû‘u-l-fetâvâ, XIII/125; a.mlf., Minhâcu's-sünneti'n-nebeviyye, V/87-95. 1376 Örneğin bkz. Tahâvî, Metnu'l-‘akîdeti't-Tahâviyye, s.12. 1368 248 Bir müctehidin zannının, bu müctehid hakkındaki hükmün kendisi olduğunu savunan tasvîbu’l-müctehidîn düşüncesinin sofist düşünce ekolleri ve zendeka fikirleriyle kıyas edilmesi1377, furûatta kaldığı düşünülen bu düşüncenin itikad ve usûlü'd-dîne de etki edebileceği tehlikesine ima eden tutumlardır. Fıkıh usûlcüler müctehidlerin tamamının furûda musîb olması kanaatinden hareketle bazı kimselerin bunun inanç esaslarında da mümkün olacağını iddia edebileceğini vurgulamıştır.1378 Bu düşünceye göre doğruya isabet düşüncesinin sahası genişleyip “Müctehidler furû‘ konularda musîb olduğuna göre itikadî konularda da musîb olabilir.” diyerek bozulmuş inanç ekollerine kapı aralanabilir. IX. Mezhebî Çoğulculuk ve Müsâmaha İslam hukuk öğretisindeki “ictihadın mutlak hakikati ifade etmediği” düşüncesi mezheb çatışmalarını önleyen en temel faktördür. İctihada açık olan konularda geliştirdikleri metod çerçevesinde Allah'ın muradını izhar etmeyi amaçlayan mezhebler, istinbat ettikleri hükümleri mutlak hakikat olarak görmeyip hataya açık beşeri-fikrî çabalar olarak değerlendirmişlerdir.1379 Sahâbe ve tâbiînden hiçkimsenin kendi ictihadlarının hak olduğunu, diğerlerinin bâtıl olduğunu iddia etmemesi1380 İslam âlimlerine bu konuda örnek teşkil etmiştir. Birçok fakih buna bir usul kaidesi olarak kitaplarında açıkça temas etmişlerdir. Örneğin İbn Âbidîn (v.1252/1836) şöyle demektedir: “Bizim mezhebimizin görüşü kesin olarak isabetlidir ve muhalifimizin mezhebi de kat‘î olarak hatalıdır diye iddia edemeyiz. Bunun dayanağı şudur; Allah'ın her mesele hakkında muayyen bir hükmü vardır ve o hükmü aramak gerekir. O hükme isabet eden doğruyu bulmuş olur, isabet edemeyen de hata etmiş olur. Hata etse de ecre nail olmuştur.”1381 Muhattıe görüşünün “sırf mezhebini üstün getirmek için hissî hareket ederek diğer mezheb imamları ve mukallidlerine karşı küçük düşürücü davranışta bulunmak”1382 anlamına gelen ve müsamahanın aksi olan “taassub”u körükleyeceği, Musavvibe görüşünün ise ictihada cesaret vereceği, hür fikri tahrik edeceğine dair bazı kanaatler ilk bakışta isabetli görülebilir. Ancak konu iyice tetkik edildiğinde vakıanın, bu kanaatin 1377 Bazı usulcüler Musavvibe için "Bu görüşün öncesi sofistlik, sonrası zındıkadır" demiştir. Bkz. İbn Kudâme, Ravdatü'n-nâzır, s.419; Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/534 1378 Bkz. Kelvezânî, et-Temhîd, IV/309; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/354. 1379 Karaman, Hayreddin, İslam Hukukunda İctihad, s.158-161; Köse, Saffet, "Din Özgürlüğü ve Barış Yolundaki İki Farklı Tecrübe", İHAD, V/32. 1380 Cüveynî, Kitâbu'l-ictihâd, s.50. 1381 İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I/33. 1382 Muhammed b. Abdilazîm, el-Kavlü's-sedîd, s.99. 249 aksine olduğu anlaşılır. Şöyle ki; “tasvîb” görüşü daha önce yaşayan müctehid fakihlerin her bir ictihadını ve ulaştıkları her bir hükmü doğru/musîb gördüğü için ictihad kapısının kapanmasına, mazide verilmiş fetva ve ictihadların tenkit süzgecinden geçirilmesine mani olup taklidin yaygınlaşmasına sebep olabilir. Seleften her fakihin her bir hükmünde isabet ettiği ön kabul görürse yeni olaylara karşı yeni açılımlar sağlamak için ictihad girişimleri anlamsız kalır.1383 Şîrâzî (v.476/1083), ictihadî çözümlemeler içinde tek görüşün doğru olduğunu söyleyerek bu görüşü aramaya teşvik edilmesinin hukukta darlık ve sıkıntı oluşturacağı fikrine karşı çıkarak, "Aksine tek görüşe yönlendirmek (tahtıe), bu görüşü diğerlerinden ayırmak için yapılacak araştırma merakının artmasına sebep olacağından, daha faydalı ve daha uygun (aslah) bir düşüncedir."1384 demektedir. Furûda Musavvibe'nin önde gelen temsilcilerinden Bâkıllânî'nin (v.403/1013) şu sözü de bu iddiayı doğrular niteliktedir: "Bizden önceki âlimlerin ictihad ettikleri konularda bizim tekrar ictihad etmemiz gerekmez; bu âlimlerin görüşlerinden istediğimizi seçeriz."1385 Hanbelî usûl kaynaklarından olan "el-Müsevvede"de konumuzla yakından bağlantılı olarak şu cümlelere yer verilmektedir: “Cübbâî, 'Bir müctehid (kendisinden önce yaşamış) müctehidlerin sözlerinin içinden istediğini seçer.' demektedir. Cübbâî bu görüşüyle müctehidlerin ictihad etmesinin vacib olduğu şeklindeki icmâya aykırı bir görüş bildirdi. Mûsâ b. İmrân'ın (v.604/1207) şu sözü de buna yakın bir anlamdadır: ‘Nebî (a.s.) karşısına çıkan hadiselerde istediği gibi (bimâ yeştehî) fetva verebilme hakkı vardır. Aynı şekilde bugün de hadiseler karşısında ictihad etmeksizin istediği gibi fetva verebilmesi bu ümmetin maslahatınadır.’ ”1386 İlkiyâ olarak bilinen Şâfiî âlim Ebu'l-Hasen et-Taberî (v.504/1110) Musavvibe'nin aşırı kısmına ait olan "Kişi ictihad etmeksizin istediğini seçer." sözünü eleştirmektedir.1387 Buna karşın müctehidlere ait bazı görüşleri hatalı görüp aralarında tercihe gitme, sonraki müctehidlerin doğruyu arama noktasındaki gayretlerini motive edecek, ihtilaf edilen konularda hukuka canlılık verecektir.1388 Diğer taraftan “tahtıe” görüşünün mezheplerin meşruiyetine halel getireceği, ictihadî çözümlemelerden/ictihad manzumelerinden bir kısmının batıl olduğu zannını doğuracağı, böylelikle muhalif görüş sahipleri arasında müsamahayı zedeleyeceği düşünülebilir. Hâlbuki tahtıe nazariyesi bir taraftan bu ictihadi çözümlemelerden 1383 Raysûnî, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb, s.221. Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1071. 1385 Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.502. 1386 Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.503. 1387 Zerkeşî, el-Bahru'l-muhît, IV/534. 1388 Zâydî, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, s.109. 1384 250 hangisinin doğru olduğu hakkında tayin edici bir tavır geliştirmemekte, öte yandan ictihad liyakatine haiz her bir müctehidin hata de etse sevap kazanacağını, ictihad ederek Yüce Yaratan’ın rızasına ve iradesine uygun bir iş yaptığını kabullenmektedir. Bu noktada özellikle vurgulanması gereken husus Muhattıe görüşünün farklı ictihadî çözümlemelere saygısızlığa neden olmayacağıdır. Zira ictihadî çözümlemelerde hakkın bir olduğunu söyleyen Muhattıe, bu hakkın hangi görüşte, hangi âlimde ya da hangi mezhepte olduğu konusunda herhangi bir tayinde bulunmamakta, hakkın bu ictihadî görüşlerden birinde olduğunu söylemekle yetinmektedirler.1389 Müctehid ictihad eder fakat isabet mi hata mı ettiği ve doğrunun hangi görüşte olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip değildir.1390 Tek doğrunun savunucuları olan muhattıe bu görüşün bağnazlığa götürme eleştirisine karşı “Biz, doğrunun belirli bir mezhepte/görüşte olduğunu kesin olarak iddia etmiyoruz ki insanları o mezhebin görüşünü kabullenmeye zorlayalım.”1391 şeklinde müdafaada bulunmuştur. Başta Dört İmam olmak üzere fukahânın çoğunluğuna göre, doğru ictihadî görüşler içinde birisindedir ve bu doğru Allah katında belirli olmasına rağmen müctehidlerce belirsizdir.1392 İslam âlimleri içinde hüküm istinbatında izlediği yönteme dair en fazla özgüven içinde olduğunu görgüğümüz ve diğer mezhebleri tenkitte en şiddetli tavrı takınan1393 İbn Hazm (v.456/1064) dahi "Bir müctehid için ancak 'bize göre musîb, bize göre muhtîdir, diyebiliriz."1394 cümlelerini kaydetmektedir. Öte yandan, mezheb taassubuna yol açma yönüyle Musavvibe görüşünün daha fazla etkin rol oynabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.1395 Her mezheb mensubunun, 1389 İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XIII/320. K /; : 4 واHC+; ی$E8 ة4 ﺝ واb0 ?> ﻡ !ل ان اtا ا>یp; ?8/ ﺕb;$/ ; ا$3; ;!ل أ 1390 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/417; Kelvezânî, et-Temhîd, IV/311; İbn Hâcib, Müntehe'l-vusûl ve'l-emel, s.214; Âlu İbn Teymiyye, el-Müsevvede, s.497, 498. Ebu't-Tayyib et-Taberî'nin kendisini musîb muhaliflerini hatalı görüp onları ictihaddan menettiği rivayet edilmektedir. Âlu İbn Teymiyye, a.e., s.497. Muhattıe içinde Ahmed b. Bişr el-Mervezî, Ebu Alî et-Taberi, Ebu Bekr el-Esam, İbn Uleyye ve Bişr el-Merîsî gibi mahdut sayıda kişiler dışında muhaliflerinin kesin olarak hata ettiğini söyleyen olmamıştır. Bu isimler doğru üzerine kesin bir delil bulunduğunu söyleyerek müctehidi bu doğru ve bu delile isabetle mükellef tutmaktadır. Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/419; Kelvezânî, a.e., IV/311-312; İbn Akîl, el-Vâdıh, V/357. Müzenî, Ebu Hanîfe’nin yargı kararlarından, onun "hükmettiği şeyin hak olduğunda kesin bir kanaat taşımadığını" çıkarsamaktadır. Zerkeşî, elBahru'l-muhît, IV/533. İmam Şâfiî’nin de “mürââtü’l-hilâf”a başvurmasında yatan temel faktör, muhalifinin yaptığı ictihadda doğru olabileceğine ihtimal vermesidir. Zerkeşî, a.e., IV/549. 1391 Kelvezânî, a.e., IV/336. 1392 Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.436. 1393 Örneğin bkz. İbn Hazm, el-İhkâm, II/74-75, 303. 1394 İbn Hazm, a.e., II/632. 1395 Alvân, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, s.208. 251 kendi mezhebinin doğruluğuna olan inancı, yanılma ihtimalini ortadan kaldırarak hakikatin temsilcisi olma fikrini körükleyebilecektir. Daha ağır bir sonuç olarak, müctehidlerin ulaştığı ictihad/ictihadlar manzumesi için "Bu, Allah'ın dînidir" denilebilir mi tartışmasında Cessâs’ın (v.370/980) “Hakkı sadece birinde görenler (Muhattıe) “Bu, Allah'ın dinidir.” diyemez, ‘Allah'ın hükmü müctehidin zannından ibarettir’ diyenler (Musavvibe) ise "Bu, Allah'ın dinidir." diyebilir”1396 şeklindeki ifadelerinden yola çıkarak tasvîb fikrinin müctehidler sayısınca Allah'ın dininden (!) bahsetme imkanı vereceğini söylemek mübalağa olmaz. Ayrıca Muhattıe görüşüyle belli bir mezheb/ictihadlar manzumesine bağlanma arasında zorunlu bir ilişki kurulamaz. Muhattıe ictihadi ihtilaflar arasında doğrunun tek olduğunu savunurken bu doğrunun hangisi olduğu hakkında belirleyici bir tutum göstermemektedir. Bu noktadan hareketle mezheb taassubu ile tahtıe anlayışı birbirine taban tabana zıttır denilse yanlış olmaz. Mezhep taassubu veya bir mezhebe bağlanma ile Muhattıe arasında doğrudan bir ilişkinin bulunduğunu varsaymak1397 bahse konu tartışmanın muhtevasını kavramayı engellemektedir. Tahtıe düşüncesinin mezhebî çoğulculuk ve müsamahaya engel olmayacağının en güzel kanıtı ise, çoğunluğunun tahtıe fikrini benimsediği fukahânın ictihadla ilgili getirdikleri genel kurallar ve asırlarca biriken ahkâm, ictihad, fetva ve kaza kitaplarıdır. Dört Mezhep İmamı başta olmak üzere onların öğrencileri ve onları izleyen diğer fakihler kütüphaneler dolusu fetva ve ictihad çözümlemelerine imza atmışlardır. Daha çok örfî çözümlemeler çerçevesinde anlaşılması gereken “Zamanın değişmesiyle ahkâmın değişmesi inkâr olunamaz.”1398 gibi küllî kaideler de bu fukahânın en temel prensiplerindendir. Müctehidlere ait furû‘ çözümlemeleri sonuçta beşerîlik vasfı taşıyan görüşler olduğuna göre, her görüş sahibinin kendisini doğru, muhalifinin yanlış olduğu 1396 Cessâs, el-Fusûl, IV/372. "Burada bizi ilgilendiren husus ise, nazarî açıdan bir ictihadı diğerlerine üstün kılan felsefî bir temel bulunmadığı halde 'bağlanma' ihtiyacının nereden kaynaklandığıdır." Dönmez, "İctihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheblerine Bağlanmanın Anlamı", s.41. Bu makalede muayyen bir mezhebi iltizam ile “tasvîbu’l-müctehidîn” tartışması arasında zihinsel bir bağlantının bulunduğu bahse konu edilmektedir. Ne var ki böyle bir bağlantının zorunlu olmadığı aşikârdır. Makalenin başlığı da işlenilen konuyu yansıtmaktan uzaktır. Çünkü fıkıh usulü müdevvenatında "İctihadın bağlayıcılığı meselesi" ile kastedilen şey bir müctehidin ictihadda ulaştığı hükmün gereğini yerine getirmekle yükümlü olmasıdır ki böyle bir yükümlülükte usulcülere arasında ihtilaf bulunmamaktadır. "İctihadın bağlayıcılığı" ile mezheb iltizamı kastediliyorsa bu tasvîb-tahtıe tartışmasının dışındadır. 1398 “Ezmânın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr edilemez.” Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Mad. 39. 1397 252 kanaatini/zannını taşıması gayet doğaldır. Müctehid bir görüşün doğru veya yanlış olduğuna güçlü bir kanatla hükümde bulunabilir.1399 Dolayısıyla bir müctehidin "Bu meselede benim kanaatim doğrudur, fakat yanlış olması da muhtemeldir. Muhalif görüş sahipleri yanlıştır, fakat doğru olmaları da muhtemeldir."1400 diyebilir, mukallidi de onun adına bu sözü tekrarlayabilir.1401 Muhalif görüş sahibi olan diğer müctehidler de aynı şeyi düşünebilir. Ne var ki bu tür ihtilaflar onların birbirlerine olan saygılarında, fikir özgürlüğüne verdikleri değerde, ilmi konumlarını takdir etmelerinde bir zayıflamaya sebep olmaz.1402 İctihadî hükümler isabet ve hata ihtimalini beraberce taşımaktadır. Bu sebeple hiçbir ictihadi hüküm mutlak hakikati temsil edemez. Buna göre bir ictihadın değeri diğer ictihad ile ölçülemez. İctihad yapabilecek kabiliyet ve bilgi birikimine sahip olan âlimin naslardan istinbat ettiği hüküm kendisi açısından doğrudur ve bu hükme uygun davranmak da onun vazifesidir, diğer görüş sahipleri de farklı tercihlere karşı saygılı davranmakla yükümlüdür. Her müctehid yekdiğerine aynı tavrı sergilemek durumundadır.1403 İslam toplumlarında da mezhep taraftarları arasında bazı kavgaların ortaya çıktığı dolayısıyla bu anlayıştan sapmaların görüldüğü zamanlar olmuştur. Mesela belli bir dönemde Bağdat'ta Şâfiîlerle Hanbelîlerin, Merv, Isfahan ve Rey bölgelerinde Şâfiîlerle Hanefîlerin kavgaları nakledilmektedir.1404 Ancak bu tür olaylar daha çok taraftarlık taassubunun getirdiği fanatizmin bir sonucu olarak anlık hadiseler şeklinde ortaya çıkmış, yerel kalmış ve hiçbir zaman bir müctehidin yönlendirmesiyle meydana gelmemiş, dolayısıyla da kurumsallık kazanmamıştır. Gerçekten bu konuda bir kavga söz konusu olsaydı bu mutlaka “firak-ı dâlle” olarak kabul edilen oluşumlara karşı ortaya çıkardı. Oysa bu gruplara karşı ilmî reddiyeler dışında bir eylem yapılmamıştır.1405 Bazı müsteşriklerin fıkhî mezheplerin arasındaki rekabeti, asırlarca kanlı bıçaklı birbirleriyle mücadele etmiş gibi sunmaları gerçeği yansıtmamaktadır. Mezhep taassubunun en yoğun yaşandığı Büyük Selçuklular döneminde bile, sultanların kendisi Hanefî mezhebinden olmasına rağmen Şâfiî karşıtlığı ve düşmanlığı gütmemişlerdir. Meşhur Selçuklu devlet 1399 Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Udde, II/418. Bkz. İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, I/33. 1401 Muhammed el-Avvâme, Edebü'l-ihtilâf, s.129. 1402 Ahmed b. Hanbel, İbn Râhûye için "Her ne kadar birçok konuda bize muhalefet etse de Horasan'a İshak b. Râhûye gibi bir insan girmemiştir; insanların birbiriyle ihtilaf etmesi ise gayet normaldir..." demiştir. Zehebî, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, XI/371; Avvâme, a.e., s.43, 130. 1403 Köse, "Din Özgürlüğü ve Barış Yolundaki İki Farklı Tecrübe", s.33. 1404 Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, s.240. 1405 Köse, a.e., s.33-34. 1400 253 adamı Nizâmülmülk (v.485/1092), Bağdat başta olmak üzere ülkenin birçok şehrinde Nizamiye Medreselerini açmasına, Şafiîliği güçlendireceği bilinmesine rağmen hiçbir Hanefî tepki göstermemiştir. İki mezhep mensupları arasında bazı dramatik olaylar yaşanmasına rağmen bu olayların arka planında fıkhî görüşler değil Mu‘tezile-Eş‘arî çekişmesinin yatması muhtemeldir. Bunun ötesinde tarafların birbirlerine dînî-itikadî itirazlar geliştirdiği görülmemiştir. XIV. Yüzyıldan itibaren Hanefî-Mâturîdî birlikteliği oluşup iki ekolün özdeşleşmesiyle Şâfiî-Hanefî mezhepleri birbiriyle tamamen yakınlaşmış ve sonraki asırlarda, mensuplarının birbirlerine olan bakışları, kardeşane bir hal almıştır. Bilhassa sağduyulu ve taassuba yenilmeyen hakperest âlimlerin diğer mezhebten insanlarla dostluk kurduklarını ve onlara kalplerini ve kapılarını açtıklarını görmekteyiz.1406 İctihadın diğer ictihadlara üstünlüğü ve mezheb taassubu bağlamında “mezhebler ya da müctehidler arası tercih yapılıp yapılamayacağı” konusundaki ihtilaf incelendiğinde bu ihtilafın sadece sözde (lafzî) olduğu ortaya çıkmaktadır. Tercihi kabul etmeyenler, örneğin "Hanefî mezhebi, Mâlikî mezhebinden daha üstündür." şeklindeki genellemeyi reddetmektedir. Mezhebler arası tercihin olabileceğini söyleyenler ise cüziyyât ve tafsîlî meselelerde bir mezhebin hükmünün diğer mezhebe üstün olabileceği gerçeğinden hareket etmektedir.1407 Nitekim bir ictihadı diğer ictihada üstün kılan bazı faktörler bulunabilmesine1408 karşın bir mezhebi tamamıyla diğer mezhebe üstün kılan felsefî bir temel bulunmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Her mezheb içinde, diğer mezheblerde bulunmayan doğrular olabileceği gibi her mezhebte de Hz. Peygamber'in sünnetine izafesi sahih olmayan söz ve fiiller olabilir. Muhakkik bir Hanefî fakihi olan Abdu’l-Hayy elLeknevî (v.1304/1886) "en-Nâfiu’l-kebîr" adlı kitabında Hanefî fıkıh kitaplarının mertebelerini sıraladıktan sonra; "Sırayla zikrettiğimiz bütün bu eserler fıkhî meseleler açısındandır; muhtevi oldukları hadisler açısından değil... Zira bütün fakihlerin itimadını kazanmış nice fıkıh kitapları vardır ki mevzu hadislerle doludur. Özellikle fetva kitapları bunlardandır. Uzun araştırmalar sonucunda anladık ki bu tür kitapların yazarları her ne kadar fazilet sahibi insanlar olsa da, hadîs rivayeti işinde mütesahildirler."1409 İbnü’lCevzî (v.597/1200) ise "et-Tahkîk fî ehâdîsi’l-hilâf" adlı eserinin başında bu eseri kaleme almasının sebeplerini açıklarken birçok fakihin hadîs alanındaki ilmî birikiminin yetersiz olduğuna temas etmekte ve şu ifadelere yer vermektedir: "Fukahanın pekçoğu sahîh 1406 Kara, Seyfullah, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, s.247, 259, 260, 261, 268. İbnu'n-Neccâr, Şerhu'l-Kevkebi'l-münîr, IV/624. 1408 "Mesâil-i fer‘iyyeden ibaret olan işbu mezâhibten birinin diğerine rüchânı ancak delâil-i şer‘iyyenin kuvveti itibariyledir." Seyyid Bey, "İctihad ve Taklid", İHAD, VI/154. 1409 Abdulhayy el-Leknevî, en-Nâfiu'l-kebîr limen yütâli‘u el-Cami‘a's-sağîr, s.122-123. 1407 254 olmayan hadîslere dayanmakta ve sahîh hadislerden yüz çevirmekte, naklettikleri şeylerde birbirlerini taklid etmekteler. Müteahhirûn ulema bu konuda üçe ayrılmaktadır: Birincisi; tembellik kendilerine ağır basar, araştırma zahmetine katlanamaz, başkasının eserinde kaydettiğiyle yetinir. İkincisi; hadislerin bulunduğu kaynaklardan habersizdir, bilmedikleri konularda başkalarına sormaları gerektiğinin farkında oldukları halde bunu yapmazlar. Üçüncüsü; maksatları lafgüzarlık yaparak riyaset ve makam peşinde koşmaktır. Bunlar cedel ve kıyâs ile meşgul olur, hadîslerin sıhhatine, cerh-ta‘dîline önem vermezler, ki bu dinini öğrenmeyi ve güvenilir bilgiye ulaşmayı amaçlayan kişinin yapacağı bir iş değildir. Gerçekten de bazı büyük fakihler gördüm, Rasûlullahın söylemediği bazı ifadeler için 'Bu sahîh hadis kitaplarında geçmektedir' derler. Bazıları da, sahîh hadîs için ‘Böyle bir hadîs bilinmemektedir.’ diyorlar. Halbuki kendisi bilmiyor.. Hatta bir kısmını gördüm; delil olarak kullandığı ve Buhârî’de geçmeyen hadîsin Buhârî’de geçtiğini iddia etmektedir. Sonra da bir başka musannif çıkıp araştırma yapmaksızın onu taklid ederek aynı şeyi kitabında tekrarlamaktadır..."1410 Mezheb imamları vardıkları ictihadî sonuçların sünnete isabet edememe ihtimalini göz önünde tutmuşlar, kendilerini takip eden öğrencilerine doğru olan görüşü seçme hususunda daima dikkatli olmayı öğütlemişlerdir. Ebu Hanîfe (v.150/767) "Bir hadîs sahîh ise benim görüşüm odur."1411, "Hiç kimseye, nereden aldığımızı bilmeden görüşümüzü kabullenmesi helal değildir."1412, "Yazık sana Yakûb (Ebu Yûsuf)! Benden her duyduğunu yazma! Bugün bir görüşte olurum; yarın onu terk ederim. Yarın bir görüşte olurum, ertesi gün onu terk ederim."1413 demiştir. İmam Mâlik (v.179/795) de "Ben ancak bir insanım; hata da ederim doğru da... Görüşüm ne zaman kitap ve sünnetle uyum gösterirse onu alın, ne zaman da aykırı olursa onu terk edin!"1414, İmam Şâfiî (v.204/819) 1410 İbnu'l-Cevzî, et-Tahkîk fî ehâdîsi'l-hilâf, I/22 vd. İbn Âbidîn, bu sözün Ebu Hanîfe’ye ithâf edilmesinin doğru olduğunu belirtmektedir. İbn Âbidîn, Reddu'lmuhtâr, I/46. Bu ifade İmam Şâfiî'nin sözü olarak da rivayet edilmektedir. Bkz. İbn Hacer, Fethu'l-bârî, II/223. 1412 İbnu'l-Kayyım, İ‘lâmu'l-muvakkı‘în, II/309; Şa‘rânî, el-Mîzân, I/55; İbn Âbidîn, Resmu'l-müftî, s.29-32. 1413 Zeyle‘î, Nasbu'r-râye, I/25; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIII/424. Muhammed İbrâhîm, Hanefî mezhebinin istikrar dönemi âlimlerinin izlediği iki temel kuralın Ebu Hanîfe'ye nispet edilen; "Bir hadîs sahîh ise benim görüşüm odur" ve "Delilimizi bilmeyen hiç kimsenin bizim görüşümüzle fetva vermesi helal değildir" sözlerden kaynağını aldığını belirtir. Muhammed İbrâhîm, Hanefî ve Şâfiîlerde Mezheb Kavramı, s.49-50. 1414 İbn Âbdilber, Câmi‘u beyâni'l-‘ilm ve fadlihî, II/70. Ayrıca bkz. Veliyyullâh ed-Dehlevî, el-İnsâf, s.104,105; Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.445; el-Elbânî, ‘Umdetü't-tahkîk, s.102. Mezheb imâmlarının da hadîslere aykırı hüküm verebileceklerine örnek olarak; İmam Malik, hakkında sahih hadislerin bulunduğu “şevvâl orucu” için, ilim ve fıkıh ehlinden kimsenin bu orucu tuttuğunu görmediğini, seleften bu konuda kendisine hiçbir bilginin ulaşmadığını, bunun bir bidat olduğunu ve bunu yapanların câhil kimseler olduğunu söylemektedir. Muvatta, "Sıyâm", 22. 1411 255 "Benim sözüme aykırı bir hadis görürseniz, bu hadisle amel edin, benim sözümü terk edin!"1415, "Benim sözümü bırakın, sünnetle konuşun!"1416demektedir. Bu noktada İzz b. Abdisselâm’ın (v.660/1262) mezheb taassubuyla ilgili olarak söylediği şu ibretli cümleleri zikretmek yerinde olacaktır: "Bir mezheb mukallidinin, mezheb imamının görüşüne kaynaklık yapan şeyin (mehaz) zayıflığının farkına varıp da, onu kendisine vahiy gönderilmiş bir peygamber gibi taklid etmesi çok tuhaf bir şeydir. Bu, hiçbir akıl sahibinin uygun bulmayacağı, haktan ve doğrudan uzaklaşma halidir. Onlardan birisi taklid ettiği kişiyi savunur ve kitap-sünnetin zâhir manasını hiçe sayarak, kendisince yorumlamaya çalışır. Nitekim bazı mukallidlere kafalarında yerleşmiş görüşe aykırı bir delil zikredilse, önceden kalplerine sinmiş taklid zihniyetinin etkisiyle son derece şaşırır... Bu kişi, hakkın sadece mezheb imamına münhasır olduğunu zannetmektedir... Bu tür kişilerle tartışmaya girmek hem husumete götürür, hem de faydasız bir uğraştır. Mezheb imamının görüşünü savunmaktan aciz kalınca da 'İmamım, belki de, benim vakıf olamadığım bir delile vâkıf olmuştur.' diyen, böyle kişilerle tartışmamak en güzel davranıştır. Zavallı adam zıddının da mümkün olabileceğini düşünmüyor.1417 Bu gibi sözlerle, öne sürdüğü apaçık (!) delil sayesinde karşısındaki hasmına karşı üstün geldiğine inanır.”1418 Netice olarak mezhebler dînî hükümleri anlamayı amaçlayan fıkhî disiplinlerdir. İslam bütün mezheblerden daha geniştir ve onlar üzerinde egemen güçtür. Bir mezhebe bağlanan kişi o mezhebin bütün ictihadlarıyla sınırlı değildir; diğer mezhebin görüşünü keyfî olmamak kaydıyla- tercih ettirecek bir delil bulduğunda ondan istifade etmesine hiçbir engel yoktur. Her mukallidin, kalbini, dinen hoşgörülmeyen taassub hastalığından temizlemesi ve mezheblerin dini nesheden değil, anlamaya götüren farklı yöntemler geliştirdiğini bilmesi1419 ve mezhebine muhalif âyet veya hadîsi göz ardı ederek mezhebine körü körüne tâbi olmaması gerekir.1420 1415 Nevevî, Şerhu sahîhi Müslim, XIV/55. İmam Şâfiî’ye ait benzer bir söz için bkz. Nevevî, el-Mecmû‘, I/63. İbn Hacer, a.e., II/223. 1417 Yani kendisinin vâkıf olduğu bir delile mensup olduğu mezhebin imamı ulaşamamış olabilir. 1418 İzz b. Abdisselâm, Kavâ‘idü'l-ahkâm fi mesâlihi'l-enâm, II/135. 1419 Zeydân, el-Vecîz, s.412-413. 1420 M. Said Ramazân el-Bûtî, el-lâmezhebiyye, s.37-38. 1416 256 X. Kulluk Bilinci Bağlamında İctihad Görevi ve "Tasvîbu'l-Müctehidîn" Düşüncesine Yönelik Eleştiriler Muharref şekliyle İncil'de, Allah ile insan arasındaki ilişki baba-oğul ilişkisine benzetilerek ifade edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise bu ilişki, efendi anlamına gelen "Rab" ve köle anlamına gelen "abd" kelimeleriyle anlatılmaktadır. Kur’ân rab-abd (efendi-köle) ilişkisini esas almış ve ona ahlakî bir boyut kazandırarak Allah-insan ilişkisini anlatmak için elverişli bir hale getirmiştir. "Allah’a kulluk en genel anlamda, Allah’ın insana vermiş olduğu sonsuz nimetlere kerşı insanın O'na boyun eğmesi, O'nun mutlak otoritesini tanıması ve bütün buyruklarını kayıtsız ve şartsız yerine getirmesi ile gerçekleşmektedir.1421 Yüce Yaratıcı (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm’de yaratmanın ve emrin1422, hükmün1423 ve otoritenin1424 kendisine ait olduğunu, gökte ve yerde her şeyin ona boyun eğdiğini1425 ifade etmektedir. Böyle bir kudret karşısında insana biçilen rol ve bu azamet karşısında insanın O'na karşı takınması gereken tavır sadece “kulluk”tur.1426 İnsanoğlundan Allah’a özgü kılınacak samimi bir ibadet istenmekte1427, yeryüzü ve gökyüzündeki bütün varlıklar gibi1428 müminlerin de onun emrini işittiklerinde itiraz etmeden teslim olmaları gerektiği1429 vurgulanmaktadır. Muhattıe'den bazı usulcüler, müctehid adedince doğrunun bulunduğunu ve doğrunun müctehidin zannına bağlı olduğu savını temsil eden tasvîb düşüncesini, insandan beklenen ve yukarıdaki nitelikleri taşıyan kulluk görevine aykırı görmüştür. Debûsî (v.430/1038), "Kim bunu (tasvîb görüşünü) mümkün görürse dînin sınırlarını ortadan kaldırmış, ibâha yolunu açmış ve dini heva üzerine kurmuş olur... Kim doğruyu birden fazla yaparsa âmmî kişinin keyfine göre seçim yapmasına imkân tanımış olur."1430 demektedir. İbn Abdişşekûr (v.1119/1707), Allah’ın hükmünü müctehidin zannına tabi kılan Musavvibe'yi, müctehidi bir peygamber, zannı da vahiy gibi değerlendirmekle tenkit 1421 Ömer Özsoy ve İlhami Güler, Konularına Göre Kur'an, s.345. A‘râf 7/54. 1423 Kasas 28/70, Mümin 40/12. 1424 Fâtır 35/13, Zümer 39/6. 1425 Rûm 30/26. 1426 Zâriyât 51/56 1427 Zümer 39/2, Mümin 40/14. 1428 Meryem 19/65. 1429 Ahzâb 33/36. 1430 Debûsî, Takvîmu'l-edille, s.410. 1422 257 etmektedir.1431 Şevkânî (v.1250/1834), müctehidler adedince Allah’ın hükmünün bulunduğunu iddia eden “tasvîb” görüşünün, Allah (c.c.) ve O'nun dînine karşı sûi edep olduğunu, çünkü dînî kuralların salt beşerî görüşlerden sadır olduğunu iddia etmenin dini insanlara tâbi kılmak anlamına geldiğini belirtmektedir.1432 Musavvibe’nin "İnsanları tek görüşe yöneltmek, onları sıkıntıya sokar. Öyleyse insanların rahatça yaşamaları için bütün görüşlerin doğru olması icap eder." itirazına Ebu İshâk eş-Şîrâzî (v.476/1083) "Bu gerekçe kendi başına delil olsaydı, ictihada kapalı olan nas ve icmâ ile tespit edilen hükümlerle amel etmenin gerekli olmadığını da söylememiz gerekirdi. Çünkü bu konular da zorluk unsuru taşımaktadır. İctihada kapalı hükümlerle amel etmenin gereksizliğini hiçkimse söylemediğine göre yukarıdaki 'İnsanları tek görüşe yöneltmek, onları sıkıntıya sokar.' şeklindeki itiraz da haksızdır. Ayrıca dindeki maslahat insan tabiatının temayül ettiği şeylerle (huzûzât, nefsânî arzular vs.) ilgili değildir ki dinin emir ve buyrukları bu temayüller üzerine bina edilsin! Aksine maslahat, Allah’ın hükmettiği şeyle ilgili olup, bu hüküm şer‘î delil vasıtasıyla bulunmaya çalışılır."1433 cevabını vermektedir. Doğrunun ictihadî çözümlemelerde muayyen olması, ilahî yargılamanın hangi doğruya istinaden yapılacağı problemini akla getirmektedir. Daha açık bir ifadeyle “İlahî iradede müctehidlerden sadır olan görüşlerden birisinin doğru, diğerlerinin ise yanlış olduğu kabullenildikten sonra bu doğruyu bulamayan kişilerin Yüce Allah huzurundaki mesuliyet durumu nasıl ve neye göre olacaktır?”, “Doğru herkes tarafından bilinmediğine ve taraflardan herbirisi kendisini musîb zannettiğine göre üzerinde ihtilaf edilen konular karşısında adl-i ilahînin tavrı ne olacaktır?” gibi sorular tartışmanın uhrevî boyutunu gösteren belli başlı ipuçlarıdır. Problemin çözümünü doğrudan ilgilendiren anahtar terim "ism (günah)" kelimesi olup müctehide günahın hangi durumlarda izafe edilebileceği usulcüler tarafından bahse konu edilmiştir. Hata eden müctehidin günahkâr olmadığında ve uhrevî açıdan sorumlu olmayacağı noktasında İslam âlimleri arasında bir ihtilaf bulunmamaktadır.1434 Allah (c.c.) müctehidin günahını, delilin gizliliği ve benzerlik yönlerinin (hükme illet olabilecek şeylerin) çokluğu sebebiyle affetmektedir.1435 Müctehid ictihad ehliyetine haiz olarak kendisine tevcih edilen meselelerin hukukî yorumlarını yaparken kat‘î nassa aykırı 1431 İbn Abdişşekûr, Müsellemü's-sübût, II/383. Şevkânî, İrşâdu'l-fuhûl, s.437. 1433 Şîrâzî, et-Tebsıra, s.509. Ayrıca bkz. a.mlf., Şerhu'l-lüma‘, II/1070-1071. 1434 Şîrâzî, Şerhu'l-lüma‘, II/1051; Teftâzânî, et-Telvîh, II/121. 1435 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/324. 1432 258 hükümde bulunmadığı müddetçe hem kendisi hem de tâbileri ilahî yargılama karşısında doğru olduğuna kanaat getirdiği hükümler ve bu hükümlerin doğurduğu fiillere göre muamele edilecektir. Yanlış olduğu halde herkesin kendi doğrularıyla muamele göreceği iddiası, doğrunun tek olduğu hakikatiyle çelişir gibi görünse de, ictihad faaliyetinin ümmet üzerinde bir görev olması ve “ihtilaf” denilen olgunun insan tabiatının bir gereği olarak ortaya çıkması bu iddiayı kaçınılmaz şekilde doğrulamaktadır. Doğrunun taayyünü ile farklı ictihadlara karşı ilahi müsamahanın varlığı arasında bir çelişkinin bulunmadığını "Bir hâkim ictihad ederek hüküm verir ve isabet ederse ona iki ecir vardır. Fakat ictihad ederek hüküm 1436 verir de hata ederse ona bir ecir vardır." hadîsi açıkça göstermektedir. Diğer taraftan her müctehid, doğruyu kendisinin bulduğu inancını taşıması gayet doğaldır. İmam Şâfiî (v.204/819) "Bilgi kaynaklarından birisi de, doğruyu bulmak için kıyas yoluyla ictihad etmektir. Bu (hüküm), kıyas yapan müctehide göre zâhirdeki doğrudur. Diğer âlimlere göre değil... Zira ğaybı yalnız Allah bilmektedir"1437 demektedir. Şâfiî usulcülerden Sem‘ânî (v.510/1116) de "Muhti müctehid Allah katındaki doğruya isabet etmese de yaptığı amel hakkında musibtir ve sanki Allah katındaki doğruya isabet etmiş gibi bu ameli şer‘an sahîh bir ameldir"1438 şeklindeki ifadesiyle aynı manaya temas etmektedir. Ancak hakkında açık ve kat‘î bir delilin bulunduğu konular ise, müctehid bu delile ulaştıktan sonra müsamaha dairesi daralır ve bu delilin dışında farklı yorumlar devre dışı bırakılır. Mehmed Seyyid Bey’in (v.1925) şu cümleleri konuyu açıklar niteliktedir: "Bir meselede böyle bir hitab-ı mesmû veya medlûl mevcud olup da müctehid ona vakıf olmuş ise o meselede, o müctehide göre hükm-ü şer’î mevcut demektir. Artık müctehid o meselede hata eder ise mazûr olmayıp âsim (günahkâr) olur. Kezalik öyle bir hitâb mevcut olup da müctehid kendi taksîrinden dolayı ona vâkıf olmamış ise, yani müctehidin ona adem-i vukâfu şerâit-i ictihadı tamamen îfâ etmemesinden ve binaenaleyh mümkün olan bir tarîk-i müteyessir ise ânı taharrî ve tetebbu eylememesinden neşet etmiş ise yine âsim olur."1439 Musavvibe'yi tasvîb düşüncesine iten gerekçelerden birisi; müctehidlerin mazur olması ile hata etmelerinin aynı anda vukua gelmesini imkânsız görmeleridir. Örneğin Gazzâlî (v.505/1111) vacib teriminden yola çıkarak Musavvibe görüşünü temellendirmeye çalışırken “Bizim tercih ettiğimiz görüş; günah ile hatanın mütelâzım (birbirinden ayrılmaz) olduğudur. Dolayısıyla her hata eden günahkârdır, her günahkâr da hata 1436 Buhârî, "İ‘tisâm", 21; Müslim, "Aqdıye", 6; Taberânî, el-Mu‘cemu'l-evsat, III/292, H.no: 3190. Şâfiî, er-Risâle, s.479. 1438 Sem‘ânî, Kavâtı‘u'l-edille, II/309. 1439 Seyyid Bey, Medhal, s.190-191. 1437 259 etmiştir. Günah işlediği söylenemeyen kişinin hata ettiği de söylenemez." diyerek isabet edememe günah kazanmayı ve günahın olmaması da hatanın olmamasını gerektireceği görüşüne vurgu yapmaktadır.1440 İbn Rüşd (v.595/1198), Gazzâlî’nin bu şekilde “hata” ile “günah” arasında zorunlu bir bağlantı kurmasını eleştirmekte ve şöyle demektedir: "Günahın düşmesi hatanın da yokluğunu gerektirmez. Zira dînî konularda kasıtsız işlenen hata affedilmiştir. Unutkanlık, gaflet ve sehiv hallerinde olduğu gibi.. Bilindiği üzere şer‘î deliller ya kat‘îdir, ya da ekserî (zann-ı gâlible bilinen)’dir. Kat‘î olanlara ulaşmak kolaydır ve bu delillerde yanılma ve sehiv az meydana gelir. Bu yüzden “kat‘î delillerde yanılma/hata günaha sebebtir.” denilebilir. Zannî delillerde ise yanılma ve sehiv çokça vaki olur. Bu nedenle zanni delillerde hata günahı gerektirmez. Vacibin tanımındaki ‘terki günahtır’ ibaresi, ‘Vücûbiyeti kat‘î delil ile bilinen konularda, onun vücûbiyetini öğrendikten sonra terki günahtır.’ anlamına gelir. Hata ve sehvin sıklıkla meydana gelebildiği ve ona ulaşmanın kolay olmadığı ictihadî konularda yanılmayla günah işlenmiş olmaz. Nitekim Nebî (s.a.s.) 'Ümmetimden hata ve nisyan kaldırılmıştır.' 1441 buyurmaktadır."1442 Son tahlilde, “kulluk bilinci” açısından müctehidin görevi ve ictihadın fonksiyonu, Şâri‘ Teâlâ’nın, metlû ve gayr-i metlû vahiy tabir edilen kitap-sünnet ilişkisinde mündemic dînî metinlerden, yine Şâri‘in razı olduğu/olmadığı, kullarından istediği/istemediği fiillere ışık tutmak, beşerî eylemlere ahlakî ve hukukî çerçeveler sunmaktır. Müctehid imamlar hiçbir zaman bağımsız bir teşrî kaynağı olmamış, böyle bir iddiada da bulunmamışlardır. Müctehid, ilahî murada, edille-i şeriyyeden yola çıkarak açıklama getirmeye çalışan bir araçtır. Bu söylenenlerden, ictihadî konularda aklın tedahülünün ve beşerî unsurun inkâr edildiği sonucu çıkarılmamalıdır. İctihadlar her ne kadar aklî unsurlar içerse de müsteftî (fetva soran) ve avama göre müctehidlerin görüşleri, müctehidlere göre nusûs-ı şer‘iyye gibi bağlayıcılık taşımaktadır.1443 Hal böyle olunca, müctehidler “müsbit” değil “muzhir”, müşerrî değil mübeyyin olan ictihad göreviyle dînin anlaşılmasına yardım eden kişilerdir; her müctehidin her bir görüşünün doğru olduğu düşüncesi bu gerçeğin göz ardı edilmesinden doğmuş olmakla eleştiriye konu edilmektedir. Mükellef, müctehid kavilleri içinden istediğini değil doğru olanını ya da doğru olduğunu zannettiği görüşü tercih etmek 1440 Gazzâlî, el-Mustasfâ, II/357. Hadîsin tamamı için bkz. İbn Mâce, "Talâk", 17; İbn Hibbân, es-Sahîh, XVI/202, H.no: 7219; Hâkim, elMüstedrek, II/216, H.no: 2801; Dârakutnî, es-Sünen, IV/170, H.no: 33; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, VI/84, H.no: 11236. 1442 İbn Rüşd, ed-Darûrî, s.141. 1443 Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/173. 1441 260 durumundadır. Aksi halde isteyen istediği müctehidin ictihadından keyfî bir seçme hakkına sahip olacak, dinin ve kulluğun temel niteliklerinden olan imtihan sırrı bertaraf edilecektir. Bu noktada ifade edilmelidir ki, her mezhebin görüşlerinden istediğini gelişigüzel seçme yöntemiyle, sınırsız sayıda müctehidin (!)1444 ortaya çıkaracağı karmaşa, müslüman toplumlar için daima ve haklı olarak tenkit edilen tek mezhebe/müctehide taassub derecesinde tabi olmaktan daha problemli bir ortam doğuracaktır. Şer’î hükümlerin uygulanması, en kolay, en hoşa gidene göre yapılamaz. Kaldı ki her şer‘î hüküm az da olsa meşakkat unsuru taşımaktadır.1445 Unutulmamalıdır ki; dinler insanoğlunu sınamak için gönderilmiş ve keyfiliğe yer vermeyen ilahî mesajlardır. 1444 1445 Molla Hüsrev, Mir'âtu'l-usûl, II/466. İbn Akîl, el-Vâdıh, V/388. 261 SONUÇ İnsanların bir konuda birbirlerine aykırı görüşleri benimsemeleri ve ihtilaf etmeleri gayet tabiîdir. Âlimlerin ihtilafı dînin kendi içinde çelişki taşımasından değil, haricî unsurlar sebebiyledir. Bu unsurlar özetle; nassın müctehide ulaşmaması, müctehidin nassın zayıf ya da diğer naslar karşısında mercûh olduğunu düşünmesi, ictihad yöntemlerinin farklı olması ve bazı nasların farklı şekilde yorumlanmaya müsait karakterde olması gibi, bazen müctehidin yetenekleriyle bazen de dil faktörüyle ilgilidir. Bütün şer‘î hükümler hakkında kesin deliller konulmayıp bir kısmının zanna tâbi kılındığı usulcülerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmekte ve şer‘î hükümlerde zannî delillerin muteber olması genişlik ve kolaylık gerekçesi ile açıklanmaktadır. Hakkında kesin delil bulunmadığı için ictihada elverişli olan ve hükmü ictihad yoluyla açıklanan mesele doktrinde "müctehedün fîh" veya "ictihadî mesele" olarak adlandırılır. Fıkıh usulü literatüründe “tasvîbu’l-müctehidîn-tahtıetü’l-müctehidîn” başlıkları altında işlenen tartışmanın tarafları Musavvibe-Muhattıe olarak isimlendirilmiştir. Buna göre Musavvibe; “İctihadın alanına giren ihtilaflı konularda Allah katında muayyen bir doğru olmayıp; doğru, müctehidin zannından ibarettir ve bütün müctehidler doğruya isabet etmiştir” şeklinde bir kanaate sahip olmasına karşın Muhattıe; “İctihadî konularda Allah katında muayyen bir doğru bulunup müctehidin bu doğruya ulaşmak için elinden geleni yapması gerekir ve müctehidler arasında doğruyu bulan sadece birisidir, diğerleri yanılmıştır” görüşünü benimsemektedir. Görüldüğü üzere tartışmanın temeli Allah katında ictihad öncesinde belirlenmiş bir hükmün olup olmadığı sorusuna dayanmaktadır. Özellikle klasik dönem usul kitaplarının neredeyse hepsinde bu tartışmayla ilgili az ya da çok malumat bulmak mümkündür. Usulcüler bu eserlerde mezkûr ihtilafın taraflarını ve delillerini ifadeyle beraber kendi görüşlerini de vermeyi ihmal etmemişlerdir. İlk usul kitaplarından son asırlarda yazılanlarına kadar neredeyse tamamında tartışma bütün boyutlarıyla irdelenmiştir. Aklî/itikadî konularda, doğrunun tek olduğu, bütün müctehidlerin doğruya isabet edemeyeceği hususunda fukahâ ve usulcülerin icmâsı vardır. Ubeydullah b. Hasen elAnberî (v.168/784) ve Câhız (v.255/869), sözü geçen icmâya aykırı olarak aklî/îtikâdî konularda da müctehidlerin musîb olduğu kanaatindedir. Ayrıca İbn ‘Uleyye (v.193/809), Bişr el-Merîsî (v.218/833), Ebu Bekr el-Esam (v.225/839) ve Ca‘feriyye Şiası, fıkhî konularda yanılan müctehidin sorumlu ve günahkâr olduğunu söyleyerek "hata eden müctehidin mazûr olduğu, hatta ictihad sebebiyle sevap kazanacağı" şeklindeki İslam âlimleri arasındaki genel kanaate aykırı görüş öne sürmüşlerdir. Meşhur Dört İmam ve tâbilerinin de içinde bulunduğu cumhur ulemâ ictihadî çözümlemelerin hata ile nitelenebileceği, müctehidler arasında doğrunun tek olup diğerlerinin yanıldığı şeklindeki Muhattıe görüşünü benimserken, ihtilaf edenler sayısınca doğrunun varlığını savunan Musavvibe ekolü Basra Mu‘tezilesinden Ebu’l-Huzeyl el262 ‘Allâf (v.226/840), Ebu Alî el-Cübbâî (v.303/915), Ebu Hâşim el-Cübbâî (v.321/933)’den itibaren dile getirilmeye başlanmış, daha sonra Ebu'l-Hasen el-Eş'arî (v.324/935), Bâkıllânî (v.403/1013) ve Kadı Abdulcebbâr (v.415/1024) gibi kişiler tarafından savunulmuş, Gazzâlî’de (v.505/1111) ise ivme kazanmıştır. Genel olarak Zeydiyye mezhebine bağlı usulcülerin eğiliminin de bu yönde olduğu müşahede edilmektedir. Hanefîlerden Cessâs (v.370/980), Mâlikîlerden İbnü'l-‘Arabî (v.543/1148) ve Kurtubî'nin (v.671/1273) Musavvibe görüşüne destek verdikleri tespit edilmiş olup bu konuda aralarında bir etkilenmenin varlığı, ihtimalden uzak görünmemektedir. Her iki grup da ictihad ehliyetine sahip olmadığı halde ictihad etmeye kalkışan kişiler ile bu ehliyete sahip olup belli bir şer‘î hükme ulaşmak için ictihad esnasında gerekli olan çabayı göstermeyen kişilerin uhrevî açıdan sorumlu olacağı noktasında fikir birliği etmektedir. Musavvibe görüşü bazı fakih ve usulcüler tarafından sofist düşüncedeki rölativist bilgi felsefesine benzetilerek şiddetle tenkit edilmiş, göreceli bilgi kaynağı olarak kabul edilen ve özellikle tasavvufta ilgi bulan mükâşefe/ilham/gnosis bilgi nazariyelerinden ve Eş‘arî'ye özgü hüsün-kubuh anlayışından kuvvet aldığı söylenmiştir. Tarafların görüşlerini ispat etmek için getirdikleri delillerin bir kısmı, "Dâvûd ve Süleyman da milletin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, Biz onların hükmüne şahittik. Süleyman'a bu meselenin hükmünü bildirmiştik; her birine hüküm ve ilim verdik." (Enbiyâ 21/79-80) âyetleri, "Hâkim ictihad eder de yargısında isabet ederse iki sevap, ictihad edip hata ederse bir sevap alır." hadîsi gibi müşterek delillerdir. Diğer taraftan her iki tarafın öne sürdüğü bazı dayanaklar delil olmaya elverişli değildir. Özellikle hadîs/haber/eser türünden kimi delillerin sıhhat açısından kritiğe tâbi tutulduğunda sübûtunda şüpheler bulunduğu görülmektedir. Buna rağmen deliller genel olarak değerlendirildiğinde, savını en kuvvetli şekilde gerekçelendiren tarafın Muhattıe olduğu müşahede edilmektedir. Muhattıe-Musavvibe tartışması, herhangi bir sonuç doğurmayan faydasız bir münakaşa mahiyetinde olmayıp ictihad ve iftâ yöntemine ilişkin usulcüler arasındaki teorik görüş ayrılıklarının bazı ipuçlarını vermektedir. Muhattıe taraftarlarının kendi içinde "İctihad öncesinde müctehidin mükellef olduğu şey, Allah katındaki doğruyu aramak mıdır, bulmak mı?", "İctihad sonrası, müctehide emredilen, nefsü'l-emirdeki (gerçeğin tam kendisi olan) doğru mudur, ictihadı sonucu ulaştığı kendi hükmü müdür?", "Hata eden müctehid ictihadından dolayı mı ecir kazanır, doğruyu bulmaya niyetlendiği (kasd) için mi?" sorularına verdikleri cevaplar ve bu konulardaki görüş farklılıkları, tartışmanın özünü yansıtmayıp sözde kalan (lafzî/sûrî) ihtilaflardır. Hanefî usulcülerin, ictihadın bizzat kendisinin "Allah'ın hükmünü arama eylemi" olması yönüyle hatalı da olsa hükmen isabet ettiği şeklindeki bir tasavvurdan yola çıkarak kavramsallaştırdığı "ictihadda ibtidâen-intihâen hata" tasnifinden hareketle, gerekli şartlar yerine getirilerek yapılan bütün ictihadları hakîkaten ve hükmen musîb olarak ikiye ayırmak mümkündür. 263 Allah'ın iradesinin (hakikatin) furû çözümlemelerin hangisinde olduğu kesin olarak belirlenemediğine göre, ictihad sonucu ortaya çıkan bu görüşlerin tartışılması ve eleştirilmesi son derece doğaldır. Bu belirsizlik sebebiyle, herhangi bir ictihadî görüş, sadece kendisinin ilahî iradeyi temsil ettiğini ve isabetli olduğunu ileri sürmesi söz konusu değildir. Bu nedenle ictihad sonuçlarının tartışılması, kesin doğrular ve kesin yanlışlar arasında değil, doğruluk ve yanlışlığı muhtemel kanaatler arasındadır. İhtilafları "tenevvü (çeşitlilik) ihtilafı" ve "tezâd (zıtlık) ihtilafı" olarak ikiye ayırdıktan sonra, sünnette sübutu kesin olan, özellikle ibadetlere ilişkin farklı uygulamaları "tenevvü ihtilafı" kapsamında değerlendirerek bu uygulamaları, mezheplerin hepsinin musîb olduğu saha olarak saptamak yanlış olmaz. Diğer taraftan ictihad selahiyetine sahip bilginler ictihad etmekle yükümlü olmasına karşın, böyle bir salahiyeti bulunmayan kişiler bilmedikleri konularda bilenlere tâbi olmalıdır. Müctehid olmayan kişiler için belli bir mezheb ya da imamın görüşlerini iltizam etmek, ictihadî görüşler arasında yapılan keyfî seçim yönteminden daha güvenilir bir tutumdur. Üstelik keyfî seçim, bir yöntem olmaktan çok yöntemsizlik sorunudur ve beşerîlik unsuru taşıyan arzuları şer‘î delillerin önüne geçirme tehlikesini her zaman taşımaktadır. Hukukî yorum farklılıklarını temsil eden ictihadlar/mezhepleri değerlendirirken aşağıdaki hususlar da göz ardı edilmemelidir: - Peygamberler dışında hiç kimse kudsiyet ve ismet sıfatına sahip değildir. Dolayısıyla âlimlerin kavilleri dînî hükümlerin kaynağı (hüccet) olarak addedilemez. - Her ictihad, hem hata hem de isabet ihtimalini beraberce taşımaktadır. Hakkın tek mezhepte olduğu zannıyla insanları o mezhebe cebren yönlendirerek "ifrat" etmek ile, ihtilaf kapısını sonuna kadar açarak her görüşün "hak" olup, aralarından istenenin keyfî olarak seçilebileceği şeklindeki mütesâhil tavrın doğuracağı "tefrit"in ortası, mezkûr ihtimali her zaman zihinde tutarak hakikati aramak, görüşler arasında üstün olanını almaya yönelik tercih yöntemini rehber edinmektir. - Ulemâyı tazim ile takdisin arasını ayırmak ve âlimlere hürmet etmenin dînî terbiyenin bir parçası olmasına rağmen, onların da bir beşer olduğu ve yanılabilecekleri gerçeğini unutmamak gerekir. - Akıllardaki tahtıe (hata ile suçlama) kalbe intikal etmemeli, tenkit mevzûdan şahsa sirayet etmemeli, muhalif görüş sahiplerini yanlış ile itham ederken kin, husumet, haset ve gıybet gibi kötü huylara götürecek tutumlardan uzak durulmalıdır. ( 7' 264 BİBLİYOGRAFYA ABDULAZÎZ el-BUHÂRÎ, Alâuddîn Abdulazîz b. Ahmed (v.730/1329), Keşfu'l-esrâr ‘an usûli Fahrilislam el-Pezdevî, I-IV, Beyrut 1414/1994. ABDULBÂKÎ, Muhammed Fuâd (v.1968), el-Mu‘cemu’l-mufehras li elfâzı’l-Kur’âni’lKerîm, Beyrut 1414/1994. ABDULĞANÎ en-NABLÛSÎ, İbn İsmâîl b. Abdulğanî (v.1143/1731), Hülâsatü't-tahkîk (Mezheblerin Doğuşu ve İctihad Tartışması içinde), der. Şükrü Özen, İstanbul 1987. ABDULMUHSİN b. MUHAMMED el-MÜNÎF, Ahkâmu'l-imâm ve'l-itimâm fi's-salât, Beyrut 1410/1989. ABDURABBİNNEBÎ el-ÂLİM, "Kâ‘idetü’l-ihtiyât fi’ş-şerî‘ati’l-İslâmiyye", Mecelletü’lbuhûsi’l-fıkhiyyeti’l-mu’âsıra, sy. 59 (2003), s.225-256. ABDURREZZÂK, Ebu Bekr b. Hemmâm es-San‘ânî (v.211/827), el-Musannef, I-XI, Beyrut 1403/1982. ACLÛNÎ, İsmâîl b. Muhammed (v.1162/1748), Keşfu'l-hafâ ve müzîlü'l-ilbâs ‘ammâ iştehera beyne elsinet'i-nnâs, Beyrut 1408/1988. AHMED b. HANBEL, Ebu Abdullâh eş-Şeybânî (v.241/855), el-Müsned, I-VI, Kâhire ts. (Müessesetü Kurtuba). AHMED HASEN (v.1996), İlk Dönem İslam Hukuk Biliminin Gelişimi, çev. Haluk Songur, İstanbul 1999. AHMED MUHAMMED ŞÂKİR (v.1958), el-Bâ‘isü'l-hasîs şerhu ihtisâri ‘Ulûmi'l-hadîs, Beyrut ts. ALÎ b. HÜSÂMUDDÎN, el-Müttekî el-Hindî (v.975/1567), Kenzü'l-‘ummâl, I-XVI, Beyrut 1410/1989 ALİ HAYDAR EFENDİ, Hoca Emin Efendizâde (v.1936), Dürerü’l-hükkâm Şerhu Mecelleti’l-ahkâm, İstanbul 1330/1911. ÂLU İBN TEYMİYYE (Mecduddîn Ebu’l-Berakât, Şihâbuddîn Ebu’l-Mehâsin ve Takıyyuddîn Ebu’l-‘Abbâs), el-Müsevvede, Beyrut ts. (Dâru'l-kitâbi'l-‘Arabî). ALVÂN, Ammâr b. Abdullâh, el-İctihâd ve davâbituhû ‘inde'l-İmami'ş-Şâtıbî, Beyrut 1426/2005. ALVÂNÎ, Tâhâ Câbir, Çağdaş Düşünce Krizi, çev. Burhan Köroğlu, İstanbul ts. _________ , Fıkıhta Kriz ve İctihad Metodolojisi, çev. Menderes Gürkan, İHAD, sy. 7 (2006), s.123-140. 265 ÂMİDÎ, Seyfuddîn Ebu’l-Hasen Alî b. Ebî Alî (v.631/1233), el-İhkâm fî usûli’l-ahkâm, III, Beyrut 1405/1985 ÂLÛSÎ, Şihâbuddîn Mahmûd (v.1270/1853), Rûhu’l-Meânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l-azîm ve's-seb‘i'l-mesânî, I-XXX, Beyrût ts. (Dâru'l-fikr). APAYDIN, H. Yunus, "İctihad", DİA, XXI/432-445. __________, "Hata", DİA, XVI/437-442. ATAR, Fahreddin, Fıkıh Usulü, İstanbul 1992. AVVÂME, Muhammed, Edebü'l-ihtilâf fî mesâili'l-‘ilm ve'd-dîn, Ammân 1418/1997. AYAN, Muammer, Günümüzde İslam Hukukçularının İhtilaflarından Faydalanma (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2002. AYDIN, Mehmet S., Din Felsefesi, İzmir 1999. AYDINLI, Abdullah, Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul 1987. ‘AYNÎ, Bedruddîn Ebu Muhammed Mahmûd b. Ahmed (v.855/1451), ‘Umdetü'l-kârî şerhu Sahîhi'l-Buhârî, I-XII, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). AZÎMÂBÂDÎ, Muhammed Şemsü'l-hak Ebu't-Tayyib (v.1329/1911), Avnu'l-Ma‘bûd Şerhu Süneni Ebi Dâvûd, I-XIV, Beyrut 1410/1989. BÂCÎ, Ebu'l-Velîd Süleymân b. Halef (v.474/1081), el-Hudûd fi'l-usûl, Beyrut 1424/2003. __________, İhkâmu'l-fusûl, I-II, Tunus 1405/1985. __________, el-Minhâc fî tertîbi'l-hicâc, Paris 1987. BAĞDÂDÎ, Dâvûd b. Süleymân, Eşeddü'l-cihâd fî ibtâli da‘va'l-ictihâd (Mezheblerin Doğuşu ve İctihad Tartışması içinde), der. Şükrü Özen, İstanbul 1987. BAĞDÂDÎ, Hatîb Ebu Bekr Ahmed b. Alî (v.462/1069), el-Fakîh ve'l-mütefakkih, I-II, Riyad 1417/1996. __________, Târîhu Bağdâd, I-XX, Beyrut ts. (Dâru'l-kütübi'l-‘ilmiyye). BÂKILLÂNÎ, Ebu Bekr Muhammed b. Tayyib (v.403/1012), et-Takrîb ve'l-irşâd "esSağîr", I-III, Beyrut 1418/1998. __________, Temhîdü'l-evâil ve telhîsu'd-delâil, Beyrut 1407/1987. __________, el-İnsâf fîmâ yecibu i‘tikâduh, Kahire 1413/1993. BARDAKOĞLU, Ali, "Hak", DİA, XV/139-151. BASRÎ, Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Alî (v.436/1044), el-Mu‘temed fî usûli'l-fıkh, I-II, Beyrut 1403/1983. BAŞOĞLU, Tuncay, Hicri Beşinci Asır Fıkıh Usulü Eserlerinde İllet Tartışmaları (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2001. 266 BÂBERTÎ, Ekmelüddîn Muhammed b. Mahmûd (v.786/1384), el-‘İnâye ‘ale'l-Hidâye (Fethu'l-Kadîr ile beraber), I-VIII, Mısır ts. (Matbaatü Mustafâ Muhammed). BATALYEVSÎ, İbnu's-Seyyid Ebu Muhammed Abdullâh b. Ömer (v.521/1127), el-İnsâf fi't-tenbîh ‘ale'l-me‘ânî ve'l-esbâb elletî evcebeti'l-ihtilâfe beyne'l-müslimîn fî ârâihim, Dımaşk 1987/1407. BEYÂNÛNÎ, Muhammed Ebu'l-Feth, "Hüküm", DİA, XVIII/466-468. BEYDÂVÎ, Nâsıruddîn Ebu Saîd (v.685/1286), el-Minhâc (el-İbhâc fî şerhi’l-minhâc içinde), I-III, Beyrut 1404/1984. BEYHAKÎ, Ahmed b. el-Hüseyn b. Alî (v.458/1066), es-Sünenü'l-kübrâ, I-X, Mekke 1414/1994. __________, Şu‘abu'l-îmân, I-VIII, Beyrut 1410/1989. BİLÂCÎ, Abdusselâm, Tatavvuru ‘ilmi usûli'l-fıkh ve teceddüdühû, Mansûra 1428/2007. BİLMEN, Ömer Nasuhi (v.1971), Hukukı İslamiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, IVIII, İstanbul ts. (Bilmen Yayınevi). BUHÂRÎ, Ebu Abdillâh Muhammed b. İsmâ’îl (v.256/869), el-Câmi‘u’s-sahîh, I-VI, Beyrut 1407/1987. BURNS, Gerald D., "Gazâlî'nin Tasavvufi Hermenötiği", İslami Araştırmalar, sy. XIII/3 (2000), s.420-428. BÛTÎ, Muhammed Saîd Ramazân, Davâbitu’l-maslaha fi’ş-şerî‘ati’l-İslâmiyye, Beyrut 1406/1986. __________, el-Lâmezhebiyye: Ahtaru bid‘atin tüheddidu eş-Şerî‘ate'l-İslâmiyye, Beyrut 1407/1987. CANBULAT, Mehmet, İslam Hukukunda İctihad Kapısının Kapanmışlığı Meselesi (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2000. CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Tarihi, I-II, Ankara 1996. CESSÂS, Ahmed b. Alî er-Râzî (v.370/980), el-Fusûl fi’l-usûl (thk. Uceyl Câsim enNesemî), I-IV, İstanbul 1994/1414. __________, Ahkâmu’l-Kur'ân, I-III, Beyrut 1414/1993. CEVHERÎ, İsmâîl b. Hammâd (v.393/1002) es-Sıhâh tâcu'l-lüğa ve sıhahi'l-‘Arabiyye, IVII, Beyrut 1410/1990. CEVİZCİ, Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul 1999. CEYZÂNÎ, Muhammed b. Hüseyn b. Hüseyn, Me‘âlimu usûli’l-fıkh, Demmâm 1996/1416. CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerîf Alî b. Muhammed (v.816/1413), et-Ta‘rîfât, Beyrut 1411/1990. 267 CÜVEYNÎ, Ebu’l-Me‘âlî Abdulmelik b. Abdullâh (v.478/1085), el-Burhân fî usûli’l-fıkh (thk. Abdulazîm Mahmûd ed-Dîb), I-II, Mansûra 1418/1997. __________, el-Kâfiye fi'l-cedel, Kahire 1979/1399. __________, Kitâbu'l-ictihâd, Dımaşk 1407/1987. __________, eş-Şâmil fî usûli'd-dîn, İskenderiye 1389/1969. __________, et-Telhîs fî usûli'd-dîn, Beyrut 1424/2003. __________, el-Varakât, Mısır ts. (Matbaatü Mustafâ el-Bâbi'l-Halebî). ÇAĞRICI, Mustafa, "Hak", DİA, XV/137-139. ÇALIŞ, Halit, İslam'da Kolaylaştırma İlkesi (Azimet Ruhsat İlişkisi), Konya 2004. DÂMEĞÂNÎ, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân ıslâhu'l-vücûh ve'n-nezâir fi'lKur'ân, Beyrut 1404/1983. DÂRAKUTNÎ, Ebu'l-Hasen Alî b. Ömer (v.385/995), es-Sünen, I-IV, Beyrut 1386/1966. DÂRİMÎ, Ebu Muhammed Abdullâh b. Abdurrahmân (v.255/868), es-Sünen, I-II, Beyrut 1407/1987. DEBÛSÎ, Ebû Zeyd Ubeydullah b. Ömer (v.430/1039), Takvîmu’l-edille, Beyrut 1421/2001. DEHLEVÎ, Abdulhak b. Seyfuddîn b. Sa‘dullâh, Mukaddimetün fî usûli'l-hadîs, Beyrut 1406/1986. DEHLEVÎ, Veliyullâh b. Abdurrahîm (v.1176/1762), Ahmed b. Abdirrahîm, Hüccetullâhi'l-bâliğa, I-II, Beyrut 1410/1990. __________, ‘Ikdu’l-cîd fî ahkâmi'l-ictihâd ve't-taklîd (Dört Risale İle Beraber), İstanbul 1990. __________, el-İnsâf fî sebebi beyâni'l-ihtilâf, Beyrut 1414/1993. DEVÂLİBÎ, Muhammed Ma‘rûf (v.2004), el-Medhal ilâ ‘ilmi usûli'l-fıkh, Beyrut 1385/1965. DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1999. DÖNMEZ, İbrahim Kâfi, “İctihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı”, Usul: İslam Araştırmaları, sy. 1 (2004, Ocak-Haziran), s.35-48. DUVEYHÎ, Alî b. Sa’d, Ârâu’l-Mu‘tezileti’l-usûliyye, Riyâd 1417/1996. EBU DÂVÛD, Süleymân b. Eş‘as es-Sicistânî (v.275/888), es-Sünen, I-IV, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). EBU HANÎFE, Nu‘mân b. Sâbit b. Zûtâ (v.150/767), Ebu Hanîfe'nin Osman el-Bettî'ye Yazdığı Mektup, (İmam-ı Azamın Beş Eseri içinde, çev. Mustafa Öz), İstanbul 1992. __________, el-Fıkhu'l-ebsat, (İmam-ı Azam'ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1992. 268 EBU HAYYÂN, Ebu Hayyân, Esîruddîn Ebu Abdillâh Muhammed b. Yûsuf (v.754/1353), el-Bahru’l-muhît, I-VIII, Beyrut 1411/1990. EBU SÜLEYMÂN, Abdulvahhâb İbrâhîm, el-Fikru'l-usûlî dirâsetün tahlîliyye nakdiyye, Cidde 1404/1984. EDWARDS, Paul, The Encyclopedia of Philosophy, New York 1972. EFE, Adem, "Sosyolojik Bir Bakış Açısıyla Seyyid Bey ve 'İctihad ve Taklid' Adlı Makalesi Üzerine Bir Değerlendirme", İHAD, sy. 6 (2006), s.141-160. ELBÂNÎ, Muhammed Saîd b. Abdurrahmân (v.1931), Umdetü't-tahkîk fi't-taklîd ve'ttelfîk, Dımaşk 1418/1997. ELBÂNÎ, Muhammed Nâsıruddîn (v.1999), es-Silsiletü'd-da‘îfe, I-XI, Riyad ts. (Mektebetü'l-me‘ârif). ELİADE, Mircae, The Encyclopedia of Religion, New York 1987. EMİROĞLU, İbrahim, Klasik Mantığa Giriş, Ankara 2005. __________, "Mantık", DİA, XXVIII/18-28. ERDEM, Hüsameddin, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Konya 1998. ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2005. ERMEVÎ, Sirâcuddîn Mahmûd b. Ebu Bekr (v.682/1283), et-Tahsîl mine'l-mahsûl, I-II, Beyrut 1408/1988. EŞ‘ARÎ, Ebu'l-Hasen Alî b. İsmâîl (v.324/935), Makâlâtu'l-İslâmiyyîn vehtilâfu'lmusallîn, Beyrut ts. (Dâru ihyâi't-türâsi'l-‘Ârabî). FAZLURRAHMAN (v.1988), İslam, İstanbul 1996. FELLÛSÎ, Mes‘ûd b. Mûsâ, Medresetü'l-Mütekellimîn ve Menhecuhâ fî Dirâseti Usûli'lFıkh, Riyâd 1425/2004. FERRÂ, Ebu Ya'lâ Muhammed b. Hüseyn (v.458/1065), el-‘Udde fî usûli'l-fıkh, I-II, Beyrut 1423/2002. FEYYÛMÎ, Ahmed b. Muhammed b. Alî (v.770/1368), el-Mısbâhu’l-münîr fi ğarîbi eşŞerhi'l-kebîr, Beyrut 1990. GAZZÂLÎ, Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed (v.505/1111), el-Menhûl min ta‘lîkâti’l-usûl, Dımaşk 1998/1419. __________, el-Mustasfâ min usûli’l-fıkh, I-II, Mısır 1324/1915. __________, İhyâu ‘ulûmi'd-dîn, I-IV, Beyrut ts. (Dâru'l-ma‘rife). __________, Şifâu'l-ğalîl fî beyâni'ş-şebehi ve'l-muhayyeli ve mesâliki't-ta‘lîl, Bağdat 1390/1971. GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul 1999. 269 GÖLCÜK, Şerafeddin ve Toprak, Süleyman, Kelam, Konya 1998. __________, Kelam Tarihi, İstanbul 1998. GÜÇLÜ, A.Baki v.dğr., Felsefe Sözlüğü, Ankara 2002. GÜNGÖR, Mevlüt, "Cessas", DİA, VII/427-428. __________, Cassâs ve Ahkâmu'l-Kur'ân'ı, Ankara 1989. GÜRİZ, Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara 1992. HÂDÎ, İbrâhîm b. Muhammed, el-Fusûlü'l-lü'lüeyye fi Usûli Fıkhi'l-‘Itrati'n-Nebeviyye, Bingâzî 1425/2004. HÂKİM, Ebu Abdullâh Muhammed b. Abdullâh en-Nîsâbûrî (v.405/1014), el-Müstedrek, I-IV, Beyrut 1411/1990. HALLÂF, Abdulvahhâb (v.1956), ‘İlmu usûli'l-fıkh, İstanbul 1984. HALLÂQ, Wael, "Was The Gate Of İjtihad Closed?", İnternational Journal Of Middle East Studies, XVI/3-41. HAMMÛŞ, Me'mûn, Aslu'd-dîn ve'l-îmân, I-II, Dımaşk 1423/2002. HASSÂN b. Muhammed el-Hüseyn, Haberu'l-vâhid izâ hâlefe ‘amele ehli'l-Medîne, Cidde 1421/2000. HATTÂBÎ, Ebu Süleymân Hamed b. Muhammed (v.388/998), Me‘âlimü’s-sünen, I-II, Beyrut 1411/1991. HEYTÛ, Muhammed el-Hasen, el-İctihâd ve tabakâtu müctehidi'ş-Şâfi‘iyye, Beyrut 1409/1988. HUDARÎ, Muhammed (v.1927), Usûlü'l-fıkh, Beyrut 1409/1988. HURAŞÎ, Ebu Abdillâh Muhammed b. Abdillâh (v.1102/1689), el-Huraşî ‘alâ muhtasarı Sîdî Halîl, Beyrut ts. (Dâru’s-Sadr). HASENÎ, Muhammed ‘Isâm, Behcetü'l-vusûl bi şerhi'l-lüma‘i fî ‘ilmi'l-usûl, Dımaşk 1413/1992. ‘ICLÎ, Ebu Abdillah Muhammed b. Mahmûd b. Abbâd el-Isfehânî (v.653/1255), el-Kâşif ‘ani’l-mahsûl fî ‘ilmi’l-usûl, I-IV, Beyrut 1419/1998. ISBAHÂNÎ, Ebu Nu‘aym Ahmed b. Abdullah (v.430/1038), Hılyetü'l-evliyâ ve tabakâtü'l-asfiyâ, I-X, Beyrut 1405/1984. ISFAHÂNÎ, Râğıb Hüseyn b. Muhammed (v.565/1169), el-Müfredât fî ğarîbi'l-Kur'ân, İstanbul 1986. İBN ABDİLBER, Ebu Ömer Yûsuf (v.463/1070), Câmi‘u beyâni'l-‘ilm ve fadlih, I-II, Riyad 1414/1994. 270 İBN ABDİŞŞEKÛR, Muhibbullâh, (v.1119/1707), Müsellemu's-sübût (el-Mustasfâ ile beraber), I-II, Mısır 1324/1906. İBN ÂBİDÎN, Muhammed Emîn b. Ömer b. Abdulazîz (v.1252/1836), Reddü'l-muhtâr ‘ale'd-Dürri'l-muhtâr, I-V, Beyrut 1272/1856. __________, Resmu'l-müftî (Mecmû‘atü'r-resâil içinde), I-II, Beyrut ts. İBN AKÎL, Ebu’l-Vefâ Alî (v.513/1119.), el-Vâdıh fî usûli’l-fıkh, I-V, Beyrut 1999/1420. İBN BEDRÂN, Abdulkâdir b. Ahmed b. Mustafâ (v.1927), el-Medhal ilâ Mezhebi'lİmâm Ahmed b. Hanbel, Beyrut 1996/1417. İBN CÜZEY, Ebu'l-Kâsım Muhammed b. Ahmed el-Ğırnâtî (v.741/1340), el-Kavânînu'lfıkhiyye, Beyrut ts. __________, Takrîbu'l-vusûl ilâ ‘ilmi'l-usûl, Beyrut 1424/2003. İBN EBÎ ŞEYBE, Ebu Bekr Abdullah b. Muhammed el-Kûfî (v.235/849), el-Musannef, IVII, Riyad 1409/1988. İBN EMÎRİ'L-HÂC, Muhammed b. Muhammed el-Halebî (v.879/1474), et-Takrîr ve'ttahbîr, I-III, Beyrut 1999/1419. İBN HACER, Ebu’l-Fadl Ahmed b. Alî el-Askalânî (v.852/1448), Fethu’l-Bârî bi şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Beyrut 1379/1959, I-XIII. __________, Lisânu'l-mîzân, I-VII, Beyrut 1406/1986. __________, Tehzîbu't-tehzîb, I-XIV, Beyrut 1404/1984. __________, Telhîsu'l-habîr fî ehâdisi'r-Râfi‘i'l-kebîr, I-II, Medine 1384/1964. İBN HÂCİB, Cemâlüddîn Ebu Amr Osman b. Amr (v.646/1248), Müntehe'l-vusûl ve'lemel fî ‘ilmeyi'l-usûl ve'l-cedel, Beyrut 1405/1985. İBN HAZM, Ebu Muhammed Alî b. Ahmed b. Sa‘îd (v.456/1063), el-İhkâm fî usûli'lahkâm, I-II, Beyrut 1424/2004. __________, Merâtibu'l-icmâ‘ fi'l-‘ibâdât ve'l-mu‘âmelât ve'l-i‘tikâdât, Beyrut ts. __________, el-Muhallâ bi'l-âsâr, I-IX, Beyrut 1352/1933. İBN HİBBÂN, Ebu Hâtim Muhammed el-Büstî (v.354/965), Sahîhu İbn Hibbân bi tertîbi İbn Belabân, I-XVIII, Beyrut 1414/1993. İBN KAYYIM, Ebu Abdillâh Muhammed b. Ebîbekr el-Cevziyye (v.751/1350), İ‘lâmu'lmuvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘âlemîn, Beyrut ts. (Dâru'l-ceyl). __________, Zâdu'l-me‘âd fî hedyi hayri'l-‘ibâd, I-V, Beyrut 1407/1986. İBN KESÎR, ‘İmâduddîn Ebu’l-Fadl İsmâîl (v.774/1372), el-Bidâye ve'n-nihâye, I-XIV, Beyrut ts. 271 __________, Muhtasaru tefsîri İbn Kesîr (İhtisar ve Tahkik: M. Alî es-Sâbûnî), I-III, Beyrut ts. (Dâru'l-kalem). İBN KUDÂME, Muvaffakuddîn Abdullah b. Ahmed el-Makdisî (v.620/1223), el-Muğnî fî fıkhi'l-İmam Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî, I-X, Beyrut 1405/1984. __________, Ravdatü’n-nâzır ve cünnetü’l-münâzır, Riyâd 1424/2003. İBN KUTEYBE, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim (v.276/889), Te'vîlu muhtelefi'lhadîs, Beyrut 1408/1988. __________, Ğarîbu'l-hadîs, I-III, Bağdat 1397/1976. İBN MÂCE, Ebu Abdullâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (v.273/886), es-Sünen, I-II, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). İBN MANZÛR, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn Muhammed b. Mükrim (v.711/1311), Lisânu’l‘Arab, I-XV, Beyrut 1410/1990. İBN MELEK, Mevlâ Abdullatîf (v.821/1418), Şerhu’l-Menâr, Mısır 1292/1875. İBN RÜŞD (el-Cedd), Ebu'l-Velîd el-Kurtubî (v.520/1126), el-Mukaddemât elMümehhedât, I-III, Beyrut 1408/1988. İBN RÜŞD (el-Hafîd), Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed (v.595/1198), Bidâyetü'lmüctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, Mısır 1386/1966. __________, ed-Darûrî fi usûli'l-fıkh (Muhtasaru'l-Mustasfâ), Beyrut 1415/1994. İBN S‘ATÎ, Ahmed b. Alî b. Tağlîb (v.694/1294) Nihâyetü'l-vusûl ilâ ilmi'l-usûl, Beyrut 1425/2004. İBN TEYMİYYE, Ebu’l-Abbâs Takıyyuddîn Ahmed (v.728/1327), Der'u te‘âruzı'l-‘akli ve'n-nakl, I-X, Riyad 1391/1971. __________, İktizâu's-sırâtı'l-müstekîm muhâlefetü ashâbi'l-cehîm, Kahire 1369. __________, Kâ‘idetün fî tevhîdi'l-mille (Mecmû‘atü'r-resâil içinde), Kahire 1412/1992. __________, Mecmû‘u'l-fetâvâ (Haz. Muhammed b. Abdurrahmân), I-XXXVII, by. ts. __________, Minhâcu's-sünneti'n-nebeviyye, I-IX, Kahire 1409/1989. __________, Raf‘u'l-melâm ‘an eimmeti'l-a‘lâm, Beyrut 1392/1972. İBNÜ'L-ARABÎ, Ebubekr Muhammed b. Abdullah (v.543/1148), Ahkâmu'l-Kur'ân, I-IV, 1426/2005. __________, el-Mahsûl fî usûli'l-fıkh, Ammân 1420/1999. İBNÜ'L-CEVZÎ, Abdurrahmân b. Alî Ebu'l-Ferec (v.597/1200), el-‘İlelu'l-mütenâhiye fi'l-ehâdîsi'l-vâhiye, I-II, Beyrut 1403/1982. __________, et-Tahkîk fî ehâdîsi'l-hilâf, I-II, Beyrut 1415/1994. 272 İBNÜ’L-HÜMÂM, Muhammed b. Abdilvâhid b. Abdilhamîd es-Sivâsî (v.861/1456), Fethu'l-Kadîr, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru's-sadr). __________, et-Tahrîr fî usûli’l-fıkh (et-Takrîr ve’t-Tahbîr içinde), I-III, Beyrut 1419/1999. İBNÜ'L-LAHHÂM, Ebu'l-Hasen Alâeddin Alî b. Muhammed el-Bâlî, (v.803/1400), elMuhtasar fî Usûli'l-Fıkh ‘alâ Mezhebi'l-İmâm Ahmed b. Hanbel, Beyrut 1421/2000. İBNÜ'N-NECCÂR, Muhammed b. Ahmed (v.972/1064), Şerhu Kevkebi'l-münîr elmüsemmâ bi'l-Muhteber el-Mübteker, I-IV, Riyad 1413/1993. İBNÜ'S-SALÂH, Ebu Amr Osman b. Abdurrahman eş-Şeyrazûrî (v.643/1245), Edebu'lmüftî ve'l-müsteftî, Riyad 1407/1986. İLHAN, Avni, "Aslah", DİA, III/495-496. __________, "Ebu Hâşim el-Cübbâî", DİA, X/146-147. İSNEVÎ, Cemâluddîn Abdurrahîm b. el-Hasen (v.772/1270), Nihâyetu's-sûl fî şerhi Minhâci'l-usûl, I-II, Beyrut 1999/1420. İZZ B. ABDİSSELÂM, İzzuddîn Abdulazîz (v.660/1261), Kavâ‘idü’l-ahkâm fî ıslâhi’lenâm, Dımaşk 1421/2000. İZMİRLİ, İsmail Hakkı (v.1946), Yeni İlm-i Kelâm, İstanbul 1341/1920. __________, İlm-i Hilâf, İstanbul 1341/1921. KÂDÎ ABDULCABBÂR, Ebu’l-Hasen el-Esedâbâdî (v.415/1024), el-Muğnî fî Ebvâbi’ttevhîd, I-XVI, Mısır 1381/1961. __________, Şerhu el-Usûli'-Hamse, Kahire 1416/1996. KAMALİ, MOHAMMAD HASHİM, Principles of Islamic Jurisprudence, Cambridge 1991. KARA, Seyfullah, Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İstanbul 2007. KARADÂVÎ, Yûsuf, el-İctihâd fi'ş-şerî‘ati'l-islâmiyye, Kuveyt 1985/1406. KARÂFÎ, Şihâbuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed b. İdris (v.684/1290), Nefâisu’l-usûl fî şerhi’lmahsûl, I-IX, Riyâd 1418/1997. __________,Tenkîhu'l-fusûl fî ihtisâri'l-Mahsûl fi'l-usûl, Beyrut 1418/1997. __________, el-İhkâm fî temyîzi'l-fetâvâ ‘ani'l-ahkâm, Kahire 1410/1989. KARAMAN, Hayreddin, İslam Hukukunda İctihad, Ankara 1971. KÂSÂNÎ, Alâaddîn Ebu Bekr b. Mes‘ûd (v.587/1191), Bedâi‘u's-sanâi‘ fî tertîbi'ş-şerâi‘, I-VII, Beyrut 1406/1986. KÂSIMÎ, Muhammed Cemâluddîn (v.1914), Mehâsinu't-te'vîl, I-X, Beyrut 1426/2005. 273 KASTALÂNÎ, Ebu’l-Abbâs Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed (v.923/1517), İrşâdü’ssârî şerhu Sahîhi’l-Buhârî, I-X, Beyrut ts. KÂTİB ÇELEBİ, Mustafâ b. Abdullâh (v.1067/1657), Keşfu’z-zunûn ‘an esâmi’l-kütübi ve’l fünûn (v.), I-II, İstanbul 1362/1943. KELVEZÂNÎ, Ebu’l-Hattâb, Mahfûz b. Ahmed b. Hasen (v.510/1116), et-Temhîd fî usûli’l-fıkh, I-IV, Beyrut 1421/2000. KILIÇ, Muharrem, "Mürâât-ı hilâf", DİA, XXXII/37-38. KLAVUZ, Ahmet saim, "Bişr b. Gıyâs", DİA, VI/220-221. KOÇKUZU, Ali Osman, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahidin İtikad ve Teşri Yönlerinden Değeri, Ankara 1988. KOŞUM, Adnan, "İctihadda Hata ve İsabet Tartışmaları Işığında Öznellik ve Nesnellik Sorunu", Usûl: İslam Araştırmaları, sy. 5 (2006, Ocak-Haziran), s.5-32. KÖK, Mustafa, Yeni Çağ Felsefesi Tarihi (Ders Notları), Erzurum 1986. KÖSE, Saffet, "Din Özgürlüğü ve Barış Yolundaki İki Farklı Tecrübe", İHAD, sy. 5 (2005), s.13-48. KURAŞÎ, Muhyiddîn Ebu Muhammed Abdulkadir b. Ebu'l-Vefâ (v.775/1373), elCevâhiru'l-mudiyye fî Tabakâti’l-Hanefiyye, Karaçi 1413/1993. KURTUBÎ, Ebu Abdullâh Muhammed b. Ahmed (v.671/1272) el-Câmi‘ li ahkâmi'lKur'ân, I-XXIII, Beyrut 1407/1987. KURU, Baki, Ramazan Arslan ve Ejder Yılmaz, Medenî Usul Hukuk, Ankara 2008. LÂMİŞÎ, Ebu's-Senâ Mahmûd b. Zeyd (v. VI/XII. yüzyılın ilk yarısı), Kitâbun fî usûli'lfıkh, Beyrut 1416/1995. LEKNEVÎ, Ebu'l-hasenât Abdulhayy b. Abdulhalîm (v.1304/1886), en-Nâfi‘u'l-kebîr limen yütâli‘u el-Câmi‘a's-sağîr, by. 1349/1930. LYNCH, Michael P., The Nature of Truth, Londra 2001. MALATÎ, Ebu'l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed (v.377/987), et-Tenbîh ve'r-redd ‘alâ ehli'l-ehvâi ve'l-bida‘, Kahire 1413/1993. MÂLİK B. ENES (v.179/795), el-Muvatta (Yahyâ el-Leysî Rivayeti), I-II, Mısır ts. (Dâru ihyâi't-türâsi'l-‘Arabî). MÂTURÎDÎ, Ebu Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd es-Semerkandî (v.333/944), Kitâbu’t-tevhîd, Ankara 2005. MECELLE-İ AHKÂM-I ADLİYE, Haz. Ali Himmet Berki, İstanbul ts. (Hikmet Yayınları). 274 MERĞÎNÂNÎ, Burhânuddîn Ebu'l-Hasen Alî b. Ebubekr (v.593/1196), el-Hidâye şerhu Bidâyeti'l-mübtedî, I-II, Beyrut ts. (Dâru'l-Erkam). MEVSILÎ, Ebu’l-Fadl Mecdüddîn Abdullâh b. Mahmûd (v.683/1284), el-İhtiyâr li ta’lîli’lMuhtâr, İstanbul 1996. MEYDÂNÎ, Abdulğanî el-Ğanîmî (v.1298/1881), el-Lübâb fî şerhi'l-Kitâb, Beyrut 1414/1995. MİZZÎ, Yûsuf b. ez-Zekî Abdurrahmân Ebu'l-Haccâc (v.742/1341), Tehzîbu'l-kemâl, IXXXV, Beyrut 1400/1980. MOLLA HÜSREV, Muhammed b. Ferâmûz (v.885/1480), Mir'âtu'l-usûl fî şerhi Mirkâti'l-vusûl, I-II, Kahire 1262/1845. MUHAMMED b. ABDİLAZÎM, el-Kavlü's-sedîd (İctihad, Taklid ve Telfik Üzerine Dört Risale içinde), Haz. Hayreddin Karaman, İstanbul 1982. MUHAMMED İBRÂHÎM, Hanefi ve Şafiilerde Mezheb Kavramı, çev. Faruk Beşer, İstanbul 1989. MURTAZÂ, Ahmed b. Yahyâ (v.840/1437), Minhâcu'l-vusûl ilâ mi‘yâri'l-‘ukûl, San‘â 1412/1992. __________, Tabakâtu'l-Mu‘tezile, Beyrut ts. MUTARRİZÎ, Ebu'l-Feth Nâsıruddîn b. Abdusseyyid b. Alî (v.610/1213), el-Muğrib fî tertîbi'l-mu‘rib, I-II, Haleb 1359/1979. MUVATTA; bkz. Mâlik b. Enes. MÜBÂREKFÛRÎ, Muhammed Abdurrahmân b. Abdurrahîm (v.1353/1934), Tuhfetu'lahvezî bi şerhi Câmi't-Tirmizî, I-X, Beyrut ts. (Dâru'l-kütübi'l-‘ilmiyye). MÜNÂVÎ, Abdurraûf (v.1031/1621), Feyzu'l-Kadîr şerhu el-Câmi‘i's-sağîr, I-VI, Mısır 1356/1937. __________, et-Te‘ârîf (et-Tevkîf ‘alâ ümmehâti't-te‘ârîf), Beyrut 1410/1990. __________, Ferâidü'l-fevâid, Beyrut 1415/1995. MÜSLİM, İbn Haccâc Ebu’l-Hüseyn el-Kuşeyrî (v.261/874), el-Câmi’u’s-sahîh, I-V, Beyrut ts. (Dâru ihyâi't-türâsi'l-‘Ârabî). Mv.F. (el-Mevsû’atü’l-fıkhıyye), Kuveyt 1414/1993. NEMR, Abdulmünim, el-İctihâd, Mısır 1408/1987. NESÂÎ, Ebu Abdurrahmân Ahmed b. Şu‘ayb (v.303/915), el-Müctebâ mine's-sünen, IVIII, Haleb 1406/1986. NESEFÎ, Abdullâh b. Ahmed b. Mahmûd (v.710/1310), Medârikü’t-tenzîl ve hakâiku’tte'vîl, Beyrut 1415/1995. 275 NESEFÎ, Ebu'l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed (v.508/1114), Tebsıratü'l-edille fî usûli'ddîn, I-II, Limasol 1993. NEVEVÎ, Ebu Zekeriyyâ Muhammed b. Şeref (v.676/1277), el-Mecmû‘ şerhu'lMühezzeb, I-XX, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). __________, Ravdatü't-tâlibîn ve ‘umdetü'l-müftîn, I-XII, Dımaşk 1412/1991. __________, Şerhu Sahîhi Müslim, I-IX, Beyrut 1401/1981. NİZÂMUDDÎN el-ENSÂRÎ, Abdulalî Muhammed (v.1180/1766), Fevâtihu'r-rahamût bi şerhi Müsellemü's-sübût (el-Mustasfâ ile beraber), I-II, Mısır 1324/1906. OLGUNER, Fahreddin, "Batıl", DİA, V/147-148. ÖKTEM, Niyazi ve Türkbağ, Ahmet Ulvi, Felsefe Sosyoloji Hukuk ve Devlet, İstanbul 1999. ÖZCAN, Hanifi, Mâturîdî’de Bilgi Problemi, İstanbul 1998. ÖZEN, Şükrü, "Hilaf", DİA, XVII/527-538. __________, "İhtilaf", DİA, XXI/565-568. ÖZLER, Mevlüt, İslam Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, İstanbul 1996. ÖZSOY, Ömer ve Güler, İlhami, Konularına Göre Kur'an (Sistematik Kur'an Fihristi), Ankara 1997. PEKCAN, Ali, "Mevrid-i Nass'ta İctihada Mesağ Yok (mu) dur?", İHAD, sy. 2 (2003), s.69-84. PEZDEVÎ, Ebu'l-Hasen Fahruddîn Alî b. Muhammed (v.482/1086), el-Usûl/Kenzü'l-vusûl (Keşfu'l-esrâr ile birlikte), I-IV, Beyrut 1414/1994. POLAT, Selahattin, "İbn Uleyye", DİA, XX/428-429. RÂCİHÎ, Abduh, et-Tatbîku's-sarfî, Beyrut 1426/2004. RAYSÛNÎ, Ahmed, Nazariyyetü'l-makasıd inde'l-İmami'ş-Şatıbî, Riyâd 1412/1991. __________, Nazariyyetü't-takrîb ve't-tağlîb ve tatbîkâtühâ fi'l-‘ulûmi'l-İslamiyye, Miknâs ts. (Matba‘atü Mus‘ab). RÂZÎ, Fahruddîn Muhammed b. Ömer (v.606/1209), el-Mahsûl fî ilmi usûli’l-fıkh, , I-II., Beyrut 1408/1988. __________, el-Me‘âlim fî ilmi usûli'l-fıkh, Kahire 1425/2004. RÂZÎ, Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdilkadîr (v.666/1268), Muhtâru’s-sıhâh, Beyrut 1996. REŞÎD RIZÂ, Muhammed (v.1935), İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri (Mezâhibin Telfiki ve İslam'ın Bir Noktaya Cem'i), çev. Ahmed Hamdi Akseki, Ankara 1974. 276 SÂBÛNÎ, Nûruddîn Ahmed b. Mahmûd (v.580/1184), el-Bidâye fî usûli'd-dîn (nşr. Bekir Topaloğlu), Ankara 1416/1995. SAFİYYUDDÎN el-HİNDÎ, Muhammed b. Abdurrahîm (v.690/1291), Nihâyetü'l-vusûl fî dirâyeti'l-usûl, I-VIII, Mekke 1416/1996. SEMARKANDÎ, Alâuddîn Muhammed b. Abdulhamîd (v.552/1157), el-Mîzân fî usûli'lfıkh, Beyrut 1425/2004. SEM‘ÂNÎ, Ebu'l-Muzaffer Mansûr b. Muhammed (v.489/1095), Kavâtı‘u'l-edille, I-II, Beyrut 1418/1997. SENHÛRÎ, Abdurrezzâk Ahmed (v.1971), Mezheplerin Hükümleri Arasında Telfik (İctihad, Taklid ve Telfik Üzerine Dört Risale içinde), Haz. Hayreddin Karaman, İstanbul 1982. SERAHSÎ, Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed b. Ebu Sehl (v.483/1090), el-Usûl, I-II, Beyrut 1426/2005. SEYYİD BEY, Muhammed (v.1925), "İctihad ve Taklid", (Adem Efe'nin "Sosyolojik Bir Bakış Açısıyla Seyyid Bey ve 'İctihad ve Taklid' Adlı Makalesi Üzerine Bir Değerlendirme" adlı makalesi içinde), İHAD, sy. 6 (2006), s.148-158. __________, Usûl-i fıkıh Cüz-i Evvel: Medhal, İstanbul 1333. SEYYİD el-MURTAZÂ, Ebu'l-Kâsım Alî b. Hüseyn el-Mûsevî (v.406/1015), ez-Zerî‘a ilâ usûli'ş-şerî‘a, I-II, Tahran 1417/1996. STRENG, J. Frederick, "Truth", The Encyclopedia of Religion, New York 1987. SUYÛTÎ, Celâluddîn Abdurrahmân b. Ebu Bekr (v.911/1505), Lübâbu'n-nukûl fî esbâbi'n-nüzûl, Beyrut 1418/1998. __________, eş-Şerh lisüneni'n-Nesâî, I-VIII, Haleb 1406/1986. __________, Takrîru'l-istinâd fî tefsîri'l-ictihâd, İskenderiye 1403/1983. SÜBKÎ, Tâcuddîn Abdulvahhâb b. Alî b. Abdulkâfî (v.771/1370), Raf‘u'l-hâcib an muhtasari İbn Hâcib, I-IV, Beyrut 1419/1999. SÜBKÎ, Takıyyuddîn Alî b. Abdilkâfî (v.756/1355) ve Sübkî, Tâcuddîn Abdulvahhâb b. Alî b. Abdilkâfî (v.771/1359), el-İbhâc fî şerhi’l-Minhâc, I-III, Beyrut 1404/1984. ŞA‘BÂN, Zekiyyuddîn, Usûlü'l-Fıkhi'l-İslâmî, by ts. ŞÂFİ‘Î, Ebu Abdullah Muhammed b. İdrîs (v.204/819), el-Müsned, Beyrut ts. (Dâru'lkütübi'l-‘ilmiyye). __________, er-Risâle (thk. Ahmed Muhammed Şâkir), Beyrut ts. (el-Mektebetü'l‘ilmiyye). __________, el-Ümm, I-V, Beyrut 1410/1990. 277 ŞÂTIBÎ, Ebu İshâk İbrâhîm el-Ğırnâtî (v.790/1388), el-Muvâfakât fî usûli’l-ahkâm, I-II, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). ŞANKÎTÎ, Bab b. Şeyh Seydi, İrşâdü'l-mukallidîn ‘ınde ihtilâfi'l-müctehidîn, Beyrut 1418/1997. ŞA‘RÂNÎ, Abdulvahhâb b. Ahmed b. Alî (v.973/1565), el-Mîzânu'l-kübrâ, by. 1318/1900. ŞEŞEN, Ramazan, "Cahız", DİA, VII/20-24. ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Alî b. Muhammed (v.1250/1834), İrşâdu'l-fuhûl ilâ tahkîki ‘ilmi'l-usûl, Beyrut 1414/1993. __________, el-Kavlü'l-müfîd fi edilleti'l-ictihâd ve't-taklîd, Kuveyt 1396/1976. __________, Neylü’l-evtâr şerhu Münteka’l- ahbâr min ehâdîsi Seyyidi’l-ahyâr, I-IV, Kahire 1421/2000. __________, es-Seylü'l-cerrâr el-mütedeffik ‘alâ hadâiki'l-ezhâr, I-IV, Beyrut 1405/1983. ŞEYBÂNÎ, Ebu Abdullah Muhammed b. el-Hasen (v.189/804), el-Hücce ‘alâ ehli'lMedîne, I-IV, Beyrut ts. (‘Âlemü'l-kütüb). ŞÎRÂZÎ, Ebu İshâk İbrâhîm b. Alî (v.476/1083), el-Lüma‘ fî‘ ‘İlmi'l-Usûl, Dımaşk 1992/1413. __________, Şerhu’l-Lümâ’, I-II, Beyrut 1408/1988. __________, et-Tebsıra fî usûli'l-fıkh, Dımaşk 1403/1983. ŞİRBÎNÎ, Muhammed b. Ahmed el-Hatîb (v.977/1570), Muğni’l-muhtâc ilâ ma’rifeti me’âni’l-Minhâc, I-IV, Beyrut ts. (Dâru'l-fikr). TABERÂNÎ, Ebu'l-Kâsım Süleymân b. Ahmed (v.369/971), el-Mu‘cemu'l-evsat, I-X, Kahire 1415/1994. __________, el-Mu‘cemu'l-kebîr, I-XX, Musul 1404/1983. TAHÂVÎ, Ebu Ca‘fer Ahmed b. Muhammed (v.321/933), Metnu'l-‘akîdeti't-Tahâviyye, by. ts. (el-Mektebü'l-İslâmî). __________, Müşkilu'l-âsâr, I-IV, Beyrut 1333/1914. TAVÂNÂ, Seyyid Muhammed Mûsâ, el-İctihâd ve medâ hâcetinâ ileyhi fî hâze'l-‘asr, Mısır ts. TEFTÂZÂNÎ, Sa’duddîn Mesûd b. Ömer (v.792/1389), et-Telvîh ale’t-Tavdîh li metni’ttenkîh, Mısır ts. (Dâru'l-‘ahdi'l-cedîd). __________, Şerhu’l-‘Akâid, İstanbul 1991. 278 TEHÂNEVÎ, Muhammed Alî b. Alî (v.1158/1745) Keşşâfu Istılâhâti'l-funûn, I-II, İstanbul 1404/1984. TİLİMSÂNÎ, Ebu Abdullâh Muhammed b. Ahmed (v.771/1369), Müftâhu'l-vusûl ilâ binai'l-furû‘ ale'l-usûl, Beyrut 1417/1996. TİRMİZÎ, Ebu ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ (v.279/892), el-Câmi’u’s-sâhîh, I-V, Beyrut ts. TOPALOĞLU, Bekir, "Zındık", İA, XIII/558-561. TÛFÎ, Necmuddîn Eburrabî Süleyman b. Abdilkavî (v.716/1316), el-Bülbül fî Usûli'l-fıkh alâ Mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, Beyrut 1424/2003. __________, Şerhu Muhtasari’r-Ravda, I-III, Beyrut 1410/1990. TÛSÎ, Ebu Ca‘fer Muhammed b. el-Hasen (v.460/1067), el-‘Udde fî usûli'l-fıkh, I-II, Kum 1417/1996. TÜRCAN, Talib, "İslam Hukukunda Uhrevi Sorumluluk Bakımından Yargı Kararlarının Geçerliliği Sorunu", İHAD, sy. 5 (2005), s.163-180. TÜRKÎ, Abdullâh b. Abdulmuhsin, Esbâbu İhtilâfi’l-fukahâ, Riyâd 1977/1397. ‘UKAYLÎ, Ebu Ca‘fer Muhammed b. Ömer (v.322/933), ed-Du‘afâu'l-kebîr, I-IV, Beyrut 1404/1984. ÜSMENDÎ, Muhammed b. Abdilhamîd (v.552/1157), Bezlü’n-nazar fi’l-usûl, Kâhira 1412/1992. VEZÎR, Ahmed b. Muhammed b. Alî, el-Musaffâ fî ilmi'l-usûl, Beyrut 1417/1996. WALZER, Michael, Hoşgörü Üzerine, çev. Abdullah Yılmaz, İstanbul 1998. YAMAN, Ahmet, "İslam Hukuk Mirasını Algılama ve Uygulama Yöntemi Üzerine", Divan, XIII/307-313. YAVUZ, Yusuf Şevki, "Cubbâî", DİA, VIII/99-102. YURDAGÜR, Metin, "Ebu'l-Hüzeyl el-Allâf", DİA, X/330-332. __________, "Ehl-i Kıble", DİA, X/515. ZÂYDÎ, Abdurrahîm, el-İctihâd bi tahkîki'l-menât, Kahire 1426/2005. ZEBÎDÎ, Muhibbuddîn Ebu Feyz Muhammed Murtazâ (v.1205/1790), Tâcu’l-Arûs, Beyrut 1414/1994. ZEHEBÎ, Şemsüddîn Ebu Abdullâh Muhammed (v.748/1347), el-Kâşif fî ma‘rifeti men lehû rivâyetün fi'l-Kütübi's-Sitte, I-II, 1413/1992. __________, Mîzânu'l-i‘tidâl fî nakdi'r-ricâl, I-VI, Riyad ts. __________, Siyeru a‘lâmi'n-nübelâ, I-XXV, Beyrut 1410/1990. ZEMAHŞERÎ, Cârullâh Muhammed b. Ömer (v.528/1133), Esâsu'l-belâğa, Beyrut 1409/1989. 279 ZENCÂNÎ, Ebu'l-menâkıb Şihâbuddîn Mahmûd b. Ahmed (v.656/1258), Tahrîcu'l-furû‘ ale'l-usûl, Beyrut 1399/1979. ZERKÂ, Ahmed b. eş-Şeyh Muhammed (v.1938), Şerhu'l-kavâ‘idi'l-fıkhiyye, Dımaşk 1414/1993. ZERKÂ, Mustafâ Ahmed (v.1999), el-Medhalu'l-fıkhiyyu'l-âmm, I-II, Dımaşk 1388/1968. ZERKEŞÎ, Bedruddîn Muhammed b. Bahâdır (v.794/1391), el-Bahru'l-muhît fî usûli'lfıkh, I-IV, Beyrut 1421/2000. ZEYDÂN, Abdulkerîm, el-Mufassal fî ahkâmi'l-mer'e ve'l-beyti'l-müslim, I-XI, Beyrut 1413/1993. __________, el-Vecîz fî usûli'l-fıkh, Tahran 1415/1995. ZEYLA‘Î, Ebu Muhammed Abdullâh b. Yûsuf (v.762/1360), Nasbu'r-râye li ehâdîsi'lHidâye, I-IV, Mısır 1357/1938. ZİRİKLİ, Hayruddîn (v.1976), el-A’lâm Kâmûsu terâcim, I-XIII, Beyrut 1389/1969. ZUHAYLÎ, Vehbe, "ed-Davâbıtu'ş-şer‘iyye li'l-ahz bieyseri'l-mezâhib" (el-Fıkhu'l-İslâmî IX. cilt içinde), Dımaşk 1417/1996. __________, el-Fıkhu'l-İslâmî ve edilletühû, I-IX, Dımaşk 1989/1409. 280