Genel Meseleler ve Kavramlar

advertisement
Ülkü Ocakları
Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
EĞİTİM PROGRAMI
GENEL MESELELER VE KAVRAMLAR
İmtiyaz Sahibi
Harun ÖZTÜRK
Genel Yayın Yönetmeni
Osman Ertürk ÖZEL
Yazı İşleri Müdürü
Onur ŞAHİN
Dizgi-Mizanpaj-Kapak
Ahmet ALKAN
İdare Yeri
Oğuzlar Mah. 1387. Sok. No : 26
Balgat / Ankara
Telefon
0312 285 44 44
www.u
l k u o c a k l a r i.org.tr
İçindekiler
Bölücü Terör (PKK)...............................................................................................................4
Türk Modernleşme Modeli....................................................................................................54
Azınlıklar...............................................................................................................................72
Sevr ve Lozan Antlaşması......................................................................................................76
Ermeni Meselesi....................................................................................................................102
Karabağ Sorunu ve Hocalı Soykırımı....................................................................................160
Doğu Türkistan......................................................................................................................166
Türkmenler............................................................................................................................191
Kıbrıs Sorunu........................................................................................................................ 210
Bağımsız Türk Devletleri ve Sorunları..................................................................................222
Kırım, Balkan ve Ahıska Türkleri..........................................................................................226
Milliyetçilik...........................................................................................................................244
Liberalizm..............................................................................................................................264
Komünizm - Sosyalizm.........................................................................................................268
Anarşizm................................................................................................................................272
Faşizm....................................................................................................................................274
Irkçılık....................................................................................................................................277
Nasyonal Sosyalizm...............................................................................................................280
Muhafazakârlık......................................................................................................................284
Köktendincilik (fundamentalizm)..........................................................................................287
Oryantalizm...........................................................................................................................290
Siyonizm................................................................................................................................295
Sömürgecilik ve Emperyalizm...............................................................................................299
Sosyal Demokrasi..................................................................................................................344
İdealizm.................................................................................................................................347
Hümanizm..............................................................................................................................348
Modernite...............................................................................................................................350
Postmodernizm......................................................................................................................352
Pozitivizm..............................................................................................................................356
Realizm..................................................................................................................................358
Üç Tarz-ı Siyaset....................................................................................................................361
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BÖLÜCÜ TERÖR (PKK)
Batuhan ÇOLAK
Türkiye 1984’ten bugüne kadar bölücü teröre binlerce şehit vermiş, binlerce askerimiz gazi
olmuştur ve bu kayıplar devam etmektedir. Can kaybının yanı sıra terörün yoğun olduğu bölgelere
kimi zaman kamu hizmeti dahi götürülememiştir. Bölücü terörün Türkiye’ye verdiği ekonomik
zararın ise yüz milyar doların üzerinde olduğu tahmin edilmektedir.
Türkiye’ye maddi olarak, tam olarak bir rakam verilemese de, yüz milyarlarca dolarlık ekonomik
zarar verdiği yorumları yapılmaktadır.
Bölücü terör örgütü PKK’nın Türkçe karşılığı ‘Kürdistan İşçi Partisi’dir. PKK harfleri terör
örgütünün Kürtçe adının kısaltmasıdır (Partiya Karkerên Kurdistan). Bu yüzden PKK kısaltması
yerine Türkçe KİP kısaltmasını kullanmak daha mantıklı görünmektedir. Fakat gerek medyada,
gerekse de yıllardan beri kamuoyunda bu kısaltma kullanılmadığı için çalışmamızda bölücü terör
örgütünün kısaltması ‘PKK’ olarak kullanılacaktır.
Türkiye’de bölücü terörün (PKK) başlangıcı, ilk terörist eylem baz alındığında 1984 yılı, yakalanan
örgüt mensuplarının ifadelerinden yola çıkılarak örgütlenme girişimlerine bakıldığında ise 1978
yılı olarak görülmektedir.
PKK terörü eylem bazında incelendiğinde, 1970 yılından önce örnek verilebilecek bir olay
görülmemektedir. Ancak bu durum PKK’nın 1980’li yılların başından itibaren ortaya çıktığı yargısını
da meşrulaştırmamaktadır. Çünkü PKK 1980’li yılların başından itibaren ortaya çıkmamıştır.
PKK terörünün ortaya çıkışını 1970’li yıllar ve daha öncesinde değerlendirmek PKK’nın gelişim
sürecinin net bir şablonda ortaya çıkmasına ışık tutacaktır.
Bu kapsamda bir terör örgütünün doğuş evresini iyi kavramak gerekmektedir. Dünya üzerinde
binlerce terör örgütü doğmuş, gelişmiş ve son bulmuştur. Dünyadaki terör örgütlerinin en önemli
ortak noktası belirli bir siyasi amaç çerçevesinde hareket etmesidir. Bu görüşün eylem bazında
terörizm odaklı bir boyut kazanması, terör örgütlerinin beslendiği fikirsel odakların sapkınlığıyla
mümkündür.
PKK terörü aşırı Kürt milliyetçiliğine dayanmaktadır. Amacı; Türkiye topraklarını içine alan bir
alanda sözde Kürt devletini ilan etmektir. Bu devletin yönetim şeklinin ise Marksist-Leninist bir
çizgide olacağı savunulmaktadır. Bölücü terör örgütünün kendi içindeki mantıksızlığı burada
başlamaktadır. Hem etnik milliyetçilik yapıp hem de Marksist-Leninist olmak gerçekten büyük bir
başarıdır!
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Son yıllarda (bilhassa 2005 yılından itibaren) Türk kamuoyunda çeşitli zaman ve aralıklarda bölücü
terör örgütü hakkında önemli tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmaların genel seyrine bakıldığında
oldukça ilginç argümanlara rastlanmaktadır. Bu argümanlar arasında, söz konusu terör eylemlerini
görmezden gelen ve kendilerini aydın olarak nitelendiren kişilerin, terör örgütünün tezlerini
meşrulaştırmaya çalıştıkları özellikle göze çarpmaktadır.
Bu çerçevede Türkiye’deki bazı aydınlar (!) PKK’nın ortaya çıkmasına sebep olarak 1980
Askeri Darbesi’ni göstermektedirler. Bu darbe neticesinde 1980 darbesinin katı ve sert yönetimin
Kürt kökenli vatandaşlara büyük zararlar verdiği, bunun sonucunda da PKK’nın doğduğu iddia
edilmektedir.
Bu iddia son derece cahilce ve geçmişten kopuktur. Terör örgütünü bir noktada haklı çıkaran yanlış
bir iddiadır. Bu yanlış sav, aslında PKK terörünü haklı çıkarma çabasından başka bir şey değildir.
Tüm bu çarpıtmaların aksine PKK’nın gerçek manada oluşmaya, doğmaya başlaması 1968
yılındadır. PKK terör örgütünün tüzüğünün incelenmesi de, bu tarihi kanıtlanabilir bir zemine
çekmektedir.
PKK’nın sözde tüzüğünde şu metin bulunmaktadır:
“Kürdistan’da son otuz yılın ideolojik-politik gelişmelerine ağırlıklı olarak PKK’nin yürüttüğü
halk özgürlük eğilimi damgasını vurmuştur. PKK, 1968 dünya devrimci gençlik çıkışının Türkiye
üzerinden Kürdistan’a ve Kürt gençliğine ulaşması hareketidir. Kürdistan’daki isyanlarla ilgili
olmakla birlikte Türkiye devrimci gençlik hareketi içinde doğmuş ve gelişmiştir.”
PKK’nın sözde tüzüğündeki ifadeler argümanımızı güçlendirmektedir. İşte bu noktadan hareketle
PKK’nın ilk filizlenmelerini 1968 yılında başlayan gençlik hareketlerine bağlamak mümkündür.
O dönemin aşırı sol gruplarının terörsel eylemleri “hedefe ulaşmak için temel araç” olarak
nitelendirmeleri, terörizmin tüm Türkiye’yi etkisi altına almasına sebep olmuştur. 1968 yıllarında
başlayan öğrenci hareketlerinin terör eylemlerine dönüşmeleri çok uzun sürmemiş, bu öğrenci
hareketleri aşırı sol ideolojilerin etkisiyle Türkiye’yi buhranlı yıllara sevk etmiştir.
Türkiye’de, 1960’lı yılların son dönemlerinde sayıları oldukça artan aşırı sol eksenli terör
gruplarının içerisinde yer alan Kürt orijinli örgütler 1984’e kadar eylemlerini diğer terör grupları
içerisinde sürdürmüşler ve bir süre sonra PKK’da birleşmişlerdir.
PKK terörü 1984 yılındaki Şemdinli ve Eruh saldırılarıyla somut olarak eyleme geçmiştir. 1984’ten,
aslı itibariyle 1968’lerin başından itibaren ülkemizde faal olma çabasında olan bu örgütün, 2000’li
yıllarda dahi kendini yaşatması önemli bir durumdur. Bu kendini yaşatma olayı dolaylı yollardan
da olsa, toplumda sürekli bir tehdit oluşturmuştur. İşte bu huzursuzluk kaynağı sapkın ideolojilerin
gençliğimize enjekte edilmesi ne yazık ki günümüzde de son hızıyla devam etmektedir.
A. 1968-1990 ARASI PKK TERÖRÜ ve BÖLÜCÜ TERÖRÜN GELİŞİM SÜRECİ
PKK’nın filizlenmesi 1968 gençlik hareketlerine dayanmaktadır. PKK terör örgütü, 1970’li yıllarda
THKP-C ve DEV-GENÇ terör örgütleri içerisinde faaliyet gösteren birkaç öğrencinin sıradan
ev sohbetleriyle başlamıştır. Sohbetler neticesinde bu örgütlere mensup teröristler PKK’yı ciddi
anlamda güçlendirme, yapılandırma çalışmalarını organize etmeye başlamışlardır. 1980 darbesine
kadar yapısal bir bütünlüğe ulaşamayan örgüt, daha sonraları ortaya çıkan iç ve dış desteklerle
kendini geliştirmiş ve terör eylemlerini yoğunlaştırmıştır.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında oluşan ortam PKK’nın işini kolaylaştırmıştır. 1980’den önce
devletin ve milletin bütünlüğüne karşı faaliyetle bulunan anti-milli terör örgütlerinin bir anda
güçlerini kaybetmesi, lider kadrolarının yakalanması ya da yurt dışına kaçması, Marksist-Leninist
çizgideki terör örgütlerinin bir anda yok olmasına zemin hazırlamıştır. Aynı ideolojiden beslenen
terör örgütlerinin birer birer yok olması da PKK’nın gelişimine büyük katkı sağlamıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Askeri darbe sol terör örgütlerine büyük darbe indirmiş, Türkiye’deki ‘aşırı sol’ olarak nitelendirilen
kesimi bitirme noktasına getirmiştir. Türkiye’de aşırı solun tükenme noktasına gelmesi, bölücü
terör örgütünün hiçbir sol grupla mücadele etmeden kendini anlatmasına olanak vermiştir. Öte
yandan terör gruplarının içerisindeki Kürtçü kişiler de kendilerini ifade edebilmek için PKK’yı
uygun görmüşler ve örgütlenmesine katkıda bulunmuşlardır.
1980 darbesi öncesinde sol gruplara mensup olup, aynı zamanda Kürtçü fikriyata sahip olan kişiler,
PKK’nın yaygınlaşmasıyla birlikte güçlerini bu örgüt üzerinde birleştirmişlerdir. 80 öncesinin DEV
SOL’u, DEV YOL’u adeta PKK ile birlikte yeniden hayata dönmüştür.
1970’li yıllarda filizlenmeye başlayan PKK, 1980 darbesinden, diğer sol terör gruplarına nazaran,
asgari düzeyde etkilenerek örgütsel çalışmalarını hızlandırmıştır. Bu çalışmaların birçok dış devlet
tarafından desteklenmesi, zamanın istihbarat güçlerinin gözünden kaçmış ve etnik tabanlı terörün
doğmasına adeta zemin hazırlanmıştır. Hâlbuki PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da halka yönelik
propaganda ve eleman temini faaliyetlerinde istihbarat güçlerinin yapacağı tespitler, bu örgütün
ölü doğmasına zemin hazırlayacaktı.
Terör örgütü PKK’nın örgütsel çalışmalarından sonraki ilk hedefi de geniş halk kitlelerinin desteğini
alabilmek olmuştur. Bunun sağlanabilmesi için de “Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtleri
ezdiği, onların temel hak ve özgürlüklerini engellediği, Kürtlere zulüm yapıldığı” yönünde kara
propagandalara başlanmıştır. Bu süreçlerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti haritasının değiştirilerek
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun da bir bölümünü içine alan sözde Kürdistan’ın kurulması
öncelikli propaganda faaliyeti olmuştur.
Abdullah Öcalan ve PKK
Bölücü terör örgütünün kurucusu olarak ‘bebek katili’ sıfatını fazlasıyla hak eden Abdullah
Öcalan, 1947 yılında Şanlıurfa’nın Halfeti İlçesi’ne bağlı Ömerli Köyünde dünyaya gelmiştir.
Kimi iddialara göre, anne tarafı Türk, baba tarafı Suriyeli bir Ermeni olan Öcalan’ın gerçek adı da
‘Artin Agopyan’dır. Yine bu iddialara göre bu adını yıllarca gizlemiş ve Ermeni kimliğini hiçbir
zaman ön plana çıkarmamıştır.
1969’da Ankara Tapu Kadastro Meslek Lisesini ‘iyi’ dereceyle bitirmiş, Temmuz 1969’da Diyarbakır
Tapulama Müdürlüğüne atanmıştır. Ekim 1970’de İstanbul Bakırköy Tapulama Müdürlüğüne tayin
edilmiştir. 1971’de Bakırköy’de çalışırken İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanmıştır. Şanlıurfa ili
Halfeti İlçesi Askerlik Şubesince son yoklama çağrısı çıkmışken 2 Ağustos 1971 tarihinde ‘öğrenci’
olduğunu bildiren yazıyı gönderince askere alınmamıştır. 1971’de Ankara Üniversitesi Siyasal
Bilimler Fakültesi’ne yatay geçiş yaptı. Öcalan SBF’den başlayan (Mahir Çayan ve arkadaşlarının
Kızıldere’de güvenlik güçlerince çatışmada öldürülmeleri üzerine) boykot ile Doğu Perinçek ve
arkadaşlarınca çıkarılan “Şafak Bildirisi” adlı dergiyi dağıtmak suçundan gözaltına alındı (7 Nisan
1972) ve tutuklandı. Öcalan 7 ay Mamak Cezaevi’nde kaldı. Öcalan gösteriler sırasında, “sol kolunu
havaya kaldırarak, bağımsız Türkiye diye bağırmış”, hatta tanık öğrencilerce, “grubun elebaşısı
olduğu ve boykotta büyük çabası görüldüğü” ifade edilmiştir. Savcılık (Yzb. Baki Tuğ), haklarında
önce en ağır cezayı istemesine rağmen (toplam 22 öğrenci idiler), Öcalan’ı serbest bırakmış (24
Ekim 1972), SBF Yönetim Kurulu da ona en hafif cezayı (15 gün okuldan uzaklaştırma) vermiştir.
Öcalan’a 1971-1975 arasında fakültede iken Maliye Bakanlığı bursu bağlanmıştır. Fakülte ile
öğrencilik ilişkisi 1984 yılına kadar sürmüştür. [1]
Bu zaman diliminde İstanbul DDKO’larına üye olan Öcalan, burada yürütülen seminer çalışmalarına
katıldı ve ilk konuşmalarını yaptı. Kendi ifadesine göre, ana fikirde anlatımı da “Kürt devleti
neden olmasın?” idi. Kimsenin ağzına almadığı bu fikri Öcalan’a göre kendisi tek başına dile
getiriliyordu. O günlerde saygıyla yâd ettiği iki kişiden birisi Hikmet Kıvılcımlı diğer ise Mahir
Çayan’dır. Özellikle THKP-C’nin önde gelen üç ismi Mahir Çayan, Yusuf Küpeli ve Sinan Kazım
Özüdoğru’nun toplantısında “Mahir’in cesur bir biçimde Kemalizm ve Kürt meselesi üzerine
yaptığı konuşmadan çok etkilendiğini” ifade etmektedir. Cesurca konuşmalar yapan Çayan’ın
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Öcalan’ı etkileyen en önemli düşüncesi “devrimci şiddeti ele almakta çekinmemesi gereken örgüt”
üzerine olan fikirleriydi. Çayan’ın öngördüğü, ifadesini Marksizm’de bulan, silahlı propagandanın
devrimci mücadeleye etkisi, daha sonraki yıllarda Öcalan’ın şiddet uygulamasında ve bunu
meşrulaştıran teorik yaklaşımlarında da bir hayli etkili olacaktır.[2]
1974 yılında Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) isimli gençlik organizasyonu içerisinde
faaliyet gösteren Abdullah Öcalan, Kesire Yıldırım (Öcalan), Haki Karaer, Cemil Bayık, Kemal
Pir isimli şahıslar Ankara’nın Tuzluçayır semtinde yaptıkları bir toplantıyla PKK’nın temelini
atmışlardır.
Teröristbaşı Abdullah Öcalan ise PKK’nın kuruluşunu şöyle ifade etmektedir:
“…Grubumuzun ilk şekillenişi 1973 baharıdır. Kürdistan adına anti-sömürgecilik temelinde iş
yapma açıklamasını, 1973 Nevruz’unda yaptım.”
PKK’nın ilk şekillenmesini bu şekilde ifade eden Abdullah Öcalan, daha sonraları 27 Kasım 1978
tarihinde terör örgütünün ilk manifestosunu yayınlayacak ve özellikle Güneydoğu Anadolu’dan
topladığı yandaşlarıyla ilk büyük çaplı toplantısını gerçekleştirecektir.
1979 yılında PKK terör örgütü kurucularından Merkez Komite Üyesi Şahin Dönmez güvenlik
güçlerinin operasyonları sonucunda yakalanmıştır. Şahin Dönmez’in yakalandıktan sonra yaptığı
samimi itiraflar, kurulma aşamasında olan PKK terör örgütünü oldukça zorlamıştır. O güne kadar
terör örgütü hakkında çok az şey bilen güvenlik güçleri, terör örgütünün parti program ve tüzüğünü
ele geçirerek örgüt hakkında önemli bilgilere sahip olmuşlar ve örgütün birçok gizli ilişkisini ve
militanını yakalamışlardır.[3]
Öte yandan PKK, kendi adına eylemlerine başladığı yıl olan 1976’dan, 12 Eylül 1980 askeri
müdahalesine kadar politik amaçlı 354 Öldürme, 366 yaralama olayının sorumlusudur.[4]
Abdullah Öcalan bu gelişmeler üzerine aynı yıl Suriye’ye geçmiştir. Öcalan’ın Suriye’ye geçişini
sağlayan Talabani ve KGB bölge şefi Anthony Primmokov ve Şam yönetimi, Öcalan’ı FKÖ ile
tanıştırdı. PKK’ya eğitimi ise Suriye kontrolündeki FKÖ’lü gruplar tarafından yaptırıldı.[5] Öcalan
daha sonra da Suriye üzerinden Lübnan’a geçmiştir.[6]
1984 yılına kadar Irak, Filistin, Rusya, İran, Suriye ve Lübnan’ın destekleriyle eleman temini,
örgüt propagandası, silah temini, para transferi ve örgütlenmesini gerçekleştirmiştir.
Aynı zamanda Türkiye içerisinde faaliyetlerine hız veren PKK terör örgütü, 1980’li yılların başından
itibaren ASALA terör örgütü ile ortak çalışmalar yapmaya başlamıştır. Özellikle ASALA’nın
uzman olduğu bombalama, suikast gibi eylemlerin planlanmasına ve PKK kadrolarının bu yönde
eğitimine hız verilmiştir. 1983 yılına gelindiğinde ASALA PKK ile birleşme kararı almış ve kanlı
eylemlerini bu örgüt üzerinden yürütmüştür. PKK, ASALA’nın da kendi saflarına katılmasıyla
Türkiye içinde terör eylemlerine girişebilecek güce erişmiştir.
Marksist-Leninist ideolojiyi temel alan PKK, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu da kapsayan
Suriye-İran-Irak üçgeni içerisindeki topraklar üzerinde ayrı bir devlet veya federatif yapı kurma
amacıyla etnik kimliği temel alan bir hareket başlatmıştır. Terör örgütü PKK ilk başlarda yöre halkı
tarafından fazla tasvip edilmemiştir. Ancak zamanla örgütün yoğun şiddet uygulamaları ile halkı
sindirmesi, çok iyi örgütlenmiş bir propaganda faaliyeti yürütmesi, en önemlisi bölgenin arazi
ve iklim şartlarının etkisi, sosyal-ekonomik birçok eksikliğinin istismara açık olması ve ayrıca
güvenlik kuvvetlerinin yaptığı birtakım hatalar, zaman içerisinde PKK lehine bir temel oluşmasına
neden olmuştur.[7]
www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK’yı Eğiten ve Destekleyen Ortadoğu Ülkeleri
Örgütün kuruluş aşamasındaki eleman kadrosu silahlı bir örgütlenme içerisine girmiş ve 1979
yılında, Lübnan’da bulunan Yaser Arafat’ın liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü içerisindeki en
etkin örgüt olan El Fetih’in kamplarında askeri eğitim görmüştür. Yaklaşık 1 sene bu kamplarda
askeri eğitim alan PKK terör örgütü üyeleri, 1980’den sonra özellikle basın-yayın alanında önemli
atılımlar içerisine girmiştir. Yaptıkları propagandalar neticesinde örgüte yandaş kazanılmış ve
gelişen süreçte silahlı terör eylemleri meydana gelmiştir.
PKK’nın bu denli geniş kapsamda bir oluşum içerisine girmesi, dışarıdan gelen maddi yardımlar
ölçüsünde ivme kazanmıştır. Özellikle terörist faaliyetler için örgüte verilen eğitim ve silahların
kaynağında Türkiye’nin müttefiki ülkeleri görmek, üzerinde durulması gereken çok hassas ve
önemli bir konudur.
PKK’nın ileriki yıllarında yakalanan eylemcilerinden biri olan Abdülkadir Aygan’ın itirafları ise
çok ilginç bir noktaya dikkat çekmektedir. Aygan, yakalandıktan sonra şu itiraflarda bulunmuştur:
“Lübnan’da Filistin örgütler adına açılmış olan eğitim kamplarında eğitilen PKK’lı militanların
denetimini Bulgar, Küba ve Sovyet yetkililerin yapmasını hangi sebep icap ettiriyordu? PKK kongre
ve konferanslarına dünyanın birçok terörist örgütünün yanı sıra Küba, Bulgar ve diğer sosyalist
blok ülkelerinin kutlama mesajları göndermeleri, bu önemli toplantılarda gözlemci bulundurmaları
anlamlı değil mi?”[8]
Öte yandan PKK terör örgütü, Filistin, Suriye, Irak ve Lübnan’da sürekli olarak faaliyette bulunmuş,
büyük ölçüde kendisini yenilemiş, örgüt elemanlarını ve silahlı kadrosunu eğitme imkânına
kavuşmuştur. 1979–1984 arasını kapsayan dönem içerisinde, örgüt hazırlık faaliyetlerini büyük
ölçüde tamamlamış ve eleman sayısını da her geçen gün arttırmıştır.
PKK Ortadoğu ülkelerinde bu kadar rahat bir şekilde gelişirken, bir yandan da Türkiye’de
örgütlenmeye devam ediyordu. Örgüte ekonomik güç kazandırmak için Avrupa ve Balkan
ülkelerinde de hızlı bir gelişim süreci sergileniyordu. Özellikle Kürt kökenli gurbetçi vatandaşlar
üzerinde kurulan baskılar gün geçtikçe artıyordu.
1983 yılına gelindiğinde ise PKK terör örgütü artık elemanlarının ihtiyaçlarını karşılayabilmek
için geniş arazilere, kamplara, depolara ihtiyaç duyuyordu. Lider kadrolarının artması ve buna
istinaden eleman sayısının da artması, örgütün sürekli olarak barınabileceği kampların aranmasına
yol açmıştır. Bunun içinse en uygun yer, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge kontrolündeki bölgelerdi.
Burada peşmergeler tarafından desteklenen PKK, yerleşik bir düzene geçmiştir.
PKK terör örgütü, yapılan tüm bu eğitimler, sağlanan destekler neticesinde hem silahlı bir güce
sahip olmuş, hem de maddi açıdan önemli bir noktaya gelmiştir. 1980 sonrasındaki ASALA desteği
de önemli bir saldırı potansiyeli kazanılmasına zemin hazırlamıştır.
15 Ağustos 1984-PKK’nın İlk Terör Eylemleri: Şemdinli ve Eruh
Eruh
PKK terör örgütü ilk kanlı terör faaliyetini 15 Ağustos 1984 tarihinde Şemdinli ve Eruh ilçelerine
yaptığı baskınlarla gerçekleştirmiştir. PKK’nın ilk kanlı saldırısı olma özelliğini taşıyan Eruh
baskınını gerçekleştiren terör grubu 15 kişiden oluşmaktaydı. Saldırıdan hemen önce Jandarma
Bölük Komutanlığı’na yakın bir caminin minaresinden propaganda yapılmış ve daha sonra
komutanlığa saldırılmıştır. Yapılan bu saldırı neticesinde bir askerimiz şehit düşmüştür.
Şemdinli Saldırısı ve Seferi Yılmaz
Eruh’ta yapılan saldırıyla neredeyse aynı dakikalarda Şemdinli ilçesinde de başka bir terör eylemi
yapılmıştır. 2006 yılındaki Şemdinli olayının baş aktörü olan Seferi Yılmaz, PKK’lı teröristlere
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kılavuzluk yapmıştır. Bu saldırının sorumlusu olarak yakalanan teröristlerden Hüseyin Tilki
Diyarbakır Sıkıyönetim 1 No’lu Askeri Mahkemesi’nin 07.10.1985 tarihli oturumunda şu anlatımda
bulunmuştur:
“Seferi YILMAZ, Şemdinli ilçesini iyi bildiği için bize kılavuzluk yapıyordu. Seferi YILMAZ
önümüze düştü. Baran, Mehmet AĞAASLAN ve Celal’i Jandarrna Karakolu karşısındaki cami
ile yol arasına yerleştirdi. Bizi de yanına alıp önceki plan gereğince inşaat halinde olan Askerlik
Şubesine götürdü. Askerlik Şubesi inşaatının kapısından girerken bir şahısla karşılaştık. Bu şahsı
yakalayıp Seferi YILMAZ’a teslim ettik. Bu şahsı da alıp Askerlik Şubesinin içine girdik. Orada
yatan işçiler vardı. Kapıdan içeri girdik. 6-7 kadar işçiye ‘korkmayın size bir şey yapmayacağız’
dedik. Bu şekilde konuşma yaptıktan sonra bunların başına Hamit kod adlı Mardinli arkadaşımızı
koyduk. Seferi YILMAZ bizi şubenin üst katına çıkardı. Bizi yerleştirdi. Daha sonra kendisi dönüp
Abdullah EKİNCİ’nin yanına gitti. Askerlik Şubesi inşaatının üst katına yerleştiğimizde bende
Bisifing denilen roketatar, Şerif’te G-1, Halit’te Diktiriyof, Hamit’te G-1 silahları vardı. Önce ben
roketatarla gazinoya hedef alıp bir el ateş ettim. Roketatar ağaca çarptı. Bana verilen talimata göre
bir mermi daha kullanmam gerekirdi... İkinci mermiyi atmaktan vazgeçtim. Diğer arkadaşlarım
subay gazinosunu sürekli olarak ateşe tuttular. 4 dakika kadar ateş ettikten sonra inşaattan inip
çekildik. Abdullah EKİNCİ, Dişsiz Mahmut, Seferi YILMAZ, biz yukarıda gazinoya ateş ederken
onlar da gazinoyu hedef alarak ateş etmişlerdi. 10 dakika kadar sonra tamamen Şemdinli’yi terk
ettik ve trafonun yanında saldırı grubu olarak buluştuk. Zaten birlikte geri çekilmiştik. Propaganda
ve ajitasyon grubu silah seslerinin kesilmesi üzerine onlar da geri çekilip, trafonun yanına
gelmişlerdi..” şeklinde olayın oluş biçimini açıklamıştır.
Askeri karakol ve subay gazinosuna ağır silahlarla yapılan bu saldırı, büyük hasara yol açmıştır.
Şemdinli saldırısı sonucunda 3 askerimiz ağır yaralanmış ve 1 askerimiz şehit düşmüştür.
PKK’nın ilk eyleminde baş aktör olan Seferi Yılmaz’ın 2007 genel seçimlerinde bağımsız aday
olabilmesi, terörle mücadelede sorgulanması gereken önemli bir hukuki boşluğa işaret etmektedir
(Seferi Yılmaz bir süre sonra adaylıktan çekilmiştir, ancak YSK adaylığı önünde herhangi bir engel
bulunmadığını belirtmiştir). Yılmaz, aynı zamanda 2005 yılında bir patlama sonucu yıkılan Umut
Kitabevi’nin de sahibidir. Bu patlamayla ilgili olarak çok çeşitli yorumlar yapılmakla birlikte,
son dönemlerde bu saldırıyı PKK’nın yaptığı ihtimali üzerinde durulmaktadır. Hatırlanacağı üzere
bu patlama sonrasında Güneydoğu Bölgesindeki illerimizin çoğunda, terör örgütü tarafından
yönlendirilen gruplar can ve mal kayıplarına yol açan olaylar çıkarmışlardır.
1987 Yılında Dünya’da Gerçekleşen Terör Eylemi: 666, Türkiye’de 335!
PKK özellikle 1984 yılından sonra silahlı eylemlerine bir süreklilik kazandırmış, Türk askerini,
kamu görevlilerini ve örgüte destek vermeyen masum halkı baş hedef olarak tanımlamıştır.
Bölücü örgütün yaptığı eylemler 1985 yılına gelindiğinde toplam 85 iken, 1989 yılında 642’ye
kadar çıkmıştır. Sadece 1985-1989 yılları içerisinde olayların bu denli yükselmesi örgütün ne denli
büyük destek aldığını kanıtlar niteliktedir.
ABD hükümetinin yayınladığı “Patterns of Global Terrorism” raporunda 1987 yılında dünyada
gerçekleşen terör eylemi sayısı 666 olarak tespit edilirken, PKK’nın sadece Türkiye’de
gerçekleştirdiği eylem sayısının 335 olması dünyadaki terörün %50’sinin Türkiye’yi hedef seçtiği
şeklinde yorumlanabilir. Ancak yayınlanan bu raporun Türkiye’deki terör faaliyetlerini ne derece
objektif olarak değerlendirdiği de ayrı bir tartışma konusudur.
Yukarıdaki verilerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye 1984 yılından itibaren büyük bir terör
tehdidiyle karşı karşıya kalmıştır. Bölücü PKK terörü silahlı eylemlerinin ön plana çıktığı 19841994 yılları arasında en çok zararı vermiştir.
www.ulkuocaklari.org.tr Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ortadoğu’daki Gelişmeler ve PKK
Ortadoğu’nun yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin yanı sıra, gelişmiş ülkelerin petrol ihtiyacının
önemli bir bölümünü temin etmesi, bölgedeki tansiyonu her zaman yüksek tutmuştur.
PKK terörünün başlangıç yıllarından itibaren Ortadoğu’da savaşlar ve çatışmalar devam etmekteydi.
İran’daki Şii Humeyni iktidarı ve Irak’taki Saddam iktidarı sürekli olarak karşı karşıya gelmişlerdir.
Özellikle 1980-1989 yılları arasında süren İran-Irak savaşı bu döneme damgasını vurmuştur. Bu
savaş sonucunda herhangi bir galip olmasa da, Türkiye bu süreçte çok büyük zararlar görmüştür.
Bu zararların en büyüğü de, Irak’ın askeri gücünü İran ile savaştığı bölgelere kaydırmasıydı. Bunun
sonucunda da Irak’ın kuzeyinde büyük bir yönetim ve güç boşluğu doğmuştu. Bunu fırsat bilen
Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Lideri Molla Barzani ve Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin
(KYP) lideri Celal Talabani Irak’ın kuzeyinde denetimi ellerine geçirdiler. Böylece PKK’ya yeni
bir mesken daha çıktı. Özellikle KDP Lideri Molla Barzani’nin 1979 yılında ölümü üzerine yerine
geçen oğlu Mesut Barzani, PKK’ya kucak açarak örgüte büyük destek sağlamıştır.
İran-Irak Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra Irak’ın kuzeyindeki Kürt egemenliğine son vermek
isteyen Saddam, Ortadoğu’daki çıkar çatışmaları yüzünden bunu tam olarak gerçekleştirememiştir.
Özellikle Irak’ın kuzeyine hâkim olmaya başlayan Kürtlere karşı çok sert önlemler almış ve 1988’de
Halepçe’de kimyasal silah kullanarak Kürt egemenliğine son vermek istemiştir. Yapılan kimyasal
saldırı sonrasında, Irak’ın kuzeyindeki Kürt nüfusu için hızlı bir kaçış süresi başlamıştır. Kürtlerin
bir kısmı İran sınırına, bir kısmı ise Türkiye sınırına yığılmıştır. Bu yoğun nüfus hareketi üzerine
Türkiye’nin karşısına PKK’dan sonra bir sorun daha çıkmıştır. Bu sorun; sınıra yığılan evsiz, işsiz ve
aynı dili dahi konuşmayan bir topluluğu sınırlarından içeri kabul etme ve topluma entegre edebilme
sorunuydu. Yaklaşık 1 seneye yaklaşan bu süreç sonucunda Turgut Özal, Irak’tan gelecek Kürtlere
kapılarının açık olduğunu belirterek büyük bir hata yapmıştır. Yaklaşık 300 bin Kürt Türkiye’ye
sığınmış, ilerleyen zaman diliminde de vatandaşlık hakkı kazanmıştır. Irak’tan gelen Kürtler Doğu
ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yerleşmiştir. İşte tam bu aşamada Irak’tan gelen Kürtlerin bir
kısmının dahi olsa PKK’ya güç vermesi, Türkiye için çok büyük bir tehlikenin baş göstermesi
anlamına geliyordu. 1990’dan sonra artan PKK terörü ve bunun destekçileri ülkemizin gencecik
vatan evlatlarını kaybetmesine yol açarken, birileri terörü Kürtçe konuşamamaya bağlamakla
meşguldü.
Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken İran- Irak Savaşı’ndan hemen sonra, Saddam’ın Irak’ında
ekonomi acil durum sinyalleri vermeye başlamış ve Irak ekonomisi büyük bir dış borç yükünün
altına girmişti. Saddam, bu durumdan çıkış için İran ile giriştiği savaş sürecinde, Kuveyt’in Irak
petrollerinden hiçbir karşılık almadan yararlandığı iddiasında bulunmuş ve Kuveyt’i işgal etmiştir.
Bu işgalin altındaki tek amaç Kuveyt’in zengin petrol kaynaklarını ele geçirmek ve Irak’ın içinde
bulunduğu ekonomik çöküntüyü bir an önce aşabilmekti.
Tüm bu gelişmeler sonucunda 2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak Askeri
Kuvvetleri Kuveyt’i işgal etmiştir. Bu işgalin hemen ardından Birleşmiş Milletler çok sert bir
bildiriyle işgali protesto etmiş ve Irak kuvvetlerinin, acilen Kuveyt’i terk etmesini istemiştir.
Fakat geri adım atmak istemeyen Irak’ın Kuveyt’i terk etmemesi üzerine, 17 Ocak 1991’de ABD
öncülüğündeki 33 ülkenin desteklediği koalisyon kuvvetleri Irak’a müdahale etmiştir.
Bu bağlamda, 5 Nisan 1991’de, BM’nin 688 sayılı kararı çerçevesinde “Huzur Operasyonu”
başlatıldı. Bu kararla birlikte, Irak-Türk sınırı boyunca yığılmış olan binlerce insanın can güvenliğinin
sağlanması, insani yardımın tedarik edilmesini ve Irak Ordusu’nun meydana gelebilecek herhangi
bir saldırısından korunmalarını garanti altına alıyordu. Bu kapsamda 36.paralelin kuzeyinde bir
güvenlik bölgesi oluşturuldu.[9] Bu durumdan ötürü de Türk kamuoyu tarafından Irak’ın kuzeyine
“Kuzey Irak” tanımlaması getirilmiş ve günümüzde de geçerliliğini koruması dolayısıyla, Irak’ın
kuzey bölgesi bu şekilde tanımlanmıştır.
I. Körfez Savaşı’nda ABD baskılarıyla Irak’ta 36. Paralel olarak ifade dilen bölge tarafsız ilan
10 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
edilmiş ve Irak’ın kuzeyinde bugünkü yapının oluşmasına zemin hazırlanmıştır. Zamanın
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Irak’ın kuzeyindeki bu yapılanmayı desteklemesi ve ardından
gelen süreçte Talabani-Barzani ikilisine kırmızı pasaport vermesi ise son derece düşündürücüdür.
Tüm bu gelişmeler ışığında Irak’ın kuzeyinde merkezi yönetimden ayrı bir otorite doğmuş ve bu
otoritenin yürütücüleri olarak da Talabani-Barzani ikilisi seçilmiştir.
Irak’ın kuzeyindeki bu durum birçok kez Türkiye tarafından endişe ile karşılansa da sert bir tepki
gelmemiş olması, bölgedeki PKK varlığını daha da güçlendirmiştir. Türkiye’de Turgut Özal’ın
geliştirdiği politikalar sayesinde Irak’ın kuzeyine egemen olan peşmerge başlarıyla sıkı ilişkiler
kurulmuş, PKK’yı Irak’tan atmak için el sıkışılmıştır. Ancak tüm bu iyi niyetli gibi görünen çabalar
karşılıksız kalmış ve Irak’ın kuzeyindeki bölgeler her zaman PKK’nın en büyük güç merkezi
olmuştur.
Tüm bu süreçler esnasında Türkiye, terör eylemleri karşısında zor günler geçirmiş ve terörün en
yoğun olarak görüldüğü dönemlere şahitlik etmiştir. Özellikle bölücü terör örgütü kamplarının
burada yaygınlaştırılması, kırmızı pasaport hediye ettiğimiz peşmerge başları tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Bugün AKP’nin yapmış olduğu açılım süreci ve Gülen Cemaati’nin Abant Platformlarının en
önemli isimlerinden biri olan Gazeteci Cengiz Çandar’ın o dönemlerde Barzani ve Talabani’yi
hem Turgut Özal’a hem de Türk Medyasına ‘şirin gösterme çabaları’ ise hafızalarda tazeliğini
korumaktadır.
Irak’ın kuzeyinde başlarına buyruk şekilde otorite kurarak, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin
desteğini alan Tabalani-Barzani, Irak-Türkiye sınırına kurdukları ‘sınır karakolları’ aracılığıyla da
Türkiye’nin başını ağrıtmışlardır. Terör örgütüne maddi gelir sağlayan kaçakçılık, uyuşturucu ve
silah ticareti gibi yasadışı yollardan büyük kazançlar elde etmişlerdir. Irak’ın kuzeyinden gelip,
Türkiye’deki hedeflere saldıran birçok örgüt üyesi genellikle bu sınır karakollarına sığınmışladır.
Bölgede görev yapan komutanların da basın aracılığı ile kamuoyuna yaptıkları “Dostumuz
olarak gördüğümüz peşmerge karakollarından üzerimize defalarca ateş açıldığına şahit olduk.”
açıklamaları son derece önemlidir.
Bu süreçte belirtilmesi gereken en önemli konu Körfez Krizi’nin PKK’ya sağladığı avantajlardır.
İlk olarak; Türkiye, İran ve Irak topraklarında aşiret ayaklanmaları, bölgesel isyanlar, silahlı çete
faaliyetleri, legal ve illegal propaganda faaliyetleri şeklinde cereyan eden Kürtçü faaliyetler, uzun
süre bölgesel ve mevzii olmaktan ileri gidememiş ve bu durum Kürtçü organizasyonlarda handikap
yaratmıştır. Ancak, Körfez Krizi’nin bitiminde Irak’ın kuzeyinde meydana gelen değişmeler
nedeniyle Kürtçülük sorunu, Batılı devletlerin ve medyanın da çabalarıyla bir anda dünya gündemine
girmiştir. Sözde Kürt sorunu böylece uluslararası bir boyut kazanmaya başlamıştır. PKK böylece
Kuzey Irak’ın kuzey şeridine, İran’dan Suriye hududuna kadar olan bölgede oluşturduğu kamplarda
elemanlarını mevzilendirerek serbestçe hareket etme imkânı kazanmıştır. [10]
PKK’nın bir diğer avantajı, elde ettiği silahlar olmuştur. 1988 yılından itibaren Irak istihbaratı
ile ilişki sağlayan PKK, bu irtibatını Körfez Krizi esnasında devam ettirmiştir. Savaşın bitiminde
kuzeyden çekilen Irak ordusu, silahlarını PKK’ya terk etmiştir. Ayrıca savaş sırasında ülkemize
sığınan Kuzey Iraklılardan çok miktarda silah ve mühimmat gasp edilmiştir. Öte yandan 36’ncı
paralelin kuzeyindeki toprakların Irak yönetimine kapatılarak, Kürtlerin sözde koruma altına
alınması iradesini “bölgede bir Kürt devleti kurulmak istendiği” şeklinde değerlendiren PKK, diğer
Kürtçü örgütlerin önüne geçerek bölgede varlığını güçlendirmeye başlamıştır. Bu amaçla Haziran
1991 tarihinde sözde Kürdistan Özgürlük Partisi (PAK) isimli paravan örgütü kurmuştur.[11]
Kısacası Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından gelen Körfez Savaşı, Kuzey Irak’taki Kürt varlığını
iyice güçlendirmiş ve PKK’nın güçlenmesine ivme kazandırmıştır. PKK Irak’ın kuzeyine hiç
çıkmayacakmış gibi yerleşirken, Barzani ve Talabani’den gördüğü büyük destek örgütü iyice
cesaretlendirmiştir. Çünkü Saddam’ın iktidarı üzerinde sürekli bir baskı kurmak isteyen ABD,
www.ulkuocaklari.org.tr 11
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Barzani ve Talabani’yi Kuzey Irak’ta tek egemen güç haline getirme çabası veriyordu. Bu durum
da, PKK’nın Barzani ve Talabani’ye sırtını dayama nedenini güzel bir şekilde açıklamaktadır.
Kuzey Irak’taki kamplarında güç toplayan PKK, sürekli olarak Türkiye sınırından sızıp terörist
eylemler yapmaktaydı. Özellikle sınır karakollarını hedef alan bu saldırılar sonucunda Türkiye birçok
vatan evladını kaybetmiş ve büyük zararlara uğramıştır. Terörist eylemlerini gerçekleştirdikten
sonra tekrar sınır ötesine geçen PKK elemanlarının kaçışı, Barzani ve Talabani himayesinde sona
eriyordu. Türkiye birçok kez Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yapmış ve hepsinde de başarılı
olmuştur. Ancak Türkiye bölücü terörü her yerde ve her koşulda yok etmeyi arzularken, her nasıl
oluyorsa birileri yeniden besliyor ve Türkiye üzerine salıyordu. Bu besleyiciler kimi zaman Türkiye
sınırları içerisinde, kimi zaman da dışarısında kendilerine hayat buluyorlardı.
B. 1990 SONRASI PKK
Tarihler 1 Ocak 1990’ı gösterdiğinde, PKK terörü Türkiye’de büyük bir can ve mal kaybına
sebebiyet vermişti. Bu eli kanlı örgüt 1984’ten 1990’a kadar geçen süre içerisinde 320 askerimizi,
20 polisimizi, 52 GGK (geçici köy korucusu), 19 öğretmenimizi, 33 kamu görevlimizi şehit etmiş
ve 695 vatandaşımızı katletmişti. Buna karşın, yapılan operasyonlar sonucu 1984’ten 1990’a kadar
geçen sürede 1214 terörist ölü olarak ele geçirilmiştir.
PKK 1990’lı yılların başında Dev-Sol, TİKKO, THKP-C gibi aşırı sol terör gruplarıyla işbirliğine
gitmiştir. Bu işbirliği sonucunda özellikle büyük kentlerde terör eylemlerini gerçekleştirebilecek
potansiyele ulaşan PKK, bu işbirliğini her dönem yenileyerek genişletmiştir. İlk zamanlarda aşırı
sol terör gruplarıyla ortaklaşa hareket eden PKK, ilerleyen yıllarda bir takım aydınların ve sivil
toplum örgütlerinin de desteğini alacaktı.
ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaşın bitmesi, dünyayı yeni bir süreçle baş başa
bırakmıştı. Küreselleşmenin hızla gelişmesi olarak da nitelendirilebilecek bu süreç, her milleti,
her devleti bir şekilde içine alıyordu. Bunun sonucunda Soğuk Savaş olarak nitelendirilen ABDSovyet eksenli kutuplaşma sona eriyor, çıkar çatışmaları ve özellikle Ortadoğu’da yoğunlaşan sıcak
çatışma dönemi başlıyordu. Bu sıcak çatışmalar sonucunda harita üzerinde büyük sınır değişiklikleri
olmasa da, eskiden tek parça halinde duran devletler, artık parçalı ve içinde çok farklı egemen
grupları olan bir yapıya kavuşuyordu. En net örneğini Irak’ta görebileceğimiz bu yapı, 1990’dan
günümüze kadar sürekli bir iç mücadele ve alınan dış desteklerle garip bir yapı kazanmıştır. Bu
yapının içindeki belirleyici grup da kimi zaman Sünniler, kimi zaman Şiiler, kimi zamanda Kürtler
olmuşlardır (günümüzdeki Irak örneği). Buna karşın Irak’ın kuzeyindeki Türkmenler ne yazık ki
her dönemde en çok zararı gören etnik grup olmuştur.
Türkiye de bu sıcak gelişmelerden ve değişimlerden nasibinin fazlasıyla almıştır. Terörün hiç
bitmediği bir ülke olarak, 1980’den sonra bir de bölücü etnik terörle karşı karşıya kalınmıştır.
Bu örgüt yukarıda belirttiğimiz Soğuk Savaş döneminde vur-kaç taktiğiyle biraz ürkek bir saldırı
anlayışı taşısa da, özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Ortadoğu’daki sıcak çatışmalar, PKK
terörünü de farklı bir zemine taşımıştır. “Terörün hiçbir zaman için etnik kökeni, dili, milleti, bayrağı
olmayacağı” görüşünü savunsak da, Ortadoğu merkezli, tüm dünyayı etkileyen bu sıcak dönem
PKK’yı da bu tanımın dışına atmıştır diyebiliriz. Bir terör örgütü bir ülkenin siyasi arenasında,
sivil toplumda, sokakta, okulda, devlet dairelerinde, üniversitelerinde, gençlik arasında ve coğrafi
bölgeler arasında faaliyetlerini legal yollardan sürdürebiliyorsa, bunun adı ya terör değildir ya da
terör amacına ulaşmış demektir.
İlk kanlı saldırısını 1984’te gerçekleştiren PKK terör örgütü, 1990’lara gelindiğinde muazzam bir
dış desteğe kavuşmuş ve adeta akıllı bir virüse dönüştürülmüştür. Bu akıllı virüsleşme döneminin
en büyük düşüncesi, 1990’ların başından itibaren siyasi iktidarda söz sahibi olabilmek ve Türk
Devleti’nin bağlı olduğu değerleri yıpratarak Kürtçülük faaliyetlerine hız vermektir. Bunun yanı
sıra kanlı terör eylemlerine devam etmek, özellikle kırsal kesimden sonra büyük şehirlerde de
eylem yapabilecek düzeye ulaşmak en büyük amaçlardan biriydi.
12 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1984’ten 1990’a kadar geçen süreç PKK’nın giderek güçlendiği bir dönemdir. Bu dönemde yurtdışı
kampları olarak nitelendirilen yerleşik düzene kavuşan PKK’lı teröristler, o ülkenin güvenlik
güçlerince korunmuştur. Bu ülkeler arasında bugün Türkiye’nin yardımını bekleyen devletlerin
olması, ‘tarihin cilvesi’ tanımlamasını telaffuz etme gereksinimini ortaya koymaktadır.
PKK, kendilerine lojistik destek sağlayan bu ülkelerde eğitim ve propaganda imkânlarına
kavuşmuştur. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PKK’ya yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonlarda
birçok defa karşılarında örgüt mensubu yerine o ülkenin güvenlik güçlerini bulmaları oldukça
dikkat çekicidir. Bu durum da çoğu zaman operasyonların yarıda kesilmesine sebep olmuştur.
1990’lı yıllara silahlı güç ve eylem stratejisi ile giren PKK, Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda
gerçekleştirdiği kanlı terör eylemlerini metropollere taşımaya başlamıştı. Aynı zamanda
üniversitelerde Kürt kökenli öğrencilere yapılan propaganda faaliyetleri neticesinde, batı
bölgelerimizdeki illerde de bölücü terör örgütü yandaşlarına rastlanmaya başlanmıştı.
Bölücü terör örgütünün ilk zamanlarda askerimize büyük kayıplar verdirmesinin nedenleri arasında
en önemlisi; Türk askerinde bulunmayan gelişmiş silahların teröristlerin kontrolünde olmasıydı.
Türkiye’deki bölücü terörü yaşatan ve geliştiren devletlerin sağladığı silahlar, PKK’nın silahlı
terör eylemlerini sıklaştırmasına ve bu eylemlerde daha çok zarar vermesine yol açmıştır.
Bölücü terörün ilk yıllarından 1993 yılına kadar Türk askerinde olmayan silahların teröristlerin
kullanımında olması da, Türkiye’nin gerilla tipi terörle mücadeleye hazırlıksız yakalandığını
kanıtlar nitelikteydi.
Terörün en yoğun olduğu 1992-1994 yılları arasında hassas bölgelerden biri olan Şemdinli’de,
Jandarma Sınır Komutanı olan Erdal Sarızeybek, 17 askerimizin şehit düştüğü Alan Çatışması’nın
en önemli görgü tanıklarından bir tanesidir. Yaşadığı dönemi ve çatışmaları anlattığı “Şemdinli’de
Sınırı Aşmak” isimli kitabında aktardığı, Alan Çatışması’ndan sonra bölgeye gelen dönemin
Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ile arasında geçen konuşma Türk ordusundaki silah
yetersizliği hakkındaki yorumlara yeni bir bakış açısı getirmektedir:
“Dönemin Jandarma Genel Komutanı rahmetli Eşref Bitlis yanıma yanaştı, ‘Oğlum bir şeye
ihtiyacın var mı’ diye sordu. ‘Komutanım, şu gördüğünüz RPG-7 roketatar. 10 teröristten biri bu
silahı kullanıyor. Bizde 89 milimetrelik roketatar var. Biz teröristlere bir roket atarken, karşılığında
beş-altı roket üzerimize geliyor. Şu gördüğünüz, 5-56 milimetrelik Bixi makineli tüfek. Toz, çamur
demeden yüzlerce mermi atıyor. Biz de ise MG-3 makineli tüfek var. En ufak tozda tutukluk yapıyor.
Bu silahlar Irak’ın kuzeyinde satılıyor. Orada silah pazarları var. Eğer bana para verilebilirse bizde
bu silahlardan alabiliriz dedim.
‘Peki Evladım’ dedi.
Aslında, devletin istihbarat örgütleri, teröristlerin kullandığı silahlar konusunda iyi haber alamamış,
önceden devleti uyarıp güvenlik güçlerinin zamanında hazırlık yapmalarını sağlayamamıştır. Çok
acıdır, devlet kendi askerine teröristlerden etkili bir silahı verememiştir ve askerler kaçak silahlara
yönelmiştir.
Devlet bize istediğimiz silahları vermeyince, biz de kendi paramızla satın aldık. Rahmetli Eşref
Bitlis sayesinde tabura Hakkari Valiliği’nden önemli sayılacak bir para geldi. Derecik’in meşhur
Iraklı Cemil’ine silah siparişleri verildi. Kader bu ya, alınan silahlar Eylül 92’de yapılan ünlü
Derecik çatışmasında PKK’lılar tarafından gasp edildi”
Dönemin Şemdinli Hudut Tabur Komutanı olan Sarızeybek’in anlattıkları gerçekten düşündürücüdür
ve bir o kadar da dikkat çekicidir. Koskoca bir ülkenin sınır karakolunda olmayan silahların terör
örgütünde olması, üzerinde düşünülmesi ve çözüm üretilmesi gereken bir sorunun varlığının temel
kanıtını oluşturmaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 13
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK ile mücadelede ele geçirilen malzemelerin arasında Sniper tipi uzak mesafeli tüfek, haberleşme
sisteminde kullanılan telsizler, gece görüş dürbünleri, yüksek güçteki patlayıcılar, elektronik
haberleşme sistemi, çelik yelek gibi önemli askeri mühimmatların bulunması, PKK’nın gördüğü dış
desteğin ne denli büyük olduğunu kanıtlar niteliktedir. Çünkü kalaşnikof vb. silahlar kaçak yollardan
temin edilebilirken, özellikle Körfez Savaşından önce, yukarıda belirttiğimiz ileri teknoloji ürünü
olan askeri mühimmatlar sadece gelişmiş ülkelerde bulunuyordu. Bu açıdan PKK’nın bunları nasıl
ve nereden temin ettiği sorusu, örgütün AB ülkeleri, ABD, Rusya ve Ortadoğu ülkeleri ile kurduğu
ilişkiler dikkatlice incelendiğinde, cevap bulacaktır.
PKK bu dönemde siyasallaşmayı de örgüt stratejilerinden biri haline getirerek sırasıyla HEP, DEP,
HADEP, DEHAP ve DTP gibi siyasi partileri kurduracaktır.
Siyasallaşma çabalarının yanı sıra Avrupa Birliği ülkelerinin bölücü terör örgütüne kucak açması,
PKK için yeni bir yerleşim alanı oluşturmuştur. Bu sayede birçok gurbetçi vatandaşımız üzerinde
mafyavari yöntemlerle ekonomik bir hegemonya kuran terör örgütü; gasp, haraç, hırsızlık ve
uyuşturucu ticareti gibi yollardan gelir elde etmiştir.
AB’ye girmek için büyük çaba sarf eden Türkiye, bu süreçte bilhassa dış politika yönünden oldukça
zayıf kalmıştır. Yetersiz ve stratejisiz dış politika anlayışı neticesinde terörü destekleyen birçok AB
ülkesi Türkiye’nin en yakın müttefiki haline gelmiştir.
Türkiye’nin, dış politikası ve terörle mücadele stratejisi bakımından kabul edilmesi güç olaylar
zincirinin yaşandığı böylesi bir dönemde, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge başlarıyla kurulan sıcak
ilişkileri anlamak oldukça güçtür.
PKK’nın eylemlerinde verilen şehitlerin ve bunca gazinin yanı sıra ülke ekonomisi de büyük bir
darboğaza girmiştir. Terör örgütü özellikle Irak’ta büyük arazilere kurulmuş ve hastanesinden
okuluna kadar tüm ihtiyaçların karşılandığı kamplarda kendisini geliştirmiştir. Bu kampların
Türkiye tarafından tespit edilmesi ve ardından operasyon kararı alınması bilgisine çok çabuk
bir şekilde ulaşan PKK, bu kampları boşaltmakta ve kampta ‘ajan’ ya da ‘işe yaramaz’ olarak
nitelendirdikleri örgüt mensuplarını bırakmaktaydılar.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1990’dan sonra yapmış olduğu sınır ötesi operasyonlarda çok büyük
başarılar sağlanmıştır. Dönemin komutanları ve yakalanan örgüt mensupları tarafından da dile
getirildiği gibi, PKK bu dönemde çok büyük kayıplar vermiştir. Ancak, yukarıda da değinildiği
üzere, bu etkili operasyonlar PKK’nın üst kademesi nezdinde çok etkili olmamıştır. Çünkü yapılacak
operasyonları bir şekilde haber alan PKK’nın Merkez Komite mensupları bölgeyi hızlı bir şekilde
terk ederek, gerekirse farklı bir ülkeye geçerek faaliyetlerine devam etmişlerdir.
90’lı yılların başında Türk ordusunun terörle mücadele noktasındaki eksikliği ileriki yıllarda
sağlanan tecrübelerle giderilmiş ve gerçekleştirilen modernizasyon çalışmasıyla terör örgütüne
büyük darbeler indirilmiştir. Yapılan modernizasyon çalışmaları sayesinde kullanılan dürbünden,
piyade tüfeğine kadar birçok alanda ekonomik imkânlar seferber edilmiştir. Yapılan bu değişimler
ve özellikle askeri yetkililerin bölgedeki kararlı mücadeleleri 90’lı yılların başındaki terör dalgasını
durdurmuş ve PKK’nın gerileme dönemine girmesini sağlamıştır. Bu sayede terörle mücadelenin
kapsamı genişletilmiş ve hükümetler nezdinde zaman zaman da olsa gösterilen siyasi irade
sayesinde terör örgütü mensupları imha edilmiştir.
Fakat terörle mücadelede askeri yöntemlerle yapılan mücadele bir süre sonra yetersizleşmeye
başlamıştır. Bunun nedeni ise bölücü terörün eylem stratejisini değiştirme kararıdır. Örgüt
tarafından bu kararın alınması hiç şüphesiz Türk askeri karşısında örgütün tutunamayacağının
anlaşılmasıyladır. Karşılarında 1984 yılındaki hantal yapısından uzak bir ordu bulunmakla beraber,
sistemli bir şekilde uygulanan ‘Koruculuk Sistemi’ bölücü teröre büyük zararlar verdirmiştir.
Örgütün eylem stratejisini değiştirmesiyle birlikte, geniş kapsamlı bir sivil örgütlenme ve
propaganda dönemine girmiştir. Bu döneme girilmesinde PKK’yı destekleyen devletlerin ve
14 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
uluslararası örgütlerin de rolü büyüktür.
Öte yandan AB ve ABD’nin Türkiye’deki ‘Sivil Toplumun’ geliştirilmesi projeleri de bu süreçte
PKK’ya büyük kolaylıklar getirmiştir. Dış kaynaklardan sağlanan yardım ve fonlarla birçok
Sivil Toplum Kuruluşu (STK) kurulmuş ve bu STK’ların bir kısmında açıkça terör örgütünün
propagandası yapılmaya başlanmıştır. Aynı zamanda siyasallaşma kapsamında bölgede kurduğu
baskılarla milletvekili kazanan örgüt, TBMM’de dahi kendi propagandasını yaptırmıştır.
İşte tam da bu noktada terörle mücadelede yalnızca askeri yöntemlerin yeterli olmadığı bir kez daha
görülmüştür. Bu dönemde bölücü terör örgütü yandaşları birçok üniversitede, STK’da ve kamu
kuruluşlarında kadrolaşmaya başlamış, etkin bir propaganda sayesinde geniş bir kitleye ulaşmıştır.
Örgütün MED TV isimli bir televizyonu dahi bu süreçte ortaya çıkarılmış ve bu televizyon birçok
AB ülkesinin desteğiyle bugünlere kadar getirilmiştir. Bugün ROJ TV adı altında yayın yapan bu
kuruluşu var eden Danimarka’nın, Türkiye’deki mevcut hükümet tarafından Birleşmiş Milletler
(BM) Genel Sekterliği’nde desteklenmesi, tıpkı 1990’lı yıllarda Barzani ve Talabani’ye verilen
kırmızı pasaport olayına benzemektedir.
1993 ve 1999 yılları arasında terörle mücadelede önemli başarılar sağlanmıştır. Bu başarılar
neticesinde birçok örgüt mensubu yakalanmış, bilhassa 1997’den sonra teröre destek veren
devletlere karşı net bir tavır sergilenmiştir. Böylece terör örgütü birçok ülkede barınamaz hale
gelmiştir. Aynı zamanda bölge insanın terörden duyduğu rahatsızlık had safhaya ulaşmış ve örgütün
düşük miktar da olsa almış olduğu sivil destek asgari düzeye inmiştir.
Terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan bu süreçlerde sürekli olarak örgütün stratejisini değiştirme
söylemlerinde bulunmuş ve örgüt içerisinde uyguladığı infaz kararlarıyla terör örgütü içinde birçok
kez tartışma konusu haline gelmiştir. Kendi taraftarları arasında dahi liderliği tartışılmaya başlanan
Öcalan, yakalandığı 1999 yılından önce sürekli olarak ülke değiştirmek zorunda kalmıştır.
Öcalan’ın yakalanma sürecine değinmeden önce 1989 yılından beri Suriye’de özel villasından
terör örgütünü yönettiğini unutulmamalıdır. Lakin Türkiye’deki siyasilerin, hükümetlerin ve askeri
kanadın Suriye’ye göstermesi gereken tepkiyi neden bu kadar geç gösterdiği ya da gösterebildiğine
mantıklı bir cevap bulmak son derece güçtür. Buna rağmen, geç de olsa, Suriye’ye gösterilen tepki
bir anda Öcalan’ın yakalanmasına ve beraberinde örgütün çözülmesine zemin hazırlamıştır.
Bebek Katilinin Yakalanışı
1989 yılından beri Öcalan’ı himaye eden Suriye’ye, dönemin Kara Kuvvetleri komutanı Orgeneral
Atilla Ateş’in, siyasilerin göstermediği tepkiyi şu sözlerle dile getirmesi bebek katilinin yakalanma
sürecini başlatmıştır:
“Bütün bu iyi niyetimize ve gayretimize rağmen, bazı komşularımız, özellikle ismini açıkça
söylüyorum, Suriye gibi komşular iyi niyet ve gayretimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen
eşkıyayı destekleyerek Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye, iyi ilişkiler konusunda
gerekli çabayı gösterdi. Ancak, sabrımız kalmadı.
Artık sabrımız kalmadı. Eğer gerekli tedbirleri almazlarsa biz Türk Milleti olarak her türlü tedbiri
almak zorunda kalacağız.”[12]
Konu önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında Çankaya Köşkünde toplanan
Milli Güvenlik Kurulunda ele alındı. Bu toplantıda oluşturulan Milli Güvelik Siyaset Belgesi,
güvenlik konseptinin değiştiğini gösteriyordu. Türkiye, PKK’ya destek veren ve Öcalan’a kucak
açan Suriye’ye karşı ilk kez güç kullanma kararlılığındaydı.[13]
Türkiye terör belasından kurtulmak için savaşı bile göze almıştı. Türk savaş uçakları Suriye
sınırında denetim uçuşları yapıyor; TSK, Suriye sınırının sıfır noktasına kadar 35 bin asker ve
gerçek mermilerle yapılacak olan tatbikata hazırlanıyordu.[14]
www.ulkuocaklari.org.tr 15
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Suriye’ye yapılan bu baskılar olumlu sonuç verecek ve Öcalan sınır dışı edilecektir. Öcalan daha
sonra, Suriyelilerin kendisine, “Ya Türkiye ile aramızda savaş çıkar veya biz seni yakalar ve
Türkiye’ye teslim ederiz; tercih yapmak zorundasın.” dediklerini anlatacaktı.[15]
Bu gelişmeler üzerine 9 Ekim 1998 günü Suriye’den ayrılan Abdullah Öcalan’ın yolculuğu,
Yunanistan, İtalya ve Rusya’da devam edecek, 15 Şubat 1999’da Kenya’da son bulacaktır. [16]
Türkiye Cumhuriyeti’nin yetkili organları tarafından yargılanma sonucunda açıklanan gerekçeli
kararda Öcalan’ın kaçış süreci şu şekilde açıklanmıştır:
“Sanık Abdullah ÖCALAN, Türkiye Cumhuriyeti Şanlıurfa İli Halfeti İlçesi Ömerli Köyü
nüfusuna kayıtlı olup, kararımızın sonraki bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, 1978
yılında PKK terör örgütünü kurmuş, o tarihten yakalandığı 15.02.1999 gününe kadar fiilen genel
başkanlığını yürütmüştür. Sanık 1978 yılında PKK’yı kurduktan sonra, 1979 yılında yurtdışına
kaçmış ve Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde, Filistin Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’nin himayesindeki
kamplarda uzun yıllar kaldıktan sonra 1992 yılından itibaren Suriye’ye geçerek Şam’da faaliyetlerini
sürdürmüştür. Türkiye’nin baskıları sonucu Suriye Devleti tarafından 09 Ekim 1998 günü Suriye’den
çıkış yapmaya zorlanmış ve böylece 09 Ekim 1998 günü Suriye’den çıkış yapıp Yunanistan’a
gelmiş, Yunanistan’da bir süre kalmış, iltica talebi kabul edilmemesi nedeniyle buradan da ayrılıp
Moskova’ya gitmiş, Rusya’da da 33 gün kaldıktan sonra İtalya’ya geçmiş, İtalya’da siyasi iltica
talebinde bulunmuş, ancak bu talebi kabul edilmeyince 66 gün sonra, 16 Ocak 1999 günü İtalya’dan
ayrılıp tekrar Moskova’ya gelmiş, burada hoş karşılanmaması sonucu 29 Ocak 1999 tarihinde
Moskova’dan ayrılarak tekrar Yunanistan’a gelmiş, fakat gelmesine karşı çıkan Yunanistan
görevlilerince uçakla Minsk Havaalanı’na bırakılmış, burada da kabul görmemesi nedeniyle zorunlu
olarak tekrar Yunanistan’a dönmüş; bunun üzerine Yunanistan’da kalması sakıncalı görüldüğünden
Kenya’ya götürülerek Yunanistan Büyükelçiliği’ne ait konutta barındırılırken Kenya güvenlik
birimlerince yakalanarak 15.02.1999 günü Türk güvenlik görevlilerine teslim edilerek Türkiye’ye
getirilip özellikle sanığın kendi can güvenliği sağlamak amacıyla İmralı Adası’nda inşa edilen ve
yüksek güvenlik sistemi ile donatılan cezaevine konulmuştur.”[17]
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sürecinde AB üyesi ülkelerin, Rusya’nın ve komşularımızın
ikiyüzlü politikaları dikkat çekmektedir. Aslında ellerinde tuttukları bu katili türlü oyunlarla
Türkiye’ye vermeyen ülkeler ve bunların o zamanki siyasileri açıkça insanlık suçu işlemişlerdir.
Eğer ki Türkiye o zamanlar dış politika noktasında ciddi bir güç olsaydı veyahut kendi gücünün
farkında olsaydı; Öcalan’ı iade etmeyen ülkeler, onun çok daha önce yakalanmasını sağlayıp
Türkiye’ye teslim edebilirlerdi.
Abdullah Öcalan 29 Haziran 1999’da “vatana ihanet” suçundan idama mahkûm edilmiştir. Ekim
2001’de yapılan Anayasa değişiklikleriyle Türk Ceza Kanunundan “ölüm cezasının” kaldırılması
sonucu ömür boyu hapis ile cezalandırılmıştır.[18]
Açıklanan gerekçeli karar daölüm cezası şu şekilde yer almıştır:
“Şanlıurfa ili, Halfeti ilçesi, Ömerli köyü, Cilt No: 029/Ol, Aile Sıra No: 18, Birey Sıra No: 13’de
nüfusa kayıtlı, Ömer ve Uveyş’den olma 14.04.1947 Asli, 14.04.1949 Tashih doğumlu Sanık
Abdullah ÖCALAN’ın;
Kurduğu silahlı terör örgütü PKK’yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare
ederek, devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa
matuf eylemleri gerçekleştirdiği sabit görüldüğünden, eylemine uyan TCK’nun 125. maddesine
göre ÖLÜM CEZASI ile Cezalandırılmasına.”[19]
Öcalan’ın idam cezasının uygulanabilmesi için kararın TBMM tarafından da onaylanması
gerekmekteydi. Zamanın birçok medya kuruluşunun ve kanaat önderlerinin karşı çıktığı idam
hakkında Türkiye’de önemli tartışmalar yaşanmıştır. Koalisyon ortakları DSP ve ANAP idam
cezasının kaldırılmasını isterlerken, MHP idam cezasının ‘terör suçlarını hariç tutacak şekilde’
16 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kaldırılmasını talep etmekteydi. MHP’nin bu tutumu hükümet içinde de anlaşmazlık yaratmıştı.
İdam cezasının kaldırılmasına ilişkin dosya hakkında TBMM’nin vereceği karar, Öcalan’ın idamı
konusunu da açıklığa kavuşturacaktı. 1 Ağustos 2002 tarihinde Meclis’in olağanüstü gündemle
toplanmasıyla ‘idamın kaldırılması oylamaya sunulmuştur’. MHP dışında tüm partilerin idam
cezasının kaldırılması yönünde oy kullanması sonucu Türk Ceza Kanunundan idam cezası
kaldırılmıştır. Alınan bu karar neticesinde idam cezasına çarptırılmış tüm mahkûmlar gibi Öcalan’ın
cezası da ömür boyu hapse çevrilmişti.
İdam cezasının kaldırılmasıyla alakalı tartışmalar zaman zaman alevlenirken 1 Ağustos 2002
tarihinde idamın kaldırılması yönünde oy kullanan milletvekillerinin partilere göre dağılımı şu
şekilde olmuştur:
ANAP 73
DSP 72
YTP 52
AKP 46
Saadet 20
Bağımsız 11.
İdam cezasının kaldırılmasını kabul etmeyerek ‘hayır oyu’ kullanan tek parti de 116 milletvekiliyle
MHP olmuştur.
1984-1999 Arası Terör Bilançosu[20]
PKK’nın silahlı terör eylemlerini başlattığı 15 Ağustos 1984 tarihinden 30 Eylül 1999 tarihine
kadar geçen dönemde 21.631 terör olayı gerçekleşmişti. Olaylardan 6.742’si saldırı, 8.511’i
güvenlik kuvvetleriyle çatışma, 3.473’ü mayın döşeme ve bombalama suretiyle patlama, 411’i
gasp, 1.076’sı yol kesme ve adam kaçırma, 758’i kanunsuz toplantı düzenleme, 660’ı bildiri
dağıtma şeklinde gerçekleşti.
Bu olaylarda 4.018’i asker, 1.264’ü GKK (geçici köy korucusu), 254’ü polis olmak üzere toplam
5.536 güvenlik görevlisi şehit oldu. 8.644’ü asker, 1.723’ü GKK, 987’si polis olmak üzere toplam
11.354 güvenlik görevlisi yaralandı. 4.558 vatandaş bu olaylarda hayatlarını kaybetti. 5.853
vatandaş da yaralandı.
Bu olaylara neden olan 18.741 terörist ölü ele geçirildi, 2.133 terörist de güvenlik güçlerine teslim
oldu. Güvenlik güçlerinin yapmış oldukları başarılı operasyonlar neticesinde, örgüte ait 23.611
uzun namlulu silah, 5.552 tabanca, 21.276 bomba ve çok miktarda mühimmat ele geçirildi.
C.1999-2002 ARASI DÖNEM
Bölücübaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanışı ve ölüm cezasına çarptırılması sonrasında bölücü terör
örgütü PKK dağılma sürecine girmiştir. Bu süreçte Türkiye içerisindeki birçok örgüt militanı
Irak’ın kuzey bölgesi ve komşu ülkelerdeki kamplara kaydırılmıştır.
Öte yandan Öcalan’ın yakalanması psikolojik savaşta da Türkiye’nin büyük bir üstünlük kurmasına
olanak vermiştir. Terörün bitirilmesine yönelik bu olumlu dalga, zamanın koalisyon hükümeti
MHP-DSP-ANAP 3’lü koalisyon hükümetinin gösterdikleri siyasi irade ile meyvesini hızlı bir
şekilde vermeye başlamıştır. AB’nin, terörle mücadele yönündeki yasaları değiştirerek, PKK’yı
dolaylı yollardan rahatlatma çabaları ise MHP’nin çabalarıyla büyük ölçüde engellenmiştir.
Terör örgütünün propaganda araçlarının ve aldıkları ekonomik desteklerin birer birer deşifre olduğu
www.ulkuocaklari.org.tr 17
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bu dönemde örgütün önemli isimleri de yakalanarak Türk adaletine teslim edilmiştir. Medyada
terörün bittiğine dair oluşan hava tüm Türkiye’yi sarmaya başlamıştır. Bu durum ‘PKK’nın çöküş
sürecini’ oluşturduğu için, örgüt yeni bir strateji belirleme ihtiyacını duymuştur.
PKK’nın bu yeni stratejisinde, “Kürt kültürel kimliği”ne yapılan vurgu, örgütün siyasallaşma
çabalarının en önemli ayağını oluşturmaktadır. Etnik kimliğin böylelikle ön plana çıkarılmasıyla
birlikte, Kürtlerin kendilerine özgü ortak bir geçmişe ve ortak bir dile sahip oldukları yönündeki
savların Kürtçü yayın ve faaliyetlerde sık sık dile getirildiği görülmektedir. Etnisiteye dayalı bir tür
mikro milliyetçilik çerçevesinde ele alınması gereken bu tür savlar, bilimsel temellere dayanmaktan
ziyade, hem kökensel hem de kültürel açıdan Kürtler ile Türkler arasında bir ayrıştırmayı
amaçlamakta, böylelikle de terör örgütünün eylem ve iddialarına haklılık kazandıracak yapay
bir zemin oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Kürt kimliğine ilişkin araştırma ve çalışmalarda ortaya
konulan tezlerin PKK’nın uygulamaya koyduğu yeni strateji ile nasıl paralellik içinde bulunduğunu
ve hatta örtüştüğünü görmek açısından, öncelikle Kürt tarihi ile ilgili savlar incelenecek, ardından
Kürt dili hakkında ortaya atılan iddialar ele alınacaktır.[21]
Bölücü terör örgütünün bu stratejisi AB’nin tüm desteğine rağmen bir türlü hayata geçirilememiştir.
AB’nin özellikle etnik farklılıkları ön plana çıkaran ve terörle mücadelede güvenlik güçlerinin elini
kolunu bağlayan paketleri meclisten geçirme girişimleri çoğu zaman başarısızlıkla son bulmuştur.
Aynı zamanda Kürtçe kursların açılması, Kürtçenin yaygınlaştırılması, Kürtçe televizyonun
kurulması gibi Kürt dilini yaygınlaştırma çabaları bu dönemde başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Hiç
şüphe yok ki bu durumun oluşmasında MHP’nin çok büyük katkısı vardır.
Terör örgütü yandaşı STK ve kendilerini aydın olarak nitelendiren bazı grupların da Öcalan’ın
yakalanma sürecini farklı bir şekilde yorumladıkları bilinmektedir. Hatta bazı medya organlarında,
1980 öncesindeki buhranlı yıllara vurgu yapılarak, MHP ve yöneticileri için ‘faşist’ yaftalaması
yapıp, terör örgütünden ‘halk hareketi’ olarak bahsettikleri görülmüştür. Bu süreçlerde PKK
mensupları ile bazı aydınların MHP hakkında ortak noktada buluşmaları ise oldukça dikkat
çekicidir.
Sonuç
3 Kasım 2002 genel seçimlerinden sonra iktidara gelen AKP hükümeti, neredeyse sıfır terörle
yönetimi devralmıştı. Fakat bölücü teröre karşı verilen bu mücadelenin bu dönemde geri plana
itilmesi, AB’ye uyum adı altında değiştirilen yasalar, PKK’nın değişen stratejisiyle paralellik
göstermiştir. Eskiden örgütün propagandasını yapan STK vb. kuruluşların sayısı bir elin parmaklarını
geçmezken, uyum yasaları çerçevesinde bu gibi yapılanmalar yüzlerle ifade edilir hale gelmiştir.
PKK’nın değişen tezleri ve stratejileriyle uyumlu olarak gelişen süreçlerde siyasallaşma da büyük
önem teşkil etmekteydi. Bu kapsamda PKK yandaşı eski DEP milletvekilleri Leyla Zana ve
arkadaşlarının, AB’nin yaptığı baskılarla serbest bırakılması sağlanmıştır. Ardından gelen süreçte
kurulan DTP (Demokratik Toplum Partisi) ise PKK’nın tüm tezlerini meşrulaştırma çabasında olan
ana merkez haline gelmiştir.
Terörle mücadelede en önemli olgu hiç şüphesiz ‘Siyasi İrade’dir. Çünkü Türkiye’nin askeri
mücadele yöntemleri azami gücüne erişmiş ve çağın gerektirdiği teknolojik imkânlar çerçevesinde
donatılmıştır. Hem bölgesinde, hem de dünyada, bilhassa kara kuvvetlerinin gücü bakımından
sayılı kuvvetler arasında yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin potansiyeli iyi kavranılabilmelidir.
Bu potansiyelin siyasi hükümetler tarafından desteklenmesi de hiç şüphesiz çok önemlidir. Salt
askeri müdahale ile terörün bitirilmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü PKK, dağda bir terörist
kalmasa dahi, varlığını sürdürecek bir siyasallaşma ve propaganda gücüne ulaşmıştır. Bu şartların
oluşmasına zemin hazırlayan yapılanmaları en ince ayrıntısına kadar tespit edecek ve bununla
mücadele edecek olan güç ise terörü bitirmeyi hedefleyen siyasi iradedir. 2002 yılından sonraki
dönem bu bağlamda incelendiğinde, terörle mücadele noktasında önemli bir siyasi zafiyet göze
çarpmaktadır.
18 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK terörünü 2002 yılından itibaren ele alacak olursak; özellikle sivil toplum örgütleri kanalıyla
ve siyasi söylemlerle başlatılan bölücü örgüt propagandasının, içinde bulunduğumuz 2009 yılında
had safhaya ulaştığını görebilmekteyiz. Her gün verdiğimiz şehitler, ancak 13 şehit aynı anda
verildiği zamanlarda ülke gündemine taşınmış ve sınır ötesi hareket konuşulmaya başlanmıştır.
Kısacası, terör ne zaman Türkiye’ye büyük kayıplar verdirmişse o zaman konuşulmaya başlanmış,
gündem maddesi olabilmiştir. Bunun dışında yapılan bölücülük faaliyetleri ise sivrisinek ısırıkları
gibi geçici bir etkiye sebep olmuştur. Hâlbuki bu ısırıklar, dikkat edilmemesi durumunda insanda
sıtmaya kadar birçok hastalığa yol açabilmektedir. Bu ciddi tıbbi meseleyi ufak bir benzetme
yoluyla Türkiye’ye uyarladığımız zaman aynı sonuçları alabilmekteyiz. Bu yüzdendir ki ufak çaplı
terör kayıpları geri plana atıldıkça büyümüş, Türkiye’nin her köşesini esir alan bir hastalık haline
gelmiştir. Bu durum 20 yılı aşkın süredir böyle süregelmiş ve teröre karşı gösterilmesi gereken
siyasi irade yoksunluğu bu durumun devam edeceğinin de sinyallerini vermiştir.
Günümüze baktığımızda Türkiye’nin eli kolu bağlanmış, hantal bir yönetim mekanizmasına sahip
olduğu görülecektir. Bu hantal yapının terörle mücadele noktasındaki bürokratik karmaşası da
aşılması gereken bir problemdir. Genelkurmay Başkanının Başbakana mı yoksa Cumhurbaşkanına
mı bağlı olup olmadığı tartışmalarının gündem belirlediği ülkemizde bu bürokratik hantallık bir
türlü aşılamamaktadır. Tüm bunların sonucunda da terörle mücadelede gösterilmesi gereken tavır,
garip bürokratik karmaşalar arasında geri planda kalmaktadır. Son yıllarda bir takım kamuoyu
oluşturucular tarafından Genelkurmay Başkanının nereye bağlı olduğu tartışmasının ana gündem
maddesi haline getirilmesi de bunun göstergesidir.
Terörü bitirecek siyasi irade ne zamanki aşağıda sıralanan maddeleri gerçekleştirecektir, işte o
zaman bu ülkede terörün şiddeti en asgariye indirilecektir. Bu noktadan hareketle en kısa zamanda
aşağıdaki maddeler bir an önce uygulanmalıdır:
-PKK’yı terör örgütü kabul etmeyen ülkeler Birleşmiş Milletler nezdinde protesto edilmelidir,
-PKK’yı siyasi, maddi, manevi destek veren her kişi, kurum, kuruluş ve topluluğa karşı hukuki
çerçevede yaptırıma gidilmelidir,
-Terörle Mücadele Yasası’nda, CMUK’ta, Türk Ceza Yasası’nda yapılan değişiklikler, Türkiye’nin
terörle mücadelede güç kaybetmesine yol açmıştır. Yapılan bu değişiklikler AB çıkarında değil,
Türkiye’nin çıkarında iyileştirilmeli ve yasal boşluklar bir an önce giderilmelidir,
-PKK’nın en önemli hayat kaynaklarını sağladığı, Irak’ın kuzeyinde bulunan kamplarına sınır ötesi
askeri bir operasyon acilen yapılmalıdır,
-Eğitim müfredatı çerçevesinde tüm okullarımızda terörün adı konmalı ve geleceğimizin lider
kadroları olacak ve özellikle üniversite okuyan gençlerimiz bilinçlendirilmelidir, gerekirse terörü
anlatan ve Türkiye’deki terörizm faaliyetleri tanımlayan dersler zorunlu olarak okutulmalıdır,
-Türkiye’ye gelip PKK’nın sözcülüğünü yapan bir takım yabancı diplomatlara kesinlikle sınırdışı
cezası getirilmeli ve Türkiye’nin terör konusundaki hassasiyeti açıkça ortaya konmalıdır,
-Terörle mücadele edilmesi için Türk Silahlı Kuvvetlerine tam yetki verilmelidir, kaldırılmaya
çalışılan koruculuk sistemi ve askeri istihbarat terörle mücadele kapsamında yeniden
yapılandırılmalıdır,
-PKK’ya destek veren tüm sivil toplum örgütleri, sözde aydınlar, kuruluşlar, kişiler en kısa zamanda
yargıya intikal ettirilmeli ve gereken demokratik tepki en sert biçimde verilmelidir,
-PKK’nın özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaptığı görsel ve yazılı yayınlara
son verilmesi için gerekli düzenlemeler acilen yapılmalı; başta ROJ TV ve Özgür Gündem gazetesi
olmak üzere bu kuruluşların tüm yönetici ve çalışanları Türk Adaletine teslim edilmelidir,
www.ulkuocaklari.org.tr 19
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
-DTP’nin PKK ile ortak noktaları çok açık bir şekilde görülmekdüğü hâlde seçimlere dahi katılıp
mecliste grup kuracak bir duruma gelmesine olanak sağlayan yasal boşluklar giderilmeli ve
DTP’nin kapatma davası hızla sonuçlandırılarak DTP’ye bağlı kişilere gerekli yasal yaptırımlar
uygulanmalıdır.
Yukarıda genel manada değerlendirdiğimiz konular Türkiye’de PKK terörünün bitmesi için gerekli
olan en önemli hususlardır. Bu maddelerin çok daha geniş bir şekilde ele alınıp, genişletilmesi
Türkiye’nin terörle mücadelede göstereceği siyasi irade ile mümkün olacaktır.
2002 yılında tüm unsurlarıyla bitme noktasına gelen PKK terörünün, bugünkü durumda 1990’lı
yılların başındaki gücüne ulaşması çok tehlikeli bir durumdur. 1990’lı yılların başından itibaren çok
yoğun bir biçimde şehit vermemize sebep olan bu bölücü örgüt, bugün kuruluş amaçlarından biri
olan “siyasallaşmaya” da ulaşmış bulunmaktadır. İşte bu gerçeğin farkında olarak, siyasi iradenin
en kısa zamanda terörü bitirmek için ortaya konması gerekmektedir.
Yıllardır dindar-laik kavramları arasında kısır bir tartışmaya mecbur bırakılan Türk Milleti, bu
durumdan bir an öce kurtulmalıdır. Sandıkta verilen oyla bitirilmeyeceği çok net olarak karşımızda
duran PKK terörü, yukarıdaki maddelere işlerlik kazandırılması durumunda büyük bir çöküş
sürecine girecektir. İşte bu süreçte ve sürecin sonucunda gösterilmesi gereken en önemli tavır,
terörle mücadelede siyasi iradenin tecelli etmesidir. Ne zaman ki Türkiye’de Milli Devlet anlayışı
herkes tarafından kabul edilecektir, işte o gün Türkiye hem içte hem de dışta gerçek bir bağımsızlığa
ve güce ulaşacaktır.
Dipnotlar
[1] ŞEHİRLİ, Atila, Türkiye’de Bölücü Terör Hareketleri, Burak yay, İstanbul, Nisan, 2000, s.270
[2] ÇEŞME, Ahmet, ‘Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü/ Psikolojik Harekat ve PKK’, IQ Yayınları, İstanbul, 2005,
sy.140
[3] ÇEŞME, a.g.e. s.144
[4] ÖZCAN, Nihat, Ali, Terör ve Ekonomi, ASAM Yayınları, Ankara, 2000, s.300.
[5] ŞENOCAK, Hasan Emre, “Avrupa Terör Örgütleri ve Ülke Politikalarına Yansımaları” Platin Yayınları, Ankara,
2006, s.152
[6] ÇEŞME a.g.e. s.145
[7] ERDOĞAN, Davut, ‘Terörle Mücadelede Halkla İlişkiler ve Propagandanın Yeri ve Önemi’, TODAİ, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1998, s.24-25
[8] ŞENEL Adnan, ‘Çılgınlıktan Sağduyuya: İtirafçılar Anlatıyor’, Ankara: Daily News Matbaası, 1987 sayfa: 165
[9] KİRİŞÇİ, Kemal “Türkiye ve Kuzey Irak’taki Kürt Güvenlik Bölgesi”, Avrasya Dosyası, Cilt 3, No.1
[10] Hamza Keleş, Nuh Mete Yüksel ve Talat Şalk, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın
26/04/1999 gün ve 1998/98 Esas No’ku iddianamesi 2.bölüm sy: 44
[11] Hamza Keleş ve diğerleri, sy: 44
[12] ÖZKAN, Tuncay, ‘Abdullah Öcalan Ne Olacak ?’, Alfa Kitap,İstanbul, 2005, sy.59
[13] ÇEŞME, a.g.e. s.159
[14] PİRİM, Oktay ve ÖRTÜLÜ, Süha, ‘Ömerli Köyünden İmralı’ya PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü’, Boyut Kitapları,
İstanbul, 1999, s.80
[15] ÖZKAN, Tuncay, ‘Operasyon’, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000, sy.69
20 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[16] ÇEŞME, a.g.e. s.159
[17] Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan
Davası Gerekçeli Kararı
[18] ŞENOCAK, a.g.e. s.170
[19] Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan
Davası Gerekçeli Kararı
[20] EGM, Temuh Daire Başkanlığının Verileri
[21] DOĞAN, Dr. Gürkan, “Stretejik Müttefikten Uluslar arası Terörizme”, IQ Yayınları, İstanbul, 2007, s.171-172
KAYNAKÇA
Kitaplar
ÇEŞME, Ahmet, ‘Kansız Mücadelenin Kanlı Yüzü/ Psikolojik Harekat ve PKK’, IQ Yayınları, İstanbul, 2005
DOĞAN, Dr. Gürkan, “Stretejik Müttefikten Uluslar arası Terörizme”, IQ Yayınları, İstanbul, 2007
EGM, Temuh Daire Başkanlığının Verileri
ERDOĞAN, Davut, ‘Terörle Mücadelede Halkla İlişkiler ve Propagandanın Yeri ve Önemi’,
ÖZCAN, Nihat, Ali, Terör ve Ekonomi, ASAM Yayınları, Ankara, 2000
ÖZKAN, Tuncay, ‘Abdullah Öcalan Ne Olacak ?’, Alfa Kitap,İstanbul, 2005
ÖZKAN, Tuncay, ‘Operasyon’, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000
PİRİM, Oktay ve ÖRTÜLÜ, Süha, ‘Ömerli Köyünden İmralı’ya PKK’nın 20 Yıllık Öyküsü’, Boyut Kitapları, İstanbul,
1999
ŞEHİRLİ, Atila, Türkiye’de Bölücü Terör Hareketleri, Burak yay, İstanbul, Nisan, 2000,
ŞENEL, Adnan, ‘Çılgınlıktan Sağduyuya: İtirafçılar Anlatıyor’, Ankara: Daily News Matbaası, 1987
ŞENOCAK, Hasan Emre, “Avrupa Terör Örgütleri ve Ülke Politikalarına Yansımaları” Platin Yayınları, Ankara,
2006,
TODAİ, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 1998
Belgeler
Ankara 2 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 1999/21 Esas No, 1999/73 Karar No’lu Sanık Abdullah Öcalan
Davası Gerekçeli Kararı
Hamza Keleş, Nuh Mete Yüksel ve Talat Şalk, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı’nın
26/04/1999 gün ve 1998/98 Esas No’ku iddianamesi 2.bölüm
www.ulkuocaklari.org.tr 21
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BİRİLERİ TERÖRLE MÜCADELE ETMİYOR!
Batuhan ÇOLAK
“Erzincan’ın Kemah ilçesine bağlı Olukpınar Köyü yakınlarında, terör örgütü PKK’nın yola
yerleştirdiği mayın, askeri aracın geçişi sırasında uzaktan kumandayla patlatıldı. Olayda 9 asker
şehit oldu, 2 asker yaralandı.”
Evet, bu haberi duyup, dinleyip her zamanki gibi hüzünleniyor, kahrediyor ve siyasilerimizin
verdikleri “Terörle mücadelemiz artarak devam edecektir.” demeçleriyle rahatlamaya çalışıyoruz.
Ama her zamanki gibi yanılıyoruz.
Bu yanılgımız öyle ileri boyutlarda ki; 1984’ten bu yana süren bölücü etnik terörün tüm
uzantıları ortaydayken, hayali kurucular yaratıp telefon görüşmelerini esas alarak bölücü örgütü
çökerteceğimizi sanıyoruz.
HEP, DEP, DEHAP, HADEP ve son olarak DTP’yi mecliste barındırırken, PKK yandaşı
milletvekillerine aylık 9,500 YTL vererek, terörü bitireceğimizi sanıyoruz.
Öyle bir noktaya geldik ki, Ankara’nın göbeğinde “Gençlik APO’nun fedaisidir!” sloganlarına
soruşturma açılıp herhangi bir yaptırım uygulanacağını düşünerek, terörle mücadele ettiğimizi
sanıyoruz.
Bizi öyle kandırıyorlar ki, DTP’li 56 belediye başkanına açılan soruşturmaların neticesinde, bu
belediye başkanlarının artık PKK’yı desteklemekten vazgeçtiğini sanıyoruz.
Öyle bir durumdayız ki, Fethullah Gülen destekli Abant Platformları’nda ‘II. Cumhuriyetçiler’ gibi,
herhangi bir fikirsel argümanı olmayan, kamuoyu yönlendiricileri ve PKK’nın açık destekçileri olan
bir takım baro başkanları, akademisyenler ve bir takım milletvekilleri ‘Türkiye’nin adam olması
için Kürt kimliğini tanıması gerektiği’ şeklinde sert açıklamalar yapıp gazete ve televizyonlarımızı
işgal edebiliyorlar. Ve yine biz, bu kişilerin açık bağlantısı olan gazete, TV ve diğer yayınlarını tiraj
ve reytinglerde en üste çıkartarak terörle mücadele ettiğimizi sanıyoruz.
Zihnimiz o kadar berrak ki, şehit babasının oğlunun cenazesinde hükümet yetkililerine gösterdiği
tepki sonrası jet soruşturma açılarak, 11 ay hapis cezasına çarptırıldığını unutup, DTP’nin
kapatılması için yapılan “Zaman lazım.” şeklindeki resmi açıklamalara inanıyoruz.
Terörle o kadar yoğun bir mücadele veriyoruz ki, DTP’li 56 belediye başkanına açılan soruşturmaların
sonucunda görevden alınmaları gerekliliği yönünde İçişleri Bakanlığımıza giden evrakların hiçbiri
kabul görmüyor ve bu belediye başkanları görevlerine kaldıkları yerden devam ediyorlar. Terörist
cenazelerine resmi araç, bölücü örgüt liderinin doğum günü kutlamaları için otobüs tahsisi, terör
örgütü yanlısı halkı galeyana getirme faaliyetlerini öylece seyrediyoruz. Ve sanıyoruz ki bu kişilere
gerekli hukuki işlemler yapılacak.
Artık biliyoruz ki, Kürtçülük yapmak entelektüel olmanın temel gerekliliği olurken, ‘bölücü terör
örgütü’ demek dahi şoven milliyetçilik olarak değerlendiriliyor. Ve böylece demokratik ve terörsüz
bir ülke olduğumuzu sanıyoruz.
22 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk Silahlı Kuvvetleri birtakım medya organları tarafından sürekli olarak siyasi polemiklere
sokulmak istenirken, terör örgütünün destekçisi birtakım kişiler ABD’deki bir cemaatin
sağladığı finansmanla Türk ordusunu yıpratmaya çalışıyor. Ve yine biz sanıyoruz ki bu ‘basın
özgürlüğüdür’.
Demokrasi algımız öylesine ileri ki, bölücü terör örgütünün tüm siyasi yapılanması televizyonlarda,
gazetelerde boy boy görüntülerle Türk halkının gözünün içine baka baka ‘Sayın Öcalan’ derken biz
bunun ifade özgürlüğü olduğunu sanıyoruz.
Bilişim alanında o kadar uzmanlaştık ki, terör örgütünün açık propagandasını yapan sadece bizlerin
tespit ettiği 400 internet sitesi varken, biz ‘YouTube’ isimli internet sitesinin kapatılmasını ana
haber bültenlerinde tartışıyoruz. Çünkü biz, gelişmiş bir ülke olduğumuz için, terörden ziyade
bilişim sorunlarıyla ilgileniyoruz.
Sosyal devlet anlayışımız öyle gelişti ki, kömür, erzak yardımı derken halkı bir kuru ekmek yemeğe
mecbur bırakanları, yardımsever ve karizmatik lider olarak tanımlıyoruz.
Ve toplumsal reflekslerimiz o kadar gelişti ki, haftalardır, aylardır ve yıllardır süregelen şehit
cenazelerinde gördüğümüz yetim kalan evlatlarımıza ah ederken, terör örgütünün destekçilerine
hukuki tepkimizi bile gösteremiyoruz.
***
İşte biz böylesine gelişmişken bazı sorular yine de kafamıza takılıyor. Bu sorunların çözümü için
de:
“Neden?” diye soruyoruz:
Neden, DTP içinde faaliyet gösteren tüm yönetici, üye v.b. kadrolar terör örgütü sempatizanlığı
yapmaktan hukuki prosedüre tabi tutulmuyor? Nasıl oluyor da söz konusu kişilerin sadece bazıları
hakkında ufak soruşturmalar açılıp konu geçiştirilirken, bölücü örgüt propagandası yapmaya
devam eden esas başlar özgür bir şekilde dolaşabiliyor?
Neden, 2004 yerel seçimlerinden beri, İçişleri Bakanı’nın atacağı bir imza ile görevden alınması
gereken PKK yandaşı belediye başkanları, hâlâ görevlerinin başında bölücü örgüte destek
olabiliyorlar?
Neden, Hindistan’ın bile uzaya roket attığı bir dönemde, “Türkler mi yoksa Kürtler mi terörden
daha çok etkileniyor?” gibi abuk tartışmalar içerisine giriyoruz?
Neden, kendilerini aydın olarak adlandıran bir kısım ünlülerimizin, herhangi bir terörizm faaliyeti
karşısında bu durumu ‘Kürt sorunu’, bölücü örgüt propagandası yapıldığında ise bunu ‘ifade
özgürlüğü’ olarak tanımlamalarını sorgulamıyoruz?
Neden, şöhretli bildiğimiz birçok sanatçı, PKK’nın çeşitli organizasyonlarında sahne alıyorlar ve
haklarında herhangi bir işlem yapılmıyor?
Neden, işçi, memur eylemleri en sert şekilde polis müdahalesine uğrarken, bölücü örgüt yanlısı
faaliyetler bu tarz sert tepkilerle karşılaşmıyor?
Neden, üniversitelerde bölücü örgüt yandaşlarının çıkardığı olaylar ve provokatif eylemler,
‘birtakım marjinal sağ ve sol grupların çatışması’ şeklinde basite indirgenmeye çalışılıyor?
Neden, kendilerini aydın olarak gösteren bir takım akademisyen, hukukçu, gazeteci, sanatçı
gibi toplumsal statüleri sayesinde kitle etkisi yaratan kişiler, DTP’yi demokrasinin gereği olarak
tanımlıyor ve bu kapsamda kapatılmasına karşı çıkıyorlar?
www.ulkuocaklari.org.tr 23
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Neden, DTP’nin ve bu bazda bölücü örgüt faaliyetlerinin yasal yollardan engellenmesine çok
büyük tepki gösteren kesimler, söz konusu Türk Milleti’nin hassasiyetleri olduğunda, sessizliğe
gömülüyorlar?
Bu ‘Neden’leri sayfalarca uzatılacak kadar olaya şahit oluyoruz, lakin sizleri sıkmamak için bu
kısa hatırlatmalarla konuyu burada sonlandırmak istiyoruz.
***
Sonuç
Terörle mücadeleyi sadece askerimizin dağlarda, bayırlarda, ovalarda mücadelesiyle değerlendirmek
yanlış bir bakış açısıdır. Hele ki ülkemizde bu denli siyasallaşma imkânına sahip olan bir örgütü
sadece askeri yöntemlerle bitirmek mümkün değildir.
Mevcut durumda, Türk Silahlı Kuvvetlerimizin olağanüstü gayretleri, söz konusu terör örgütünün
açık destekçisi olan vakıf, dernek, parti, kişi ve kadroların faaliyetlerine izin verildiği sürece heba
olmaktadır.
Siyasi iradenin terör örgütünü bitirmek için “Terörle mücadelemiz azim ve kararlılıkla sürecektir.”
gibi tekrarlı sözlerinden ziyade icraatlarını görmek gerçek bir terörle mücadele örneği olacaktır.
Eğer ki, Türkiye’de terörizm bitirilmek isteniyorsa, bu yolda samimi adımlar atılmalıdır.
Sonuç olarak milletimize bu acıyı yaşatanlara;
8 Bin 500 YTL aylık maaş,
devlet yardımları,
milletvekilliği,
dokunulmazlık,
parti kurma izni,
vakıflaşma,
dernekleşme ve daha birçok imkân sunulduğu müddetçe, terörle mücadelenin azim ve kararlılıkla
sürdürüleceğine kimseyi inandıramazsınız.
24 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BİZ BUNLARI UNUTMADIK,
UNUTAMADIK, UNUTTURMAYACAĞIZ !
Batuhan ÇOLAK
Türkiye, yıllardan beri süregelen terör eylemleri neticesinde ekonomik zarara, psikolojik baskıya ve
kaos ortamına sürüklenmek istemiştir. Neticede terör kavramının özünde bu amaçlar bulunmaktadır.
Lakin Türkiye’nin terörle mücadelede karşılaştığı zorluklar hepimizin malumu…
PKK terörünün başladığı yıl 1984’ten beri, başta şehitlerimiz olmak üzere nice değerlerimizi
kaybettik. Gönül isterdi ki bu kadar kaybımıza karşın terör bitsin ve onun tüm odakları etkisiz hale
getirilsin.
Gelinen nokta göstermektedir ki, gönlümüzün isteği gerçekleşmemekte, o kurutulmasını istediğimiz
odaklar daha da yaygınlaşmakta ve terör örgütünün ilk çıktığında belirttiği talepler adım adım
gerçekleşmektedir.
PKK’nın Talepleri Neydi, Hangileri Gerçekleşti ?
TV, gazete, dergi gibi araçlar vasıtasıyla kürtçe yayın talebi (GERÇEKLEŞTİ),
Kürt kökenli vatandaşlar için, ayrı bir etnik grup tanımlaması yapılması talebi (Başbakan’ın ‘kürt
sorunu’ tanımlamasıyla GERÇEKLEŞTİ),
Siyasallaşma talebi, mecliste temsil hakkı talebi (HEP, DEP, HADEP, DEHAP ve DTP örnekleriyle
GERÇEKLEŞTİ),
Üniversitelerde akademisyenler sağlama ve kadrolaşma (GERÇEKLEŞTİ),
Yerel seçimlerde belediye başkanlıkları kazanma (GERÇEKLEŞTİ),
STK kuruluşları üzerinden faaliyet yapma (GERÇEKLEŞTİ),
Türkiye’nin milli ve manevi değerlerini medya desteği ile anlamsızlaştırarak yozlaştırma ve
yıpratma (GERÇEKLEŞTİ),
Uluslar arası örgütler tarafından tanınma ve desteklenme, AB ilerleme raporları, Irak’ın kuzeyindeki
yapılanma ve çeşitli uluslar arası yayın yapan medya kuruluşlarının desteği (GERÇEKLEŞTİ)
Sadece yukarıdaki maddeler bile PKK’nın kuruluş amaçlarına neredeyse ulaştığı göstermektedir.
Son derece azami önem gerektiren bu konu hakkında herhangi bir çalışmanın yapılmadığı
düşüncesindeyiz. Çünkü bölücü terör örgütü gerçekleşen taleplerinden sonra her gün bir yeni
istekte bulunmaktadır. Bunu da DTP’li milletvekilleri aracılığıyla Mecliste siyasi söylemle
birleştirmektedir.
AKP ve Terörle Mücadele
Türkiye’nin etnik-bölücü terörle mücadelesi resmi rakamlara göre 24 yıldır devam etmektedir.
Böylesi bir süreçte 5 Cumhurbaşkanı ve 15 Hükümet değişmiştir. Her gelen yönetim farklı terörle
mücadele stratejileri izlemiş en yoğun mücadele ise 1990-1995 yılları arasında, en bitirici mücadele
www.ulkuocaklari.org.tr 25
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ise; 1999-2002 yılları arasında gerçekleşmiştir.
1999’un 16 Şubat’ında PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanması terör örgütünde büyük
bir çözülmeyi beraberinde getirmiş ve terör olayları asgari düzeye inmiştir. Bu noktada ‘terörle
mücadelede etkin siyasi irade gösterilmesi’ terörün siyasi odaklarına da büyük darbe indirmiştir.
AB’den gelen terörle mücadele yasasının değiştirilmesi yönündeki baskılar göz ardı edilmiş ve
terörün bugünkü halini alması 1998-2002 yılları arasında sekteye uğramıştır. Kısacası, dış güç
odaklarının Türkiye’nin terörle mücadelesinde uygulamasını istediği strateji kesinlikle kabul
edilmemiş ve bu sayede 1998-2002 yılları arasında terörle mücadelede çok büyük başarılar
sağlanmıştır.
Terörün bu denli bitme noktasına geldiği bir dönemden (2002) sonra tek başına iktidara gelen
AKP Hükümeti döneminde yapılan yasal değişikliler ve gerekli siyasi iradenin gösterilememesi
neticesinde terör örgütü yeniden harekete geçmiştir. Siyasi faaliyetler başta olmak üzere, örgüt
yanlısı sivil toplum kuruluşları ve dağ kadrosunun yeniden oluşturulmaya başlanmasıyla yeni bir
döneme girilmiştir.
Terörün bitirilmesi yönünde Türk Milleti tek bir kanıdadır. Bu kanı da; ‘Terörün bitirilmesi için ne
gerekiyorsa yapılmalı’ düşüncesidir. Bu gerçeğin çok iyi bir şekilde farkında olunmasına rağmen
ABD ve AB’ye verilen tavizler neticesinde en başa dönülmüştür. Bu başa dönüş son zamanlarda
öyle bir noktaya gelmiştir ki; ülkemiz terörle mücadele etmek yerine, PKK’yı tüm dünyaya terör
örgütü olarak tanıtabilme telaşına düşmüştür.[1]
Sınır Ötesi Harekat Tezkeresi Neden Bekletildi?
Bilindiği üzere, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden sonra Irak’ta oluşan gayri-resmi federatif yapıda,
Irak’ın kuzey bölgesine egemen olan güçlerin PKK terör örgütüne verdikleri destek çok ileri
boyutlardadır.
Yakın zamanda Aktütün ve Dağlıca’daki karakollarımıza yapılan saldırıların, Irak’ın kuzeyinden
gelen terörist gruplarca yapıldığı açıktır. Özellikle son dört yılda bu denli saldırıların artmasına
rağmen, Sınır ötesi operasyon özelliği taşıyan tezkerenin yaklaşık 1,5 sene mecliste bekletilmesi
kabul edilemez bir şeydir. Bu konu üzerinde yapılan çalışmalar son derece yetersiz olmakla birlikte,
AKP’nin sınır ötesi tezkereyi bu denli bekletmesinin geçerli bir sebebi olmalıdır (!).
DTP’li Vekillerin Dokunulmazlıkları Neden Kaldırılmadı ?
PKK’nın taleplerinden en önemlisi hiç kuşku yok ki, siyasi hak kazanma ve bunu TBMM çatısı
altında yapabilmektedir. Bölücü terörü başlattıkları ilk zamanlarda dahi hayal edemeyeceklerine
ulaşanlar, bugün gelinen noktada milletvekili sıfatı kazanabilmişlerdir (Sabahat Tuncel örneği).
Bir terör örgütünün TBMM çatısı altında propaganda yapabilecek bir kişiye sahip olması dahi son
derece düşündürücüdür. Bir kişi bir yana mevcut durumda, yaklaşık 22 milletvekilinin bu noktada
faaliyet yürütmesi ise ‘skandal’ boyutundadır. Terörün zarar verdiği herhangi bir ülkede böylesi
bir meclis yapısının olması düşünülemezdir. Lakin ülkemizde hala birileri demokrasi adı altında
sistemi sorgulamakta, dolaylı yollardan bölücü örgütün sesi olabilmektedir.
Hatırlanacağı üzere Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) bu durumu sonlandırmak için, ‘milletvekili
dokunulmazlıklarının kaldıralım’ önerisinde bulunmuştur. AKP tarafından olumsuz bir şekilde
karşılanan bu anayasa değişikliğinin hangi mantıkla kabul edilmediği oldukça merak konusudur.
Acaba seçim meydanlarında ‘dokunulmazlıkları kaldıracağız’ şeklinde vaatte bulunanlar, söz
konusu ülkenin bölünmez bütünlüğü olduğunda neden geri adım atmışlardır?
‘Kürt Sorunu’ Ne Anlama Geliyor ?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda herhangi bir etnik ayrım tanımlaması yapılmamasına rağmen,
26 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK yandaşı bir takım marjinal kişi, grup ve çevreler anayasada etnik grupların belirtilmesi
gerektiğinden bahsetmektedirler.
Söz konusu grupların taleplerinin altındaki amacı anlamak hiç de zor değildir. Buna rağmen bir
takım kamuoyu yönlendiricilerinin bu propagandaya çanak tutmaları anlaşılır bir durum değildir.
Özellikle ülkemizdeki siyasilerimizin, yöneticilerimizin bu konuda söylediklerine göz atmakta
fayda var. İşte bazı sözler ve o sözleri söyleyenler:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Türkiye’de farklı bir etnik grubun tanımlamasını yaptı: “Kürt
kökenli vatandaşların geçmişte ayrımcılığa uğramış ve Kürtçe konuşamayıp yazamamış olduklarını
kaydeden Gül, ancak günümüzde durumun değiştiğini, Kürt kökenli vatandaşların kültürel
haklarının güçlendirildi”. [2]
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Ağustos 2005 tarihinde Diyarbakır’da yaptığı konuşmasında
“Kürt sorunu benim sorunumdur”[3] ifadesini kullandı.
AKP Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan: “Doğduğum yer itibariyle kürdistan vatanımdır.
Şu anda Türkiye’de 27 etnik grup yaşamakta. Bunların varlığının tanınması gerekir. TÜRKİYE
TÜRKLERİNDİR gibi tezler yanlıştır. Örneğin KÜRTLER biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilir.
Bu durumda belki OSMANLI EYALETLER SİSTEMİ benzeri bir şey yapılabilir.
Son İslam devleti ve onun müesseselerini ortadan kaldıran ve yegâne politikası İslam’a düşmanlık
ve onu yok etme esası üzerine kurulan bir zihniyet ve otoriteye karşı, tüm isyan ve baş kaldırıları
(Kürt isyanları ve PKK terörü) alkışlamak gerekir”[4]
AKP Manisa Milletvekili (TBMM Eski Başkanı) Bülent Arınç: “Türk kamuoyu bir an önce Behiç
Aşçı’nın sağlıklı bir şekilde aramıza dönmesini istiyor. Behiç Aşçı’nın hayatı söz konusudur ve
herkesin bu konu üzerine eğilmelidir. Yaşama hakkı kutsaldır. Bu duruma Meclis’in duyarsız
kalması söz konusu değildir” [5]
PKK’ya yardım ve yataklıktan F tipi cezaevinde mahkûmiyetini sürdüren şahıs hakkındaki
çabalardan sonra söz konusu PKK’lı cezaevinden tahliye edilmiştir.
Öte yandan Bülent Arınç’ın Meclis Başkanlığı döneminde Şehit Aileleri Derneği Ankara Şubesi’nin
randevu talebinin reddedilmesiyle bu olayın herhangi bir bağlantısı yoktur (!).
PKK Yanlısı Belediye Başkanları Neden Görevde ?
2004 yılı yerel seçim sonuçları itibariyle DTP’li 56 belediye başkanı ortaya çıkmıştır. Hepimizin
bildiği mağlum olaylar yaşanmış ve yaşanmaktadır (PKK yardım yataklık, terörist ailelerine
yardım, resmi araçlara sözde bayraklar v.b.).
Bu kabaca tabir ettiğimiz durumlar 2004 yılından günümüze kadar tüm hızıyla süregelmektedir.
Daha açık bir şekilde izah edecek olursak, PKK terör örgütünün destekçisi 56 belediye başkanı
bulunmaktadır. Ve şahıslar yaptıkları faaliyet ve çalışmalarla örgüte büyük güç ve destek
sağlamaktadırlar. Sadece Diyarbakır Belediye Başkanı hakkında yaklaşık 240 soruşturma ve dava
açılmasına rağmen, İçişleri Bakanımız ne hikmetse mağlum şahsı görevden almamıştır. Bu durum
sadece Diyarbakır Belediyesi için değil, söz konusu diğer DTP’li belediyeler için de geçerli bir
durumdur. Acaba önceki İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ve şimdiki İçişleri Bakanı Beşir Atalay
hangi sebeplerden ötürü bu örgüt yandaşı kişileri görevlerinden almamış ve almamaktadırlar ?
Sonuç
2000’li yılların başında terör örgütünün başı yakalanmış, dağ ve şehirlerdeki terör kadrolarına
büyük darbeler indirilmiş, terörün siyasi uzantılarının önüne geçilmiş, terörle mücadele yasasındaki
boşluklar giderilmiş…İşte bu şekilde bir manzarayla hükümeti teslim alan AKP 6 yıl içerisinde
www.ulkuocaklari.org.tr 27
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
terörün yeniden hortlamasına adeta seyirci kalmıştır. Bu 6 yıllık süreçte (2002-2008 arası) Türk
Milleti çok acı verici olaylar yaşarken ‘birileri’ bölücülük adına mecliste nutuk atabilmiştir.
Kısacası son 6 yılda sadece şiddet olayları değil, terörizmin neredeyse tüm unsurları azami noktada
fiiliyat göstermiştir. Bunlar neticesinde Türk Milleti ‘terörle mücadeleyi’ sorgular, şehitlerin
ardından ‘vatan sağolsun’ diyemez olmuştur.
Siz, vatandaşın “başbakanım şehitler ne zaman bitecek” şeklindeki sorusuna “askerlik yan gelip
yat yeri değildir” diye cevap verirseniz,
Siz, meclisteki terör örgütü yandaşlarının dokunulmazlıklarını kaldıralım diyenleri tanımaz, örgüt
yanlısı vekillerle rakı sofrasına oturursanız,
Siz, terörle mücadelede olması gereken en önemli olguyu ‘siyasi iradeyi’ göstermezseniz,
Siz, bir takım parti mensuplarınızın kirli geçmişini sorgulamak yerine, vatandaşın geçmişini
sorgularsanız,
Siz, bölücü terör örgütünün kuruluş amaçlarına çanak tutan, Kürtçe yayınlara izin verir ve bir de
üzerine tv yayını başlatırsanız,
Siz bir millet ferdinin ulaşabileceği en büyük makam olan şehitlik mertebesini sıradan bir olay
olarak görecek olursanız,
SİZ ŞEHİT CENAZELERİNDEN KOVULMAYA MAHKUMSUNUZ !
Dipnotlar
[1] Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Frankfurt Kitap Fuarı’nda yaptığı açıklamalar…
[2] http://www.hurriyet.de/index.php?navi=sonarticle&banner=0&docid=10158431&cat=3206
[3] http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=616646
[4] Emin Çölaşan’ın 26 Eylül 2006 tarihli yazısı http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5149094&yaza
rid=5
[5] http://www.haberdokuz.com/batuhan-colak/anlamak-mumkun-degil.html
28 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BÖYLE MÜCADELE OLMAZ,
OLURSA DA ‘TERÖRLE’ OLMAZ !
Batuhan ÇOLAK
Türkiye, son yıllarda şiddeti gittikçe artan bir terörizm dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu dalga
her geçen gün büyümekte ve başta siyasi söylemlerde olmak üzere büyük etkiler bırakmaktadır.
Söz konusu değişimin temelinde Türk medyasının değişen çehresi de önemli rol oynamaktadır.
Bu doğrultuda TMSF tarafından el konulan birçok gazete ve televizyon yapılan ihalelerle iktidar
partisine yakın çevrelere devredilmiştir. Böylece ‘yandaş medya’ olarak tanımlanan yeni bir
medya oluşumu ortaya çıkartılmıştır. TMSF’nin el koyduğu gazete ve televizyonlar dışındaki diğer
medya organları da her ne hikmetse bu durumdan doğrudan doğruya etkilenmişlerdir. Bu etkileşim
sonucunda yayın politikaları değişmiş ve ‘AKP yandaşlığı’ medyada yükselebilmenin, reyting ve
tirajlarda ön saflara geçmenin en temel koşulu haline gelmiştir.
Türk Medyası’nda iktidar merkezli değişimlerle oluşturulan yapı, görevini en iyi şekilde yerine
getirirken, AKP sözcülüğü birtakım medya için ‘sıradan’ bir sorumluluk halini almıştır. Bu
bağlamda özellikle yazılı basında kullanılan kelimeler de büyük ölçüde değişime uğratılmış ve bu
değişimler neticesinde teröre meşruluk kazandırılmaya başlanmıştır.
Medya üzerinde başta yayın politikalarında yaşanılan değişimler artarak devam ederken bir başka
değişim süreci de gazetedeki köşelerin fotoğraf sahiplerinde meydana gelmiştir. Kendini ‘aydın’
olarak tanımlayan birtakım kişiler kalemlerinden döktükleri kelimelerle ‘terör eylemlerini’ meşru
ilan etme hevesine girmişlerdir.
Yarattıkları şiddet kültürü ve onun savunuculuğunda kendilerini ‘çözüm merkezi’ ilan ederek
sosyalleşmeye çalışanlar televizyon kanalları ve gazetelerde ‘gazete yazarı’ sıfatıyla Türkiye’ye
kader ve politika tayin etmeye başlamışlardır. Bu söylemler öyle boyutlara ulaşmıştır ki, Türkiye’nin
yıllardan beri mücadelesini verdiği terör örgütü ve onun siyasallaşma organları ‘barış’ ın merkezi
olarak tanımlanabilmiştir.
Özellikle medyada kullanılan kelimelerde yapılan değişiklikler ve söylemlerdeki farklılaşmalarla,
Türk Halkı’nın psikolojik bir sürece sokulması planlanmaktadır. Bu sayede terörle mücadele
noktasında öncelikli olarak halk desteği kırılacak ve ilgili kurumların mücadele noktasındaki
etkinlikleri azaltılacaktır. Başta Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve terörle mücadele noktasında diğer
yetkili organlar üzerinde yapılan medya saldırılarının ardındaki en temel amaç budur. Hatırlanacağı
üzere Taraf Gazetesi’nin terörle mücadelenin yoğunlaştığı dönemde TSK aleyhine yaptığı yayınlar
bir anda ülke gündemine oturmuş ve terörle mücadelenin zihinlerde sorgulanmasına çalışılmıştır.
Terörle mücadele noktasında herhangi bir başarısızlık durumunda veyahut istenilen düzeye
gelinmemesi noktasında ilgili kurumların eleştirilmesi gayet normaldir ve olması gereken de budur.
Ama süreç öyle bir hal almıştır ki, terörle mücadele eden tüm kurumlar ‘kötü ve saldırgan’, terörün
merkezi ‘kişi ve örgütler’ haklı olarak tanımlanabilmiştir. Başta Taraf Gazetesi’nin yayınlarında
gördüğümüz bu durum, yapılan ihalelerde yeniden şekillenen ve yönetimleri iktidar tarafından
tayin edilen diğer medya kurumlarında da nüksetmeye başlamıştır.
Taraf Gazetesi örneğinden yola çıkarak medyada yapılan birçok haberin gerçeği yansıtmadığı açıkça
görülebilmektedir. Bilindiği gibi, Taraf Gazetesi’nin ‘İşte TSK’nın müdahale etmediği sınırdaki
www.ulkuocaklari.org.tr 29
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
teröristlerin fotoğrafı’ olarak yayınladığı görüntülerin sahte olduğunun anlaşılması bir gün bile
sürmemiştir. Buna rağmen şiddet kültürü savunuculuğu üzerinden kendilerine aydın sıfatını alan
birtakım yazarlar, bu yalan dolu politikalar üzerinden günlerce TSK’ya saldırabilmişlerdir.
Yapılan tüm bu girişimlerin ve çabaların ardında hiç kuşku yok ki çok büyük amaçlar yatmaktadır.
Bu amaçların genel gidişatına ve yöntemine baktığımızda ‘psikolojik savaş’ akıllara gelmektedir.
Birilerinin büyük kaygılarıyla oluşturulan bu psikolojik savaş neticesinde de hiç kuşku yok ki
şunlar hedeflenmektedir:
Türk Halkı’nın karşılaşılan sorunun aslında terör olmadığı ve bunun ‘kürt sorunu’ olarak
tanımlanmasının benimsetilmesi,
‘Kürt sorunu bu ülkenin birincil meselesidir’ şeklindeki söylemlerle sahte gündemler yaratılarak,
Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik şartlar, çevresel tehditler ve siyasallaşan terör gibi asıl
sorunların göz ardı edilmesi,
Türk, Türklük gibi kelimelerin ‘ırkçı’ kelimeler olduğu iddia edilerek bunun yerine ‘Türkiyelilik’
gibi içi her şekilde doldurulabilecek kavramlarının kullanılması,
Yıllardır yapılan terör saldırıları unutturularak, bu vahşi saldırıların tek sorumlusunun ‘devlet’
olduğuna inandırılması,
Türk Halkı’nın terörle mücadele noktasındaki kararlılığının kırılması ve bu bağlamda milli
duyguların bastırılması,
Değiştirilen medya yapısı ile terör örgütüne meşruluk fikri oluşturan yayınların yapılması,
Bölücü terör örgütünü yöneticilerinin görüşlerinin çarşaf çarşaf gazetelerde ‘masumane’ bir tavırla
sergilenerek karşılıklı ateşkes gibi kavramları ortaya atılmasıyla, ‘terör’ tanımı yerine ‘savaş’
tanımının kullanılması,
‘Genel af’ adı altında teröristlerin affedilmek istenmesi,
‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ sözlerinin silinerek, Kürtçülük hareketlerine daha çok olanak verilmesi
ve oluşturulan ‘öteki’ için yeni taleplere zemin hazırlanması,
TESEV, İnsan Hakları Derneği, Eğitim-Sen, DTP gibi yapılara medyada geniş yer ayrılması yoluyla,
bölücü terör örgütünün taleplerinin sivil toplum tarafından dile getirilmesine olanak sağlanması,
Millet olabilmenin en temel koşulu olan dilin yıpratılması, ‘geri kafalılığı bırakma’ adı altında
farklı dil ve lehçeleri resmi olarak kullandırılması…
Bu maddeleri çoğaltabilmek mümkün olmakla beraber, Türkiye üzerinde kurgulanan senaryoları
gösterebilmek adına da en dikkat çekici örneklerdir. Psikolojik savaş yöntemleri uygulanarak yapılan
tüm bu amaçlar, her geçen gün gerçekleşmekte ve yerine yenileri gelmektedir. Bu bağlamda kısa bir
süre içerisinde yukarıda saydığımız amaçlarını gerçekleştiren çevrelerin ‘kan akmasın, barış olsun’
gibi söylemlerle ‘bölünme-ayrılma’ taleplerini dile getirmeye başlaması kuvvetle muhtemeldir.
Terörü Bitirmek İçin Neden Bekleniyor ?
1999 yılında yakalanarak Türkiye’ye getirilen terör örgütü başı Abdullah Öcalan’ın düşünceleri iyi
özümsenmeli diyenler bugün birçok gazetede dolgun maaşlarla yazarlık yapabilmektedirler.
Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in terör örgütünün üst yöneticisi Murat Karayılan ile yaptığı
röportaj sonrası oldukça dikkat çekici gelişmeler olmuştur. Karayılan’ın sözleri birçok gazetede,
internet sitelerinde ve televizyonlarda birincil gündem maddesi haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu
yapılarak hiç kuşku yok ki PKK’nın bir muhatap olarak kabul edilmesi planlanmaktadır. Hasan
30 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Cemal’in yapmış olduğu röportajda da en çok dikkat çeken konu, PKK’nın artık değiştiği ve silahlara
veda etmek istediği şeklinde yorumlanmaktaydı. Terör örgütünün ininden gelen bu açıklamalardan
kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt sorunu Türkiye’nin birinci sorunudur”
sözleri ise olayı çok farklı bir duruma getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı makamının böylesi sözlerle,
böylesi bir zamanda, partici bir üslupla açılımlar yapması birçok açıdan sakıncalıdır.
Daha önce Talabani’yi Ankara’da ağırlayan daha sonra da Irak’a giderek oradaki kukla yönetimi
tanıyan bir zihniyetin bu çıkışına şaşmamak gerekir. Buna rağmen Cumhurbaşkanlığı Makamı gibi
Türk Milleti açısından da kutsal olan bir makamın böyle bir sürece sokulması kabul edilebilecek
bir durum değildir. PKK’ya sağladığı desteklerle zihinlerimizden silinmeyen Diyarbakır Belediye
Başkanı Osman Baydemir’in “Cumhurbaşkanlığı makamı hakem kurumudur. Kürt sorununda
bugüne kadar yıpranmayan tek kurumdur” şeklindeki sözleri karşı karşıya kaldığımız durumun
ne kadar acı verici olduğunu bize bir kez daha ispatlamıştır. İmralı’da yatan bir kişinin avukatı
olan, terör örgütü mensuplarına devletin resmi araçlarını tahsis eden bir kişinin böyle bir açıklama
yapması argümanlarımızdaki haklılığı gözler önüne sermektedir.
‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ Yazısını Kabullenemeyen Zihniyet !
Cumhurbaşkanı, Türkiye’yi etnik gruplar bazında ayırarak sorun tanımlaması yaparken, Zaman
Gazetesi’nin kurucu ortağı ve AKP Diyarbakır Milletvekili olan İhsan Arslan, çözüm için
gerekenleri sıralıyordu:
“Dağlardaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısının sosyal tedbir çerçevesinde silinmesi gerekir.
Bunlar daha önce başçavuşun talimatıyla yazılmış yazılardır. Bugün de başçavuşun talimatıyla
silinir. (Abdullah Öcalan’ın yanına hükümlü gönderilmesi) O da planlandı zaten. Orası bir tip
haline dönüştürülüyor, orada birden fazla mahkûm söz konusu olacak. DTP tarafıyla zımnen de
olsa mutabakat şart. Tek taraflı dayatma ile asla ilerleme olmaz. DTP’yi yok sayarak iyileştirme
yapsanız bu DTP tarafından kabul görmedikçe karşı tarafta karşılık bulmaz”.
Bu sözleri söyleyen AKP’nin Diyarbakır Milletvekili ve Tayyip Erdoğan’ın en güvendiği isimlerden
biridir. Artık durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, Cumhuriyetin kurucusu M.Kemal Atatürk’ün
sözlerinin silinmesi gerektiği söylenmektedir ve bu iktidar partisinin bir milletvekili tarafından
yapılmaktadır. Zihinlerde söz konusu kişinin söylemi bireyseldir ve sadece kendisini bağlar
düşüncesi oluşabilir. Lakin bu kişinin 1991 yılında çıkardığı ‘kürd soruşturması’ isimli kitabına
baktığımızda bu şahsın fikirlerini ve gerçek yüzünü çok rahat bir şekilde görebiliyoruz. Söz
konusu kitapta daha önceki yazılarımızdan da bilineceği üzere:“Doğduğum yer itibariyle kürdistan
vatanımdır, Son İslam devleti ve onun müesseselerini ortadan kaldıran ve yegâne politikası İslam’a
düşmanlık ve onu yok etme esası üzerine kurulan bir zihniyet ve otoriteye karşı, tüm isyan ve baş
kaldırıları (Kürt isyanları ve PKK terörü) alkışlamak gerekir”4 gibi kan kokan satırların altına imza
atmıştır. Böylesi bir kitaba AKP sıralarından tek bir tepkinin bile gelmemesi ve söz konusu kişinin
tekrar milletvekili yapılması oldukça manidardır. İhsan Arslan’ın aynı zamanda tirajlarda en çok
satan gazete olarak gösterilen Zaman Gazetesi’nin kurucu ortağı olması da tedirgin edicidir.
Kandil Dağı’na Neden Operasyon Yapılmıyor ?
AKP sıralarından terörün çözümü için mantığa sığmayacak açıklamalar gelirken, kurulan
platformlarda, dış kaynaklı fonların desteğiyle hazırlanan raporlarda terörle mücadele noktasında
önerilerde bulunuluyor. Bu gibi oluşumların yaptığı tek şey hepimizin de bildiği üzere PKK’nın
taleplerinin yerine getirilmesi ve bunu doğrudan terör örgütünün talebi değil de ‘açılım veya barış’
şeklinde tanımlamaları. Acaba bu kişiler terör örgütünün muhatabının devlet olamayacağının,
TSK’nın yapmış olduğu operasyonların da terör mücadele kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini
bilmiyorlar mı? Pek tabi onlarda bu durumun farkındalar ve yapmak istedikleri de, terör örgütüne
yönelik bu operasyonları durdurmasını sağlamak terörün siyasallaşmasının önünü açmak. Bunun
için de halk üzerinde öncelikli olarak psikolojik bir etkinin bırakılması amaçlanmaktadır.
Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in rahatlıkla ulaşabildiği, terör örgütünün şu anki başı olan
www.ulkuocaklari.org.tr 31
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Murat Karayılan’a askeri bir operasyon yapılmaması da bir diğer düşündürücü noktadır. Acaba
birileri bu noktada TSK’nın elini kolunu bağlamakta ve konuyu ‘sınır ötesi operasyon’ a getirip
diplomatik engel mi çıkarmaktadırlar? Bu soruyu iyi düşünmek gerekir. Eğer argümanımızda
doğruluk payı varsa, Genelkurmay’ın haftalık basını bilgilendirme toplantılarında bu konuya
açıklık getirmesi en sağlıklı yol olacaktır.
Ülkemizdeki duruma genel olarak baktığımızda terörle mücadelede büyük eksikliklerin olduğunu
görmekteyiz. Bu eksikliklerin başında gelen siyasi iradenin eksikliği ve bu bağlamda sınırlandırılan
askeri mekanizmalardır. Terörle mücadeledeki eksiklikler de hiç kuşku yok ki, terörü meşrulaştırmak
isteyenlerin işine gelmektedir. Terörü meşrulaştırmak isteyenler, “yıllardır uygulanan askeri
müdahalelerle terörle mücadele edilmektedir ve başarı sağlanamamıştır. Gelin örgütü muhatap alın
ve sözlerimize kulak verin” şeklindeki açıklamalarıyla medyada yer bulabilmekte ve iktidar partisi
nezdinde bu yönde açıklamalar gelebilmektedir.
Terörle Mücadeledeki Eksiklikler
Türkiye, şunu çok iyi bilmelidir ki terörle mücadele sadece askeri sahada değil, siyasi sahada
da sürdürülmelidir. Eğer yıllardan beri bitmeyen bir terörizmle karşı karşıya kalınmışsa buradaki
eksiklikler iyi analiz edilmelidir.
Yıllardan beri terör örgütünün insanlardan zorla oy toplaması yoluyla kimi zaman belediye, kimi
zamanlarda da milletvekili olabildikleri görülmektedir. Ama bu şahıslar için işlemesi gereken yargı
oldukça yavaş işlemekte (tıpkı bugünkü durum gibi) dokunulmazlık zırhıyla bu konu kapatılmak
istenmektedir.
Uluslar arası anlamda terör örgütüne destek veren ülkeler için gerekli girişimler yapılmak yerine,
(gözükme adına) stratejik müttefik olunmaktadır. Son olarak Rasmussen’in Nato Genel Sekreterliğine
göz yuman Türkiye bir kez daha teröre destek veren bir ülkeye tepkisini gösterememiştir.
İmralı’da yatan şahsın her hafta avukatlarına verdiği talimatlarla terör örgütünü yönlendirdiği ve
DTP’li vekillere yeni politikalar belirlemesine bilerek göz yumulmaktadır.
PKK ile bağlantılı sivil toplum örgütleri, birtakım akademisyenler v.b gibilerinin üzerine
gitmek yerine, medyada yer verilmesi yoluyla terörle mücadele noktasında gösterilmesi gereken
hassasiyetler gösterilmemektedir.
Türk Milleti’ne küfür eden bir kişinin yargılanması yapılırken ayağa kalkan birtakım aydınlar ve
bağlı bulundukları çevreler şehit cenazesinde Başbakan’a tepkisini gösteren şehit babasının bu
hareketinden dolayı 11 ay hapisle cezalandırılmasında ise ortalıkta görünmemişlerdir. Bu durum
bize samimiyetlerini ve gerçek niyetlerini açık bir şekilde göstermektedir.
Hepimiz şunu çok iyi biliyoruz ki, birileri terörle mücadele edilmesinden çok büyük rahatsızlık
duymaktadırlar. Ve o kişiler bilmektedirler ki ne zaman terör örgütü bitirilecek, onlarında yaşam
kaynakları kesilecektir. Tüm korkuları ve telaşları bundan ileri gelmektedir.
Eğer ki birileri bugün terör saldırılarını ‘savaş’ olarak nitelendirip ‘milletvekili’ sıfatı alıyor ve 9
bin TL’lik maaşlarıyla dokunulmazlık zırhına bürünüyorlarsa, diyoruz ki:
Böyle Mücadele Olmaz, Olursa da ‘Terörle’ Olmaz !
32 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
HANGİ TERÖR?
Batuhan ÇOLAK
Son aylarda artan terör faaliyetlerinin sonuçlarını, acılarını, yitirdiğimiz nice vatan evladıyla daha
çok yaşıyoruz.
İşin acısı, sadece can vermiyoruz.
Verdiğimiz canların yanında gururumuz, kimliğimiz, hassasiyetlerimiz bölücü ağızlar tarafından
yıpratılıyor.
Biraz tepki verildi mi, hemen AB’ye uyum yasaları karşımıza çıkıyor. Haklıyken haksız konumuna
düşüyoruz.
Artık bölücülük yapmayı dağlara çıkmak olarak algılamak yanlış olacaktır. “Neden?” diye soracak
olursanız, nedeni basit...
Dağda yapamadıklarını üniversitelerimizde, belediyelerimizde, devlet dairelerinde rahatça
yapabilmektedirler.
Terörün boyutu, siyasallaşarak, ülkemizdeki terör kavramı genişleyerek her geçen gün daha da
tehlikeli bir hâl almaktadır.
PKK terörü 25 yıldır yapamadığını, siyaset yoluyla yapabilmektedir. Uğrunda canımızı vermekten
kaçınmayacak kadar hassas olduğumuz toprağımız, vatanımız, bayrağımız, dilimiz, milletimiz,
devletimiz üzerinde hain emelleri olanlar, mevcut iktidarın aciz yönetimi sayesinde siyasette pay
sahibi olmuşlar, ülkeyi karıştırma görevini büyük bir başarı ile yürütmüş ve yürütmektedirler.
Sokağa baktığımızda da, aynı tablo, farklı yöntem ve şekillerle yine karşımıza çıkmaktadır. Her
gaspın, kapkaçın, dolandırıcılığın vb. suçların arkasından PKK çıkıyor.
Yapılan operasyonlarda yakalanan uyuşturucu, silah mafyalarının ardından yine PKK çıkıyor.
Bütün bunlar bile terör olarak adlandırılmazken, hala Türklerin Ermenilere zulüm yaptığı
yazılıyor çiziliyor, olmayan Kürt sorunu en büyük üniversitelerde tartışılıyor. Ülkemiz her koldan
yıpratılmaya çalışılıp psikolojik olarak yıldırma politikası izleniyor. Bu politikanın baş aktörlerinin
son 1 hafta içinde söylediklerine biraz değinelim.
“Türk Devleti en kısa zamanda APO’yu da kapsayacak bir af çıkarmalı.” DTP Eşbaşkanı Ahmet
TÜRK
“APO Kürtlerin önderi, onsuz çözüm olamaz.” DTP Batman Belediye Başkanı
“Dağdakiler de bizim kardeşimizdir.” Yavuz BİNGÖL
Örnek Haber:
“Kafkas Üniversitesi Öğrenci Derneği’nin (KAÜ-ÖDER) Kars Sanat Merkezi’nde düzenlediği
www.ulkuocaklari.org.tr 33
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
‘Demokrasinin Öncelikli Sorunları’ konulu konferansa DTP Kars İl Başkanı Mahmut Alınak ile
İstanbul Kürt Enstitüsü Tarih Bölümü Başkanı Hasan Baraçkılıç konuşmacı olarak katıldı.
“Dişe diş siyasal mücadele ve sivil devrim diyorum. Çünkü istikrar bozulduğunda biliyorlar ki,
saltanatları sarsılacak. Saltanatlarının sarsılması da onlar için ölümdür. Ben diyorum ki, devletin
tepesindekilere diyorum, istikrar eğer aranıyorsa oturun derin derin düşünün. ‘Özgürlük yoksa
istikrar da yoktur.’ diyorum ben. Bu nedenle dişe diş siyasal mücadele, bu nedenle dişe diş sivil
mücadele.’’ diye konuştu.
Sözleri sık sık alkışlarla kesilen ALINAK, şöyle devam etti. “Şu anda Kürt sorunuyla ilgili proje
koyan Abdullah Öcalan’dır. Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmesi gerekir, yani Meclis’te
Kürtçe de konuşulacak, Türkçe de konuşulacak.”
Nefes alması bile insanlığa zararlı olan bu varlıklar ‘ifade özgürlüğü’, ‘insan hakları’, ‘Kürt sorunu’
vb. terimleri kendilerine AB yasaları ile kalkan olarak kullanabilmektedirler.
Peki bu ağızlardan çıkan sözlerin dönüşü nasıl mı oluyor? İşte yazımızı yazarken aldığımız 2
haber:
Denizli şehidine ağladı
Bingöl’de teröristlerin askeri birliğe düzenlediği saldırıda şehit olan piyade er Ömer YANKAYIŞ
(21) için Denizli’de tören düzenlendi.
Hakkari’de hain pusu
Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde yaya olarak devriye görevi yapan askeri birliğe, terör örgütü PKK
üyelerince ateş açılması sonucu 2 er şehit oldu, 2 er yaralandı.
PKK terörünü senelerdir dış ülkelere bağlayanlar, niye içeride olanlar karşısında sessiz kalıyorlar
anlamak mümkün değil.
Bu adamları piyon olarak görenler, unutmasınlar ki bu ülke 25 yıldır piyonlarla savaşmıyor. Bunlar
içimizdeki hainlerdir. Piyon değillerdir, ‘Şah’ın ta kendileridir.
34 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
HASANKEYF ÜZERİNDEN
OYNANAN OYUN!
Batuhan ÇOLAK
Batman’ın bir ilçesi olarak yönetilen Hasankeyf üzerine son dönemlerde kopan tartışmalar ve
söylemlerin arkasındaki unsurları masaya yatırmak ve görülmeyeni gösterebilmek adına bu yazıyı
yazma gereği duyduk.
Bilinen tarihiyle 3 bin 500 yıllık bir geçmişi olan Hasankeyf antik kenti, Güneydoğu’daki önemli
coğrafyalarımızdan biri halinde… Özellikle GAP (Güneydoğu Anadolu Projesi) kapsamında
önemi bir kat daha artmakta.
Bu bağlamda, Hasankeyf bölgesini yakından ilgilendiren ‘Ilısu Baraj Projesi’ etrafında şekillenen
oyunları anlatabilmek önemli bir gereklilik halini almıştır.
Ilısu Baraj Projesi nedir?
GAP’ın tamamlanabilmesi için çok önemli bir adım olarak görülen Ilısu Barajı, bitirilmesi halinde
ülkemiz adına çok önemli bir tesis olacaktır.
Tamamlandığında gövde büyüklüğü açısından ülkemizin 2. büyük; kurulu güç ve yıllık enerji
üretim kapasitesi bakımından da 4. büyük barajı olma özelliğini kazanacak Ilısu Barajı; Dicle Nehri
akımlarını ekonomik ölçüler dâhilinde düzenleme yeteneğine sahip yegâne depolama tesisidir.
Tesis; DSİ Genel Müdürlüğü tarafından geliştirilen ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin uzun
vadeli bölgesel kalkınma plânının temel unsuru, GAP’ın en önemli yatırımlarından biri olacaktır.
İşte böylesi gerekli ve önemli bir projeye bazı kesimlerden çeşitli tepkiler gelmektedir.
Tepki veren kesimlere değinmeden önce, tepki gösterdikleri konuyu ele alacak olursak; ‘söz
konusu baraj projesinin gerçekleşmesi sonucunda, bölgenin tarihi ve kültürel özelliklerinin yok
olacağından’ söz edilmekte ve bu doğrultuda üzerinden bir polemik yaratılarak baraj yapımının
karşısında durulmaktadır.
Ilısu Baraj Projesi’nin En Büyük Zararı Kimleredir?
Ilısu Baraj Projesinin gerçekleşmesi durumunda, Dicle Vadisi’nde yer alan yaklaşık 10 bin hektar alan
ve 200 mağara sular altında kalacaktır. Güvenlik güçleri bu bölgeyi bölücü terör örgütüne mensup
teröristlerin çok yoğun olarak barındığı bir bölge olarak tanımlanmaktadır. Bölgedeki mağaraların
tespitinin güç olması, yapılacak askeri operasyonları da büyük ölçüde engellemektedir.
Bölücü terör örgütü üyelerinin Hasankeyf’teki askeri bölgelere ve çevredeki kamu binalarına
bu mağaralarda barındıktan sonra saldırdığı bilinmektedir. Saldırı sonrası inlerine geri dönen
teröristlerin bulunması da yine bu mağaralar yüzünden son derece güçleşmektedir.
Kısacası projenin gerçekleşmesi durumunda en büyük zararı bölücü terör örgütü görecektir.
Projenin gerçekleşmesi ihtimalinden dolayı oluşturulmak istenen panik havasının başlıca sebebi
de budur.
Ilısu Baraj Projesine Engel Olmak İsteyenler Kimlerdir?
www.ulkuocaklari.org.tr 35
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
PKK’nın barındığı yerlerin su altında kalmasından korkan ve örgütün büyük bir kayba uğrayacağını
çok iyi bilen bir takım kişi ve STK’lar acilen konuya müdahil olmuşlar ve kamuoyunu yönlendirmeye
başlamışlardır.
Sanatçı Tarkan’ın bile Hasankeyf’e gelerek konser vermesi ve kültürel mirasın yok olacağını
savunarak bir dizi etkinliğe katılması oldukça düşündürücüdür.
DTP’li milletvekilleri ve DTP’li belediyelerin yoğun olarak tepki gösterdiği bu projeye birçok
STK da karşı çıkmaktadır. Legal görünen bu STK’ların arka planlarını araştırdığımızda ise bölücü
terör örgütünün açık destekçileri olduğu görmek, oynanmak istenen oyunu bizlere açık bir şekilde
göstermektedir.
İşte bu olaylara örnek iki haber:
Haber 1:
“ ‘Hasankeyf’e sadakat’ yürüyüşü PKK gösterisine dönüştü
BATMAN Belediyesi tarafından düzenlenen ‘5’inci Batman Hasankeyf Kültür Sanat Festivali’
kapsamında yapılan ‘Hasankeyf’e Sadakat Yürüyüşü’, terör örgütü PKK’nın gösterisine dönüştü.
Aralarında DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile DTP milletvekilleri Sevahir Bayındır, Sebahat
Tuncer, Akın Birdal, Ayla Akat, Bengi Yıldız’ın da bulunduğu yaklaşık 3 bin kişi, baraj suları
altında kalacak Hasankeyf İlçesine bağlı Suçeken Köyünde toplandı. Buradan 5 kilometre
uzaklıktaki Hasankeyf İlçesine doğru yürüyüşe geçen grup, terörist başı Abdullah Öcalan’ın
posteri ve ‘Operasyonlara, tecrite ve kültürel soykırıma yeter’, ‘Tarih günümüzde gizli, biz tarihin
başlangıcında gizliyiz.’ pankartları açan göstericiler, bölücü örgüt lehine sloganlar attı. Eylemciler
Batman- Mardin karayolunu da bir süre trafiğe kapattı.”
Haber 2:
“Hasankeyf Paneli’nde ‘Kürdistan Haritası’
Kuzey Irak’ın Duhok kentinde bulunan, ‘Kürt Mirasını Koruma Enstitisü’, Batman’ın Ilısu Barajı
için tarihi Hasankeyf İlçesi’nin feda edilmemesi için panel düzenledi. Enstitü girişine sözde
Kürdistan haritası asılırken, yazarlar Hasankeyf’in kurtarılması için kampanya başlatacaklarını
açıkladı.”
Sonuç
Ilısu Baraj Projesi başta GAP olmak üzere ülkemiz açısında son derece önemli ve gerekli bir
projedir.
Kültürel mirasa sahip çıkma adı altında, bölücü terör örgütüne zaman kazandırmayı amaçlayanların
gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır. DTP’li vekil ve belediyelerin Milli İrade noktasında bir
meşruiyetlerinin olmadığı açıktır. Buna rağmen ‘kültürel miras’ adı altında Hasankeyf’e sahip
çıkanlar ve Ilısu Baraj Projesi’nin karşısında duranlar çok iyi tanınmalı ve projenin en kısa zamanda
fiiliyata geçmesine destek olunmalıdır.
Türkiye’nin önüne yıllardan beri çözümü olmayan sorunlar çıkarılmaktadır. Bu sorunların
36 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
‘AÇILIMCILARA’ İTHAF EDİLİR…
Batuhan ÇOLAK
uluslar arası siyasette de Türkiye’nin aleyhine kullanıldığı görülmüştür. Bilhassa son dönemde
Türkiye’nin iç siyasetinde yaşananlar uluslar arası arenada aleyhimize kullanılan argümanların
birileri tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığı gözler önüne sermektedir.
Öyle ki bugün Türkiye’de PKK terörü ile başlayan etnik terör, etnik kimlik kazanma noktasına
gelmiştir. Terörün bitirilmesi için gerekli olan askeri operasyonlar ertelenip, PKK’nın terör örgütü
olup olmadığı tartışmaları yapılmaya başlanmıştır.
Daha düne kadar terör sorunu olan Türkiye’nin bu sorununu bir günde ‘Kürt sorunu’ haline getirenleri
ve bunları meşru olarak gösterenleri analiz edebilmek bu Türkiye’de yaşanan gelişmelerin arka
planındaki aktörleri net bir şekilde tanımlayabilmek gerekmektedir.
Hiç şüphesiz bu yaşananlar Türkiye’deki iktidar partisi-iktidar medyası
toplum kuruluşlarının (STK) el ele verdiği bir süreçte yaşanmaktadır.
kasetleriyle ün yaparak mürit kazanan bir dini cemaat, bugün iktidarın
organlarına insan yetiştirip medyada kullanılan dili değiştirme yoluyla
meşruluk kazandırmaktadır.
ve iktidara yakın sivil
1990 öncesinde video
en yakınındaki medya
iktidarın söylemlerine
Açılım Süreci
İktidarda bulunan kişilerin zihin yapılarına bakıldığında, çok geçmişlere dayanan bir ordu
düşmanlığı ve devlet kurumlarının kabullenememe anlayışlarının olduğu görülecektir. Buna somut
bir örnek vermek gerekirse Abdullah Gül’ün 1991 yılında PKK terör örgütü ile ilgili söylediği
sözler, Tayyip Erdoğan’ın ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ demesi, bölücü başı için ‘sayın’
ifadesi kullanması ve aynı konuşmasında şehitlerimizin için ‘kelle’ ifadelerini kullanması söz
konusu zihniyetin somut söylemleridir.
2004 Yılında başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘kürt sorunu vardır, bu sorun benim sorunumdur’
sözleriyle başlayan açılım süreci 2009 yılına gelindiğinde somuta indirgenmiştir. Yaklaşık 5 yıl
beklenmesinin nedeni ise, oluşabilecek tepkilerin başka kanallar vasıtasıyla giderilmesidir. Bu
sayede öncelikli olarak sivil tepki önlenecek, ardından iktidarın denetimi dışında bulunan devlet
kurumlarının tepkisi kırılacak ve son olarak da öldürücü darbe vurulacaktır. Bu yüzden Erdoğan’ın
düşüncelerini ve açılımlarını sadece bugüne bağlamak sığ bir yorum olacaktır. Geçmiş zihinlerinde
ve gelecek hedeflerinde bu açılımı kurgulayanlar bugün bu amaçlarına ulaşmışlardır.
Türkiye’de demokratik açılım adı altında İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın açıklamasıyla
(tarihin yazacağı adıyla ‘AKP’nin kürt açılımı’) süregelen proje oldukça tehlikeli bir geleceğe
işaret etmektedir. Söylemler ve yapılanların içeriğine bakıldığında bölücü başı Abdullah Öcalan ve
PKK’nın siyasi söylemleriyle aynı doğrultuda olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır.
Türk medyasının da açılımı destekler maiyetteki yayınları son derece ilginçtir. Bir yerlerden emir
verilmişçesine Türk ordusunu suçlayan, olmayan kanıtlarla ‘katliamlar’ üreten, neredeyse her
emekli ordu mensubunu derin devletçi yapan bir yayın anlayışı başlamıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 37
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ülkemizin terörle mücadelede verdiği her mücadele, kara propagandaya maruz bırakılarak,
zihinlerde soru işaretleri oluşturulmaya başlanmıştır. Bu sayede Türk tarihinde ilk kez şehit
cenazelerinde hükümet mensuplarının protesto edilmesi unutturulmaktadır. Kim bilir belki de Türk
ordusu ve onun mensuplarına basın yoluyla yapılan bu saldırıların amacında şehit o cenazelerindeki
protestolardan kaynaklanan intikam duygusu yatmaktadır !
Aslında ülkemizin milli reflekslerinin zayıflatılması yeni bir olgu değildir. Bunun çalışmaları
yaklaşık 20 yıldır yapılmakla birlikte son 8 yıllık süreçte daha organize ve kapsamlı bir hale
bürünmüştür. Son yıllardaki sözde açılımlara verilmeyen tepkiler, bugün yaşadığımız sürecin bu
kadar rahat bir şekilde organize edilmesine zemin hazırlamıştır.
Aynı zamanda Gülen Cemaatine bağlı gazete yazarları, vakıflar, dernekler ve diğer kuruluşların söz
konusu açılım öncesinde yaptıkları dikkat çekicidir. Düzenlenen Abant Platformları’nda konuşulan
sözler, Irak’ın kuzeyinde Barzani tarafından açılan cemaat okulları, düzenlenen çalıştaylar,
hazırlanan raporlar hiç şüphesiz bugün kullanılan söylemlerin ana harcı maiyetindedir.
Açılım Projeleri
İşte adım adım açılım projeleri:
Talabani’nin Ankara’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından ağırlanması,
DTP’nin kapatma davasının gündem dışı bırakılması,
Ümraniye Soruşturması kapsamında terörün kaynağının devlet gibi sunulması,
TESEV’in hazırladığı ‘kürt sorunu’ raporu,
Kürtçe yayın yapan TRT Şeş’in açılması,
Taraf Gazetesi’nin bir ‘anti-TSK’ projesi olarak hazırlanıp piyasaya sunulması,
Kendilerini ‘aydın’ olarak nitelendiren isimlerin PKK propagandası yapması,
Türk medyasının iktidar eliyle değiştirilen yapısı,
DTP’li vekillerin barış isteyen taraf gibi gösterilmesi,
Terör örgütü PKK’nın silah bırakma söylemine meşruluk kazandırma çabaları,
DTP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmaması,
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sürekli olarak ‘kürt kimliği’
tanımı yapmaları,
Yaşar Kemal’in Cumhurbaşkanlığı tarafından özel ödüle layık görülmesi,
Hasan Cemal’in sanki barış elçisi gibi Kandil dağına gönderilerek Murat Karayılan ile röportaj
yaparak ‘PKK’nın değiştiği’ propagandasını yapması,
Türk kelimesi yerine ‘Türkiyelilik’ açılımlarının yapılması,
Anayasada bulunan ‘Türklüğe hakaret’ suçunun etkisizleştirilmesi,
Yeni anayasa çalışmaları kapsamında Kürt kimliğinin oluşturulma çabası,
Üniversitelerde Kürtçe bölümlerinin açılması gibi projeler AKP Hükümeti döneminde yaşanmakla
birlikte bugün yaşadığımız sürecin zemininin nasıl oluştuğunu bizlere açıklamaktadır.
38 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tüm bu projeler Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluş unsurlarına aykırı olmakla birlikte ihanet
senaryosundan başka bir şeyi ifade etmemektedir. Bölücü terör örgütünün tüm argümanlarını
kullanarak ‘açılım’ geliştirmek ve bunun adına ‘demokratiklik’ demenin hiçbir meşruluğu
bulunmamaktadır.
Terör örgütünün tezlerini meşrulaştıranlar, onların sanatçılarını TRT ekranlarına çıkaranlar,
bölücübaşının avukatlarını vekil yapıp meclise getirenler, hiçbir hezeyan içerisinde olmamakla
birlikte son derece bilinçli bir şekilde hareket etmektedirler. Yıllardan beri içlerinde barındırdıkları
kin ve nefreti kusmak için önce Taraf gazetesini ardından gelen Ergenekon operasyonlarını araç
olarak kullananlar zihinlerindeki ‘devlet’ ve ‘cumhuriyet’ karşıtlığını bir kez daha gözler önüne
sermişlerdir.
Şehit babasını oğlunun cenaze töreninde hükümete söylediği sözler yüzünden hapis cezasına
çarptırdıklarında hüzün dahi duymanlar, Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında PKK’yı açıkça
destekleyen birçok şarkısı bulunan Şivan Perver örneğinde göz yaşlarını tutamamaktadırlar!
Kendilerini gömlek değiştirerek ‘yenilikçi’ olarak tanıtanlar, bu tanıtımlarını eksik bırakmaktadırlar.
Giydikleri gömleğin kumaşı ABD’den, işçiliği PKK’dan dağıtımı ise elden yapılmaktadır. Satışı
yapan işletmenin adı ise, ‘Demokratik Açılım’ olmuştur !
Hiçbir Açılım Tarihi Unutturmayacaktır!
15 Ağustos 1984 yılında ilk şehidini verdiğimiz bölücü terörle mücadelede, Türkiye’nin geçmişini
sorgulayarak askeri operasyonları suçlu çıkaran zihniyetin bugünkü açılımın tarafı olmasını tarih
elbette yazacaktır.
Türkiye’nin milli bir devlet olmasından, cumhuriyet rejimini uygulamasından rahatsız olanların
yıllardan beri dile getiremedikleri ne yazık ki bu dönemde dile getirilmeye başlanmıştır. Milliyetçilik
ile ilgili hangi değer varsa ayaklar altına alınmış, kutsallıklarımız, hassasiyetlerimiz ithal kalemlerin
(!) kara mürekkepleriyle çizilmiştir.
Anadolu coğrafyasını kazanıp, bağımsızlık, hürriyet ve vatan yolunda türlü cefayı çeken Türk
Milleti’dir. Bu uğurda yüz binlerce hatta milyonlarca insanını şehit verirken bu açılımı yapanların
işte bu milyonların vebalini alacakları unutulmamalıdır.
Bir partinin %90 oy alması durumunda dahi Türkiye’nin bazı değerlerini değiştiremeyeceği bir
gerçektir. Seçim sistemindeki açıklardan kaynaklanan bir durumdan dolayı %38’lik bir oyla tüm
Türkiye’yi yönetme çabasında olanların bu yaptıklarının demokratik zeminde dahi bir açıklaması
olmamakla birlikte yapılanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine aykırıdır.
Şehitlik Makamını da mı sorgulayacaksınız?
Türkiye’de ilk kez bir hükümet şehit cenazelerinde yuhalanmış ve hükümet mensupları bu törenlere
gelmeye korkar hale gelmişlerdir. Açılımla birlikte yapılan söylemlere bakıldığında kimsenin
bölücü terör örgütü için ‘terör’ veya ‘terör örgütü’ ifadesi kullanmadığı göze çarpmaktadır. Aynı
zamanda hükümet yetkililerinin ‘çözüme çok yakınız’, ‘barışa az kaldı’ gibi sözleri akıl almaz bir
şeydir.
Tüm bu sözleri sarf edenler yaptıklarının çok iyi bir şekilde farkındadırlar. Bu noktadan hareketle
yakın bir gelecekte PKK için hiçbir basın kuruluşu ve iktidar mensubunun ‘terör örgütü’ ifadesini
kullanmaması muhtemeldir. Böylece ülkelerini bölmeye çalışan, bebeklere dahi acımasızca
Rus ve Amerikan yapımı mermileri sıkanlar suçsuz olarak (!) aramıza karıştırılacaktır. Terörle
mücadele yolunda şehit düşen askerlerimizin, yaralanan gazilerimizin yakın zamanda ‘şehit’
ve ‘gazi’ sıfatlarının sorgulanmasına çalışılacaktır. Bugün açılımı yapanların asıl zihniyetlerine
baktığımızda, askerlerimizin Allah yolunda değil, cumhuriyetin devletini koruma yolunda
öldüklerini düşündükleri görülecektir. İşte bu sıkıntılı zihniyet bugün ülkeye barış getireceğini
söyleyerek takiye yapmaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 39
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Psikolojik savaş tekniklerinin de en üst seviye uygulandığı sürecin geleceği, her dakika kararmakta
ve başta Türk milletinin asli unsurları olan Türkleri tedirgin eder hale gelmektedir.
Sonuç
AKP Hükümeti’nin başlattığını söylediği açılım süreci aslında çoktan başlamıştır. Bu sürecin
gelişiminde yaşananların örneklerine yazımızın içerisinde değindik. İşte bu gerçeklikten yola
çıkarak artık resmi politika haline getirilmek istenen bu açılım, Türk Milleti’nin kalbinde ve
değerlerinde çok büyük yaralar açmaktadır.
İşsizliğin giderek arttığı, ekonominin bozulduğu, milli değerlerimizin tarumar edildiği, ‘Türküm’
demekten korkulduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Bugün yaptıklarının pek tabii farkında olanlar yargılanacakları Yüce Divan yolunda durmadan
yollarına devam etmektedirler.
Türk Gençliği’nin geleceği karanlık değildir ve bu gençlik karanlıklara da mahkum edilemeyecektir.
Türkiye’yi ayrıştırmak isteyenlerin tarih önündeki akıbetleri ortadadır, buna kalkışmak ise tarihin
tekrarı olacaktır.
O yüzden tarihi tekerrür ettirerek bu ülkeye zaman kaybettirmeyin !
40 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KÜRTÇE TELEVİZYON SKANDALI!
Batuhan ÇOLAK
“Bir ülkeyi yıkmak istiyorsanız, dilini tahrip edin.”
KONFÜÇYÜS
AKP’nin son açılımlarından biri olan, TRT’nin Türkçe dışında bir dilde yayın yapan kanalı TRT6, 2009 yılı itibariyle yayın hayatına başladı. Açılış yayını kapsamında AKP’li milletvekilleri,
bakanlar ve çeşitli bürokratların hazır bulunduğu gecede yaşanan manzara, bir milletin tarihine
kara leke olarak geçmiştir.
PKK’lıları Düşününce Hüzünlenen Bakan!
TRT’nin yayın anlayışı kapsamında, Türkçeyi konuşmakta zorlanan vatandaşlarımıza dilimizi
daha kolay öğretir ve millet olmanın gereğini yani ‘dil ve kültür birlikteliğini’ sağlar düşüncesini
taşıyarak iyi niyetle baktığımız Kürtçe TV, her zaman olduğu gibi bizim iyi niyetimizi suistimal
etmiştir.
Bu bağlamda, TRT-6’nın açılışını yapanlar arasında olan, eski solcu, yeni AKP’li Kültür ve Turizm
Bakanı Ertuğrul Günaydın’ın sözleri bizleri şoke etmiştir. İşte o sözler:
“Bu özellikler bizi zenginleştirerek güçlendiriyor. Ancak geçmiş yıllarda bu zenginlikleri yok
etmek isteyen akıl dışı anlayışlar ülkeyi yönetti ve bunun acı sonuçlarını gördük.
Geçmiş yıllarda bu talepleri dile getirdikleri için gereksiz acılar çeken Mehmet Uzun’u, Ahmet
Kaya’yı, Ahmet Arif’i hüzünle hatırlıyorum. Haksızlıklar yaşadı bazı insanlar... Bunları da hüzünle
hatırlıyorum. Bu girişim daha önceki yıllarda olsaydı, gereksiz bazı tartışmaları yaşamamış, bazı
sancıları çekmemiş olurduk. Ama yanlışın neresinden dönülürse kârdır”
Bu sözler sıradan bir sanatçı için söylenmemiştir. PKK terör örgütünün konserlerine çıkıp, “Vallahi
APO’yu özledim.” sözleriyle terörist başına duyduğu özlemi dile getirip, evlatlarımızı şehit eden
terör örgütü için şarkı yazıp, açık propagandasını yapan Ahmet Kaya için söylenmiştir. Bu şahsın
“bölücü PKK terör örgütüne yardım ve yataklık yaptığı ve halkı ırk farklılığı gözeterek kin ve
düşmanlığa tahrik ettiği” suçundan Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından 3 Yıl 9 ay hapis
cezasına çarptırıldığı unutulmamalıdır. Fakat söz konusu PKK’lı yurtdışına kaçtığı için hapse
girmekten kurtulmuştur. İşte bu adamdan özür dileyen ve onu düşününce hüzünlenen kişi ise;
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dır.
Ertuğrul Günay’ın bahsettiği Ahmet Arif ise; 1991 yılında hayatını kaybetmiş bir şairdir. Bu şahsın
şiirlerinin PKK’lı teröristlerin dillerinden düşmediği ise birçok kesim tarafından dile getirilmiştir.
Bakan Günay’ın ismini zikrettiği son şahıs olan Mehmet Uzun için ise fazla söz söylememize gerek
yoktur. Kendisi geçen sene kanser hastalığına yakalandığında PKK terör örgütünün elebaşı Murat
Karayılan kendisi için şu mesajı göndermiştir: “Bizlerin ve halkımızın, düşüncelerinize, kaleminize
ve yaşamınıza ihtiyacı var. Hepimizin yüreği sizinledir. Kaleminizle her daim yaşayın.”
www.ulkuocaklari.org.tr 41
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Açılış Gecesinde Kürtçe Konuşan Başbakan
Kürtçe TV’nin açılışı sebebiyle konuşma yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri arasında
Türkçe’nin yanı sıra Kürtçeye de yer vermesi; bizlere gelecek günlerde neler yaşanacağını açıkça
anlatır nitelikteydi.
Ayrıca gecede AKP Van Milletvekili Gülşen Orhan’ın Kürtçe bir türkü söylemesi oldukça dikkat
çekmiştir.
İngiliz vatandaşlığına da sahip olan AKP’li Devlet Bakanı Mehmet Şimşek “Piroz be TRT şeş li
ser xˆrˆ be” (“TRT 6 kutlu olsun, hayırlı olsun.” anlamına gelmektedir.) şeklinde basına açıklama
yapması da Türk Milleti’ni derinden yaralamıştır. Çünkü söz konusu kişi sıradan bir vatandaş
değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut iktidarında bakanlık yapan bir kişidir.
Kürtçe Kanal Açılmasının Sebebi ve Mantığı Nedir?
Millet olma veya olabilmenin en temel unsuru ortak dil ve kültür iken, bu iki kavram üzerinden
‘ötekileştirme’ yapmanın mantıklı bir izahı yoktur.
Acaba devlet eliyle resmi dil dışında yayın yapmak kime veya kimlere hizmet edecektir?
Farklı dil ve lehçelerde yayın yapmak veya yapabilmek hususunda AB’nin yaptığı baskılar
ortadadır.
Lakin Kürtçe TV açma konusu arz-talep meselesidir. Talebi gerektiren unsur ‘ihtiyaç’ ise, bu
ihtiyacın nereden kaynaklandığını sorgulamak gerekmektedir. Acaba TRT’nin Kürtçe televizyon
kanalı halkın mı, yoksa dış kaynaklı merkezlerin ihtiyacı mıdır? Bu iki soru çevresinde çözümü
görmek ve gerçekleri kavramak son derece önemlidir.
‘Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılından 2009 yılına kadar geçen süre içerisinde, bölge insanının
Türkçeyi öğrenmediği ve bu yüzden başka bir dil kullandığı’ iddiası iyi analiz edilmelidir. Acaba
bu zamana kadar devlet dairesinde, resmi işlerde veyahut diğer tüm olaylarda mecburi iletişimler
‘tercümanlar’ aracılığı ile mi sağlanmıştır?
Cumhuriyet’in ilanından bu yana geçen sürede ‘göç’ sebebi dışında Türk insanının Türkçeyi
öğrenememesi kesinlikle doğru bir tez olmamakla birlikte, yapılan çalışmaların amacı son derece
nettir. Bu amaç da Kürt dilini oluşturmak ve bu dili okullarda öğreterek kültür farklılığı yaratmaktır.
Bu sayede dilde farklı, işte farklı, kültürde farklı bir millet oluşturulacaktır.
Cevaplanamayan Sorular
“Bizi buraya milli irade getirdi.” diyerek, eleştiri kültürünü dahi baskılayan bir zihniyete, acaba bu
‘milli irade’ nasıl bir yol göstermiştir ki devlet eliyle Kürtçe yayın başlatılmıştır?
Atatürk’ü içki masalarında devlet yöneten bir kişi olarak gösteren projelere devlet arşivlerini
açanların, Kürtçe yayını başlatanlarla aynı safta yer almaları bir tesadüf müdür?
Bölücü terör örgütü mensuplarını ‘gerilla’ olarak tanımlayan Yaşar Kemal’in, Cumhurbaşkanlığı
Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almasıyla, Kürtçe TV açılımı arasındaki herhangi bir bağlantı
var mıdır?
Gülen Cemaati’nin kontrolünde olan Abant Platformu’nda, terör örgütü yerine devleti suçlu
gösteren “Kürt Sorununun Çözümü” isimli bildiriyi hazırlayanların, TRT’nin Kürtçe TV açılış
töreninde en ön saflarda yer almaları tesadüf müdür?
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı’nın (TESEV) yayınladığı ‘Kürt raporu’nu destekleyen
milletvekili ve bir takım yazarların AKP tarafında olması bizlere neyi göstermektedir? TESEV’in
42 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
raporunda yer alan diğer taleplerin, önümüzdeki süreçte AKP tarafından ‘açılım’ adı altında
önümüze getirilmesi mümkün müdür?
Sonuç
Halkın etnik kökenlerine göre devlet eliyle ayrım yapan bir hizmet ve görev anlayışı Anayasamızda
yoktur. Tüm vatandaşlar yasalar önünde, herhangi bir etnik köken farkı olmaksızın, eşittir. Birileri,
Kürtçe TV’nin Türkiye’nin üniter yapısına, Anayasasına aykırı olduğunu unutmaktadırlar.
Türkiye yıllardan beri süregelen çeşitli senaryolar, projeler ve faaliyetlerin hedefindeki ülke olma
konumundadır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için verilen fonlar, dış yardımlar ve oluşturulan
siyasi mekanizmanın olgunlaştığı bir dönemde bulunmaktayız.
Çeşitli cemaatlerin ve birtakım ‘değişken fikirli’ aydınların ‘devrim’ olarak nitelediği Kürtçe TV,
bu dönemde ortaya çıkan acı bir örnektir.
Türkiye’yi önce ‘mozaik’ olarak tanımlayıp, ardından federatif ve son olarak da parçalanmış ülke
konuma getirmek isteyenler, süreci son hızla devam ettirmektedirler.
Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kültür ve Turizm Bakanı’nın sözleri, başta şehit aileleri
ve gazilerimizi çok derinden yaralamıştır. ‘PKK’lıları düşünüp hüzünlenmek’ ve kesinleşmiş yargı
kararı olmasına rağmen onları ‘mazlum’ pozisyonuna getirmek son derece tehlikeli bir tavırdır.
Tüm bu oyunlara rağmen ümitsizliğe kapılmamak ve geleceğe umutla bakmak durumundayız. Bu
noktadan hareketle geleceğimizin haklı gururunu koruyacak gençlerimizin şu sözlerden bir sonuç
çıkarması en büyük mükâfatımız olacaktır:
“Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden
evvel mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna
bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”
Mustafa Kemal Atatürk
www.ulkuocaklari.org.tr 43
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SAHİL KENTLERİMİZ
PKK KISKACINDA MI?
Batuhan ÇOLAK
Terör örgütü PKK’nın ülkemizin kıyı şeridindeki illere yönelik
amaçları uzunca bir süredir bilinse de, kamuoyunda pek dile getirilmemektedir. Getirilse dahi
yerel gazetelerden öteye geçememektedir. Özellikle Mersin, Antalya, Adana, İstanbul, İzmir,
Muğla, Sakarya gibi sahil şeridindeki şehirlerimizde PKK tarafından önemli açılımlar yakalandığı
görülmektedir. Bu açılımların özünde ise uyuşturucu ticareti ve turizm gelirlerinden alınacak pay
yatmaktadır. Sahil kentlerimizdeki haller, plajlar, alkolün bir tüketim aracından çok ihtiyaçmışçasına
tüketildiği mekanlar örgütün beslendiği kaynakları teşkil edebilmektedir. Okul çevrelerinde seyyar
satıcı kılığında uyuşturucu madde satanlar, kaçak sigara, korsan CD satıcıları, kapkaç ve gasp
çeteleri gibi illegal yapılanmaların tümü, terör örgütü PKK ile doğrudan bağlantı içerisindedir.
İşte bu yasadışı faaliyetler, başta sahil kentlerimizdeki halkı ve bahsi geçen illere gelen turistleri
tedirgin etmektedir.
Söz konusu sahil kentlerimizdeki üniversiteler de bölücü terör örgütü için önemli bir faaliyet alanı
haline dönüştürülmek istenmektedir. Bunun son örneğini Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nde
yaşandı.
Bu bağlamda son 1,5 yılda basına ve yöre halkına yansıyan şu olayları iyi kavramak gerekiyor:
Olay 1:
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi (ZKÜ) Alaplı Meslek Yüksekokulu’nda okuyan S.E. isimli
öğrencinin okulda PKK propagandası yapması, kaldığı devlet yurdundaki oda dolabından sözde
Kürdistan haritası, PKK dokümanları, örgüt bayrağı önünde çekilmiş fotoğrafı, kitap, CD ve kasetler
gibi malzemelerin çıkması, Alaplı ilçesinde büyük yankı bulmuştu. Öyle ki adı geçen öğrenci yerel
bir gazete olan Haftalık Sınır gazetesi ‘Kardeşche’ isimli bir bölümde yazılar da yayınlıyordu. Söz
konusu olayla ilgili Radikal Gazetesi’nin son derece taraflı bir haberi de mevcut.
İlgilenenler için haber linki: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=212878
Olay 2:
Yurtsever Cephe isimli oluşumun PKK terör örgütü ile organik bir bağı net olarak görünmese de,
yaptığı faaliyetler ve söylemleri incelendiğinde örgütün yan kuruluşu olduğu görülecektir. İşte
böylesi bir yapılanma olan Yurtsever Cephe, 1 Nisan 2007 günü Zonguldak Ereğli’de bir faaliyet
yapıyor. Faaliyet kapsamında Ereğli’nin en işlek bölgesinde stant açıp, dergi, gazete v.b. basılı
yayınları dağıtıyor. Bu durumun ilçede duyulması büyük bir hareketliliğe yol açıyor. Karadeniz
insanının karakteristik özelliği olan milli ve manevi duyguların güçlü olması bir kez daha ortaya
çıkıyor. “Kahrolsun PKK” sloganları atılıyor ve bu bağlamda da Yurtsever Cephe’nin standının
kaldırılması için uyarılarda bulunuluyor. “Kahrolsun PKK” sloganlarına karşılık vererek ortamı
daha da gerginleştiren Yurtsever Cepheliler, olayların çıkmasına adeta davetiye çıkarıyor. Daha
sonrasında ise, televizyonlara da yansıyan, istenmeyen olaylar yaşanıyor. Birçok vatandaş ve
Yurtsever Cephe üyeleri arasında kısa süreli arbede çıkıyor ve tam 8 kişi yaralanıyor.
44 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Olay 3:
Son olayımız da Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Alaplı Meslek Yüksekokulu’nda yaşanıyor. 22
Mayıs 2008 Cuma günü Bahar şenlikleri sebebiyle üniversitenin kapalı spor salonunda bir konser
düzenliyor. Normal olarak başlayan konser, bir anda PKK yandaşı öğrencilerin propagandasına
dönüşüyor. Ahmet Kaya şarkılarının çalınmasıyla birlikte, zafer işaretleriyle PKK terör örgütü
lehine sloganlar atılmaya başlıyor. Olacaklardan habersiz konseri izlemeye gelen öğrenciler bir anda
kendilerini örgüt propagandasının içinde buluyorlar. Bu durum karşısında tepki gösteren öğrenciler
durumu üniversite yönetimine bildiriyorlar. Konu karşısında herhangi bir önlem alınmaması
sonucu, öğrencilerin etkinliği yönetime şikâyet ettiği haberini alan PKK yandaşları öğrencilere
saldırıyorlar. Saldırılar sonucunda 1 öğrenci hastaneye kaldırılıyor. Olayın Zonguldak’ta duyulması
neticesinde de birçok vatandaş okula geliyor ve olaya tepkilerini belirtiyorlar. Söz konusu konserin
afişi aşağıdadır:
Bu üç olayda da terör örgütünün üniversitede ve şehirde geldiği nokta görülmektedir. Artık o kadar
cesaretlenmişlerdir ki, konser düzenleyip tepki gösterenlere saldıracak kadar ileri gidebilmişlerdir.
Eminiz ki güvenlik güçlerimizin istihbaratı son derece mükemmel çalışmaktadır.
Buna rağmen PKK yandaşı bu gibi oluşumlara karşı herhangi bir yaptırım uygulanmaması son
derece düşündürücüdür. Eğer ki geleceğimizi gelişmiş ve büyük bir Türkiye’de hayal ediyorsak,
bu gibi can sıkan hususların bir an önce son bulması icap etmektedir.
www.ulkuocaklari.org.tr 45
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SANAL SORUNLARA GERÇEK ÇÖZÜM:
MİLLİ KİMLİK
Batuhan ÇOLAK
İç Savaş Tehlikesi
Yakın tarihte, iç savaşların çıktığı, beraberinde yıkım ve gözyaşının hâkim olduğu coğrafyaların
iç savaş öncesi durumlarına baktığımızda etnik milliyetçiliğin azami noktaya ulaşmış olduğunu
görürüz. İşte bu süreçlerde ortaya çıkan kimi siyasi partiler ve sivil örgütlü yapılar etnik milliyetçiliği
körükleyerek iç savaşa adeta davetiye çıkarmışlardır. Bu savaşların ayrımcılık noktası kimi zaman
ırk düzeyinde olurken kimi zaman da dini farklılık düzeyinde meydana gelmiştir.
İç savaşların yaşandığı ülkelere baktığımızda ciddi bir kültür farklılığı ön plandadır. Tam da bu
noktada ortak tarihin olmadığı gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Ortak tarihin olmamasından kasıt
ise, aynı devlet mekanizması içerisinde yaşayan farklı grupların ortak bir geçmişten, ortak bir
kültürden ve ortak bir amaçtan uzak olmasıdır. Bu kapsamda iç savaş çıkma tehlikesi yüksek olan
toplumlarda ortak bir tarih paylaşımından söz etmenin güçlüğü net bir şekilde görülmektedir.
Ortak kültür ve tarihi geçmişe sahip olup, iç savaşı yaşayan ülkeler de olmuştur. Bu ülkelerin
iç savaşı yaşamadan önceki dönemlerine bakıldığında, ortak paylaşımların giderek kaybolduğu
ve etnik milliyetçiliğin giderek arttığı tespit edilmiştir. Tüm bu ortak özelliklerin kaybedilmesi
noktasında, söz konusu ülke üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen uluslar arası güç unsurlarının payı
büyük olmakla beraber, iç savaşın yaşandığı ülkelerin gelişmişlik düzeylerindeki geri kalmışlık
dikkat çekmektedir.
Birçok ülkede sömürgesel ulus-inşaları etnik çatışkıları diri tutmuştur. Böylelikle, 1 milyonun
üzerinde Hindu ve Müslüman, Hint alt kıtasını Hindistan ve Pakistan olarak bölünmesine eşlik
eden şiddet olaylarında yaşamını yitirmiştir. Filistin’deki Araplarla Yahudiler arasındaki sorunlar
Britanya mandası döneminde baş göstermiştir. Az gelişmiş ülkelerdeki etnik çatışkılar, sömürgelerin
tasfiyesinin zirve noktaya ulaştığı 1960’larda iyice su yüzüne çıkmıştır. Zaire, Nijerya, Bangladeş,
Sudan, Hindistan, Srilanka, Irak, Etiyopya, Uganda, Ruanda, Brundi ve Lübnan’da şiddetli etnik
çatışmalar olagelmiştir. Bunların pek azı çözüme kavuşabilmiştir. 1
İç savaş yaşayan devletlerin çoğunluğunun 3.dünya ülkesi olarak adlandırılan geri kalmış ve
sömürgeleştirilmiş ülkelerden oluşması dikkat çekicidir. Bu ülkelerde yaşayan etnik grupların
tek bir milli kimlikte bütünleşememeleri, beraberinde iç savaşın çıkmasına sebep olmuştur. Aynı
zamanda sömürgeyi bir devlet politikası haline getiren çağdaş (!) batılı devletlerin bu iç savaşlarda
rolü çok büyüktür.
Türkiye’ye gerek AB gerek diğer örgütlerin yaptığı dayatmalar incelendiğinde ülkemizdeki etnik
gruplar üzerinde önemle durulduğu görülmektedir. Bu çerçevede 3. Dünya ülkesi olmamakla
birlikte gelişmekte olan ülke statüsünde olan Türkiye’nin üniter yapısının dağıtılarak, önce
sömürgeleştirip sonra parçalanmasını istemek, Türkiye’nin bölgesinde güçlü olmasını istemeyen
birçok devletin adeta resmi politikası haline gelmiştir. Öyle ki bölücü terör örgütü PKK’yı Irak,
İran, Suriye, Ermenistan, Yunanistan, Lübnan, Filistin, Rusya, ABD, İsrail, İsveç, Danimarka,
Hollanda, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin açık bir şekilde desteklediği dönemlerin
olması bu durumun gerçekliğini gözler önüne sermektedir.
46 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk Kimliğinin Önemi
Köklü bir kültürel mirasın da sahibi olan Anadolu Coğrafyası’nda 1071’den itibaren yoğun bir Türk
etkisi görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu ile başlayan farklı etnik kimliklere özerklik verilerek
tek çatı altında toplama girişimi, 1789 Fransız İhtilali’ne kadar geçerli olmuştur. Fransız ihtilali
sonrasında ortaya çıkan milli devlet yapıları çokkültürlü bir toplum ve kimi zaman da federatif
özellikler taşıyan Osmanlı’yı yakından etkilemiş ve dağılma sürecini başlatmıştır.
Osmanlı’nın çöküşünün ardından milli devlet arayışları kapsamında kurulan ve içerisinde tüm
vatandaşların eşit bir şekilde yaşamlarını sürdürecekleri, üniter bir devlet yapısına sahip olan
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Osmanlı’nın dağılmasının ardından yerine kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu coğrafya birçok yabancı devleti rahatsız etmiş ve daha o
zamandan Türkiye’yi etnik temelde bölme çalışmaları başlamıştır.
Dr. Ali Güler, ‘Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar’ isimli kitabında bu konu üzerinde şu şekilde
durmuştur:
“İngiltere, özellikle Musul petrollerinin kontrolleri açısından bölgedeki Kürtler üzerine politika
yapıyordu. Daha Mondros Mütakeresi öncelerinde başlayan bu konudaki İngiliz faaliyetlerinin bir
uzantısı olarak Lozan Konferansı’nda İngiltere; Türkiye Müslümanları arasında dil ve ırk ayrımı
yaparak, özellikle Kürtleri ayrı tutmak, onları da azınlık statüsüne sokmak için çalışmıştır” 2
Lozan Antlaşması görüşmelerinde, azınlıklar alt komisyonu Türk Heyeti Başkanı Dr. Rıza Nur
hatıralarında bu konuda şunları söylemektedir:
“Frenkler ekalliyet diye 3 nevi biliyorlar: Irkça ekalliyet[1], dilce ekalliyet, dince ekalliyet. Bu
bizim için gayet vahim bir şey, büyük bir tehlike. Aleyhimize olunca şu adamlar ne derin ve ne
iyi düşünüyorlar… Irk tabiri ile Çerkez, Abaza, Boşnak, Kürt, ilh...yi, Rum ve Ermeni’nin yanına
koyacaklar. Dil tabiri ile Müslüman olup başka dil konuşanları da ekalliyet yapacaklar. Din tabiri
ile halis Türk olan 2 milyon kızılbaşı da ekalliyet yapacaklar. Yani bizi hallaç pamuğu gibi dağıtıp
atacaklar. Bu taksimi işittiğim vakit tüylerim ürperdi. Kıllarım sanki birer kazık oldu. Bileklerimi
sıvadım bütün kuvvetimi bu tabirleri kaldırmaya verdim. Pek uğraştım pek müşkilat ile fakat
kaldırım…” 3
Rıza Nur’un hatıralarında da değindiği gibi Lozan Antlaşması imzalanmadan önce Türkiye’nin
çok parçalı bir etnik yapıya dönüştürülmesi için birçok baskı yapılmıştır. Bu baskılar sonucunda
sadece Ermeni, Rum ve Musevi vatandaşlar azınlık statüsünde tanımlanmıştır.
Zamanın devlet yöneticilerinin kararlı tutumu ve milli devlete olan inançları doğrultusunda
bugünkü Türkiye’nin temelleri atılmıştır. İşte bu sağlam temeller üzerinde büyüyen Türkiye bazı
dönemlerde Türk kimliğini koruma noktasında büyük yanlışlıklara şahit olmuştur. Bu doğrultuda
Türkler, kimi dönemlerde dış desteklerle içeriye salınan Truva atlarına, kimi dönemlerde de büyük
devletler tarafından yetiştirilip kontrol edilmekte olan devlet yöneticilerine şahitlik etmişlerdir.
İşte bu süreçler sırasında doğan bölücü terör hareketleri de Türkiye’nin yıllardan beri korumuş
olduğu üniter yapısını ve tüm alt kültürleri tek bir çatı altında birleştiren Türk kimliğini kendisine
hedef seçmiştir.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türkiye’deki duruma bakıldığında, üniter bir devlet yapısının
yanı sıra, tüm etnik grupların tek bir kimlik olan ‘Türk’ kimliğinde buluştuklarını görmekteyiz.
Türk kimliği çerçevesinde ve ortak bir paydada buluşan tüm vatandaşların eşitliği, gerek kanunlar
gerekse de kültür çerçevesinde korunmuştur.
Bu zamana kadar Türkiye’de ırkçılık sebebiyle saldırılar yaşanmamıştır. Farklı kültürel özellikleri
bulunan tüm vatandaşlar sanat alanında, bürokrasi alanında ve nihayetinde siyaset alanında en
yüksek noktalara ulaşmışlardır.
www.ulkuocaklari.org.tr 47
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Avrupa Birliği’nin Türkiye üzerinde kurduğu ‘etnik gruplara hak tanıma’ baskısı her geçen yıl
şiddetini arttırarak devam etmektedir. Bu kapsamda AKP hükümetinin yapmış olduğu yasa
değişiklikleri ve Türk kimliğini hiçe sayan ‘Türkiyelilik’ gibi kavramların genel politika haline
getirilmek istendiği görülmüştür.
Türkiye’de 1984 yılından beri etnik temelli bir terör hareketi görülmesine rağmen, hiçbir zaman
için Kürt kökenli vatandaşlara yönelik tepki meydana gelmemiştir.
2004 ilerleme raporunda Türkiye’deki etnik kökeni farklı olan grupların toplam nüfusunu 44
milyon olarak kabul edip, bu nüfusa gerekli demokratik hakların sağlanması talebi de, AB’nin
samimiyetinin bir kez daha sorgulanması ihtiyacını doğurmuştur. Çünkü Türkiye’deki nüfusun ne
44 milyonu farklı etnik kökene mensuptur, ne de farklı etnik kökene mensup olan vatandaşlarımız
özel haklar talep etmektedir.
Açılım Sürecinin Tehlikesi
Tıpkı 3. Dünya ülkelerine, sömürgeci devletler tarafından ihraç edilen ayrıştırma politikaları gibi,
Türkiye’de de benzer politikalar uygulanmak istenmektedir. Türkiye’nin önünde çözülmeyi bekleyen
onlarca sorun varken, çözüm yerine yeni sorunların üretilmesi mantıklı görünmemektedir.
Türkiye’nin kendi imkanlarıyla uzaya tek bir uydu gönderememiş olması (Ör, TÜRKSAT’ın
Fransa tarafından uzaya gönderilmiş olması), savunma sanayini geliştirememesi, akademik
alanda uluslar arası yayınlarımızın giderek azalması, istihdam sorununun giderek artması gibi
daha yüzlerce sorunlar varken, Türksün-Kürtsün-Çerkezsin-Arapsın-Abazasın-Gürcüsün vb gibi
sanal gündemlerle kamuoyunun meşgul edilmesi dikkatle incelenmelidir. Eğer bu süreçler ileriki
yıllarda bağımsız ve tarafsız bir siyaset bilimci ve iletişim uzmanları tarafından incelenecek olursa,
yaşadığımız sürecin ne kadar gülünç olduğu bir kez daha gözler önüne serilecektir.
Bugün beğenmediğimiz Hindistan bile uzaya kendi roketini gönderirken, 1923 yılında Lozan
Antlaşmasıyla karara bağlanmış azınlıklar konusu bugün ülkemizde bizzat iktidar partisi tarafından
yeniden canlandırılmak istenmektedir.
Bugün ‘kürt açılımı’ adı altında yapılmak istenenler de Türkiye’de yeni bir azınlık grubunun
oluşturulması çabasıdır. Bu sağlandığı takdirde başta AB olmak üzere, çeşitli yapıların Türkiye
üzerinde kurdukları baskı arttırılacaktır.
AKP’nin tek başına iktidar olması sebebiyle, Türkiye’de her alanda kutuplaşma süreçleri yaşanmaya
başlamış ve beraberinde de toplumsal huzurun azalmaya başladığı görülmüştür.
Bu bağlamda AKP’nin ülkeyi kamplaştırdığı ve bunu yaparken de çok ciddi bir medya desteği
aldığı ortadadır. Tüm bunlar siyaset sahnesinde olabilecek olaylardan ve ileriki dönemlerde farklı
partilerin iktidarlarında da yaşanması muhtemel süreçlerdendir. Fakat AKP döneminde öyle olaylar
yaşanmaktadır ki, bunların hiçbirinin yaşanması bir daha mümkün gözükmemektedir. Bu durumun
son örneği olan ‘açılım’ süreci de son derece hatalı ve bir o kadar da tehlikelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlığını taşıyan herkesin her alanda eşit olduğu ülkemizde,
kime ve neye açılım yapılacağı hala anlaşılamamıştır. Kimileri Kürt kökenli vatandaşlara, kimileri
bölücü terör örgütüne yönelik, iktidar yanlılarının ise ‘demokrasiye’ yönelik olduğunu iddia ettikleri
süreç içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Bugün, Türkiye yeniden Lozan görüşmelerine başlamışçasına sıkıntılı bir süreci yaşamakta ve
kendini anlatabilme ihtiyacını duymaktadır. Türk kimliğinin ortak bir kimlik olarak tanımlanması,
etnik aidiyetliğin sağlanması, kültürel farklılığın asgari düzeyde olduğu yolunda yapılan çalışmalar
bunun somut kanıtı niteliğindedir.
Ülkemizin onlarca sorununa rağmen 90 yıl önce çözüme bağlanmış bu konuları bugün yeni bir
48 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sorunmuş gibi ortaya sunmak oldukça düşündürücüdür.
Yazımızın girişinde de belirttiğimiz üzere ortak bir tarihte, ortak bir kimlikte birleşemeyen
toplumlarda, etnik milliyetçilik olaylarının artması beraberinde iç savaşı getirebilmektedir. Son
zamanlarda Türkiye’de de buna benzer bir senaryonun uygulanmak istendiği görülmektedir. Bu
senaryoda ‘demokratik açılım’ adı altında etnik milliyetçiliğin önü açılmaktadır.
Etnik milliyetçiliğin körüklenmesi beraberinde diğer etnik unsurların milli kimlikten kopmalarına
sebep olacaktır. Bu durum milli ve üniter yapısı olan ülkelerin en büyük tehditlerinden biridir.
KAYNAKÇA
KOTTAK, Conrad Phillip, Antropoloji İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Ütopya Yayınevi, 2002, Ankara, s 82
GÜLER Ali, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, Berikan Yayınevi, Ankara, 2003, s. 256
Ekalliyet: Azınlık
Dr. Rıza Nur’un Lozan Hatıraları, İstanbul, 1991, sy.83
[1] Ekalliyet: Azınlık
www.ulkuocaklari.org.tr 49
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SİVİLLEŞEN TERÖRÜN
MEŞRULUK ARAYIŞI
Alper ERTAŞ
Terör, kelime olarak “korkutma, yıldırma” manalarına gelmektedir. Her hangi bir ideolojinin veya
ayrılıkçı fikirlerin baskı ve şiddet kullanılarak propagandasıdır da diyebiliriz. 12.04.1991 tarih ve
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ise terörü şöyle tanımlamaktadır:
“Terör, baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle,
anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni
değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve
Cumhuriyeti’nin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya
ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini
veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her
türlü eylemlerdir.”
Terörizmin temelinde bulunan şiddetin meşruluk kazanması ise her zaman en büyük açmaz
olmuştur. Örgütsel kademelerinin dogmalarının, baskı şiddet unsurlarının kabulü gerekmektedir.
Bu örgütsel yapı içinde şiddet öğesini elinde bulunduran kademe aynı zamanda otorite ve otoritenin
kademeleşmiş hali olan hiyerarşik düzeni de elinde bulundurmaktadır.
Terör örgütlerinin birincil çabaları her zaman için propaganda olmuştur. Özellikle PKK terör
örgütü için bu süreçte 1995 yılına kadar geçen süre zarfında silahlı bir propaganda uygulanmıştır.
Başlangıçta Marksist-Leninist öğretide sözde bir parti olarak kurulan PKK, 1978 kuruluş sürecinden
itibaren özellikle 1984 Eruh baskını ile başlayan dönemde silahlı propagandayı benimsemiştir.
1995 yılına kadar silahlı propaganda yanında sivil propaganda da oluşturulmaya başlanmıştır. Bu
bölücü terör örgütünün birçok uzantıları sivil yaşama da müdahil olmuştur.
Yapılan propagandalar sayesinde sözde örgüt kadroları yaptıkları baskıları, uyguladıkları
şiddeti meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Bu birinci öncelik olan örgüt içi meşrulaştırmadır.
Çünkü heterojen bir örgütsel yapıyı bir arada tutabilmeniz için baskı ve şiddet araçlarına sahip
olabilmeniz gerekmektedir. Bunun yanında bu birliği sağladıktan sonra ise teröristlerin kendilerini
feda edebilmeleri için gerekli eğitimler verilmektedir. Teröristin, insanlığa sığmayan vahşeti,
kendi kafasında meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Bunda ise sözde örgüt içi siyasi eğitim, MarksistLeninist örgütsel eğitimler ayrılıkçılığa vurgu yaparak yanlış bilgilendirmelerle birer gönüllü kul
statüsünde terörist kazanmış olurlar.
Terörün meşruluk kazanma mücadelesini iki cihette incelemek gerekmektedir. Bunlardan biri
örgütsel meşruluk, ikincisi ise ulusal ve uluslararası alanda meşruluk kazanma çabasıdır. Örgüt içi
meşruluk da değindiğimiz gibi korku ve itaat kavramlarının arasında birer gönüllü kulluk oluşturma
çabasıdır. Bu süreç içerisinde yaşanılan terör öyle bir boyuta gelmektedir ki kullanılan kavramlar
bile değişmektedir. Terörün adını sözde meşru savunma, insanlık dışı saldırıların sözde barış için
mücadele ismini aldığı görmekteyiz.
PKK terör örgütünün üst kademesinde bulundurduğu baskıya ve şiddete dayalı gücünün iktidara
dönüşmesi ancak rıza ile mümkün olabilir. Bu sistem içinde rızanın şiddetten çok olabileceği
gibi çoğu zaman şiddet rızanın önüne geçmiştir. Güç ve rıza ilişkisinden yeni bir statü ve durum
50 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
doğmaktadır. Güce rıza gösterilmesi iktidarın doğuşuna sebep verirken de sözde düzenlerini
oluşturmuşlardır. Oluşturulan güç kullanan sözde iktidar ise otoriteye dönüşerek örgüt içi
meşruluğunu tamamlamış olur. Sözde yönetici kadroların çıkarlarının çatıştığı yerlerde, örgüt içi
cinsel istismarın, tecavüzlerin yaşandığı zamanlarda mağdurlar ya yaşanılanları meşrulaştırmak
zorunda kalmaktadır. Diğer bir sonuçla mevcut sözde otoriteye direndiği takdirde “işbirlikçi, ajan,
karşı devrimci” vb. gibi kavramlarla infazlar yaşanmaktadır. Rıza ile gücün oluşturduğu sözde
iktidar ve düzen ilişkisinde sonra iktidar ve gücün oluşturduğu sözde otorite ve adalet sistemi
bulunmaktadır. Örgüt içi sözde mahkemelerin varlığı meşruluk yanında örgütün sözde yasallığını
sağlamaya çalışmaktadır.
21. yüzyılla birlikte neo-liberal akımlarının etkisiyle küreselleşme tüm imkânları ile “Milli Devlet”
yapısını zayıflatmak için uğraşmaktadır. Milli Devlet yapısı da bütün gücüyle direnmektedir. Milli
Devlet yapısının ana karakteri olan “milletin geleceğinin yine milletin belirlemesi” uluslar üstü
kapitalist şirketler için büyük tehlike arz etmektedir. Milli Devlet, küresel şirketler tarafından
gereklidir ama zayıflatılması gerekmektedir. Egemenliğini elinde bulunduran Milli Devlet
uluslararası tekelci sermayenin girmesi yönünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Böyle bir süreçte
ise Milli Devlete iki yönlü bir baskı uygulanmaktadır. Bunlardan birincisi; yapılan uluslararası
anlaşmalarla egemenliği milletten alıp uluslararası alanda paylaşmaktır. Siyasi egemenliğin
Avrupa Birliği vb. gibi birlikler tarafından paylaşılması, iktisadi egemenliğin “International
Monetary Fund”, “The World Bank” gibi Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi yapılarla
paylaşılması Milli Devlet temelini zayıflatmaktadır. Bunlar yukarıdan gelen baskılarla egemenliğin
zayıflatılması yönünde yapılan çalışmalardır. Haricen alttan yapılan baskı olarak bölücü ayrılıklar
harekete geçirilmektedir. Kültürel zenginliği birer ayrılıkçı sebep olarak göstererek Milli Devlet
yapısı zedelenmek istenmiştir. Federatif yapı, konfederalizm söylemlerinin günümüzde ne
kadar sıklıkla söylendiğini duyabilirsek ülkemizde yaşanılan terörün aslında bölgesel bir mesele
olmadığının farkına varabiliriz.
Milli Devletin küresel sermayenin girişinde sorun teşkil etmektedir. Küresel güçler gümrükler,
kotalar, sınırlar, vergiler vb. gibi sebeplerden dolayı Milli Devletin zayıflatılması ve egemenliğinin
paylaşılması bağlamında bölgesel bölücü terör örgütleri ile birlikte hareket etmektedirler.
Değişen dünya şartlarına göre terör örgütün yaptığı terör saldırıları da boyut değiştirmektedir.
Artık terörist saldırılar şiddet cihetinde eskisi gibi yaşanmamaktadır. Küreselleşmenin milli
devletler üzerindeki zayıflık yaklaşımından yararlanmaktadır. Özellikle teknolojik gelişmelerden
yararlanarak örgütün propagandası rahatlıkla yapılabilmektedir. Mevcutta 28 yayın organı, 11
ayrı dilden yayın yapan 17 radyo, 1 televizyon istasyonu ve yaklaşık 700–750 kişilik propaganda
elemanları ile birlikte çalışmaktadırlar.
PKK terör örgütü kuruluşundaki Marksist-Leninist yapıdan biraz daha sıyrılıp günümüzde
tamamıyla pragmatist, dengeci ve uluslararası sistemi gözeterek kendi dengesini oluşturma
çabasındadır. Teröristlerine karşı sözde “büyük kürdistan”, batı ve uluslararası kamuoyuna karşı
ezilen halk, sözde gasp edilmiş haklar, Yunanistan, Ermenistan vb. gibi ülkelere karşı “Türklere
karşı birlik”, bölge halkına karşı Kürt-İslam Devleti teması işlenmektedir.
Küresel sermayenin uluslararası arenada görmek istediği tek şey kapitalist tüketim kültürünün
oluşmasıdır. Bunun dışında bir birlik istememektedir. Ortak tüketim kültürü oluşturarak geniş
bir pazar alanına sahip olmak istemektedir. Bu sebeple ki Milli Devlet duvarlarını yıkarak daha
geniş ama daha gevşek sınırların inşa edilmesi yönünde çalışılmaktadır. Bölgesel birlikteliklerle
bu geniş sınırlı pazarlar oluşturulurken federasyon ve konfederasyon söylemleri ile bu sınırlar
gevşetilmek istenilmektedir. Bu zaviyeden baktığımızda küreselleşmenin bağımlılık yaklaşımını
görebilmekteyiz.
Uluslararası oluşumlar bu yaklaşımlarını gerçekleştirirken “İnsan Hakları ve Demokrasi”yi bahane
ederekten Milli Devlet’in iç işlerine karışılmaktadır. Azınlık Hakları vb. gibi konularla bölücü
teröre zemin hazırlamaktadır. Ayrılıkçı ve etnik milliyetçi terörizm son yıllarda yaşadığı süreci,
www.ulkuocaklari.org.tr 51
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
küresel sermayenin yardımları ile gerçekleştirmektedir.
Bütün dünyada kırmızı bültenle aranan teröristlerin bölgesel birliklerin çeşitli toplantılarına davet
edilmeleri, vatandaşlarımızın temsilcileri gibi itibar göstermelerinin tek bir nedeni vardır; bölücü
terör örgütünün meşruluk açmazındaki sorunlarını gidermek.
PKK, örgüt içi meşruluk mücadelesi, uluslararası meşruluk mücadelesinin haricinde ulusal alanda
da bir meşruluk çırpınışları içindedir.
Ulusal meşruluk zemininde incelediğimizde, özellikle PKK bölücü terör örgütü birçok değişimler
geçirmiştir. 1978–1995 yılları arasında büyük ölçüde silahlı propaganda, yer yer sivil itaatsizlik
propagandaları ile varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Özellikle 1995 yılından itibaren giderek
sivilleşen bir terör sürecini çok kolaylıkla görmekteyiz.
Marksist-Leninist ideolojiden büyük ölçüde sıyrılması, sivilleşme yolunda büyük bir değişiklik
olmuştur. Örgütü temsil eden renkli bezlerden “orak-çekiç” resimlerinin çıkarılması bu bağlamdaki
bir değişikliktir.
Haricen basın yayın vb. gibi araçları kullanarak sarf edilen cümleler meşruluk için özenle
seçilmişlerdir. Terörist faaliyetlerle ilgili, savaş, dağdaki kuvvetler, ateşkes, görüşme vb. terimlerin
kullanılması, sözcüklerin anlamlarını ve bağlamlarını tahrif ederek bu örgütlerin hedeflerine
ulaşmasına yardım eder. Devletin ve rejimin karşısında, dilin imkânlarından bilinçli ve etkili olarak
yararlanan gruplar vardır.
“PKK terör örgütü hedeflerine ulaşmak üzere şiddete dayalı ve şiddete dayalı olmayan devrim
tekniklerini kullanmaktadırlar. Devletin otoritesini tanımamaya, sarsmaya odaklı şiddete dayalı
olmayan teknikler arasında genel grevler, kitlesel gösteriler, sivil itaatsizlik eylemleri, basın
açıklamaları, yöresel bayramlar, imza kampanyaları, cenaze törenleri vb. gibi sıralanabilir. Bu
teknik, geniş ve kışkırtılmış kitlelerin “eylemsellik”lerine dayalıdır. Şiddete dayalı olmayan
hareketler, çoğu zaman, şiddete dayalı kampanyaların başlangıç aşaması, müteakip aşamalarda ise
‘savaşım’ın cephesidir.”
Güvenlik güçlerimizin terörle mücadele çerçevesinde PKK terör örgütünün yasadışı niteliğini
vurgulamaya çalıştığı ve özellikle terör örgütünün dil ile ilgili yönlendirmelerine karşı da mücadele
verdiği görülmektedir. Böylesine bir mücadelenin dışında kalan kesimlerin söylemlerinde “bebek
katili”nden “sayın”a uzanan yelpaze aralığında sıfatlar seçmeleri aslında meşruluk-gayrimeşruluk
arasındaki mücadelenin bir örneklemidir.
PKK terör örgütü ve yandaşlarının terörle mücadele ile ilgili açıklama ve yorumlarındaki oyunlara
kanılmaması gerekmektedir. Böylesine ciddi bir süreçte yazılı-görsel basın ve yetkililer gerekliği
hassasiyetleri taşımak zorundadırlar. Terörle mücadele ile ilgili terör örgütü ve yandaşlarının
kullandıkları “demokratik eylemde bulunan kitlelere saldırı ve tahammülsüz davranma, devlet
terörü, halka yönelik düşmanca tutum, halkın özgürlük dinamiklerini ortadan kaldırma, imha
operasyonları, inkâr ve imha politikaları, yok etmeci operasyonlar” gibi açıklamaları meşruluk
yolundaki gayretlerini göstermektedir.
Siyasi yetkililerin “dağda silah tutacağınıza düz ovada siyaset yapın”, “silahların gölgesinde
demokrasi olmayacağı önce silahların susturulması gerektiği” gibi söylemlerin aslında terör
örgütünün propagandasını yaptığı sözde amaçların meşruluğunu ifade etmektedir. Yetkililerin bu
şekilde yaptıkları açıklamalar gerçekten durumun vahametini gözler önüne sermektedir.
Türkçemizde bulunmayan ve ayrılıkçılığa vurgu yapmak amacıyla özellikle kullanılan Q,X,W
harflerinin kullanılması ise bölücülüğün sosyal alandaki etkinliğinin göstergesidir. Bundan daha
çok bizleri şaşırtan ise eski bakanlardan birinin Türkçenin 32 harfe çıkarılması yönünde kanaat
taşımasıdır.
52 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yüzyıllardır kardeş olarak yaşamış bir milleti bölmeye çalışan dış mihraklar şunu bilmelidir ki;
yaptıkları insanlık dışı katliamların hiçbir meşru zeminde savunma imkânı bulamayacaklardır.
Necip Türk Milleti’ni bölmeyi ve yıpratmayı kendilerine şiar edinmiş uluslar üstü yapıların
ve onların içerdeki işbirlikçileri amaçlarına ulaşamayacaklardır. Kundaktaki bebeklere bile
kurşun sıkabilen insanlıktan çıkmış teröristler ve onların sivildeki uzantıları meşruluk açmazını
gideremeyeceklerdir.
www.ulkuocaklari.org.tr 53
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
TÜRK
MODERNLEŞME MODELİ
Prof. Dr. Orhan TÜRKDOĞAN
E. Kennedy’nin 1962 yılında Dallas’da bir suikasta kurban gitmesi üzerine hükümet bir komisyon
kurdurmuş, “Ne oldu? Niçin oldu? Ne yapabiliriz? Gibi sorular üzerinde yoğunlaşan bir soruşturma
açtırmıştır. Komisyonda ele alınan hususlar uzun süren bir araştırma sonucu tartışılmış ve neticede
şu görüşe varılmıştır.” “Kennedy’nin öldürülmesinde Amerikan toplum yapısı sorumludur.” Bu
hüküm, her şeyden önce bir cumhurbaşkanının katledilmesi olayını, basit ve münferit bir olay değil,
arka planda toplum yapısından kaynaklanan dinamiklerin sorumluluklarına işaret etmektedir.
Türk toplumunda da, son yıllarda giderek artan modernleşme batılılaşma tartışmaları da alt
yapıdan kaynaklanan sosyo-psikolojik gerilimlerin bir patlaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
nedenle, sosyal yapı dinamikleri Türk aydınları arasında, bu kavramların arka planında yatan temel
felsefelerin, düşünce kalıplarının yeniden irdelenmesi hususunu gündeme getirmektedir.
Türk sosyoloji geleneğinde, bu kavramın ayrıntılı bir biçimde ele alınış dönemi, Tanzimat sonrası
yenileşme hareketlerinde rastlanan Batıyla yakın ilişkilerimizin başlangıç safhasıdır. Ancak,
“Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığı adını verebileceğimiz kültür bütünüyle hiçbir zaman
ilişkisini k.esmemiştir” (Mardin, 1991: 11,12). Gerçekte, konunun edebiyata yansıyan yönü üzerinde
yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Orta Çağ Avrupa medeniyetinde ve 2. Haçlı seferiyle ilgili
edebiyatta Türklere temaslara geniş yer verilmektedir (Bilgegil, 1973:8-20). Özellikle, 15. Ve 16.
Yüzyıl Avrupa’sı; Türk devletinin azametini, Türk adetlerinin inhirafsızlığını, Türk maliyesinin
ideal seviyede bulunuşunu, Türk hükümetinin dayanışmasını, Türk padişahının halk sevgisini, Türk
milletinin intizamperver, kanaatkar, merhametli oluşunu anlatan bir edebiyata sahiptir. Yine bu
yüzyıllarda, İtalyan tarihçisi Spanduagino Fatih’in birçok Hıristiyan kitapları okuduğunu; Sezar ve
İskender’le ilgili Frenk kitaplarının Türkçeye çevirisini emrettiğini bildirir. Bütün bu bakış açıları
bir noktada toplanırsa, 15. Ve 16. Yüzyıllarda Batıyla temasta, daha ziyade Osmanlı toplumunun
Batıyı cezbeden yönleri belirtilmeye çalışılmıştır. Bu hususta (1522–1592) yıllarında yaşayan
Avusturya elçisi Ogier G. Busbeck’in (1555-1560) yılları arasında kaleme almış olduğu mektupları
dikkat çekici olsa gerek. Osmanlı bürokrasisinde yeteneğe dayalı kadrolaşmadan tutunuz da askeri
disiplin, temizlik, ordunun sükûnete dayalı yapısı, güçlü harp oyunları, üste itaat gibi bir çok
nitelikleri veciz bir şekilde kaleme alınmıştır. Busbeck, bununla da kalmamış, izlenimlerini Türk
sosyal hayatının öteki alanlarına da aktarmıştır. Türk halkının döştük ifadesi etrafında birleşen
özellikleri, yüksek karakter ve kişilik yapılan en ince ayrıntılarına kadar bu mektupta yer almıştır.
Avusturya elçisinin Türklerde gördüğü konukseverlik, cömertlik gibi hasletleri yanında, “Selim’in
İran hükümdarı İsmail’e ait meşhur muharebesinin mozaikle yapılmış pek canlı bir resminden
de” söz açmaktadır. “Türkler”, diyor, Busbeck “gül yapraklarını da yere düşmesine hiç meydan
54 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
vermezler. Çünkü itikatlarınca gül Hz. Muhammed’in terinden peyda olmuştur.” Türklerin
dini yaşantılarındaki sadelik, ticari alandaki tasarrufa dayalı tutumları estetik bir hayat hamlesi
içinde açıklanır: “Her şey öylesine ucuzdur ki bizim memlekette bir adamın bir günlük geçinme
masrafı bir Türk’ün on günlük masrafından ziyadedir diyebilirim.” Büyük Elçinin, öteki yabancı
gözlemcilerde gördüğümüz gibi, Türk ailesi hakkındaki yargıları hiç de şaşırtıcı değildir: “Şimdi
Türk kadınlarındaki yüksek ahlak seviyesinden bahsedeceğim. Türklerin karılarının iffetine öteki
milletlerin hepsinden ziyade ehemmiyet verdiklerini biliyoruz!” Örtünme hususunda da Busbeck
Türk kadını hakkındaki takdirleri son derece olumludur. Kısacası büyük elçi; “Türk devletinin
azameti, Türk ordusunun disiplini, Türk hayatının düzeni hususunda büyük saygı duymuş; hatta bu
durum karşısında Avrupa’nın akıbeti için endişeye düşmüştür” (Bügegil, 164)
Bu yüzyıllarda Türklerin Avrupa içindeki nüfuzu arttıkça, İslam’a olan tutumlarda da değişmeler
başlamıştır. Luther, Türklere karşı korunabilmek için onları tanımanın lüzumuna inanıyordu. Halka
bu yönde telkin ve öneride bulunması birçok kişinin Müslüman olmasına da yol açmıştır. Luther’in
nezaretinde Hümanistlerden Buchmann Kur’an’ın Latince çevirisinden yararlanarak basımına
çaba gösterdiler. Calvin de maddi katkıda bulundu. Hatta bu faaliyet o zamanlar sahte prensiplerin
yayılmasına sebep olur” diye bazı kimseler tarafından iyi karşılanmamıştı. Alman ıslahatçılarının
vaazları ve hemşehrileri arasındaki Türk muhabbetini aksettirmeleri bakımından anlıyoruz
ki, o devrin basit halkı içinde Türklerin gelmesini ve memleketi idare etmesini isteyen birçok
insan vardı. “Nitekim Luther, 1541’de bu konu ile ilgili daha belirgin açıklamalarda bulunuyor:
“Öğreniyoruz ki Alman halkı Türklere açıkça azizler nazarıyla bakmaktadır. Türkler kuvvetli ve
daima muzafferdir, onların kudreti tamamıyla artıyor. Bu hali insanlar şuurlu bir şekilde izahtan
çekinerek, her şeyi, Türklerin kutsiliğine atfediyor ve hem onlara ait dinin, hem de hayat tarzının
Allah indinde mergup olduğuna inanıyorlar” (Bilgegil, 177)
Avrupa’nın 15. Ve 16. Yüzyıldaki Türklere olan tutumu bu tip kaynak çalışmalarla daha da
zenginleştirebiliriz. Gerçek o’dur ki, devlet büyük olduğu vakit gücü çevreyi etkileyebilmektedir.
Aslında, bu antropolojik dilde bir akütürasyon vetiresini ortaya koymaktadır. Hâkim kültür zayıf
kültürü tesir sahasında tutabilmektedir.
Avrupa’nın Türk toplumunu tanıması, aydınlarının, militarist kadronun, din adamlarının, politik
temsilcilerinin, seyyahlarının Osmanlı toplumu ile yakın temasları, bu yüzyıllar için hiç de
küçümsenecek değer yargıları taşıdığı iddia edilemez. Bu durum, daha sonraları Batıda Türkleri
(Turquerie) hareketinin doğmasına neden olacaktır. Batının Türklere her alanda yaklaşımı ve
yakından tanımaları anlamına gelen bir akımın ilk filizleri bu yüzyıllarda böylece atılmış oluyordu.
Antropolojik dilde bu yaklaşım, yenilik (innovation) kavramını ilk kez algılama ve onunla yakından
ilgilenme diye belirlenebilir. Farkına varmak (awarereness) süreci her hangi bir iletişim yoluyla,
ortaya çıkmaktadır. Bu da, bizzat yeni bir şeyi görerek farkına varması, duyması veya öğrenmesi
yoluyla gerçekleşir. 15. Ve 16. Yüzyıllarda Türklerin Viyana’ya kadar dayanmalarım militarist alanda
teması yoğunlaştırmıştır. Buna ek olarak elçiler, seyyahlar ve benzeri yollarla yürütülen kültürel
temaslar yeniliklerin farkına varılması sürecini başlatmış olabilir. Bu husus, tamamıyla bir zihinsel
yönelim biçimidir. Daha sonraki safha, alakalanma veya iletişimin devreye girmiş olmasıdır. Bu
durum daha ziyade yeni olarak algılanan o nesneler üzerinde daha fazla zihinsel yorumda bulunma
ve onu yakından tanıma gibi önemli zihinsel değerlendirmeyi gerektirir. Türkleri tanımada, kültür
ve değerler sistemi, sosyal norm ve inançları hakkında Batıya bilgi aktaranlar genellikle bizzat
Osmanlı toplum yapısı içinde görev alan aydın kişilerin rolü büyük olmuştur. Turquerie hareketi
böyle başlamıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, yeniliğin benimsenmesi ve yayılması (diffusion
of innovation) sürecinde daima farklı iki kültürün karşılaşması ve birinin diğerinden daha fazla
şeyleri alabilecek eksikliği hissetmesi gibi bir psikolojik kimliğin ortaya çıkması gerekir. Çünkü
yeniliğin kabulünü kolaylaştıran birçok faktörlerden biri de o şeyin değeri veya fiyatıdır. Biz, 15.
Ve 16. Yüzyılda Batılı insanın Türk kültür ve değerlerine yaklaşımını analiz ederken, bugün bu tür
bir zihinsel süreci yaşamış olabilecekleri kanısındayız. Türkleri hareketi bu ihtiyaçtan doğmuştur.
Batının doğuya yaklaşımı, bir batılı için önemli bir algı alanını teşkil etmektedir. Bu da temelde bir
ihtiyaçtan doğmaktadır. İhtiyatlılık yenilik için itici gücü oluşturmaktadır. Daha sonraları Türkleri
www.ulkuocaklari.org.tr 55
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
hareketi bir çeşit Türk hayranlığına dönüşecek ve Lale Devri (1715- 1730) boyunca bu yenilik
hareketi yoğunluk kazanacak ve iki kültür arası etkileşimi hızlandıracaktır.
Sosyal antropoloji bize açıklamaktadır ki, her kültürün bir sert (hard) bir de yumuşak (soft) yönü
vardır. Değişme süreci içinde ortaya çıkan tutum ve davranışlar kültürün bu niteliklerini belirler.
Batıda Rönesans, farklı uygarlık alanlarının uzun tarihi süreç içinde oluşumudur. Bu sebeple, 15. Ve
16. Yüzyıllar arasında meyvelerini veren yenileme hareketleri bu Rönesans olgusunun başlangıcını
teşkil eder. Bu nedenle Batı kültür biçimi ile yayılan, arayan ve yeniliğe açık Herodian bir özelliğe
sahiptir.
Rönesans, bazı tarih felsefecilerine göre, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında bir geçit dönemidir
(Gökberg, 1979:37). Bir anlamda Rönesansta yeni bir biçimde, yeni bir birleşimi ortaya
koymuşlardır. Rönesans dil ve edebiyattaki gelişmeler göz önüne alınırsa ondördüncü yüzyılda
başlamıştır denilebilir. Çünkü bu yüzyıldaki bir takım gelişmeler, Batı ve Orta Avrupa toplumlarını
Orta Çağ düzeninden artık yavaş yavaş ayırmaya başlamıştır. Bu süreç, 15. Ve 16. Yüzyılda doruk
noktasına ulaşacaktır. Rönesans kültürü, kendisini en olgun biçimi ile bu yüzyıllarda gösterecektir.
Aynı şekilde, Nef de düşünce hareketlerinin 1570–1660 civarında oluştuğunu ileri sürmektedir
(Nef, 1 – 8) Dil ve edebiyata dayalı gelişmelerin ardında, dini reform hareketlerinin izlenilmesi
geniş çapta düşünce çağının gündeme gelmesi demektir. Bu düşünce biçiminin temelinde reform
hareketlerinin özellikle Luther ve Calvin’le başlatılan Püritan gelişiminin büyük etkisi olmuştur.
Artık, fert Tanrı ile kendisi arasında bir üçüncü kişiye ihtiyaç duymaksızın Tanrısıyla baş başa
kalabilmektedir. Böylece, reform ferdi tanrı karşısında özgür kılmıştır. Ferdi sorumluluk, ferdi
özgürlüğün gelişimini sağlamıştır. Bu özgürlük anlayışı, giderek “millet” dediğimiz sosyal
ferdiyetin oluşumunu da etkilemiştir. Millet olgusunun belirlenmesiyle, felsefesi sistemlerde milli
özellikler kendini göstermeye başlamıştır. Bu arada Orta Çağın tek kültür dili olan Latince yerine
milli diller (İtalyanca, Fransızca İngilizce vb.) kültür dilleri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu
da, Batının deyim yerindeyse, “ümmet”ten (bir dinin mensubu olmaktan) “millet’e geçiş sürecini
oluşturuyordu.
Kanuni’nin Protestan politikası bu dönemde ortaya çıkmaktadır. Luther’e bu amaçla mektup yollamış
olabilir. Batı ile Türk toplumu arasında karşılıklı bir yaklaşım var. Ancak, Batı başlatmış olduğu
yenileşme süreci içinde Zilotoist olmaktan ziyade Herodian bir kimliğe dönüşmüş bulunuyordu.
Bu kimlik değişimi, temelde, milletleşme ve pürtianizmin ortaya çıkarmış olduğu zihniyet
farklılaşmasının, yeni danışma çerçevesi (frame of referanca) kazanmasının bir yansımasıdır.
Dil ve düşüncede beliren bu yenileşme, aslında Antik Çağı canlandırmak için özgür kişiliğin bir
girişimidir.
Böylece, Batı, askeri fetih gücüne sahip, üstelik Haçlı Seferleri gibi uzun süren dini savaşların
da acı deneyiminden esinlererek, Osmanlı toplum yapısını anlamaya, tanımaya çalışıyordu.
Tutumlarda beliren bu zihniyet değişimi, Doğu kültürünün bir uzantısı olan Osmanlı toplumunun
yakından tanınması, sert ve yumuşak kültür unsurlarının tespitini de başlatmış bulunuyordu. Bu
eğilim, kuşkusuz Batı toplumunda yenileşme olgusunun arka planını oluşturmaktadır.
15. ve 16. Yüzyıl, bir yanda Osmanlı toplumunun gelişme ve yükseliş çağıdır, öte yandan ise batının
12. Ve 13. Yüzyıldan beri başlattığı Doğu ve İslam kültürü ile yoğun temasları dönemidir. Bu bir
holistik (bütüncül) görüş açısının ürünüdür. Bir bakıma, Haçlı seferleri süresince Batının, zaaf
noktalarını anlaması ve askeri alanda güçlenmenin şartlarının ancak İslamla temasın sağlanması
sonucu mümkün olabileceğini idrak etmesidir. Bu durum bir çelişki olarak tüm kalkınma
modellerinin niteliğini ortaya koyar.
Batı, Haçlı seferleriyle, aynı zamanda büyük bir çeviricilik kampanyası içine girmek suretiyle,
hem İslama hem de Greko-Latin kültürüne ait mevcut eserleri toplumuna mal ediyordu. Böylece,
sistemler arası yaklaşımın (paradigma) ilk örnekleri veriliyordu. Doğu-Batı sentezini gerçekleştiren
İslam, Bağdat’ta ilk fabrikasını 800 yılında kurmuştur. Batı, kağıdı Araplardan ancak dört yüz yıl
sonra öğrenecektir. O sırada kütüphaneler bütün Arap dünyasına yayılmış bulunuyordu. Halife el
56 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Mem’un 815’te Bağdat’da “Dar’ül Hekme” adlı kurduğu kültür yuvasının kitaplığında bir milyon
kadar kitap mevcuttu. Meraga Rasathanesinin müdürü Nasreddin Tusi 400 bin ciltlik bir kütüphane
meydana getirmiştir. Müslüman İspanya’da ise (Kurtuba) Halife el Hakem X. Yüzyılda 400 bin
ciltlik bir koleksiyonu bir araya getirmişti (Türkdoğan 51-91). Cundişapur, Bağdat ve Kurtuba
önemli bilim merkezlerini oluşturuyordu. Çoğu Süryani, Nesturi ve Monofıst olan ve Hem Arapça
hem de Yunanca-latince bilen çeviriler yoluyla Antik kültürünün bütün miraslarına İslam sahip
olmuş bulunuyordu. Böylece, İslam eğitim modeli Afrika’dan Endülüs’e kadar yayılıyordu.
Modern bilimin, temelde yeni olmakla beraber Batılı olduğu tezi savunulamaz. Bu bir anlamda:
“Doğu ile Batıyı birleşebilecekleri tek noktaya, (Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti
olmayan) noktaya eriştiriyordu.”
Hıristiyan dünyası, Haçlı politikası (sonucu) gerçekleştirdiği çeviricilik yoluyla doğu kültürünü
batıya aktarırken Endülüs, Sicilya ve Güney İtalya’da kurulan İslam medresesiyle de yakın temas
sağlama imkanını elde ediyordu. O kadar ki, Yahudi ve Hıristiyan öğrencilerle müslüman çocukları
buralarda birlikte okumak suretiyle eğitimlerini sürdürüyorlardı. Nitekim, İspanya’nın müslüman
üniversitelerinde öğrenimini tamamlayan Roger Bacon, “Opus Majos” adlı perspektif çalışmasının
V. Bölümünü İbn Haytam’ın “Optik”ini kopya etmek suretiyle tamamlamıştır. Bacon’u Batıda
deneysel bilimin öncüsü ve modern bilimin yaratıcısı olarak tanıtan eseri işte bu kitaptır. Roger
Bacon’un kendisi dahi, en az felsefe dalında yaptığı alıntıları itiraf etmekten çekinmemektedir:
“Felsefe Arabistan’dan getirilmiştir. Bu kitapların çevrildiği dili bilmeyen hiçbir Latin, bilgelik
(hikmet) ve felsefeyi gereği gibi öğrenemez” diyordu (Garaudy, 120). Bazı bilim tarihçilerine
göre, “12. Yüzyıl bir geçiş yüzyılıdır. İslam, Hıristiyan ve Yahudi dünyaları Akdeniz’de, önceki
yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir ilişki kurmuşlardır. Bunların içinde en önde olanı İslam dünyası
idi; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve bu taze bilgileri kendi bünyeleri içinde sindirmeye
çabalıyorlardı. Bütün bu uğraşılar öylesine canlıdır ki, bilim tarihçileri 12. Yüzyıl rönesansından
söz ederler. Bu Batı dünyasının zaferi, Yunan-İslam dünyası biliminin Batıya geçişidir. Doğu
kültürü ile Batı kültürünün karşı karşıya gelişi yeni bir Avrupa’nın doğmasının nedeni olmuştur”
(Tekeli, 41).
Böylece, Goethe’nin Westöslichet’de dile getirdiği gibi, Bilen adam o’dur ki, kendisini ve
ötekilerini tanımanın ötesinde şunu da bilir: Bundan böyle Doğuyu Batıdan, Batıyı Doğudan
görmek suretiyle de olsa, ikisinin ayrılmazlığı yanında birbirlerini sadece tamamladıkları noktadan
öteye gidilemeyecektir.”
“İslamın etkisiyle ortaya çıkan 12. Yüzyıl rönesansı (Sarton, 115) Batıda modern bilimin temelini
oluşturmuştur. İtalyan rönesansı sanat, dil ve edebiyata yönelirken, öteki Avrupa rönesansı bilime
ağırlık vermişti. Her iki koldan yürütülen sistematik Doğu kültür ile temaslar Batı toplumunun
öğrenme anlama ve yeni sentezler oluşturmak suretiyle güç kazanma güdüsünün devreye gitmesi,
her şeyden önce kazanılmış yeni bir dünya görüşünün eseridir. Bu bir kültürel yumuşama,
Apolonian (barışçıl) bir yaklaşımdır. Doğunun yükselişi, niteliğe dayalı kültür yapısı karşısında
Batının hayranlığı ve çabalama güdüsüdür. Hunkenin yerinde teşhisiyle; “... Doğu ile Batı arasında
düzenli ilişkilerin kesilmesi, vahim ve meşum sonuçlar doğurmuştur. İslam dünyasına karşı zihnen
kendi içine kapanma, Avrupa’nın ekonomik ve kültürel gelişmesini yüzyıllarca gerilere atmıştır.”
Yasaklara ve resmi husumetlere rağmen Batı, İslam Dünyasına ve “Doğu ticaretine” açıldığı ilk
andan itibaren ekonomik gelişmesine başlamıştır. Bu esnada Batı teknik, sağlık, hijyen ve devlet
organizasyonu bakımından İslam Medeniyetinin genel kültür varlıklarına yakınlık peyda etmiştir.
Yavaş yavaş onun zihinsel mirasını eline geçirmiştir. Bu sayede yüzyıllarca süren bir uyuklama ve
uyuşukluk devresinden kurtularak, nihayet kendi kanatlarıyla emsalsiz bir yükselişe doğru harekete
başlamıştır” (Hunke, 475)
Kısacası, Batıda yenileşme hem akılcı hem de psikolojik eğilimlerin sonucu ortaya çıkan kültürel
yumuşamanın, tutum ve davranışlardaki olumlu yansımanın bir ürünüdür. Batıda kalkınmanın
temelleri rasyonalizasyona, hesaplama tekniğine ve metoda dayanmaktadır. Doğu ve İslam mirasını
temsil eden Osmanlı toplumu 16. Yüzyılda Avrupa’nın içindedir. Rönesans ve dinde reform
hareketleri, temelleri 12. Yüzyılda atılan kültür değişmesi süreciyle güç kazanan Batı toplumuna
www.ulkuocaklari.org.tr 57
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yeni bir direnç ve atılım sağlamak içinde. Bunda da başarı elde edildi. Turhan’ın “serbest kültür
değişmeleri” başlığı altında topladığı olaylar bu çizgide gelişmiştir. Turhan’ın kültür değişmeleri
yenileşme hareketlerine farklı bir bilim adamı bakışıdır. Bunun için de metodoloji bakımından
biricikliğini korumaktadır. O, iki uygarlık veya kültür karşılaşmalarını, kötüleyen bir reddi miras
olarak ele almakta, aksine olguların temelinde yatan nedenlerin tahlilini yapmaktadır. Turhan,
lale devrinde İkinci Mahmut dönemine kadar (1808) geçen süreyi serbest kültür değişmeleri adı
altında toplamaktadır. II. Mahmut döneminden sonra Cumhuriyete kadar sürüp giden merhaleyi de
mecburi kültür değişmeleri arasında kalan III. Selim dönemini de (1789-1807) geçiş dönemi olarak
belirtmektedir. (Turhan, 138)
Görülüyor ki, Turhan, Lale Devriyle başlattığı yenileşme hareketini sosyal antropolojinin konusunu
teşkil eden “kültür değişmesi” olgusu çerçevesinde incelemektedir. Bu alanda artık klasikleşmiş
bulunan Linton, Kardiner, Ogbum, Herskovits, Barlett, Thumuald, Malinouski ve Rivers gibi ünlü
antropologlara temas etmektedir. Turhan, toplumların değişmesi sürecini “kültüre ait değişme”
kategorisi içinde düşünmektedir. Onun için temel hareket noktası kültür değişmesidir. Değişme de;
“... Birbirinden farklı iki kültürü temsil eden ilk grupların karşılaşmasıdır” (Turhan, 9).
Kültür değişmesi, ister acculturation (Culture transfer) veya sosyal kültür karışması (Social cultural
diffusion), hatta kültür alıntısı (cultural borrovving) türünde olsun, sürekli olarak iki farklı toplumun
maddi ve manevi olmayan kültürlerindeki farklılaşmayı ortaya koyarlar. Bu anlamda, serbest kültür
değişmesinden Turhan’a göre;”... Bir sosyal grup veya toplumun, yabancı bir kültüre sahip grup
veya toplumla temasa geldiğinde hiçbir iç veya dış baskının altında kalmaksızın münferit unsurlar
veya o kültürün belirli bir kısmını alıp benimsemesi sonucunda yapısında ortaya çıkan dönüşümler”
kast olunmaktadır. Günümüzde bu olgu, modernleşme/çağdaşlaşma çizgisinde izlenebilir ve
yorumlanabilir. Ancak, Batıyla temas, doğu-batı karşılaşmasında dengeli gitmiyor. İlkin, Batının
Doğuya olan hayranlığı diye belirleyebileceğimiz 12. Yüzyıldan itibaren başlayan çeviricilik
anlama, algılama ve özümleme dönemi. Nihayet Greko-Latin uygarlık çevresiyle İslam’dan
etkilenen kültür değerlerinin sentezini sembolleştiren rönesans çağı... Batı, bu noktaya kabuğuna
çekilerek bir Zilotoist (Zealotoist) kültür kimliği ile gelmemiştir. Aksine, Doğu kültürünü savaş
ticaret, siyasi temaslar ve sosyo ekonomik yaklaşımlarla algılamaya çalışmıştır. İlk tohumlan 15.
Ve 16. Yüzyıllarda filizlenmeye başlayan Batının Doğuya yaklaşımı, Lale Devriyle dengelenmeye
hatta zaman zaman Osmanlının tersine bir hayranlığa dönüşmektedir. Bu yüzden Lale Devri,
Osmanlı toplumu için bir uyanma çağı olarak kabul edilir. Türkeri dediğimiz hareketin sınırları
kalın çizgileriyle daha da belirlenmiş olmaktadır. Damat İbrahim Paşa döneminden Avrupa’ya
gönderilen elçiler, Paris ve Viyana gibi Batı kültürünün en duyarlı merkezlerinden sağlanan bir
çok yeniliklerin, Osmanlı elitleri tarafından ülkeye transferine neden olmuştur. Özellikle Sadabad
kasırlarının inşasında rastlanılan Fransız zevk ve üslubunun görünmesi bu kültürel temasların ilk
örneklerini teşkil eder. Viyana bozgunu (1683)’ndan Lale Devrine kadar olan dönemde Osmanlı
toplumu, Turhan’ın ifadesiyle bir “bocalama” durumuna girmiştir. Devletin kuruluşundan bugüne
kadar Batı karşısında sürekli zaferler peşinde koşan Osmanlı toplumu, bu defa önemli bir yenilgi ile
karşılaşmaktadır. Lahbabi’nin ifadesiyle Doğu toplumu ilerleyen bilime (akli bilimlere) yöneleceği
yerde, kazanılmış bilgilerle (nakli bilgilerle) yetinmek zorunda kalıyordu. Bu, Batının karşısında
Doğunun/İslamın gerileyişidir.
Batının sistematik Doğuyu anlama, algılama ve özümleme yapma gibi bir planizasyona dayalı yöneliş
biçimlerine karşılık, Osmanlı toplumu ile temasa bir plan bir sistem aramak beyhudedir. Bunlar
tamamıyla gelişi güzel rastlantılara bağlı olarak meydana gelecektir. Bu durum, Babıali’nin (idare-i
maslahatçılık) ve (vaziyeti kurtarma) namıyla meşhur karakteristik siyasetinin başlangıcıdır...” Bir
aşağılık duygusu biçiminde ortaya çıkan bu psikolojik durum, Osmanlı toplum yapısında anlama,
algılama, tanıma ve sindirme diye belirlenen bir zihinsel süre yerine taklit mekanizmasını ortaya
çıkarmıştır. Türk toplumunun batılılaşma karşısındaki bu tutumu, daha sonraki kültür değişmelerinde
de yaratıcılık yerine taklitçiliğin sürdürülmesine neden olmuştur. Lale devriyle Fransız zevk ve
üslubunun taklit edildiğine tanık olmaktayız. Fransızların yaşayış tarzı, tezyin, tefriş biçimine olan
eğilim özellikle saray ve yüksek tabaka arasında taklit eğilimlerini şiddetlendirmiştir.
58 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu tablo, Toynbee’nin teşhisiyle Zeâlotluk-tan Herodianlığa geçiştir. Böylece kendisinden hünerli
ve daha iyi silahlanmış olan biriyle karşılaştığında geleneksel savaş tekniğini unutarak düşmanın
taktik ve silahıyla savaşmayı öğrenen insan Herodiandır. Toynbee’ye göre: “Herodianlığın iki
zayıflığı kendini ele veriyor. Birincisi, Herodianlığın yaratıcı değil de taklitçi olması... Bu yüzden
bir başarıya ulaşsa bile, insani bir yaratıcılığı geliştirmek yerine taklit ettiği toplumun makine
yapımı maddelerini geliştirmeye mahkum. İkincisi, Herodianlığın bu yolu seçenlerden ancak bir
azınlığı kurtuluşa erdirebileceği gerçeğidir. Çoğunluk, taklit edilen bir toplumun yönetici sınıfının
emrine girmeyi göze alamaz. Bunların kaderi, taklit ettikleri toplumun işçi sınıfını arttırmaktan
ibaret... Herodianlığın etkisiyle bu insanlar ülkelerini batının milli devletlerinden biri haline getirip,
Batılı kardeşleriyle aynı derecede eşit, özgür ülkeler haline gelseler bile bir şey değişmeyecektir.”
(Toynbee, 190)
Batılılaşma karşısındaki bu psikolojik teslimiyet, bu defa toplum yapısı içinde karşıt güçlerin
başkaldırmasına da neden olacaktır. İslamcı Zealot’un ilk örnekleri bu aşamada ortaya çıkacaktır.
Dış zorlama ile, eski değerlerin diriltilmesi biçiminde belirleyebileceğimiz bu girişimler daha
sonraki çağlarda ilerici gerici sağ-sol farklılaşmaların odak noktasını oluşturacaktır. Toynbee’ye
göre “Zealot”, artık ölmüş bir medeniyetin fosili haline gelirken, “Herodian” kaybolmaktan
kurtulup taklit ettiği toplumun içinde erimektedir. İki grup da içine girdikleri medeniyete yeni bir
şey eklememe durumundadırlar. “Bir çeşit Proleter milletler haline dönüşmektedirler. Ülkemizde,
İslamcı Zealotlar ile Batıcı Herodianların karşılaşmasının köklerini bu noktalarda aramak gerekir.
“Batı medeniyetinin, bütün insanlığın büyük bir toplum halinde birleştirilmesini ve modern Batı
tekniği sayesinde kullanabildiğimiz yerdeki, gökteki, denizdeki her şeyin kontrolünü isteyen büyük
tutkusunun bir parçası olduğu” tezini algılama, tanıma ve anlama süreci içine giremeyen Osmanlı
toplumu, Batının sadece askeri tekniğini benimseyen San’a İmamı Seyyit Yahya’nın durumuna
düşeceği kanısındadır. Toynbee (Türk-doğan, 1988: 98-100). Tanzimatın da hatası, hatta Turhan’ın
deyimi ile kabahati, bugünkü zihniyetle cezri hareket etmemesinde değildi; gerektiği gibi hazırlıklı,
planlı ve sistemli bir şekilde belirli bir gayeye göre faaliyetlerini düzenleyememesinde ve tasavvur
ettiği şeyleri yapacak bunları tahakkuk ettirecek insanları yetiştiremeden teşebbüs etmesindeydi.”
(Turhan, )
Batılılaşma tezi, aslında Turhan’a göre bir kültür değişmesi sürecidir. Ancak, bu sürecin kuralları
bilimsel olarak tesbit edilmiş değildir. Bunun da nedeni: a) Görüş darlığı, b) cehalet ve c) her
şeyden önce Batı medeniyetini anlayamamaktan, onun esas unsurlarını kavrayamamaktan
kaynaklanmaktadır. Bu bir metodoloji meselesidir, Yoksa, “yarım yamalak Fransızca öğrenerek
gençlerin Batıyı gülünç bir tarzda taklit etme hevesi değildir. O zamanın adınca alafrangalık/sivilize
olmak hiç değildir. (Levend, 9). Alafrangalık/veya sivilize olmak barbarlıktan kurtulmak, batılı
gibi davranmak oluyordu. 19. Yüzyılın ilk yarısında Osmanlılara yönelik bütün savaşların anlamı,
barbarlığa karşı insanlık ve sivilizasyonun savaşıdır (Baykara, 9). Nitekim, 1828-29 Rus-Türk
savaşı sonucu “Rus elçisi artık hapsedilmedi, hatta harp esirleri de tersane zindanına konmadı.
Üstelik Osmanlı ordusu, savaşa artık mehter marşıyla değil, Mozart ve Rossini’den parçalarla
gitti.”
Bütün bu çabalar Osmanlıların artık bir barbar olmadığı noktasında toplanıyordu. Batılı gibi
davranmak, değerler sistemini batıya göre ayarlamak bir çeşit alafrangalık veya sivilize olmak
anlamına geliyordu. İşte Tanzimat da sivilizasyon yolunda atılan ilk adım oluyordu. Bu bir taklit
mekanizması idi. Oysa, “bir kültür değişmesinde esas mesele, eskinin yanında yani o tamamıyla
yakılmadan yeninin kurulmasında değil, yeninin hakikaten bütün şartlara uygun düşecek bir
şekilde tam olarak alınmamasındadır...” Çünkü, taklit yolu ile Batıdan aktarılan yeniliklerin batı
medeniyetiyle olan alaka ve ilişkileri ne kesin bir biçimde belirlenebilmiş, ne de ona göre hareket
edilebilmiştir.
Bu tür kültür iktibaslarının tehlikeli sonuçlarına bizzat Batılı düşünürler de dikkatlerimizi
çekmişlerdir. “Fakat bugün hemen herkesçe bilinen bir gerçektir ki, bir uygarlık tarafından bir
diğerinin uygulamalarından yapılan iktibas sınırlı ve tercih edilmiş olamaz; dışardan alınan her
www.ulkuocaklari.org.tr 59
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
unsur, bir dizi sonucu da beraber getirir” (Levvis, 7). Bazen, “maskeyi insan, kabuğu da meyve
diye alabiliriz. Çünkü, batılılaşmayı yönlendiren mihrak noktalarının planlı ve hedefli oldukları
hususunda Levvis kesin kararlı idi. Böylece, reformlar, Avrupa kaynaklı uygulama ve yöntemlerin,
Avrupa devletlerinin ısrarıyla değilse bile, teşvikiyle ve Avrupalı uzman ve danışmanların yardımıyla,
Müslüman bir ülkeye zorla kabul ettirilmesi idi (Levvis, 127). Çünkü, Tanzimat öncesi sonrası
Batıya yönelirken, medeniyet ve kültür değerlerimizi oluşturan İslami ve doğulu bir bakış açısıyla
yenileşme hareketlerini açıklamaya çalışacağımız yerde, kendi kültür ve değerler sistemimizin
oluşturduğu zihni kategori ve düşünce kalıplarımızı Batı standart norm ve değerlerine indirgemek
suretiyle bir başka medeniyetin zihin kategori ve düşünce kalıplarına uyarlama yoluna gitmişizdir.
Böyle bir metodoloji biçimi, kendi düşünce özelliklerimizin Batılı kalıplara dökülerek imaline
izin verdiği için yaratıcılığım yitirmiş, taklitçi bir duruma düşmüştür. Oysa kendi bakış açımız
ve değer inanç sistemlerimizin oluşturduğu bir metodoloji, olayları yorumlamada daha isabetli
sonuçlar doğurabilirdi. Doğurabilirdi ne demek? Bizi bizde bulan, yerlilik kimliği yüksek bir milli
kalkınma politikası gerçekleştirebilirdik (Türkdoğan, 1911: 148-149). Bu gerçeği Tanzimatın yeni
aydınlarından İslamcı akım temsilcisi Şehbenderzadede görüyoruz. O şöyle diyordu: “Eğer biz
tarihi ve irsi hallerimizi ve milli fikirlerimizi hiç nazarı dikkate almadan Avrupa’yı körü körüne
taklite kalkışırsak, sosyolojinin katı kanunlarıyla çatışacağımız için muvaffak olacağımız son
derece meşkuk olmakla beraber şayet muvaffak olursak, milli ve manevi simamızı kaybetmemiz
diğer bir şekle isithale etmemiz icabeder. (Şekben-derzade, 15-26).
Şehbenderzade’de Tasladığımız, bir toplumu ötekinden farklı olan tarih, irsi ve milli türünden
kavramlar günümüz sosyal psikolojisinde fertlerde algı alanlarını oluşturan danışma çevreleri
(frame of reference)dir. Bu davranış çerçevesi, bir toplumun inanç norm ve kültür önermelerinin
ürünü olması sebebiyle, aynı zamanda olayları anlamlı bir biçimde kavramamızı da etkiler. Oysa,
biraz önce açıkladığımız gibi, Batı metod ve tekniklerinin geliştirdiği model, Batı toplumlarının
ihtiyaçları için üretilmiş ve büyük ölçüde Hıristiyan değerleriyle yüklü normları taşır. Batı sınıf
olgusuna dayalıdır; buna karşılık Doğu-İslam toplum yapısı, özellikle Osmanlı toplumu kişilik
ilişkilerini yansıtmaktadır.
Kültür değişmesi olgusunun 19. Yüzyılda Batıda uygarlık çevresinde ağırlık kazanması, sosyoloji
çalışmalarının izlenmesi neticesi kimliğine kavuşmuştur. İlkel kabileler üzerindeki antropolijik ve
etnolojik incelemeler din, aile, evlenme, mülkiyet ve benzeri kurumların belirli teoriler altında
yorumlanmalarına imkan sağlamıştır. Bizde antropolojik ve etnolojik çalışmalar ise 1924’te
gündeme gelmiştir (Magnarella ve Türkdoğan, 1976: 263-273). Bu sebeple, bu alanda gerekli
bilgi ve deneyimi bulunmayan ve Batının yayılma politikasına yabancı kalan imparatorluk, uzun
süren bir bocalama dönemi geçirmiştir. Batı, özellikle Fransa Turquerie denilen “Türk hayranlığı”
ideolojisini 15. ve 16. Yüzyılda başlayan biçimi ile bırakmamış, her yüzyıl pekiştirerek bütüncül
(holistik) yayılma stratejisine uygun bir biçimde kullanmaya başlamıştır. Bu, Türkoloji gibi bilimsel
görümün de ötesinde, bir Oryantalizm ruhu içinde yönlendirilmiştir. Nitekim, Fransız katolikliğinden
ayrılıp Protestanlığı tercih eden De Rochefort’un hazırladığı iktisadi ve sınai kalkınma projesi
ki bu aslında İbrahim Müteferrikanın Risale-i İslamiyesinde ileri sürülen yeniliklerin temelini
oluşturur o zamanki Fransız elçisi (1716-24) Merquis de Bonnac’ın raporlarından anlıyoruz ki,
kendisi Fransa politikasının bir parçasını teşkil eden kapitülasyonlar ve katolik misyonerlerin
faaliyetlerini durdurmaya çalışan sadrazam Ali Paşa’yı krala: “Sedarette iki üç yıl daha kalsaydı
belki de bu haklarımızı kaybedecektik” diye şikayet eder. Aynı raporunda elçi niyetini açık bir
şekilde dile getirmekten çekinmemektedir: “Benim ödevim Yakın doğu’da katolikliğin yayılması
(Ermeniler ve Rumlar arasında) imkanının sağlanması ve Fransız ticareti için elverişli ortamın
yaratılmasıdır” (Berkes, 46). Görülüyor ki, Oryantalizm sadece sömürgeciliğin yasallığı anlamını
taşımıyor, aynı zamanda Batının Doğuyu kucağına alması ve onu oryantalize etmesidir de (Sait,
72). Ancak, unutmamak gerekir ki, oryantalizm, Batının Doğuya bakış açısının bir parçası, hatta
iç dinamiğidir. Bu nedenle, Oryantalizm Turquerie ve Türkoloji hareketleri gibi 19. Yüzyıldan
önceki iki yüz yıl içinde ortaya çıkmamıştır. Hıristiyan Batıda oryantalizmin resmi varlığı 1312’de
Viyana Kilise Konseyinin Paris, Oxford, Bolonya, Avinyon Salamaka’da Arapça, Yunanca,
İbranice süryanice hakkındaki bir dizi kürsü kurulmasına ilişkin kararı ile ortaya çıkmıştır (Soither,
60 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
72). Bu oluşuma dikkatleri çekmek isterim. Batının doğuya bakışı, bir temaşa ve hayranlık değil
onun da ötesinde sistematik bir planizasyon ve yönlendirmenin ürünüdür. Edward Said’e göre:
“Oryantalizmin daha geniş bir anlamı vardı, oda Doğu ile Batı arasındaki ontolojik, epistemolojik
ayrıma dayalı bir düşünce biçimidir. Günümüzde ise Yeni Oryantalizmin hedefi kültür düşmanlığı
yapmaktadır. Bu eğilim, Amerikan sosyal Bilimler çerçevesine kadar uzanmıştır. İngilterenin
doğu deneyiminin bakım felsefesi ise, liberalizm ve kilise kalıntılarına eklenmiş faydacılıktır. Bu
faydacılık, oryantalist müessese ve muhtevadaki ilerleme devresi ki Avrupa’nın misli görülmemiş
genişleme devresiyle çakışır olan 1815’ten 1914’e kadar Avrupa’nın sömürge hakimiyetini yeryüzü
karalarının %35’inden % 85’ine çıkarmıştır” (Said, 72 Magdoff, 893-9417)
Kısacası, Batıda Oryantalizmin hedefi, “Batı bilgisi ve gücü ile Doğuyu abluka altına almaktır.”
Doğu’nun istila edilici de öyle yıllar süren çalışmaların sonucu değil tersine çok uzun süre
örgütleşmesi 1312Viyana Kilise Konseyine dayanabilir devam eden bir iktisabdır (sadece 18001950 yılları arasında Doğu ile ilgili olarak 60 bin kadar kitap yayınlanmıştır). Batıda, doğuya yönelik
her eylem bu plana göre yürütülür. Nitekim, I. Dünya Savaşından önce ve sonra Anadolu’nun
paylaştırılması, İngiltere ve Fransa arasındaki ortak bir projeye dayanır. Sırf bu gaye ile 1914’de
Paris’de muazzam bir basın kampanyası başlatılmıştır. Böylece, örtülü oryantalizm zamanla açık
oryantalizme dönüşmüştür. (Nevakivi, 13).
Görülüyor ki, Osmanlı toplumunun Batıyla olan kültür temaslarının arka planında 1312 Viyana
kilise konseyinin kuruluşundan beri oryantalizm ideolojisinin izlerine rastlamak mümkündür.
Gerek Tanzimat öncesi, gerekse Tanzimat sonrası girişilen kültürel iktibas veya kültürleştirme
(acculturation) esnasında “verici” toplumun “alıcı” toplumun tutum ve zihniyetini etkileyici
istikamette değişmeyi yönlendirdiği tezi ileri sürülebilir. Tanzimat Fermanının ilanıyla daha o
zaman Le Temps Gazetesi: “...Müslüman milletinin siyasi ve sosyal rejimini, Batı devletlerinin
istinat ettiği esaslar üzerine bina ettiğini” ve bu fermanın: “Büyük Avrupa ailesinin bir nevi katılma
delili” olduğunu yazıyordu. (Siyavuşgil, 752). Aynı şekilde Le Siecle gazetesi 9, Kasım, 1839
tarihli sayısında Tanzimatın “Batı Medeniyetinin zaferi olduğunu ileri sürüyordu.
Netice olarak, modernleşme tezi Türk toplumunda yaklaşık iki yüzyıldan beri tartışılmasına rağmen
henüz belirli standartlara ulaşılmış değildir. Bunun nedeni, konuya bakış açımızda ulaşılmış
değildir. Bunun nedeni, konuya bakış açımızda değişiklik yapılmasıdır. Tarihi antropolijik, askeri,
politik açılardan getirilecek yorumların bir bütüncül görüş içinde yorumlanması gerekmektedir.
Bu nedenle; çağdaşlaşma veya Batılı ifadesiyle modernleşmeyi, yeni dönemin bir ürünü olarak
kabul edenler kadar, onu evrensellik, rasyonalizm ve pozitivzm çerçevesi içinde düşünenler
de belirli bir bakış açısından konuya yaklaşmış olmaları nedeniyle bütüncüllükten uzaklaşarak
Batının oltasına düşmüş sayılabilirler. Çağdaş Türk eğitimini “Kültür Atatürkçülüğü” biçiminde
yorumlayan görüşler yanında, çağdaşlaşmayı püriten kimliği ile evrensellik boyutuna oturtan
tezler de eleştiriye son derece açık tutulabilir. Çağdaşlaşmayı (ferdi açıdan tüm yaşantımızdaki
değişme) biçiminde yorumlayan, modernleşmeyi ise toplumun dönüşümü olarak analiz eden ve
bundan toplumun iktisadi ilerleme paradigmasını savunan görüşler de sonunda “Batının yaşadığını
yaşamak zorunluluğuna” bizi götürmektedir. Bunun gibi, Batılılaşma modeli üzerinde Greko-latin
köklere dönüş biçiminde özetleyebileceğimiz Türk Hümanizma akımı da son derece radikal bir
kimliği yansıtır. Çünkü, bu teoriye göre: “Tanzimat Batı kültürünün köklerine inmesini bilmemiştir.
Bilseydi işler düzelirdi. Tanzimat daha ilk gününden batı kültür ve batı medeniyetine geçmek
kararını verecekti” (Ülken, 41). Yeryüzünde “tek medeniyet ve tek kültür vardır” diyen bu görüş
taraftarları, İslamcılar ve Türkçüler gibi Batının tekniğini ve somut kuruluşlarını kabul etmekle
yetinmeyip, onun iç evrenini de, içeriğini de benimsemekle mümkündür” tezini savunuyorlardı.
Oysa, adı ne olursa olsun yenileme, Turquerie, sivilizasyon, Alafranga, Tanzimat ıslahat, medeniyet,
modernleşe, çağdaşlaşma gibi dönem dönem toplum yaşantımızda yer alan bu kavramlar, temelde
Doğu ve Batı karşılaşması sonucu ortaya çıkan kültürel temasların dalgalanmalarıdır. Nasıl ki,
Mezopotamya uygarlığı Sümer, Eti, Asur ve Akad gibi yörede yaşayan milletlerin etkileşimi
sonucu ortaya çıkmışsa, çağdaşlaşma gibi oluşumlar da iki uygarlığın karşılaşmasının bir ürünüdür.
www.ulkuocaklari.org.tr 61
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ancak, bu etkileşimde Batının payı doğuya nazaran “asla payı” olmuş ve Doğu kültürü üzerindeki
etkinliğini korumuş, hatta onu biçimlendirmiştir.
Batı toplumları, Orta Çağ boyunca doğu kültürünü anlamaya, tanımaya ve kavramaya çalışmışlar.
Bunun için de planizasyon ve akılcılık yolunu izlemişlerdir. Kilisenin öncülüğünde İslamın
Batıdaki en yakın odak noktaları olan Endülüs, kuzey Afrika ve Osmanlı İmparatorluklarıyla
geniş çapta bir çeviricilik kampanyası başlatmışlardır. Bu çeviricilik Batıda bilimsel araştırmanın
ilk çözüm yollarını ortaya koyacaktır. Batı Greko-Latin köklere inerek, İslamdan aldıkları
malzemeleri birleştirmiş, yeni sentezlere ulaşmıştır. Dinde reform, özgür insanın tabiatı araştırmayı
hedeflemesinde rol oynamıştır. Hepsinin üzerinde Rönesans ve Reformun sağladığı ortam insanı
hareket merkezi haline getirmiştir. Bu da dilde ve edebiyatta, estetikte milli benliklerin tanınması
gerçeğini desteklemiştir. Milli devletler hümanizma, rönesans ve reform ile başlatılan üçgenin
içindedir. Milletleşme veya millet kimliğine kavuşma aynı zamanda Batının bütünleşmesine giden
yolu açmıştır. Modern bilimin doğuşu, demokrasinin ortaya çıkışı, insan hakları hepsi batıda
gelişmiş bulunmaktadır. Max Weber Protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu adlı 1905’de yayınlanan
eserinde bu unsurların özellikle Protestanlığın malı olduğu tezini ileri sürüyordu. Bu görüşlere
günümüzde R. Merton da katılmıştır. O da bilimin Pietizmin esiri olduğunu iddia ediyordu. Bunun
gibi Evrensel kültür ve hümanizma da Batının malı oluyordu. Batıda dünyayı Avrupalılaştırırken
aynı zamanda Avrupalılığı da evrenselleştirmektedir (Morin 130). Edgar Morin, bu tezini
güçlendiren görüşlerini şu şekilde özetliyordu. Ve yine belirtilmesi gereken bir başka nokta da,
Avrupa’nın tek evrensellik olmadığıdır. Hıristiyanlık gibi Buzdizm ve İslam da, dünyanın neresinde
olursa olsunlar bütün insanlara seslenen evrensel dinlerdir. Ama yalnız Avrupa dünyaya din dışı
bir evrensellik verebilmiştir ve hümanizmin içinde gerçekten de ne enternasyonellerin ne de dünya
çapında başka hareketlerin tam olarak yakalayabildikleri gizli bir evrensel din saklıdır(Morin 132).
Böylece, Morin’e göre, Avrupanın ürettiği kadar orijinal şey varsa bugün bunların hepsi iyisiyle
kötüsüyle evrenselleşmiştir... Bu da bir çeşit Avokrasi yani Avrupa damgalı yönetim modelidir.
Aynı şekilde Armand: “Dünyanın her yerini çıldırmış Avrupa düşünceleri sarmıştır” diyordu,
“hümanizma, akılcılık, bilim, teknik, millet, özgürlük, demokrasi, halkların hakları, yeryüzünde
kurtuluşu vaadeden din, evren çapında girişilen kültür hareketi, önce kapitalist, sonra sosyalist
sömürü bunların hepsi dünyaya Avrupadan yayılan düşünceler ve çılgınlıklardır.” Eliot da, Büyük
Avrupalı idealini şöyle belirliyordu: “Bir şair büyük bir şair olmadıkça Büyük Avrupalı da olamaz”
(Eliot, 230-31). Her şeyin fiyatı Batıya göredir. Bu ünlü düşünür ve şair hümanizmi de eleştiriyordu:
“Hümanist dünya görüşünün tek başına kurduğu hiçbir değer ve alışkanlık yoktur. Hümanizm, ya
dinin yerini alacak bir sistem olmuş veya her hangi bir dinin desteğinde varlığını sürdürmüştür.
Bu nedenle hümanizm, geleneksiz, yani dine dayalı bir gelenek olmaksızın yaşayamaz. Dinsiz
hümanizm yıkıcı olmuştur. Hümanizm ve din, birbirinin eşliğinde gelişmiş iki olgudur” (Eliot,
58-61)
Kısacası, evrensel kültür gibi hümanizma kavramı da Batının malıdır. Batı değer ve kurumlarının
bir ürünüdür. Dinin yerini alması, aşırı laikliği pompaladığı, hedonistik kültür ve pozitivizmi
desteklediği için günümüzde Avokrasi diye ifade edilen batı merkezli düşüncenin de eleştirisine
uğramaktadır. Bugün, bazı çevrelerin dillerden düşürmediği evrensel kültür ve hümanizma,
görüldüğü üzere, batının egosantrik düşüncesinin bir ürünüdür. Kari Marx da bu gerçeği şu şekilde
dile getiriyordu: “Bunlar, yani Doğulular kendilerini temsil edemiyorlar, temsil edilmeleri gerekir.”
Bu bir çeşit oryantalizmdir, yani sömürgeciliğin beşinci koludur, “batının doğuyu kucağına alması
ve onu sömürmesidir.”
Buraya kadar ileri sürülen görüşleri bir noktada toplamak gerekirse, yaptığımız şey Batının kendi
açısından doğuya bakışıdır. Yoksa batıya ait bir serzeniş değildir. Şerif Mardin’in “Çağdaşlaşma”
adlı eserinden ötürü Berkese yöneltmiş olduğu “Batı Emperyalizmden önce ve sonra hunhar ve
küstah Batıdır” türünden bir serzenişe burada yer verilmiş değildir. Batının ego-santrizmi; Batı’nın
inanç sistemi, kültür ve değerler normu kadar tarihi gelişimin de bir ürünüdür. Bu oluşumda, İslamdoğu kültürü karşısında 12. ve 13. Yüzyıllardan itibaren bozulan medeniyet dengelerini yeniden
düzenleme gibi planlı, anlamaya dayalı akılcı sistematik, parçadan ziyade bütüncüllüğü (holistik)
amaçlayan bir zihniyet hakimdir.
62 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunu çeviricilik, kültürel taşıyıcılık gibi yollarla ülkelerine nakletmişler, yeni kültür merkezleri
oluşturmak suretiyle yeni sentezler meydana getirmişlerdir. Rönesans, Reform hareketleri bu
sistemli çalışmanın bir yansımasıdır. Sosyal antropoloji diliyle bu süreç bir akültürasyon olayıdır.
Hakim olan doğu kültürüne ait yenilikler ülkelerine aktarılmak suretiyle bilimde Gazali şüpheciliği
deney ve gözlem metodları yolu ile modern bilimin ilk sentezleri oluşturulmuştur.
Batı, Bizans’tan ziyade İslamın etkisiyle bilimsel gelişmenin yollarını açmıştır. Rönesans, İslam/
Doğu kültürü ile Greko-Latin diye belirlenen Antik kültür çevrelerinin Batı düşünce ve zihniyetine
göre yoğrularak biçimlendirilmesidir. Rönesans’ın ilk safhasını oluşturan dil, edebiyat, sanat ve
estetikte meydana getirilen yeniden doğuş hareketi daha ziyade Katolik dünyasına ait olduğu
halde, daha sonraki bilimsel düşünce ve oluşumun hareket noktası Protestan dünyası olmuştur.
Protestanlığın kilise babalarım ortadan kaldıran ve ferdi Tanrısı ile baş başa bırakan özgür ve
bağımsız dünya görüşü modern bilimin yaratılmasında en önemli itici gücü teşkil etmiştir. Aynı
şekilde haklar ve özgürlükler, devlet topraklarının bütünlüğünün sağlanması, tek bir para birimi,
tek bir milli dilin yerel dillere ve lehçelere üstün kılınması, kentlerin siyasetle uğraşmaları, feodal
imtiyaz sahipleri ile bölgesel hükümdarlar arasındaki güç dengesinin bölgesel hükümdarlara
geçmesi imtiyaz sahiplerinin bölgesel yönetime katılım şartlarının değişime uğramış olması ve
standestatın ortaya çıkması, sivil toplumun doğması gibi bir seri değişimler Batıda milletleşme
(millet-yapma) sürecini desteklemiştir. Bütün bunlar, son derece Herodian bir kültürün ürünüdür.
Ve bu kültür Doğu Batı sentezini başarmıştır. Bu oluşumda dinin rolü unutulmamalıdır. E Hazard’ın
belirttiği gibi, Aydınlanma Çağının başlangıcını oluşturan 17. Yüzyılın ikinci yansına kadar (1650)
“Avrupada eğitim görmüş kişilerin çoğunun kültürel ufkuna sorgulanamaz. İki otorite kaynağı
hakim olmuştur. Kutsal kitaplar ve klasikler” (Hampson, 15-16). Descartes’in: “Tanrının bildirdiği,
başka her şeyden daha kesindir” sözü modern bilim çağını açıyordu. Böylece “Felsefenin ilkeleri”
adlı eserinin son sözlerinin ulaştığı her yerde, gerek tarih, gerek felsefe, gerekse teolojide, İncilin
otoritesi mutlaktı. Bu zihniyet, Batıda “konaklaizm” daha sonraki dönemlerde aydınlanma çağı
ve pozitivizmin doğuşunu hazırlayacaktır. Artık, bağımsız bilim araştırmaları bilimin güçlülüğü
bayrağını yükseltmeye başlamıştır. J. Locke (1632-1704), aklın bu zaferi için şöyle diyordu:
“Zihnimizde başkalarının fikirlerinin yüzmesiyle bir milim daha bilgilenmiş sayılamayız. Çünkü
önemli olan onlara bu saygınlığı kazandıran işi, gerçekleri anlamamız gerekir. Bu da ancak kendi
aklınızı kullanmakla mümkündür. Bilimde herkes kendi anladığı kadar bilir.” Aydınlanma çağının
bilime yönelik felsefesi “bilimin güç olduğu” ilkesine dayanır. Bilim çağını açan Descartes Bacon
ve Newton gibi Lock da görüşlerini Hıristiyanlığa uygun bir çerçeveye oturtmuştur... Hoşgörü
doğal zekanın dışında insanların eşit olduğu fikri bu çizgide gelişmiştir. Ancak, bütün bu gelişmeler
Viyana Kilise Konseyinin felsefesinden sapmayarak bir ve bütün Avrupa fikrini oluşturmaya
yönelmiştir. Uzun süren din savaşları ve milli birlik mücadeleleri bu yüzyılın (18. Yüzyıl) ikinci
yarısından sonra Batı Avrupanın birliği düşüncesini de pekiştiriyordu. Rousseau: “Artık bir Fransa
Almanya, İspanya hatta İngiltere yok, yalnızca Avrupalılar var. Hepsinin zevkleri, heyecanları,
yaşam biçimleri aynı” diyordu. Sterne ise Sentimental Journey adlı kitabında hemen hemen aynı
düşünceleri ele alıyordu.
İslam da büyük kültür ve uygarlığını Greko Latin ve Doğu kültür odaklarıyla oluşturduğu sentezle
gerçekleştirmiştir. İslam “ilim müminin yitiğidir, nerede bulursa oradan alır” ilkesini getirmiştir.
Bu büyük bir hoşgörü ve zihniyet meselesidir. Bu yüzden, Greko Latin kültürle sentez yapabilmiş
ve Hunke’nin deyimiyle “Avrupa’nın üzerinde doğan güneş” olabilmiştir. Batının bilimsel
düşüncesinin temelinde İslam vardır. İslam, Kur’an’ın tevrülüyor ki, İslam-Helenistik sentezi,
Allah’ın birliği ilkesinde yeni bir yapı kazanmaktadır. Böylece, Helenistik kültür islamlaştırılmıştır.
Aristo kozmolojisi İbn Sina yoluyla İslami inançlarda birleştirilmiş ve tamamiyle İslami olan bir
kimliğe dönüştürülmüştür. Böylece Aristo kozmolojisini Yeni Eflatuncu şekliyle İslami prespektife
uyarlamakla İbn Sina, İslami düşüncelerin temel yapısına kalıcı bir katkıda bulunabilmiştir (Nasr,
132-133).
Kısacası, İslam eğitim, bilgi teorisi ve kozmolojisinde tümü ile Helenestik kültür karşısında
dogmatik ve sert bir kültür yaklaşımında bulunmamış, tamamiyle yumuşak, açık ve yaklaşıma
www.ulkuocaklari.org.tr 63
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir akültürasyon sürecine katılmıştır. Bunun içinde tevhid ilkesinden hareket eden bir İslami
metedoloji geliştirmiştir. Batı da; İslamla karşılaşmasında hemen hemen aynı ilkelerden hareket
etmiş, Hıristiyanlıkla aklın birleşimine dayalı metodolji ve felsefi düşüncesini kurmuştur. Helenestik
paganizm yerine Hıristiyan üçleme (trinity) modelini getirmiştir.
Günümüzde İslamcı görüşlerin bir modernizm anlayışı vardır ki, bunlar içinde geleneksel
metodoloji bize İslamın klasik yapısal dönmenin kurallarını da açıklamaktadır. Bu yöntem, bizim
modernleşme/batılılaşma tezimize de ışık tutması bakımından zikredilmeye değer. Gelenekçilere
göre: “Gelenek kavramı, hem vahiy yoluyla insana bildirilen kutsal olanı, hem de insanlık tarihinde
bu kutsal mesajın açılması ve kendini göstermesi anlamında kullanılmaktadır. Öncelikle gelenek,
kavramın tam anlamıyla dini ve onun bütün yönlerini kapsayan el dindir, olağan anlamında bir
gelenek haline gelen ve ilahi modellere dayanan el sünnettir. Gelenek, tasavvufta da görüldüğü
gibi geleneksel dünyadaki düşünce ve hayatın her devri, her aşaması ve her asrını asla bağlayan
zincir, yani el silsiledir (Nasr; 14-15). Böyle bir metodoloji, Nasr’a göre, geleneksel İslami sadece
modernizmden değil, aynı zamanda onu Batılı araştırıcılar tarafından fundamentalist veya öze
dönüşcü İslam olarak adlandırılan his, hareket ve bazen düşünce spektrumundan da ayrılmasını
gerektiren yeni bir anlayıştır. Görülüyor ki, geleneksel İslam metodolojik yaklaşım olarak Kur’an-ı
Kerim, Allah’ın ezeli ve ebedi kelamının dünyevi bir açıklamasıdır.
Böylece, fundamentalizm bir yapay gelenek-ise, hadis ve sünnet geleneksel olandır.
Gelenekselcilere göre, İslam bilimi modern bilimden doğası ve özgü itibariyle farklıdır. Bodern
bilim (batı bilimi)in temelini Hıristiyanlık oluşturur. Eğitim sisteminin İslamileştirilmesi, bilginin
İslamileştirilmesi gibi tezler bu metodolojinin bir parçası olarak düşünülmelidir. Gellen’e göre
günümüzde bu tür İslamcı akımlar, fundamentalist görüşler ortaya çıkıyorsa, bunun da nedeni
teknolojinin ilerlemesi ve sanayi devriminin etkiliyeci durumudur. Bunlar, eski toplumun
dayanışmacı yapısını yıkarak yerine kültürü geçiriyordu. Geleneksel-sanayi öncesi toplumlarda
aile tutuyordu. Temenni ederim ki bu yaklaşım biçimleri, İslama özgü bir metodolojinin sınırlarını
çizerken, ülkemizin de Batı karşısındaki durumuna bir çözüm getirebilmiş olsun. Çünkü, Gökalp’ten
beri modernleşme ile Batılılaşmayı birbiriyle eşdeğer görmek bir gelenek halini almıştır. Bu
husus Batı için de geçerlidir, hatta yaygınlık arzeder. Nitekim, modernleşme teorisinin en güçlü
temsilcisi olan Eisenstadt’da: “Modernleşmeyi Batı Avrupada veya Kuzey Amerikada geliştirilmiş
olan sosyal, iktisadi ve siyasi sistemlere yönelik bir değişme olarak” tanımlamaktadır. Evrensel
kültür, Hümanizma gibi modernleşme süreci de Batının malı olarak görülür. Aynı şekilde Lerner
de “Geleneksel Toplumların Geçişi” adlı eserinde modernleşmenin, geleneksel toplumdan geçişli
topluma, oradan da modern topluma olmak üzere üçlü bir modeli yansıttığı inancındadır. Ona
göre modernleşme çok bataryalı bir değişkendir. Okuyup yazma oranın yükselmesi, kozmopolitlik
derecesinin artması, kitle iletişim araçların yoğun bir biçimde kullanılması ve nihayet empatinin
yüksekliği... Bütün bunlar bir bataryalı mekanizma gibi birbirini içten etkileyerek modernleşme
sürecini başlatır. Modernleşme tek boyutlu değildir. Böylece, modern bilgi, siyasi katılımın
gelişmesi eğitimin yaygınlaşması ve kişisel değerlerin değişmesi, bütün bunlar aynı zamanda
iktisadi büyümenin de temellerini oluşturur. Bu da Batılılaşma’nın modernleşme ile eşdeğerliği
anlamını taşımaktadır.
Geleneksel İslamcılar bu anlamda modernleşmeye karşıdırlar. Onlar modernleşmenin Batılılaşma
ile olan eşdeğerliği karşısında Kur’an metodolijisini işletmektedirler. Bunlara göre; İslamın ilk
ortaya çıkışı ve yükselişi “Asr-ı Saadet” ifade edilen kutlu yüzyıl Kurana göre oluşmuş insanın
eseridir. İslam geçmişte Kur’an rehberliğinde bilim, sanat, mimari, edebiyat, siyaset, iktisadi alan
da dahil olmak üzere, hemen her hususta, büyük bir medeniyetin temsilcisi olmuştur. Onu yükselten
nedenleri aramak, algılamak, günümüz şartlarına göre yorumlamak tamamiyle Batıdan farklı bir
metodolojiyi bir farklı açıdan yaklaşan Fazlı Rahman’ın “Dinde yenilik değil, dinin yorumunda
yenilik esastır” dediği biçiminde özetlenebilir. Rahman, çağdaşlığı (modernity) bir yenileme olarak
kabul etmektedir. Bu nedenle çağdaşçılık (modernizm) zorunlu olarak yenilikçiliği (reformizm) ve
değişmeyi içerir. Yenilenmeden çağdaşlık düşünülemez (Rahman, 71-82). O halde, Fazlur Rahmana
göre, böyle bir ortamda gerçekçi ve gelecek vadeden bir islam iki yönlü hareket etmek durumundadır:
64 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak,
Kuranın somut olayları işleyişinden, bir bütün olarak Kuranın hedeflediği genel hid ilkesinden
hareket ederek, Greko kültürü ile İslami düşünce arasında birleşim yapabilmiştir. Öyle ki, Batı
Protestanlığın Tanrı karşısında ferde sağladığı özgürlüğü bir başıboşluluk biçimine dönüştürdüğü
halde İslam, tasavvuf yoluyla yükselen ferdi özgürlüğü evrenselle bütünleştirmiştir. Göve yeniliğine
görememeleridir. Oysa, Batı yenileşme ve değişmenin odak noktasını oluşturmaktadır. Bu yüzden
Batı gerçeğinden kaçılamaz. Hıristiyanlık da batmış değildir. Batıdan etkilenmenin iki yönü vardır.
Bunlardan ilki, fikri ve sosyal bir varlık olarak bizzat Batının kendisi; ikincisi de Batıda bilim ve
teknolojinin gelişmesi. Görülüyor ki, Rahman; Kur’an hedeflediği genel ilkelere doğru giderken
gelenekçilerle uyum sağlamakta; reddi miras türü çağdaş yenilik ve değişmeyi reddeden görüşlere
de karşı olmak suretiyle, dinde yenilik değil de, dinin yorumunda yani metodolojisinde yenilik
getirmektedir. O buna tarihi metod diyordu. Sanıyoruz, bu metodoloji önemli ölçüde Batının 12. ve
13 yüzyıllarda uygulama alanına aktardığı metodolojinin bir benzerini bize hatırlatmaktadır. Batı
da anlamaya, kavramaya ve planizzasyona dayalı bir yaklaşım biçimini benimsemiş, Hıristiyanlık
ilkesinden hareket ederek, döneminin büyük yenilik ve değişme sürecine yönelmiştir. Reddi
miras ederek veya “Doğunun hunharlığı” biçiminde reel gerçeklere olumsuz tepkide bulunmamış
onu bütüncül yapısıyla anlamaya ve kavramaya çalışarak metodolojsini kurmuştur. Böylece
Coomarasywamy’nin ifadesiyle “Batıyı doğululaştırmak için değil, fakat, Batıya kendi hayatının,
köklerinin bilincini getirmek için doğuya dönmeyi Batı kabul etmiştir.
Biz de, günümüz modernleşmesinin getirmiş olduğu yenileme ve değişmeye karşı Zealotoist bir
yaklaşım içinde hareket edemeyiz. Aynı şekilde, bilim metedolojimizi sağlamadan Herodian bir
kimlikle her türlü yemlik ve değişmeyi bir taklit mekanizmasıyla sürdürmeyiz. Metodolojimizin
hareket noktası aslına dönmektir. Oysa taklit aslın kopyasıdır Her kopya da aslı yansıtmadığı
için çirkindir. Ülkemiz, giderek globalleşen bir dünyada yaşamaktadır. Batı bilimi ve teknolojisi
de güçlü ilerleme çizgisindedir. AET-AGİG ve NATO’-su ile AVO-AMERİKAN bir çemberin
içindeyiz; güçsüzü, kifayetsiziz ve bilimsiziz. Bu nedenle, yapılacak iş ne geçmişimize dönmek
ne de reddi miras etmektedir. Yapılacak şey, hem islamın Greko-Latinle, hem de Batının İslamla
karşılaşmasında tutulan yollan izlemektir. Yani metodolojide yenilik yapmaktadır. Bunun için
de akıl ile imanın uyumunu gerçekleştirmek, birini diğeri için harcamamaktır. Psalm H’de yer
alan: “Tanrı korkusu hikmetin başıdır” sözü, Yeni Ahit’in 150 kutsal şarkısından biridir. Tevrat ve
İncil kadar Kur’an da aynı ortak kırsal yaşantı müesseseseleşmiş bir dayanışmayı oluşturuyordu.
Oysa, sanayileşme ve teknoloji bu eski yapıları yıkarak yerini kültüre bırakıyordu. Böylece yapısal
dayanışma zayıflıyordu. Bu da fertler arasında gevşek bir ilişkiler sistemini ortay koyarken,
kültürel bilinci de yükseltiyordu. Milliyetçilik ve dinde modernleşme (fundamentalizm) böyle
bir ortamda yükseliyordu. Gellnere göre “modernleşme dinin gerilemesi değil, aksine canlanması
anlamını da taşımış bulunmaktadır. Bu durum, Batı veya modernleşme karşısında İslamın vaziyet
alışı gibi önemli bir yaklaşım biçiminde de ışık ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi genelleme
düzeyinden günümüzde geçerli olan konu ile ilgili mevcut toplum şartlarını gözönünde tutarak, şu
anda uygulanmak istenen özel yaşamaya doğru hareket etmektir.” İşte genel ilkeler ancak bu tarzda
elde edilebilinir. Böylece KURAN METODOLOJİSİ Teo-santrik (Allah merkezli) bir toplumu
hedef almış oluyor. Kuranın Hermeneutic yaklaşımı, Rahmana göre bu çizgide yorumlanmalıdır.
Böylece, İslami modernizmin merkezi tezi: Temel kaynaklan oluşturan Kuran ve sünnete dayanan
ve onların ışığında oluşan topyekun tarihi miras, ilmi ve rasyonel süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve
yorumlandığı takdirde günün problemlerini çözmeyi başarabilir. İşte İslami saf haliyle üç asır önce
gündeme getirmeye çalışan İbn Teymiyye’nin öncülük ettiği ihyacılık hareketinin Rahmana göre
yanılgısı, ciddi bir düşünce kısırlığı içinde bulunmaları, değişme gerçeği sembolleştirmektedirler.
Akıl ve imanın uyumuna dayalı bir metodoloji, yenileşme ve değişme sürecinde iz bırakabileceğimiz
tarihi miraslar göz önüne alınırsa bize göstermektedir.
Bilimin ilerlemesi, doğanın sırrını çözmekle başlamıştır. Bu da ancak değerler sistemi ve inançla
mümkündür. Bu nedenle bilimle değerler arasında çatışma değil uyum vardır. Nef, daha önce
de belirttiğimiz gibi rönesansla başlayan sanayileşme ve bilimsel gelişmenin temelinde manevi,
estetik ve ahlaki unsurların etkisi olduğunu belgeleriyle göstermiştir. Hatta Nefe göre “Medeniyetin
www.ulkuocaklari.org.tr 65
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
asıl kültürel temellerinin e modern bilimin ne de modern ekonominin doğuşunda bulabilirz. Bu
temellerin başlıca kaynağı Hıristiyan ahlakını geçici dünyaya sokmak ve kendini hazza vermiş bir
cemiyete güzellik ile fazileti bir araya getirmek üzere kısmen başarılan çabalarıdır (Nef, 198) Aynı
şekilde, daha önce Weber günümüzde de Merton ve Hill, Protestanlık ile bilimin gelişmesi arasındaki
yakın alakaya dikkatlerimizi çekmişlerdir (Hill, 1964)... Bu araştırmalar, ortak nokta olarak
asketik Protestanlığın bilimsel ilerlemeye yönelik sosyal tutum ve özellikle değerleri hazırladığı
görüşündedirler (Becker, 23-55) Rölativite teorisinin en güçlü temsilcisi büyük bilgin Einstein da
aynen dinin önemi hakkında şöyle diyordu: “Bilimsel düşünce alanında başarılı ilerlemeler elde
eden herkes, varlığın yapısındaki akla uygunluk karşısında derin bir saygı duymaktadır. Anlama
yoluyla kişisel umut ve arzuların çalkantılarından çok geniş ölçüde kurtulmayı başarmakta ve
varlıkta cisimleşen aklın büyüklüğü önünde alçak gönüllü bir tutum kazanabilmektedir. Bu akıl, en
derin yanlarıyla insanın kavrayamayacağı bir şeydir. Ancak böyle bir tutum, bana göre kelimenin
en yüksek anlamında bir dindir” (Einstein, 182). Yine “bilimsiz din kör, dinsiz bilim topaldır” sözü
de Einstein’a aittir.
Bugün, ülkemizde hakim olan görüş sekülarize edilmiş bir bilim anlayışıdır. Bu nedenle Gibbi’in
de isabetle belirttiği gibi, bilim hayatımız pozitivizmin Anıt Kabiri haline dönüşmüştür.” Bu yüzden
aydının bilimsel hayatı güdükleşmiş, kalkınmamızda itici gücünü yitirmiştir. Günümüzde Pasifik
Kuşağının başarısında Naisbitt “Budizmin itici gücünü” bulmaktadır. Mega Trends 2000’de bu
belgeleri gözlemek mümkündür.
Türkiye’nin kalkınma ve gelişme felsefesi, bilim din veya değerler sistemi arasındaki uyuma
dayanmadığı sürece taklitçi olmaktan kurtulamaz. Orta Asya uygarlıklarına nazaran Selçuklular ve
Osmanlıların kültür ve uygarlık alanlarında yükselişinde Türk-İslam sentezinin önemi büyüktür.
Kültürel varlıklarımız, Amerika’ya kadar taşımaya çalıştığımız maddi ve manevi değerlerimiz
böyle bir sentezin ürünüdür ilerleyen bilgiye ulaşabilmemiz için akıl ile imanın uyumunu sağlayan
bir metodolojiyi elde etmemiz gerekir, yoksa taşıma su ile değirmen dönmez.
İslam Asri Saadeti ve daha sonraki dönemlerde Doğu uygarlığının en son verilerini temsil etmek
üzere Batı bilim dünyasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu da İslam’ın bilime açık uyumcu
(Apolyonia) ve (Herodian) özelliklerini gösterir. Aksi takdirde İslam’da bilimin başarısını başka
türlü açıklamak mümkün değildir. Nef in isabetle belirttiği üzere, rönesansla başlayan sanayileşme
ve bilimsel gelişmenin temelinde nasıl Hıristiyan ahlakı rol oynamışsa, Doğu’da da İslam
uygarlığının temelinde İslam dininin bilimi destekleyici gücüne belirli sınırlar içinde değinmiş
bulunuyoruz.
Amerika ve Türkiye üzerinde dini ve siyasi modernleşme ve dünyevileşme konusu ile ilgili
1970’lerde bir araştırma yapan Palmer Play çok dikkat çekici sonuçlar ortaya koymuştur. Jay’a
göre, “Japonya’da bir milli yapı veya milli devlet anlamına gelen bir kokutai kavramı vardır ki,
bunu Türkiye için ümmet kavramıyla karşılayabiliriz. Japon mitolojisinde sık sık rastlanan bu,
kokutai olarak bilinmektedir. Ümmet, Allah’ın birliğine ve peygamberin müjdecisi olduğuna
inananların cemaatı oluyordu.” (Jay, 163)
Japon modernleşmesine, kokutai gibi ümmet de Jay’e göre, “Türkiye’nin siyasi modernleşmesinde
rol oynayabilirdi. Çünkü, ümmet, insanların bir dayanışması, sosyal birliği idi. Ancak, İslam dini
sembolik farklılaşma, ferdileşme ve rasyonalizasyon anlamında mit ve büyük yapısına dayalı
Japon dininden daha modern olmasına rağmen Türkiye, modernleşme enerjisini Japon Şintosunda
rastlanıldığı gibi, başarılı bir biçimde değerlendirmemiştir Zira, kokutai uygun bir sembol olarak
siyasi alanda umumileşmeyi sağladığı halde, ümmet Türkiye’nin modernleşen elitleri tarafından
özel bir alan olarak, keddedilmişti” (Jay, 174-175, 200).
Bu tür örnekler, bize, İslam dininin iş ahlakını, fertlerin dünya görüşü ve davranış biçimlerini
etkilemede bir güç kaynağı olduğunu göstermektedir. İslam dini, tıpkı F. Benjaminin Püritan norm
düzenine benzer iş ahlakı kurallarıyla toplum katlarında İslam püritanizminin belirli sınırlar içinde
artık gündeme gelmesi gerekir. Nasıl Weber’de Protestan İş Ahlakı Batıda bilimin doğmasına ve
66 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gelişmesine neden olmuşsa aynı şekilde İslam İş Ahlakı da aynı şekilde bilimsel gelişmenin itici
gücü olabilir. Japon kalkınmasını Şinto dini, Meiji döneminde bir takım milli mitler hazırlamış,
Budizm aile ve devlete sadakati, Konfüçyüzm ise ahlaki dayanışmayı sağlamıştır. Kalkınmada
bu tarz manevi destek unsurlarının kullanılması, iş ahlakının verimliliğini arttırmakta ve bireyi,
emeği kutsallaştıracak biçimde yabancılaşmaktan kurtarmaktadır. Bu nedenle, İslamı devreden
çıkarmak büyük yanılgı olmuştur. Uzun süre ülkede bilim din çatışması biçiminde bir sofızmanın
gündeme gelmiş olması ve karşıt dinci akımların devletin ve akademik kurulukların Ortodoks
felsefesi olarak yaygınlık kazanması, Türk pozitivizminin sancılarını meydana getirmiştir. Oysa,
Guenon, Northrop, Garaudy, Lings gibi çok sayıda Batılı araştırmacılar yanında, modern fizik
alanında ünlü bilim adamları, özellikle Fritjof Capra doğu mistisizmi ile modern fizik arasında son
derece yakın ilişkiler bulunduğuna dikkatlerimizi çekmişlerdir (Capra, 14).
Gökalp, “bir milletin kültürel şuuru, yani milli kültürü kazanmadıkça medenileşmenin mümkün
olamayacağım” belirtmek suretiyle millet olma sürecinin önemine dikkatlerimizi çekiyordu. Ona
göre, millet: “Termiyede, harsta (kültür) yani duygularda iştiraktir”... Tanzimatın başarısızlıkla
sonuçlanmasını Gökalp henüz milli kültürü kazanmadığımız olgusuna dayandırır: Gökalp’ten
sonra bu sosyal gerçek üzerinde duran ikinci düşünürümüz M. Turhan’dır. O da, ilerlemenin
ve garplılaşmanın temci ilkesini millet olma (nation-huilding) gerçeğine dayandırmaktadır: “...
Batıda millet olma beş asır süren içtimai ve siyasi oluş sonunda kültür bütünlüğü, milli şahsiyet
ve benlik şuurunu ilk olarak idrak eden İngiltere ve Fransa olmuştur. Onun için milliyetçilik bu
memleketlerde kültür bütünlüğünden, içtimai tesanütten, demokratik ve milli iradeden gelen bir
benlik şuuru halinde tecelli etmiştir.” (Turhan, 410). Tarihte kurulmuş Türk devletler, Karpat’a
göre: “Türklüğü bir şuur olarak ifade edemedikleri için milli devlet sayılmazlar”... Toplumumuzda
milli kavramı ilk kez resmen 1912 yılında (Müdafaa-i Milliye Cemiyeti)nde kullanılmıştır. “Bu
cemiyet, halkçılık akımını bir adım daha götürüyor ve daha millet kelimesi Türk anlamına gelmesi
de eski Osmanlılar ve İslamlık kavramının yerine millet kavramını getirmeye çalışıyordu” (Ahmad,
139)
Milletleşme süreci üzerinde büyük titizlikle duran Gökalp sosyolojisinde, milli devlet düşüncesi,
ancak siyasi egemenliğin milli irade yolu ile halkın eline geçtiği parlamentarist bir sistem içinde
daha çok kimliğine ulaşabilmektedir. Böylece, bir kavimi ancak kendini milli bir parlamento ile
idare eden hakiki bir millet haline geldikten sonra yüksek ve samimi bir cemiyet hayatı yaşabilir.
Batı uygarlığının temelinde bulunan iki ilke vardır ki, bunlar: 1) Hıristiyanlık, 2) milletleşme
sürecidir. Her ikisi de, Batının ilerlemesinde önemli sıçrama taşını teşkil etmişlerdir. Biz
açıkladığımız nedenlerle İslam’ı 17. Yüzyılın başlarından itibaren devreye sokamadığımızdan
hatta 1924 Tevhidi Tedrisat yasasıyla eğitim ve öğretimin adı altında dini dışlamamız sonucu, bu
önemli güç kaynağından uzak kalmışız. Milletleşme süreci ise ancak 1932’lerde Türk Tarih ve
Türk dil Cemiyetlerinin kurulması neticesinde gündeme gelmiştir. Ancak bu milletleşme süreci de;
Atatürk’ün ölümünden sonra, Türk Hümanizması denilen Greko-Latin kültürün resmileşmesiyle
heyecanını kaybetmiştir. Günümüzde, eğitimdeki bu ikilik (milli köklere yönelik tarih teziyle,
Helenistik dünyanın birliliğini bir fetiş haline getiren Türk Hümanizması görüşleri) yanında, Doğu
bölgesindeki PKK’ya dayalı gerilla savaşları, aşiretleşme, etnikliğin bilinçlendirilmesi biçimindeki
Ortodoks felsefeler milletleşme gerçeğimizi engelleyen unsurlardır.
Modernleşmenin boyutları tartışılırken , veya Batılılaşma ile ilişkileri nedir tarzındaki sorulara
eğilmeden diyebiliriz ki, konu tamamiyle bir kültür değişmesi sürecidir. Ülkemiz, bu değişme
ortamında güçlü bir sosyal yapıyı oluşturamadan etkinlik rolünü oynayamaz. Egemen kültür,
sürekli olarak kültürasyon süreciyle yayılma alanlarını zorlayacak ve zayıf bulduğu kültürleri tesir
sahası altına alacaktır. Türkiye, bu açmazdan kurtulmak istiyorsa yapacağı tek şey, revitalizm diye
ifade edebileceğimiz, geçmiş değerlere dönerek gelenekçi ve modernist İslamcı yorumcularda
rastladığımız gibi İslamın yeniden sosyal dayanışmacı ve ilimci doğrultuda canlandırılması ve
milletleşme olgusunu gerçekleştirmesiyle mümkündür.
www.ulkuocaklari.org.tr 67
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Üçüncü İzmir İktisat Kongresi öteki iki kongre gibi, ne kadar Liberal sistemlere yönelirse yönelsin,
devlet ne kadar küçültülürse küçülsün, gelecek kuşaklara bugün; yüz elli yıl sonra eleştirdiğimiz
1839’lu Tanzimat fermanı sonuçları üzerine yoğunlaştırılacak bir tartışmalar paketinden başka
miras bırakacağımız hiçbir şey kalmayacaktır. Üçüncü İzmir İktisat Kongresi de batı anlamında
iktisadi sistemimizin manevi zihniyetine yer vermemiş, kalkınmanın itici güçlerini saf dışı
etmiştir. Bu da, kalkınma olgusunun holistik değil, atomize edilmiş bir biçimde görülmesinden
kaynaklanmaktadır. Liberal ekonomik sistemin Batıdaki kaynaklan, eşitlik, özgürlük ve bireyci
(individualist) ilkelere dayanır. Oysa, halk katlarında yaşayan İslam ise parçalanmaya, atomize
edilmeye karşıdır. O, bütünleştirici, dayanışmacı cemiyet içinde cemaatçı kimliğin korunması
felsefesini yansıtır. Bu farklılaşma, aslında Doğu ve batı uygarlıklarının görüş açıları ve dünya
görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Batı bireyin zaferini kollektifin çöküşünde bulmaktadır.
Bireyselleşmenin evrenselleşme ile eşdeğer tutulması Batının inanç ve değerler sisteminin
bir ürünüdür bu nedenle, Batılılaşma veya modernleşme süreçlerinin standart ve üniter kültür
oluşturması tipindeki hegemonyasına dikkat etmemiz gerekmektedir. Biz dikkat etmezsek bile yine
Batılı düşünürler bu noktalarda bizleri uyandırmaktadırlar: Nitekim bugün Amerikalı sosyologların
da katıldığı, modernleşmede üç ortak yanlış kavram vardır. Bu da yapıcı modernleşme yanında
yıkıcı modernleşmenin önemine dikkatlerimizi çekmektedir: 1) bunlardan ilki, modernleşmenin
Avrupalılaşma veya Batılılaşma ile eşitleştirilmesidir. Böyle bir görüş, değişme için kaynak ve
uyarıcıların sadece Avrupa veya Batılı milletlerden geldiği ilkesine dayanır. Oysa, modernleşme
eski ve yeni yolların bir sentezidir. Bu sebeple, yeni unsurların zaruri olarak Batıdan gelmesi
beklenemez. 2) Modernleşme sadece faydalı olanları değil, fakat aynı zamanda çatışma acı ve
zararları da ortaya koyabilir. Az gelişmiş ülkelerde AİD uzmanları, birleşik devletlerdeki görevlerine
döndüklerinde modernleşmenin çift standartlı korkusunu yaşarlar. Ne zaman ıslah edilmiş bir sınai
ve tarım teknolojisini uygulamaya kalktıklarında geniş aile grubunun yıkılmasını sağlayan güçleri
harekete geçirmekten de korkarlar. Günümüzde aşırı çevre kirlenmesi, yeşil sahaların tüketilmesi,
Ozon tabakasının delinmesi radyasyonlu gıda maddelerinin üretimi, Çernobil faciası ve Hiroşima
katliamı bunlar arasındadır. Bu bakımdan, modernleşmeye yeni yaşam biçimlerinin bireyleri
zaruri olarak daha iyiye yöneltmeyen sonuçlarını da kabule zorlar. Black’in de ileri sürdüğü gibi,
modernleşme, aynı zamanda insan ıstırabı ve felaketi bakımından yüksek fiyata mal olan yeni
fırsatlar ve umutlar için yaratıcı ve yıkıcı bir süreç olarak düşünülmelidir” (Black, 1966).
Modernleşme sürecinde üçüncü yanlış da modernleşme sürecinin tek boyutlu olarak düşünülmüş
olmasıdır. Oysa modernleşme tek boyutla ölçülemez. Bir insanın yüksek hayat tarzına sahip olması
veya modern biçimde giyinmesi, onun zaruri olarak modern veya modernleşme yolunda olduğu
anlamına gelmez. Tersine böyle bir kimse tamamen gelenekli bir kimliği de yansıtabilirdi. Bu
bakımdan modernleşme bir çok unsurların karşılıklı etkileşiminin bir ürünüdür. Lerner’in deyimi
ile modernleşme çok bataryalı bir değişkendir. Bu değişkenler; okuyup yazma oranının yüksek
seviyede oluşu, kozmopolitlik derecesinin (yani sık sık seyahatler yapma özelliği) artması, kitle
iletişim araçlarının yoğun bir biçimde kullanılması ve empatinin yüksekliği tarzında özetlenebilir.
Görülüyor ki, Batı modernleşmeyi sürekli olarak kendine ait yeteneklerin bir ürünü, bir yansıması
olarak algılamaktadır. Nitekim, Eistenstadt’da modernleşmeyi: “Tarihi olarak Batı Avrupa’da ve
Kuzey Amerika’da geliştirilmiş olana sosyal, iktisadi ve siyasi sistemlere yönelik bir değişme süreci
olarak tanımlamaktadır” Black’da modernleşmenin dört aşamalı olduğu hususuna ısrarlıdır:
1) Modernleşmenin zorlaması, yani yeniliğin ilk kez görülmesi ve algılanması, böylece fertte bir
ihtiyaçlılık duygusunu meydana getirmesi;
2) Modernleştirici liderliğin sağlamlaştırılması;
3) İktisadi ve sosyal değişmelerin gerçekleştirilmesi;
4) Toplumun bütünleşmesidir” (Black, 56-74) Black de tıpkı Lerner gibi modernleşme olgusunu
belirli aşamalara göre analiz etmektedir. Türk modernleşme adeta batıya bir bakış açısı tarzında
algılanmıştır. Black’a göre “modernleşme her toplumun kendi gelenekleri mirası, kaynakları ve
liderliği açısından değerlendirilmelidir”...
68 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Görülüyor ki, modernleşme, gelenekli yapısal sistemi anti-etik değerler olarak görmemektedir.
Bir toplum, gelenekselliğini koruyabilmek kaydıyla, modernleşmeyi gerçekleştirebilir. Japonya
ve Asya Pasifik Kuşağı (Dört Kaplan), buna ek olarak Malezya zikredilebilir. Malezya, İslami bir
perspektif içinde Pasifik kuşağı ülkelerine kısa zamanda katılabilecek ilk İslami kimliğe sahip bir
topluluk durumundadır. Bunda da İslamın kalkınmanın modus Operandi’sini teşkil etmesi önemli
rol oynamaktadır.
Ülkemizde Lerner’in geliştirdiği; gelenek-sel-geçişli ve modern toplum üçlü sınıflandırılması
kısa zamanda benimsenmiş ve yayılma istidatı göstermiştir. Oysa, modernleşmeyi gelenekselliğin
karşıtı olarak gören düşünce tarzı eleştiriye açıktır. Yüksek ölçüde dinsel yönelim ya da dindarlığın
Türkiye’de kuvvetli bir gelenekçilik sembolü olarak gösteren bu grup “din ile genel olarak
modernleşme arasında ters bir ilişki bulunduğu” kamsındadırlar (Kağıtçıbaşı, 23). Magneralla’ya
göre, “modernleşme geleneksel halka yeni yaşam biçimleri getirmesine rağmen, gelenek ile
çağdaşlığı anti-etik zıt kutuplar olarak görmemiz hususunda çok uyanık bulunmamız gerekir.
Çünkü geleneksel değerler ve sosyal yapılar her zaman modernlik ile çatışma halinde olamaz.
Bazı hallerde bu ikisi birbirine uygun olabilir, hatta birbirlerini karşılıklı olarak pekiştirilebilirler”
(Magneralla, 8). Antropologlar, ne yazık ki modernleşmenin genel olarak benimsenilen bir sosyal
kültürel teorisi olmadığı kamsındadırlar. Ancak, Smelser bu hususta Max Weber’in geleneksellik
perspektivinde modelini sunmak suretiyle, Üçüncü Dünya ülkeleri için de geçerliliğini kanıtlamıştır.
Smelser’e göre modernleşme a) Geleneksel güçtür, b) farklılaşma güçleri ve yeni bütünleşme güçleri
arasındaki “üç karşıt” yönde düşünülebilen bir süreçtir. Bu üç unsur düşünülmeden, Smelser’e göre
modernleşmeyi anlamak mümkün değildir. Gerçekte, Max Weber’de de, akli olana karşıt gelenek
eylemdir. Bu tür bir gelenek, akli olana karşıt olmakla beraber değişmeye zıt olarak düşünülemez.
Çünkü, Weber’e göre, gelenek, dışa yönelik davranış görünümlerinde bir seterotipten ibaret
değildir; tersine tutumların ve zihinsel durumların sürekliliğini sağlayan bir keyfiyete sahiptir.
Modernleşmede yüksek ölçüde sanayi toplumlarında bir çok uygulamalar geleneğe ve geleneksel
normlara dayanır. Japon modernleşmesinde “Japon ruhu ve Batı bilimi” sloganını önemini
unutmamak gerekir (Aso Amano, 67) böylece geleneksel değerler ile modern değerler arasında her
zaman çatışmaların olabileceğini düşünmek hatalıdır. Bunu ülkemiz şartlarına uygulayan tanınmış
Antropolog Magnerella göstermiştir ki, “modernleşme halka artan seçme olanaklarından birini
hazırlar. Örnek olarak modern tıp ve büyüsel halk tedavileri, bir toplumda birbirleriyle çatışmadan
devam edebilirler. Hatta, bir kişi bunlardan birini veya ikisini birden tercih edebilir. Bazı hallerde
ise modernleşme gerçekten gelenekselleşme derecesini arttırabilir. Öyle ki, Türkiye’de ekonomik
gelişme gelir artışını sağlamış ve taşıma olanaklarını ıslah etmiştir, buna karşılık gelir artışı ve
taşıt olanaklarının çoğalması da giderek geleneksel bir eylem olan Hacca gitme eğiliminin Türk
müslümanları arasında yayılmasını sağlamıştır” (Magneralla, 8). Aynı şekilde Susurluk araştırması
Magneralla’da şu görüşlerin de canlanmasına neden olmuştur: Susurluk’da geleneksel geniş aile
ve bu ailede akrabalık bağlarının yayılması, modern perakende satış işlemi ve başarılı parasal
faaliyetler için etkin bir sosyal grup oluşumunu sağlamıştır.”
Aynı şekilde Ernest Gellner de: “Nations and Nationalism” adlı eserinde sanayi öncesi toplumlarda
daha ziyade sosyal yapının hakim olduğunu ancak sanayileşme ile bu yapıların yıkıldığını, yerine
kültür kavramının geçtiğini ileri sürer. Çünkü, hızlı değişmeye ancak kültür cevap verebilirdi.
Bu oluşum yani gelenekli kurumların yerine kültürün geçmesi toplumda yabancılaşma ve
kimlik kaybına neden olmuş, bunun da önlenmesi için milliyetçilik ve dinin ön plana çıktığını
görmekteyiz.
Böylece din ve milliyetçilik, sanayi öncesi yapının sağlam rolünü, Sanayi sonrası toplumda
kültüre enjekte etmek suretiyle yeni güven verici odak noktalarını belirlemektedir. Moderneşme
Gellnere göre, kültür ön plana çıkarmakta, bu da fertlerde kimlik arayışı bakımından milliyetçilik
duygusu ve kültürü Gellner açısından modernleşme, dini duyguların geleneksellik çizgisinde
olduğu izin terk edilmesi anlamını taşımaz, tersine güç kazanmasıdır. Bu nedenle, geleneksellik
ile modernleşme süreçlerini iki farklı kutup gibi düşünmek, buna dayalı modeller oluşturmak
Batılı dünya görüşlerinin bir ürünüdür. Oysa kapitalist ekonomik sisteme rağmen Doğu toplumları
www.ulkuocaklari.org.tr 69
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ile Batı toplumların önemli sosyal yapı farklılaşmalarını gözleyebilmekteyiz. Nitekim, Japonya
ve Batı Almanya’da sosyalleşmenin bazı görünümleri üzerine Tromsdorf tarafından yürütülen
karşılaştırmalı bir araştırmada, Protestan İş Ahlakının (PİA) farklı boyutlarını görmek mümkündür.
Böylece sosyo-ekonomik bakımından birbirine benzer (Piyasa ekonomisine dayalı) bu iki ülkenin,
hayat tarzları bakımından birbirinden tamamen farklı olduğu görülmüştür. Modernleşme hakkındaki
bazı teorilere göre: “Sanayileşmenin toplumlar arasındaki benzerliği arttırdığı” tezine rağmen
(İnglehart, 1977), bugün Japonya ve Almanya’nın post metaryalist değerlere sahip oldukları
kanıtlanmıştır. Öyle ki, post materyalist değerlere yönelik değişmelere günümüz Japonyası’nda
rastlamak mümkün değildir. (Trommsdoorf, 337-360) “Japon hükümeti tarafından 20 yılı aşan bir
süreden beri milli Japon karakteri üzerinde yürütülen son derece titiz bir taramada Japon temel
değerlerinde hiçbir değişme olmadığı gözlenmiştir.” (Hayashi, 1977; Suzuki; 1984, 77-108). Bu
araştırmaların sonuçları yorumlandığında, piyasa ekonomisine yönelik liberal bir iktisadi sisteme
sahip bulunmasına karşılık, Japonya’da grup saygınlığı ve sadakati gibi merkezi Konfüçuzyan ve
Samuray değerleri hala sosyalleşme sürecinde egemen ve etkilidir”... bu da Japon toplumunda
A. Gelhlen’in pek güzel ifade ettiği gibi “kurumsallaşmaktan yoksunluk” ve “sübjektivitasyon”
türü bir yabancılaşmaya, kimlik yitirilmesine tanık olmamaktayız. Kısacası, modernleşme ana
temasıyla Batılı sosyologlara göre, “özelden evrenselliğe açılan bir gelişmedir” (Parsons, 130) “Bu
gelişmenin odak noktası, son derece gelişmiş endüstri toplumlarında az gelişmiş toplumlar üzerine
bir şua gibi yayılmaktadır. Modernizasyonun, ‘bugün dünyanın büyük bir kısmınca Batılılaşma
süreci olarak adlandırılmasının nedeni budur. Bu süreç sosyal bir değişme değil, aynı zamanda bir
kültür empoze etme olayıdır” (Berger, 132-133)
Kaynaklar
1. Baykara, Tuncer, Osmanlılarda medeniyet kavramı ve ondokuzcuncu yüzyıla dair araştırmalar, 1992, İzmir
2. Berkes, Niyazi, Türkiye’de çağdaşlaşma, 1973, Ankara
3. Bilgegil, Kaya, rönesans çağı cihan Edebiyatında Türk takdirkarlığı, 1973
4. Becker, Howard Pietism, and sicience: A Critique of Robert K, Merton’s Hypothesis, AJS, vol, 89 Nr. 5 March
1984
5. Einstein, Albert, Science and Religion, Science Nevvs Letter, Sept 1940
6. Eliot Thomas, Edebiyat üzerine düşünceler, Kültür Bak Yay. 1988 Ankara
7. Gökberg, Macitdr, Felsefenin evrimi, 1979 İst.
8. Garaudy, Rogaer, İslamın vadettikleri; sayılı Aydın, Orta Çağ bilim ve tefekküründe Türklerin yeri, TKD, Nisan,
1986 Ankara; Macit Fahri İslam Felsefe Tarihi, 1987 Hilmi. Z. Ülken, İslam düşüncesi 1946
9. Hunke, sigrid, Avrupamn üzerine doğan İslam Güneşi 1972 İstanbul
10. Hampson, Normau, aydınlanma çağı, 1991 İstanbul, Gianfranco Poggi, Çağdaş devletin gelişimi, 1991, İstanbul
11. Hill, Chrisopher, Puritanism, Capitalism and Scientific Revolution: Past and Present, 1964
12. Levend Agah, Sim, Edebiyat tarihi dersleri, 3, cilt, İst.
13. Lewis Bernard, Mlodem Türkiye’nin doğuşu, 1984, Ankara
14. Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi Makaleler, 1991, İletişim Ankara
15. Magneralla, J. Paul, And Orhan Türkdoğan The develoqment of Turkish Social Anthropology, Current Anthropology,
June 1976, Vol. 17 Nr.l
16. Nalbantoğlu, Ünal Needham ve Baa bilimi üzerine, s. 4; R Guenon Doğu ve Batı, s. 55 R. Garaudy, Modern
dünyanın bunalımı, s. 25 1979 Hüseyin Nsr; Batı felsefeleri ve İslam s. 79, 1985 İst; Tekeli sevim, modern bilimin
doğuşunda Bizansın Etkisi s. 42,1975 147, Ankara
17. Nef, Ü. John, Sanayileşmenin kültür temelleri, 1970, Ankara
70 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
18. Nevakivi, Jukka, İngiltere, Fransa ve Arap-Ortadoğu; 1914-1929-1969 Londra zik Edward Said, Oryantalizm;
1969
19. Mozin, Edgar, Avrupayı düşünmek, 1968 İstanbul
20. Nasr, Hüseyin, İslamda düşünce ve hayat, 1988 İst.
21. Nasr, Hüseyin, modern dünyada geleneksel İslam, 1989 İst.
22. Rahman fAzlu, İslam ve çağdaşlık, 1990 Ank
23. Siyavuşgil, E. Sabri; tanzimat Fransız umumiyesinde uyandırdığı akisler, Tanzimat l, 1940
24. Said, Edvvard, Oryantalizm: Sömürgeciliğin keşif kolu; 1989 ikinci baskı
25. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam Tarihi, Zik İsmail kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi; 1986
26. Souther, W.R. Ortaçağlarda islam üzerine görüşler 1962 Zik E. Said a.g.e s. 85
27. Thormar, İsidor,Ascetic Protestanizm and devleopment and science and techonolgy, 1952 AJS vol. 58
28. Türkdoğan Orhan, Değişme, kültür ve sosyal çözülme 1988, İstanbul
29. Türkdoğan, Orhan Bilimsel değerlendirme ve araştırma metodolojisi, 1989 İstanbul
30. Turhan mümtaz, kültür değişmeleri, 1989 İst.
31. Toynbee, Arnold Medeniyet yargılanıyor, 1980
32. Ülken, Hilmi Ziya, millet ve tarih Şuuru, 1948 ist.
33. Ahmad Feroz, İttilıad ve Terakki, 1971
34. Aso, Makoto, İkuo Amıano, Japon Eğitim sisteminin Kültürel Kaynaklan, 1986; keza Rutlı Mendict, Krizantem ve
Kılıç, 1968, s. 157-168 2. Basta. Ankara
35. Black E.C, The Dynamics of modernization: A study in Comparative History, Aynı yazarın: Çağdaşlaşmanın itici
güçleri 1986 s. 56-7
36. Capra, Fritzof, Fiziğin Tao’su 1991, Arıtan yayınevi; keza Capra P., Batı Düşüncesinde Dönüm nokatsı, 1989 İst.
Ve Yeni bir Düşünce 1992 İst.
37. Kağıtçıbaşı, Çiğdem, sosyal değişmenin psikolojik boyutları, 1972 Ankara
38. Magnarella, J. Paul, Tradition and Change in a turkish Town 1974
39. Palmer, Parker Jay: Religion, political modernization and secularization:Casi Studies in Ameriaca, turkey and
Japon Mimeo, 1970
40. Turhan, Mümtaz, Atatürk ilkeleri ve kalkınma, Bütün Eserleri, 1980 İst.
41. İngelhart, R., The silent Revolution: Changing values and political style among vvestern publics.
42. Tromsdorf, Gisela., ‘Value changes in Japon and Ger-many”, İnternational Journal of İnterculturel Relations, 7
(337-360).
43. Hayeshi, C., Japonese values: Statstical surveys and analyses, Öp. CitÇ. Kağıtçıbaşı, 1990 İnsan, aile-kültür, s.
91, . İst.
44. Suzuki T., Ways of life and social millienus in Japan and The United states: A Comparative Studry, Behavior
Metrika, 15,1984
45. Parsons, Talcott, Zik Peter L. Berger, Brigitte Berfger and H. Keliner, modernleşme ve Bilinci,Çev.Cevdet Cerit,
1985, p. 130
46. P. Berger, B., Perger ve H. Keliner, a.g.e. ss. 132-133
www.ulkuocaklari.org.tr 71
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AZINLIKLAR
Alper ERTAŞ
Azınlık kavramının günümüzde gerçek anlamından daha çok bir kalkan gibi kullanılmasının sonucu
olarak, bilgi kirliliği oluşmuştur. Böylesine önemli olan bir kavramın anlaşılmasındaki sorunlar,
akabinde zuhur edecek azınlık olgusuna ve haklarına nüksedecektir. Böylesine girdap haline gelen
süreçte ortaya çıkacak bu sonuç ise kaçınılmaz olacaktır.
Çok yönlülük arz eden azınlık kavramının süreç içindeki yerini doğru olarak tespit edebilmemiz
için öncelikle ‘azınlık tarihçesi’nin çok iyi olarak kavranması gerekmektedir.
AZINLIK TARİHÇESİ’NE BİR BAKIŞ
Azınlık kavramının var olabilmesi için ilk olarak Ortaçağ’da bütünleştirici en önemli güç olan
dinsel bütünlüğünün bozulması ile ortaya çıkmıştır. Toplumun yekün olarak oluşturduğu ortak
değerlerin bileşenleri bu bütünlüğün birer elemanı olarak görülmelidir. Aksi takdirde çok büyük bir
hata yapılır. Bu ana bütünlükteki farklılıklar ise o bütünlüğün birer zenginliğini teşkil etmektedir.
Özellikle Ortaçağ Avrupası’na bakıldığında kati bir bağlamda Katolik Hıristiyan egemenliği
görülmektedir. Sonrasında işleyen süreçte özellikle Almanya’da reformist hareketlerin görülmesiyle
bu bütünlük sarsılmaya başlamıştır. Çatırdayan bu süreç ise Protestanlığın ortaya çıkışı ile de keskin
bir biçimde bozulmuştur.
Reformist hareketlerin neticesinden sonra ise Katolik Krallıklardaki protestan varlığının, Protestan
Krallıklarda ise katolik varlığının korunması büyük bir sorun oluşturmuştur. İşte tam da burada
“azınlık haklarının”, azınlık sorunlarının ilk örneklemleri ortaya çıkmıştır.
Azınlık kavramını geliştirerek onu uluslararası hukuk ve ilişkilere sokan, Katolik ve Protestan
yönetimli devletler arasında imzalanan azınlık koruma antlaşmaları oldu. Çünkü, karşı tarafta
azınlığı bulunan ve kendi içerisinde de karşı tarafın azınlığı bulunan bu devletler, uzun süren
savaşlarla birbirlerini imana getiremeyeceklerini anlamışlardı.
Birinci ve ikinci Dünya savaşları sonrasında da, ayrımcılığın önlenmesi ve Azınlıkların korunması
konuları bir bütün halinde ele alındı.
1789 Fransız Devrimi ile de din temelli olan azınlık kavramının yanına bir de ulus temelli bir
azınlık kavramı eklemlenmiştir.
72 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İlerleyen süreç içindeki yerinden sapıp cinsel kimlik ve kodlamalar üzerinden de azınlık
oluşturulmak istenmektedir.
AZINLIK VE TÜRKLER
Avrupa’nın içinde bir nebze de çözümlenen azınlık sorunu yerini Osmanlı Devleti’ndeki gayrimüslim
tebaa temelinde suni bir soruna bırakmıştık. Osmanlı Devleti’nde mevcut olan gayrimüslimlerin
korunması ve buna benzer sebepler gösterilerek, devletin iç işlerine karışılmaktaydı. Öylesine bir
siyaset aracı haline getirilmişti ki, devlete müdahale etme yarışına giren güçlerin oluşturduğu tablo
bir birliktelik arz etmekteydi.
Özellikle Balkanlar’da Rusya, Ortadoğu Bölgesinde İngiltere, Fransa adeta Birinci Dünya
Savaşı’nın taraflarını ve cephelerini gözler önüne sermekteydi. İngiltere’nin yine Balkanlar’da ki
bölünme hareketlerinde de aktif bir rol oynadığı görülmekteydi.
Şark Meselesi olarak da bilinen bu sürecin Türkleri, önce Avrupa, Balkanlar sonra da Anadolu’dan
Orta Asya’ya ger gönderme projelerini ortaya koymuşlardır.
Bu uluslararası koruma çabaları önce tek taraflı koruma fermanları (örn.1598 Nant Fermanı)
ve ikili anlaşmalar (örn. 1699 Karlofça Antlaşması) biçiminde başlamış, 19.yy.’da çok taraflı
antlaşmalar (örn. 1856 Paris Antlaşması) evresine geçmiş ve nihayet 1920’de Milletler Cemiyeti’nin
kurulmasıyla (Uluslararası örgüt güvencesinde azınlık koruması) dönemi açılmıştır. Dünya şu anda
da bu evrededir ve uluslararası azınlık koruma mekanizması Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi,
Avrupa Birliği, AGİT gibi kuruluşların şemsiyesi altında yürümektedir.
TÜRKİYE’DE AZINLIK KAVRAMI VE TANIMI
Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da azınlık statüsü gayrimüslim
topluluklar içinde sadece Yunanlar, Yahudiler ve Ermeniler için devam etmektedir. Fakat Lozan
Barış Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Müslüman nüfus Türk sayılmış
ve azınlık sayılmamaktadır. Gayrimüslim olan Süryaniler azınlık statüsünde bulunmamaktadır ve
diğer Müslümanlar gibi Türk sayılmıştır.
BASKI UNSURU OLARAK AZINLIKLAR
Günümüzde en çok tartışılan konuların başında azınlıklar gelmektedir.Uzunca bir süreden beride
ülkemizde hayli tartışmalara sebep olmaktadır.Azınlık kavramını iyi anlayabilmek için önce bu
kavramın tarihsel sürecini ve anlamını mercek altına almak zorundayız.
Azınlık kavramı Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde toplum bilimi açısından; Bir ülkede ayrı soydan
veya inançtan olan ve sayıca az bulunan topluluk,ekalliyet olarak ifade edilmektedir. Bu açıklamayı
göz önüne aldığımızda ilk akla gelen soru ülkelerin azınlık olarak ifade ettikleri kavramın her
toplumda aynı anlamı verip vermediği sorusudur.Kuşkusuz toplumlar açısından baktığımızda
buna her toplumda aynıdır demek zordur. Bu açıdan azınlık kavramını daha iyi anlayabilmek için
tarihsel süreci iyi incelemek zorundayız.
Azınlık kavramı 16.y.y da Avrupa’daki reform hareketleriyle literatüre girmiştir. Avrupa’da
meydana gelen din savaşlarıyla değişen sınırlar Protestan ve Katolik toplulukların bazı yerlerde
azınlık durumuna düşmesine neden oldu. Her dinin kendi insanları üzerinde hakimiyet kurmak
istemesi kendi toprakları dışında yaşayan din mensuplarını desteklemesine neden olmuştur. Fransız
Devrimi’nden sonrada milli kimlik faktörü üzerinden yeni bir azınlık kavramı ortaya çıkarmıştır.
Bu tarihten sonra azınlık kavramı din ve milliyet esası üzerinden yürümüştür.
Bu dönemde Avrupalı devletler diğer devletlerin iç işlerine karışmak için bu kavramın ne kadar
önemli bir yer teşkil ettiğini anlamışlardır.1815 Viyana Kongresi bunun en büyük kanıtlarından
birsidir.1815’te Avrupa Devletleri Avrupa düzenini sağlamaya çalışırken kendi ülke bütünlüklerini
www.ulkuocaklari.org.tr 73
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
korumak için din,dil ve ırk faktörlerini önemsememişlerdir. Fakat konu Osmanlı Devleti olunca
şark meselesini ortaya atmışlardır. Kendi sınırlarını korumak isteyen Avrupa Devletleri Osmanlı
sınırları içinde yaşayan toplulukları din,dil ve ırk faktörleri çerçevesinde Osmanlıya karşı
kışkırtmışlardır. Bununla Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü bozmayı hedeflemişlerdir. Nitekim
bu topluluklara verilen destekle Osmanlı toprak bütünlüğü yavaş yavaş bozulmaya başlamıştır.
Osmanlı ise hiçbir zaman içindeki toplulukları millet faktörü üzerinden azınlık olarak görmemiştir.
Sadece gayri Müslim olarak tanımlanan topluluklar vardır. Bu topluluklara da özgür ibadet
hakkı ve gayrimüslim hukuku üzerinden yargılanma hakkı verilerek devlet tarafından kendi
topluluklarından ayırt edilmedikleri gösterilmiştir.Bu kışkırtmalar neticesinde Osmanlı’nın
Balkanlar’da toprak kaybetmesi Avrupalıları bu kartı Osmanlı üzerinde daha fazla oynamaya
teşvik etti. Avrupalıların özellikle azınlık sorunun var olduğunu Osmanlıya kabul ettirmek için
sürekli müdahalede bulunması bunun iyi bir baskı aracı olduğunun en büyük kanıtıdır.Osmanlıyı
azınlıklar lehinde reform yapmaya zorlamak,bazı topraklarda özerklik ve bağımsızlık vermesini
istemek Şark Meselesinin iç yüzünü göstermektedir. Toparlayacak olursak Şark Meselesi Osmanlı
Devleti’nde yaşayan Hıristiyan toplulukların Avrupalı devletler tarafından savunularak Osmanlı
topraklarının paylaşma projesidir. 19. yüzyılın ortalarına geldiğimizde ise Batı dünyasının azınlık
meselesi üzerinden Osmanlının iç işlerine karışması Osmanlıyı Tanzimat ve Islahat Fermanlarını
ilan etmeye zorlamıştır. Bu fermanlarla Osmanlı içinde sorunların olduğunu kabul etmiş ve bunları
düzeltmek istediğini ilan etmiştir. Bu da Osmanlının egemenliği açısından atılan geri adımdır.
Osmanlı kapitülasyonlarında etkisiyle iç işlerine iyice karışılan bir hale gelmiştir. Özellikle bu
kapitülasyonların sayesinde açılan yabancı okullar misyonerlik faaliyetleriyle azınlıkların isyan
etmesinde önemli bir rol almıştır.
20. yüzyılın başına geldiğimizde ise Osmanlı Balkanlardaki topraklarının büyük çoğunluğunu
kaybetmişti.Birinci Dünya Savaşına girildiğinde ise ‘millet-i sadıka’ ünvanı alan topluluklar bile
Osmanlıyı sırtından vurmuştu. Çünkü Batılı Devletler çıkarları çerçevesinde Osmanlıyı çok önceden
paylaşmışlar ve buna göre de azınlıkları devreye sokmuşlardır. Savaştan sonra yapılan Mondros
Antlaşmasıyla bütün kontrol Avrupalı Devletlerin eline geçmiştir.Antlaşmadan sonra da ülkede
bir çok azınlık cemiyeti kurulmuştur.Bu cemiyetlerin ortak özellikleriyse bağımsız devlet kurmak
istemeleri,Osmanlı’nın parçalanması için faaliyet göstermeleri,antlaşma devletleri tarafından
desteklenmeleri,işgali kolaylaştırmaları ve çete faaliyetleriyle halkımıza mezalim yapmalarıdır.
Osmanlının her türlü imkanı vermesine rağmen bu topluluklar Osmanlıya isyan etmiştir. Ayrıca
bu toplulukların zamanında Osmanlı tarafından kurtarılmasında başka bir tezatlıktır. Örneğin
Yahudiler İspanya’da Katolik zulmünden Osmanlı sayesinde kurtulmuşlardır.
Mondros’tan sonra 1920 de dayatılan Sevr Antlaşması’nda ki haritaya baktığımızda bu parçalanma
planının 100 senedir ince ince devreye sokulduğunu anlıyoruz.1815 ‘ ten beri yapılan bütün
müdahalelerin iyi bir planın parçası olduğunu açıkça görüyoruz. Bunun da en büyük maşası azınlık
konusu olmuştur. Çünkü bazı topluluklar yabancı devletlere kulluk etmenin hediyesini haritada
almışlardır. Sevr de öngörülen Doğu Trakya ve Batı Anadolu’nun Yunanlılara bırakılması, doğu
Anadolu da ermeni devleti kurulması ve bir de Kürt devleti kurulması azınlıkların rolünü daha iyi
göstermektedir. Çünkü içerisinde milli birliği sağlayamayan bir devleti içten içe yıkmak bu yüzden
Avrupalılar azınlık kartını oynamayı her zaman daha ucuz ve kolay bulmuştur. Mustafa Kemal ile
Türk milletinin tekrar bağımsızlığını kazanmasıyla Sevr planı suya düşmüştür. Fakat bu durumda
bile azınlıkların yaptığı mezalimlerin acısı hala soğumamıştır. Milletler Cemiyetinin kurulmasıyla
azınlık kavramı üç boyutlu bir hale gelmiştir. Cemiyet azınlıkları din, dil ve etnik azınlıklar olarak
3 e ayırmıştır. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti Lozan’da bu 3 durumu kabul etmeyerek sadece
gayrimüslimlerin azınlık olduğunu söylemiştir. Bu da gösteriyor ki Türkiye Cumhuriyeti her türlü
etnik yapıyı asli unsur olarak görmüştür. Lozan bu konuda çok önemli bir yer tutmaktadır. 19.yüzyıl
başlarında beri Türk Milletinin başını ağrıtan azınlıklar sorunu Türkiye’deki bütün azınlıkların
Türk vatandaşı kabul edilmesiyle sonuca ulaşmıştır. Böylelikle yabancı devletlerin Türkiye’nin iç
işlerine karışması engellenmiştir. Yabancı okulların da Türk Milli Eğitim bakanlığına bağlanmasıyla
diğer bir sorunda halledilmiştir. Fakat yabancı devletler azınlıklar konusunu hiçbir zaman rahat
bırakmamaktadır.
74 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’yi güçsüz kılmak için azınlık olduklarını iddia eden terör örgütlerine bile destek vermekten
kaçınmamışlardır. ASALA ve PKK terör örgütü bunun en büyük kanıtıdır. Batı Devletlerinin bu
iki örgüte her türlü desteği verdiği bilinmektedir ama aynı ülkeler aynı anda barış ve demokrasi
çığırtkanlığı yapmaktadırlar. Özellikle Avrupa Birliği sürecinde Türkiye’yi azınlık konusuyla
kıskaca almaktadırlar. Örneğin Helsinki Zirve Deklarasyonunda çıkan sonuçlarda Türkiye’nin
içinde bulundurduğu kültürel farklılıkları birer azınlık olarak kabul ettirmek gibi bir sonuç
olduğunu görüyoruz. Yani sadece dinsel olarak değil etnik olarak da bir ayrılık yaratmak istiyorlar.
Bir başka durumda ise 2005 yılında Avrupa Konseyinin azınlık kavramını kabul etmesini istediği
Fransa buna azınlık kavramı bölünmezlik ve birlik ilkelerimize aykırıdır diyerek karşı çıktı. Bu
açıdan baktığımızda Avrupa Birliği kuran bir ülkenin azınlık konusuna nasıl baktığını görüyoruz.
Bu gibi bir çok örnek daha verilebilir fakat tarihsel bir karşılaştırma yaptığımızda Osmanlının son
dönemlerindeki isteklerin aynısıyla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz bu yüzden daha akılcı
davranmak zorundayız çünkü bir Sevr daha istemiyoruz.
Bu ülkenin birliğini ve bütünlüğünü düşünen herkes bu milletin öz evladıdır.Bu ülkenin Millet
anlayışı ayrıştırıcı değil birleştiricidir sonuç itibariyle anayasanın 3.maddesinin belirttiği gibi
Türkiye devleti,ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.Dili Türkçedir.Ayrıca anayasanın
66.maddesinde Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ifadesi bile azınlıklar
konusunda konuşmanın yersiz olduğunun kanıtıdır.Türk Milleti bu durumu kimlerin kaşıdığını iyi
bilmekte ve herkesi Ne Mutlu Türk’üm demeye davet etmektedir.
www.ulkuocaklari.org.tr 75
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SEVR ve LOZAN ANTLAŞMASI
Ahmet ERDOĞAN
Sevr’e varıldığında durum şöyleydi:
1)
Dünya, Avrupa emperyalizminin denetimine girmişti.
2) Bu emperyalizmin sıkı denetiminde bir ulus-devlet olma süreci başlamıştı. Bunların önemli
bir bölümü Osmanlı’nın eski toprakları ve dolayısıyla düşmanlarıydı.
3) Osmanlı İmparatorluğu, bu süreçte kurtuluş yolunu; çok uluslu, çok dinli vs. bir yarı-feodal
imparatorluğun sınırlarının ve yönetiminin mümkün olduğunca korunması olarak görüyordu.
SEVR’İN İMZALANMASI ÖYKÜSÜ
Mondros Ateşkes Antlaşması’nın ardından Müttefik devletler Osmanlı İmparatorluğu ile ilk
temasını, Osmanlı Delegasyonu’nu 17 Haziran 1919’daki Paris Barış Konferansı’nda Onlar
Konseyi’ne katılmaya davet etmesi ile olmuştur. Bu davet üzerine İstanbul konferansa sadrazam
ve Damat Ferid Paşa ile katılım göstermiştir. Ancak İstanbul temsilcilerinin gerek yaptıkları
konuşma olsun gerekse verdikleri muhtıra Müttefik devletlerce şaşkınlık ve öfke ile karşılanmıştır.
Çünkü İstanbul temsilcilerinin verdiği muhtıra Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarının batıda 1878
sınırlarına ve Musul dahil Rus ve İran sınırlarına kadar olan bölgenin talep edilmesi kapsıyordu.
Yukarıda bahsedilen sürecin ardından Müttefik devletler 12 Şubat 1920 ila 11 Temmuz 1920
tarihleri arasında bir dizi konferans gerçekleştirmiş ve Osmanlı İmparatorluğu ile yapılacak barış
görüşmelerinin taslağını oluşturmuştur. Ancak daha bu görüşmeler bitmeden oluşan taslak metin
ile Osmanlı İmparatorluğu delegeleri 10 Mayıs 1920 tarihinde Sevr’e davet edilmiştir.
Bu görüşmelere Osmanlı İmparatorluğu’ndan giden isimler ise şunlardır: Ayan Meclisi Başkanı,
eski Sadrazamlardan Tevfik Paşa, Maarif Nazırı Fahreddin Bey ve Nafıa Nazırı Cemil Paşa.
Müttefikler müzakerelere başlamadan önce belirledikleri barış koşullarını Osmanlı Heyetine
bildirmiştir. Fakat başta Tevfik Paşa olmak üzere heyet önlerine konan barış taslağının şartlarını
çok ağır bulmuşlar ve görüşmeleri doğrudan kesmişlerdir. Müttefiklerin ise bu hamleye karşı
sert çıkışı Yunan kuvvetlerinin Batı Anadolu’ya saldırması şeklinde tezahür etmiştir. Yapılan bu
saldırıda Balıkesir, Uşak ve Bursa Yunan kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir.
Yaşanan bu süreçten sonra heyet başkanlığına Tevfik Paşa’nın yerine Damat Ferit Paşa atanmıştır.
Damat Ferit Paşa müttefiklerce sunulan barış taslağına yanıtı Müttefik devletler komutanlarına
76 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
iletmiştir. Ancak bu girişim de karşı taraftan gelen bir ültimatom üzerine sonuçsuz kalmıştır.
22 Temmuz 1920 günü ise Padişah VI. Vahdeddin Şura-yı Saltanat’ı toplamış ve Osmanlı’ya
sunulan barış koşullarının kabulüne karar vermiştir. Bunun üzerine tam olarak 10 Ağustos 1920’de
Sevr Barış Antlaşması imzalanmıştır. Şimdi ise yukarıda bahsedildiği üzere Damat Ferit Paşa
başkanlığındaki heyetin verdiği yanıtı incelemek konunun tüm boyutları ile anlaşılması bağlamında
gerekli görülmektedir.
OSMANLI HEYETİ’NİN BARIŞ TASLAĞINA YANITI
Osmanlı Heyeti’nin 1920 yılında verdiği bu yanıtın Latin harfleri ile ilk çevrilmesi 1977 yılında
yapılmıştır. Verilen bu yanıt hakkında genel olarak bir değerlendirme yapacak olursak ilk önce
şunu belirtmeliyiz ki Osmanlı Hariciyesi’nin verdiği bu yanıt son derece onurlu bir duruş ile
yazılmıştır. Nitekim bu yüzden de Müttefikler ağır bir ültimatomla cevap vermişlerdir. İkinci olarak
verilen bu yanıt çok gerçekçi bir bakış açısı ile yazılmıştır. Yanıt incelendiğinde o dönem Osmanlı
Hariciyesi’nin çok donanımlı olduğu göze çarpmaktadır. Özellikle yanıtta Osmanlı Heyeti’nin
savları sürekli olarak uluslar arası belgelerle desteklenmiş, sık sık Batı’nın kendi silahı olan yabancı
uluslar arası ilişkiler yazarlarının kitaplarına, görüşlerine atıflarda bulunulmuştur. O yüzden belge
Müttefikleri kendi silahları, Batı’nın kendi kavramları ile vurması açısından son derece başarılıdır.
Ayrıca yanıt metni çok sağlam bir şekilde uluslar arası hukukla da donatılmıştır.
Yanıt’ın başlangıç bölümünde direkt olarak Sevr’in çelişkisine saldırılmıştır:
“…Osmanlı İmparatorluğu, en sonunda, gerek iç gerek dış egemenliğin neredeyse tüm koşullarında
yoksun edilmiş bulunacak ama, barış antlaşmasının ve uluslar arası yükümlülüklerin yerine
getirilmesinden sorumlu olacak.”
Yukarıda bahsettiğimiz gibi devamında ise dik duruşlu tutum devam ettirilmiştir:
“Ya Müttefik Devletler, Türkiye’nin varlığını sürdürmesi düşüncesindedirler; böyle ise, ona yaşamak
ve özgür ve sorumlu bir devlet gibi ödevlerini yerine getirmek olanağını vermek zorundadırlar. Ya
da, Müttefik Devletler, Türkiye’nin ortadan kalkmasını istiyorlar; öyle ise, hükümlerini kendilerinin
yürürlüğe koymaları ve savunması bile dinlenilmemiş olan hükümlüden, bu hükme imza koymasını
ve uygulanması konusunda kendileriyle işbirliğinde bulunulmasını istememeleri gerekir.”
Başlangıç bölümünden sonra ise “Siyasal Hükümler” bölümü gelmekte idi. Yanıt’ın bu bölümünde
ise Osmanlı egemenliğinin çiğnendiği belirtilmiş ve buna çarpıcı bir örnek vermiştir. İstanbul’da tek
olması gerekirken tam 8 adet makam bulunduğu belirtilip, bu makamlar liste halinde sunulmuştur:
1) Padişah, 2) Boğazlar Komisyonu, 3) İşgal Kuvvetleri Askeri Yönetimi, 4) İngiltere-Fransaİtalya Siyasi Temsilcileri, 5) Müttefiklerarası Denetleme ve Örgütlenme Askeri Komisyonları, 6)
Maliye Komisyonu, 7) Osmanlı Düyun-ı Umumiye Meclisi, 8) Konsolosluk Mahkemeleri.
Ayrıca Yanıt’ta Boğazlar Komisyonu’nda bazı devletlerin iki oyu bulunurken, mülkiyete sahip
Osmanlı’nın temsil hakkının bile bulunmamasının mantıksızlığı belirtilmiştir. Ardından ise İzmir
ve yöresinde Yunan kuvvetleri tarafından yapılmakta olan işgalin yanlışlığı yabancı kaynaklara
atıflarda bulunularak şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Ermenistan konusunda ise Ermenistan’ın
güney sınırındaki belirsiz durumun, sınırın Osmanlı tarafına doğru genişletilmesi ile giderilmesi
durumunda Türk ve Kürt nüfusunun Ermeni nüfusundan fazla olacağı belirtilmiştir. Yanıt ayrıca
kapitülasyonlar konusuna da değinmiş, iktisadi kapitülasyonların kaldırılmasını önerirken ve
adli kapitülasyonların kaldırılmasını önermemiştir. Adli kapitülasyonlar karşısında takınılan
bu durumun sebebi ise Batı’nın saldırısına karşı yine Batı tarzı hukuk sistemi ile daha kuvvetli
direnebilineceğine dair görüştür.
www.ulkuocaklari.org.tr 77
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ANTLAŞMANIN İNCELENMESİ
A-)SINIRLAR
Antlaşmanın sınırlar bölümü md.27-35 arasında düzenlenmiştir. Avrupa sınırı ile başlayacak olursak
Osmanlı İmparatorluğu’nun Trakya toprakları yaklaşık olarak Karadeniz kıyısındaki Kıyıköy’den
başlıyor ve Silivri’yi bile dışarıda bırakarak Büyük Çekmece’nin hemen batısında Marmara
Denizi’ne ulaşacak biçimde sona eriyordu. Bu durumda, Trakya’da Osmanlı’ya kalan, yalnızca
bugünkü İstanbul ilinin Rumeli bölümünün bir parçasından ibaret oluyordu. Antlaşmaya göre
Gökçeada ve Bozcaada Yunanistan’a, Onikiadalar ise İtalya’ya bırakılmıştır. Yukarıda bahsedilen
sınırların dışında kalan Trakya toprakları ise Marmara Denizi’ne kadar Yunanistan’a verilmiştir.
Ayrıca “Boğazlar Bölgesi” olarak adlandırılan bölge ise özel statüsü ile Boğazlar Komisyonu’na
bırakılmıştır.
Asya sınırına bakacak olursak, burada da Suriye ve Irak’la olan güney sınırı bugünkü sınırların
biraz daha güneyinden başlatılmıştır. Örneğin, Sevr’deki hükümlere göre Osmaniye, Mardin, Urfa
ve Gaziantep Osmanlı sınırları dışında kalmaktaydı. Rusya sınırında ise Kars, Ardahan, Artvin,
Sarıkamış ve Iğdır Osmanlı sınırları dışında bırakılmıştır.
İzmir ve civarına ise özel bir statü atfedilmiştir. Antlaşmaya göre İzmir ve yöresinin mülkiyeti
Osmanlı’ya bırakılırken, fiili yönetimi Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca devamında ise 5 yıl sonra
bu fiili durumun hukukiye dönüşmesi için gerekli hükümler konmuştur.
Özerk Kürdistan konusunda getirilen hükümlere göre ise Fırat’ın doğusunda yaşayan Kürtler için
yerel özerklik kazanmaları ve sonradan bağımsızlık öngörülmüştür.
B-) SİYASİ HÜKÜMLER
I-) İstanbul
Antlaşmada İstanbul Padişah’ın oturacağı başkent olarak tanımlanmış ve Osmanlı’ya bırakılmıştır.
Ancak Osmanlı’ya bırakılmasının yanında Müttefiklerce birçok koşul getirilmiş ve bu koşulların
ihlal edilmesinden doğacak bütün kararları Osmanlı şimdiden yükümlenmeyi kabul etmiştir.
II-) Boğazlar ve Komisyonu
Boğazların savaşta ve barışta “…bayrak ayrımı yapılmaksızın, bütün ticaret ve savaş gemileriyle
askerlik ve ticaret uçaklarına açık” olacağı kabul edilmekteydi. Boğazlardaki ulaşım özgürlüğünü
sağlamak için ayrıca özel yetkilerle donatılmış “Boğazlar Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır.
Bu Komisyon’un yetki alanı ise boğazlar ve boğazların girişlerinin 3 mil açıklarını kapsıyor idi.
Daha da önemli olan şudur ki Boğazlar Komisyonu’nun yetkileri gerektikçe kıyılar üzerinde de
aktif olabilecekti.
Bu komisyonun idari yapısına bakacak olursak, komisyonda ABD(eğer komisyona girmeyi kabul
ederse), İngiltere, Fransa, Japonya ve eğer Milletler Cemiyetine girerse Rusya’nın ikişer oy hakkı
vardı. Ancak Romanya’nın, Bulgaristan’ın ve Türkiye’nin ise sadece bir oy hakkı bulunuyordu.
Ayrıca bu komisyonun kendine ait bayrağı, bütçesi ve örgütü vardı. Bunun diğer anlamı ise şudur
ki bu komisyon resmen Osmanlı içinde bir başka devlet durumundaydı.
III-) Kürdistan
Sevr Antlaşması’nda bu konuya dair üç önemli madde vardır: md.62, md.63, md.64. Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde yaşayan Kürtlerin yönetimi İngilizlere verildi. Ancak Sevr’in
çizdiği Osmanlı sınırları içerisinde kalan Kürtlerin yönetimi işte bu ilgili 3 madde ile saptandı. Söz
konusu bu 3 maddeye göre, Kürtlere yerel özerklik verilecek ve en uygun zamanda bu özerkliğin
bağımsızlığa dönüştürülmesi için Osmanlı tarafından bütün yükümlülükler yerine getirilecek.
Aslında antlaşma bu husus üzerine bir çok ayrıntıya girmiştir. Fakat bu ayrıntıların burada verilmesi
78 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
konunun çok karmaşıklaşmasına yol açacağı için ilgililerin antlaşmanın 3 maddesine bakması
yeterli olacaktır.
IV-) İzmir
O dönemde İzmir denilen bölge bugünkü İzmir ilinin tamamı ile Manisa ilinin 1/3’ünü
kapsamaktaydı. Bu bölge hakkındaki sırasıyla madde 68, madde 69 ve md.71:
“Türkiye’den ayrılmış topraklarla bir tutulacaktır.”
“Bu topraklar Osmanlı egemenliği altında kalmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye, (…) egemenlik
hakkının kullanımını Yunanistan’a aktaracaktır. Bu egemenliğin simgesi olmak üzere, Osmanlı
bayrağı kentin dışındaki bir kaleye sürekli olarak çekilecektir. Bu kale Müttefik Devletlerce
saptanacaktır.”
“Yunan hükümeti bu topraklarda kamu düzeninin ve güvenliğinin korunması için gerekli askeri
kuvvetleri bulundurmak hakkına sahip olacaktır.”
V-) Ermenistan
Bu hususa dair md.88 aynen şöyle diyordu:
“…Osmanlı Devleti Ermenistan’ı özgür ve bağımsız bir Devlet olarak tanıdığını bildirir.”
Ayrıca antlaşmanın bir diğer hükmüne göre ise Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın çizimi
konusunda Osmanlı Devleti de ABD Başkanı’nın hakemliğini kabul eder. Ayrıca sınır çizilirken
nereden olacağı tam belli olmamakla beraber Ermenistan’a deniz çıkışı mutlaka verilecektir.
C-) AZINLIKLARIN KORUNMASI
Bu bölümdeki md.143 Türk ve Yunan halklarının karşılıklı ve gönüllü göçüne ilişkin özel bir
sözleşme yapılacağına ilişkindir. Bu konudaki belki de en önemli husus ise madde 144’te
belirtilmiştir:
“1 Ocak 1914’ten beri, yurtlarından kovulmuş, Türk soyundan olmayan Osmanlı uyrukları
yurtlarına dönebileceklerdir. Bunlara ait olan taşınır ve taşınmaz mallar kimin elinde bulunurlarsa
bulunsunlar, bir an önce geri verilecektir ve bu el koymalar geçmişte ve gelecekte hükümsüz
olacaktır.(…) 1 Ocak 1914’ten sonra bu mallar üzerinde yapılan bütün satış işlemleriyle, hak
yaratan işlemlerin geçersiz sayılması kararlaştırılmıştır.”
Bu bölümdeki diğer maddelerde ise klasik olarak Osmanlı’nın azınlık okullarına haklar vereceği,
yabancı diplomaları tanıyacağı vs. gibi hükümler bulunmaktadır.
Ç-) ASKERİ HÜKÜMLER
Sevr Antlaşması tahmin edilebileceği gibi askeri hükümler konusunda Osmanlı aleyhine çok ağır
yükümlülükler getirmekteydi. Bu hükümlere göre Osmanlı Devleti sadece Padişah’ın özel koruma
birlikleri ve asayiş, düzen vs. sağlamak için kolluk kuvvetlerinden hariç hiçbir silahlı kuvvet
bulunduramayacaktı. Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren 6 ay içinde bu kuvvetler terhis
edilecekti. Ayrıca Osmanlı’nın bütün savaş gemilerine el koyulmuş ve deniz kuvvetleri de terhis
edilmiştir.
D-) MALİ HÜKÜMLER
Antlaşmanın bu bölümünde Müttefik Devletlerin katılımı ile oluşturulacak bir Maliye Komisyonu
kurulmasına karar verilmiştir. En önemli olanı ise bu Maliye Komisyonu’na bütçeyi yapmak görevi
verilmiştir. Bu komisyon bu niteliği ile Meclis-i Mebusan’ın yerini almıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 79
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ayrıca madde 233’te bu komisyona para sürümünü düzenleme görevi verildiği için aslında
komisyonun Merkez Bankası işlevini de üstüne aldığı söylenebilir. Madde 234’te ise bu komisyonun
izni olmadıkça Osmanlı’nın iç ve dış borçlanmaya gidemeyeceği belirtilmiştir. Yine bu komisyonun
izni olmadan hiçbir devlete Osmanlı tarafından imtiyaz verilemez. Bu komisyon ihracat ve ithalat
kotalarını belirler. Görüldüğü üzere aslında Sevr’in en ağır hükümleri Mali Hükümler bölümünde
yer almaktadır. Yukarıda sıralanan ağır hükümlerin yanında daha birçok yıkıcı hüküm de yer
almaktadır.
E-) İKTİSADİ HÜKÜMLER
Bu bölümde yer alan md.261’de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kaldırılan kapitülasyonlar geri
getirilmekteydi:
“(…) Kapitülasyonlar rejimi, 1 Ağustos 1914’ten önce, bu rejimden doğrudan doğruya ya da dolaylı
olarak yararlanan Müttefik Devletler yararına yeniden kurulacak ve 1 Ağustos 1914’te bu rejimden
yararlanmayan Müttefik Devlet yararına genişletilecektir.”
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
I) Lozan Barış Konferansı
A) Konferans Hazırlıkları
Türk Tarafının Temsili Sorunu ve Çözümü: Saltanatın Kaldırılması
Ankara başından beri İstanbul hükümetinin Türkiye’yi temsil edemeyeceğini açıkladı. İstanbul
hükümeti ise, Ankara hükümetinden bir temsilci seçip göndermesini, aksi halde kendilerinin Ankara
için bir temsilci seçip göndereceklerini açıkladı (29 Ekim 1922 – Sadrazam Tevfik Paşa). Mustafa
Kemal, bu durumu iyi değerlendirip TBMM’den ‘Osmanlı Devleti’nin yıkıldığına ve yerine yeni
bir Türk devletinin doğduğuna’ ilişkin bir karar almasını istedi. Tartışmalar sırasında Mustafa
Kemal, komisyonu tehdit edercesine ‘bazı kafalar kesilecektir’ deyince, komisyon mecburen (!)
ikna oldu ve 2 maddelik bir yasa tasarısını hazırladı. Md 1: Ankara hükümeti Türkiye’nin tek
meşru temsilcisidir. Dolayısıyla İstanbul hükümeti sonsuza dek tarihe geçmiştir. Md 2: Halife,
Osmanlı hanedanı arasından TBMM tarafından seçilecektir. Tasarı kabul edildi (1 Kasım 1922).
Bunun üzerine İstanbul hükümeti istifa etmiş, Ankara kazanmıştır. Padişah Vahdettin ise bir
İngiliz zırhlısına sığınarak ülkeden kaçtı, İngiltere’ye iltica etti. 1926’da, İtalya’da öldü. Mezarı
Şam’dadır.
Çağırılan Devletler ve Türk Heyeti
1) Çağrıyı yapanlar: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya.
2) Tüm görüşmelere çağrılanlar: bir yanda Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven devleti,
ABD, diğer yanda Türkiye (ama ABD gözlemci gibi davrandı, Türkiye’yle ancak 1927’de resmi
ilişki kurmuştur.).
3) Boğazlar konusunda çağırılan Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti (RSFSC) –
Ankara yalnız kalmamak için çağırdı; hem Boğazlar hem Batı Trakya sınırına ilişkin çağırılan
Bulgaristan.
4) Ticaret ve yerleşme gibi belli konularla ilgili olarak çağrılan Belçika ve Portekiz’dir.
80 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk heyeti: en başta Baş Delege İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur, Hasan bey (SAKA) olmak üzere 33
kişi
Müttefik heyetleri: Venizelos ve Curzon. Venizelos’un o sırada hiçbir resmi görevi olmadığı halde
her türlü belgeyi imzalama yetkisine sahipti (Yunanistan’ın umutsuz durumunu ve Venizelos’un
önemini gösteriyor). Curzon ise önemli bir diplomattı ve görüşmelere baştan sonra egemendi.
Heyete Verilen Talimat (14 madde)
1) Doğu Sınırı: ‘Ermeni yurdu’ söz konusu olamaz, yoksa görüşmeler kesilir (taviz yok, yoksa
savaşa devam).
2) Irak Sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, konferansta başka bir durum
ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak.
3) Suriye Sınırı: Bu sınırın düzeltilmesi için çalışılacak ve sınır şöyle olacaktır: Re’si İbn Hani’den
başlayarak Harimü Müslimiye, Meskene sonra Fırat Yolu, Derizor, Çöl, nihayet Musul vilayeti
güney sınırına ulaşacak.
4) Adalar: Duruma göre davranılacak, kıyılarımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak,
olmazsa Ankara’dan sorulacaktır.
5) Trakya Sınırı: 1914 sınırının elde edilmesine çalışılacak.
6) Batı Trakya: Misak-ı Milli (yani plebisit uygulamasında ısrar edilecektir).
7) Boğazlar ve Gelibolu yarımadası: yabancı bir askeri kuvvet kabul edilemez, bu yüzden
görüşmeleri kesmek gerekirse önceden Ankara’ya bilgi verilecek
8) Kapitülasyonlar: kabul edilemez, görüşmeleri kesmek gerekirse gereken yapılır (taviz yok,
yoksa savaşa devam)
9) Azınlıklar: Esas mübadeledir (Rum)
10) Osmanlı borçları: Bizden ayrılan ülkelere paylaştırılacak, Yunanistan’dan alınacak tamirat
bedeline mahsup edilecek, olmazsa 20 yıl ertelenecek, Düyun-ı Umumiye İdaresi kaldırılacak,
zorluk çıkarsa sorulacak.
11) Ordu ve donanmaya sınırlama konması söz konusu olamaz.
12) Yabancı kuruluşlar yasalarımıza uyacaklar.
13) Bizden ayrılan ülkeler için Misak-ı Milli’nin ilgili maddeleri geçerlidir.
14) İslam cemaat ve vakıflarının hakları eski anlaşmalara göre sağlanacaktır (Yunanistan).
Ankara 2 konuda çok hassastı: Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar. Bu konularda heyet Ankara’ya
danışma ihtiyacı bile duymadan gerekirse görüşmeleri kesme yetkisine sahipti.
Batı için, Lozan konferansı, 1.Dünya Savaşı’nda yenik olsa Osmanlı’yla imzalanıyordu, oysa
Ankara için, Lozan konferansı, Kurtuluş Savaşı sonucunda, yani Türklerin galip geldiği bir
savaş sonucunda imzalanıyordu. Bu iki farklı mantık, Lozan’ın genel akışını değerlendirmekte
önemlidir. Konferansın temel çelişkisi: Müttefikler ‘Mondros’tan geliyoruz’ diyorlardı, Türkler de
‘Mudanya’dan geliyoruz’ diyorlardı.
B) Konferans’ın ve İmzalanan Bağıtların Genel Nitelikleri Konferansın Örgütlenmesi ve Genel
Atmosferi
www.ulkuocaklari.org.tr 81
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2 dönemde yapıldı: 21 Kasım 1922-4 Şubat 1923 – 2,5 aylık bir ara (kapitülasyonlardan dolayı)
– 23 Nisan 1923-24 Temmuz 1923.
Bu ara verilen 2,5 ay süresinde İzmir İktisat Kongresi yapıldı. 2 önemli mesaj: yeni kurulacak
devlet, sistem dışına çıkmayacak, kapitalist Batı kampında kalacak, Bolşevik Rusya’yla bir ilgisi
yok; yeni devlet ‘anti-sistem’ değildi ama sisteme kendi şartlarıyla tam bağımsız bir ülke olarak
katılmak istiyordu. Yabancı sermayeye açık bir devlet olacak.
3 komisyon:
1) Ülke ve askerlik sorunları için komisyon. (sınırlar, uyrukluk, azınlıklar, Boğazlar)
2) Türkiye’de yabancılara uygulanacak rejim için komisyon. (yargı yetkisi, kapitülasyonlar,
imtiyazlar) (başkan İtalyan: kapitülasyoncu en eski ülke, Venedik ve Ceneviz; 12 adalar
sömürgecilikte geri kaldığı için önemli)
3) Ekonomik ve Mali işler ve Osmanlı borçları (başkan Fransız: Düyun-ı Umumiye alacaklılarının
çoğu Fransız vatandaşıydı)
Müttefiklerin üstünlükleri karşısında Türk heyetinin 2 önemli kozu oldu:
1) Misak-ı Milli: Delegeler, bu belgeyle bağlı olduklarını, bundan fazla fedakârlık yapmaları
halinde ülkeye dönüşte çok hırpalanacaklarını, üstelik antlaşmanın da TBMM’den geçme umudu
olmayacağını her fırsatta ileri sürdüler.
2) Batılılaşma: Ankara’nın genel taktiği; azınlık haklarından yargı yetkisine ve imtiyazlara
varıncaya kadar kendisine dayatılan hususların gereksiz olduğunu, çünkü yeni devlet kurulur
kurulmaz hemen Batı tarzı yasalar ve özellikle Medeni Kanun çıkarılacağını ileri sürmekteydi.
Kabul Edilen Bağıtlar Hakkında Genel Bilgi Konferansı’nın önemli konuları: (5)
1) Sınırlar: Trakya ve Boğazlar Bölgesi işgal altındaydı. SSCB-İran sınırlarında bir sorun yoktu.
Yunan orduları gitmişti, İtalya ve Fransa’yla bir sorun kalmamıştı. Trakya bölgesi için bir plebisit
istendi, ancak Venizelos Türkiye’nin Batı Trakya’yı kaybettiğini (1913), kendilerinin de bu bölgeyi
Müttefiklerden aldığını (1920) söyleyerek cevap veriyordu. Irak sınırı tartışmaları ise tıkanmaya
yol açtı. İngiltere Musul’dan vazgeçmeyeceğini gösteriyordu.
2) Boğazlar: İngiltere, Boğazlardan geçişin tamamen serbest olmasını istiyordu (Wilson ilkeleri),
ancak Sovyetler, büyük devletlerin Karadeniz geçişinin mümkün olduğu kadar kısıtlanmasını talep
ediyordu. Türk tezinden çok bir Sovyet-İngiliz tezi çatışması söz konusuydu. Ankara da zaten bu
çatışmadan faydalanmak için Sovyetleri çağırmıştı. Ancak reel politik gereği Türkiye, İngiltere
yaklaşımına daha yakın durdu, ancak Sovyetler için de Karadeniz dışı ülkelerin sınırlı girişinde
ısrar etti ve öyle oldu. Yine de Sovyetler sözleşmeyi beğenmeyerek imzalamadı.
3) Kapitülasyonlar ve İmtiyazlar: bu konu konferansın 2,5 ay ara verilmesine neden oldu, ancak
yine de Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlandı. Bununla beraber, bazı ödünler verildi: gümrüklerin
5 yıl süreyle artırılamaması kabul edildi, Ekim 1914’ten önce verilmiş imtiyazlar tanındı, kabotaj
hakkı ve imtiyazlar konusunda geçici ödünler verildi, sağlık-yerleşme-yargı konularında geçici
egemenlik sınırlamalarına razı olundu.
4) Azınlıklar: Müttefikler ‘soy, dil, din’ olarak azınlıklardan bahsederken, Türkiye, Osmanlı
geleneğine bağlı kalarak, sadece gayrimüslim azınlıkları tanıdıkları konusunda direndi ve sonunda
Türk tezi kabul edildi. Müttefikler, gayrimüslimlerin bedel vermesini ve askerlik yapmamasını
istediler ama sonunda bu da kabul edilmedi. Ermeni Yurdu konusu çok tartışmalı geçti ama kesin
talimat almış olan Türk heyeti bu konuda da ödün vermedi. Patrikhane’nin yurt dışına çıkartılmaması
için Müttefikler yalnızca ruhani yetkilerle yetinmesine razı oldular.
82 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
5) Düyun-ı Umumiye: çok tartışmalı geçtiği için tamamen halledilemedi. Türkiye, Osmanlı’dan
ayrılan ülkelerinden biri olduğu için borçların bir kısmını üstlendi ancak kesin çözüm Lozan
sonrasına bırakıldı. 1954’te son taksit Fransa’ya ödendi.
Lozan’ın Temel Önemi (3)
1) Lozan bir eşitlik belgesidir, dayatılmamıştır (Sevr’in tam tersine). Gerçek bir müzakere
ürünüdür, Milletler Cemiyeti Misakı yer almamıştır. Karşılıklı pazarlıkla ortaya çıkan bir uzlaşma
metni olduğu için de, Savaş’ı bitiren antlaşmalar içinde halen bir tek o uygulanmaktadır; diğerleri
ortadan kalkmıştır.
2) İktisadi bağımsızlık ve millileştirmenin ilk adımıdır: kapitülasyonların kaldırılması ve Düyunı Umumiye borçlarının ödenmesi, Türkiye’nin dışa iktisadi bağımlılıktan kurtulmak için ihtiyaç
duyduğu alt yapıyı kurmaya yöneltmiştir.
3) Siyasal bağımsızlık belgesidir. Türkiye’yi bağımsız bir devlet olarak tanıyan ve bunu uluslararası
planda tescil eden belgedir. Bu nedenle, Antlaşma Türkiye devletinin kurucu belgesidir.
II) Barış Antlaşmasının İncelenmesi
A) Siyasal Hükümler
Sınırlar
Batı Sınırı: Bulgaristan’ın güney sınırı, Karadeniz’den Meriç ırmağına kadar, 1919’daki BulgarYunan sınırı olarak saptandı. Edirne’yi içine almak koşuluyla, Meriç’ten sonraki sınır Türk-Yunan
sınırına dönüşmekte ve Ege Denizine kadar ırmağı izlemekteydi. Türkiye-Bulgaristan-Yunanistan,
30 kilometrelik bir ‘silahtan arındırılma’ bandı kuracaklardı.
Güney Sınırı: 20 Ekim 1921 Türk-Fransız Anlaşmasının saptadığı sınır kabul edildi. Hatay dışında
bugünkü sınırla aynı. Irak sınırı içinse, eğer Türkiye ve İngiltere anlaşmanın yürürlüğe girmesinden
9 ay içinde bir çözüm bulamazsa, konu Milletler Cemiyetine götürülecektir (yani MC’ye kesin
egemen olan İngiltere saptayacak demektir) .
Adalar: Md 12-13-14: Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adaları dışındaki bütün Kuzey Ege
adaları silahsızlandırmak koşuluyla Yunanistan’a verilmekteydi. Md 15: 12 adalar İtalya’ya
devredilmekteydi.
Kapitülasyonlar
Md 28: Bütün kapitülasyonlar kaldırıldı (ekonomik, yargısal, yönetsel).
Azınlıkların Korunması
Md 37: bu hükümler Türkiye’yi katı bir biçimde bağlamaktadır ve hiçbir kanun, bir yönetmeliğin
ve işlemin bu hükümlere aykırı bir nitelik taşıyamaz.
Md 38: Türkiye’de oturan herkese (yabancılar dahil) negatif haklar verilmekteydi (hayatlarını ve
özgürlüklerini korumayı Türkiye garanti eder). Buradan, Müttefiklerin halen Türk topraklarında
bulunan kendi vatandaşlarını güvenceye almak amacında oldukları tahmin edilebilir.
Md 39: her Türk uyruğu dilediği dili kullanmakta özgürdür (ticaret, basın, toplantılar …). Yani
sadece gayrimüslimler değil, her Türk vatandaşı kastediliyor. Devletin resmi dili Türkçe olsa da
mahkemelerde her Türk uyruğu kendi dilini sözlü olarak kullanabilecektir. Türk heyeti bunun ‘sözlü’
olmasına önem vermiştir, yani yazılı ifade konusunda bir hak tanınmıyor. Bugün hala bu hüküm,
azınlıkların dillerinin basın yayın (TV-radyo) alanında kullanıp kullanılmayacağı konusunda temel
oluşturmaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 83
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Md 40: azınlıkların okullarına hak verilmekteydi (pozitif ayrımcılık).
Md 41: azınlıklar okullarında ana dilleri öğretilebilecektir, bunun için Türkiye gereken kolaylıkları
sağlayacaktır. Bu hüküm, Türk dilinin öğretilmesinin zorunlu kılınmasına engel olmayacaktır. Bu
okullara devlet bütçesinden pay sağlanacaktır.
Md 42: aile hukuku geleneksel biçimde çözülecektir: evlilikler kilisede veya havralarda
yapılabilecektir. Ancak bu hüküm, 1926’da Medeni Kanun’un kabul edilmesiyle kaldırıldı. Olası
bir ihlal sonucunda MC’nin ‘özel komisyonları’ bu konu hakkında karar verebilecektir. 1926’da
Yunanistan MC’ye başvurdu, ancak konunun görüşülmesi gereksiz bulunmuştur.
Md 43: gayrimüslim Türk uyrukları, hafta tatili günlerinde mahkemelerde hazır bulunmamaları ya
da kanunun öngördüğü herhangi bir işlemi yerine getirmemeleri yüzünden haklarını yitirmeyecekler.
Hafta tatili cumadan pazara alınınca bu hükmün önemi azalmıştır.
Md 45: bu hükümler, Yunanistan’da yaşayan Müslüman azınlığa da tanınmıştır (karşılıklılık değil,
paralel yükümlülük).
Lozan’da Azınlık Kavramı, Hakları ve Uygulaması
Lozan’da azınlık ‘gayrimüslimler’ olarak tanımlandı. Ancak, bu sadece Rum, Musevi ve Ermeni
azınlığı kapsadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Süryaniler ve Keldaniler de gayrimüslim olmalarına
rağmen bu tür haklardan faydalanamamaktadırlar.
B) Mali Hükümler
Mali hükümlerden kasıt, Osmanlı’nın borçlarıydı. Borçlar 4e bölünüyordu:
1) Türkiye
2) 1912-13 Balkan savaşları sonucu olarak kendilerine Osmanlı’dan topraklar katılmış devletler
3) adalar (Yunanistan ve İtalya)
4) Osmanlı’nın Asya toprakları üzerinde kurulmuş yeni devletler (Araplar)
Md 49: Borcun ödeme koşulları Paris’te kurulacak bir komisyon tarafından yapılacaktır
Md 58: karşılıklı olarak tamiratlardan ve birtakım ödemelerden vazgeçmeyi öngörüyordu.
Md 59: Türkiye, savaşın sorumlusu Yunanistan’dan her türlü tazminat ve tamirat almaktan vazgeçer
(tıpkı Sevr’de Osmanlı’ya yapılan muamele gibi). Ancak yine de Türkiye Karaağaç’ı alacaktır.
III) Konferanstaki Diğer Önemli Bağıtların İncelenmesi
A) Lozan Boğazlar Sözleşmesi
Md 1: Serbest geçiş ilkesi. Serbest geçişten kasıt: denizden ve havadan serbest geçiş.
Md 2:
Ticaret gemileri:
Barış zamanında hiçbir işlem olmadan gündüz ve gece geçilebilir.
Savaş zamanında:
-
Eğer Türkiye tarafsızsa: geçişler aynen barıştaki gibi serbest.
84 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Eğer Türkiye savaşıyorsa: tarafsız gemi ve uçaklar, düşmana yardım etmemek koşuluyla
geçebilecekler, düşman gemi ve uçaklarındaysa Türkiye istediği önlemi almakta serbesttir.
Savaş gemileri:
Barış zamanında hiçbir işlem olmadan gündüz ve gece geçilebilir. Ancak bir kısıtlama: Karadeniz
dışı bir devlet, Karadeniz’in en güçlü devletininkinden (burada SSCB kastediliyor) büyük kuvvet
geçiremez.
Savaş zamanında:
-
Eğer Türkiye tarafsızsa: geçişler aynen barıştaki gibi
Eğer Türkiye savaşıyorsa: barıştaki kısıtlama geçerli olmak koşuluyla tarafsız gemilere tam
serbestlik uygulanacaktı.
Md 4: Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki kimi bölgeler askerden arındırılmaktaydı (1936
Montreux’de kaldırıldı).
Md 10: Boğazlar Komisyonu adına bir Uluslararası Komisyon kurulacaktır.
Md 18: Boğazların güvenliği tehlikeye düşerse, bu durumun Fransa, İngiltere, İtalya ve Japonya
tarafından önleneceği hükmü getirildi.
B) Yerleşmeye ve Yargı Yetkisine İlişkin Sözleşme
Türkiye’de bulunan din, öğretim, sağlık ve yardım kurumları tanınmakta, bunların parasal
bakımdan Türk kurumlarıyla eşit muamele görecekleri ve Türk yasa ve yönetmeliklerine bağlı
bulundurulacakları bildirmekteydi.
C) Ticaret Sözleşmesi
1916 gümrük tarifesi dayatılmıştı (dolaylı yoldan). Ancak bu kısıtlama sadece 5 yıl için
geçerliydi. Böylece, 1929’da dünya bunalımı çıktığı zaman bu hüküm sona ermişti ve Türkiye de
gümrüklerini yükselterek kendini bunalıma karşı koruma olanağı buldu.
Ç) Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri
Türk hükümeti, 5 yıl süreyle sınırlarının Sağlık Yönetiminin Danışmanı olarak Avrupalı
3 hekim atayacağını kabul etti. Ancak bu hekimler Türk memurları olacak ve Sağlık Bakanlığına
bağlı bulunacaktı. Bu kısıtlama da 5 yıl sonra kalktı.
D) Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri
Türk hükümeti, 5 yıl süreyle Avrupalı hukuk danışmanları alınması niyetindedir. Ancak
bu bildiri de 5 yıl sonra geçerliliğini yitirdi; zaten Türkiye hukuk reformlarının en önemlilerini bu
arada yapmıştı.
E) Osmanlı İmparatorluğunda Birtakım İmtiyazlara İlişkin Protokol ve Bildiri
Osmanlı döneminde verilen imtiyazlar tanındı.
IV) Lozan-Sevr Farkları
1) ‘Osmanlı İmparatorluğu bu konuda ileride getirilecek hükümleri şimdiden kabul etmiş sayılır’
biçimindeki açık çek Lozan’da yoktu.
www.ulkuocaklari.org.tr 85
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2) Ermenistan, İzmir konusunda Lozan’da hüküm yoktur.
3) Kapitülasyonlar kaldırılmıştır.
4) Maliye Komisyonu kalkmıştır.
5) Boğazlar Komisyonu, ‘özerk’ biçimiyle kalmıştır.
6) Sevr’de azınlıklar hükümleri dönemin standartlarından çok ilersindedir. Lozan’da ise
gerisindedir. Azınlık statüsü ancak gayrimüslimlere tanınmıştır. Ermenilerin dönüşüne ilişkin bir
madde yoktur. Soy azınlıklarının orantılı temsiline dayanan bir seçim sistemi hükmü kaldırılmıştır.
Okullara hiçbir biçimde karışmaksızın ibaresi kalkmıştır. Türkiye artık yabancı okul diplomalarını
tanımak ve sahiplerinin Türkiye’de serbestçe çalışmalarını kabul etmek zorunda değildir. Türkiye;
kilise, okul, adalet konularında özel buyruk ve fermanlarla verilmiş ayrıcalık ve bağışıklıkları
tanımak zorunda değildir. Uluslararası güvence bakımından, Büyük Devletlere açık çek kalkmıştır;
anlaşmazlık halinde Uluslararası Daimi Adalet Divanı’na gidilecektir.
86 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
OSMANLI DEVLET’İNİ
PAYLAŞMA PROJELERİ
Atilla GÖKTUĞ
Giriş
Sanayi inkılâbı ve sömürgecilik dönemleriyle birlikte Doğu; özellikle de Ortadoğu ve İslâm
Dünyası, Batılı Devletler nazarında büyük bir cazibe merkezi haline gelmişti. Çünkü, dünya ulaşım
ve ticaret hattının en işlek noktasında yer alması, sömürgelere giden yolda son derece stratejik bir
mevkide bulunması; hele de yapılan geniş çaplı araştırmalar sonucunda zengin petrol rezervlerini
barındırdığının anlaşılması, sömürgeci güçler nazarında bu coğrafyayı bir kat daha vazgeçilmez
kılmıştı. Öyle ki, zamanla dünyaya hakim olmanın öncelikle Ortadoğu’ya hükmetmekten geçtiği
düşüncesi yaygınlık kazanır olmuştu.
Bölgeye tek başına egemen olmak isteyen her bir Batılı devlet, bu uğurda pek çok taktik ve strateji
geliştirmiş ve aralarında kıyasıya bir mücadeleye tutuşmuşlardır. Bütün bunların önünü açmak ve
zeminini hazırlamak için de, sunî birtakım meseleler ve kavramlar üretip, bunların üzerine bina
ettikleri sözde ilmi ve politik çabalarla hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır.
Batılı güçler ve bilhassa İngiltere, bölgede uzun süreli bir hakimiyetin kapısını açabilmek için
“Şark Meselesi” adı altında bir çok siyasi oyun tertiplemişti. Böylece, “Şark Meselesi” kılıfını
giydirdikleri koloniyalist yayılma ve ekonomik emperyalizm politikalarını gerçekleştirme fırsatını
elde edeceklerdi.
1815 Viyana Kongresi’nden sonra politik bir terim olarak ifade edilmeye başlanan Şark Meselesi’nin
tarihî kökeni aslında oldukça eskidir. Zaman ve mekâna bağlı olarak çeşitli görünümlerde ortaya
çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen Şark Meselesi’nin temelinde Hıristiyan-Müslüman veya
Avrupa-Osmanlı münasebeti yatmaktadır. Kavramın Avrupa’da doğduğu dikkate alınırsa, Şark
Meselesi’nin esasen Avrupa’nın haçlı zihniyetiyle üstüne eğildiği yapay bir mesele olduğu
kendiliğinden anlaşılır. Ancak burada hemen şunu da belirtelim ki, Osmanlılar İslâmiyet’in hamisi
ve İslâm Alemi’nin lideri konumuna gelmekle Avrupa için Şark Meselesi, Osmanlı meselesi halini
almıştır.
Osmanlı devleti üzerinde yayılmacı emelleri olan dört büyük devlet İngiltere, Fransa, Rusya
ve İngiltere, ilk defa I. Dünya Savaşı’nda aynı ittifakın içinde yer almışlardı. Üstelik bölmek,
parçalamak ve topraklarına sahip olmak istedikleri Osmanlı Devleti karşı ittifakta yer almış ve
savaşa girmişti. İşte bu nedenle, I. Dünya Savaşı yıllarında “İtilâf devletleri”ni oluşturan İngiltere,
Fransa, Rusya ve İtalya değişik tarihlerde bir araya gelerek Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı
amaçlayan projeleri ele almışlar ve bazı gizli paylaşım planları hazırlamışlardır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması dünya literatüründe
“Şark meselesi” diye geçen ve Orta Doğunun konjonktürün çıkarlarına uygun bir şekilde
yapılandırılması denemelerini sekteye uğrattı. Gerçekte bütün Orta Doğuyu kapsayan Şark Meselesi
Türkiye’nin dışında bütün Orta Doğu’da çözülürken, Türkiye bunun dışında kaldı. Cumhuriyetin
temel senedi olan Lozan Anlaşması ve devamında uluslararası arenada yaşanan gelişmeler
Türkiye’nin Soğuk Savaşın sonlarına kadar bu anlamda sorunsuz kalmasına olanak tanıdı.
www.ulkuocaklari.org.tr 87
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu çalışmada önce Şark Meselesi değerlendirilecek daha sonra ise Şark Meselesinin devamı
niteliğinde olan Birinci Dünya Savaşı öncesi ve savaşın devam ettiği sırada yapılan Gizli Paylaşım
Antlaşmaları incelenmiştir.
1- Şark Meselesi
1071 Malazgirt Meydan Muharebesinde Sultan Alparslan’ın kazandığı zafer Anadolu’nun kapılarını
Türklere açmış ve Anadolu kısa zaman içinde tamamen Türk yurdu haline gelmiştir. XIII. asrın son
yarısında Iran Moğollarının tazyiki altında Türkiye Selçuklu Devleti’nin çökmesinden sonra XIV.
asrın başlarından itibaren Anadolu’nun kuzey, batı kısmında yeni bir Türk devleti doğdu; bu devlet
kısa zamanda Balkanlara ve Anadolu’nun büyük kısmına sahip oldu ve büyük bir siyasi teşekkül
olarak varlığını XX. yüzyıla kadar sürdürdü. 1071 yılında Hıristiyan Batı alemine karşı kazanılan
ilk zaferden sonra Türkler Batıdaki ilerlemelerini altı asır daha devam ettirdiler. İşte bu altı asırlık
mücadelede mütemadiyen mağlup olan ve savunma durumunda olan Hıristiyan alemi Türklerin
ilerlemesini durduramamış ve bu mücadele Şark Meselesi’nin temelini oluşturmuştur.
Zamana ve mekana bağlı olarak çeşitli tezahürlerle ortaya çıkan ve değişik şekillerde tarif edilen
Şark Meselesinin temelinde Hıristiyan-Türk veya Avrupa-Türk münasebetleri yatmaktadır.
Avrupa’yı hayli meşgul eden Şark Meselesi’ni iki kısımda inceleyebiliriz:[1]
Birincisi; 1071-1683 tarihleri arasındaki dönemdir ki bu safhada Hıristiyan Batı alemi devamlı
savunmada, Türkler ise taarruz halindedir. Bu dönemde Şark Meselesi’nin esaslarını Avrupalılar
açısın­dan şu şekilde özetleyebiliriz:
a.
Türkleri Anadolu’ya sokmamak,
b.
Türkleri Anadolu’da durdurmak,
c.
Türklerin Rumeli’ye geçişini önlemek.
Ancak, Avrupa’nın bütün gayretine rağmen, Türkler Anadolu’ya girmişler, kısa sürede burayı vatan
haline getirerek Balkanlara geçmişlerdir.
1683’de İkinci Viyana muhasarasındaki muvaffakiyetsizliği­miz Şark Meselesi’nin İkinci safhasını
başlatmıştır. Bu dönemde Türkler savunma durumuna düşerken, Avrupa taarruza geçmiştir. Bu
safha Osmanlı Devleti’nin sona erişine kadar devam etmiştir.
Avrupa, ikinci safhada şu gayeyi gerçekleştirmeye çalışmıştır
a.
Balkanlardaki Hıristiyan milletleri Osmanlı hakimiyetinden kurtarmak
b.
Bu gerçekleşmezse Hıristiyanlar için reform istemek ve onların lehine Bab-ı Ali nezdinde
müdahalelerde bulunmak.
c.
Türkleri Balkanlardan atmak.
d. Osmanlı Devleti’nin Asya toprakları üzerinde yaşayan Hıristiyan ekalliyetler lehine reformlar
yaptırmak, muhtariyet elde etmek veya mümkünse istiklallerine kavuşmak.
e.
Anadolu’yu parçalamak ve Türkleri buradan çıkarmak.[2]
Türkleri Balkanlardan atma hususunda sınırlı da olsa başarılı olan Batılı devletler artık oyunun son
perdesi olan İstanbul’u almak ve Anadolu’yu paylaşmak için. XX. yüzyılın başlarında faaliyetlerini
artırdılar.
88 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2- Büyük Devletlerin Osmanlı Devleti Üzerindeki Emelleri
Osmanlı devleti üzerinde emeli bulunan büyük devletlerin başında Rusya gelmekteydi. 16891723 yıllarında hüküm süren Çar Petro’nun Rus milli bir politika olarak kazandırdığı Boğazlardan
Akdeniz’e inmek siyaseti bu devletin Osmanlı Devleti üzerindeki en büyük emeli idi.[3] Rusya
için Osmanlı meselesi herhangi bir yabancının eline düşmemesi lazım bir anahtar olan İstanbul ile
Boğazları ele geçirmekti. Rusların bu at bazen kuzeyden gelen kumral ırkın Ortodoks kilisesinin
en eskisi Ayasofya’da bir taç giyerek doğu imparatorluğunun canlandırılması şeklinde de tezahür
etmektedir.[4] Bu emellerini gerçekleştirmek çalışan, Türklerin en büyük düşmanı olan Ruslar
Kırım’ı alıp, Tuna boylarına kadar ilerlerken bu arada da Balkanlardaki Slavları kışkırtmak,
Osmanlı hakimiyetinden çıkarmak faaliyetinde bulunuyorlardı. Bu sonucu Slavlar da ister Katolik
olsun, ister Ortodoks olsun kurtuluş imkanlarının ancak Rusya tarafından sağlanabileceği görüşü
gitgide yayılmış ve Rusya da bunların hamiliği rolünü üstlenmiştir.[5] Nitekim 1912-1913 Balkan
Harbi’nin çıkmasında Rusya’nın bu siyasetinin büyük bir rol oynadığı malumdur. Yine I. Dünya
Harbi’nin çıkmasında Osmanlı Devleti’nin bu harbe katılmasında Rusların büyük rolü olmuştur.
Ruslar böylece Boğazlar üzerindeki tarihi emellerine kavuşacaklarını ümit ediyorlardı. Bu tahakkuk
ettiği takdirde Anadolu dahil bütün Devletleri Rusya’nın idaresi altına alınmış ve Rusya için daima
tehlike teşkil eden hür bir Türkiye ortadan kalkmış olacaktı. Fakat Rusya Bolşevik ihtilalinin
çıkması bu emellerini gerçekleştirmelerine engel olmuştur.[6]
İngiltere ise, Mısır ve Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek Osmanlı Rus Harbi’nden (93 Harbi) istifade
ederek Kıbrıs’ta bir üs elde etmiştir. Böylece Hindistan sömürge yolunu emniyete almada köşe
başlarına sahip olmuştur. Bu durumu daha kuvvetlendirmek istemektedir. Önceleri Rusya’ya karşı
Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü savunan İngiltere XIX. yüzyılın sonlarına doğru bu politikasından
vazgeçmiştir. Hafta, 1898’de İngiltere Rusya’yı Türkiye’yi nüfuz bölgelerine ayıracak bir taksim
projesine katılmaya çağırdı. Buna göre Bağdat’ın kuzeyi Ruslara güneyi de İngilizlere ait
olacaktır.[7] İngiltere daha sonraki gelişmeler sonucu bu politikasını bırakarak Rusya’dan ayrılmak
yolunu seçmiştir. Zira, Pamir’de ve İran Körfezi istikametinde faal bir siyaset izlemeye başlayan
Rusya İngiltere için tehlikeli bir rakip olma yoluna gitmiştir.[8] İngiltere için stratejik bakımdan en
önemli nokta Hindistan yolu üzerindeki bulunan Irak idi. Dicle ve Fırat nehirleri üzerindeki ulaşım
tamamen İngilizlerin tekelinde bulunuyordu. Aden’in İngilizler tarafından zaptından sonra Güney
Anadolu’nun elde edilmesi ise İngiltere için Rusya’ya karşı bir mücadele ihtimalinden daha çok
Süveyş ve Mısır’ın savunulmasında bir hareket üssü olarak gerekliydi.[9]
Fransa’ya gelince, Osmanlı Devleti ile münasebetlerinden çeşitli menfaatler elde ediyordu.
Fransızlar Suriye üzerine özel önem veriyorlardı. Suriye, demiryollarının özellikle Bağdat
demiryolunun inşası ile önemli bir stratejik mevki kazanıyordu. Fransa bir taraftan Uzakdoğu
kolonileri korumak ve nezaret etmek için Suriye sahillerinde ikmal ve yükleme limanı elde etmek
isterken diğer taraftan Müslüman memleket­lerde hakimiyetini temin için İslam’ın bazı kültür
merkezlerini elinde tutması gerekiyordu. Suriye’nin şehirlerinden Şam bu rolü en iyi oynaya­cak
bir merkezdi.[10] Ayrıca, Fransa dokuma sanayisi için gereken maddeyi yine Güneydoğu Anadolu
ve Adana bölgesinden temin edebileceğini hesaplarken, diğer taraftan ürettiği malları satmak için
önemli bir pazar olarak göstermekteydi.[11]
Gizli antlaşmalarda imzası olan diğer bir devlet de İtalya’dır. İtalya, milli birliğini tahakkuk
ettirdikten sonra geniş bir yayıl­ma siyaseti ile Akdeniz’de faal bir siyaset takibine başladı.
İtalya’nın gözü Tunus’ta idi. Fakat burada İtalyanların karşısına Fransa çıkacaktır. Zira, Fransa
Cezayir’i istila etmişti, Tunus’un İtalyanların eline geçmesi demek Akdeniz’in ikiye ayrılması
ve Cezayir’in tehdit affına girmesi demekti. Fransa bunu kabullenemeyerek Tunus’ta 1883’te
himayesini tesis etmiştir. İtalya, Kuzey Afrika üzerindeki isteklerini tahakkuk ettiremeyince bütün
faaliyetlerini Balkan Yarımadası’na ve Doğu Akdeniz’e doğru çevirmişti. Özellikle Adalar denizi
üzerinde duruyordu. İtalya, daha sonra Afrika’nın kuzeyinde büyük devletlerin saldırılarından
uzak kalmış olan Libya’ya yönelecektir. Ancak, İtalya Osmanlı Devleti’nin bu vilayeti üzerindeki
isteklerini tahakkuk ettirebilmek için hayli Çetin diplomatik çalışmalar yapmak mecburiyetinde
kalacaktır. Fransa bir antlaşma çerçevesinde İtalya’nın Trablusgarp’ta hareket serbestisini
www.ulkuocaklari.org.tr 89
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bozmamağa karar verdiğini bildirmiş, İtalya da Fas’ta Fransızların hareketine engel çıkarmamayı
vaat etmiştir. 1909 yılında Rusya ile İtalya arasında imzalanan gizli Racconiği Antlaşması ile İtalya
Rusya’nın Boğazlardaki menfaatini, Rusya da İtalya’nın Trablusgarp’taki menfaatlerini tanıyor­
du. Ayrıca İtalya’nın Avusturya ile yaptığı antlaşma da İtalya’ya Trablus­garp konusunda rahatlık
veriyordu.[12]
Sonuçta İtalya 1911’de başlattığı savaş sonunda Osmanlı Devleti ile yapılan Uşi Antlaşması ile
Trablusgarp’a ve geçici olarak da Oniki adaya sahip olacaktır. İtalya’nın Türkiye üzerindeki
istekleri bitme­yecek, Milli mücadele döneminde Antalya ve çevresine sahip olmaya çalışacaktır.
3- Birinci Dünya Savaşı Sırasında Osmanlı Devleti Aleyhinde Yapılan Gizli Antlaşmalar
İtilaf Devletleri daha savaş sona ermeden, Osmanlı Dev­leti’nin topraklarını yukarıdaki emelleri
istikametinde ne şekilde paylaşa­caklarına karar vermişlerdi. Bu düşünce etrafında bir çok gizli
antlaşma imzalamışlardı.
a. İstanbul Antlaşması
1915 yılı başında İngiltere ile Fransa Çanakkale’yi geçmeye çalışırken, Boğazların ve İstanbul’un
elden gideceğinden endişelenen Rusya harekete geçti. Rusya’nın müttefikler üzerindeki baskılarıyla
4 Mart-10 Nisan 1915 tarihleri arasındaki beş haftalık bir süre içerisinde İngiltere, Fransa ve Rusya
arasındaki notalaşma suretiyle, tek bir metne dayanmayan bir antlaşmalar demeti ortaya çıktı.[13]
Türkiye’ye karşı Birinci Dünya Savaşı düzenlemelerinin ilk gizli antlaşması olarak bilinen bu
antlaşma aslında o dönemin yazışma ve haberleşme sistemi içinde bir aylık bir sürede gerçekleşmiştir.
Bu mektup alışverişi biçimindedir.
İlk mektup 4 Mart 1915 tarihinde Petrograd’da İngiltere Büyük Elçisi Sir G. Buchanan’a Rus
Dışişleri Bakanı B. Sazanof tarafından verilen bir muhtıradır. Aynı metin 6 Mart 1915’de Fransızca
olarak Londra’daki Rus Elçisince Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’e sunulmuş­tur. Özet olarak bu
muhtırada:
İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi’nin batı kıyıları ve Midye-Enez
çizgisine kadar Güney Trakya Rus İmparatorluğu’nun içine alınmadıkça, varılacak tüm çözümler
eksik ve eğrelti kalacaktır, denilerek adı geçen bölgede Fransız ve Britanya özel çıkarlarına özenle
saygı gösterileceği belirtiliyor.[14]
Bu muhtıraya 6 Mart 1915 tarihinde Petrograd’daki İngiliz Büyük Elçisi’nin Rus Hariciye Nazırı
Sazanof’a verdiği Muhtıra ile cevap verildi. Özetle bu muhtıra da İngiltere’nin Çanakkale. savaşına
girme gayesinin Boğazlar’a yerleşme olmadığının, Türkiye’yi Almanya için faydasız bir hale
getirmek, öte yandan da Rusya ve Britanya. aleyhine’ yönelmiş saldırı kuvvetlerini zayıflatmak
amacıyla olduğu belirtilerek, İstanbul ve Boğazların geleceği hususunda Sir E. Grey’in de Sazanof
gibi düşündüğünü bildirildi. Ayrıca, Yunanistan’ın Çanakkale muharebeleri esnasında yapacağı
yardımın karşılığı olarak, Yunanistan’a verilecek Küçük Asya’daki topraklardan bahsedilmektedir.
Buna göre; Yunanistan için, düşünülen Türkiye parçası İzmir’dir denilerek Yüce Kraliyet
hükümetinin bugün için Küçük Asya’daki çıkarları (İzmir-Aydın) demiryolu üzerinde toplanmış
olmasına rağmen Yüce Kraliyet Hükümeti; Fransız ve Rus Hükümetleriyle birlikte bu bölgenin
Yunanistan’a verilmesine razı olmuştur denilmektedir.[15]
Bu mektup üzerine Rus Dışişleri Bakanı Sazanof 7 Mart1915 ‘de Atina’daki Rus Elçisi E. F.
Demidoff’a gönderdiği bir telgrafta;
Yunanistan’ın Türkiye aleyhinde savaşa katılmasına karşı­lık, Küçük Asya’da geniş ölçüde
mükafatlandırılacağı, fakat bu müka­fatın Rusya’nın açık denizlere çıkmasına kesinlikle mani
olmayacak, şekilde olacağını ve bu noktada teşebbüslerde bulunmasını istiyordu.[16]
90 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu arada İngilizler de Rus isteklerini artık kabule hazırdılar. 12 Mart 1915’de verilen bir mektupla da;
Savaşın başarılı bir sonuca ulaştırılması, Büyük Britanya ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda
başka yerlerdeki arzularının gerçekleşmesi şartıyla, İstanbul ve Boğaz­lar’a ilişkin Rus Hükümet
muhtırasının kabul edileceği bildirildi..[17]
12 Nisan 1915 tarihinde Fransa’nın Petrograd Elçisi 8. Pa­lealogue da 8. Sazanof’a İngiltere’nin
vermiş olduğu cevabın aynısını verdi.[18]
Böylelikle İngiltere ve Fransa Ruslar’ın İstanbul şehri, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara
Denizinin batı kıyıları ve Midye-­Enez çizgisine kadar Güney Trakya, İstanbul Boğazı’nın. doğu
kıyısı ile Sakarya nehri ile Izmit Körfezi’nin sonradan tesbit edilecek bir noktası arasında kalan
topraklar, Marmara denizindeki adalar Rusya’ya ilhak edilecek, İmroz ve Bozcaada’nın kaderi de
Rusya’ya danışılmadan tayin edilmeyecekti.
Rusya’nın bu baskısı İngiltere ile Fransa’nın hoşuna gitme­mesine rağmen, müttefiklerin ortak
davası için yaptığı hizmetlerden ve batı cephesinin yükünü hafifletmek için: Boğazlar ve İstanbul
konusun­daki isteklerini kabul etmek zorunda kaldılar.[19]
Ruslar da İngiltere’nin Asya Türkiye’sindeki özel haklarını ayrıca Osmanlı hakimiyetinden ayrılacak
Arap ülkelerinin istiklalini tanı­yacaklarını Fransızların da, İskenderun Körfezi ve Toroslar’a kadar
Kilikya dahil olmak üzere Suriye’nin Fransa’ya ilhakını kabul ettiğini bildirdi.
Aynı günlerde ise İngilizler Çanakkale muharebelerinde Yunanistan’ın yardımını sağlamak
için, Yunanlılara İzmir’i vaat ediyor­du. Britanya’nın Atina orta elçisi Elliot 12 Nisan 1915’de
Müttefikler adına sunduğu bir notada şöyle diyordu; “Yunanistan’a Türklere karşı savaşa katılma
bedeli olarak Ocak’ta vaadedilen Aydın vilayeti dahilindeki araziyi garanti etmeye hazır olduklarını
bildirdiler. EIliot, bu bildirinin ancak harbe derhal katılmak şartıyla geçerli olduğunu da şifahen
ilave ediyordu; fakat bu garanti teklifi 3 Ekim 191 5de müttefiklerin Selanik’e asker çıkarmasına
karşı vaki protestodan sonra tekrarlanıp Venizelosun 5 Ekim’de düşmesinden sonra yeniden suya
düştü. Bundan böyle İzmir ve hinterlandını Yunanistan lehine ipotekle takyid edilmiş telakki
ediyorlardı.[20]
b. Londra Antlaşması
İtalya’yı İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa sokmak üzere İngiltere, Fransa ve Rusya ile İtalya
arasında 26 Nisan 1915’de Londra’da yapılan antlaşmalarda, Türkiye üzerinden (İtalya’ya da) pay
verildi.[21]
Bu antlaşma Londra’daki İtalyan Büyük Elçisi tarafından kendi hükümeti adına Grey’le Fransız
ve Rus Büyük Elçileri Paul Combon ve Benkendorf’a verilmiş ve onlarca yine hükümetleri adına
kabul edilmiş bir muhtıra (memorandum) biçimindedir. Sonunda İtalya en geç bir ay içinde savaşa
katılacağını söylemektedir. Böylelikle İtalya, üçlü antlaşmaya katılmış olur. İtalya aynı gün, ayrı
barış yapılmayacağına dair olan 5 Eylül 1914 Londra misakına katıldığını bildiren bir ikinci belge
de imzalar. Bundan sonra üçlü antlaşmaya Dörtlü Antlaşma denildiği de olur[22].
İtalya’nın savaşa katılmak için ileri sürdüğü 16 maddeden müteşekkil şartlar arasında Türk ve
İtalyanları ilgilendiren hükümler şunlardır:
MADDE-8. İtalya bu sırada elinde bulundurduğu Oniki Ada (Rodos vs.) üzerinde tam egemenliğe
sahip olacaktır.
MADDE-9. Fransa, Büyük Britanya ve Rusya, İtalya’nın Akdeniz denkliği ile ilgili olduğunu
ve Asya Türkiye’sinin tamamen veya kısmen paylaşılması halinde İtalya’nın bir İtalyan-İngiliz
antlaşmasına zaten konu teşkil etmiş olan hak ve menfaatlerinin bulunduğu Antalya iline yakın
olarak kabul ederler. ileride İtalya’ya ayrılabilecek olan bölge, vakit gelince Fransa ve Büyük
Britanya’nın var olan menfaatleri göz önünde bulundurularak sınıflandırılacaktır.
www.ulkuocaklari.org.tr 91
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Osmanlı imparatorluğun un toprak bütünlüğü muhafaza edilir ve büyük devletlerin menfaat
bölgelerinde değişiklikler yapılırsı, İtalyan menfaatleri de göz önünde tutulacaktır.
Eğer bu savaş boyunca Fransa, Büyük Britanya ve Rusya, Asya Türkiye’sinde yerler
işgal ederlerse, Antalya iline yakın olan ve yukarıda sınırlandırılmış bulunan Akdeniz bölgesi
İtalya’ya bırakılacaktır. Ve onun burasını işgal etme hakkı olacaktır.
MADDE-10. Lozan (Uşi) antlaşması gereğince bugün Libya’da (Trablusgarb’da) Sultan’a ait olan
hak ve imtiyazlar İtalya’ya geçecek­tir[23].
İtalya, özellikle bu hükümlerden 9. maddenin yorumunu yaparken Antalya iline yakın olan Akdeniz
bölgesine adilane bir pay alması cümlesinin İzmir ve hinterlandını da dahil olarak kabul etmiş ve
buna dayanarak 17 Nisan 1917’deki Saint Jean de Maurienne Antlaş­ması’nda bu bölgeyi istemiş
ve kabul ettirmişti.
İtalya, Londra Andlaşması’nın kabul edilmesine karşılık bir ay içerisinde savaşa katılmayı taahhüt
etmişti. Gerçekte İtalya 20 Mayıs 1915’de Avusturya’ya savaş ilan etti. Çanakkale muharebelerinin
şiddet­lendiği bir sırada da yani 1915 Ağustosu’nda Almanya ile Osmanlı Devleti’ne[24] de savaş
ilan edecektir[25].
c. Sykes-Picot Antlaşması
İngiltere 21 Ekim 1915’de, o sırada devam eden Hüseyin­ Mc. Mahon yazışmasından Fransa’yı
haberdar etti. Asya Türkiye’si hakkın­da iki ülkenin kendi çıkarlarını görüşmelerini önerdi. İngiltere
adına Sir Mark Sykes ile Fransa adına Charles François Georges-Picot arasında yapılan görüşmeler
sonunda 1916 Şubatı’nda Arap vilayetlerinin bölüşümü konusunda antlaşmaya varıldı.[26] Daha
sonra Sykes ile Picot 1916 yılının Mart ayında birlikte Rusya’ya giderek, Rus Dışişleri Bakanı
Sazanof’la da görüşmeler yaparak bir antlaşmaya vardılar. Üçlü İtilaf Devletleri arasında yapılan
Onbir Mektup[27] teatisi sonunda, Sykes-Picot Antlaşması diye bilinen metin kabul edilmiş
oldu[28].
Sykes-Picot mutabakatı esas tutularak 26 Nisan 1916’da Fransa ve Rusya arasında bir antlaşma
imzalanmıştı. 30 Mayıs’ta İngilizlerin de katıldığı bu antlaşma ile Osmanlıların Asya’daki
toprakları bu devletler arasında taksim olunuyordu. Bu antlaşma gereğince Rusya; Erzurum, Van
ve Bitlis vilayetlerini İngiltere, Mezopotamya’nın bütünü ile Akka ve Hayfa limanlarını, Fransa
ise Suriye Kıyıları, Kilikya, Harput’u İngiliz ve Fransız nüfuz bölgelerinde bir Arap devleti veya
konfederasyonu kurulacak, Filistin milletlerarası bir idareye tabi tutulacaktı[29].
İngiltere, Fransa ve Rusya Devletleri, 1916 Eylül’ünde bu antlaşmadan İtalyanları haberdar
ettikleri vakit, onları kendilerine bırakı­lmış olan toprakların Fransa’nın hissesine düşenden daha
az olduğunu ileri sürerek İzmir ve Mersin’in de İtalyanlara bırakılmasını istediler[30].
Petrograd’daki İtalyan Büyükelçisi Marki A. Karlotti tarafından Rusya Başbakanı ve Dışişleri
Bakanı Şturmere 19 Kasım 1916’da bir nota vererek: İtalya’nın herhangi bir tehditle karşılaşmadığı
halde kendi isteğiyle savaşa girdiğini, bunun da müttefiklerin yararına olduğunu, binaenaleyh İtalya
Hükümeti’nin Akdeniz’in doğu bölümünde kuvvetlerin dengeli olmasını istediğini belirterek,
Londra Antlaşması’nın, 9. maddesinin yanlış ve olumsuz bir biçimde İtalya’nın aleyhinde yorumlan­
masından çekilmesini Lord Grey’in yaptığı değişikliğin kabul edilmeyeceğini bildirdiler. Onlara
göre 9. madde aşağıda yazılı üç esastan ibaret olmalıydı:
1. Akdeniz’in doğusunda, İtalya için temel ilke olan kuvvet dengesinin tamamen sağlanması.
2. İtalya için, müttefiklerin alacağı bölgeye sahalarda orantılı hakkaniyete uygun bölge ve sahaların
tanınması.
3. Antalya bölgesine bitişik ve halen İtalya’nın bazı haklara sahip bulunduğu bölgeler hakkında
92 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İtalyan isteklerinin kabulü.
Aydın, Konya ve Adana vilayetleri Antalya bölgesine bitişiktir­ler. Mayıs 1915’de imzalanan
İtalyan-İngiliz sözleşmesiyle İtalya’ya verilen Antalya bölgesi Aydın[31] ve Konya vilayetlerinin
de bazı bölümlerini kapsamaktadır. Fakat, Antalya bölgesinin bu vilayetlerle olan sınırları, adı
geçen sözleşmede pratik bir tarzda tespit edilmemiştir. Halbuki Antalya’nın bütün geleceği Aydın
vilayetine bağlıdır[32].
İtalyanların bu isteklerini ise Ruslar, İzmir’e sahip olan bir devletin Çanakkale Boğazını hem
karadan, hem de denizden kontrol edebileceğini düşüncesiyle İzmir’in Türkler’de kalmasını daha
uygun mütalaa ettiler. İngiltere’de İzmir’in İtalyanlar’a verilmesine razı olmadı.
Bu razı olmayışın bir sebebi de belki oranın Yunanlar’a vaadedilmiş olması idi. Öte taraftan,
Fransızlar da Mersin limanının İtalyanlar’a bırakılmasını uygun görmekte idiler.
İşte tartışmaların bu şekilde sürüp gittiği sıralarda Rusya’da ihtilal olmuş ve Rus kuvvetlerinin Alman
ve Avusturyalılar üzerindeki baskısı azalmıştı. Bu sebepten dolayı İngiltere ve Fransa İtalya’yı
daha,çok tutmak mecburiyetini duydukları için onunla Saint Jean de Maurienne Antlaşması’nı
imzaladılar[33].
d. Saint Jean de Maurienne Antlaşması
Sykes-Picot Antlaşması’nın İtalya tarafından öğrenilmesin­den sonra, İtalya İtilaf Devletleri’nden
aralarında yapılan gizli antlaşma­ların kendisine açıklanmasını istedi. Bunun üzerine Londra’daki
Rus Büyük Elçisi Benkendorf’un Hariciye Nazırı Sazanof’a çektiği 19 Mayıs 1916 tarihli telgrafa
göre İngiltere. Hariciye Nazırı Sir E.Grey İtalya’nın Londra Büyük Elçisi Imperialiye gayet dostane
bir tavırla; “şayet İtalyan Hükümeti Müttefikler arasında olup bilenlerin hepsini öğrenmek istiyor­
sa, o halde durumunu bir müttefik sıfatıyla vakit kaybetmeden açıklamalı ve Almanya aleyhine
derhal savaşa katılmalıdır” cevabını verdi[34].
Bu konu üzerinde uzun tartışma ve telleşmeler olur ve sonunda İtalya 28 Ağustos 1916’da
Almanya’ya karşı savaşa girer. Bunu yapar yapmaz da Osmanlı İmparatorluğu’nun bölüşülmesiyle
ilgili olanlarla birlikte üç bağlaşığın aralarında yaptıkları bütün gizli antlaşmaların kendisine
bildirilmesini ister[35] ve 26 Nisan 1915 tarihli Londra sözleşmesinin 9. bendi gereğince Anadolu’da
kendisine vaadedilen hissenin büyük Ölçüde genişletilmesine ait olmak üzere Akdeniz havalisinde
Antalya vilayetine adil bir hissenin verilmesi hususunda isteklerini bildirir[36].
Bunun üzerine 19 Nisan 191 7’de İngiltere, Fransa ve İtalya Başbakanları B. Lioyd, B. Ribot ve
B. Bozelli, Saint Jean de Maurienne’de toplanarak[37] İtalya’nın istekleri hakkında anlaşmaya
varmışlardır. Bu toplantıda Rusya’nın bir temsilcisi yoktur. Toplantı olup bittikten sonra Rus
Hükümeti’ne oraya çağrılmasının nedeni olarak işin ivediliği ve uzaklık ileri sürülecektir. Şu
kadar var ki eğer çağrılsaydı bu hükümet Batı’daki Büyükelçilerinden biriyle kendisini temsil
ettirebilirdi[38]. Fakat daha sonra da görüleceği gibi Paris konferansı esnasında bu anlaşmaya
konulan Rus Hükümeti’nin muvaffakatı ihtirazi kaydıyla hükmünden dolayı antlaşma geçersiz
sayılacaktır.
Saint Jean de Maurienne Antlaşması diye bilinen metin 18 Ağustos 1917’de Londra’da 21-22
Ağustos 1917’de Paris’te (sadece İtalya ile Fransa arasında) ve 26 Eylül 1917’de yine Londra’da
Fransa Büyükelçiliğinin 18 Ağustos tarihli ilk mektubudur. Paris’te Başbakana ulaştırıldığını
bildiren son bir mektuptan oluşan bir mektuplar alışverişi­dir[39].
İtalya’nın Paris’teki Büyükelçisi Marki Salvago Ragi’nin Başvekili ve Hariciye Nazır: Mösyö
Ribo’ya gönderdiği 21 Ağustos 1917 tarihli gizli telgrafa göre antlaşmanın Rus Hükümeti’nin
muvafakatına bağlı kalmak şartıyla İzmir ile ilgili hükümleri şunlardır:
1.Fransız ve Büyük Britanya Hükümetleri arasında 9-16 Mayıs 1916 tarihiyle akdedilen
www.ulkuocaklari.org.tr 93
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
antlaşmaların birinci ve ikinci maddele­rinde yazılı kararlara İtalyan hükümeti muvafakatını beyan
eder. Buna karşılık Fransız ve Büyük Britanya Hükümetleri de, ekli haritada (yeşil) renkteki bölge ile
(c) bölgesinin idari ve çıkarları bakımından aynı şartlar altında İtalya’ya aidiyetini tanırlar[40].
2. Fransa’nın sömürgeleri ve himayesi altında bulunan böl­gelerin ticaretiyle ilgili hususlar ve keza
Büyük Britanya ile ona bağlı bölgelerin ticaretiyle ilgili hususlar için, İtalyan Hükümeti İzmir’de
serbest bir liman kurulması zorunluluğunu kendi üzerine alır[41].
Yukarıda belirtildiği gibi antlaşmanın tamamlanması için İngiliz Dışişleri Londra’daki Fransız Büyük
Elçiliği’nde B.de Fleuriau’ya Paris’teki İtalyan Büyük Elçiliğinden B. Salvago Raggi imzasıyla
Fransız Dışişleri Bakanlığı’na eş manada mektuplar gönderilerek, karşılıklı olarak antlaşmayı
kabul ettiklerini hem de antlaşmanın gizli kalması icab ettiğini birbirlerine bildirmişlerdir.
Böylelikle 17 Nisan 1917 tarihli Saint Jean de Maurienne uzlaşmasıyla İtalya’nın Anadolu’daki
hak iddiaları aydınlatılıyor ve Aydın ile İzmir’in İtalya’ya verilmesi kabul ediliyordu[42].
4- Birinci Dünya Savaşının Sonu Mondros Mütarekesi
a. Mütareke Öncesi Faaliyetler
Talat Paşa yerine Sadrazamlığa getirilen ve ilk-defa milliyetçi unsurlara kabinesinde yer veren
İzzet Paşa, memleketin içinde bulundu­ğu kritik durumu göz önünde tutarak, vakit kaybetmeksizin
bütün gayreti ile bir antlaşma yapmak yolunda çalışmalara başlamıştı[43].
İzzet Paşa, İngiliz ve Fransızların Trakya’da kurdukları yedi tümenlik kuvvetin İstanbul ve Boğazlar
üzerine harekete geçmesine mani olmak için mütareke yollarını aramaya başladı. Hükümet
Almanya, Avusturya-Macaristan ile anlaşarak, barış için 5 Ekim 1918’de Wilson’a müracaatta
bulundu. 5 Ekim ile 12 Ekim arasında muhtelif kanallardan yaptığı ve tekrarladığı mütareke ve
barış teşebbüslerine hiç bir cevap alamadı[44].
İtilaf başkomutanlığının bu teşebbüsleri cevaplandırmak için, Meriç cephesinde General Milne
ordusu tarafından alınmakta olan askeri tedbirlerin baskısını hissettirecek bir zamanın geçmesini ve
Çanakkale Boğazı karşısında kuvvetli bir İngiliz filosunun toplanmasını beklediğine hükmetmek
mümkündü[45]. Ayrıca, Mütarekeyi geciktir­mekle görüşmeler başlayıncaya kadar daha çok toprak
ele geçirmek istiyorlardı. Çünkü mütarekeyle birlikte toprak işgalleri mümkün olmayabilirdi.
İzzet Paşa mütareke için faaliyetlerine devam edilirken, yapı­lacak mütarekenin temel esaslarını da
ortaya koymaya çalışıyordu. 19 Ekim 1918’de .Meclis-i Meb’usan’da okuduğu beyannamede Wilson
Prensipleri hakkında Amerika Reis-i Cumhuru tarafından ilan edilmiş olan hak ve adil esaslarına
müstenid bir sulhu kemal-i hulus ile kabul edececeğiz. Mösyö Wilson’un Washington’un mezarında
irad eylediği nutukta “dermeyan olunan arazi, hakimiyet-i milliye, münasebat-ı siyasiye, İtilaf-ı
iktisadiye mesailinin kendi nüfuzu haricilerin veya mehmanı siyasilerin temin etmek isteyen milel
ve akvamın menfaatleri esasına nazaran değil, doğrudan doğruya alakadar olan kavim tarafından,
serbestçe kabul olunacak bir şekilde hal ve tavsiyesi düsturuna tamamen taraftarız”[46] diyerek,
Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı Wilson’un prensiplerini yapılacak mütarekede esas
kabul ettiklerini söylüyordu.
İzzet Paşa Hükümeti’nin mütareke yapma yollarını arayıp, bir türlü muvaffak olamadığı sıralarda1
Kut’ül Amara’da esir düşerek Büyük Adada esirlik günlerini geçiren İngiliz Generali Towshend 14
Ekim 1918’de Sadrazam İzzet Paşa ile görüşmek istedi. 15 Ekim’de de eskiden beri tanıdığı Rauf
Bey’e bir mektup göndererek esirliği süresince gördüğü hoş ve şerefli muameleye karşılık olarak,
İngiltere ile müzakerelere girişildiği takdirde, Osmanlı Hükümeti’ne yardıma hazır olduğunu
bildirdi[47].
General Towshend’in bu müracaatı, Osmanlı Hükümeti’nce bulunmaz bir fırsat telakki olundu.
Çünkü, Hükümet mütareke yapabil­mek için çeşitli yollardan teşebbüse geçmiş, fakat olumlu
94 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir sonuç elde edememişti. Halbuki şu anda General Towshend hem mütareke için bir zemin
hazırlayacağını, hem de Osmanlılar için şerefli şartlar elde edilmesine çaba harcayacağını Rauf
Bey’e gönderdiği mektupta bildiriyordu[48].
General Towshend ile Sadrazam İzzet Paşa ve Bahriye Nazırı Rauf Bey arasındaki görüşme 17
Ekim 1918 günü gerçekleşti. Towshend görüşmede hazırladığı şu barış taslağının kabul edilip
edilmeyeceğini sordu. Bu taslağa göre:
1. İngiliz donanmasına boğazların açılması,
2. Irak ve Suriye’nin Osmanlı hükümranlığı altında muhtari­yeti (Bavyera, Saksonya ve Würtemberg
gibi),
3. Kafkasya için de böyle bir durumun kabulü,
4. Irak ve Suriye’den üçlü antlaşma ordularının çekilmesi,
5. Avrupa’da Osmanlı sınırları Londra Antlaşması’ndaki gibi olacaktır. (Midye-Enez)
6. İngiliz ve Hintli esirlerin geri verilmesi[49].
Towshend’in bu isteklerine Sadrazam İzzet Paşa, Rauf Bey aracılığı ile mütareke esaslarını şu
şekilde düşündüğünü söyledi:
1. İtilaf kuvvetleri tarafından işgal olunan topraklarda oturan ahalinin idari muhtariyetlerini Türkiye
kabul edecektir.
2. Türkiye’nin siyasi, mali ve iktisadi istiklali mahfuz kalacaktır.
3. Şimdiki buhranın önlenmesi için gerektiğinde Türkiye’ye mali yardım yapılacaktır.
4. Yukarıdaki esaslar içinde sulh yapılması için İngiltere Hükümeti’nin dürüstlüğünün ve azami
müzaheretinin[50] temini[51].
Karşılıklı bu metin teatileri ve görüşmelerden sonra 18 Ekim 1918’de General Towshend İngiliz
Hükümeti yetkilileri ile görüşmek üzere gizlice İstanbul’dan ayrıldı.
Diğer taraftan İngiliz Hükümeti de Osmanlı Devleti ile yapıla­cak mütareke müzakerelerinin
Fransızlar’la değil, bizzat kendisi ile yapılmasını istiyorlardı. İngilizler General Towshend’in
getirdiği teklifleri kabul etmemekle beraber, mütareke yapılma isteğini kabul ettiler. Bu arada
Towshend ile birlikte .Midilli’ye gitmiş ve 22 Ekim’de İzmir’e dönmüş olan Tevfik Bey, mütareke
yapılması hususunda Amiral Calthorpea İngiliz Hükümeti tarafından yetki verildiği haberini
İstanbul’a getirmişti[52].
Limni adasındaki Mondros limanına gelmiş olan İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral
Calthorpe 23 Ekim 1918’de Ahmet İzzet Paşa’ya bir telgraf gönderdi. İngiliz Amirali bu telgrafında;
Osmanlı Devleti ile mütarekenamenin imzasını kendisinin memur edildiğini bildiriyor ve Osmanlı
murahhaslarının gönderilmesini istiyordu[53].
b. Mondros Mütarekesinin İmzalanması
Amiral Calthorpe’nin bu telgrafı üzerine Padişah Vahideddin ile görüşen Sadrazam İzzet Paşa
bir heyet teşkil etti. Heyete Bahriye Nazırı Rauf, Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet, o zaman
İzmir’de bulunan Erkan­ı Harp Kaymakamlarından Sadullah Bey’ler seçildi[54]. Heyetde Bahriye
zabitlerinden Sait ile Tevfik Bey ve katip olarak da Ali Türkgeldi dahil bulunmakta idiler.
Osmanlı Mütareke Heyeti 24 Ekim 1918 Perşembe günü gece yarısı Peyk-i Şevket torpido
kruvazörü ile İstanbul’dan İzmir’e hareket etmiş, 28 Ekim 1918’de Muzaffer römorkörü ile de
www.ulkuocaklari.org.tr 95
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İzmir’den Midilli’ye gitmiştir. Aynı gün Heyet Başkanı Rauf Bey İngiliz Amirali Calthorpe ziyaret
ederek resmi konuşmalara 27 Ekim 1918 sabahı başlanmasını kararlaştırdılar[55].
Görüşmeler 27 Ekim 1918 günü saat 9.30’da Limni adasının Mondros limanında İngiliz Agememnon
zırhlısında başladı. İlk oturumda -önceden Osmanlı heyetine verilmemiş olan­ mütarekename projesi
metni okunarak maddeleri üzerinde müzakerelere geçildi[56]. Maddelerin müzakeresi 27 Ekim
sabahından başlaya­rak dört gün muhtelif saatlerde yapılan beş oturumda bitirilmiş ve mütareke 30
Ekim 1918 saat 20.03’de imza edildi[57].
Müzakereler müddetince Amiral Calthorpe, ilk oturumda verdiği mütareke metni projesinden
fazla bir değişiklik yaptırmamaya çalıştı. Kendini, bu şartları Türk delegelerine imza ettirmeye
mecbur addediyordu. Türk delegasyonu ise maddeler üzerinde küçük bazı değişikliklerden başka
bir şey yapamıyorlardı. Delegelere göre şayet şartlar kabul edilmez ise, ya imzaya veya avdete
davet olunacak bu takdirde de küçük değişikliklerden de mahrum kalınacaktı[58]. Eğer antlaşma
yapılmaz ise, İngilizler İstanbul’u işgal edecek, o zaman bağımsızlık ve varlığımızla bağdaşmayacak
kadar ağır bir antlaşma imzalamak mecburiyetinde kalınacağını düşünüyorlardı. Buna rağmen
Calthorpe’un istediği şartları ve ısrarını İstanbul’a bildiren Türk delegasyonu, İstanbul’dan gelecek
yeni direktifleri beklemekte iken, Calthorpe’un 30 Ekim günü yapılan müzakereler sırasında o gün
akşam saat dokuza kadar mütarekenin ya imza veya reddedilmesini istemesi üzerine, hey’et üyeleri
kendi aralarında konuştuktan sonra, Bab-ı ali’den cevap almadan imzaya karar verdiler[59].
Mütarekeyi İtilaf Devletleri adına İngiliz Akdeniz Filosu Komu­tanı Calthorpe, Osmanlı Devleti
adına da Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler imzaladılar[60].
Türk Milletinin kaderini büyük Ölçüde etkileyen altı yüz küsur yıllık Osmanlı Devleti’nin
sonucunu hazırlayan Mondros Mütarekesinin en ağır maddeleri ya da sık sık ihlalinden şikayet
edilen maddeleri şunlardır[61]:
MADDE-1. Karadeniz’e geçiş için Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e
geçiş güvenlik altına alınması için Çanakkale ve Karadeniz istihkamlarının müttefikler tarafından
işgali,
MADDE-5. Hudutların korunması ve iç güvenliğin sağlanması için lüzum görülecek askeri
kuvvetten fazlasını derhal terhisi (İş bu askeri kuvvetin sayısı ve durumu İtilaf hükümetleri
tarafından Devlet-i Aliye ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır.)
MADDE-7. Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek durumda olduğunda herhangi stratejik
noktasını işgal hakkına sahip olacaklardır.
MADDE-10. Toros tünellerinin müttefikler tarafından işgali,
MADDE-15. Bütün demiryollarına İtilaf denetleme subayları memur edilecektir. Bunlar arasında
halen Osmanlı hükümetinin denet­lemesi altında bulunan Maverayı Kafkas Demiryolu kısımları
dahildir. İş bu Kafkas hatları serbest ve tam olarak İtilaf memurlarının idaresi altına verilecektir.
Ahalinin ihtiyacının karşılanması göz önünde tutulacaktır. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir.
Osmanlı hükümeti Batum’un işgaline itiraz etmeyecektir.
MADDE-21. İtilaf Devletleri’nin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilaf mümessilleri
bulundurulacak ve kendilerine bu yolda gerekli görülecek bütün bilgiler verilecektir.
MADDE-24. Vilayat-i Sittede karışıklık çıkması halinde bu vilayetlerin. herhangi bir kısmının
işgal hakkını İtilaf Devletleri muhafaza ederler[62].
Meydana getirilen mütareke tamamen İngiliz menfaatlerini ve üstünlüğünü sağlayan bir vesika
olmuştu. Bu nihayete kadar İngiltere’­nin elinde, Fransa ve İtalya’ya karşı Osmanlı toprakları
üzerinde taviz vermekte silah olarak kullanılmıştı[63].
96 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Müzakereler süresince Rauf (Orbay) Bey ve arkadaşları, ilk İngiliz Önergelerini hafifletmek için
çok uğraşmışlar, birtakım noktalarda ufak başarılar elde etmişlerdir. Ancak birtakım cümleler[64]
ve bunların alabildiğine galiplerce kendi lehlerine yorumlamaları mütareke hü­kümlerinin galip
devletlerin elinde öldürücü bir silah olmasına vesile olmuştur. İtilaf devletleri bu mütarekeye, dış
görünüşte Osmanlı Devle­ti’ni ve Türk Milletini yok edici kayıtsız şartsız teslim hissini verecek
açık hükümler koymaktan dikkatle kaçınmışlardı. Buna mukabil, harp içinde aralarında vardıkları
gizli paylaşma anlaşmalarının tatbik edilebilmesi için de yeteri kadar elastiki ve tefsire müsait bir
metin düzenlemekte büyük gayret sarf etmişlerdi.[65]
Ayrıca, Calthorpe mütareke dışında bir gizli mektubu da Rauf (Orbay) Bey’e verdi. Bu mektupta
Amiral, Çanakkale ve Karadeniz Boğazları İstihkamlarının yalnız İngiliz ve Fransız askerleri
tarafından işgalini, İngiliz Hükümeti’nin kabul ettiğini, işgal kuvvetleri yanında Türk kuvvetlerinin
bulunmasını da hükümetine duyurduğunu, İstanbul ve İzmir’e Yunan askeri gönderilmemesi
hakkında Türk dileğini tervicen bildirdiğini, Osmanlı Hükümeti asayişi koruyabildiği sürece
İstanbul’un işgal edilmeyeceğini, Osmanlılar ile İngilizler arasında dostça ilişkiler kurulması
hususunda büyük bir gayretle çalışacağını ifade ediyor. Bu mektubun Padişah ve Sadrazam’dan
başka kimseye gösterilmemesini istiyordu[66].
Amiral Calthorpe’un Türk isteklerini tasvip eder gibi görünen bu mektubu İngiliz Hükümeti’nce
hiç dikkate alınmamıştır. Zaten resmi vesika niteliği olmayan böyle bir vesikadan medet ummak
doğru değildi. Çünkü devletlerin menfaatleri bahis konusu olduğu vakit, diplomatların şahsi olarak,
imzaladıkları metinler bile tev’il ettikleri çok görülmüştür. Osmanlı murahhasları bu mektubu
ister istemez bir teminat saydılar. Fakat hakikatte ise Boğazlar’daki istihkamlarda İngilizler ve
Fransız’dan başka asker bulundurulmaması gerçekleşmiş, Öbür tarafları hemen ilk günden hiç
dikkate alınmamıştır.
Mütarekenin imzalanmasını her iki hükümetin de kendi açı­larından başarı saydıklarını[67],
Sadrazam Izzet Paşa’nın Rauf Beye gönderdiği teşekkür yazısı ile İngiliz Harp Kabinesi’nin
31 Ekimde. Calthorpe’a müzakereleri kudret ve başarı ile yaptığından dolayı bir tebrik telgrafı
göndermeye karar vermesinden anlaşılıyor[68].
Aslında mütareke Osmanlılar için, diğer müttefik devletlerin yaptıkları antlaşmalara bakarak daha
hafif bir görünüyorsa da, uygu­lamada Türk Milleti’nin felaketinin başlangıcı olmuştur.
c. Mütarekenin Tatbikatı
Mustafa Kemal’in yaptığı yazışmalar gösteriyor ki; memleke­tin durumu hakkında oldukça
endişelidir ve bu endişesini İstanbul hükümetine yansıtmakla güçlü bir vatanperver olduğunu
göstermiştir. Ne yazık ki İstanbul Hükümeti işin ciddiyetini henüz kavrayamamıştır. Mütareke
maddelerinin uygulanmaya geçilmesi ile görüşlerinin ne kadar isabetli olduğunu göreceğiz.
Mütareke şartlarının esnek ve çarpışık olması birçok güçlük ­çıkmasına yol açıyor. Bu şartlardan
yararlanan İtilaf devletleri, Osmanlı Devleti’ni parçalamak maksadıyla önceden hazırladıkları,
gizli planlarını açıkca uygulamaya koyuyorlardı.
İtilaf Devletleri mütareke dışına çıkarak Yedinci ve Onaltıncı maddeleri isteklerine uygun tarzda
yorumlayarak işgale başladılar. Özellikle bu iki madde Osmanlı topraklarının işgal edilmesi
için yeterliydi. Bu maddeler Fransızlar’ın son derece işine yarayacak ve hemen işgallere
başlayacaklardır.
Müttefikler mütareke maddeleri hükümlerine aykırı olmasına rağmen İstanbul’a asker çıkarmaya
başlamışlardır. Ayrıca, mütarekenin birinci maddesine muhalif olarak donanmaları arasında Yunan
harp gemilerini de geçirmişlerdir.
Mütarekede bazı maddeler belirsizdi. Mesela Kilikya adı resmi herhangi bir yazışmada geçmeyen
tarihi bir kelime olmasına rağmen mütareke şartlarına sokulmuştu.
www.ulkuocaklari.org.tr 97
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Diğer yandan Suriye ve Irak sınırlarının açıkça çizilmiş olmaması mütarekede geçen Kontrol
kelimesinin anlam ve muhtevasının belirtilmemesi daha birçok güçlüklerin çıkmasına yol açmış;
bu belirsiz şartlardan yararlanan müttefikler işgalleri altındaki bölgeleri genişlet­mek gayesiyle
adeta yarışır olmuşlardı.
Böylelikle işgaller başladı. İlk işgal hareketi Kasım 1918’de İngiliz askeri kuvvetlerinin Türk
olmayan halkın baskı altında olduğu gerekçesiyle Musul’un 20 km güneyindeki Türk kontrolü
altındaki Hamamalik’in işgaliyle başlar. Altıncı Ordu Komutanı Ali Ihsan Paşa’nın bu işgali
şiddetle protesto etmesine rağmen, İngiliz askeri kuvvetleri ilerlemeye devam ederek 3 Kasım’da
Musul’u işgal ederler. Daha sonra İngiliz askeri kuvvetleri 9 Kasım’da İskenderun’u işgal ederler.
Böylelikle İngilizler mütarekenin 7. maddesini kendi menfaatlerine göre kullanmışlardır.
Bu sırada İskenderun’un bir işgal tehlikesi karşısında oldu­ğunu gören Mustafa Kemal savunma
fikrinde idi. Hükümet ise bir saldırıya taraftar değildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa Komutayı
hemen teslim etmek üzerine yerine tayin edilecek zatın süratle gönderilme­sini bildirdi.
Sadrazam, Amiral Calthorpe’nin müracaatı üzerine İskende­run’un teslim edilmesi emrini verdi.
Mustafa Kemal’in direnmesi yukarıya karşı uyarmalarda bulunması iyi karşılanmayarak Yıldırım
Orduları Karargahının lağvına karar verildi. Birlikler 2. Ordu Komutanı’nın emrine verilerek 15
Kasım’da Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nezareti emrine verildiği bildirildi. Aynı günün akşamı
Mustafa Kemal Paşa trenle İstanbul’a hareket eder. İngiliz Generali Clark, Türk birliklerinin
yılbaşına kadar Ceyhan gerisine çekilmesini ister. Fakat Harbiye Nazırı silahlı karşı -koymayı
uygun bulmaz. Sonunda Nihat Paşa çekilme süresini uzattı ise de pek az silah ve cephane İngilizlere
terk edilir.
Fransızlar 11 Aralık 1918’de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol kasabasını işgal eder. 20 Aralık
1918 gününe kadar Adana, Osmaniye sancaklarını işgal ederler. 9 Ocak’ta Fransız Albayı Romien
Genel Vali olarak Adana Hükümet Konağına yerleşir. Onun resmi mühüründe Ermenistan İdari
Servisi yazısı vardır. Fransız birliklerinde Ermeni müfrezeleri bulunduğu gibi Suriye’ye göç
eden Ermeniler de getirilerek yerleştirilmekte ve silahlandırılmakta idiler. Ermeniler de Türklere
baskılarını gittikçe arttırıyorlardı. 17 Aralık’ta Mersin, Antep, 22 Şubat 1919’da Maraş, 7 Mart’ta
Kozan, 24 Mart’ta Urfa İngilizler tarafından işgal edildi. Kuzeyde dağlık bölgede yerleştirilen
Ermeniler kasabaları tahkim etmeye, Fransızlar da kuzeye doğru sızmaya başladılar. Tüm bu
bölgeler Kilikya adının verildiği bölgelerdir.
Bu sırada, İtalyanlar Antalya. Yunanlılar İzmir bölgelerinde çıkarma yapmışlardı. Batı Trakya
Yunan yönetiminde, Doğu Trakya Fransız kontrolü altında bulunuyordu.
İşgal edilen yerlerde Türklere esir muamelesi yapılıyor, azınlıklar olabildiğine şımartılıyordu. İtilaf
Devletlerinin ve Yunanlıların silahlandırdıkları Rum çeteleri Karadeniz ve Ege bölgesinde Türklere
saldırmakta idi.
Görüldüğü gibi mütarekenin tatbik şekli galip devletlerin Osmanlı Devleti’ni yok etme çabalarını
en açık şekilde gözler önüne sermektedir.
Dipnotlar ve Kaynaklar
[1] Ayrıntılı bilgi için b.k.z., Bayram Kodaman, “Şark Meselesi ve Tarihi Gelişimi”, Türkiye’nin Sorunları Semp.(DünBugün-Yarın), T.T.K. Yay. Ankara, 1992, s:59 vd.; Necati Aksanyar, Millî Mücadele’de Şark Meselesi, (Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1984.
[2] Bayram KODAMAN, Şark Meselesi Işığı Altında Sultan II. Abdülhamid’in Anadolu Politikası, İstanbul, 1983,
s.162.
[3] Yuluğ Tekin KURAT, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara,1976, s.7.
98 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[4] Reşat SUGAY, XIX. ve XX. Yüzyıllarda Büyük Devletlerin Yayılma Siyasetleri ve Milletler Arası Önemli
Meseleler, İstanbul, 1972, s.70
[5] Akdes Nimet KURAT “Panslavizm”, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, C.XI, Sayı:23-4, s.250
[6] KURAT, “Panslavizm”, s.274.
[7] E.E ADAMOFF, Sovyet Devlet Arşivi Gizli Belgelerinde Anadolu’nun Taksimi, Çev.: Hüseyin Rahmi, İstanbul,
1972, s.34
[8] SUGAY, a.g.e., s.72
[9] ADAMOF, a.g.e., s. 35
[10] SUGAY, a.g.e., s.74
[11] Yahya AKYÜZ; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1975, s.33.
[12] SUGAY, a.g.e., s.74-75
[13] Ömer KÜRKÇÜOĞLU, Türk-İngiliz İlişkileri 1919-1926, Ankara, 1978, s.40
[14] Osman OLCAY, Sevr Antlaşmasına Doğru, Çeşitli Konferans ve Toplantıların Tutanakları ve Bunlara İlişkin
Belgeler, Ankara, 1981, s.LIV-LV.; ADAMOF, a.g.e. s. 189, Belge No:16
[15] ADAMOF, a.g.e., s.190-193; Belge No:17
[16] ADAMOF, a.g.e. ,s. 193-194, Belge No:18
[17] OLCAY, a.g.e. ,s.LV; ADAMOF, a.g.e. ,s. 199, Belge No:22; KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s.40
[18] OLCAY, a.g.e. ,s.LVI
[19] Fahir ARMAOĞLU, Siyasi Tarih, 1739-1960, Ankara, 1973, s.428
[20] Gotthard JAESCHKE; Kurtuluş Savaşı İle ilgili İngiliz Belgeleri, Çeviren. Cemal Köprülü, Ankara, 1956, s.60
[21] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s.41
[22] Yusuf Hikmet BAYUR, ; Türk İnkılabı Tarihi, C, III, K.IV, Ankara, , 1955, s.16
[23] BAYUR. a.g.e. ,s.271
[24] İtalya 3 Ağustos’ta Bab-ı aliye 48 saatlik bir ültimatom vererek yerine getirilmesi güç isteklerde bulunur.
İsteklerinin yerine getirilmemesini de bahane ederek 21 Ağustos’tan itibaren kendisinin Osmanlı Devleti ile savaş
halinde olduğu bildirilir. Ültimatomun metni için bkz. BAYUR, a.g.e., s. 276-77
[25] ARMAOĞLU, a.g.e., s. 431
[26] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e., s. 42
[27] Bu mektupların tam metinleri için bkz., OLCAY, a.g.e., s. LVII-LXIII; ADAMOF, a.g.e. ,s. 285-287. Belge No:
103-104
[28] KÜRKÇÜOĞLU, a.g.e. s.42
[29] Tevfik BIYIKLIOĞLU, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, Kent Basımevi, 1951. s.98; OLCAY, a.g.e., s.LVII.
[30] Selahaddin TANSEL; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.1. Ankara,1973, s. 159
[31] Eski “Aydın Vilayeti” şimdiki İzmir vilayetinden farklı ve daha geniş idi. Vilayetin adı Aydın olmakla beraber,
merkezi İzmir şehri idi.
[32] ADAMOF, a.g.e., s. 279-289, Belge No:207
[33] TANSEL, a.g.e., C.I, s. 160
www.ulkuocaklari.org.tr 99
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[34] ADAMOF. a.g.e. ,s.294, Belge No: 110
[35] BAYUR, C.III, K.IV, s. 16
[36] JACHKE, a.g.e. , s. 60
[37]
OLCAY, a.g.e. ,s.LXIII:
[38] BAYUR, a.g.e , s.26
[39] OLCAY, a.g.e., s.LXIV
[40] Birinci Madde’de 9-16 Mayıs 1916 tarihli antlaşmanın adı geçen maddeleri bağımsız bir Arap devleti kurulması
hakkındaki Fransız-İngiliz antlaşması olup bahsedilen haritanın yeşil renkteki bölge ile (e) bölgesi İzmir’in de dahil
olduğu Batı ve Güney Anadolu bölgesini göstermektedir.
[41] ADAMOF, a.g.e. , s.230, Belge No:331
[42] Selahi SONYEL, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.I, Ankara,1971, s. 2
[43] BAYTOK, a.g.e. ,s.7.
[44] 5 Ekim 1918’de İspanya, 12 Ekim 1918’de İsviçre Hükümeti vasıtasıyla barış için Amerika Cumhurbaşkanı
Wilson’a müracaat olunmuştu. Ayrıca, Ahmet İzzet Paşa barış isteğinde bulunmak üzere bir murahhasını gizlice
Selanik’teki Fransız generali Franchet D’Espaley’e gönderdiyse de, bu murahhas müttefik karakolları tarafından
yoldan geri çevrildi. Aynı amaçla, Trakya’ya gönderilen diğer muralılıası da -İngilizler geri göndermişler. Bkz.Galip
K. SOYLEMEZOĞLU, Başımıza Gelenler, Yakın Bir Mazinin Hatıraları, (1918-1922), İstanbul, 1939, s.6l
[45] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.27-28
[46] Ali Fuad TÜRKGELDİ, Mondros ve Mudanya Mütarekesi Tarihi, Ankara, 1968, s.29
[47] Rauf Orbay’ın Hatıraları, Yakın Tarihimiz, C.I, Sayı; 4, s.113-114
[48] TANSEL, a.g.e. ,C..I, s.125
[49] BAYUR, C. I. s.26; Sina AKŞİN, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1976, s.55
[50] Towshend eserinde birkaç defa metindeki “müzaheret” sözünü İzzet Paşa Rauf Orbay’ın ağzından Türkiye’nin
İngiltere’ce korunulmasından bahsettiklerini yazar. Bu söz İngiltere’nin “himayesi” istenildiği şeklinde yorumlanır.
Fakat, İngilizler bunu yalanlamışlardır. Gerçektense Towshend’in metninde geçen kelime Mısır, Tunus, Fas biçiminde
bir “himaye” istenildiği anlamına gelmiyor. Belki içinde bulunulan güç durumda dışardan gelecek tehlikelere karşı
“korunulmak” anlamı taşıyor. BAYUR, a.g.e. ,C.I, s.26-27; AKŞİN, a.g.e., s.55
[51] TANSEL; a.g.e. C.I, s. 26-27
[52] Celal BAYAR; Ben de Yazdım, C.I, İstanbul, 1965, s.41
[53] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.29; Türkgeldi, a.g.e., s.29; TANSEL, a.g.e., s.25
[54] TÜRKGELDİ, a.g.e., s. 31; Seçil AKGÜN , General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair
Raporu (Kurtuluş Savaşı Başlangıcından), Tercüman 1001 Temel Eser, s.29.
[55] TÜRKGELDİ, a.g.e. , s. 31-32
[56] TÜRKGELDİ, a.g.e. , s. 34-35, Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.32. Ayrıca, mütarekenin projesinin
tam metni ve müzakereler hakkında geniş bilgi için bkz. TURKGELDİ. a.g.e. , Rauf Orbay’ın Hatıraları, C.I, Sayı:8,
s.239-241, Sayı:9, s.272-274, Sayı: 10, s.304-306, Sayı: 11, s.336-338, Sayı: 12, s.368-370, Sayı:13, s.400-402, CJI,
Sayı:14, s.16-18, Sayı:15, s.48-50
[57] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.33
[58] TANSEL, a.g.e., C.I, s.31.
[59] TÜRKGELDİ, a.g.e., s. 60; TANSEL, a.g.e. ,C.I, s.32, Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.38
[60] TANSEL, a.g.e. ,s.32; Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi , C.I, s.44
100 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[61] Mütarekenin İngiliz teklifleri ile karşılaştırmalı kati metni için bkz TÜRKGELDİ, a.g.e. ,s.69; Türk İstiklal
Harbi, Mondros Mütarekesi, C.l, s.38-41; Nihat ERİM, Devletler-arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, (Osmanlı
İmparatorluğu Antlaşmaları), C.I, Ankara, 1953, s. 519-524; Resmi metin için ayrıca bkz., Türk İstiklal Harbi, Mondros
Mütarekesi, C.I, s.41-44; Fahri BELEN, Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara, 1973, s.11-14; BAYUR, a.g.e., C.III, K.IV,
s.742-746.
[62] Sabahaddin SELEK, Anadolu İhtilali, İstanbul, 1973, s.43-45
[63] İngilizlerin Fransa ve İtalya’ya danışmadan Türkler’in bırakışma görüşmelerine girişmeleri ve sonunda tek
başlarına Osmanlı yönetimiyle bir bırakışma imzalamalarını içerleyen Fransızlar, bu davranışı protesto ediyorlar
Amiral Calthorpe ile işbirliği yapması için Fransız Amirali Ameti Mondros’a gönderdikleri halde İngiliz baş murahhası,
Fransız meslektaşım bırakışma Müzakereleri’ne sokmamış, sonunda Fransa ile İtalya, İngilizlerin yarattığı oldu bitti
karşısında boyun eğmek zorunda kalmışlardır. SONYEL, a.g.e., s.7-31.
[64] Mütarekenin İngilizce metni geçerli idi. Türkçe metin ile İngilizce metin arasında da farklılıklar vardı. Ayrıca,
maddeler içerisinde kullanılan tabirler yorumlanmaya muhtaç idi. Mesela, Kilikya, Suriye, Irak adı verilen bölgelerin
sınırları belli değildi Bu durumda galip devletler daha sonra kendi lehlerinde kullanmışlardır. Kelimelerdeki
muğlaklıklarda tefsire muhtaç idi. Meseli mütarekeııin 16. maddesindeki Türkçe metinde “Muhafız Kıtası” denilirken,
İngilizce metinde “Garnizon”, 24. madde de, Türkçe metinde “Vilayet-ı Sitte” yani altı vilayet (Erzurum, Van, Bitlis,
Diyarbakır, Elazığ, Sivas) denilmişken, İngilizce metinde “Six Armenian Vilayets” tabiri kullanılmaktadır. Bu durumda
hangi birlik “garnizon” sayılır, hangisi sayılmaz. Doğu Anadolu’nun hemen tamamı Ermenistan mıdır, değil midir
belli olmuyor.
[65] Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.44
[66] TANSEL, ag.e., s.32-33; Türk İstiklal Harbi, Mondros Mütarekesi, C.I, s.200, BAYUR, C.I, s. 175; TÜRKGELDİ,
a.g.e. , s.67
[67] Her ne kadar Osmanlı Hükümeti yapılan mütarekeden memnun kalmışsa da, Padişah Vahideddin, Meb’usan ve
Ayin Meclisi’nin onayladığı bu mütarekeyi lastik etmiş olmasına rağmen, 10 Kasım 1918’de arz-ı tazimat için saraya
gelen mütare­keye imza koyan delegeleri kabul etmeyerek, yapılan işi beğenmediğini anlatmak istemiştir. İbnülemin,
TÜRKGELDİ, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984, s. 156
[68]
JAESCHKE, a.g.e., s.28
www.ulkuocaklari.org.tr 101
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ERMENİ MESELESİ
Erkan GÖKSU
Kendilerini Anadolu’nun en eski kavimlerinden biri olarak gösterme çabası içinde olan Ermeni
yazar ve tarihçileri, erken dönem Ermeni tarihi hakkında bir çok farklı iddia ileri sürmüşlerdir.
Bu iddialardan birinde, Ermenilerin tarihi Nuh tufanına (M.Ö. 2350) kadar götürülmüş ve
Ermenilerin atası olarak kabul edilen Hayk’ın,[1] Nuh’un oğlu Yafes’in soyundan geldiği iddia
edilmiştir.[2] Tufan bittikten sonra Nuh’un oğulları çevreye yayılmış, bunlardan bir kısmı Yafes ile
birlikte Mezopotamya’ya gitmiştir. Babil kulesinin yapımında da çalışan Hayk, ailesiyle beraber
Ermenistan’a gelmiş ve Ermeniler bu efsanevî kahramandan türemiştir. Hayk’ın, Ermenistan
topraklarındaki hükümranlığının başlangıcı M.Ö. 2107 tarihi olup, Krallığının sınırlarını Babil’e
kadar genişletmiştir. Bu soyun ve Ermeni Krallığının bölgedeki hâkimiyeti M.Ö. 2200-350 arasında
devam etmiş ve bu süre içerisinde hüküm süren kral sayısı altmışı bulmuştur.[3]
Ermenilerin Doğu Anadolu’yu öz Ermeni vatanı olarak tanıtma çabalarına destek bulmak için
ortaya attıkları bu iddia, gerçekçi olmaktan çok uzaktır. Bu konuda Ermeni Meselesi hakkında
yaptığı başarılı çalışmalarla tanınan Azmi Süslü şunları söylemektedir: “Nuh’un insanlığın ikinci
atası olduğu düşünülürse; Ermenilerin bu hikayeden yola çıkarak çizdikleri Ermenistan bölgesinde
başka bir kavimden bahsetmemeleri, bütün toplulukların Ermeni soyundan geldiği sonucunu
doğurur ki, bunun da bilimsel olarak kabul edilebilir bir tarafı yoktur.”[4]
Ermeni yazarların kökenleri ile ilgili ileri sürdükleri diğer bir iddia da kendilerini Urartular’a
dayandıran görüştür.[5] Bu iddiaya göre Ermenistan adı, Urartu Kralı Aramu’dan gelmiştir. Ancak
son dönem Ermeni tarihçilerce de artık pek itibar edilmeyen bu iddia da hiçbir bilimsel temele
dayanmamaktadır. Zira Urartu dönemine ait hiçbir belgede Ermenilerden bahsedilmemekte;
Ermenilerle Urartular arasında hiçbir kültürel bağ bulunmamaktadır.[6]
Ermenilerinin kökeni hakkında ileriye sürülen diğer bir görüş de, Ermenileri, Frikyalılar’a
dayandırmaktadır. Son dönem Ermeni yazarlarınca oldukça rağbet gören bu iddiaya göre,
Trakya’dan Anadolu’ya gelen Firikyalılarla beraber yaşayan Ermeniler M.Ö. VI-VII. yüzyıllarda
Doğu Anadolu’ya göç etmişler ve Aras ve Ararat bölgesine yerleşmişlerdir.[7] Ermenilerin
iddialarına kaynak teşkil eden temel kaynak, Herodot Tarihi’dir. Herodot, M.Ö. VI. yüzyıl
başlarında Frikyalıların yanında Aras nehri havzasına bazı insan topluklarının geldiğini ve bunların
İran’a karşı savaştıklarını zikretmektedir.[8] Bu tarihlerde İran Hükümdarı Darius’un M.Ö. VI.
yüzyılın başlarında diktirdiği Behistun (Bistun) kitabelerinde Armina ve Arméniya kelimeleri de
geçmektedir. Ermeni tarihçiler bu iki veriyi birleştirmek suretiyle, bir köken iddiası geliştirmişlerdir.
102 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ancak Darius kitabesinde geçen Armina ve Arméniya kelimeleri ile, bugün Ermenistan denilen
bölgenin “yukarı ülke” ve bu bölgede yaşayan insanların kastedildiği görülmektedir.[9] Diğer
yandan Ermenilerin bu tarihlerde “Hay” adını kullandıkları, yani bu tarihlerde bir Ermeni milletinin
varolmadığı bilinmektedir.[10]
Bu görüşlerin dışında Ermenilerin, Hititlerden geldiği,[11] Haylarla kuzeyden inip Tuna nehrini
ve boğazları geçerek Anadolu’ya giren Armen’lerin karışımı (Hayk-Armen) oldukları,[12] Güney
Kafkas ırkından geldikleri gibi iddialar da vardır.[13]
Görüldüğü gibi Ermenilerin erken tarihleri, kökenleri ve yaşadıkları bölge hakkında açık ve kesin
bilgiler yoktur. Esasen yaşamış oldukları bölgelerin uzun yıllar büyük imparatorlukların nüfuzu
altında olması ve bu bölgelerin çeşitli devletlerin mücadele sahası haline gelmesi, bölgede sürekli
bir yönetimin ve müstakil bir Ermenistan’ın varlığını imkansız kılmıştır. Bütün bu gelişmeler,
Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük nüfus ve göç hareketlerini beraberinde getirmiştir.[14]
Ermenilerin tarih boyunca dağıldıkları coğrafya; bugünkü Ermenistan, Azerbaycan, Doğu Anadolu,
Batı ve Kuzeybatı İran, Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve Kilikya gibi oldukça geniş bir bölgedir. Ancak
bu bölgeler, tarihin her döneminde Ermenilerin dışında birçok toplumun yaşadığı, değişik milletler
tarafından birçok devletin kurulduğu bölgelerdir. Dolayısıyla Ermenilerin bu bölgeyi Ermenistan
olarak ifade etmeleri demek, bu coğrafyada varlık gösteren, devlet kuran diğer bütün toplumları
reddetmek anlamına gelir ki, bu iddia tarihi gerçeklere tamamen ters düşmektedir.[15]
Ermeni tarihi hakkındaki bilgilere göre; Ermenilerin ilk göçleri, Doğu Anadolu’ya olmuştur.
Bağımsız bir Ermeni krallığının Büyük Tigranes hakimiyetinde teşekkül ettiği bilinmektedir (M.Ö.
95-96). Tigranes’ten sonra Ermeniler; Roma, Sasani ve Bizans İmparatorluklarının vassalı olarak
yaşamışlardır. Ermeni lordları arasındaki kavgalar, birlik şansını zayıflatmıştır. Fakat Bizans, Fars
(İran) ve Arapların büyük imparatorlukları hakimiyeti altında XI. asra kadar Doğu Anadolu’nun
küçük bir bölgesinde Ermeni krallıkları varolmuştur. 1071’de Malazgirt Zaferinden sonra Doğu
Anadolu Ermenileri Selçuklu Türklerinin idaresi altına girmiştir. XI. yüzyılın sonlarından XIV.
yüzyıla kadar Kilikya’da bir diğer Ermeni krallığı hüküm sürmüştür. Çok geçmeden bu devlet de
Türk hakimiyetine geçmiştir.[16]
Ermeni krallığının etnik durumu meçhuldür. Yöneticiler genellikle Ermeni idi, fakat bölgede başka
halklar da yaşamakta idi. Bölgede sık sık cereyan eden savaşlar, Türk akınları, Haçlı seferleri
ve Moğolların yol açtığı kargaşa, Ermenilerin ve diğer halkların dağılmalarına sebep oldu. Bu
gelişmelerin sonucunda çok erken zamanlardan itibaren Ermeniler, tarihî Ermenistan sınırlarının
dışında kalmışlardır.[17]
Ermenilerin dini durumuna gelince; Ermenilerin Hıristiyanlıkla ilk olarak M.S. 1. yüzyılda
tanıştıkları iddia edilmiştir. Bu iddiaya göre, İsa’nın havarilerinden Aziz Tadeos, Aziz Bartolomeos
ve takipçilerinin çabaları sayesinde Hıristiyanlığı kabul eden Ermenilerin ilk kilisesi de İsa
peygamber tarafından kurulmuştur. 301 yılında de, Aziz Gregor (Krikor) Lusavoriç’in etkisiyle
Ermeni Kralı III. Dırtad, Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul etmiştir. Bu Ermeni Krallığı, bilinen
ilk Hıristiyan devlettir.[18]
Ermenilerin Hıristiyanlığı IV. Yüzyılda ve Aziz Gregor (Krikor) Lusavoriç’in vasıtasıyla kabul
ettikleri doğrudur. Ancak bu olayın İsa peygambere dayandırılması ve ilk Hıristiyan devletinin bir
Ermeni krallığı olduğu iddiası hiçbir tarihi belgeye dayanmamaktadır.[19]
Ermeni kilisesinin temelini atan Gregor, Ermeniler için ilk ruhani lider kabul edildiğinden adı
Ermenilerin mensup olduğu Hıristiyan mezhebine verilmiştir. Ancak Kirkoriye, Gregorien, veya
Lusavoriçagan adıyla da bilinen Ermeni Kilisesinin ibadet şekil ve inançları tamamen bağımsız olup
Katolik ve Ortodoks kiliselerinin ibadet şekillerinden ayrılmaktadır. Papalık, Ermenileri Katolik
yapmak için yaşadıkları yerlere misyonerler göndermiş ise de bu durum değişmemiştir. Ancak
buna rağmen Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Esat Uras’ın verdiği bilgilere göre 1914
yılındaki nüfus sayımında, Osmanlı topraklarında Ermeni Gregoiren sayısı; 1.161.169; Katolik
www.ulkuocaklari.org.tr 103
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ermeni sayısı; 67.838; Protestan Ermeni sayısı ise 65.844 kişidir.[20]
Selçuklu Türkleri ve daha sonra Osmanlı hakimiyetinde Ermeniler, Hıristiyan bir dinî grup olarak
yaşamışlar ve bu ayrı varlıkları İslâm kanunları ile garanti altına alınmıştır. Ermenilerin dinlerine
olan düşkünlüğü, Doğu Anadolu’daki coğrafî durumları ve Osmanlı hoşgörüsü bir halk olarak devam
etmelerini garanti altına almıştır. Ekonomik fırsatlar aramak yönünde anavatanlarından göç etmeleri
Bizans döneminde başlamış, Osmanlı döneminde devam etmiştir. Ermeni kolonileri Batı Anadolu
şehirleri, Balkan şehirleri ve İstanbul’da kurulmuştur. Filhakika, Osmanlı Devleti’nin inkırazı ile
en yoğun Ermeni yerleşimi “Ermenistan”da değil fakat Kuzeybatı Anadolu’da görülmüştür. Yine
de Ermenilerin kendi anavatanları ile tanımlanmaları, Osmanlı Devleti topraklarında yayıldıkları
ve tarihî Ermenistan’da bir azınlık oldukları zaman bile devam etmiştir.[21]
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında, Bursa’nın alınarak merkez yapılması üzerine Kütahya’da
bulunan Ermeni dinî merkezi Bursa’ya taşınmıştır. I. Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra ise
Bursa’daki Ermeni ruhanî lideri Hovakim, 1461 yılına buraya getirilerek İstanbul’da bir Ermeni
Patrikhanesi kurulmuştur. Bundan sonra Ermenilerin Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Narlıkapı,
Edirnekapı çevresine yerleştirildikleri görülmektedir. İstanbul’daki Patrikhane’nin dışında, başta
Adana ilinin Sis kasabası ve Kudüs olmak üzere beş Patrikhane daha bulunmakta idi.
II. Mahmud döneminde, Fransa elçiliğinin aracılığı ile 1830 yılına Ermeni Katolikleri bir topluluk
olarak kabul edilmiştir. Çok geçmeden Protestan Ermenileri de İngiltere’nin aracılığı ile bir
topluluk olarak tanınmıştır (1850).
Tanzimat ve Islahat Fermanları, diğer azınlıklar gibi Ermenilere de ayrıcalıklar tanımış ve siyasî
bakımdan gelişmelerine sebep olmuştur. 1856-1860 yılları arasında yapılan Ermeni Patrik Meclisleri
toplantıları “Ermeni Milleti Nizamnamesi” ile sonuçlanmış ve bu nizamname Osmanlı Devleti’ne
onaylatılmıştır. Bu nizamname, Osmanlı sınırları içinde yaşayan Ermenilerin siyasal ve sosyal
varlıkları üzerinde yeni bir devir açmış; devrim ruhunu uyandırmış ve ulusal Ermeni Meselesi
siyasi bir kimlik kazanmıştır.
Meşrutiyet döneminde Ermeniler, Kanûn-i Esâsî’den memnun gibi gözükmelerine rağmen kuvvetli
meşrutî bir Osmanlı Devleti’nin ileriye yönelik hedeflerini tehdit ettiği endişesiyle meşrutiyetten
faydalanmaya çalışmışlardır. Baskı yoluyla dinlerinin değiştirilmeye çalışıldığını iddia ederek
şikayetlerde bulunmuşlar ve bu sorunlarını Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında dile getirmişleridir.
Bu konuda Osmanlı Devleti’ne ve Avrupalı ülkelere muhtıralar vermişlerdir. Böylelikle Avrupalı
ülkelerin himayesine girerek özerklik ve nihayet bağımsızlıklarını elde etmeyi düşünmüşlerdir.
II. Abdülhamid’in Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek Anayasayı rafa kaldırması ve baskı
yönetimi uygulaması tüm çevrelerce tepki görmüştür. Bu sırada Devletin tebası olan Müslümanlar
ve Hıristiyanlar örgütler kurmuş ve isyanlar çıkarmışlardır. Bu örgütler kimi zaman ilişki içinde de
olmuşlardır. Jön Türklerin, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Ermeni örgütleri ile ilişkilerinin olduğu
bilinmektedir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çalışmaları sonucu II. Abdülhamid, 1908 yılında II. Meşrutiyeti
ilan etmek zorunda kalmıştır. Çok geçmeden tahttan indirilen Abdülhamid’in yerine V. Mehmed
Reşad padişah olmuştur. Bundan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti Hükümeti iktidarı ele geçirmiş
ve I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar etkili olmuştur.[22]
Ermeni Meselesinin Doğuşu
Ermeni Meselesi için başlangıç noktası olarak, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve bu savaşı izleyen
anlaşmalar gösterilebilir.[23] Bu savaşta Rusya, Anadolu’nun kuzey doğusundaki bazı Türk
şehirlerini işgal ederek bu şehirlerde yaşayan Ermenileri bağımsızlık amacıyla Osmanlı Devletine
karşı kışkırtmıştır.[24]
1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı devleti ağır bir yenilgiye uğramış ve buna paralel olarak
104 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ağır bir anlaşma imzalamıştır. Savaşın sonlarına doğru Ermeni Patriği Nerses ve İzmirliyen’ın
başkanlıklarında gizlice toplanan Ermeni Meclisi, Rus Çarına gönderilmek üzere Eçmiyazin
Katogigosluğuna bir muhtıra gönderilmesini kararlaştırmıştır. Bu muhtırada Ayastefanos
Anlaşmasına kendi lehlerine bir maddenin konulması isteğinde bulunulmuştur. Böylelikle 187778 Osmanlı-Rus savaşının ardından imzalanan Ayastefanos Anlaşması’nın Osmanlı Devleti’nce
kabullenilmek zorunda kalınan 16. maddesi şöyledir:
“Ermenistan’dan Rusya askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti’ne verilmesi
gereken yerlerin boşaltılması oralarda iki devletin dostane ilişkilerinde zararlı karışıklıklara
yol açabileceğinden, Osmanlı Devleti, Ermenilerin barındığı eyaletlerde mahalli menfaatlerin
gerektirdiği ıslahat ve düzenlemeyi vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve
Çerkezlere karşı güvenliklerini sağlamayı garanti eder.”
Anlaşmanın bu hükmü esas itibariyle bağımsızlık kazanmak isteyen Ermenileri tam anlamıyla
tatmin etmemiş olsa dahi Ermeni Meselesinin tarihte ilk kez bir uluslararası belgeye yansıması ve
“Ermenistan” diye bir bölgenin varlığından söz etmesi yönlerinden büyük önem taşımaktaydı.
Bu anlaşmanın Avrupalı devletlerce kabul edilmemesi üzerine 1878 yılında toplanan Berlin
Kongresi sonucunda Berlin Antlaşması diye bilinen yeni bir anlaşma imzalanmıştır. Ermeniler
bu anlaşma sayesinde bağımsızlıklarına kavuşacakları ümidine kapılmışlardır. Ancak kongrede
alınan kararlar önceden İngiltere, Avusturya ve Rusya arasında kararlaştırıldığından Ermenilerin
teklifleri fazla dikkate alınmamıştır. Bunun yerine Ayastefanos Anlaşmasında yer alan 16. madde
değiştirilerek Berlin Anlaşması’nın 61. maddesi getirilmiştir. Türk–Ermeni ilişkilerine Avrupalı
devletlerin müdahale edebilme hakkını sağlayan bu madde şu şekildedir:
“Osmanlı hükümeti, Ermenilerin meskun olduğu illerde ‘Islahat’ yapmayı ve Ermenilerin Çerkeş ve
Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri
devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir.”
Berlin Antlaşması’nın imzalanmasını izleyen dönemde Ermeni Meselesi iki yönde gelişmiştir.
Bunlardan ilki, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki baskı ve müdahaleleridir.
Meselenin ikinci yönü ise, Anadolu, Suriye ve Rumeli’de yaşayan Ermenilerin Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde, özellikle Doğu Anadolu ve Kilikya’da yeraltında örgütlenmeleri ve silahlanmalarıdır.
Her iki konuda da Ermenilere ilk destek Rusya’dan gelmiştir. Rusların bu tutumu İngiliz ve
Fransızları da Ermenilerle ilgilenmeye sevk etmiştir. Doğu Anadolu’daki İngiliz Konsoloslukları’nın
sayısı hızla artmış, ayrıca bölgeye çok sayıda Protestan misyonerler gönderilmiştir. Avrupalı
devletlerin bu desteği sonucunda Doğu Anadolu’da 1880’den itibaren çeşitli Ermeni komiteleri
kurulmaya başlamıştır. Ancak, yerel düzeyde kalan bu komitelerin varlıkları başlangıçta, Osmanlı
yönetiminden şikayeti olmayan, barış ve refah içinde yaşamlarını sürdüren Ermeni halkının büyük
çoğunluğunun ilgisini bile çekmemiştir. Ancak bu durum uzun sürmemiştir. Zira Armenakan,
Hınçak ve Taşnak komitelerinin kurulmasından sonra Ermeniler, planlı bir şekilde terör ve isyan
hareketlerine girişmişler ve Anadolu’nun birçok bölgesinde kanlı Ermeni olayları görülmeye
başlamıştır.[25]
Dipnotlar
[1] “Hayk” kelimesi, Ermenice’de “Hay” adının küçültülmüşüdür. Yavuz Ercan, “Tarihi Belgelerin Işığında Ermeni
İddiaları”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara,
1985, s.208.
[2] Mozes Hoyrenatsi’nin “Ermeni Tarihi” adlı eserinde ortaya attığı bu iddia, 19. yüzyıldan bu yana Ermeniler
hakkında yapılmış bütün araştırmalara temel teşkil etmekle birlikte, tarafsız bilim adamlarınca her yönüyle ciddiyetsiz
bulunmaktadır. Yazarın tarihi kişiliği, eserin yazıldığı dönem ve eserini hazırlarken faydalandığını iddia ettiği kaynaklar
“uydurma”dır. Ayrıntılı bilgi için bkz., Mehlika Atok Kaşgarlı, “Ortaçağ Ermeni Tarihleri Kritiği”, Tarih Boyunca
Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.323 vd.
[3] Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Sorunu, Belge Yay., İstanbul 1987, s.23-24.; Kazım Karabekir, Ermeni
www.ulkuocaklari.org.tr 105
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dosyası, Yayına Hazırlayan: Faruk Özerengin, Emre Yay., İstanbul 1995, s. 30.; Mehmet Hocaoğlu, Arşiv Vesikalarıyla
Ermeni Mezalimi ve Ermeniler, ER-TU Matbaası, İstanbul 1976 s. 1.
[4] Azmi Süslü, “Tarihte Ermeniler”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi (B.T.T.D.), Sayı 23, Ocak 1987, s.6.
[5] Urartu iddiası, Ermeni tarihçileri arasında da pek itibar görmemektedir. Süslü, a.g.m., s. 66.
[6] Afif Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, T.T.K. Yayınları, Ankara 1992, s. 26-27.; Süslü, a.g.m., s. 66.
[7] İhsan Sakarya, Belgelerle Ermeni Sorunu, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1984., s. 4.; Ki Young Lee, Ermeni
Sorunu’nun Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1978., s. 6-7.; Erzen, a.g.e., s. 24.; Uras, a.g.e., s. 98-102.; Kazım
Karabekir, a.g.e., s. 29.
[8] Herodotos, Herodotos Tarihi, Çev: Müntekim Özmen, Remzi Kitabevi. İstanbul, 1991, s.347.
[9] Bu isimler Elazığ-Ergani bölgesinde çıkan bir ayaklanmadan bahsedilirken, bu bölge halkı kasdedilerek
kullanılmıştır.
[10] Fahrettin Kırzıoğlu, “Armenya/Yukaru-Eller-Tarihinin İç yüzü, Dede Korkut Oğuz-namelerinin Mahiyeti”, Tarih
Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, s.133 vd.
[11] Geçmişten Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri, ATASE Yay., Ankara 1989, s. 2.
[12] Uras, a.g.e., s. 24. Sakarya, a.g.e., s.4
[13] Bu iddialardan belki de en ilginci Ermenilerin Türk menşeli oldukları görüşüdür. Sadi Koçaş, Tarih Boyunca
Ermeniler Ve Türk-Ermeni İlişkileri, Altınok Matbaası, Ankara 1967, s.42-43.
[14] İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türkar Yay. Ankara, 2001, s.1-2.
[15] Abdurrahman Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ocak Yayınları, Ankara 1997, s. 7.; Ki Young Lee, a.g.e., s. 4.;
Wilhelm Barthold, “Azerbaycan ve Ermenistan”, Çev: İsmail Aka, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt: VIII-XII, Sayı: 14-23, s. 84.; Cemallettin Taşkıran, Geçmişten Günümüze Karabağ
Meselesi, ATASE Yay., Ankara 1995, s. 47.; Kazım Karabekir, a.g.e., s. 36-38.; Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası,
T.T.K., Ankara 1983, s. 10.
[16] Ermenilerin bu dönem tarihleri hakkında ayrıntılı bilçi bkz.; Gürün, a.g.e., s. 15 vd.; Uras, a.g.e., s. 10 vd.;
Karabekir, “Ermeniler Nereden Geldiler –Nereye Gidiyorlar III”, B.T.T.D., Sayı.20, Ekim 1986, s.72 vd.; Koçaş,
a.g.e., s.21 vd.; Kırzıoğlu, a.g.t, s.135 vd.; Fahrettin Kırzıoğlu, “Belgelerle Selçuklu Fethinden Önceleri Türklerin
Armenya’da Yaşadığını Gösteren Kaynaklar”, B.T.T.D., Sayı 11, Ocak 1986, s. 45 vd.; Süslü, a.g.m., s.67 vd.; Erol
Kürkçüoğlu, “Ortaçağda Bizans ve İran’ın Ermeni Siyaseti”, 21. Yüzyıla Girerken Tarihe Dostça Bakış: Türk-Ermeni
İlişkileri, Yayına Hazırlayan: Berna Türkdoğan, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 2000, s. 46.
[17] Özçelik, a.g.e., 2-3.
[18] Ayrıntılı bilgi için bkz.; Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi Yay., Ankara 1969.; Uras, a.g.e.,
s.14 vd; Koçaş, a.g.e., s.49 vd.; Sakarya, a.g.e., s.14-15.
[19] Bu iddialar da Ermenilerin Hıristiyan Avrupa kamuoyunda oluşturmak istedikleri Ermeni ve Ermenistan
düşüncesinde kullanılan temelsiz bir iddiadır. Bkz., İlter, a.g.e., s.18.
[20] Uras, a.g.e., s. 145.
[21] Özçelik, a.g.e., s.3-4.
[22] Ermenilerin erken dönem, tarihi, etnik, kültürel ve dini durumları ve Türk Ermeni münasebetleri hakkında geniş
bilgi için, Esat Uras, Kamuran Gürün, Sadi Kocaş ve diğer araştırmacıların eserlerine bakılabilir.
[23] Cevdet Küçük, Osmanlı Diplomasisinde Ermeni Meselesinin Ortaya Çıkışı 1878-1897, İstanbul 1987, s. 3-8.
[24] Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler ve Ermeni Olayları, MEB. Yay., Ankara, 2001, s.63.
[25] Özçelik, a.g.e., s.11 vd.
106 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
ve
ERMENİ FAALİYETLERİ
Erkan GÖKSU
Ermeni Meselesinin ilk defa uluslar arası platformda gündeme getirilmesi ile başlayan süreçte
Ermeniler, batılı devletlerden aldıkları destekle geniş çaplı propaganda ve eylem hareketine
girişmişler; Osmanlı Devleti’nin parçalanarak kendilerine vaat edilen hayali Ermenistan’a
ulaşacakları günü beklemeye koyulmuşlardır.
Meşrutiyetin ilanından sonra Avrupa çalışan Ermeni komiteleri, siyasi suçlular, kaçaklar ve
serserilerin sayıları İstanbul’da büyük bir artış göstermişti. Hele şapkalarıyla, Rus lehçesi ile
konuştukları Ermeniceleri ile özellikle Taşnaklar göze çarpıyorlardı. Meşrutiyetin getirdiği
özgürlük ortamı Ermeniler için şu sonucu ortaya koydu. Bu ülkede iki ayrı dinden, iki ayrı ulusa
yer yoktur. Anadolu özellikle Çukurova’dan itibaren ya Türklerin ya da Ermenilerin olacaktı.[1]
Birinci Dünya Savaşının patlak vermesi, Ermeniler için amaçlarına ulaşma yolunda giriştikleri yeni
ve hareketli bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ermeniler, Türk hatta Rus ve İran egemenliğinden
kurtularak, bağımsız bir Ermenistan kurma emellerine ulaşabilmek için, daha etkili ve sistemli
bir mücadeleye girişmişlerdir. Onların bu çabaları, büyük devletlerin tahrik ve destekleriyle had
safhaya ulaşmıştır. Zira büyük devletler Ermenilere bağımsızlık vaat etmişler ve hem içerdeki
hem de dışarıdaki Ermenileri silahlandırmışlardır. Bu devletlerin asıl amacı, Osmanlı devletini
savaştan kısa sürede çıkararak saf dışı bırakabilmektir. Bu durumda Ermenilerin tarihi emelleri,
büyük devletler tarafından kullanılmıştır. Bu tahrik ve yönlendirmeye açık olan Ermeniler de,
büyük devletlerden aldıkları desteklerle faaliyetlerini hızlandırmışlar, propaganda ve silahlı hareket
konusunda etkilerini artırmışlardır.[2]
A) Savaş Öncesi Hazırlıkları
Seferberliğin ilan edilmesinden önce İstanbul Galata’daki Ermeni Büyük Merkez Okulunda
patrikhane başkanlığında bir araya gelen Ermeni komiteleri, (Hınçak, Taşnak, Ramgavar vb.)
Osmanlı Devletinin savaşa katılması halinde “Ermenilerin Osmanlı Hükümetine bağlı kalmaları,
askerlik görevlerini yerine getirmeleri ve dış tahriklere aldanmamaları konusunda” karar
almışlardır.[3] Ancak Osmanlı Devletine sadık kalma konusunda zikredilen bu kararlar, daha çok
hükümeti kuşkulandırmamak için alınmış, aldatıcı kararlardır.[4] Ermenilerin hükümete sadık
kalma konusunda aldıkları kararlarında samimi olmadıkları alınan istihbarattan öğrenildiği gibi,
daha sonraki olaylarla da ortaya çıkacaktır. Daha Ağustosun başında, seferberliğin ilanından önce
Erzurum’da toplanan 8. Taşnak-sütyun kongresinde, bu samimiyetsizlik ciddi ve tehlikeli bir
şekilde belirmiştir. Kongrede Doğu illeri başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden gelen,
hatta milletvekili olan bir çok temsilci hazır bulunmuştur. Kongre devam ettiği sırada da Osmanlı
hükümetinin seferberlik ilan ettiği öğrenilmiştir.
Bu kongrenin toplanma amacı hakkında net bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Kongreye hükümetin
gözlemci gönderip göndermediği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı yazarlara göre Ermenilere
yönelik Doğu Anadolu idarî reformunun gündemde olduğu bir zamanda Erzurum’da böyle bir
kongrenin toplanması gayet doğaldır.[5] Ermeni yazarlara göre ise amaç; “Osmanlı devletini savaşa
girmekten vazgeçirmek”tir ki, kongre sonucunda varılan karar da “Osmanlı devleti savaşa girerse
Türk Ermenilerinin hükümete sadık kalmaları ve ülkeyi korumada hizmet etmeleri” şeklindedir.[6]
www.ulkuocaklari.org.tr 107
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ancak konuşulan konular ve alınan kararlar hakkında Osmanlı hükümetinin aldığı istihbarat ve
sunulan rapor, Ermenilerin Erzurum’da I. Dünya Savaşı boyunca yapacakları faaliyetleri planlayıp
karalaştırdıklarını göstermektedir. Bu rapor şu şekildedir[7];
“Türkiye’nin yok olma anının yaklaştığı her tarafta ilana başlanıldı. İstanbul’da yapılan büyük
kongrenin sonuçlarını bildirmek ve gereken düzenlemeleri yapmak almak üzere Mebus Papasyan ile
Viremyan Erzurum’a geldiler. Kafkasya’dan gelen Taşnak delegelerinin de katılımıyla Erzurum’da
büyük bir toplantı yaptılar.
Rusların Osmanlı Ülkesinden alacakları toprakları Ermenilere vererek, bağımsızlıklarının
sağlanacağı hakkında Ruslarla belirlenen uyuşma şekli Erzurum toplantısında konuşuldu. Kongre
Rus-Ermeni ittifakını onaylayarak ve komitelere bildirilmek üzere şu kararları aldı:
“Savaş ilanına kadar sükûnet ve itaatlarını muhafaza etmek, fakat bu zaman zarfında Rusya’dan
gelecek ve içeriden bulunacak silahlarla donanımlı bir hale gelinecektir.
Savaş ilan edilirse Türk ordusundaki Ermeniler silahlarıyla Rus ordusuna katılacaklardır.
Türk ordusu ilerlerse sükunet muhafaza edilecektir.
Türk ordusu geri çekilirse ya da ilerleyemeyecek bir hale gelirse çeteler derhal ordu gerisinde
ellerindeki programa göre faaliyete geçeceklerdir.”[8]
Kongrede ayrıca;
“İttihat ve Terakki hükümeti gayr-ı müslimlere, özellikle de Ermenilere karşı uyguladığı siyasetten
ötürü eleştirilmiş ve hükümetin Doğu Anadolu’ya yönelik olan reform programı konusunda
samimi olmadığından söz edilerek, İttihat ve Terakkiye muhalif olunması, cemiyetin siyaseti ve
programının tenkit edilmesi ve cemiyetle ve teşkilatıyla şiddetle mücadele edilmesi;
Ermeni yerleşim birimlerindeki köy bekçilerinin oluşturulması ve bunların resmî hükümet
silahlarıyla donatılması, jandarma birliklerinde Ermenilerin sayılarının artırılması;
“Müdafaa-i şahsiyye” (bu ifade komitelerce doğrudan doğruya silah manasında kullanılmaktadır.)
konusunda bu yıldan itibaren komitelerin bütün mesaisinin bu konuya sarfı, bu amaçla para ve
çeşitli araçlardan çok mıntıkalar teşkilatının büyütülmesi ve desteklenmesi ve sırf “müdafaa-i
şahsiyye” yani silah işleriyle uğraşmak üzere beş kişiden oluşan bir genel merkez oluşturulması;
Propaganda ve basın-yayın faaliyetlerinin artırılmasına, bazı gazetelerin para toplama işi için
aracılık etmesi...”
konularında da karara varılmıştır.[9] Bu kararlar bütün Ermenilere ve taşra teşkilatlarına da
duyurulmuştur.[10]
Yine Ermeni yazarlara göre, aynı kongreye Osmanlı Devletinin temsilcilerinin katıldığı ifade edilmiş
ve olası bir Türk-Rus Savaşında devlete sadık kalmalarını, Kafkasya ötesinde Rus Ermenileri
arasında bir ayaklanma çıkarmalarını ve bu bölgenin ele geçirilmesinde yardımcı olmalarını
istemişlerdir. Hatta Ermeniler de yapacakları bu hizmete karşılık, Osmanlı topraklarından bazı
yerlerin de katılımıyla özerk bir yönetim kurdurmayı teklif etmişlerdir. Buna karşılık Ermeni
temsilcileri bu önerileri kabul etmeyerek devlete sadık kalacaklarını, ayrıca Rus Ermenilerini
ayaklandırma faaliyetine katılmayacaklarını bildirmişlerdir. Ancak Osmanlı hükümetinin tekliflerini
kabul etmeyen Taşnak-sütyun komitesi, aynı teklifleri Osmanlı Devletine yönelik olarak yapan
Rus temsilcisi Daşkov’a ılımlı davranmış ve Tiflis’te bir toplantı düzenleyerek Rus önerilerini
kabul etmiştir. [11]
108 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1- Silahlanma Faaliyetleri
Osmanlı Devletinin savaşa girmesi, Ermeniler için “... Artık Türkiye Ermenileri adını taşıyan o
kanlı tarihe son verme zamanı”[12] olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla her Ermeni’nin, “...
vatanî vazifesini yapmak ve Türklerin başını ezmek için...” mücadeleye girişmesi gereklidir.[13]
Ermeni komiteleri bu amaçla 1913-14 yılları arasında bir yandan propaganda ve teşkilatlanma
çalışmalarına hız verirken, bir yandan da hızlı bir silahlanma faaliyetine girişmişlerdir. Zira onlara
göre “silah meselesi önemli bir iştir. Ve bunun gerekliliğini herkes bilmektedir”.[14]
Bu yoğun silahlanma faaliyetleri komite yazışmalarında çok açık bir şekilde görülmektedir. Hınçak
liderleri, komite üyelerindeki silah azlığından şikayet ederek; “... komitacılık yalnız düşünce
ile olmaz, eylem olmadıkça hiçbir şeye yaramaz.” düşüncesiyle, silah konusunun kendilerini
en fazla meşgul eden bir sorun olduğuna dikkat çekmişlerdir. Yine komiteler ve bu komitelerin
şubeleri birbirlerine silah ve cephaneleri hakkında bilgiler vermiş, çeşitli yazışmalarda silah
ihtiyacını gidermek için para bulunması, silahların güven içinde istenen yerlere taşınması, silah
almakla görevli komite üyeleri gibi konular ifade edilmiştir.[15] Sözünü ettiğimiz olaylardan
başka, Rusya’dan Doğu Anadolu’ya silah sokulduğuna dair de bilgiler mevcuttur. Bunların bir
kısmı Ermenilerin kendi gayretleri sonucunda, bir kısmı ise Ruslar tarafından oluşturulan çetelere
verilmek üzere çeşitli yerlere gönderilmiştir.[16] Böylece Ermenilerin yaşadığı yerler birer silah
deposu haline getirilmiştir. Bu silahlar Osmanlı görevlileri tarafından zaman zaman saptanmış ve
yakalanmıştır.[17] Ancak silahlanmanın tehlikeli bir boyuta ulaştığı gözlenince 26 Nisan 1915’te
geçici bir kanun çıkartılmıştır. Bu kanuna göre, gayr-i müslimlerin özellikle de Ermenilerin ellerinde
bulunan silah, cephane, bomba ve bunların yapımından kullanılan her çeşit maddenin Harbiye
Nezaretince toplatılması istenmiştir. Bunun üzerine Anadolu’nun her tarafında Ermenilerin ev ve
iş yerlerinde yapılan aramalarda binlerce silah ele geçirilmiştir. Ele geçirilen silah ve mühimmatın
listesi, illere göre aşağıda verilmiştir. Ancak bu rakamların yüzeysel bir arama sonucunda ortaya
çıktığı ve sadece memleketin iç kesimlerinde elde edilen sayılar olduğu unutulmamalıdır. Erzurum,
Van, Bitlis, Sason, Erzincan ve Karaköse gibi bölgelerde o sırada çarpışmalar olduğundan, tam bir
arama yapılamamıştır. Söz konusu şehirlerde 50 bin tüfek mevcut olduğu tahmin edilmektedir.
Dolayısıyla tablodaki sayılara bunlar da eklenmelidir.[18]
Silah ve Mühimmat Araması Yapılan Merkezlerde Bulunan Silah ve Mühimmat Sayısı
Bursa
400 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
İzmit
100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Sivas
100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Arapkir
Çok sayıda tabanca ve hançer
İzmit
200 Tüfek, 50 bomba, 10 gaz tabancası, bomba ve dinamit
Dörtyol
150 Tüfek
Samsun
250 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Trabzon
100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Urfa
180 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Merzifon
200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Amasya
100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Adana
200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
www.ulkuocaklari.org.tr 109
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Hasanbeyli
100 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Saimbeyli
1200 Tüfek, çok sayıda cephane ve el bombası
Elazığ
100 Tüfek, barut deposu, cephane ve bombalar
Malatya
200 Tüfek, barut deposu, cephane ve bombalar
Diyarbakır
450 Tüfek
Maraş
300 Tüfek
Antep
300 Tüfek
Halep
Çok sayıda el bombası
Kayseri
150 Tüfek
Toplam
4780
2- Gönüllü Ermeni Alayları ve Çeteler
Ermeniler amaçlarını gerçekleştirebilme konusunda en büyük desteği Rusya’dan almışlardır. Bu
birliktelik, Rusya’nın da uzun süredir beklediği bir olaydır. Ruslar Ermenilere, alacakları yerlerde
Özerk bir Ermenistan kurulacağı sözünü vermişlerdi.[19] Bu amaçla daha Osmanlı devleti savaşa
girmeden bir yandan Kafkasya’da hazırlıklar başlamış ve gönüllü alayları kurulmuş; bir taraftan
da Doğu Anadolu’da çeteler teşkil edilmiştir. Bu grupların başlarına da tanınmış ihtilalciler
geçirilmiştir. [20]
Meşrutiyet’in ilanından sonra politik yönde ve ihtilalci yapıla olan komitecilerin çalışmalarına son
vermeleri ve Meşrutiyet’in koruyucu bekçileri olarak memleketin onarılmasına, ekonomik yönden
yükseltilmesine çalışmaları gerekmekteydi. Komiteler de buna karar vererek faaliyetlerine başladılar.
Bu amaçla da gönüllü Ermeni alayları ve çetelerinin kurulmasına bir zemin hazırlandı.[21]
Gönüllü alaylarının kurulması işi Ermeni liderleri ile Rusya arasındaki görüşmelerden sonra
kesinleşmiş ve Rusya, bu işi daha koordineli bir hale getirebilmek için Tiflis’te bir Ermeni Ulusal
Bürosu kurmuştur. Burada gönüllüleri yetiştirme görevini de, Kafkasya genel valisi Daşkov’a
vermiştir. Türkiye’deki Ermeni ileri gelenleri de Tiflis’e geçerek bu alayların kurulmasında görev
almışlardır. Bunlar arasında “Armen Garo” takma adını kullanan Osmanlı Erzurum milletvekili
Karakin Pastırmacıyan ve Van milletvekili ve aynı zamanda da Taşnaksütyun yetkililerinden olan
V. Papazyan gibi isimler bulunmaktadır.[22]
Rusya, İran ve Kafkasya’daki Ermenilere silah dağıtmış[23], dünyanın her yerinden Kafkasya’ya
gelen Ermeniler, hem Rus ordusuna, hem de oluşturulan çete ve intikam alaylarına gönüllü
olarak girmişlerdir. Bunların silah ve yiyecekleri Rusya, elbise ve atları ise kendileri tarafından
karşılanmıştır.[24] Her tarafta gönüllü listeleri dolaştırılmış; Rusya, İran, Amerika, İngiltere,
Fransa, Bulgaristan, Romanya ve hatta Buhara’dan çıkan gönüllüler, mallarını satarak, iş ve
topraklarını bırakarak Tiflis’e gelmişlerdir.[25] Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz direktifler
uyarınca, askere alınmak istenen Ermeniler orduya katılmamış, alınanlar ise silahlarıyla
beraber kaçmışlardır. Bunlardan büyük bir kısmı Rusya’ya gitmiş ve gönüllü Ermeni alaylarına
katılmışlardır.[26] Bu gönüllülerin sayısı, Rusların üç kolordusunda kendi kaynaklarına göre 180
bin kişi civarındadır.[27]
Gerek Türkiye’den gerekse Rusya ve diğer memleketlerden gelerek Rus saffına koşan Ermeni
gönüllülerinin bir kısmı da Türk sınırına ve içerilere gönderilmiştir. Bunlar arasında casus olarak
ele geçirilenler de mevcuttur. Ruslar, Ermeni ileri gelenleri liderliğinde oluşturdukları bu çeteleri
para ve silah bakımından da iyice kuvvetlendirmiştir. Çetelerin teşkilatlandırılmasında dikkat
110 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
edilen husus, seçilen yerlerin stratejik bakımdan önemli olmasıdır. Türk ordusunu arkadan vura
bilecek yerler (Pasinler, Van, Bayezid vb.) ve ordunun ikmal yolunda bulunan Sivas ve Şarkî
Karahisar gibi bölgelerde Ermeniler tahrik ve teçhiz edilmiştir. Çete faaliyetleri yapan, bu çetelere
adam toplayan, silah kaçıran, saklayan ve bulan bir çok kişi yakalanmış ve bunların faaliyetleri
hükümete bildirilmiştir.
Aslında Osmanlı hükümeti Ermenilerin bu faaliyetlerini çok önceden haber almakla beraber, henüz
olay patlak vermediğinden harekete geçmemeye ve karşı tedbirlerle yetinmeye karar vermiştir.
Küçük çaplı hareketlerin başladığı sıralarda ise bizzat Enver Paşa Ermeni patriğini çağırarak
ona; “Ermenilerden bu durumda sadakat beklerken onların köy basıp Müslümanlara ve devlete
zarar verdiklerini, Patriğin onlara nasihatte bulunmasını, aksi halde bu durumun genel bir şekle
bürünmesiyle, en sıkı askerî tedbirlerin alınacağını” söylemiştir. Ancak Ermeniler, çok önceden ne
şekilde hareket edeceklerini kararlaştırmış olduklarından bunların hiçbir faydası olmamıştır.[28]
Kaynaklar
[1] Abdullah Yaman, Ermeni Meselesi ve Türkiye, Otağ Yay., İstanbul, 1973, s.107.
[2] Özçelik, a.g.e., s.20.
[3] Öke, a.g.e., s.101
[4] Uras, a.g.e., s. 581.
[5] Yuluğ Tekin Kurat, “Doğu Anadolu’da Ermeni Sorunu (1900-1920)”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu
İle İlişkileri Sempozyumu (8-12 Ekim 1984 Erzurum), Ankara, 1985, , s:232
[6] Muammer Demirel, Birinci Dünya Harbinde Erzurum ve Çevresinde Ermeni Hareketleri (1914-1918), Genelkurmay
Basımevi, Ankara 1996., s:21
[7] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s.26 vd.
[8] Askeri Tarih Belgeleri Dergisi (A.T.B.D.), S:83, Belge No:1903
[9] E.K.A.H.İ., s:198-200
[10] A.T.B.D., S:83, Belge No:1893
[11] Demirel, a.g.e., s:25
[12] Taşnaksütyun’un savaş bildirisinde geçen bu ifade ve bildirinin tamamı için b.k.z., Uras, a.g.e., s.594.
[13] Kurat, a.g.t., s:233.
[14] E.K.A.H.İ., s.125.
[15] E.K.A.H.İ., s:118, 119 ve muhtelif yerler.
[16] A.T.B.D., S:81, Belge No:1810; Demirel, a.g.e., s:17
[17] A.T.B.D., S:83,Belge No:1903
[18] Tablo için b.k.z., Demirel, a.g.e.,s:19-20; Özçelik, a.g.e., s.23.
[19] A.T.B.D., S:81, Belge No:1804
[20] Özçelik, a.g.e., s.29-30.
[21] Metin, a.g.e., s.119.
[22] Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s. 69-70.
[23] A.T.B.D., S:81, Belge No:1807-1809
www.ulkuocaklari.org.tr 111
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[24] A.T.B.D., S:82, Belge No:1895
[25] Uras, a.g.e., s:592
[26] A.T.B.D., S:83, Belge No:1896, 1899, 1902
[27] Demirel, a.g.e., s:36
[28] Talat Paşa’nın Anıları, Haz:Alpay Kabacalı, İstanbul, 1994, s:71; Hamit Pehlivanlı, “Gölge Oyunu, 1915 Haklı
Tehcir Olayının Ermenilerce Bir Soy Kırım Gibi Yansıtılması”, Askeri Tarih Bülteni, Yıl 21, Sayı 40, Şubat 1996,
Ankara 1996, s. 90.
112 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA
ERMENİ İSYANLARI
Erkan GÖKSU
Osmanlı Hükümeti 1-2 Ağustos 1914 tarihinde savaşta tarafsız kalacağını açıklamış ve “tarafsızlık
kararına karşı çıkacak devletleri bu karara uymaya mecbur etmek” için, Osmanlı ordusunun
seferber hale konulmasına karar vermiştir. Hemen arkasından da “tedabir-i ihtiyatî” gerekçesiyle
seferberlik ilan edilmiştir. (2 Ağustos 1914) Ancak Osmanlı Devleti her ne kadar daha sonraları da
savaşta tarafsız kalacağı yönünde açıklamalar yapmışsa da, seferberliğin ilan edildiği gün OsmanlıAlman ittifakına imza atmıştır.[1] Bu seferberliğe ilk defa Ermeniler de dahil tutulmuştur.[2] Ancak
daha önce de belirttiğimiz gibi Ermenilerin, seferberliğin ilanı ve savaşın başlamasıyla beraber
yapacakları işler önceden kararlaştırılmış ve ciddî olarak hazırlığı yapılmıştır. Artık son direktifler
verilmiş, beyannameler neşredilmiştir.
Nitekim seferberliğin ilan edildiği gün, Ermeni komitelerinin İstanbul merkezlerinde bir
fevkaladelik görülmüştür. Ermeni komiteleri arasında (Taşnaksütyun, Hınçak, Ramgavar vb.) her
zamankinden daha fazla bir beraberlik ve ortak faaliyet çalışması görülmüştür. Ermeni liderleri
taşra teşkilatlarına şifreli talimatlar vermişlerdir. Bu talimatlara göre; “Rus ordusu sınırdan ilerler
ve Osmanlı askeri çekilirse; her tarafta eldeki bütün imkan ve araçlarla isyan edilecek, Osmanlı
ordusu iki ateş arasında bırakılacak, binalar ve resmi daireler bombalanacak, yakılacak, hükümetin
kuvveti dahilde işgal olunacak, levazım kafileleri vurulacaktır. Eğer Osmanlı ordusu ilerler ise
de, Ermeni askerleri silahlarıyla beraber Ruslara katılacak ve birliklerinden firar ederek çeteler
oluşturacaklardır.”[3] Ayrıca; “... her bir Ermeni’nin seferberliğe şiddetle muhalefet etmeye
mecburdur...” denilerek, Ermenilerin seferberliğe karşı koyması açıkça istenmiştir.[4]
Aynı günlerde Rus ve Ermenilerin ortak amacı bir kez daha gündeme getirilmiş ve Ecmiyazin
Katagigosu Kevork, Rusya’nın Kafkasya genel valisi Daşkov’a müracaatla, Ermenilerin Rusya
tarafından korunmasını isteyerek buna karşılık Osmanlı Devletine karşı Ruslarla beraber
savaşacaklarını söylemiştir. Daşkov ise yine bu sıralarda Tiflis’te, Osmanlı topraklarının (altı
vilayetin) Ermenilerin yardımıyla ele geçirilmesi halinde, burada bir Ermeni muhtariyetini
tanıyacaklarını ilan etmiştir.[5] Yine Rus çarı Nikolas da Eylül 1914 tarihinde beyanname ile
Ermenileri Rusların yanında savaşmaya çağırmış ve beyanname komitelerce Ermenilere aynen
nakledilmiş[6] ve Taşnaksütyun “Doğru bir iş için, kurtuluşumuz için savaşacağız. Biz yalnız
değiliz; bizimle birlikte Avrupa’nın kültürlü milletleri de vardır. Alman Vandallarına Türklerinin
gönüllülerine karşı mücadele edeceklerdir. Ermenistan’ın kurulma zamanı gelmiştir. Ermeniler,
Türkler aleyhine silaha sarılın!” diyerek askerî faaliyetlere katılmayı öğütlemiştir.[7]
Bu arada diğer komiteler ve basın yayın organları da boş durmamış ve Ermenileri galeyana getirici
bildiriler yayınlamışlardır. Hınçak komitesinin yayın organı olan Hınçak gazetesi, Ekim 1914
tarihinde yayınladığı beyannamede;
“...Hayatlarını Ermeniliğin kurtuluşu uğruna feda etmeye hazır olan kahramanlar, maddî ve manevî
kuvvetleriyle meydana atılsınlar...O halde ileri arkadaşlar, iş başına! Ölümümüzle, Ermenistan’ı
tehdit eden ölümü ezelim ve bu suretle Ermenistan yaşasın, ebediyen yaşasın.”[8] demek suretiyle
Ermenilerin bekledikleri günün geldiğini ifade etmiştir.
Görüldüğü gibi Ermeniler, tarihî emellerine ulaşmak için gereken bütün hazırlık, siyasî ve askerî
www.ulkuocaklari.org.tr 113
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
destek, plan-program ve örgütlenme aşamalarını tamamladıktan sonra, Osmanlı devletinin savaşa
girmesini beklemeye koyulmuşlardır. Belli bir plan ve yönlendirme ile hareketlenen Ermeniler,
Osmanlı-Rus savaşının başlaması ile bütün planlarını uygulamaya koymuşlardır. Tarihî emelleri
uğruna ve hasım devletlerin kışkırtmaları ile, uzun bir süre beraber ve huzur içinde yaşadıkları;
ancak şimdi tarihinin en kötü günlerini yaşayan Osmanlı devletine ve sivil Müslüman halka insanlık
sınırlarını zorlayan muameleleri reva görmüşlerdir.
Bu dönemdeki ilk Ermeni olayları Zeytun’da başlamıştır. Seferberliğin ilanından sonra (17
Ağustos 1914) Zeytunlu Ermeniler Osmanlı hükümetinden askerî hizmet karşılığı olarak komutan
ve subayları kendileri tarafından tayin edilmek üzere ayrı bir Ermeni alayı kurmak istemişlerdir.
Hükümetin bu isteği reddetmesi üzerine, Zeytunlu Ermeniler tarafından bağımsız bir “Zeytun
Ermeni Alayı” kurmuşlar ve çevre köylere saldırarak çok sayıda kişiyi öldürmüşlerdir.[9] Aynı
grup, Andırın’ı basarak burada da 100 kişiyi katletmişlerdir.[10] Yine aynı tarihlerden itibaren,
Siirt, Ağrı, Çukurova, Erzurum, Van, Bitlis, Muş, Eleşkirt, Trabzon, Artvin ve Kağızman’dan
Ermenilerle ilgili isyan haberleri gelmeye başlamıştır.[11] Bu isyan ve terör olayları şu şekilde
özetlenebilir:[12]
a) Bitlis ve Muş Olayları
Ermeni komiteleri en çok önem verdikleri bölgelerin başında Van, Muş ve Bitlis yörelerine
geliyordu. Bölgenin yolları, genellikle açık ve ulaştırma için uygundu. Bitlis; Van-DiyarbakırHalep-İskenderun yolu üzerinde önemli bir yerleşim merkeziydi. Ermenilerin Muş ve Talori
İsyanları da bu yörede çıkmıştır. Bu sebepledir ki gerek komiteler, gerek patrikhane bu yöreyi
en seçkin, en kudretli temsilcilerini, ruhanilerini ve murahhaslarını göndermekte büyük bir özen
gösteriyorlardı.[13]
Bölgenin bu özeliği sebebiyle Patrikhane, Ermeni davası için en uygun kişileri ve din adamlarını
değişik görevlerle bu bölgeye göndermiştir. Patrikhanenin ve komitelerin Osmanlı yönetimine
karşı Avrupa’ya yaptığı şikayet ve başvurmalarda daima bu iki ildeki olaylardan söz edilmiş;
ıslahat sorununda da yine bu iller ileri sürülmüştür. Bu bölge, bir gün bile Ermenilerin saldırı ve
isyanlarından kurtulamamıştır.
Bitlis yöresindeki Ermeniler, sudan sebeplerle olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Taşnak komitesi
tarafından Van’da yayınlanan Eşhadank ve Vandosb, Erzurum’da yayınlanan Haraç gazeteleri
bu olayları, yabancı ülkelerdeki Ermenilere duyuruyorlardı. Komiteler, bu olaylarla Ermenilerin
bir özerkliğe kavuşturulmasını amaç ediniyorlardı. Seferberliğin ilanından sonra Taşnak komitesi
Rusya’dan gereken talimatı alarak bu bölgede tanınmış komitacılardan Van Mebusu Vahan
Papasyan’ı getirmişti.
Seferberlik ilanına uyan Türk gençleri vatan savunmasına giderken, Osmanlı vatandaşı olan
Ermenilerin pek çoğu bu çağrıya uymamış, uyanlar da silahlarıyla birlikte kıtalarından kaçmaya
başlamışlardı. Ocak 1915’te Bitlis’in Hizar kazasının Sekür Köyü Ermenileri, asker kaçağı
aramaya giden jandarma müfrezesine, Osmanlı Hükümeti’ne asker vermeyeceklerini ve hükümeti
tanımadıklarını söyleyerek silah kullandılar ve jandarmaları öldürdüler.
Aynı durum, Korsu, Akhis, Beygeri, Arşin, Tasu gibi büyükçe köylerde de tekrarlandı. Komitalar
Van-Bitlis arasında Gevaş yolunu ve buradan geçen önemli haberleşme hattını kestiler. Bu köylerde
isyan devam ederken merkeze bağlı Viyris Köyü’nde de 20 Şubat 1915’te çarpışmalar çıktı. Bunu
Hizan ve Bitlis bölgesindeki isyanlar izledi.
Muş Ovası’nda da olaylar görülmeye başlandı. Akan bucağı Kümes Köyü’ne giden Bucak
Müdürü’yle yanındaki jandarmaların oturdukları eve sekiz saat süreyle ateş edildi. Jandarma ve
milislerden 9 kişi öldü. Buradaki harekatın Muş Taşnak delegesi Rupen ve komite başkanlarından
tanınmış Esro ve Papazyan tarafından yönetildiği açıklığa kavuştu. Asker toplamak için Hizan’a
giden Bitlis Jandarma Alay Komutanı’yla emrindeki müfrezenin Karkar Deresinde yolları kesildi.
114 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yedi saat çarpışmadan sonra bir jandarma eri şehit düştü.
Bu sırada Erzurumlu meşhur Üzümlü Lato, Van fedailerinden meydana gelen Mokes ve Hizan
çevresinde etkinliklerde bulunmuştur.
Ermenilerin bu isyanlarındaki amaçları, harekat, ulaşım ve askeri haberleşmeyi aksatmak, askeri
kuvvetleri meşgul etmekti. Bunun için de Bitlis’te ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
Bitlis’teki Rus konsolosu, İstanbul’daki Rus elçisine gönderdiği 24 Aralık 1912 gün ve 63 sayılı
raporunda şöyle diyordu:
“Ermeni kamuoyunun yukarıda belirtilen duruma gelmesinde Taşnak Komitesi’nin büyük bir payı
vardır. Komite, Ermenilerle Müslümanlar arasında çatışmalar çıkarmaya ve meydana gelecek
kötü durum üzerine Rusların işe karışmasını sağlamaya ve buraların Rus askerleri tarafından ele
geçirilmesine bütün güçleriyle çalışmaktadırlar.”[14]
b) Erzurum İsyanları
Erzurum yıllarca Ermeni isyanlarına sahne olmuştur. Rus ve İngiliz konsolosları burada çok büyük
oyunlar çevirmişlerdir. Komitecileri eski Erzurum isyanlarında kışkırtan, silah veren, korumaya söz
veren ve en şiddetli olayları çıkarttıktan sonra konsoloshane kapılarını Ermeni isyancıların yüzüne
kapayan Ruslar, Birinci Dünya Savaşı sırasında da Erzurum Ermenilerini yönlendirmişlerdir.[15]
Seferberliğin ilanından sonra yıllarca Ermeni isyanlarına, kıyım ve kırımlara sahne olan Erzurum
bölgesinde savaş başladığı zaman, il merkezi ve sancaklarda Ermenilerden silah altında bulunanlar,
kendi silahlarıyla birlikte Ruslara sığınmışlardır. Rus Hükümeti bunları silahlandırarak çeteler
kurmuş ve Anadolu içerisine salmıştır. Ermeni gençlerini askerlikten kurtarmak için kilise adamları
büyük çaba göstermişlerdir. Erzurum’da seferberliğin ilanından sonra Müslüman halk topluca
askerlik şubelerine başvururken, bir çok Ermeni evlerinde gizlenerek kendilerini dış ülkelere
çıkmış gibi göstermişlerdir.[16]
Ermeniler, bir yandan Türk ordusunun lojistik yollarını tıkamaya çalışırken, bir yandan da halkın
moralini bozmak için Osmanlı’nın ve müttefiklerinin başarısız olduğunu propaganda ettiler ve
düşmanların zaferi için kiliselerde dua ettiler. Ermeniler Erzincan’da kendilerine uzun süre yetecek
yiyecek ve eşyaları daha seferberlik başında hazırlamışlar ve saklamışlardır. Bunlar daha sonraki
aramalarda meydana çıkmıştır.
Kasım 1914’de Kemah’ın Karni Köyü civarındaki Çanlıvank Manastırı’nda toplanan komitacılar
isyan planlarını hazırladılarsa da uygulama alanına konmadan meydana çıkarıldı. Erzurum ve
sancaklarında Ermeniler silahlı olarak evlere saldırmaya, Müslüman kadın ve çocukları öldürmeye
başladılar. Bu sayede bölgeden cepheye gönderilen askerlerin morallerini bozacak ve onların
ailelerinin yanına dönmelerini sağlayarak Türk kuvvetlerinin gücünü azaltacaklardı. Erzincan
bölgesinde pek çok silahlı asker kaçağı, silah, cephane, bomba ile ele geçirildi. Azgın bir komiteci
olan ve yalnız bu nedenle Patrikhane tarafından Kemah’a atanmış bulunan Kemah Murahhasası
çevresinde topladığı gönüllüleriyle Türklere pek çok zulümler yapmıştır.
Osmanlı güvenlik kuvvetleri tarafından tutuklanan Erzincanlı Dikran Papazyan adındaki bir şahıs
“üç beş gün daha gecikme olsaydı, komitelerin aldıkları tertibat ile Erzincan’ı tüm ateşler içinde
bırakacaklarını, yakıp yıkacaklarını; bütün Türkleri, askerleri öldüreceklerini, ancak hükümet
uyanık bulunduğu için bu girişimin başarılı olamadığını” açıkça söylemiştir.[17]
c) Elazığ (Harput) İsyanları
Seferberlikten sonra Elazığ’da da Ermeni askerlerin kaçmaları ve Müslüman halka saldırıları
yaygın bir halde aldı. Bunların en önemlileri şunlardır:
Elazığ İngiliz Konsolosluğu tercümanlığını yapan Osmanlı uyruklu bir Ermeni, çevreyi dolaşmak
www.ulkuocaklari.org.tr 115
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bahanesiyle 11. Kolordu hakkında bilgi toplayarak bunları rapor halinde konsolosluğa vermek
istemiş, fakat bu rapor ele geçirilmiştir.[18]
Yine il içindeki Ermenilerin Paskalya yortularını Rus bayrağı altında geçirmeyi istediklerine dair
birçok mektup yakalandı.
Doğu aşiretlerini kışkırtmak ve Ermenilerle birleşmelerini sağlamak için yapılan çalışmalar meydana
çıkarıldı. Eğin’den (Kemaliye) orduya gönderilmek üzere hazırlanmış olan ikmal maddeleri Eğinli
Filipos ismindeki bir Ermeni tarafından yakılmak istenmiştir. Filipos yangında ölmüş; fakat, evinde
yapılan aramada bu işi Eğin Ermeni Murahhasası’nın teşvikiyle yaptığı, bu olaydan birçok tanınmış
Ermeni’nin de haberi olduğu meydana çıkmıştır. Başta en büyük dini liderleri olduğu halde,
hükümete sadık olduklarını ve asla silahları olmadığını söyleyen Ermenilerden, arama sonunda
yalnız il merkezinde 5.000’den fazla silah, 300 kadar bomba, 40 kg. kadar bomba fitili, 200 paket
dinamit, 5.000 adet dinamit misketi bulundu. Arapkir Ermeni Kilisesi’nde de silah, cephane ve iki
derviş elbisesi ele geçirildi.
Ocak ve Şubat 1915 aylarında Türk askerlerinden yaralı ve sakat olarak evlerine dönenlerin
birçoğunun yollarda ve Ermeni köylerinde pek barbarca öldürüldükleri anlaşılmıştır.
Ruslarla savaşa başlamadan ve başladıktan sonra, Rus ordusuna yardım ve Osmanlı Hükümeti
aleyhinde hareket etmeyi bir görev sayan Ermeniler, gönüllü taburları kurarak Van bölgesine, İran
sınırına gitmişlerdir; bunların büyük bir çoğunluğu ilden kaçan veya yabancı ülkelerden gönüllü
olarak gelen Elazığ Ermenileriydi.[19]
d) Diyarbakır İsyanları
Ermeniler, bu bölgede müslüman halka oranla azınlıkta kalmalarına karşın komite örgütünün ihtilal
düzenini hazırlamışlardır. Rus işgalini kolaylaştırmak, Türk ordusunun hareketini geciktirmek ve
oyalama yolunda ellerinden geleni yapmışlar, askerden kaçmayı teşvik etmişlerdir. Savaştan önce
büyük bir umuda kapılan Ermeniler, her türlü taşkınlığı yapmada bir sakınca görmemişlerdir.
Askere gitmeyen veya askerden kaçan Ermenilerin oluşturduğu “Dam Taburu” için halktan zorla
ihtiyaç maddeleri toplanmıştır. Rusların ileri harekatı halinde yapacakları işleri kararlaştırmışlardır.
Alınan haber üzerine yapılan aramada, komitacıların adamları yakalanmış ve planları
öğrenilmiştir.
27 Nisan 1915’te yapılan baskında da pek çok silah, cephane, bomba ve asker kaçağı ve komitenin
şu bildirisi ele geçirilmiştir:
“Van tarafında Ruslar başarılı olarak ilerlerse bütün Ermeniler, yapılmış olan plan ve özel
emirler gereğince başkaldıracaklar, Müslümanları öldürecekler, şehri yakacaklar, resmi binaları
yıkacaklar, hükümeti zorlayarak Ermeni önerilerini kabule zorlayacaklar ve Rusların işgalini
kolaylaştıracaklar.”
Asker kaçakları, kovuşturmadan korkan gönüllüler Muş, Kiğı, Bitlis, Van, Talori gibi yerlerden
gelenlerle birleşerek her tarafa saldırmaya başlamışlar, rastladıkları perakende askerleri,
Müslümanları öldürmüşler, askeri ikmal maddeleri ulaştırmasını hedef olarak seçmişlerdir.
Diyarbakır Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’Na 27 nisan 1915 tarihli mesajı şöyledir:
Diyarbakır’da asker kaçağı, silah ve mermi araması yapılmıştır; sonucunda pek çok silah, cephane,
askeri elbise, patlayıcı madde bulunmuştur. Ermeni komitacılarından yalnız merkezde 1.000’den
fazla asker kaçağı ele geçirilmiştir.”[20]
e) Sivas İsyanları
Birinci Dünya Savaşından önce de bir takım Ermeni olaylarının olduğu Sivas’ta Birinci Dünya
116 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Savaşının başlaması üzerine de Ermeni olayları çıkmıştır.[21]
Sivas, Ermeniler için, Erzurum kadar önemliydi. Tanınmış Daniel Çavuş ve Murat gibi birçok çete
reisleri buralarda yetişmiş ve büyük olaylar çıkarmışlardır. Sivas’ın Şebinkarahisar ve Suşehri
bölge komitacılar için önemlidir.
Komitacılar buralarda köy köy dolaşarak “Türklerin meşrutiyetten, hürriyetten amaçları Ermenileri
yok etmektir. Eşitlik, kardeşlik sözlerine sakın aldanmayın. Ermeniler, hürriyetlerini silah ve
bombayla alacaklardır. Öküzünüzü satın bomba alın” diyorlardı. Bu propagandacıların başında
Penganlı Piza Mıgırdiç, Gökdenli Murat, Suşehirli Dagisyan Aram, Şebinkarahisarlı Karagözyan
Hemayak vardı.
1913 yılı Ağustos ayı tatilinde Şebinkarahisar ve Suşehri’ne giden Amerikalı öğretmen Mr. Huborg
Şebinkarahisar’dan dönüşünde Suşehri’nde bir gece bahçede yatarken tüfekli öldürülmüştü.
Katillerin önceleri Müslüman olduğu sanılmış, birçok suçsuz Türk tutuklanmış ve haklarında
inceleme başlatılmıştı. Sonunda cinayetin siyasi nedenlerle Ermeniler tarafından yapıldığı anlaşılmış
ve sanıklar serbest bırakılmıştı. Bu cinayetleri yapanlar meydana çıkarılamamışsa da, Türkiye’de
güvenlik olmadığını ve Türkleri barbar göstermek, yabancı devletlerin işe karışmalarını sağlamak
için Ermenilerin yaptıkları anlaşılmıştır.
Yine 1913 yılı Ekim ayında Suşehri’nin Ezbidir bucağı Ermeni Papazı Kerih’in bazı hareketleri
hükümeti kuşkulandırmış ve bir hırsızlık olayından dolayı evi arandığında çalınan eşyadan başka
birçok yasak silahlar da bulunmuştur. Kerih’in tutuklanması, Şebinkarahisar Murahhaslığını
telaşlandırmış ve yaptığı girişimler gözden kaçmamıştır. Bundan da anlaşılıyor ki, Kerih’in yaptığı
her iş, Şebinkarahisar Murahhasalığının isteği ve bilgisiyle olmuştur.
Şebinkarahisar İsyanı’nda Kerih’in oynadığı rol, sonradan daha iyi anlaşılmıştır. Şebinkarahisar’ın
Yaycı Köyü Papazı Siponil bir papazdan çok komitacı olarak tanınmış. Siponil, papaz olmadan
önce Ermeni hareketlerini bizzat yönetmiş, kasım ayında kilise aidatını toplamak üzere köylerde
dolaşırken, “Osmanlılar yenilecekleri bir harbe başladılar. Kısa bir zaman sonra Ruslar cepheden,
biz geriden saldıracağız. Size önceden verilen silahların kullanılma zamanı geldi. Önce silah almakta
kuşkuluydunuz. Bugün elinizdeki silahların yararını göreceksiniz. Silah bulan ve dağıtanları siz
yücelteceksiniz” diyerek propaganda yapıyordu.
Papaz Siponil’in arkasından Panganlı Piza Mıgırdıç, deri ticareti bahanesiyle köyleri dolaşmaya ve
yapılan propagandaları pekiştirmeye başladı. Ermeniler, bütün önlemleri aldıklarını, pek yakında
başarıya ulaşacaklarını sanıyor; fakat, beklenilen bu yakın gün bir türlü gelmiyordu. Bu beklemeye
daha fazla tahammül edemeyen Suşehri Pürek Köyü Muhtarı Agop, “Bu silahları hangi gün için
saklıyoruz” diye bağırarak Zara Özel Örgütü Kafile Memuru Nuri’yi tabancasıyla yaraladı.
Böylece önceden hazırlanan ihtilal olayı meydana çıktı. Yapılan aramada, 150 tüfek ve 10.000
kadar cephane ele geçti. Bu olay, diğer Ermeni köylerindeki silahları da meydana çıkardı.
Yalnız Suşehri ilçesi Ermeni köylerinden 160 silah bulundu. Şebinkarahisar Murahhasası, silahların
hükümet eline geçmesinden düşükleri maddi zararı, moral çöküntüsünü görüyor ve “Ne yapmak
gerekirse yapılsın, silahlar verilmesin” diye ilgililere haberler gönderiyordu. Bu haberlerin etkisiyle
köylerde saklanan silahlar Karahisar Kilisesi’nde toplandı. İleride çıkan Şebinkarahisar İsyanı’nda
kullanıldı.
Seferberlikten önce, Zara ilçesinde Ermeni komite reislerinden Gemisli Tanil ve arkadaşları, Zara
ve Hafik ilçeleri arasındaki Sakar Dağı’nda harman süren 12 Türkü, Karahisar Savcısı Cemal ile
2 jandarmayı ve bölgede daha birçok kimseyi öldürüp soydular. Yalnız Zara kazasında 30 adet
bomba, 45 parça dinamit ve çeşitli silahlar bulundu.
10. Kolordu Komutanlığı’nca 3. Ordu Komutanlığı’na gönderilen 27 Mart 1915 tarihli mesajda
şöyle denilmektedir:
www.ulkuocaklari.org.tr 117
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tokat’ta bir Ermeni evinde silah ve cephane bulunmuştur.
Sivas’ın Kangal kazasının Ulaş bucağındaki Ermenilerden silah ele geçirilmiştir.
Suşehri’nin Purek köyü Ermenileri, 25 Şubat 1915 tarihinde oradan geçen gönüllü ve silahsız
Osmanlı askerlerine saldırmış ve ateş açmışlardır. Bu köyde yapılan aramada silah ve mermi ele
geçirilmiş, 95 asker kaçağıyla 25 suçlu er yakalanmıştır.
Sivas Valiliği’nin İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği 22/23 Nisan 1915 tarihli mesajda ise şöyle
denilmektedir:
“Vilayet içinde Ermenilerin toplu olarak bulunduğu yerler, Şebinkarahisar, Suşehri, Hafik, Divriği,
Gürün, Gemerek, Amasya, Tokat ve Merzifon’dur. Şimdiye kadar Suşehri’nin Türk köyleriyle,
civarında ve Hafik’in Tuzhisar, Horasan köylerinde ve merkeze bağlı Olataş bucağında yapılan
aramalarda pek çok yasak silah ve dinamit bulundu. Ermenilerin bu vilayetten 30.000 kişiyi
silahlandırdıkları, bunlardan 15.000 kişinin Rus ordusuna katıldığı ve diğer 15.000 kişinin de, Türk
ordusunun başarısızlığı halinde ordumuzu gerisinden tehdit edeceği, yakalanan sanıkların ifadeleriyle
kesinleşmiştir. Taşnak Komitesi, Ermeni çete reisi Murat’’n sığındığı Tuzhisar köyüne gönderilen
güvenlik birliğiyle Ermeniler arasında çarpışmalar olmuştur, kaçanlar kovalanmaktadır.”
Kaçak Ermeni Murat’ın aranması için Horasan’a gönderilen müfrezenin aramasında Murat
bulunamamış ise de bir sandık tüfek, bir sandık bomba ve dinamit ele geçirilmiştir.
Hafiğin Tuzla köyündeki aramada da 16 sandık silah, 20 adet bomba bulunmuş; Murat’ın arkadaşları
ile jandarmalar arasında çarpışmalar olmuştur.
Sivas bölgesinde ortaya çıkan olayların yanı sıra, askerî ekmek çıkaran Ermeni fırınlarının
bazıların da ekmeklere zehir koymak suretiyle Türk askerlerini zehirlemeye kalktıkları bile
görülmüştür.[22]
f) Trabzon Olayları
Samsun ve Trabzon, önemli ithalat ve ihracat limanları olduğundan Ermeniler, Anadolu’ya sokmak
istedikleri silah ve cephane için buralardan yararlanıyorlardı. Bu nedenle, buralarda düzenli bir
komite örgütü kurulmuştu. Dışarıdan haber alma ve yabancı memleketlere de bilgi verme işleri,
buralardan kolaylıkla yapılabiliyordu.
Giresun İskelesi de önemliydi. Burada komisyonculuk yapan Vahan Badilyan ve Kel Artin adındaki
iki Ermeni, silah ulaştırmasını yönetiyorlardı. Bir gün, vinçten düşen bir saman balyasının içinden
çıkan pek çok tüfek ve mermi, kaçakçılık olayını meydana çıkardı.
Buralarda ekonomik yönden üstün olan Ermeniler, seferberlik davetine uymadıkları gibi
Müslümanları da uymamaya zorladılar.
Giresun’un bir Rus torpidosu tarafından bombardımanında büyük sevinç gösterileri yaptılar.
Hükümet memurlarını ve Müslüman halkı küçük düşürücü hareketlere yeltendiler.[23]
g) Yozgat Olayları
Birinci Dünya Savaşı döneminde Yozgat’ta da birçok Ermeni olayları çıkmıştır. İlk olarak
Boğazlıyan’ın Orih Ermeni köyü halkı tarafından, Çayırşehri köyünün çeşitli yerlerine dinamitler
yerleştirilmiş ve bunlardan birisinin patlamasıyla bir Türk çocuğu ağırca yaralanmıştır. Bunun
üzerine Orih, Menteşe ve İğdeli Ermeni bölgesinde arama yapılmış, birçok silah, cephane ve
patlayıcı madde ve komitelerin propaganda evrakı bulunmuştur. Asker toplamak üzere köylere
giden jandarma komutanına ve jandarmalara silahla saldırılmıştır. Çatkebir köyü yanındaki
ormanlığa sığınan yüzden fazla silahlı Ermeni, jandarmalara, askerlere ve yoldan geçen suçsuz
halka saldırmışlardır. Akdağmadeni kaza merkezinde Ermeniler birkaç defa bomba atmışlar ve
gösteriler yapmışlardır.
118 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Buradaki komitacılar, diğer bölgelerden haber alıyorlar ve onlarla şifreli olarak konuşuyorlardı.[24]
Askere gitmemek, tek tek saldırılarla Türk halkını kışkırtmak ve aşağılamak, askere giden Türk
ailelerini korkutmak, genel bir şekilde sürüp gidiyordu.[25]
h) Van İsyanı
Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı sırasında çeşitli bölgelerde çıkardıkları isyanlar içinde sonuçları
bakımından en önemlisi İkinci Van isyanı olmuştur. O dönemde Van’da Türk, Ermeni, Nasturi veya
Keldani cemaat arasında İttihat ve Terakki, Taşnaksutyun, Ramgavar, Hınçak, Parti Serakan, Parti
Karsakan adlarında 4 parti ve 2 hayır derneği bulunmaktadır. Ermeni parti ve dernekleri, Ermeni
halkını eğitmiş ve silahlandırmışlardır.[26] Ermeni din adamları ve komitacılar ise Rusya’nın
bilgisi ve gözetiminde hareket etmişlerdir.[27] 1908’de başlayan bu tür organizasyonların arkasında
Rusların bulunduğu, Rusya’nın Van konsolosu ile Rus Büyükelçisi arasındaki yazışmalardan açıkça
anlaşılmaktadır. Söz konusu destek, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Trabzon konsolosu
Moricz tarafından 30 Ocak 1914 tarihli bir raporda şöyle belirtilmektedir: “Ruslar, Ermenileri
harekete geçireceklerdir. Bu maksatla çok para harcıyorlar, gizlice asilerin hizmetlerine silah sevk
ediyorlar ve bir Ermeni ayaklanmasının patlak vermesine aracılık ediyorlar.”[28]
Bütün kışkırtmalara rağmen Van vali vekili Cevdet Bey, 1 Aralık 1914’te Ermeni ileri gelenlerini
toplayıp kendileriyle bir görüşme yaparak Müslümanlarla Ermenilerin arasında çıkacak olayların
devlete vereceği zararları anlatmışsa da hiçbir sonuç elde edememiştir.[29] Aksine Ermeni
komitacıları, Van ve çevresinde savaşın çıkışından itibaren başlattıkları mezalimi daha da
arttırmışlardır. Özellikle Mahmudiye’de Müslümanlarını toplu halde katlederek camileri ahıra
çevirmişlerdir. Mahmudiye kaymakamı 15 Mart 1915 tarihli yazısında Ermenilerin bu hareketlerini
hükümete rapor etmiştir.[30] Van valiliğine getirilen Cevdet Bey ise 25 Mart’ta, Rusların Van’ı
işgalini kolaylaştırmak için Ermenilerin büyük bir hazırlık içinde bulunduklarını ve her tarafta
birden isyan edeceklerini bildirmiştir.[31]
Osmanlı devleti o günlerde Çanakkale’de ve Irak’ta ölüm-kalım savaşı vermekte, Van bölgesinde
bulunan asker ise, Rusların Kafkaslardan yaptıkları saldırılara karşı savaşmaktadır. Bu durumu
değerlendiren Ermeni çeteleri 15 Nisan 1915’te önce Van çevresinde, 17 Nisan’da Şatak’ta (Çatak),
18 Nisanda Bitlis’te ve 20 Nisanda Van’ın merkezinde büyük bir ayaklanma başlatmışlardır.[32]
Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş; karakollar ve Türk evleri saldırıya uğramış;
resmi binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Van jandarma tümeninin bir kısmı
ile bir takım aşiretler Ermenilere karşı savaştılarsa da ayaklanmayı bastıramamışlardır. Bu arada,
Çölemerik’de de Nasturiler ayaklanmışlardır.
Van valisi Cevdet Bey Rus-Ermeni baskısı karşısında tutunamayarak 16/17 Mayıs gecesi çekilmiş;
böylece Van, Rus ve Ermenilerin eline geçmiştir. Ermeniler şehir ve çevre halkından yüzlerce
kişiyi katletmişlerdir. Bu durum, Alman Büyükelçisi Wangenheim tarafından Alman Dışişleri
Bakanlığı’na gönderilen 10 Mayıs 1915 tarihli telgrafta şöyle bildirilmiştir:
“Van vilayetindeki Ermeniler ayaklanmışlar, Müslüman köylere ve kaleye saldırıya geçmişlerdir.
Kaledeki Türk garnizonu 300 kayıp vermiş, günlerce devam eden sokak muharebeleri sonunda
şehir asilerin eline geçmiştir. 17 Mayıs 1915’te de Van Ruslar tarafından işgal edilmiş, Ermeniler
düşman tarafına geçmiş ve Müslümanları katle başlamıştır. Bitlis istikametinde 80.000 Müslüman
kaçmaya başlamıştır.”[33]
Rus Çarı, 18 Mayısta Van’ın Rus ve Ermenilerin eline geçmesinden dolayı “Van halkına fedakarlıkları
dolayısıyla teşekkür ettiğini” bildiren bir teblig yayınlamış, bunu, Rus Hariciye Nazırı Sazanof’un
Ermenilerin yardımlarına teşekkür eden beyannamesi izlemiştir. Dünyanın çeşitli yerlerine çıkan
Ermeni gazeteleri ve bazı batılı gazeteler, Ermenilerin Ruslara yaptıkları yardımları ve Osmanlı
devletine verdikleri zararları büyük bir sevinçle manşetlerine çıkarmışlardır.
Paris’te çıkan Le Temps gazetesi 13 Ağustos 1915 tarihli nüshasında Ruslar tarafından Van
valiliğine atanan Aram Manukyan hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Gazete, Manukyan’ın
www.ulkuocaklari.org.tr 119
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
II. Abdülhamid devrinde Van’da çetecilik yaptığını, II. Meşrutiyet sırasında Osmanlı ülkesinde
öğretmenlik ve okul müdürlüğü görevinde bulunduğunu bildirdikten sonra şunları yazmaktadır:
“Aram bu savaşın başında bir kere daha silaha sarıldı ve Van’da ayaklanmış olanların başına geçti.
Şimdi bu ili elinde tutan Rusya, Türkiye’ye karşı savaşa bu derece parlak bir biçimde katılmış olan
Ermeni unsurunu memnun etmek için Aram’ı oraya vali yaptı.”
Ermenilerin bu ihanetleri yüzünden Osmanlı ordusunun ikmal yolları kesilmiş; askere yiyecek ve
cephane taşıyan kollar ise Ermeniler tarafından vurulmuştur. Böylece Türk ordusu geri çekilmek
zorunda kalmış ve saldırıya geçen Ruslar Erzurum, Bitlis ve Trabzon’u da işgal etmişlerdir.
Ermeniler ise Ruslardan aldıkları cesaretle, Müslümanlara karşı tecavüzlerini iyice artırmışlardır.
Pek çok Müslüman aile canını kurtarmak için iç bölgelere çekilmiştir. Bu sırada diğer bölgelerde
de yer yer Ermeni ayaklanmaları başlamıştır.
Katledilenler Müslümanlar olmasına rağmen, Ermeni Patriği, Ermenilerin tecavüze uğradığı
iddiasında bulunmuştur. Türk hükümeti batılı devletlerin baskısına uğramamak için bir araştırma
komisyonu kurmak zorunda kalmıştır. Sivas, Van, Erzincan ve Erzurum yörelerinde yapılan
incelemeler sonucunda, Patriğin, öldürüldüğünü iddia ettiği Ermenilerin sağ olduğu belirlenmiştir.
Komisyon raporunda, Ermeni isyanının Sivas ve Van’da hala devam ettiği ve bunlara karşı koyacak
ne jandarma ne de silahlı Türk halkının bulunduğu belirtilmiştir.[34]
ı) Şebinkarahisar Olayı
Anadolu’da Ermeni isyanlarının yanı sıra pek çok ayaklanma meydana geldi. Bunlardan biri 5
Haziran 1915 tarihli Şebinkarahisar olayıdır.
Sivaslı Murat (Hamparsum Boyacıyan) adında bir Ermeni çete reisi, 500 kadar adamıyla
Şebinkarahisar’ı basmıştır. Türk ordusu Doğu Cephesi’nin ana ikmal yolu buradan geçtiği için
bölgenin stratejik önemi vardır. Ermeniler bu bölgeyi ele geçirdikleri takdirde TSK’nin ikmal ve
geri hizmetleri aksayacak, Rus ordusunun ileri harekatı kolaylayacaktır. Çeteciler Şebinkarahisar’ın
Müslüman mahallesini yaktılar. Rastladıkları Türkleri, işkenceler yaparak öldürmeye başladılar.
Çevreden toplanmış olan asker ve jandarma müfrezelerine de saldırdılar.
Bu durum karşısında başka bölgelerden kuvvet tasarruf edilerek Şebinkarahisar’a getirilmiş ve
Ermeni isyancılar kuşatılmıştır.
Sivas’taki 10. Kolordu Komutanlığından Başkomutanlığa gönderilen 15 Haziran 1915 tarihli
mesajda, olayla ilgili olarak şu ifadeler kullanılmıştır:
“Şuradan buradan toplanan 500 kadar Ermeni eşkıyasının Şebinkarahisar’da eski kaleye sığınarak
isyan ettikleri öğrenilmiştir. Güvenlik kuvvetleriyle çeteciler arasında çarpışmalar olduğu Sivas
Valiliğinden bildirilmiştir.”
Sivas Valiliğinin 3. Kolordu Komutanlığına gönderdiği 18-19 Haziran 1915 tarihli mesajda ise
şöyle denilmektedir.
“Şebinkarahisar isyanının bastırıldığı, Ermeniler 800 kadar kadın, erkek ve çoğunun kaleye
sığındığı, isyancılardan 200 kadarının silahlı olduğu bildirilmiştir.”[35]
i) Bursa Olayı
Ermeni isyan ve olaylarının artması üzerine Adapazarı ve İzmit’teki aramalar sonunda pek çok
silah elde edildiğini duyan ve Çengiler, Soloz, Orhangazi, Gemlik, Bilecik bölgelerinde öteden beri
hazırlanmış bulunan Ermeni çeteleri, Türk halkına saldırmaya başlamışlardır. Hükümeti, jandarmayı
ve askeri birlikleri kendilerini izlemeye zorlayarak cephedeki kuvvetleri zayıflatmayı amaçlayan
Ermeniler, cephede düşmanla savaşan askerlerin morallerini bozmak yolunu tutmuşlardır.
120 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ellerinde en modern silah ve hatta sıhhi malzemeler bulunan Ermeni çeteleri, İzmit ve Adapazarı’ndan
kaçan çetecilerle de birleşerek, 60-70 kişilik gruplar halinde, öteye beriye saldırmaya başlamışlardır.
Ermeni çetelerinin başında Başpapaz Vekil Barkef, onun sekreteri Sokpas, Bursa Ermeni Okulu
Müdürü, kilise hademesi ve diğer din görevlilerinin oldukları belirlenmiştir.[36]
j) Adana Olayları
Adana’da hiç eksik olmayan Ermeni saldırıları, Birinci Dünya Savaşı için yapılan seferberlik
çağrısından sonra, daha büyük çapta ve ayrıntılı bir şekilde hazırlanmıştı. Bu bölge, hem de
Akdeniz kıyılarına, hem Suriye ve Irak Cephelerine çok yakın olduğundan Ermenilerin buralarda
yapabilecekleri işler çok etkili olacaktı. Önce casusluktan başladılar. Bu bakımdan Ermeni
komitacıları bölgeyi ilk planda ele aldılar.
1 Şubat 1915 tarihinde iki Ermeni, İskenderun Körfezi’nde bulunan bir düşman gemisine sığınarak
kendilerine verilen ajanlık görevini yerine getirdiler.
2 Şubat tarihinde Dörtyol Ermenilerinden Abraham Salcıyan, Artin ve Bedros adlarındaki üç Ermeni
de limandaki düşman gemilerine sığınarak Türk ordusunun kuvveti, askeri düzeni hakkındaki
bilgileri düşmana ulaştırdılar.
24 Şubat 1915 tarihinde Köşger Torosoğlu ve Öğretmen Agop adındaki şahıslar, düşman tarafından
Kıbrıs’tan getirilerek İskenderun’a çıkarıldılar. Bunlar, düşman filo komutanından aldıkları
yönergeyle birlikte kıyıda yakalandılar. Yine, 24 Şubat 1915 tarihinde düşman gemilerine sığınan
Ermeniler arasında bulunan Dağlıoğlu Artin, üzerindeki evrakla yakalandı ve askeri mahkemeye
verildi.
Böylece Ermeni komitacılarının memleketin en can alacak noktalarına nasıl sızdıkları görüldü.
Ayrıca Saimbeyli, Dörtyol, Kozan ile diğer kazalarda ve Hasanbeyli Bucağı’nda sayısız silah,
bomba, dinamit, harita ve bayraklar bulundu.
Saimbeyli (Haçin) kasabasında yalçın kayalıkları üzerinde bulunan Ermeni Manastırı’nda din
adamları ve Ermeni komitacıları tarafından, bölgedeki mağaralarda depolanmış 200 kilo kadar
barut bulundu.[37]
k) Urfa Olayları
Meşrutiyetin ilanından sonra Ermeni komiteleri, Urfa’da da gönüllülerden oluşan bir örgüt
kurmuşlar, Doğu Anadolu harekat alanından göç ettirilip bu bölgeye yerleştirilen Ermenileri de
kandırmışlardır. Bu sırada 1895 yılındaki Urfa isyanında suçlu görülerek Tablusgarp’a sürülen
Meşrutiyetin ilanından sonra affedilerek Türkiye’ye dönen ve kendisini papaz olarak tanıtan bir
şahıs, İstanbul Emeni Patrikhanesi tarafından Urfa’ya gönderilmiştir. Bu şahıs Ermenilerin isyanını
hazırlamış, onlara Türk düşmanlığı aşılamış, silah ve cephane sağlamanın önemini anlatmıştır.
Ermenilerin hazırlığına Ruslar da büyük önem vermişlerdir. Çünkü Urfa bölgesi, Doğu Anadolu’dan
İskenderun doğrultusunda uzanan anayolun üzerinde bulunmaktadır. Urfa bölgesinde isyancılara
sekiz on yıl yetecek ölçüde yiyecek depo edilmiştir. Van’ın Ruslar tarafından işgali; Ermeni
komitacıların kışkırtma ve propagandalarına hız vermiştir. Rusların birkaç ay içerisinde Diyarbakır,
Siverek üzerinden Urfa’ya geleceklerini ileri sürerek Ermenileri isyana çağırmışlardır.
İsyan hazırlıklarında en çok göze batan hususlardan birisi de, Zeytun, Sason, Bitlis, Antep bölgeleri
için bir komutan emrinde kullanılmak üzere Maraş’tan Diyarbakır’dan gelen, komitacılara yerli
fedailer ve asker firarilerden oluşan bir silahlı kuvvet ile su taşımak, un öğütmek, ekmek pişirmek
hasta ve yaralıları bakmak, tüfek temizlemek, emir götürmek, mermi yapmak, konuşmalar yapmak
için ekipler kurma başarıları olmuştur.
İsyana başlamak için uygun bir zaman beklenirken silah toplanması ve 1894 doğumluların askere
www.ulkuocaklari.org.tr 121
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
alınması sırasında Zeytun, Sason, Haçin, Diyarbakır bölgelerinden kaçan Ermeni askerler de
komitacılara katılınca, Urfa’ya 7.5 km. uzaklıktaki Germiş Köyünde ve 19 Ağustos 1915 Perşembe
günü de Urfa merkezinde ilk isyanlar başlatılmıştır.
Urfa olayının ertesi günü Tellülebyaz-Urfa-Siverek yolunda çalışan hizmet taburunun Ermeni erleri
evvelce kararlaştırdıkları gibi subayları ve Türk işçileri öldürmeye teşebbüs etmişlerse de başarılı
olamamışlardır. Daha sonra Tellülebyaz-Urfa kısmında çalışan bölüğün Ermeni erler, kazma, kürek
ve muhafız jandarmalardan ele geçirdikleri silahlarla Yedek Subay İbrahim Hilmi’yi şehit etmişler;
dört jandarma eriyle köy muhtarını yaralamışlardır.
28 Ağustos 1915’teki bu olaydan sonra 29 Eylül 1915 tarihine kadar sükunet hakimdir. Ancak 29
Eylül 1915’te 40 el kadar tüfek atılmış, ertesi günü bu olayın sorumlularını araştırma için Ermeni
mahallesine giden polis ve jandarmaya ateş edilmiş ve bir jandarma şehit olmuş, iki jandarma
yaralanmıştır. Asiler Türk evlerine hücum ederek savunmaya ve saldırıya uygun olanlarını ele
geçirmişler, Müslüman ailelerinden büyük-küçük 10 kadını şehit etmişlerdir.
Urfa’daki isyan, Ermeni komiteleri tarafından çok iyi planlanmış ve yönetilmiştir. Yabancı
devletlerin de bu olayda ilgi ve yardımları olduğu saptanmıştır.
İsyandan sonra Ermeni çetelerinin ele başları, yine bir kolayını bularak başka bölgelere kaçmışlardır.
Çatışmanın 16 Ekim 1915’te bittiği aynı tarih ve 7664 sayılı şifreyle 4. Ordu Komutanlığı’nca
Başkomutanlığa arz edilmiştir.[38]
l) Fındıkçık Olayı
Osmanlı hükümetine karşı zaman zaman başkaldıran Zeytun bölgesindeki Ermenilerin başka
bölgelere göç ettirilmeleri sırasında Nur Dağları kuzeyindeki araziye dağılan Ermeni çeteleri,
Türk köylerine, askeri birliklere ve jandarma müfrezelerine saldırarak yakmış, yıkmış ve
öldürmüşlerdir.
Bir süre sonra Zeytun, Saimbeyli ve Maraş Ermenilerinden oluşan 600 çeteci, 1915 yılı baharında
Maraş ile Bahçe kasabası arasında ve Ayvalık Bucağına 30 km. kadar uzaklıkta bulunan Fındıkçık
Köyünde toplanarak ayaklanmışlar; bu köyün yanındaki dört Türk köyünü de yakmışlardır. Maraş
bölgesindeki Ermeniler de isyan merkezi olan Fındıkçık’ta toplanmaya başlamış; köy, iyi bir
şekilde savunmaya hazırlanmıştır.
Bu arada isyan bölgesine bir jandarma müfrezesi göndermişse de olumlu bir sonuç alınamamıştır.
Bunun üzerine Islahiye’den 132. Piyade Alayıyla Belen’deki bir piyade taburu ve bir dağ top takımı
Fındıkçık bölgesine gönderilerek isyan bastırılmıştır. Bu olayda 10’dan fazla Türk köyü yakılmış,
yıkılmış ve 2.000 kadar Türk, vahşice öldürülmüştür.[39]
m) Musa Dağı Olayı
Musa Dağı, Nur Dağlarının eteklerindedir. 1.000 metre kadar yükseklikte, büyük kayalar ve sık
çalılıklarla kaplı sivri ve tek bir blok görümündedir. Verfel adında bir Yahudi tarafından yazılan
“Musa Dağı’nda 40 Gün” adındaki kitap Amerika’daki Ermeniler tarafından kendilerine yapılan
sözde zulümleri belirtmek için sinema filmi haline getirilmiştir. I. Dünya Harbi’nde çıkan bu olayı,
o zaman Halep Valisi olan General Fahrettin Türkkan şöyle anlatır:
“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun Bölgesi kıyılarına bir çıkarma
yapacağı sözleri etrafa yaylınca Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı, hükümete olan
vergi borçlarını ödememişler, TSK’nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişler
ve Musa Dağı’na çıkmışlardır.
Bunun üzerine hükümet emirlerine uymaları için asilere memurlar gönderilmişse de Ermeniler,
bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge komutanı
Albay Galip, jandarma alayıyla Musa Dağından inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat
122 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de dağ üzerinde
hiçbir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede Ermenilerin denize doğru uzanan
bir yamaçtan Akdeniz’’ indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay
Galip burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır.
Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin, Musa Dağı’ndan
verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları
gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu, Fransız hükümetinden resmen sorularak doğruluğu
öğrenilebilir. Daha sonra Musa dağında yapılan araştırmalarda hiçbir insan cesedine rastlanmadığı
gibi; yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Verfel tarafından
yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan ve filme de alınan bu kitabın konusunun tamamen
hayali ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği
taşıdığı sonucuna varılmıştır.”
İşte Musa Dağı olayı budur, böyle olmuştur. Amacı, Türkleri kötülemek ve suçlamaktır. Fransızlar
Birinci Dünya Harbi’nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz’e en önemli
giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı
çıkarma harekatı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun
Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini
güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya
cesaret ve fırsat bulamamışlardır.[40]
n) İzmit ve Adapazarı Olayları
Rus donanması Karadeniz Ereğlisi’ni top ateşine tuttuğu zaman, bölgedeki Ermenilerin Ruslar
yararına casusluk yaptıkları saptanmıştır. Özellikle Adapazarı’ndaki Ermeniler, “Ruslar Karadeniz
kıyılarına birkaç güne kadar asker çıkaracaklar, buralara gelecekler, o zaman bölgemizde hiçbir
Türk kalmayacak” diye açıkça haberler yaymaya ve propaganda yapmaya başlamışlardır. Bunun
üzerine hükümetin bölgede yaptırdığı arama sonucunda yalnız birkaç tanesi Adapazarı’nı tahrip
edebilecek nitelikte çok sayıda patlayıcı madde, tüfek, tabanca, asker ve jandarma elbisesi, pek
çok cephane ve dinamit fitilleri bulunmuştur. Aynı aramalar İzmit’te de yapılmış, burada da aynı
şeyler ele geçirilmiştir.
Gerek Adapazarı ve gerek İzmit’te yakalanan ihtilalcilerin ifadelerine göre; Ruslar, Sakarya Nehri
ağzı bölgesini bir çıkarma yaptıkları zaman bu silahlar patlayıcı maddeler Türk askeri ve halkına karşı
kullanılacaktır. Böylece genel bir öldürme, yok etme planı uygulayacaklardır. Bir kısım Ermeniler
de Türk askeri elbiselerini giyerek Türk ordusunu içinden vuracaklardır. Ermenilerin planları
ortaya çıkınca komite ele başları Yalova, Bursa bölgelerine kaçmışlar, buralarda karşılaştıkları
Türkleri soymuş ve öldürmüşlerdir.
Buna karşın Ermeniler her yerde Ermenilerin öldürüldüğü, Ermenilere işkence yapıldığı haber ve
dedikodularını geniş ölçüde yaymaya başlamışlardır. En sonunda hükümet köklü önlemler almak
zorunda kalmış, Ermeni çetelerinden bir kısmı tutuklanmış, diğer bir kısmı da memleketin çeşitli
bölgelerine kaçarak kurtulmuşlardır.[41]
Görüldüğü gibi Ermeniler, Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için fırsat olarak
gördükleri Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde harekete
geçmişlerdir. Bir yandan Rusya’nın diğer yandan ise Ermeni komite, kilise ve çetelerinin yürüttüğü
propaganda ve hazırlıklar, savaş başlar başlamaz uygulamaya konulmuştur.
Ermeni isyanları ve mezalimi, 29 Ekim 1914’te Osmanlı-Rus savaşının başlaması üzerine artmıştır.
Rus orduları, Mayıs başında Malazgirt ve Ahlat’a girmişler ve bu birlikler Van’a ulaşarak, burada
Osmanlı kuvvetleri tarafından kuşatılan Ermenileri kurtarmışlardır. İsyancı çeteler, Muş ve Bitlis
istikametine doğru yürüyüşe geçen Rus birliklerine katılarak katliamlarına devam etmişlerdir.
Ordu kumandanı Mahmut Kamil Paşa, Rusları püskürtmek için ihtiyatta tutulan IX. kolordu ile
www.ulkuocaklari.org.tr 123
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
XI. kolordunun bir kısmını Erzurum güneyinde Hınıs bölgesine kaydırmış, ayrıca Bitlis-Siirt
dolaylarından geri çekilen Halil Bey’in seferi kolordusu, jandarma tümeni, 36. tümen ve teşkilatsız
süvari birliğinden muazzam bir ordu teşkil edilmiştir. Bu arada XI. kolordu kumandanı Abdülkerim
Paşa komutasındaki bütün birlikler, Temmuzun ikinci yarısında hücuma geçmişler ve Rusları, Rusİran sınırının ötesine sürmüşledir. Ancak bu başarı uzun sürmemiş, Ağustos ortasında kuvvetli bir
Rus ordusu, Kağızman istikametinde Eleşkirt üzerinden ileri harekata geçerek Abdülkerim Paşa’yı
geri çekilmeye mecbur bırakmıştır. Böylece Ruslar, Temmuzda terk ettikleri yerleri Ağustos
sonunda tekrar ele geçirmişlerdir.[42] 1915 Mayısına kadar da Rus ilerlemesi devam etmiştir.
Osmanlı Devletini Ruslar karşısında çok zor durumlara düşüren Ermeni isyanları sebebiyle
sadece Doğu cephesiyle sınırlı kalmamıştır. Ermeniler özellikle Adana ve Maraş’ta da isyanlar
çıkarmışlardır. Güneydeki Ermeni isyanlarının amacı Suriye’yi Anadolu’dan koparmaktır. İtilaf
Devletleri tarafından tertiplenen bu isyanlar, Adana’dan Urfa’ya kadar olan bölgeyi savaş alanı
haline getirmiş Osmanlı orduları bir hayli meşgul etmiştir.
Bu dönemde Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde ve Kafkasya’da faaliyete başlayan Ermeniler,
gönüllüler ve çeteler halinde, aktif gücü savaşta bulunan köy ve şehirlere saldırarak evleri, tarla
ve bahçeleri yakmışlar yüz binlerce Müslüman’ı, yaşlı, çocuk, kadın, kız, yaralı, hasta ve sakat
demeden sistemli bir şekilde katletmişler, cepheden dönen yaralı, hasta veya sakat askerleri
öldürmüşlerdir. Köy ve kasabaları yakmışlar, Osmanlı ordusunu arkadan vurarak ikmal yollarını
kesmişler, önlerine gelen her şeyi tahrip etmişlerdir. Resmî devlet dairelerine, binalara, karakol ve
kışlalara saldırılar düzenlemişlerdir.[43] Bu faaliyetlere katılmayan Ermenileri ve Türk olmayan
diğer unsurları da öldürmekten çekinmeyerek, bu katliamları Türkler yapmış gibi göstermişlerdir.
Ayrıca İtilaf devletleri lehine casusluk yapmışlar, Müslüman halkın moralini bozacak propagandada
bulunmuşlardır. Sırf bu casusluk faaliyetleri neticesinde bile ordumuz çok zor anlar yaşamıştır.
Böylece başta Zeytun olmak üzere, Kayseri, Bitlis, Sivas, Trabzon, Ankara, Adana, Urfa, İzmit,
Bursa ve daha bir çok yerde akla gelmeyecek vahşetler sergilemişlerdir.[44] Bu olaylar, gerek resmî
devlet evrak ve tutanaklarında, gerekse görgü tanıklarının hatıra ve yeminli ifadelerinde açıkça
ortaya konmuştur. Mezalim ve katliamın belgeleri diyebileceğimiz bu kaynaklar, resmî ve özel
bir çok kurum tarafından yayınlanmıştır. Bunlardan başka diğer devletlerde hazırlanan raporlar ve
çalışmalarda aynı neticeleri göstermektedir. Ortaya çıkarılan toplu mezarlar ve çeşitli fotoğraflar
da Ermeni mezaliminin, en dehşet verici belirtileridir.
Kaynaklar
[1] Kemal Arı, Birinci Dünya Savaşı Kronolojisi, Gen. Kur. Baş. Yay., Ankara, 1997, s:18
[2] Dikran Kevorkyan, “Ermeni Meselesinde Tehcire Amil Olan Sebepler”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu
İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s:300
[3] E.K.A.H.İ., s:130-131; Talat Paşanın Anıları, s. 67 vd.
[4] E.K.A.H.İ., s:132
[5] Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, s.53
[6] E.K.A.H.İ., s:142-144
[7] Demirel, a.g.e., s:27
[8] Uras, a.g.e., s:598
[9] Gürün, Ermeni Dosyası, s. 260.; Arı, a.g.e., s:32
[10] E.K.A.H.İ., s.217-220.
[11] Süslü, a.g.e., s. 70-71.; Gürün, a.g.e., s. 260.
124 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[12] Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni isyan ve terör hareketlerine, konu hakkında yapılmış hemen hemen
bütün araştırmalarda yer verilmiştir. Geniş bilgi için bu eserlere müracaat edilebilir.
[13] Cemal Anadol, Ermeni Dosyası, Turan Kitapevi, İstanbul, 1982, s.290
[14] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1815, 1818.; A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1893.; E.K.A.H.İ., s.227 vd.; Sakarya, a.g.e.,
s.190-192.; Uras, a.g.e., s.616.; Süslü, a.g.e., s.72.
[15] Yaman, a.g.e., s.273.
[16] Anadol, a.g.e., s.131.
[17] Ayrıntılı bilgi için bkz, Sakarya, a.g.e., s.192-193.; Süslü, a.g.e., s.84.
[18] Anadol, a.g.e., 303.
[19] E.K.A.H.İ., s.237 vd.; Sakarya, a.g.e., s.193-194.
[20] A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1912.; Sakarya, a.g.e., s.194-195.
[21] Parmaksızoğlu, a.g.e., s.90.
[22] A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1904, 1908, 1911, 1915.; E.K.A.H.İ., s.242 vd.; Sakarya, a.g.e., s.195-199.
[23] Sakarya, a.g.e., s.198-199.; Süslü, a.g.e., s.89.
[24] Bu şifreli konuşmalara örnek olarak şu mektup verilebilir: Kayseri’deki bombalara hükümetin el koyması olayını
Kayseri’deki Haykons adlı bir kadın Kırşehir Amele Taburu hekimi olan Devletyan’a yazdığı mektupta “buranın
okulundan kırk kitap (bomba) gitti, hocalar (komitacılar) çok korkuyorlar, yalan gerçek birkaç güne kadar tatyos
Efendi Van’dan gelir, kendisinden çok iyi haberler alıyoruz.” Parmaksızoğlu, a.g.e., s.91.
[25] Ayrıntılı bilgi için bkz, E.K.A.H.İ., s.358.; Sakarya, a.g.e., s.199.
[26] Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), T.T.K. Yay., Ankara 2001.
[27] A.T.B.D., Sayı. 86, Belge 2050.
[28] Nejat Göyünç, “Türk Ermeni İlişkileri ve Ermeni Soykırımı İddiaları”, Ermeni Sorunu ve Bursa Ermenileri,
Bursa, 2000, s.10.
[29] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 1966.
[30] A.T.B.D., Sayı 86, Belge 2051.
[31] A.T.B.D., Sayı 86, Belge 2052.
[32] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 2003, 2005.
[33] Göyünç, a.g.m., s. 11.
[34] A.T.B.D., Sayı 85, Belge 2003, 2004.; Ayrıca bkz., Mustafa Gül, “Van’da II. Ermeni İsyanı”, Yakın Tarihimizde
Van Uluslararası Sempozyumu (Van 2-5 Nisan 1990), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yay., Ankara, 1990, s.273 vd.
[35] A.T.B.D., Sayı 81, Belge 2833, 1834.; Sakarya, a.g.e., s.227-228.; Uras, a.g.e., s.624 vd.
[36] Sakarya, a.g.e., s.239.
[37] Ayrıntılı bilgi için bkz, E.K.A.H.İ., s.295 vd.; Süslü, a.g.e., s.90.Sakarya, a.g.e., s.239-240.
[38] Sakarya, a.g.e., s.240-243.; İsmail Özçelik, “1915’te Urfa’da Ermeni Olayları ve İsyanı”, Askeri Tarih Bülteni,
Yıl:11, Şubat 1987, Sayı.21.
[39] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1836.; A.T.B.D., Sayı. 83, Belge. 1836.; E.K.A.H.İ., s.357 vd.; Sakarya, a.g.e., s.243244.
[40] A.T.B.D., Sayı. 81, Belge. 1840, 1841.; E.K.A.H.İ., s.292 vd.
www.ulkuocaklari.org.tr 125
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[41] Sakarya, a.g.e., s.238.; Süslü, a.g.e., s.92.
[42] Azmi Süslü, Ruslara Göre Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1987,
s. 27.; Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, Kafkas Cephesi 3 ncü Ordu Harekatı, Genelkurmay Başkanlığı Yay., C. I,
Genelkurmay Basımevi, Ankara 1993, s. 592-593.; Gürün, a.g.e., s. 246-248.
[43] İsmet Binark, Asılsız Ermeni İddiaları ve Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim, A.T.O. Yay., Ankara 2001, s.
60.
[44] Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s:70-71
126 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ERMENİ FAALİYETLERİNE KARŞI ALINAN
ÖNLEMLER VE TEHCİR (YER DEĞİŞTİRME) KANUNU
Erkan GÖKSU
Ermenilerin faaliyetlerinin günden güne artması üzerine, Osmanlı hükümeti bir takım tedbirler
almayı uygun görmüştür.
- 27 Ağustos 1914’te, isyan kışkırtmalarında bulunan gazete ve dergileri kapatılmış veya ülkeye
girişi yasaklanmıştır.
- 6 Eylül 1914’te Ermenilerin kalabalık olduğu il merkezlerine, Ermeni ileri gelenlerini kontrol
altında tutulması hakkında talimat verilmiştir.
- Ocak 1915’te Ermeni asker ve jandarmalarının silahtan arındırılması ve yol yapımında
kullanılmaları kararlaştırılmıştır.[1]
Ancak bu tedbir fazla etkili olmadığı gibi, asker kaçaklarının ve onların çıkarttığı huzursuzlukların
artmasına sebep olmuştur. Bunun üzerine;
- 20 Nisan 1915’te Enver Paşanın imzasıyla bir genelge yayınlanmış ve “Ermeni çetelerine
mensupları yakalayıp hükümete teslim eden müslim veya gayr-i müslimlere, kişi başına 1 liradan
az olmamak şartıyla ödül verileceği” ilan edilmiştir.
- Oluşturulan yol taburlarında Ermenilerin sayısı 2 bin 600 kişi civarında olup, bunlar da çeşitli
bölgelerde yol ve haberleşme araçlarına zarar vermişlerdir. Ayrıca bu kadar çok Ermeni’nin
Erzurum-Kiği-Palu-Elazığ ve Diyarbakır gibi hassas bir bölgede tutulmasının sakıncalı olduğu
düşünülmüş ve bunlar çeşitli bölgelere dağıtılmıştır.
- 24 Nisan 1915’te ise Dahiliye Nezaretinden valiliklere ve mutasarrıflıklara gönderilen talimatla
Bab-ı Ali ilk ciddi tedbirini almıştır. Ermeni komitelerinin Osmanlı devletine karşı hareketleri ve
özellikle bu nazik zamanda çıkartılan isyanlardan söz edilerek, hükümet için bu sorunun hayatî
bir hal aldığı ve Osmanlı ordusunu ve devleti arkadan vuran bu komitelere daha fazla müsamaha
edilemeyeceğini anlaşılmıştır. Buna dayanarak da;
“Ermeni komitelerinin (Taşnak, Hınçak vb.) illerdeki şubelerinin kapatılması, şubelerde bulunan
evrakların imha edilmesine fırsat verilmeden ele geçirilmesi, komite başkan ve üyeleri ile, mahir
Ermenilerin hemen tutuklanması, il içinde bulunmaları sakıncalı görünenleri ise il veya sancak
içinde başka yerlere gönderilerek birleşmelerine fırsat verilmemesi, gereken yerlerde silah
aranmasına, bu işlerin iyi niyetle yapılması, evrak ve belgeler incelendikten sonra gerekli kimselerin
Divan-ı Harbe gönderilmesi ve bütün bu icraatta sadece komite teşebbüslerine karşı olduğundan,
Müslüman ve Ermeni halk arasında bir çatışmaya neden olacak bir şekil verilmemesine önemle
dikkat edilmesi istenmiştir.”[2]
Bu aşamada Ermeni komitesi üyesi olan 77.735 kişiden 2.345’i devlet aleyhine faaliyette
bulundukları gerekçesiyle mahkemeye verilmiştir.[3]
- Nisan ayını takip eden günlerde, alınan önlemlere rağmen Ermeni olayları ve isyanları artarak
devam etmiştir. Van’daki isyan iyice büyümüş ve bu şehrin elden çıkmasına sebep olmuştur.
www.ulkuocaklari.org.tr 127
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu sırada bir taraftan Ruslarla savaşan diğer taraftan ise isyanları bastırmaya çalışan Osmanlı
ordusu zaman zaman iki ateş arasından bırakılmıştır. Önlem alınması bakımından bazı yerlerdeki
Ermenilerin de göç ettirilmesi gerekli görülmüştür. Bu manada Pasinler Ermenilerinin, toplu bir
isyan veya Tortum-Köprükaya hattında savaşan Osmanlı ordusunu arkadan vurmaları tehlikesine
karşı, Kastamonu’ya nakledilmesine karar verilmiştir. 15 Mayıs 1915’te de köy ve nahiye
Ermenilerinin sevk işlemine başlanmıştır.[4]
Bu şekilde başlayan ve askeri zorunluluklarından doğan bu tehcir uygulaması, Dahiliye Nezaretinin
bilgisi ve talimatlarıyla yapılmıştır. Göç ettirilen Ermenilerin can ve mal güvenliğinin, yiyecek ve
istirahatlarının sağlanması için devlet memurları görevlendirilmiş, taşınabilir malları ile eşyalarının
götürülmesine izin verilmiş ve Ermeniler göç sırasında bütün varlıklarıyla devlet güvencesine
alınmışlardır.[5] Ancak Ermeni olaylarının giderek arttığı ve bir iç karışıklık söz konusu olacak
boyutlara varma ihtimaline karşı, tehcir işlemine daha fazla gerek duyulacağı anlaşılınca, Dahiliye
Nazırı Talat Paşa, bu işlemin Meclis-i Vükela tarafından uygun bir yasaya bağlanması için girişimde
bulunmuş ve Sadrazamlığa bu konuda tezkire gönderilmiştir. (26 Mayıs 1915)
Bu tezkirede;
- Meydana gelen huzursuzluklara sebep olanların savaş alanlarından uzaklaştırılmaları işleminin
bazı yerlerde uygulandığına dikkat çekilerek, devletin çıkarlarına uygun olduğu düşünülen bu
hareketin, uygun bir yöntem ve kurala bağlanmasının yasal bir zorunluluk olduğu vurgulanmıştır.
Bu yasadan sonra çıkan hükümet kararnamesinde ayrıca
“gönderilmeleri gerekenlerin iskan bölgelerine sıkıntı çekmeden gidip yerleşmeleriyle,
güzergahlarında istirahatlarının sağlanması, mal ve can güvencelerinin sağlanması, vardıklarında
iskan edilene kadar yiyeceklerinin karşılanması, eski mali ve iktisadî durumları oranda kendilerine
emlak ve arazi verilmesi, ihtiyacı olanlara hükümet tarafından ev yapılması, muhtaç çiftçi ve
zanaatkarlara tohumluk, alet, edevat verilmesi, memleketlerinde kalan mal ve eşyalarının yahut
kıymetlerinin uygun bir durumda kendilerine iadesi, bunun için bunların tespiti, bütün bu işlerin
düzenli yapılması için Dahiliye nezaretine bağlı komisyonların kurulması, maaşlı memur alınması
vb.” bir çok husus hakkında fikir beyan edilmiş ve keyfiyetin Meclis-i Vükela tarafından alınacak
bir karara bağlanması önerilmiştir.[6]
Dahiliye Nezaretinin gönderdiği önerge, Mecliste 30 Mayıs 1915 tarihinde görüşülmüş ve aynen
kanunlaştırılmıştır. Ancak bu önergenin 26 Mayıs’ta Bakanlar Kuruluna sunulmasından bir gün
sonra, yani 27 Mayıs’ta, Padişah Mehmet Reşad, Sadrazam Sait Halim Paşa ve Harbiye Nazırı
Enver Paşa’nın imzalarıyla; “Vakt-i seferde icraat-ı hükümete karşı gelenler için cihet-i Askeriyyece
ittihaz olunacak tedabir hakkında kanun-ı muvakkat” adını taşıyan “Tehcir (Yer Değiştirme)
Kanunu” çıkarılmıştır. Dönemin Resmi Gazetesi olan Takvim-i Vekayî’de yayınlanarak da
yürürlüğe girmiştir. (H. 18 Recep 1333/ R. 19 Mayıs 1331/ M. 1 Haziran 1915)
Sadece Ermenilerin değil, hiçbir etnik veya dini grup isminin geçmediği bu yasa şöyledir;
“1- Vakt-i seferde ordu, kolordu, fırka kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki
kumandanları ahali tarafından her hangi bir surette evamir-i hükümete ve müdaafa-i memlekete ve
muhafaza-i asayişe müteallik icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz ve mukavemet
görürlerse der-akab kuvva-yı askeriyye ile en şiddetli surette tedibat yapmaya ve tecavüz ve
mukavemeti esasından imha etmeye me’zun ve mecburdurlar. (Devlet güçlerine ve kurulu
düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha
edilmesi)
2- Ordu, müstakil kolordu ve fırka kumandanları icabat-ı askeriyyeye mebni veya casusluk ve
hıyanetleri hissettikleri kura ve kasabat ahalisini münferiden veya müctemien diğer mahallere
sevk ve iskan ettirebilirler. (Devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve
mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi)
128 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
3- İş bu kanun tarih-i neşrinden muteberdir. (Yayınlanma tarihinden itibaren geçerli olması)
4- İş bu kanunun mer’iyyet-i ahkamına Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı memurdur.
Meclis-i Umuminin içtimaında kanuniyeti teklif olunmak üzere iş bu layiha-i kanuniyetin
muvakkaten mevki-i mer’iyete vazını ve kavanin-i devlete ilavesini irade eyledim.”
13 Receb 1333(14 Mayıs 1331)
Mehmed Reşad
Sadrazam
Mehmed Said
Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı
Enver”[7]
Bu arada daha önce sözünü ettiğimiz Dahiliye Nezaretince 26 Mayıs tarihinde Sadrazamlığa
gönderilen önerge de, 30 Mayıs 1915’te çıkan yönetmelikle aynen kabul edilmiştir.[8] Ayrıca bu
yönetmelikten başka, Tehcir kanunun uygulanmasında çıkacak aksaklıkları çözmek ve uygulamayı
kolaylaştırmak için zaman zaman çeşitli yönetmelikler de çıkartılmıştır.[9] Dahiliye, Harbiye ve
Maliye Nezaretlerine gönderilen genelgede, göçün nasıl uygulanacağı ayrıntılı şekilde anlatılmış
ve özetle şöyle denilmiştir:
“Göç ettirilenler, kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir
şekilde nakledileceklerdir;
Yeni evlerine yerleşene kadar iaşeleri Göçmen Ödeneğinden karşılanacaktır;
Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlak ve arazî verilecektir;
Muhtaç olanlar için hükümet tarafından konut inşa edilecek; çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk,
alet ve edevat temin edilecektir;
Geride bıraktıkları taşınır malları, kendilerine ulaştırılacak; taşınmaz malları tespit edilecek ve
kıymetleri belirlendikten sonra, paraları kendilerine ödenecektir;
Göçmenlerin ihtisasları dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkan, han, fabrika
ve depo gibi gelir getiren yerleri açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri
sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir;
Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta ayrıntılı bir talimatname
hazırlanacaktır.”[10]
Görüldüğü gibi, çıkarılan kanun ve yönetmelikler, yer değiştirmenin nasıl yapılacağını ayrıntılı
olarak açıklamakta ve düzene koymaktadır. Nitekim taşınır ve taşınamaz malların teslim alınması,
araziler ve üzerindeki mahsulün durumu hakkında kayıtlar tutulması, göç edenlere yiyecek
sağlanması gibi konular talimatlarla belirlenmiştir. Bu talimatlardan anlaşıldığına göre, uygulama
esnasında göçmenlerin can ve mal güvenliklerine zarar verilmesi yönünde herhangi bir ima
olmadığı gibi, tersine uygulamada hata ve suistimali olanların ağır cezalarla çarptırılacakları ayrıca
belirtilmiştir. Bunun dışında göçmen kafileleri, yol kavşakları üzerinde bulunan Konya, Diyarbakır,
Cizre, Birecik ve Halep gibi belirli merkezlerde yani da ana yollara, tren veya nehir taşımacılığına
uygun yerlerde toplanarak, yolculuklarının rahat ve güvenli geçmesine çalışılmıştır.
Yer değiştirmenin düzenli bir şekilde yürümesi ve kafilelerin herhangi bir zarara uğramaması
için azami dikkat gösterilmesi bazı Batılılar tarafından da diile getirilmiştir. Bunlardan birisi
www.ulkuocaklari.org.tr 129
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Mersin’deki Amerikan Konsolosu Edward Natan’dır. Natan, 30 Ağustos 1915 tarihinde Büyükelçi
Morgenthau’ya gönderdiği raporda, Tehcir (Yer Değiştirme) Kanununun uygulanması hakkındaki
izlenimini; “Tarsus’tan Adana’ya kadar bütün hat güzergahının Ermenilerle dolu olduğunu;
kalabalık yüzünden birtakım sıkıntıların olmasına rağmen Hükümetin bu işi son derece intizamlı
bir şekilde idare ettiğini; şiddete ve düzensizliğe yer vermediğini; göçmenlere yeteri kadar bilet
sağladığını; muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu” sözleriyle belirtmiştir.[11]
Tehcir Kanunu uygulamaya konulduğu sıralarda İzmit, Kayseri ve Bursa gibi bölgeler hariç
tutulmuştur. Ancak, İtilaf devletlerine ait donanmaların sahillerimize hücum etmeye başlaması
üzerine bu bölge yaşayanlar da Tehcir Kanunu kapsamına alınmıştır.[12] Yine savaş bölgelerinden
uzak olan Urfa, Antep ve Kilis Ermenileri de bölgede isyan hareketleri başlattıklarından göç
ettirilmiştir.[13]
Eğer Osmanlı hükümeti bir grup insanı yok etme maksadıyla bu uygulamaya girişmiş olsa idi, göç
edenlere yolda sağlanacak imkanları, kafilelerin eşkıya baskınlarına karşı korunmasını, hastalara
yardım yapılmasını, çocukların korunmasını, geride bıraktıkları menkul ve gayr-i menkullerin
kayıt altında tutulmasını, etli yemek verilmesine ilişkin kararları uygulamaya geçirmezdi. İşte
bu nedenlerle, yer değiştirme, Ermenileri yok etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları
korumak amacını gütmüştür.
Ermenilerin yeni yerleşim bölgelerine nakilleri sırasında bazı kafilelere, özellikle Halep-Zor
arasında bölge haklı tarafından saldırılar düzenlenmiştir. 8 Ocak 1916 tarihli bir telgraftan
anlaşıldığına göre; Halep’e bir saat mesafeden Meskene’ye kadar olan yollarda Arap eşkıyasının
gasp için yaptığı saldırılar sonucu pek çok Ermeni’nin öldürüldüğü; Diyarbakır’dan Zor’a ve
Suruç’tan Menbiç yoluyla Halep’e nakledilen Ermenilerden 2.000 kadarının yine Arap aşiretlerinin
saldırılarına maruz kalarak soyuldukları anlaşılmıştır. Diyarbakır bölgesinde çeteler ve eşkıya
tarafından 2.000’e yakın kişinin öldürüldüğü; Erzurum-Erzincan arasında 500 kişilik başka bir
kafilenin de bazı aşiretlerin saldırısı sonucu öldürüldüğü anlaşılmaktadır.
Osmanlı hükümeti, bir yandan cephelerde düşmanla savaşırken bir yandan da kafilelerin
emniyetlerini sağlamak için olağanüstü gayret sarf etmiştir. Ermeni kafilelerinin sevki sırasında
ihmali veya yolsuzluğu görülen görevlileri tespit etmek üzere inceleme heyetleri kurulmuş ve göç
bölgelerine gönderilmiştir. Bu heyetler, suçu sabit görülenleri Divan-ı Harp’e sevk etmiştir. İhmali
bulunan görevliler işten el çektirilirken, bir kısmı da ağır cezalara çarptırılmıştır.[14]
E) Tehcir Kanunundan Sonra Ermeniler
Şimdiye kadar verdiğimiz bilgileri tekrar hatırlayacak olursak, Osmanlı hükümetinin Tehcir
Kanununu çıkartmasına sebep olan Ermeni faaliyetlerini şu şekilde özetleye biliriz:
- Savaştan önce başlayan örgütlenme ve silahlanma faaliyetlerine hız vererek gerek gizli gerekse
aleni toplantı ve kararlarla Osmanlı hükümetine karşı tavır almışlardır.
- Başta Rusya olmak üzere diğer devletlere müracaat ederek Avrupa kamuoyunu Osmanlı devleti
aleyhine kışkırtmışlar.
- Osmanlı ülkesinin taksimi projelerinde toprak talebinde bulunmuşlar, buna karşılık çıkacak harpte
Osmanlı aleyhine her türlü faaliyette bulunacaklarını vaat etmişlerdir.
- Savaşın başlamasıyla beraber bütün dünyada etkili bir propaganda faaliyetine girişmişler, Gönüllü
Alayları, İntikam Alayları ve çeteler teşkil etmişlerdir.
- Seferberliğin ilanı üzerine askere gitmeyi reddetmişler ve şiddetle karşı koyarak dağlara
çekilmişlerdir.
- Askere gidenler ise silah ve cephaneleriyle kaçarak çete ve Gönüllü Alaylarına katılmışlardır.
130 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
- Yine savaşın başlamasıyla bir kısmı Rus ordusuna katılmış; onları para, asker, silah, lojistik vb.
bakımdan desteklemişlerdir.
- Ruslar sınırı geçer geçmez Osmanlı ordusuna karşı savaşmışlardır.
- Köy ve kasaba baskınlarında bulunup büyük katliamlar yapmışlardır.
- Resmî binalara, askerlere, jandarmalara, mülkî ve idarî memurlara saldırılarda bulunmuşlardır.
- Çeşitli yerlerde geniş çaplı isyanlar çıkarmışlardır.
- Rus ordusunun işgal hareketlerine her türlü destek vermişler, sağladıkları imkan ve yardımla Rus
işgaline kolaylık kazandırmışlardır.
- Yaptıkları casusluk faaliyetiyle bazı mühim yerlerde ordumuzu büyük tehlikelere sokmuşlardır.
- Nakledilen yaralı ve hasta askerleri, kadın, çocuk ve yaşlıları katletmişlerdir.
- Yaydıkları söylentiler ve hareketleriyle halk arasında moral ve asayişi bozmuşlardır.
Görüldüğü gibi Tehcir Kanunu, Ermenilerin iddia ettikleri gibi hükümetin Ermenilere eza ve cefa
çektirmek, katliam yapmak gibi amaçlarla çıkartılmamış, bilakis Osmanlı ordusunun ve masum
halkın korunması amacıyla çıkarılmıştır. Bu iş devleti her yönüyle yeni bir savaş cephesi açmış
gibi külfet sokmuştur. Eğer Osmanlı hükümeti Ermenilere katliam uygulamak isteseydi; bunu
böyle bir kanun çıkarıp ödenek ayrılması, özel memurların atanması gibi zahmetli çalışmalara
girmeden de yapabilirdi.
Ayrıca Tehcir kanununun, savaş alanı bölgesinde bulunan Ermenilere uygulandığı unutulmamalıdır.
Nitekim Orta Anadolu’da ve diğer yerlerde bulunan Ermeniler göç ettirilmemiştir. Ancak buralarda
bırakılan Ermenilerin, tehcirden sonra çeşitli isyan hareketlerinde bulunduğu görülmektedir. Urfa,
Akdağ, Bayburt ve Karahisar’da 3. orduyu günlerce meşgul eden isyanlar çıkmıştır. Hatta bu
isyanlarda masum halk katliama tâbi tutulmuştur. Kışlalara ve fabrikalara sabotaj hareketlerinde
bulunmuşlar, yurdun çeşitli yerlerinde, Bağdat’ta bile harekete geçen Ermeniler, sayısız insanı
kadın ve çocuk demeden öldürmüşlerdir. Bu faaliyetlerde bulunan Ermeniler, Rum ve Ermeni
köylerinde saklanmışlar ve iaşelerini buralardan karşılamışlardır. Buna karşılık Osmanlı
hükümetinin, ordusunda bulunan Ermeni subay ve askerlere vatandaş sıfatıyla görev verdiği,
askeri okullarda okuyan Ermeni öğrencilerin tahsillerine devam etmelerine izin verildiği, hatta
bu askeri okullardan mezun olanlara orduda görev verildiği görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı
hükümetinin Ermenilere karşı doğrudan bir husumet beslemediği, sadece tehcire sebep olan
hadiselere karışanların bu kanuna tâbi tutulduğu görülmektedir ki, bunlar arasında sadece Ermeniler
değil, Rumlar da bulunmaktadır.[15]
Buna rağmen Ermenilerin soykırım dedikleri 24 Nisan’da alınan tedbirler ve ardından tehcir
uygulamasının başlamasından itibaren, İtilaf Devletleri nezdinde girişimlerde bulundukları ve
İtilaf devletlerinin de kendi çıkarlarına uygun olarak bu iddiaları kabul ettikleri görülmektedir.
bu manada olmak üzere İtilaf devletleri, 24 Mayıs 1915’te Havas Ajansı aracılığıyla Osmanlı
hükümetini soykırım yapmakla itham etmişlerdir.
Bâb-ı Âlinin bu notaya cevapta, “İmparatorluk bünyesinde kesinlikle bir Ermeni katliamı olmadığı,
bu iddiaların tamamen yalan olduğu” söylendikten sonra, Ermeni olayları hakkında bilgi verilmekte,
dış tahriklere dikkat çekilmekte ve bazı yerlerde Ermeni ileri gelenlerinin hala Osmanlı devletine
karşı silahlı harekât içerisinde olduğu vurgulanmıştır.[16] Ancak İtilaf devletleri işin iç yüzünü
bilmelerine rağmen Ermeni meselesini sürekli gündeme getirmeye devam etmişlerdir.
Rusya’da gerçekleşen Bolşevik ihtilali ve ardından yeni hükümetin savaştan çekilmesiyle,
Ermeni Meselesinde yeni bir dönem yaşanmıştır. Ruslar Brest-Litovsk Antlaşmasına (3 Mart
1918) kadar yavaş yavaş çekilmişler, bu arada Ermeniler daha serbest hareket etmeye başlamışlar
www.ulkuocaklari.org.tr 131
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ve 1918 yılının başlarından itibaren, başta Erzurum olmak üzere bir çok yerde büyük katliamlar
yapmışlardır.[17] Ancak Kazım Karabekir komutasındaki Türk ordusunun ileri harekâtıyla,
işgal altında olan ve Ermenilerce büyük kıyımlar yapılan yerleşim birimleri teker teker işgalden
kurtarılmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler üzerine bağımsızlığını ilan etmiş olan Güney Kafkas
Federasyonu içerisinde bulunan Ermeniler (diğerleri Gürcüler ve Azerilerdir) Trabzon’da yapılan
müzakereler sonucunda, Brest-Litovsk Antlaşmasını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Osmanlı
yöneticilerinin Brest-Litovsk ilkelerinden daha fazla toprak talepleri ise tartışmalara sebep olmuş,
ancak 15 Mayıs’ta Gümrü’nün Osmanlı ordularınca geri alınması üzerine Ermeniler bu teklifleri
kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak Ermeniler bu müzakerelerin yapıldığı sıralarda bile
Osmanlı devletine karşı savaşlarını devam ettirmiş, halka katliamlar uygulamışlardır.
Bu arada Güney Kafkas Federasyonu meclisi, kurulan konfederasyonun devam etmeyeceğini
anlayarak kendisini feshetmiş ve diğerleri gibi Ermeniler de 28 Mayıs 1918’de bağımsızlıklarını
ilan etmişlerdir. Ardından Batum’da bir araya gelen Ermeni ve Osmanlı delegeleri, 4 Haziran
1918’de Batum Antlaşmasını imzalamışlardır.
F) Tehcir ve Ermeni Nüfusu[18]
Ermeni komitacılar ve bugünkü destekçileri tarafından günümüzde en çok istismar edilen konu
Ermeni nüfus durumudur. Savaş döneminde tutulan kayıtlar, resmi rakamlar, kilise kayıtları, yabancı
misyonların raporlarında yer alan nüfus bilgileri ve diğer belgelere rağmen sürekli olarak o günkü
gerçek nüfusun asgari üç katı bir rakam gösterilerek soykırım iddialarına dayanak aranmaktadır.
Verilen rakamlardan bazıları, dünya genelinde bugün yaşayan toplam Ermeni nüfusunu bile birkaç
kat aşmaktadır. Bu nedenle, nüfus bilgilerini veren ciddi kaynaklar karşılaştırmalı olarak müteakip
maddelerde değerlendirilmiştir.
1- Tehcir Öncesi Ermeni Nüfusu
Osmanlı Devletinde yaşayan Ermenilerin nüfusuna ilişkin çok değişik iddialar mevcuttur. Bunları
sırasıyla aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz;[19]
Kaynaklara Göre Ermeni Nüfusu
1917 İngiliz Salnamesine(yıllığına) Göre;
1.056.000
Patrik Ormanyan’a Göre;
1.579.000
Kevork Aslan’a Göre
1.800.000
Alman Papas Johannes Lepsıus’a Göre;
1.600.000
Cuinet’e Göre;
1.045.018
Fransız Sarı Kitabına Göre;
1.475.011
Basmacıyan’a Göre:
132 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
2.380.000
Patrik Nerses Varjabedyan’a Göre;
1.150.000
Ermeni Asıllı Marcel Leart’a Göre;
2.560.000
Lozan’a Katılan Ermeni Heyetine Göre;
2.250.000
Fransız Sarı Kitabına Göre;
1.555.000
Britannica Ansiklopedisine Göre;
1.500.000
Ludovik de Constenson’a Göre;
1.400.000
H.F.B. Lynch’ye Göre;
1.345.000
Osmanlı İstatistiklerine Göre (ortalama)
1.295.000
2- Osmanlı Devleti Resmi Belgelerine Göre Ermeni Nüfusu
Yabancılar Osmanlı belgelerini görmezden gelmeye çalışmaktadır. Ancak, bu konudaki en güvenilir
rakamların resmi belgelerde olduğu kesindir. Son zamanlarda olduğu gibi tehcir öncesi Ermeni
nüfusun olduğundan 4, hatta 5 kat fazla gösterildiği olmuştur. Örneğin 1878 Berlin Kongresi’nde
Bağımsız Ermenistan isteyen Ermeniler. Doğu Anadolu illerinde 3.000.000 Ermeni olduğunu
savunmuşlar ancak Berlin Anlaşmasında Hıristiyanlardan vergi alınması hükme bağlanınca, bu
sayıyı Osmanlı Hükümetinin belirlediği sayının altına indirmişlerdir.
Osmanlı Devletinde İstatistik Genel Müdürlüğü 1892 yılında kurulmuştur. Genel Müdürlük
görevini 1892 yılında Nuri Bey. 1892-1897 yılları arasında Fethi FRANCO adlı bir Musevi, 18971903 yılları arasında Mıgırdıç ŞINABYAN isimli bir Ermeni. 1903-1908 yılları arasında Robert
isimli bir Amerikalı. 1908-1914 yılları arasında Mehmet BEHİÇ Bey yapmıştır.[20] Görüldüğü
gibi Ermeni meselesini siyasi alana taşıyan önemli olayların cereyan ettiği dönemde, Osmanlı
nüfus bilgileri yabancıların kontrolü altındadır. Buradan hareketle, bugüne kadar aksi bir belge ve
kanaat olmadığına göre Osmanlı nüfus bilgilerine itibar edilmesi gerekmektedir. Buna göre;[21]
1882’de
1.125.386
1895’te
1.167.068
1906’da
1.280.493
1914’te
1.294.831
www.ulkuocaklari.org.tr 133
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Her üç grup veri kaynağı değerlendirildiğinde, gerek Osmanlı, gerek Ermeni ve yabancı istatistikler,
I. Dünya Savaşı döneminde yaşayan Ermenilerin nüfusunun 1.250.000 civarında olduğunu ortaya
koymaktadır.
3- Tehcir Sonrası Ermeni Nüfus Hareketleri
Osmanlı Devletinin son nüfus istatistiği 1914 yılında yapılmıştır. 1914 nüfus istatistiğine göre
Ermeni nüfusu 1.221.850’dir. Tehcirin yasallaştığı 27 Mayıs 1915 tarihinden, 1927 yılına kadar
Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde sayım yapılmamıştır. Ayrıca, Tehcirin yapıldığı bugünkü Irak
ve Suriye bölgelerinden; Irak bölgesi İngilizler tarafından, Suriye ise Fransızlar tarafından işgal
edilmiş olup, bu bölgelere götürülen Ermeni sayısı ile nüfuslarının ne kadar arttığı, dolayısıyla
intikal eden ve edemeyenlerin sayısını kestirmek mümkün olmamıştır. Ayrıca, konu ile ilgili
kaynaklarda yukarıda arz edilen netlikle bilgiye rastlanılmamıştır.
Bununla birlikte Noradungian Gabrıal’in Lozan Konferansı Tali Komisyonu’na sunduğu rapora
göre;
- Kafkasya’ya 345 bin,
- Suriye’ye 140 bin,
- Yunanistan ve Ege Adalarına 120 bin,
- Bulgaristan’a 40 bin,
- İran’a 50 bin olmak üzere toplam 695 bin kişinin gittiği görülmektedir.
Trabzon Konferansı’na (14 Mart-14 Nisan 1918) katılan Ermeni ileri gelenlerinden Hatisov, (daha
sonra Ermenistan Cumhurbaşkanı olmuştur) Hüseyin Rauf Bey’e gönderdiği mesajda Kafkasya’da
Osmanlı memleketinden kaçan 400 bin Ermeni’nin bulunduğunu bildirmektedir.[22] yine bir başka
Ermeni Richard Hovannısıan; Suriye dışındaki Arap ülkelerinden;
- Lübnan a 50 bin,
- Ürdün’e 10 bin,
- Mısır’a 40 bin,
- Irak’a 25 bin,
- Fransa ve Amerika’ya 35 bin Ermeni’nin göç ettiğini belirtmektedir.
Bir başka grup ise, Militaristler olarak bilinen Katolik Ermenilerdir. 1917 Osmanlı Nüfus istatistiğine
göre 67.838 Katolik Ermeni yaşamaktadır. Musa Dağı olayına da karışan bu Ermenilerden yaklaşık
60.000 kişinin Türkiye’nin liman şekillerini kullanarak Türkiye’yi terk ettiğine ve başta Avusturya
-Fransa ve ABD olmak üzere birçok ülkeye gittiklerine dair bilgiler de bulmaktadır. Ancak yukarıda
arz edilen rakamlara Katolik Ermenilerin de dahil olduğu varsayılmaktadır.
Buradan hareketle tehcir uygulamasında;
- Kafkasya’ya 345 bin,
- Suriye’ye 140 bin.
- Yunanistan ve Ege Adalarına 120 bin,
- Bulgaristan’a 40 bin,
- İran’a 50 bin,
134 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
- Lübnan’a 50 bin,
- Ürdün’e 10 bin,
- Mısır’a 40 bin,
- lrak’a 25 bin,
- Fransa, ABD, Avusturya vd. 35 bin olmak üzere,
- Toplam 855.000 Ermeni’nin göçe tabi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu rakam Türk araştırmacılar tarafından da 800 bin civarında kabul edilmektedir. Ayrıca Kemal
Beydilli’nin belirttiği kendiliğinden göç eden 60 bin Ermeni’nin de Ermeni yazarlar tarafından
göç ettirilenler içinde gösterildikleri değerlendirilmektedir. Ermeni belgeleri esas alınırsa, buradan
hareketle 855 bin rakamı 1914 Ermeni nüfusundan çıkarıldığında, geriye 366.850 kişi kalmaktadır.
Göçe tabi tutulmayan nüfus ise 167.778’dir. Bunların;
82.880’i İstanbul,
60.119’u Hüdavendigar’da (Bursa),
4.548’i Kütahya Sancağı,
20.237’si Aydın vilayetinde bulunmaktaydı.
366.850’den, göçe tabi tutulmayan 167.778 kişi çıkarıldığında ise yaklaşık 200.000 kişi
kalmaktadır.
Ermeni belgelerine dayanılarak yapılan bu çalışma sonucunda; İtilaf Devletleri saflarına katılarak
Osmanlı ile savaşta ölen, yurtdışına kaçan, tehcir sırasında çeşitli nedenlerle ölen veya eşkıya
tarafından öldürülen Ermeni sayısının yaklaşık 200.000 kişi olduğu söylenebilir.
Kimi yabancı yazarlar, Osmanlı ordusunu arkadan vuran ve Rus ordusu saflarında savaşan
Ermenilerin sayısını 180 bin olarak vermektedir.
Bazı belgeler ise 200.000 kişiden önemli bir bölümünün göç ettirilmeyen dört merkezi İstanbul,
Aydın, Kütahya ve Adana civarına geri döndüğü, bir kısmının saklandığı ve daha sonra yurtdışına
çıktığını kanıtlamaktadır. Buradan görüleceği üzere Ermeni iddialarında esas alınan rakamların,
tamamen hayal mahsulü ve propaganda maksatlı olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kimsenin görmek
istemediği bir gerçek daha vardır: o da ölen Türklerin sayısıdır. Justin McCarthy bu konuda şunları
belirtmektedir:
“Ölü Ermeni sayısı ele alınırken ölü Müslüman sayısını da göz önüne almalıyız. İstatistikler
çoğunun Türk olduğu 2.5 milyon Müslüman’ın da öldüğünü söylemektedir. Ermenilerin yaşadığı
6 vilayette 1 milyondan fazla Müslüman ölmüştür... Sivas ili savaş sınırları içinde değildi. Rus
ordusu asla bu kadar içeri girmedi. Fakat Sivas’ta 180 bin Müslüman öldü. Aynı şey bütün Anadolu
için geçerliydi.” [23]
Kaynaklar
[1] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s37.
[2] Demirel, a.g.e., s:49-50
[3] Bilindiği gibi bu tarih, Ermeniler tarafından Ermeni Soykırımının Yıldönümü olarak anılmaktadır. Geçmişten
Bugüne Türk-Ermeni İlişkileri, s. 49.
[4] Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, s.39-40.
www.ulkuocaklari.org.tr 135
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[5] Demirel, 51-52
[6] Uras, a.g.e., s.609.
[7] Takvim-i Vekayi, Numara 2189
[8] A.T.B.D., Sayı 83, Mart 1983, s. 129-133.; A.T.B.D., Sayı 81, Aralık 1982, s. 147-153.
[9] Göç etmek zorunda olan Ermenilere karşı uygulanacak esaslar ve göç anında uygulanması ve uyulması zorunlu
esaslar hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz., Salahi R. Sonyel, Ermeni Tehciri ve Belgeler, Baylan Matbaası, Ankara
1978.; Dokuz Soru ve Cevapta Ermeni Sorunu, s. 24-25; Süslü, a.g.e., s:110 vd.
[10] Tam metin için bkz, Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), s.70. (ŞFR., nr. 54/315 (Ek-III)
[11] Halaçoğlu, a.g.e., s.70.
[12] E.K.A.H.İ., s. 306.
[13] Nejdet Bilgi, Ermeni Tehciri ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal Bey’in Yargılanması, KÖK Yay., Ankara
1999, s. 33.
[14] Halaçoğlu, a.g.e., s.61-62.
[15] Necati Ökse, “Ermeni Sorununun Doğuşu, Tehcir Kanunu ve Uygulanması”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni
Toplumu İle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s:274-275
[16] Uras, a.g.e., s:606 vd.
[17] b.k.z., Sakarya, a.g.e., s.289 vd
[18] Bu bölüm için bkz., İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türk-Ar., Ankara, 2001
[19] b.k.z., Dokuz Soru ve Cevapta Ermeni Sorunu, Dış Politika Enstitüsü Yay., Ankara, 1983, s:29
[20] Nurşen Mazıcı, Belgelerle Uluslar Arası Rekabette Ermeni Sorunu, İstanbul, 1987
[21] b.k.z., Stanford J. Show- Ezel Kural Show, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, İstanbul, 1983, s:256
[22] Akdes Nimet Kurat, Türkiye Ve Rusya, Ankara, 1990, s:471
[23] b.k.z., (www.ermenisorunu.gen.tr)
136 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ERMENİ İDDİALARI ve GERÇEKLER
Erkan GÖKSU
1- Sözde Soykırım Günü
24 Nisan 1915 tarihi, Anadolu’nun hemen her köşesinde başlayan ve İstanbul’da o günün Devlet
Başkanı’na yönelik suikasta kadar uzanan Ermeni terör ve tedhişine karşı Osmanlı Devleti’nin
tutuklamaları başlattığı tarihtir. Asılsız soykırım iddiaları kadar, 24 Nisanın sözde soykırımın
başlangıcı olarak ilan edilmesi de tarihi gerçeklerden uzaktır. 24 Nisan 1915 (11 Nisan 1331)
tarihinde Ermeni Komite Merkezleri’nin kapatılmasını, evraklarına el konulmasını ve elebaşılarının
tutuklanmasını öngören ve 14 valilikle 10 mutasarrıflığa gönderilen genelge (emirname) ile devlet
olayları önlemeye çalışmıştır. Bu genelge sonrasında İstanbul’da kamu düzenini bozdukları için
2.345 kişi tutuklanmıştır. Eğer yapılan icraat bir soykırım olsa idi, o tarihte İstanbul’da yaşayan
82.880 Ermeni’nin % 3’ü karşılığı olan 2345 kişi değil, daha fazla sayıda Ermeni’nin tutuklaması
yapılabilirdi. Bu tarihin Ermeniler tarafından sürekli istismar edilmesinin asıl sebebi, daha
sonra yaşanan Ermeni olaylarında elebaşılık yapacak etkin kadronun tutuklanmış olmasıdır. Bu
tutuklama ile belki de, Türklere yönelik olarak tarihin kaydedeceği en büyük katliamlarından birisi
engellenmiştir. Aslında Ermenilerin sindiremediği durum budur.
2- Sevk ve İskan, Soykırım Anlamına Gelir mi?
Tehcir uygulamasından önce Ermeni Komite merkezlerinin kapatılması, ele başları ile ve bazı
teröristlerin tutuklanmasına rağmen, olaylar yatışmamış tam aksine gittikçe artmıştır. Olaylar
büyük şehirlerden küçük yerleşim birimlerine kaymış ve önlenemez hale gelmiştir. Taşrada
emniyet ve asayişten sorumlu birim amirlerinin merkeze gönderdikleri mesajlarda, sürekli olarak
yer değiştirmenin teklif edildiği görülmektedir. Yapılan bu tekliflerle de “yer değiştirilerek fesat
yuvalarının dağıtılmasını” önermiştir.
Sevk ve İskan anlamındaki tehcir, meskun bir grubun bir başka yere nakledilmesi ve yeniden
iskan edilmesi anlamındadır. Osmanlı Devleti’nce yapılan uygulamada, Ermeni vatandaşları,
gemilere, trenlere bindirilerek sınır dışı edilmemiş, gaz odalarında ya da krimatoryumlarda yok
edilmemişlerdir. Yapılan uygulama sürekli toprak kaybeden İmparatorluğun dağılmasını önlemek
üzere, Osmanlı Devleti yöneticilerince zorunlu görülmüş bir tedbirdir. Buna rağmen Devlet
Yöneticilerinin büyük bir soğukkanlılıkla hareket ettikleri görülmektedir. Göç ettirilenlerin
sevklerinde uyulacak esaslar, kararnamelerle düzenlenmiştir. Bu kararnamelerde göç edenlerin
hakları ve bunlara verilmesi gereken her türlü hizmet detayları ile birlikte belirtilmiştir. Bunlardan
biri de, “Harp ve Olağanüstü Siyasi Durum Sebebiyle Başka Yerlere Gönderilmeleri Yapılan
Ermenilere ait Mülk ve Arazinin İdare Şekli Hakkında Yönetmelik”tir. Yönetmeliğin 3. ve 5.
maddeleri ise, hükümetin savaş koşullarında bile Terkedilmiş Mallar Komisyonu kuracak kadar
konuya önem verdiğini göstermektedir: “...Madde.3: Koruma altına alınan eşyanın cinsi, miktarı,
değerleri, sahiplerinin isimleri uzun, uzun belirtilerek deftere yazıldıktan sonra kilise, okul, ev
gibi depoya elverişli olabilecek yerlere gönderilecek, sahipleri ayırt edilebilecek şekilde ayrı, ayrı
konularak korunmasına özen gösterilecek ve eşyanın özelliği, miktarı ile sahibinin ismi, alındığı
yer ve korunduğu yeri bildirir bir tutanak düzenlenerek, aslı yerel hükümete ve onaylı bir sureti
terkedilmiş Mallar Komisyonu’na verilecektir....
www.ulkuocaklari.org.tr 137
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Madde 5: Mevcut taşınabilir mallar arasında durmakla bozulabilecek olan eşya ile hayvanlar
komisyonun uygun bulacağı bir kurul tarafından ileride açık olarak satılarak, karşılığı, sahibi
biliniyorsa onun adına, sahibi bilinmiyorsa, eşyanın bulunduğu köy veya ilçe adına emanete
alınması için mal sandıklarına teslim edilecektir. Satılan eşyanın cinsi. miktarı, kıymeti ve kime
ait olduğu, alıcısı ve karşılığı (bedeli) etraflıca bu özel deflere işlenerek altı: artırma suretiyle
satan kurul tarafından onaylanacak ve açıklayıcı bir tutanak düzenlenerek, aslı yerel hükümete ve
onaylı sureti bırakılmış mallar idare komisyonuna verilecektir.” Aynı yönetmeliğin 6. maddesi ise
Fatih Sultan Mehmet’le başlayan dinler arası hoşgörünün, en zor şartlar altında bile sürdürülmeye
çalışıldığına verilecek en çarpıcı örnektir: “...Kiliselerde bulunan eşya ve resimlerle kutsal
kitaplar iyice belirtilerek deftere yazılacak ve tutanağa bağlanarak yerlerinde saklanmalarına özen
gösterilecektir...”
Tüm bu tedbirlere rağmen sevk ve iskanla ilgili mevzuata uymadıkları gerekçesiyle; Sivas
vilayetinden 648 kişi. Ma-müratül Aziz vilayetinden 233 kişi. Diyarbakır vilayetinden 70. Bitlis
vilayetinden 20, Eskişehir mutasarrıflığından 8, İzmit mutasarrıflığından 33, Ankara vilayetinden
32, Kayseri mutasarrıflığından 69, Suriye vilayetinden 27, Hüdavendigar (Bursa) vilayetinden 12,
Konya vilayetinden 12, Urfa mutasarrıflığından 189, Canik Mutasarrıflığından 14 kişi olmak üzere
toplam 1397 kişi çeşitli cezalara çarpıtılmıştır. Bunlardan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey
ile eski Bayburt Kaymakamı ve Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, Nemrut Mustafa Başkanlığı’ndaki
Divanı Harb’da yargılanmış ve mahkemeler sonucunda idam edilmişlerdir. Geçmiş tarih sayfalarına
bakıldığında; savaş bölgesinde oturan ve birliklerin hareketini engelleyen, karşı tarafa istihbarat
sağlayan, yardım ve yataklık yapan ya da düşman ile birlikte onun safında hareket eden halkların
ve grupların cephe gerisine gönderildiği görülebilir. Sevk ve iskanın bir amacı da sivil halkın
savaştan zarar görmesini önlemektir.
Daha sonraki yıllarda bu tür zorunlu göç uygulamalarına bazı devletlerin de başvurduğunu
görüyoruz.
Fransa’da Radikal Sosyalist Fransız hükümeti tarafından, Almanca konuşan ve Fransa-Almanya sınır
bölgesinde yaşayan Alsazların 1939-40 kışında, Majino hattının doğusundan alınarak Fransa’nın
güneybatısına, özellikle de Dordogne’ye nakledildiği bilinmektedir. Aynı şekilde, Amerikan
yönetimi de, Pearl Harbour baskınından sonra, Japon asıllı vatandaşlarını Pasifik bölgesinden
Misisipi vadisine göç ettirmiş ve savaş sonuna kadar toplama kamplarında barındırmıştır. Bu
örnekleri çoğaltmamız mümkündür.
Buradan anlaşılacağı üzere Devletler zorunlu hallerde, halkının bir kısmını göçe tabi tutmak
mecburiyetinde kalabilir.
Diğer bir belge ise, ABD’nin Kaliforniya Eyaletinde yaşayan Albert J.Amateu’ nun 1989 yılında
noter aracılığıyla verdiği yeminli beyandır. Amateu bu beyanında sözde Ermeni soykırım
iddialarının asılsız olduğunu açıklamaktadır. 20 Nisan 1989 tarihinde, 100 yaşında bir insanın vicdan
muhasebesinin ürünü olan beyan, sözde Ermeni soykırımı iddialarında bulunanlara verilebilecek
en güzel cevaptır.
Bu göç esnasında yaklaşık 200 bin Ermeni’nin kayıp olduğu, yukarıda detaylarıyla açıklanmıştır.
Ancak, konuya Osmanlı Devleti’nin 1915 1918 yıllarını kapsayan dönemde cephelerde ve cephe
gerisindeki kayıpları açısından bakarsak; 400 bin yaralı, 240 bin hastalık nedeniyle ölen, 35 bin
yaralanan ancak yeterli bakım sağlanamadığından ölen, 50 bin savaş alanında şehit ve 1.560.000
hasta, firar, esir ve kaybının olduğu görülmektedir.
Bu rakamlar esas alındığında savaş şartlarının ağırlığı, ekonomik ve teknik imkansızlıklar tıbbi
malzeme eksikliği gibi zor şartlar ile salgın hastalıklar nedeniyle 275 bin insanın hastalık ve
bakımsızlıktan öldüğü görülmektedir.
Osmanlı Devleti bu şartlar ve ciddi imkansızlıklar içinde iken özellikle göç yollarında kafilelere
138 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
saldıran Ermeni çeteleri ile eşkıyalar da iç güvenliği tehdit etmektedir.
Buradan şu sonuca varmak mümkündür: Osmanlı Devleti’nin planlı, sistemli bir soykırım düşüncesi
ve uygulaması içinde olduğunu söylemek bir iftiradan öteye geçemez. Ermeni komitalarınca iddia
edilen soykırım asla olmamıştır.
Ancak savaş şartlarındaki imkansızlıklar, teknik ve tıbbi yetersizlikler ile kafileleri koruyan askere
saldırarak firar edilmesini sağlamayı hedefleyen Ermeni çeteleri ile soygun ve yağma amaçlı
eşkıyanın eylemlerinde hayatlarını kaybeden, düşman saflarına katılan, kendiliğinden yurtdışına
çıkan, göç uygulaması dışında tutulan illere kaçan veya göç güzergahındaki mahallin halkı
tarafından saklanan Ermenilerde vardır.
3- Sevk ve İskan Amaçlı Yapılan Harcamalar
Dağılma sürecinde Osmanlı ülkesi sürekli olarak göç almıştır. Özellikle 1900’lü yıllarda, Balkanlar
ve Kafkaslardaki gelişmeler nedeniyle bu bölgelerden Anadolu’ya yoğun göçler gözlenmiştir.
Sevk ve İskan Kanunu ile yerleri değiştirilen Müslüman, Rum ve Ermeniler ile Anadolu’ya yönelen
göç hareketlerine ilişkin ihtiyaçları karşılamak amacıyla, Muhacir’in Müdüriyeti Umumiye
(Göçmenler Genel İdaresi) kurulmuş, bu idare tarafından göçmenlerin, iskan, iaşe ve diğer sorunları
çözülmeye çalışılmıştır.
Sevk ve İskana tabi göçmenlerin sevk, iskan, iaşe ve ibatelerinin temini için;
- 1915 yılında 25 milyon,
- 1916 yılı sonuna kadar ise 230 milyon kuruş harcandığı anlaşılmaktadır.
Göç esnasında teşekkül ettirilen kafilelere vasıta veya binek hayvan temin edilmiş, kadın, yaşlı ve
çocuklarla, hastalara özel ihtimam göstermiştir. Dönemin İçişleri Bakanlığı’nca yayınlanan konuyla
ilgili yönetmeliğin 2 ve 3ncü maddeleri bu ihtimamın derecesini gözler önüne sermektedir: “...
Madde 2: Nakledilen Ermeniler kâffe-i menkûlat (taşınabilecek bütün mallarını) ve hayvanâtını
(hayvanlarını) birlikte götürebilirler... Madde 3: Mahall-i iskâniyelerine (yerleşecekleri yerlere sevk
edilen Ermenilerin esnâ-yı râhda (yolculuk sırasında) muhâfaza-i can (canlarının korunması) ve
mallarıyla temin-i iâşe (yiyecek temini ve istirahatları, güzergâhlarında (geçtikleri yerde) bulunan
memurîn-i idareye (yönetim makamlarına) aittir. Bu hususta vâki olacak terahi ve tekâsülden
(gevşeklik ve ilgisizlikten) ala-meratibihim kaffe-i memurîn mesuldür (sırasıyla bütün memurlar
sorumludur)...”
Deniz yoluyla göç edenlerin o dönemde salgın bulunan sıtma hastalığına karşı korunabilmeleri için
kinin dağıtılmış, hastalar için sivil hastaneler yanında askeri hastanelerden de yararlanma imkanı
getirilmiştir.
Göçmenlerden ailelerini yitirmiş olan kimsesiz çocuklar yetimhanelere veya göç edilen mahallerdeki
ailelere yerleştirilmiş ve bunların iaşeleri sağlanarak meslek sahibi olmaları için eğitim imkanı
sağlanmıştır.
4- Talat Paşa’ ya Atfedilen Telgraflar ve Gerçekler
Aram ANDONİAN adlı bir Ermeni, 1920 yılında Londrâ da “Naim Bey’ in anıları. Ermenilerin
Tehcir ve Katliamına İlişkin Resmi Türk Belgeleri” isimli bir kitap yayınlamıştır. Bu kitap daha
sonra Paris’te “Ermeni Katliamına İlişkin Resmi Belgeleri” ve Boston’da “Büyük Suç, Son Ermeni
Katliamı ve Talat Paşa, İmzalı Orijinalleriyle Resmi Telgraflar” adı ile yayınlanmıştır.
Bu kitapta yer alan ve Talat Paşa’ ya atfedilen telgraflar; bir soykırım suçlusu yaratmak amacıyla
üretilmiş sahte belgelerdir. Şinasi OREL ve Süreyya YUCA tarafından bu belgeler üzerinde
yapılan inceleme sonucunda belgelerin alındığı söylenen Naim Bey isimli bir şahsın Halep İskan
www.ulkuocaklari.org.tr 139
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dairesinde hiçbir zaman çalışmadığı, belgelerin otantik ve kullanılan kağıtların Osmanlı Devletinin
yazışmalarda kullandığı kağıt türünde olmadıkları, orijinal nüshalarının Başbakanlık Arşivindeki
İçişleri Bakanlığı belgeleri arasında bulunmadığı, sahte belgelerde yer alan kayıt numaralarında
çıkış adresi olarak gösterilen daire kayıtlarında bu evraklara rastlanmadığı, hicri ve miladi tarihlerde
hata yapıldığı, imzaların gerçekleriyle uyuşmadığı, Osmanlıca yazım kurallarında rastlanılmayacak
hatalara yer verildiği gibi çok sayıda somut delillere rastlanılmıştır.[2]
Ayrıca, kitapta kullanılan belgelerin orijinallerinin Manchester’deki Ermeni Bürosunda olduğu
söylenmesine rağmen, bugüne kadar dünya kamuoyunun bilgisinden ve incelemesinden
ısrarla kaçırılması ve doğruluğunun Osmanlı Dönemindeki Halep Ermeni Birliğinin raporuna
dayandırılması gibi durumlar Ermenilerin sözde soykırım maksatlı iddialarının ne ölçüde gerçek
dışı, başka deyişle sahte olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
5- Ermeni İddialarına Karşı Yabancılar Tarafından Yapılan İncelemeler ve Varılan
Sonuçlar
Birinci Dünya Savaşının hemen sonrasında, itilaf devletleri ordularının İstanbul ve diğer bölgeleri
işgal etmelerini müteakip, birkaç yüz Osmanlı siyasi ve askeri lideri ile aydını savaş suçlusu oldukları
iddiası ile İngilizler tarafından Malta Adası’na gönderilerek hapsedilmişlerdir. İstanbul’daki
Hükümet, hem saltanatın ve kendi varlığının muhafazası, hem de son on yıl içinde imparatorluğu
yöneten ve hükümete hakim olan İttihat ve Terakki Partisi’nin ortadan kaldırılması amacıyla,
İtilaf devletleri ile her konuda işbirliğine girme konusunda istekli davranmıştır. Sonuç olarak,
gerek İttihat ve Terakki rejimi gerek İstanbul’da ve Malta’da tutuklu bulunan kişiler hakkında suç
kanıtlarına bulunabilmesi için Osmanlı arşivlerinde geniş çaplı araştırmalar yapılmıştır. Bununla
birlikte, ne zamanın İstanbul Hükümeti, ne de Malta’daki tutuklular hakkındaki suçlamaları ispat
edebilecek nitelikte hiçbir delil mahkemeye sunulmamıştır. İngiliz Hükümeti çaresizlik içinde
kendi arşivlerinde ve ABD Hükümetinin Washington’daki arşivlerindeki raporlar üzerinde de
araştırmalar yapmış, ancak yine hiçbir sonuca ulaşamamıştır.
ABD arşiv raporlarında Washington’daki İngiliz Büyükelçisi R.C Craıgıe, Lord Curzon’a 13
Temmuz 1921’de çektiği mesajda şöyle diyordu: “Malta’da tutuklu bulunan Türkler aleyhine
delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey olmadığını bildirmekten üzüntü duyuyorum... Yeterli delil
oluşturabilecek hiçbir sorun vakit mevcut değildir. Söz konusu raporlar, hiçbir şiddetle, Türkler
hakkında Majesteleri Hükümeti’nin halen elinde bulunan bilgilerin takviyesinde yararlı olabilecek
delilleri bile ihtiva eder görünmemektedir.” Sonuç olarak, 29 Temmuz 1921’de. Kral Londrâ’daki
Hukuk Danışmanları; Dışişleri listesindeki kişilere karşı yöneltilen suçlamaların yarı siyasi bir
maliyet taşıdığına ve bu nedenle haklarında, harp sırasında İngiliz savaş esirlerine zulüm yapıldığı
iddiasıyla İngiliz Hukuk Danışmanları’nın önerisi üzerine savaş suçlusu olarak tutuklanan
Türklerden ayrı işlem yapılması gerektiğine karar vermişlerdir. Ayrıca, “Şimdiye kadar hiçbir
şahitten, tutuklular hakkında yapılan suçlamaların doğru olduğunu kanıtlayan bir ifade alınmış
değildir. Esasen, herhangi bir şahit bulunup bulunamayacağı da belli değildir, zira Ermenistan
gibi uzak ve ulaşılması zor bir ülkede ve özellikle bu kadar uzun bir zaman geçtikten sonra şahit
bulunması ne ölçüde zor olduğunu belirtmek dahi gereksizdir” ifadeleri de Kralın Londrâ’daki
Hukuk Danışmanlarına aittir. Sonuç olarak Malta’daki tutuklular, kendilerine hiçbir suçlama dahi
yöneltilmeden ve duruşma yapıldı 1922’de serbest bırakılmışlardır.
Bu zaman zarfında İngiliz basınında Osmanlı Hükümetin sözde soykırım ile suçlayan ve bu konuyu
ispata yeltenen bazı belgeler yayınlanmıştır. Söz konusu belgelerin General Allenby komutasındaki
İngiliz İşgal Kuvvetleri tarafından Suriye’deki Osmanlı Devlet Dairelerinde ortaya çıkarıldığı iddia
edilmiştir. Ancak, İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından sonradan yapılan soruşturmalar, İngiliz
basınına verilen bu belgelerin İngiliz ordusu tarafından ele geçirilen belgeler olmayıp, Paris’teki
Milliyetçi Ermeni Delegasyonu tarafından müttefik delegasyonlara yazılan uydurma belgeler
olduğu anlaşılmıştır.
140 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
6- Osmanlı Devletinin İddialar Karşısındaki Tutumu
Önceki bölümlerde soykırım iddialarıyla yapılan gösteriler ve eylemlerin, sözde soykırımın 50.
yılı nedeniyle 1965 yılında başlatıldığını belirtmiştik. Osmanlı Devleti Ermeniler gibi 50 yıl
beklememiş ve 26 Mart 1919 tarihinde, II. Dünya Savaşında taraf olmamış olan İspanya İsviçre,
Danimarka, İsveç ve Norveç’e gönderdiği notalarla bu ülkelerden, ikişer hukukçu gönderilmesini
istemiştir. Belgeleri son bölümde verilen bu girişim, İngilizlerin müdahalesi üzerine sonuçsuz
kalmış ve bu komisyonun kurulması, dolayısıyla konu soruşturması engellenmiştir.
Bu konu, Osmanlı Devleti’nin icra etmiş olduğu işlemlerde uluslararası hukuk çerçevesinde yanlış
bir şeyin bulunmadığını gösteren, kendisine olan ön güvenin önemli bir göstergesidir.
Adeta, gerçek faillerin ve tasvirlerin ortaya çıkarılması islenmemiştir. Eğer bu komisyon kurulsa
idi, bugün Türk milletine yöneltilen asılsız ithamlar gerçek muhatabını bulacak, ayrıca Türkiye
Cumhuriyeti’ne yönelik bu asılsız iddialar da o gün tarihin derinliklerine gömülebilecekti.
Osmanlı Devleti’nin girişimleri bununla da bitmemiş ve Osmanlı Hükümeti 7 Mart 1920 tarihli
telgrafı ile İtilaf Devletleri ve Amiral Bristol’dan konunun araştırılmasını, gerçeklerin tespit
edilerek dünya ve Türk Kamuoyunun aydınlatılmasını talep etmiştir. Bu başvuruda; “...uydurma
Ermeni katli meselesinin uluslararası bir komisyon oluşturularak yerinde süratle tetkik edilmeli
ve kasıt ve ihtiras ürünü propagandaların aydınlatılarak Türk milletinin kötü ve adi töhmetten
aklanması için...” yardım istenmiştir. aynı tarihlerde, tüm gazetelerde de açık duyuru şeklinde
yayımlanmıştır. Ayrıca ikinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Ahmet Refik başkanlığında bir
grup yabancı gazeteci mahallinde inceleme yapılmak üzere Doğu Anadolu’ya gönderilmiştir.[3]
Hukuk ve insanlık dışı bir suçu işleyen bir Devletin, böyle girişimlerde bulunması düşünülebilir
mi? Bu ve Burada bahsedilen onlarca örnek ele alındığında Türk Milleti’ne ve tarihine karşı
yapılan haksızlığın ne kadar ileri götürüldüğü ve insanlık adına utanç duyulacak bir hal aldığı
görülebilmektedir.
7- Osmanlı Arşivleri ve Tehcirle İlgili Belgeler
Arşivlerde Tehcirle ilgili her konuda orijinal belgelere ulaşma şansı vardır. Bu belgelerin Bulunduğu
Osmanlı Arşivleri günümüzde Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak 1925
yılından itibaren tüm araştırmacıların incelemesine açıktır. Bu tarihten günümüze kadar: ABD’den
605, Japonya’dan 203, Almanya’dan 168, Fransa’dan 150, Suudi Arabistan’dan 98, İran’dan 84,
İngiltere’den 74, İsrail’den 70, Libya’dan 63, Macaristan’dan 58, Arjantin’den 52, Bulgaristan’dan
47, Mısır’dan 47, Hollanda’dan 39, Romanya’dan 36, Cezayir’den 35, Tunus’tan 35 ve Kanada’dan
28 olmak üzere toplam 3.817 bilim adamlarınca Osmanlı Arşivleri’ni incelemiştir. Ayrıca 180’i
Ermeni asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan toplanı 190 kişi de, özellikle Ermeniler konusunda
bu arşivlere girmiş ve çalışma yapmışlardır.
Binlerce yabancının bizzat belgeye ulaşarak yaptıkları çalışma yanında, Bu belgeler Türkçe ve
İngilizce olarak da yayınlanmış ve araştırmacıların kullanımına sunulmuştur. Bunların yanı sıra,
Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki belgeler ATASE Başkanlığı’nca. Askeri Tarih Belgeleri
Dergisi adı altında orijinal ve günümüz Türkçesiyle yayınlanmakta ve satışa sunulmaktadır. Bu
konuda hazırlanan bir başka yayın ise, Başbakanlık Yıldız Arşivinden yararlanılarak Osmanlıca
ve günümüz Türkçesi ile İngilizce dillerinde sunulan 3 ciltlik yayındır. Tüm bazı gerçeklere
rağmen, ya bilgisizliklerinden ya da kasıtlı olarak yerli ve yabancı bazı kişi ve kurumların Türkiye
Cumhuriyeti’ni, arşivleri incelemeye açmaktan kaçtığı şeklinde suçladığı görülmektedir. Bu
konuda verilecek cevabı okuyucuya bırakıyorum.
8- Soykırım İddialarına Karşı Bilim Adamlarının Tavrı ve Konunun Bilimsel Alanda Tartışma
Durumu
Tarihi ve tarihte meydana gelen olayları, tarih biliminin ölçüleri ve ilkeleri doğrultusunda algılayan,
kalemini kiraya, beynini sağlayacağı menfaatlere endekslenmemiş bilim adamları; “Soykırım”
www.ulkuocaklari.org.tr 141
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
iddialarını bazı konuyu destek edip, siyasi ve mali kazanca dönüştüren bir grubun hezeyanı olarak
görmektedirler.
Bu değerlendirmeyi yapan bilim adamları 1925 yılından bugüne kadar bu konudaki bilgi ve belgelerin
orijinallerine ulaşmış, canlı şahitleri dinlemiş, olay yerlerinde bizzat gözlemde bulunmuş kişilerdir.
Bunlar, 1925 yılından bu yana Osmanlı Arşivlerinin yabancı araştırmacılara açık olduğunu bilen
ve belgelere bizzat ulaşan bilim adamlarıdır. Dolayısıyla kanaatleri hakkındaki yorumu veya karşı
görüşü. Ancak onlar kadar konuyu derinlemesine bilenler yapabilecektir.
Batı Avrupa Devletleriyle, Rusya destekli Ermeni iddiaları ve Ermenilerin ileri sürdükleri
belgelerin doğuluk durumunu tartışmak üzere Türkiye Devleti tarafından değişik zamanlarda
çağrılar yapılmıştır. Bu çağrılar doğrudan Ermeni bilim adamlarına yapıldığı gibi. Ermeniler adına
onların propagandistliğini yapan şahıslara da yapılmıştır. Ancak Bunların önemli bir bölümünün
bu toplantılara katılmaktan imtina ettikleri ve gerekçe göstermeden toplantıya katılmadıkları
bilinmektedir. Bunun son örneği 1990 yılında XI. Türk Tarih Kongresinde yaşanmıştır. XI. Türk
Tarih Kongresinde ilk defa olarak bir Ermeni Senksiyonu programlanmış ve bu Senksiyon’daki
tartışmalara “Ermeni Davası Savunucusu” yabancı tarihçiler de davet edildiği halde, her biri çeşitli
mazeretler ileri sürerek, bu bilimsel tartışmalara katılmaktan kaçınmışlardır.
9- 1948 Tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi Açısından Ermeni Meselesine Bir
Bakış
Soykırım kavramı: 1948 tarihli BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin
Sözleşme ile tanımlanmıştır. Sözleşmenin 2. maddesine göre soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da
dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle; Grup üyelerinin öldürülmesi,
Grup üyelerinin Fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, grubun fiziksel varlığının
tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, grup
içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, bir grup çocukların başka bir gruba zorla
geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Soykırımda planlı,
devlet politikası haline gelmiş eylemler söz konusudur.
Konuyu soykırım sözleşmesi açısından yorumladığımızda, tarihteki bazı olaylara değinmeden
geçilemeyecektir. Soykırım gibi vahim bir insanlık suçunun işlenebilmesi için o milletin tarihinde
bu suça yatkınlık gerekir. Bir fert için suça eğilimlilik nasıl bir özellik ise, toplumlar için de öyledir.
Türk tarihi incelendiğinde soykırıma ve asimilasyona rastlanamaz. Kısa bir tarih gezintisi yaparak,
Osmanlının yayıldığı coğrafyayı hatırladığınızda Osmanlının; Avrupâ da Viyana önlerine kadar;
Afrikâ da, Akdeniz’e sahil tüm Kuzey Afrika’yı; Ortadoğu’nun tamamını ve Arap yarımadasını
uzun yıllar yönetimi altında tuttuğu görünür. Bu süre asgari 200-400 yıl arasıdır. Bu coğrafyadaki,
hangi halkın yok edildiği söylenebilir? Anadolu’da şer’i hükümlerin hakim olduğu dönemde, en
eski Hıristiyanlık mezhebi Süryanilik, tavus kuşuna ateşe tapan Yezidilik gibi inançlar yaşatılırken,
1800’lü yıllarda şer hükümlere aykırı olmasına rağmen Anadolu’da kiliseler açılmıştır. Hatta
kardeşlerden biri Osmanlı Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa iken, diğer kardeş Makarije Sırp
Kilisesine Patrik tayini edilmiş ve Sırp halkını diriltmiştir. Avrupa’daki mezhepler mücadelesi
döneminin soykırımlarını, uzak doğuda dili değişen halkları (Hindular-Peştun), komple dili ve dini
değişen Afrika’yı, Güney Amerika’yı görürüz.
Türk yönetimi hakim olduğu yörelerde diğer kültür ve soylara sahip halklarla yaşamaya alışıktır.
Belki de bu tarihinde uzun süre farklı kültürlerle bir arada yaşamanın kazandırdığı bir özelliktir.
Türk devlet geleneğinde adalet vardır, kültürlerin yaşatılması vardır ancak, katliam ya da
soykırım yoktur. Bu konuyu. Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” isimli kitabı açıkça ortaya
koyulmaktadır. Bu kitapta, Balkan ve Kafkas halklarının ölümden kurtulmak için Osmanlı
yönetimine nasıl sığındıklarını görürüz Yine Osmanlı yönetimini soykırımla suçlayanlara sormak
gerekir: 1469 yılında İspanya ve Portekiz’den Musevi ve Müslümanlar, 1680 yılında Tökeli İmre
ve adamları Macaristan’dan. 1711 yılında Rakoczi Ferençh ve adamları, 1849 yılında Layoş
142 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kosuth ve 2000 kişilik Macar grubu. İsveç Kralı Şarl ve 1500-2000 kişilik adamları. 1841 ve
1856 yıllarında Polonya’lı Prens Chartorski. 135 bin kişilik ordusuyla Ekim 1917’de Rus komutan
Vrangel, hatta Troçki ölümden soykırımından kurtulmak için nereye sığındılar? Tabii ki Osmanlı
ülkesine. 1915 yılında “Sözde Ermeni Soykırımı”nın yapıldığını iddia edenler, 1930’lu yıllardan
itibaren Polonya ve Almanya kökenli Musevilerin Türkiye’ye sığındıklarını bilmiyorlar mı? Sözde
Ermeni soykırımından 20-25 yıl gibi kısa bir süre geçmiş iken, soykırım yaptığı iddia edilen bir
milleti kurtarıcı olarak görenler, neden Türkiye’yi tercih etmişlerdir acaba?
Bugünkü insan hakları normlarını ihtiva eden 1478 tarihli Fermanı ile ülkesi insana sahip oldukları
tüm değerleri yaşama, yaşatma ve yeni nesillere nakletme imkanı veren Osmanlı Padişahı Fatih’ten
yaklaşık 550 yıl sonra Balkanlardaki soykırım ve asimilasyonları hatırlayalım. Bu ferman ile dili,
dini, kilisesi, okulu vs. güvence altına alınan Balkan milletleri; homojen toplumlar oluşturma
adına XXI. yüzyıla girildiği bir dönemde Boşnakları, Arnavut asıllı Müslümanları, Makedonları ve
Bulgaristan Türklerini yurtlarından söküp atmışlardır. Bugün bizi soykırım ile suçlayanlar, aylarca
süren katliamları görmezlikten gelmiş, ırzına geçilen her yaştaki kadının feryadına kulaklarını
tıkamıştır. Balkan halkları ile, Batılı kimyasal silah üreticilerinden temin ettiği hardal gazı ile
soykırıma kalkışan Saddam’ın elinden kaçan Irak halkı, yine Türkiye’ye sığınmıştır. Türk insanı
sınırlı imkanlarına rağmen, ekmeğini paylaşmış, mazlum halklara tarihin her döneminde kucak
açmıştır. Türk insanının, Osmanlının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin diğer milletlere ve Devletlere
örnek olacak temiz sicili budur.
Prof. Justin McCarthy deABD Temsilciler Meclisinde yaptığı Savunma Bilgilendirme konuşmasında,
I. Dünya Savaşı’nda Türklerin de büyük acılar yaşadığını ancak bu acıları yüreğinde saklamayı
tercih ettiğini şu sözlerle ifade etmiştir: “...Savaşlarda her şeylerini kaybedenlerin akıllarında
intikam duygusu yer etmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyetini bu duyguların yönetmesi halinde
daha çok fazla ölüm olayı yaşanacaktı. Mustafa Kemal Atatürk hükümeti bu nedenle geçmişteki
kayıpları görmezden gelen ve eski düşmanlarla barış imzalayan bir politika ortaya koymuştur.
Türk hükümeti, Ermenilere ve diğerlerine karşı Türk davasında baskı yapılmasının eski nefretleri
canlandıracağını ve savaşa davetiye çıkaracağını hissetmiştir. Bu yüzden Türkler dertleri ile ilgili
hiçbir şey söylememişlerdir. Bu, o dönem için alınabilecek en doğru karardı. Hiç kimsenin Türkler
adına konuşmaması ise bu noktadaki olumsuz sonucu oluşturmuştur... Yapmadıklarına inandıkları
bir şeyden dolayı haksız yere eleştirilen Türklerin ne düşünmesi gerekiyor...”
Justin Mc Carthy’nin konuşması karşısında, siyasi nedenlere dayalı tavırlarını değiştirmeyen
A.B.D’li Temsilciler Meclisi üyelerini ve ileride aynı şekilde hareket etmesi muhtemel diğer
kişileri tarih hiçbir zaman affetmeyecektir. İnsanlık, elbet bir gün sağduyulu tarih yazarlarının
gün ışığına çıkarıp sergileyeceği gerçeklerle aydınlanacaktır. Aksi takdirde Atatürk’ün dediği gibi
“Değişmeyen Hakikatler, İnsanlığı Şaşırtacak Bir Mahiyet Kazanacaktır”.
Kaynaklar
[1] Bu bölüm için bkz., İsmail Özçelik, Ermeni İddiaları ve Gerçekler, Türk-Ar., Ankara, 2001. Ayrıca bkz., (www.
ermenisorunu.gen.tr)
[2] Şinasi Orel-Süreyya Yuca, Ermenilerce Talat Paşaya Atfedilen Telgrafların Gerçek Yüzü, T.T.K. Yay., Ankara,
1983
[3] Daha Geniş Bilgi İçin b.k.z., Ahmet Refik, Kafkas Yollarında, Ankara. 1992
www.ulkuocaklari.org.tr 143
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ASALA TERÖRÜ
Alper ERTAŞ
1789 Fransız İhtilali, Avrupa’yı olduğu kadar Osmanlı’yı da ziyadesiyle etkilemiştir. Özellikle
liberalizm olgusunun temel hak ve hürriyetler bağlamında zuhur ettiğini göz önünde bulundurursak
19. Yüzyılın Osmanlı için gerçekten de en uzun yüzyıl olduğu sonucuna varabiliriz.
Osmanlı’daki gayrimüslim azınlıkların hak ve özgürlükleri için gerekli reformist hareketleri,
bölgedeki bu azınlıkların hamileri üstleniyorlardı. Islahat adıyla devletin iç işlerine karışılarak,
Osmanlı giderek zayıflatılıyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya, İngiltere, Fransa ve
Avusturya-Macaristan gibi ülkelerin Osmanlı üzerindeki yoğun çalışmalarını, bölücü ve ayrılıkçı
örgütlenmeleri ya bizatihi üstlendiklerini ya da büyük destek verdiklerini görebilmekteyiz.
3 Kasım 1839 yılında Raşit Paşa’nın Gülhane Hatt-ı Hümayun’u olarak bilinen Tanzimat Fermanı’nı
ilan etmesiyle birlikte Müslüman ve özellikle de gayrimüslim tebaaya can,mal ve namus güvencesi
verilmiştir. Fermanın aslında temel prensibinde yer alan ana fikir, Müslüman-Gayrimüslim arasında
eşitliği sağlamak olmuştur.
1856 yılında ise Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi ile birlikte devam eden süreçte Osmanlı’nın
dağılma dönemini yaşamaktaydı. Ayrılıkçı milliyetçilik fikrinin Ermeniler arasında genel kabul
görmesi ile diğer yabancı ülkelerin bölücü politikaları ve baskıları da artmaya başlamıştır.
Ermeniler, Osmanlı’ya karşı gittikçe içeride ve dışarıda örgütlenmeye başlatılmıştır. Buı süreçle
birlikte Ermeniler, Millet-i Sadıka’dan Terör Devleti’ne olan geçiş sürecini yaşamaya başlamıştır.
Rusya’nın devlet politikalarından biri olan sıcak denizlere inme planları için bu sefer bulunmaz bir
fırsat bulunmaktaydı. Doğu Anadolu bölgesinde Osmanlı ve İran’a karşı Ermeni kozunu oynayacaktı.
1816 yılında Rusya tarafından Moskova’da, Ermeni Şark Dilleri Enstitüsü kurularak, Ermenilerde
milli bir şuur oluşturma yönünde somut bir adım atılmış olmaktadır. 1828 yılında Rusya’nın İran
ile yaptığı savaşı kazanarak Türkmençay antlaşmasını imzalamışlardır. Bu antlaşmanın verdiği
avantajlara göre Rusya’nın sınırlarına kattığı Revan ve Nahcivan Hanlıkları birleştirilerek Ermeni
Vilayeti kurulmuştur. Rusya’nın Ermenileri kendi hamiliğinde toplama çalışmaları sayesinde
Osmanlı ve İran gibi ülkelerlerden Ermeni nüfusunun bir bölümünü ülkelerine çekmeyi başarmıştır.
1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında pek çok Ermeni gücünün Rusya saflarına geçmeleri ise
ilerde gerçekleşecek sıkıntıların bir habercisi olma niteliği taşıyordu.
Rusya’nın bu açılımı aslında bağımsız ve güçlü Ermeni Devleti kurmak yönünde gerçekleşmemiştir.
Rusya hakimiyetinde bulunan Ermeniler çok sıkı bir Ruslaştırma politikasına maruz kalmışlar,
Ermeni Kilisesi’nin elinden birçok gücü alınmış, mal varlığına el konulmuştur. Bunun haricinde
ise bir çok Ermeni okulu da kapatılmıştır. Bu yaptırımlara direnen binlerce Ermeni ise de ya
tutuklanmış ya da sürgüne yollanmıştır. Bünyesindeki Ermenilere karşı böylesine sert davranan
Rusya ise dışarıya karşı ve özellikle de Osmanlı’da yaşayan Ermeni halkının savunuculuğunu da
kimseye bırakmıyordu.
Uygulanan bu politikalar neticesinde Ermenilerde uyanan fikir ise Anadolu da özerk bir
Ermeni devleti kurulması doğrultusunda olmuştur. Mikhael Ohannesyan bu konuyla ilgili şöyle
demektedir:
144 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Ruslar gibi müthiş pençeli bir canavara karşı koymak güçtü. Türkiye, çalışmalarımız için daha
elverişliydi. Oradaki Ermeniler, ıstırap içinde bulunuyorlardı. Özellikle Ermenilik, Türkiye’de
devletlerarası bir şekil almış, kendi hesabına bir garanti elde etmişti. Şu halde, orada faaliyete
geçmek daha uygundur. Rusya’da milliyete, öğretim ve eğitime, Ruslaştırma siyasetine karşı da
basınla, propaganda ile çalışmak, Rusya’daki hareketlere de bu suretle karşı koymak daha doğru
olacaktı.”
Ermenilerin Anadolu’da planladıkları yöntem Bulgaristan örneği idi. Bilindiği gibi, Bulgaristan’ın
Osmanlı Devletinden ayrılması sürecinde, içte karışıklıklar çıkarılarak, Avrupa’nın güçlü
devletlerinin dikkatini çekme yolu denenmiş ve bunda da başarılı olunmuştu. Yalnız, bu yöntemde
Ermeniler açısından iki dezavantaj vardı:
1. Ermeniler, en kalabalık oldukları Doğu Anadolu’da bile hiçbir bölgede çoğunlukta değildiler.
2. Yaşadıkları bölgenin ulaştırma sistemi gelişmemiş, coğrafyası çetin, denizden erişilmesi
pek zordu. Yani, Ermeniler Avrupa donanmalarının ya da seferi kuvvetlerinin kolay kolay
erişemeyecekleri yerlerde yaşıyorlardı. Bu durumda Osmanlı’dan kopmaya çalışmak aslında bir
kumardı, ama kendilerinde Ermeniler adına davranma yetkisini gören Ermeni tedhiş örgütleri bu
kumara girdiler[i].
Böylesine zor şartların olduğu bir durumda Ermeni örgütlerin yapacakları tek şeyin, şiddete ve
teröre dayalı korkutma politikası uygulayarak istediklerini ele geçirme hamlesi olacaktır. Asıl
korkutucu olan ise gayelerine ulaşmak için her yolu ve yöntemi mübah görmeleri olacaktır.
Yabancı Devletler kadar Ermeni Meselesi’nin oluşmasında ana kaynaklardan biri de komitelerdir.
Birçok ülkeden açık ya da gizli destek sağlayan bu komiteler, terörü salt bir propaganda malzemesi
olarak değil aynı zamanda baskı, korkutma, sindirme cihetinde de önemli bir araç olarak
görüyorlardı. Bu terörist komitlerin en önemli özellikleri arasında Türk ve Türkiye düşmanlığı da
vazgeçilmez bir rükun olmuştur.
TAŞNAKSUTYUN KOMİTESİ
Ermeni Devrimci Federasyonu olarak bilinen Taşnak Terör Örgütü, çoğunluğunun Rusya’dan
gelen birkaç grubun biraraya gelmesi sebebiyle federatif bir örgütlenme tipine gitmişlerdir. 1890
yılında bu terör örgütüne Hınçak Terör örgütü de katılsa da 5 Haziran 1891 yılında fikir ayrılıkları
bahanesiyle ayrılmıştır.
Taşnak Terör Örgütü ana olarak üç gruptan oluşmaktadır. Hınçak ve Asala gibi homojen bir
yapı ihtiva etmektedir. Bu gruplardan birincisi olarak, Ermeni milliyetçiliğinin aşırı derecede
benimsenmiş ve bu yönüyle Armenekan Komitesi yakınlığı ile bilinen, Tiflis merkezli Kuzeyliler
vardır.
İkinci grup ise Kuzeylilere tam zıt olarak sosyalist ideolojiyi benimsemiş bir grup mevcuttur.
Bu gruba göre birincil görev Çarlık Rusya’sının yıkılması ve Sosyalist Ermenistan’ın inşaasıdır.
Üçüncü grup ise ideolojik bağlamda ikinci gruba yakın olsa da strateji ve pratiklerde bira daha
farklılıklara sahiptir. Bu iki grupta Güneyliler olarak adlandırılmaktadır.
Örgüt yapısı bakımından diğer komitelere nazaran daha organize bir yapıları bulunmaktadırlar.
Büro-Merkez Komite-Hizmet Bölümleri olarak 3 ana tabakadan oluşmaktadır. Büro kademesi,
örgütün en üst düzey yöneticilerin bulunduğu kıdemden oluşmaktayken, merkez komite ise
örgütün üst düzey yöneticilerin mevcut lakin Hizmet bölümü ve diğer yöneticilerle Büro kademesi
arasındaki bağlantıyı sağlamaktadır.
Her ne kadar barışçı bir strateji benimsediklerini ilan etseler bile geçmişleri her daim terörist ve
şiddet temelli icraatlarla doludur. 1972’den sonra birçok terörist eylemleri üstlenen JCAG ( Ermeni
Soykırımı Adalet Komandoları) Taşnak örgütü tarafından kurulmuştur. Bununla birlikte 1919
www.ulkuocaklari.org.tr 145
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
yılında Erzincan’da gerçekleşen “Dokuzuncu Taşnak Dünya Kongresi”nde sürgündeki Osmanlı
eski yetkililerinin izlenmeleri ve suikastlarla öldürülmesi talimatları alınmıştır. Bu kongrede
bilindiği gibi “İntikam Harekatı” başlatılmıştır.
Taşnaksutyun Komitesi, amaçlarını gerçekleştirmek için basın-yayın organlarından ciddi anlamda
faydalanmıştır. Bu doğrultuda kullandıkları en önemli yayın organları ABD’de “Asbozez” ve
İngilizce yayınlanan “Armenian Weeky” olmuştur.
ASALA
“Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu” mücadelerinin artık silahla verileceğini
açıklayarak 20 Ocak 1975 tarihinde Lübnan’da kurulmuştur. Bu terör örgütünün temel amacı
birleşik, demokratik ve sosyalist bir Ermenistan kurmak ve bu bağlamda her türlü terör faaliyetlerini
yürütmektir. Bunun dışında 1915 Tehcir olayını sözde bir soykırım olarak kabul ederek, yapılacak
her türlü terörist eylemlerle bu büyük soykırım yalanını dünya kamuoyunda canlı tutarak tanıtılması
ve tanınılması yönünde gerçekleştirilmiştir. Marksist bir temelde şekillenen örgüt, sözde Ermeni
Topraklarının yeniden kazanılması ve bu bağlamda üstün sınıfların hakimiyetlerini kabul etmeyen
her grupla ittifaka girerek örgütün güçlenmesi yönünde çalışılacaktı. Bu açılımın doğal bir sonucu
olarak da şiddet ve terör yadsınamaz bir realite olarak görülmekteydi.
ASALA’nın da içinde günümüzde var olan terör örgütleri gibi örgüt içi infazların yaşandığı,
üst yöneticilerin kendi arasında mücadele ettikleri ve yer yer kendi aralarında çatıştıkları da
bilinmektedir. Örgüt yapısının oluşturması klasik hücre tipi terör örgütlenmesini yansıtmaktadır.
Askeri ve Siyasi komutaları iki ana bölüme ayrılmaktadır. Bunların ikisi de merkeze bağlı olmakla
birlikte alt tabaka olarak ülke ve bölge sorumluları olarak bir görev taksimi yapılmıştır.
Siyasi merkezler çalışmalarını legal ve illegal olmak üzere iki cephede çalışmalarını sürdürmektedir.
Legal olanlar genelde öğrencilere yaptırılmaktaydı. Gazete, dergi, broşür vb. Gibi yayınlar
çıkartarak hem bir genel kamuoyu oluşturma çabası göz önünde bulundurulmuştur hem de yapılan
ve yapılacak terör eylemlerinin meşruluk arayışını karşılamaya çalışmışlardır.
Kendi hücre komitelerinin dışında, kendine bağlı paravan örgütlerle de hedef şaşırtmak, daha çok
destek sağlamak amaçlanmıştır. Daha sonra ise yaptıkları terörist faaliyetlerden dolayı kendilerini
sıkıştıran ülkelere yönelik gözdağı vermek amacında kullanmışlardır.
Asala terör örgütünün üç temel desteği bulunmaktadır. Birincil olarak, Sovyetler-Doğu BloğuSosyalist ülkeler desteği, ikinci olarak Türkiye’yi bölgede tehdit olarak gören ülkelerin iç ve dış tehdit
oluşturma çabaları ile verdikleri destekler ve son olarak da Ermeni Kilisesi’ni görebilmekteyiz.
Nisan 1980 yılında Lübnan’da yapılan ortak bir antlaşması ile ASALA-PKK arasındaki işbirliği
başlamış olmaktadır. Bu süreçten sonra ASALA’nın büyük ölçüde yıpratılması ile PKK’nın Eruh
baskını ile gücünü artırması da büyük bir tesadüf olmasa gerek.
1973-1984 yılları arasında Ermeni terör örgütü olan Asala tarafından 34 tane Türk diplomatını
ve yakını katlederek ve 300 kişiyi de yaralamışlardır. Bunlarla birlikte yurtiçinde de 29 Mayıs
1977 İstanbul Yeşilköy Havaalanında ve Sirkeci garına patlayıcı atılması ile 4 kişi ölmüşve 31 kişi
yaralanmış, 7 Agustos 1982’de 3 Ermeni teröristin, Ankara Esenboğa Havaalanına silahlı, bombalı
saldırı düzenlemesi ve katliam yapması sonucunda 3’ü emniyet görevlisi toplam 9 kisiyi ölmüş ve
72 kisiyi yaralanmış ve 16 Haziran 1983’de Kapalı Çarsı’daki bombalama eylemleri sonucunda 2
kişi ölmüş, 21kişi yaralanmıştır.
DAĞLIK KARABAĞ
Osmanlı’ya karşı Rusya başta olmak üzere Fransa ve İngiltere gibi birçok Batılı devletlerle işbirliği
yapan Terörist Ermeni çetelerinin, Milli Mücadele sürecinde Hınçak ve Taşnak komitelerinle
Anadolu’da birçok katliama imza attıkları tarihe geçmiştir. 1970li yıllarla birlikte Türk Düşmanlığını
146 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
dünya arenasında gösteren ASALA Ermeni terör örgütü, savunmasız vatandaşlarımızı ve
diplomatlarımızı hedef almıştır. Böyle yaparak dünya kamuoyundan geç gelen göstermelik tepkiler
sebebiyle başka bir bölücü terör örgütü PKK ve onun ele kanlı elebaşı Abdullah Öcalan ile irtibata
geçerek, işbirliği gerçekleştirmişlerdir. Sovyetlere yönelerek Rusya’nın desteğini alan bu çapulcu
çete bozması komiteci anlayış yönünü masum Azerbaycan Türklerine çevirmiştir.
Dağlık Karabağ bölgesinde Ermenilerin masum Azerbaycan Türklerini katletmeye başlaması
sonucunda çok doğal olarak Azerbaycan Türkleri protestoları gerçekleştirmiştir. Bu protestoların
tek bir amacı vardı, o da ; Sovyet yönetimin katliamları ve başıbozukluğu durdurmasıydı.
Sovyetlerin bunu durdurmak bir yana dursun 19 Ocak 1990 gecesi zırhlı birlikler ile AZATLIK
MEYDANI’nda masum Azerbaycan Türklerini katlettikleri ve büyük bir vahşet gerçekleştirdiklerini
tarih unutmayacaktır.
Rus güçleri ile birlikte durumdan vazife çıkartan Ermeni çeteci güçleri Rus kolordusu ile birlikte
harekete geçmiştir. 26 Şubat 1992’de HOCALI SOYKIRIMI olarak hafızalarımıza kazınan
soykırımı gerçekleştirmişlerdir.
Hocavend, Hocalı, Şuşa, Laçın, Kelbecer, Cebrayıl, Ağdam, Gubadlı, Fuzuli ve Zengilan şehirleri
Rus güçleri ile silahlanan Ermeni terörsitleri tarafından işgal edilerek soykırım uygulanmıştır. İşgal
edilen bu şehirlerde çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek ayrımı gözetmeden binlerce masum
katledilmiştir.
Her ne kadar Ermenistan yönetimi bu sorunun Azerbaycan ve sözde Dağlık Karabağ yönetiminin
iç meseleleri olduğunu iddia etse de konu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarında sorunun
Ermenistan ve Azerbaycan arasında olduğunun vurgulanması, bir takım uluslararası belgelerde ve
bazı devletlerin açıklamalarında Ermenistan’ın işgalci devlet olduğunun açık bir şekilde belirtilmesi,
kimi zaman kendi yetkililerinin işgali ve Azerbaycan topraklarında halen asker bulundurduklarını
kabul eder açıklama yapmaları, Azerbaycan’ın Ermenistan tarafından silahlı saldırıya uğradığını,
yani Ermenistan’ın BM anlaşmasının 2/4 maddesini ihlal ettiğini göstermektedir. Ayrıca, Ermenistan
Parlamentosunun 1 Aralık 1989 tarihli, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesini topraklarına katma
doğrultusunda almış olduğu kararı hala yürürlükte tutulması da sorunun muhatabının Ermenistan
Cumhuriyeti olduğunu ortaya koymuştur.
KAYNAKÇA
Sina AKŞİN, Türkiye Tarihi-3 (Osmanlı Devleti 1600-1908), İstanbul 1997
Zeynep Karaş, Ermeni Terör Örgütü: Asala, Ankara 2007
Sentyar Hüseyinov, Tarihte Türk-Ermeni İlişkileri ve Ermeni Sorunu, Ankara 2004
URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge Yayınları, İstanbul 1987
www.ulkuocaklari.org.tr 147
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AMPULLE AYDINLANAN
YOL HARİTASI !
Batuhan ÇOLAK
Ermenistan ile sınır kapısının açılması tartışması, Obama’nın ‘soykırım’ diyecek mi, demeyecek mi
paranoyaları, eski Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın bakanlığının son günlerinde yaptığı Ermenistan
ziyareti ve ‘yeni yol haritasının belirlenmesi’ gibi birbirini izleyen zincirleme olaylarla, AKP’nin
dış politikada yaptığı açılımlara bir yenisini daha eklendi.
Bu bağlamda AKP Hükümeti’nin dış politikada yedi yıllık değerlendirmesini yaptığımızda, yapılan
çoğu açılımların Türkiye’nin aleyhine işlediğine tanık olmaktayız. Hatırlanacağı üzere:
Irak’ta ABD askerlerinin hadlerini aştığı malum çuval olay sonrası herhangi bir tepki
verilmemiştir,
Irak’ın kuzeyindeki PKK yapılanmasına göz yumulmuş ve bölgede yasadışı yollarla değiştirilen
demografik yapıya tepki gösterilmemiştir.
Bölücü terör örgütünün televizyonu ROJ TV’yi ülkesinde türlü imkanlarla barındıran Danimarka
Başbakanı Rasmussen’e göstermelik cılız bir tepki verilmiş sonrasında da NATO Genel Sekreteri
olmasına olanak sağlanmıştır,
KKTC’de, AB uğruna Rauf Denktaş ‘kötü’ ilan edilmek istenmiş, yenilikçi Cumhurbaşkanı
tezahüratlarıyla AKP’nin desteklediği bir kişi bu makama getirilerek, KKTC kaderine terk
edilmiştir.
ABD’nin, peşmerge başı Barzani’yi ‘bölgesel devlet başkanı’ sıfatıyla Beyaz Saray’da ağırlanması
skandalına herhangi bir açıklama yapılmamıştır,
Irak’ta yapılan ABD işgaline adeta seyirci kalınmış ve stratejik müttefiklik kapsamında Türk
Milleti’nin öz değerlerinden vazgeçildiği görülmüştür.
Bölücü terör örgütünün kuruluşunda ve gelişmesinde büyük destekler ve son ABD işgali sonrasında
lojistik imkanlar sağlayan Talabani, Cumhurbaşkanı Gül tarafından Ankara’da kabul görmüş ve bir
devlet başkanı statüsünde ağırlanabilmiştir.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere AKP’nin ‘dış politika açılımları’ her ne hikmetse
Türkiye’nin hassasiyetlerini ihmal eden, kırmızı çizgilerini unutturan bir seyirde artarak devam
etmiştir. Tüm bu olumsuzluklara son olarak Ermenistan sınır kapısının açılacağı şeklinde yapılan
açıklamalar ise kaygılarımızın bir kat daha artmasına sebep olmuştur.
Dış politikada yaşanılan başarısızlıkların yerel seçimler sonrasında ‘kabine revizyonu’ adı altında
üzeri örtülmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda Ali Babacan görevini meclis dışından biri olan Prof.
Dr. Ahmet Davutoğlu’na devretmiştir. Aslında bu değişim ambalaj değiştirmekten başka bir anlam
taşımamakla birlikte AKP’nin göz boyama stratejisi olarak da yorumlanabilecek bir süreci içinde
barındırmaktadır. Bu zamana kadar Başbakan’ın dışişleri politikalarını yönlendiren kişi olan Ahmet
Davutoğlu, acaba bundan sonra ne gibi bir dış politika uygulayacaktır ki böyle bir değişime ihtiyaç
duyulmuştur? Siyaseti yakından takip eden herkes bilmektedir ki Davutoğlu bu zamana kadar
148 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AKP’nin dış politikasının teorisini hazırlamış ve bu teoriler de Başbakanın talimatıyla pratiğe
dökülmüştür. Kısacası son kabine revizyonu sonrasında Türkiye’nin dış ülkeler nezdinde imajının
güçlenmesini beklemek veyahut dış politikalarında değişimler ummak hayalden başka bir şey
değildir. Dışişleri bakanlığındaki koltuk değişimi malumun ilanından başka bir şey değildir.
Ermenistan Açılımı
AKP’nin son zamanlarda yaptığı ‘radikal ve değişimci’ imajı taşıyan açılımlarından birisi de
Ermenistan ile kurulan ilişkiler olmuştur. Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
Ermenistan-Türkiye milli takımları arasında oynanan futbol maçı için Ermenistan’a giderek
yeni bir süreci başlatmıştır. Bu hareketiyle dünyaya ‘Ermenistan ve Türkiye arasındaki sorunda,
Türkiye’nin çözüm isteyen’ bir devlet olma mesajı iletilmek istemiştir. Abdullah Gül’ün bu hareketi
Ermenistan’ın ‘abi devletleri’ tarafından diplomatik manada ‘tepkisizlikle’ karşılanması AKP’nin
planlarının değiştirmesine zemin hazırlamıştır.
Milli maçla başlayan süreci daha da ileri götürmek isteyen AKP yaptığı söylemlerle Azerbaycan
Türklerini de endişeye sevk etmiştir. Maç bahanesiyle başlayan süreç öyle bir hal almıştır
ki, ‘Türkiye’nin soluk alıp vermesiyle boğulma tehlikesi geçirebilecek’ bir ülke olarak
tanımlayabileceğimiz Ermenistan karşısında ülkemiz, ‘taviz veren ülke’ konumunu almıştır.
Verilen tavizler, Türkiye’nin yıllardır savunduğu temel politikalarının da inkârına sebep olmuştur.
Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal altında tutan ve ‘soykırım’ yalanlarıyla tüm dünyadaki
kara propaganda faaliyetlerini hız kesmeden sürdüren bir ülkeye karşı (sanki suçlu bir ülkeymiş
gibi) ilk açılım Türkiye’den gelmiştir. Milli maç ile sonuçlanacağını umduğumuz bu geri adım
politikası gelinen gün itibariyle kabul edilemez bir sürece girmiştir.
Ermenistan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki işgali sürerken, 1992 yılında Hocalı’da Rus askeri
güçleriyle Azerbaycan Türklerine yaptıkları soykırım gözlerimizin önünden gitmezken böylesi bir
açılım neden yapılmıştır ?
Azerbaycan’ın toprakları olan yedi bölge: Fuzuli, Cebrail, Zengilen, Gubatlı, Laçin, Kelbecer ve
Agdam’da da Ermenistan işgali sürerken, yapılan bu AKP kaynaklı politikalar Azerbaycan’da
büyük bir tepkiye yol açmıştır. Yıllardır ‘iki devlet, tek millet’ düşüncesini savunurken dış politika
noktasında böyle bir adım atılması çok doğal olarak Azeri kardeşlerimizin kalplerinde onarılmaz
yaralar açmıştır. Azeri kardeşlerimiz şunu çok iyi bilmelidirler ki, Türk Milleti her zaman için onları
taşıdığı hassasiyetleri taşımış ve taşımaya da devam edecektir. Günlük politikaların ve tamamen
iktidar partisinin tasarrufunda olan gelişmeler karşısında tüm Türkiye sorumlu tutulmamalıdır.
Sınır Neden Kapatıldı, Neden Açılıyor ?
Türkiye, 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Ermenistan’ı ilk tanıyan ülkelerden biri olma
özelliğini taşımaktadır. Fakat Ermenistan, 1991-1993 yılları arasında Rusya’nın da desteğini alarak,
Azerbaycan topraklarına girmiş ‘Dağlık Karabağ’ olarak nitelendirilen bölgeyi işgal etmiştir. Bu
insanlık dışık işgal sonrasında Türkiye haklı olarak sınırları Ermenistan’a kapatılmıştır. Zamanında
böylesi gerekli ve onurlu bir tepkiyi veren Türkiye acaba bugün neden bu tepkisinden vazgeçme
yoluna girmiştir ? Söz konusu işgal bitmiş midir ki, sınırların açılması yeniden gündemdedir? Bu
suallerin muhatabı hiç kuşku yok ki AKP’dir.
İlginç Olaylar Zincirinden ‘Yol Haritasına’ Doğru !
Ermeni tezlerini yaptığı çalışmalar, yazdığı eserler ve ortaya çıkardığı tarihi belgelerle çürüten ve
bunu kamuoyuyla paylaşan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nu, 15 yıl başkanlığını yaptığı Türk Tarih
Kurumu’ndaki görevine son verilmesinin AKP’nin Ermenistan’a yapacağı açılımların hemen
öncesinde gerçekleştirilmesi acaba bir tesadüf müdür ?
www.ulkuocaklari.org.tr 149
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AKP, Türk Ceza Kanunun 301.maddesi etrafında kopartılan yaygaralar neticesinde söz konusu
maddeyi değiştirerek, Türkiye içerisinde ‘Ermeni soykırımı vardır’ sözlerine serbestlik getirerek
bugün gelinen noktanın psikolojik olarak altyapısını mı hazırlamıştır? Psikolojik olarak
insanların böyle bir sürece hazırlanması ve birkaç siyasi parti dışında herhangi bir demokratik
tepkinin doğmaması acaba rastlantı mıdır? 301.madde kapsamında Türkiye’yi çeşitli uluslar
arası kuruluşlara şikayet eden bir takım aydınlarımız, konu Azerbaycan’ın işgal edilen toprakları
ve Dağlık Karabağ’da zulüm gören bir halk olduğunda neden konuyu tartışma zahmetine dahi
katlanmamaktadırlar? Abant Platformu’nda çeşitli coğrafi tanım geliştirenler, bu tanımlamalarını
neden Türkiye’nin kırmızı çizgilerini göz ardı etme yoluyla yapmaktadırlar. AKP Hükümeti’nin
Türkiye’nin aleyhine faaliyet yürütenlere karşı daha ciddi bir tavır takınması gerekirken, onların
söylemlerini meşrulaştıran yasal düzenlemelere gitmesinin sebebi nedir?
Tüm bu soruların cevapları aslında çok açık ve nettir. AKP yapacağı Ermenistan ile yol haritasını
kendince çok evvelden planlamış, birtakım devletlere ‘şirin’ görünebilmek adına çeşitli yasal
düzenlemelerle ihanete varan sözleri yasal çerçevede suçsuzlaştırabilmiştir.
Yıllardır ‘soykırım’ yalanlarıyla uluslar arası arenada Türkiye’yi zor durumda bırakmak isten
Ermenistan, Azerbaycan’ın %20’sini işgal altında tutan yine Ermenistan… Böylesi bir Ermenistan
ile ‘yol haritası belirledik’ söylemi de nereden çıkmaktadır?
Kurumlar Arası Çelişki
Tek başına iktidarın mevcut olduğu süreçlerde genellikle kurumlar arası uyum üst düzeye ulaşır
ve istikrarlı bir performans öngörüsünde bulunulur. Ancak AKP dönemine baktığımızda bırakın
kurumlar arası uyumu ve istikrarı, yapılan açıklamaların dahi bir saat içerisinde yalanlandığını
ve bir saat sonra yeniden dillendirildiğini görebilmekteyiz. Bu duruma en güncel örnek olarak
‘Ermenistan ile belirlenen yol haritası’ söylemidir.
Başbakanlık Ermenistan ile ilişkilerde: ‘yeni yol haritası belirledik’ derken, Dışişleri Bakanlığı’ndan
‘henüz böyle bir yol haritası belirlenmedi’ açıklaması AKP’nin çelişkisini gözler önüne sermektedir.
Henüz Başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı’nın dahi üzerinde ortak bir kanıya varamadıkları bir
süreçte AKP tarafından yapılan açılımlara şüphe ve kaygıyla bakılması da çok doğaldır.
AKP hükümeti Ermenistan ile hazırladığını iddia ettiği yol haritasının içeriğini Türk halkıyla
paylaşmaktan kaçınmaktadır. TBMM içerisindeki siyasi partilerle dahi bu konunun paylaşılmaması
kafalarda derin şüphelere yol açmaktadır. Ermenistan devletince desteklenen ve Türk diplomatlara
yönelik terörist eylemler düzenleyen ASALA terörü hatırımızda canlı bir şekilde yerini korurken
Türkiye’nin son bir yıl içerisinde yaptığı dış politikayı anlayabilmek mümkün değildir.
Ermenistan ile belirlenen yeni yol haritası biran önce Türk halkına açıklanmak ve halk tarafından
onaylanması gereken çok hassas bir konudur.
Soykırım Yalanlarıyla Dolu Ülke !
Türkiye’de Ermeni meselesi hakkında çalışma yapan uzman kişilerin en başında gelen Prof. Dr.
Yusuf Halaçoğlu’nun ‘Ermeni Tehrici’ isimli kitabında batılı düşünürlerin ‘soykırım’ iddialarını
şu sözleriyle çürütmektedir:
“Bugün Ermeni soykırımı olarak Türkiye’yi suçlayan devletlerin tarih-bilim adamları, Osmanlı
Arşivi’nde yıllardır araştırma yapmaktadırlar. Bu araştırmalar kendi ülkelerinde yayınlanmış
ve tarih bilimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu tür kitaplarda kullanılan Osmanlı arşiv
malzemesi ilk elden kaynaklar olarak sunulmuştur. Oysa, üç binden fazla yabancı araştırıcının
büyük önem verdiği ve güvendiği arşivi, ne gariptir ki Ermenilerle ilgili olan belgeleri, batı
dünyasında inandırıcı bulunmamakta, bilhassa Türk araştırıcılar tarafından yayımlanan kitaplar
da tıpkı 1915’te olduğu gibi siyasi bir yaklaşımla değersiz addedilmektedir. Ayrıca ne gariptir
ki, 1921 yılından 2001 yılı başına kadar üç binden fazla yabancı ilim adamının araştırma yaptığı
150 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Osmanlı Arşivi’nin kapalı olduğu iddia edilmektedir. Bu arada ciddi tarih araştırmacılarının,
özellikle siyasi ve hayati mülahazalar sebebiyle Ermeni sorununu araştırmak istemedikleri de
dikkat çekmektedir. Nitekim yukarıda belirtilen tarihler arasında, Amerika Birleşik Devletleri’nden
Osmanlı Arşivi’nde araştırma yapan 610, Fransa’dan 150, İngiltere’den 75, Almanya’dan 170 ilim
adamından Ermeni asıllı olmayan bir iki kişi hariç hiç kimse bu konuda araştırma yapmamıştır.
Öte yandan, doğrudan Ermeniler için çalışan ve Ermeni katliamını araştıran Hilmar Kaiser ve Ara
Sarafyan gibi araştırıcılara istedikleri izin verildiği gibi, Osmanlıları, Ermenileri soykırıma tabi
tutmakla suçlayan bu araştırmacılardan birinciye altı bin, ikinciye ise üç bin civarında fotokopi de
verilmiştir. Buna rağmen Osmanlı arşivlerinin açılmadığını iddia edenlerin aslında, gerçek hedefleri
ortaya çıkmaktadır. Bu hedef, soykırım iddiasıyla, Osmanlı Devleti’nin son zamanlarındaki batı
siyasetinin temeli diyebileceğimiz ‘Şark Meselesi’nin yeniden canlandırılmasından başka bir şey
değildir.”
Görüldüğü ‘batı’ tarafından üretilen ve geliştirilen Ermeni iddiaları birtakım küresel güçlerin de
desteğiyle Türkiye için sürekli bir tehdit algısı oluşturmaktadır. Her yıl ABD Başkanı’nın söz
konusu meseleyle ilgili yapacağı açıklaması Türkiye’de aylar öncesinden tartışılmaya ve gündem
belirlemektedir. Bu sayede ülkemiz insanı üzerine psikolojik baskı kurulmakta, devletimiz üzerinde
ise tedirginlik hali yaratılmaktadır.
Kısacası Ermeni iddialarının ve argümanlarının hiçbir zaman için geçerliliği olmayan ‘sanal
iddialar’ olduğu açık ve net bir şekilde görülmektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’nin de dünyaya
anlatamadığı birçok olay ve durum söz konusudur. Bunların başında gelen ASALA terörü, Hocalı
Soykırımı ve Dağlık Karabağ İşgali tüm dünyaya iyi bir şekilde anlatılabilmeli, ‘sorunun kaynağı
olan ülke Türkiye’ psikolojisi biran önce terk edilmelidir.
www.ulkuocaklari.org.tr 151
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BÖL, PARÇALA ve YÖNET !..
Faruk BOZBEY
Emperyalist devletlerin tarih boyunca uyguladıkları hain politikadır böl, parçala ve yönet. 19.
Yüzyılda Osmanlı Devleti’ni parçalamak isteyen İngiltere, Rusya ve Fransa gibi emperyalist
devletler Osmanlı’nın içinde yaşayan gayrimüslim ve gayri Türk unsurları birer birer Osmanlı’dan
koparmaya başlamışlarıdır. Uyguladıkları kışkırtma politikasının en büyük kozu azınlıkların birer
milli devlet kurmaları yönünde idi. Nitekim Balkanlarda Sırpları, Yunanları, Bulgarları ve en sonunda
Arnavutları kışkırtarak Osmanlı’ya karşı isyan ettirmişlerdir. Afrika ve Arap yarımadasında ise
Müslüman olup da Türk olmayan milletleri ve toplulukları Osmanlı’dan ayırmayı başarmışlardır.
Londra konferansında Avrupalı devletlerin ortaya attığı şark meselesinin sonucu olarak bu hadiseler
gerçekleşmiştir. Amaçları Türkleri öncelikle Avrupa topraklarından atmak daha sonra ise Afrika’dan
koparıp en sonunda da Anadolu coğrafyasından Türk’ün ismini silmekti. Yukarıda da belirttiğim gibi
Türkler Avrupa’dan ve Afrika’dan atılınca sıra Anadolu coğrafyasına gelmişti. 1071’den itibaren
Anadolu’yu yurt bellemiş olan Türk milletini nasıl buradan atacaklarını planlamışlardı. Belirttiğim
tarihten itibaren Türklerle birlikte kardeşçe yaşayan Ermenileri kullanacaklardı. Ermenilerle aynı
dinden oldukları ve onlara bağımsız olmaları gerektiğini dikte etmişlerdi. Onlara eğer bağımsızlık
hareketine girişirlerse her türlü maddi ve manevi yardımı yapacakları vaadini verdiler. Böylelikle
Anadolu coğrafyasına fitne ve fesat tohumlarını atmış oldular. Bu vakıa Osmanlı devletini ve yeni
kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, 19. yüzyılın sonu, 20. yüzyıl ve içinde bulunduğumuz
21. yüzyıl içerisinde uğraştıracaktır. Adını Ermeni meselesi alacak olan bu vakayı emperyalist
devletlerin Türk devletine devamlı bir kozmuş gibi kullanmaları ile devam edecektir.
Öncelikle bu vakıanın tarihi temellerine inmek gerekmektedir. Osmanlı devletindeki Ermeniler diğer
gayri Müslimler gibi Tanzimat fermanı ile eşitlik elde etmişlerdir. Islahat Fermanı ile ayrıcalıklar
sahip oldukları vakit ayrılık fikirlerinin de doğduğu vakittir. Ayrılık fikri uyanan Ermeniler
bunu gerçekleştirebilmek için hemen teşkilatlanma yoluna gitmiştir. Dikkat çekmemek için dini
ve kültürel kurumlar kuran Ermenilere Osmanlıda çok güvendiği için yardım etmiştir. Çünkü
Osmanlı Ermenileri sadık bir millet olarak görüyordu. Hatta 1862’de Ermeniler Osmanlı’nın da
yardımı ile kendi anayasalarını oluşturmuşlardır. Bu tarihten itibaren faaliyetlerini hızlandırmaya
başlamışlardır.
Ermeniler’in ayrılıkçı faaliyetlerindeki en büyük destekçisi Rusya idi. Rusya Ermenilerin
bulundukları yerlere kendi öğretmenlerini ve din adamlarını yollayarak bağımsızlık için onlara
manevi destek veriyordu. Nitekim 1877–1878 Osmanlı-Rus harbi sırasında Rusya Kafkas orduları
başkumandan vekili Ermeni asıllı Loris Melikof’un Ermenileri isyan için teşvik etmiştir. Bu
yolla Ermeniler 93 harbi diye adlandırılan bu savaşta Rusya’yı desteklemişlerdir. Osmanlı savaşı
kaybedince Ermenilere gün doğmuştur. Nitekim Osmanlı’nın Rusya ile yaptığı Ayastefanos(1878)
anlaşmasında Osmanlı’nın Doğu Anadolu’da Ermenilerle ilgili ıslahatlar yapacağına dair bir madde
konulmuştur. Böylelikle Ermeniler açıkça Osmanlı’dan ayrılmak istediklerini ortaya koymuşlardır.
Böyle bir anlaşmada Ermenilerle ilgili bir maddenin olması da Ermeni meselesinin devletlerarası
bir sorun haline gelmesinin başlangıcıdır. Böylelikle Rusya Ermenilerin koruyucusu ve kollayıcısı
durumuna gelmiş oldu. Fakat İngiltere’nin Rusya’yı Doğu Anadolu’da serbest bırakmak
istemeyişinden dolayı Ermeni meselesini büyük devletlerin ortak bir sorunu haline getirdi.
152 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Büyük devletlerin himayesine giren Ermeniler destek sözünü de alınca faaliyetlerini açıktan
yapmaya başladılar. Artık Ermenilerde tıpkı Balkanlardaki topluluklar gibi ıslahattan muhtariyete,
muhtariyetten de bağımsızlığa gideceklerine inanmaya başladılar. Fakat Ermenilerin milli bir
devlet kurmaların önünde büyük bir engel vardı. Şöyle ki Ermeniler Osmanlı devletinde dağınık
olarak yaşıyorlardı. Genelde ticaretle uğraştıkları için Anadolu’nun hemen her yerinde Ermeni’ye
rastlamak mümkündü. Hiçbir vilayette nüfus çoğunluğu Ermenilerin lehinde değildi.
Ermeniler Avrupa’da propagandayı hızlandırmak için 1887’de İsviçre’de Hınçak (Çan sesi)
Cemiyetini kurdular. Böylelikle içte ve dışta yoğun bir propaganda faaliyetine girerek Ermeni
cemaatini fikren ve zihnen Türk düşmanı yapmaktı. Artık Ermeniler kültürel, dini ve siyasi
teşkilatlanmayı tamamlayınca Doğu Anadolu bölgesinde eşkıya faaliyetlerine başladılar. Amaçları
Doğu Anadolu’daki Türkleri korkutarak batıya göç etmelerini sağlayacak bir anarşi ortamı
yaratmaktı. Böylelikle Doğu Anadolu’daki nüfus çoğunluğunu lehlerine çevirmek istiyorlardı.
1891 yılına gelindiğinde artık Ermeniler kendilerini her yönden isyan etmeye hazır görüyorlardı.
Böylece isyan hareketlerine yavaş yavaş başladılar. Öncelikle küçük olaylar çıkararak nabız
ölçtüler. Büyük devletlerin baskısından dolayı Osmanlı herhangi bir tedbir alamıyordu. Bunun
üzerine Ermeniler ilk önemli isyanlarını 8 Ağustos 1894’de Bitlis’in Sasun kasabasında çıkardılar.
Ermenliler dağlara çekilerek Türkleri öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Abdülhamit üzerlerine
bir ordu göndererek isyanı bastırdı. Fakat hadise Avrupa’da “Türkler Ermenileri katlediyor” olarak
yansıdı. Hemen İngiltere, Rusya ve Fransa duruma müdahil olmak istedi. Bir inceleme heyeti
gönderdiler. Osmanlı’dan Berlin Anlaşması gereği Ermenilerle ilgili ıslahatlar yapması istendi.
Fakat hükümranlık haklarına aykırı olduğu gerekçesi ile Osmanlı buna şiddetle karşı çıktı. Çünkü
Osmanlı devleti artık biliyordu ki önce ıslahat sonra muhtariyet ve en sonunda da bağımsızlık
gelecekti. Nitekim Avrupa’daki topraklarını böyle yitirmişti.
Kendilerini büyük devletlerin güvencesinde hisseden Ermeniler faaliyetlerine ara vermeden devam
ettiler. 30 Eylül 1895’de İstanbul’da büyük bir yürüyüş düzenlediler. Sağa sola saldırmaya başlayınca
askeri müdahale oldu. Olaylar üç gün sürdü. Osmanlı’nın ıslahat yapmamakta ısrarlı olduğunu
gören İngiltere, Ermenileri isyan için teşvik etti. 26 Ağustos 1896’da Ermeniler İstanbul’da Osmanlı
Bankasını bastılar. Fakat Ermeniler konusunda ihtiyatlı davranan Abdülhamit olayı kısa sürede
bastırdı. İngiltere tekrar hadiseye müdahil olmak istedi. Fakat pek başarılı olamadı. Ermeniler
Avrupa’nın dikkatine çekebilmek için 1904’de ikinci Sasun baskınını yaptılar. Olaylarda birçok
Türk’ün ölmesine rağmen hadise Avrupa’da gene “Türklerin Ermenileri katlettikleri” şeklinde
duyuruldu. Fakat olayların kısa sürede bastırılması ve Abdülhamit’in itinalı siyaseti Ermenileri
kızdırdı. Nitekim Ermeniler 21 Temmuz 1905’de Abdülhamit’e karşı bir suikast yapmak istediler
fakat başarılı olamadılar. Suçlular kaçmayı başardıysa da Abdülhamit bütün Ermenilerin ev ve iş
yerlerini arattırdı. Birçok silah ve mühimmat bulundu.
Abdülhamit’in bu itinalı siyaseti karşısında başarılı olamayacaklarını anlayan Ermeniler
faaliyetlerinin devamını Abdülhamit’in tahtan inmesinde görmeye başladılar. Bunun için
Abdülhamit’e karşı olan ve Meşrutiyeti tekrar ilan ettirmek isteyen İttihat ve Terakki Cemiyetine
yardım etmeye başladılar. Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ve meşrutiyetin tekrar ilan edilmesi
için büyük bir faaliyete giren İttihatçılar Ermenilerin yardımını kabul etmekle kalmayıp Ermeni
teşkilatlanmasına yer yer yardım etti. Bu durum neticesinde Ermeniler İkinci Meşrutiyet’in ilanına
kadar suskunluklarını korudular.
İkinci meşrutiyetin ilanı ile birlikte Ermeniler faaliyetlerine tekrar başladılar. Rusya’nın ve
İngiltere’nin desteği ile Ermeniler Adana ve civarında (Kilikya) bir Ermeni devleti kurmak için
Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki Ermenileri buraya göç ettirmeye başladılar. Aynı zamanda isyanı
gerçekleştirebilmek için büyük bir silahlanma faaliyetine giriştiler. Bu faaliyetlerin öncülüğünü
her zamanki gibi papazlar ve piskoposlar yaptı. 13 Nisan 1909’da İstanbul’da 31 Mart Vakası’nın
ortaya çıkışı ile birlikte oluşan kargaşa ortamından yararlanmak isteyen Ermeniler Adana’da isyan
başlattılar. Böylece 14 Nisan 1909’da Ermeniler Birinci Adana İsyanı adı ile anılacak olan isyanı
başlattılar. Yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan isyan kısa sürede bastırıldı. Bu yüzden isyan
amacına ulaşamamış oldu.
www.ulkuocaklari.org.tr 153
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Birinci Dünya Savaşı’na kadar Ermeniler faaliyetlerine ara verdiler. Fakat büyük devletler Dünya
Savaşının arifesinde Osmanlının Ermenilere yönelik ıslahat çalışmalarının yapılması konusunda
baskılarını artırdılar. Fakat Balkan örneğinin yaşanamaması için Osmanlı bu durumu tepki
gösteriyordu. İngiltere ve Fransa’nın konuyu Rusya ve Osmanlı arasında yapılacak bir anlaşmaya
bırakması ile birlikte Rusya tekrar Ermenilerin hamiliğini üstlenmiş oluyordu. Sonuçta ıslahatların
yapılmasına dair bir anlaşma yapıldıysa da Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ile anlaşma
uygulanamadı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler Osmanlı’dan ayrı hareket etmek konusunda görüş
birliğine vardılar. Buna göre; “Ordudaki Ermenilerin firar etmeleri, çetecilik yapmaları veya Rus
ordusuna katılmaları, Türk köylerine baskınlar yaparak Türk askerinin cephe gerisini düşünmek
zorunda bırakılması, askeri hizmetlerin yürütülmesine mani olmak üzere ulaşım, haberleşme
vasıtalarının tahribi, isyanlar çıkararak Osmanlı ordusunu iki ateş arasında bırakmak, Osmanlı
Devleti aleyhine casusluk yapmak”. Nitekim Ermeni çetecileri savaş boyunca planlarını harfiyen
yerine getirdiler. İşin daha vahimi ise Ermeniler 15 Nisan 1915’de Van’ı kuşattılar ve 15 Mayıs’da
şehri ele geçirdiler ve şehri Ruslara teslim ettiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeniler Doğu
Anadolu’da onlarca köyü basıp Türkleri katlettiler. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı 24 Nisan
1915’de Ermenilerin faaliyetlerini engelleyebilmek için daha etkili tedbirler almak zorunda kaldı.
Osmanlı Ermenilere ait birçok dernek, okul, dini kuruluşlarda aramalar yaptırdı. Birçoğunda
silah ve mühimmat ortaya çıktı. Suç unsuru bulunduran ve Ermeni mezaliminde karargâh
durumuna gelen yerler kapatıldı. Tüm bunlarla dahi Ermenilerin Doğu Anadolu’daki faaliyetlerini
engelleyemeyen Osmanlı Devleti, Ermenileri Suriye dolaylarına “tehcire” tabi tuttu. Osmanlı
zamanın şartları ve savaş durumunda olmasına rağmen tehcirle ilgili bütün önlemleri almaya
çalıştı. Fakat tehcirin başarı ile gerçekleştirilmesine engel olmak isteyen Ermeni komitacıları
yolda kendi soydaşlarına öldürmekten geri durmadılar. Tüm bunlar yaşanırken İtilaf devletleri
Ermenilere yardımlarını artırmaya devam ettiler. Mondros ateşkes anlaşmasında dahi Ermenilerle
ilgili maddeler koymuşlardır. Çarlık Rusya’sının yıkılması ve İngiltere’nin ısrarı sonucunda
Kafkasya’da bir Ermeni devleti kuruldu. Yeni kurulan Ermeni devleti TBMM’den de bir takım
isteklerde bulunmaya çalıştı. Doğu Anadolu’dan toprak talebinde bulunması ile birlikte TBMM
Ermenilerin üzerine gitti ve kısa sürede Ermeni ordusunu bertaraf etmeyi başardı. Bunun üzerine
3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması imzalandı. Böylece Abdülhamit’in büyük bir titizlikle
takip ettiği Ermeni meselesi TBMM hükümeti zamanında son bulmuş görünmektedir. Lozan Barış
Antlaşmasında ise İtilaf devletleri her ne kadar istemese de Ermeni meselesini kapatmışlardır.
Lozan’dan sonra Ermeni örgütleri kaybettiklerini kabul edip birbirleri ile uğraşmaya başladılar.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya girmesinden hoşnut olmayan Rusya’nın Erivan’da bir
Soykırım Anıtı diktirmesi ve Türkiye’den Ermeniler için toprak talep etmesi ile birlikte Ermeniler
yeni bir cesaret buldular. Bunu fırsat bulan Ermeniler 1947’de New York’ta “Dünya Ermeniler
Birliği Kongresi”ni toplayarak BM vasıtasıyla Türkiye’den toprak talebinde bulunma kararı
alsalar da bir netice alamadılar. Rusya Ermeni meselesini siyasi boyuttan başka bir boyuta çekti.
Şöyle ki çeşitli Sovyet cumhuriyetlerinde Ermeni meselesini tek taraflı inceleterek sorunu sözde
ilmi olarak ispatlandırmaya çalıştı. Bu arada Hınçak ve Taşnak cemiyetleri birlikte hareket etme
kararı aldılar. Avrupa ve Amerika’da çeşitli sosyal ve kültürel örgütler kurdular. Bundaki amaçları
Ermenistan dışında yaşayan Ermeni gençlerini Türk düşmanı olarak yetiştirmekti. Ayrıca Avrupa ve
Amerika’da çeşitli vasıtalarla halkı kendi taraflarına çekip, kendilerini masum ve ezilmiş, Türkleri
ise soykırımcı göstermekti. Nitekim gerçekleri öğrenemeden kin ve intikam duyguları içinde
yetişen Ermeni gençleri, Ermeni halkına Taşnak ve Hınçak partilerini desteklemeleri konusunda
baskı yapmaya başladılar.
Taşnak ve Hınçak tüm bunlar yaşanırken çözümün sadece siyasi ve kültürel boyutta olmadığını
düşünerek birer terör örgütü kurdular. Hınçak bütün Ermeni sol örgütlerinde içinde bulunduğu
ASALA örgütünü 1975 yılında kurdu. Örgütün kuruluş amacı olarak da “Ermeni topraklarının
kurtarılması için Türk ve Türk dostlarına karşı büyük bir terörist eylem içerisine girmek” olarak
belirlemiştir. Örgüt faaliyetlerinde ise SSCB’nin, Türkiye’nin iç ve dış düşmanlarının, Filistin
154 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kurtuluş Örgütü’nün, PKK’nın ve TKP’nin desteğini alarak beraber hareket etme planını
benimsemiştir. Taşnak ise 1972’de kısa adı “JCAG” Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları örgütünü
kurdu. Bu örgütün amacı ise Türkiye’ye sözde soykırımı kabul ettirerek, para ve toprak almaktı.
Finansal kaynaklarını ise zengin Ermenilerden tehdit ile para sızdırmak ve büyük devletlerin para
yardımını almaktı. Örgüt militanları ise Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından eğitilecekti.[1]
ASALA ve JCAK terör örgütleri 1975 yılında yapılanmalarını tamamlamışlar ve eyleme geçme
kararı almışlardır. İlk olarak ASALA 22 Kasım 1975 de Viyana’da Türk büyük elçisi Daniş
Tunagil’i şehit etti. JCAK ise 18 Ocak 1980 de Vatikan’da Türk Büyük elçiliğine saldırmakla
eylemlerine başlamış oldular. 1973-1984 arasında bu iki terör örgütü, Türkiye’nin Atina, Beyrut,
Belgrad, Bern, Brüksel, Lizbon, Madrit, Ottowa, Paris, Lahey ve Viyana’daki temsilciliklerine
yaptığı saldırılar sonucunda 28 Türk diplomatı ile 34 yabancı uyruklu hayatını kaybederken 300
kişide yaralanmıştır. Ermeni terör örgütlerine en büyük yardımları ise Sovyet Rusya, ABD, Fransa,
Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Suriye ve Lübnan yapmıştır.
Kaynakça
[1] Bkz. ASAM Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri II. Cilt s. 386
www.ulkuocaklari.org.tr 155
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KİMLİK VE TOPLUMSAL PSİKOLOJİ:
ERMENİSTAN DIŞ POLİTİKASI’NIN BİR ANALİZİ
Ali Burak KUL
20. yy.’ın son on yılında uluslararası alanda yaşanan hızlı gelişmeler bu alana dair kuramsal
tartışmalarda ezber bozan bir yapı arz etmiştir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra ortaya çıkan devletlerin “devlet ve millet olma” süreçleri Batı’nın klasik milliyetçilik
tanımlamalarına yeni bir mevzi kazandırabilecek düzeydedir. Özellikle toplumsal bir bilinç ve
buna paralel olarak millet oluşturma sürecinde kimliğini “düşman” üzerinden tanımlama bu
coğrafyanın adeta bir kaderi olmuştur. Ermenistan devletinin 20 seneye yaklaşan tarihindeki bütün
politik açılımlarını bu minvalde değerlendirmek gerekir. Özelikle dış politika alanında diaspora
Ermenilerinin de etkin olma çabaları dış politika alanını tam anlamıyla bir kimlik oluşturma süreci
haline getirmiştir.
Ermeni dış politikasını belirleyen Ermenistan’ın içerisindekilerle diaspora Ermenilerinin birleştiği
noktada sözde soykırım iddiaları yer almaktadır. Bu iddianın ikinci aşamasında ise “Daha Büyük
Ermenistan” iddialarıdır. Bu iki etken Ermenistan’ın dışarıya yansıyan bütün hallerinde mevcuttur.
Örneğin, Ermenistan Cumhuriyetinin devlet armasında bulunan Ağrı Dağı ve Nuh’un Gemisi adeta
Almanya’nın devlet armasında bir Atlantik kalesinin, Fransa’nınkinde bir Kanada Akça ağacının
yaprağının veya Hollanda’nınkinde New York’un hemen önünde olması gerekçesiyle Özgürlük
Anıtı’nın olmasıdır.[1] Bu bağlamda Ermenistan’ın Gümrü ve Kars Anlaşmalarını reddederek
Büyük Ermenistan’ın Batısı için bir fetih savaşı seçeneğini açık tuttuğuna dikkat çekilmelidir.
Ermeni fikir yapısı ve stratejileri iki temele dayanır: Birincisi, reel politik açıdan imkânsızlığın
ötesinde bir anlam ifade eden “Daha Büyük Ermenistan” iddialarıdır. Ayrıca bu iddialara kaynak
olan ve aynı zamanda Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesine yönelik olarak işgal saldırılarını
gerekçelendirmek ile birlikte bu gerekliliği ispatlamak için kullanılan Nuh’un soyundan gelme
iddiasındaki ırkçı söylem vardır. İkinci temel dayanak ise kendilerine uygun gördükleri şehit
halk statüsüdür. Bugün Ermenistan’daki halk ve Dünyanın her bölgesinde Ermeni fikrinin doğal
savunucuları olduklarını iddia edenler 1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin öldürüldüğüne inanıyorlar.
Bu iki temel üzerinden inşa edilen Ermeni fikir yapısı dış politikada da belirleyici bir konumdadır.
Tabii bu iddialarının arka planında da Ermenistan Devleti halkının sosyo-ekonomik ve politik yapısı
ile diaspora Ermenilerinin özellikle ABD’deki ekonomik ve sosyal statü kazanma çabalarından
temellenmektedir.
Ermenistan Dış Politikasında Ermeni Kimliği Oluşturma Süreci
Bağımsızlık sonrasında Ermenistan’ın dış politikasını belirleyen temel etkenlerin Ermenistan
dışındaki Ermeni diaspora güçleri ile Ermeni etkin bilincinde oluşturulmaya çalışan millet olma ve
Büyük Ermenistan olduğunu daha önce belirtmiştik. Bu etkenleri incelemeden önce daha derinde
sosyo-ekonomik bir analiz yapmak faydalı olacaktır.
Bugün Ermenistan Devletinin önündeki en ciddi problem göç’tür. Göç olgusu kaçma noktasında
anlamlandırılan bir süreçtir. Ülkenin yaklaşık üçte biri ekonomik ve sosyal nedenlere geri
dönmemek üzere göç etmiştir. Göçler Ermenistan’ın devamlılığını engellemekte ve dış etkileri
kolaylaştırmaktadır.[2] Zira bir ülkenin gücünü belirleyen etkenlerden birisi de nüfustur. Nüfustaki
156 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
azalmaya rağmen kişi başına düşen milli gelirin değişmiyor oluşu da ülkedeki ekonomik sıkıntıların
bir diğer boyutudur. Bu ortamda devamlı ve sürekli bir nüfus oluşamıyor ve ülkeyi ve devleti bir
anlamda sahipsiz kalıyor. İkinci olarak Ermenistan Devletinin bu sosyo-ekonomik durumu ülkede
toplumsal gerilimlere de sebep olmaktadır. Bu iki neden Ermenistan dış politikasında bir “düşman
belirleme” ve “milli bilinç” oluşturma gerekliliklerini ortaya koyuyor.
Ermenistan devleti Ermenilerin tek devleti olma özelliğini taşımaktadır. Bu anlamda devletin bekası
öncelik kazanmaktadır. Devletin bekası için belirlenen en önemli stratejik hamle bir düşman ortaya
koyma sürecidir. Bu anlamda Ermenistan için düşman Azerbaycan devletidir. Aslında Ermeni
dış politika yapıcıları Türkiye ile Azerbaycan’ı ayrı düşünmemektedirler. En büyük korkuları da
Türkiye ile birlikte hareket edecek olan Azerbaycan’ın Karabağ’ı geri almak ve Ermeni devletini
işgal etmek için düzenleyeceği bir askeri operasyondur.
Şubat 2007’de açıklanan Ermenistan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde de bu durumu
gözlemlemek mümkün. Belgenin “devletin güvenliği ve kimliğin korunması” başlıklı birinci
bölümünün Ermenistan’ın güvenliğine simetrik dış tehditler kısmında Cumhuriyetin nüfusunun
fiziksel varlığına karşın olan tehditler, ülkenin bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne
tecavüz; Karabağ sorununun Azerbaycan tarafından askeri yollarla çözülmeye çalışılması olarak
gösterilmektedir.[3]
Bütün bu açıklamalar bir anlamda Ermeni dış politikasının neden bir mağduriyet psikolojisi,
şehit halk düşüncesi ve bir anlamda kimlik oluşturma süreci olarak kullanıldığını göstermektedir.
Cevap bulunması gereken bir diğer soru ise bütün bu sürecin nasıl yaşandığı ve yaşatılmaya
çalışıldığıdır.
Bir kere konuya kimlik inşa süreci açısından bakıldığında sürecin ilk aşaması olarak Ermenistan
Bağımsızlık Bildirgesine bakmak gerekmektedir. Bildirgenin 11. maddesinde yer verilen
Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi için “Batı Ermenistan” ifadesinin kullanılması “Büyük
Ermenistan”ın bir aşamasıdır. İkinci olarak Ermenistan’ın yayılmacı politikasının bir tezahürünü
görmek mümkündür. Ermeni düşüncesinde Ermenistan devlet armasındaki Ağrı Dağı da bu
anlamda “kaybedilmiş topraklar”ın kalbidir.
Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırlara ilişkin olarak “Kars Anlaşması’nın SSCB ile Türkiye
arasında imzalandığını ve bu anlaşmanın Ermenistan’ı böldüğü, SSCB’nin bugün olmaması
nedeniyle sınırın Ermenistan ve Türkiye arasında yeniden çizilmesi gerektiği” düşüncesi de
Bildirgenin 11. maddesinin meşrulaştırılmasıdır. SSCB’nin dağılmasından sonra Cumhuriyet
devletlerinin imzaladıkları anlaşmalar ve Ermenistan özelinde devlet adamlarınca yapılan
açıklamalar Sovyetler Birliği’nin varislerinden birisi olduğunu kabul ettiklerini göstermektedirler.
Dolayısıyla hiçbir hukuki kabul edilebilirliği olmayan bu iddia sadece Ermeni kimliğine bir
dayanak oluşturmak amacıyla dile getirilmektedir.
Ermeni ulusal bilincinin yerleşmesi bağlamında takip edilen bütün stratejileri “Haydat Doktrini”
olarak anılan Ermeni ulusal çıkarlar doktrini ile ilişkilendirmek mümkündür. Doktrin Ermenilerin
genelinin bugün de içinde bulunduğu etno-psikolojik travma halinin bir ürünüdür.[4] Doktrinin
temelini oluşturan bölgesel yayılmacılığı ulusal güvenlikleri için başlıca tehdit olarak kabul eden
Ermenistan’ın komşularından duydukları korku psikolojisinin yansımalarını 2007 yılında kabul
edilen Ermeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde göstermiştik.
Doktrin, Ermenilerin yurtlarının tarih boyunca emperyalist güçler tarafından işgal halinde olduğu
mantığı ile bu toprakları geri istemelerinin en doğal haklarının kendilerine iade edilmesi olarak
görmektedir. Bu anlamda Ermenistan işgalindeki topraklara da “kaybedilmiş ülkenin geriye
alınması” olarak bakmaktadır.
Doktrin Ermeni terör eylemlerini ise tarihte uğradıkları haksızlıklara karşı mecbur kaldıkları bir
faaliyet olarak değerlendirmekte ve siyasi çıkarları ile uyuşmaları sebebiyle birçok ülke tarafından
bu yaklaşımları uygun görmektedir.
www.ulkuocaklari.org.tr 157
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Haydat Doktrininin kesin ve değişmez ulusal amaçları olarak benimsenen üç temel amacı vardır:[5]
Tarihi Ermeni topraklarının geri alınması ve Birleşik Ermenistan ulusal devletinin kurulması,
Dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış Ermeni ulusunun söz konusu topraklara geri dönmesini
sağlamak, sosyal devletin kurulması.
Sosyal devletin kurulması amacının bu amaçlar içerisinde yer almış olması yadırganıcı olabilir.
Ancak Ermenistan devletinin bugün içerisinde bulunduğu demografik kriz, Ermeni ulus devlet
kurma süreci, yolsuzluğa karşı mücadelenin yapılamaması, ekonomik krizin etkilerini ağır bir
şekilde hissettirmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlikler dikkate alındığında bugün daha anlamlı
olarak karşılanabilecektir.
Haydat Doktrini bu haliyle Ermeni lobisi ve Ermenistan’daki çok sayıda siyasi oluşum tarafından
benimsenmektedir. Siyasi partilerin birbirlerinden ayrı düştükleri nokta doktrinin amaçları
konusunda değil, bu amaçlara ulaşmada izlenecek yöntemler noktasındadır. Zira doktrininin temel
özelliği yukarıda açıklanan hedeflere varabilmek için devrimcilik ilkesinin ve silahlı mücadelenin
gerekliliğinin kabul edilmesidir.[6]
Milli kimlik-dış politika ilişkisi: Farklı bir örnek
Gerçekten dış politika analizcilerinin milli kimlik-dış politika tartışmasında birbirlerine yönelik
etkileri bağlamında birincisinin ikincisine etkisinin daha belirgin olduğu zerinde hem fikir
olmuşlardır. Ancak Ermenistan örneğinde sürecin tam tersi bir ilişki ağında işlediğini iddia etmek
yanlış olmayacaktır. Bir kere Ermenistan devletinin doğduğu uluslararası ortam ve bölgesel şartlar
birinci tarzda bir etkileşim için yeterince zaman vermemekteydi.
Sovyet sonrası dönem de dikkate alındığında Ermenistan’da milletleşme ve devletleşme süreci
kol kola gitmek zorundaydı. İki süreç de birbirlerinden ayrı düşünülememekteydi ve kullandıkları
parametreler büyük oranda ortaktı. Ermeni diasporası ile Ermenistan devletinin örneğin, dış politika
alanında birlikte hareket etmesi bu anlamda iki taraf için de rahatsızlık verici olmaktan uzaktır.
Sözde soykırım sorunu ve Büyük Ermenistan hayali çerçevesinde belirlenen stratejiler özellikle
diaspora Ermenileri için aslında bir kimlik sorunudur. ABD’de Ermenice bile bilmeyen Ermeniler
Amerikan toplumu içerisindeki varlıklarını sözde soykırım iddialarına dayandırmaktadır. Sözde
soykırım ABD’de Ermeniler için ciddi bir istihdam ve iş alanı yaratmıştır. Bu rakamın bugün için
75–80 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor.
Gerek Ermenistan halkının ulusal bilinç oluşturma sürecinde gerekse diaspora Ermenilerinin bu
etno-psikolojik durumları “seçilmiş travma” kavramıyla değerlendirilmektedir. Seçilmiş travma
grupların kimliklerinde geçmişte kazandıkları başarılar veya karşılaştıkları faciaların tarihi
gerçekliklerden uzaklaştırılıp, bir tür mitoloji haline dönüştürülmelerini ifade eder. Bunlar sürekli
anılarak kuşaktan kuşağa aktarılır. Konuyu Ermeniler açısından değerlendirdiğimizde zaferden
değil, sözde travmalardan bahsetmek gerektir.
Ermeni düşüncesinde Ermeniler için iki travma dönemi yaşanmıştır. Birincisi tarihin her döneminde
görülen Ermeni topraklarının sürekli işgal durumudur. İkincisi de 1915’te yaşanan tehcir olayının
sözde soykırım iddiaları için kullanılmasıdır.
Ermeni örneğinde travma geçiren grup kendisini kurban edilmiş hissediyor ve “şehit halk” bilinci
bu şekilde oluşturulmaya çalışılıyor. Ermeniler kendilerini kurban edilmiş hissetmektedirler. Yani
sözde soykırım açısından değerlendirdiğimizde kendilerini masum, düşman olarak gördükleri
Türkler ise kötüdürler. Dolayısıyla aslında Haydat Doktrinin de temeli olabilecek Ermeni bilincinde
kurban ve iyi olan Ermeniler kötü düşman olan Türkler tarafından travma oluşturan sözde soykırıma
bilinçli bir şekilde uğratıldıklarını iddia etmektedir.
Bu bağlamda Ermeni kimliğinin iyi ile kötü arasındaki çarpışmada “iyinin kötü tarafından
mahvedilmesi” denklemine oturtulmaktadır. Bu tanım Ermeni kimliğinin tanımı olması dolayısıyla
158 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
tanımın aksini iddia etmek Ermeni kimliğinin yıkacağından, tarihi gerçeklere ilişkin bilgiler de
reddedilmektedir. İşin diğer bir kötü tarafı da Ermenistan vatandaşlarının bu anlayış içerisinde
eğitilmesi ve “kaybedilmiş topraklar” için savaşılması, “dış saldırılarının kurbanı” olarak “şehit
halk” bilinci ile yetiştirilmesidir.
Bu ideoloji bugün Ermeni milli bilincinde hâkim bir konumdadır. Bu durumun en açık göstergeleri
Dağlık Karabağ sorununun çözümünde, diaspora ile birlikte Ermenistan halkının ve devletinin
takındığı uzlaşmaz tavırdır.
Sonuç olarak, Ermenistan’ın dış politikası bir milli kimlik oluşturma sürecinin bir parçasıdır. Özellikle
Türkiye’ye yönelik geliştirilen politikalar sözde soykırım iddiaları ile birlikte düşünüldüğünde
“öteki” oluşturma çabalarını göstermektedir. Nihai aşamada Ermenistan dış politikası açısından
değerlendirildiğinde ulusal kimliği oluşturma stratejik bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır.
Kaynakça
[1] FEIGL, Erich, Ermeni Mitomanyası, y.y., 2007, İstanbul, s:61.
[2] GÖKA, Erol, Ermeni Sorunu’nun (Gözden Kaçan) Psikolojik Boyutu, http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/
makaleler/makale25.html 03.02.2009
[3] GÖKA, Erol, Ermeni Sorunu’nun (Gözden Kaçan) Psikolojik Boyutu.
[4] GÜL, Nazmi, EKİCİ Arif, Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış
Politikası, Avrasya Dosyası Azerbaycan Özel, C: 7, S:1 2001, ASAM Yayınları, Ankara, s:373..
[5] GÜL, EKİCİ s:374.
[6] GÜL, EKİCİ s:374.
www.ulkuocaklari.org.tr 159
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KARABAĞ’DA
AZATLIĞA SAPLANAN HANÇER:
HOCALI SOYKIRIMI
Emre ŞENBABAOĞLU
Hocalı soykırımına gelinen süreci tarihî bağlamda ve Karabağ sorunu açısından ele almak
gerekmektedir. Tarih boyunca çeşitli devletlerin hüküm sürdüğü Azerbaycan 19. yüzyılın ikinci
yarısında Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştır. 1828 yılında İran ile Rusya arasında imzalanan
Türkmençay Antlaşması ile Karabağ da dâhil olmak üzere Azerbaycan’ın kuzeyi Rusya’ya
bırakılmış, Güney Azerbaycan ise İran’ın egemenliği altına girmiştir. Söz konusu tarihte Karabağ
bölgesinin demografik yapısında Türkler büyük bir çoğunluğu oluşturmaktayken (yaklaşık olarak
% 95), Kuzey Azerbaycan’ın Rusya’nın denetimine geçmesiyle birlikte bölgeye sistematik bir
Ermeni göçü başlamış ve dünyanın birçok bölgesinden gelen Ermeniler Karabağ’a yerleştirilmiştir.
Sovyetler döneminde Stalin’in 1923 yılında Karabağ’ın yukarı kesimlerine yerleştirdiği Ermenilerle
bölgenin demografik yapısı değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu tarihten sonra Rus ve Ermeniler
Karabağ’ın yukarı kısmını “Dağlık Karabağ” şeklinde telaffuz etmeye başlamıştır. Karabağ’ın
tamamında nüfus olarak Azerbaycan Türkleri ağır basarken Dağlık Karabağ olarak adlandırılan
bölge dışarıdan gelen göçlerle birlikte Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yer haline getirilmiştir.
Bazı akademisyen ve yazarlar bu gerçeği bilinçli bir şekilde göz ardı ederek Karabağ sorununda
Ermenistan’ı haklı çıkarma gayreti içerisine girmişlerdir.
1988’de Karabağ’ın yukarısındaki Ermeni nüfusun yoğunluğunu ileri sürerek Karabağ üzerinde
hak iddia eden ve faaliyete geçen Ermeniler, Sovyetlerin de bu konuda kendilerini desteklemesiyle
birlikte Karabağ’a yönelik eylemlerini arttırmıştır. Sovyetlerden alınan askeri ve psikolojik destek,
Ocak 1990’da Bakü ve Karabağ’da kendini açık bir şekilde göstermiş ve 20 Ocak’ta Bakü’de
yaşanan katliamla, bu konuda sabıkalı Ermenistan’ın katliamlarla dolu tarihine bir kara leke daha
eklenmiştir. Sovyetlerin dağılma sürecine girdiği 1991 yılında Ermeniler Karabağ bölgesindeki
baskılarını arttırmış ve 3 Eylül 1991’de sözde Dağlık Karabağ Özerk Cumhuriyeti ilan edilmiştir.
Karabağ’ın merkez şehri Hankendi’nin 1992 Ocak ayında işgal edilmesinden sonra, stratejik
bakımdan çok önemli bir yerde bulunan 7 bin nüfuslu Hocalı kenti 26 Şubat’ta Ermeniler tarafından
işgal edilerek, şehir halkı soykırıma maruz bırakılmıştır. Hocalı soykırımına gelinen süreç bu
şekilde gelişmiştir.
Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinin Hocalı ilçesinde 1992 yılının 25 Şubat’ını 26 Şubat’a bağlayan
gecede yaşanan soykırım dünya ve insanlık tarihine kara bir leke olarak düşmüştür. Tarihi soykırım
ve katliamlarla dolu olan ve bu konuda oldukça deneyimli (!) olan Ermenilerin, bölgede konuşlanmış
olan Rus 366. Motorize Alayının da desteğini alarak planlı ve sistemli bir şekilde gerçekleştirmiş
olduğu soykırımda resmi rakamlara göre 83’ü çocuk, 106’sı kadın olmak üzere 613 kişi hayatını
kaybetmiştir.
160 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Vahşet dolu görüntülerin ortaya çıktığı Hocalı’da insanlar rakamların da gösterdiği gibi yaş
ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın imha edilmiş ve soykırım “Türk” kimliği hedef alınarak
gerçekleştirilmiştir. Kulakları kesilen, kafaları koparılan çocuklardan karnı deşilen hamile kadınlara,
kafa derileri yüzülen erkeklerden öldürüldükten sonra yakılanlara kadar hemen herkes bu insanlık
dışı olaylardan nasibini almıştır. Soykırıma uğrayan 613 kişiye yaralıları, rehin alınanları ve
Karabağ’da yerlerinden edilen yüz binlerce kişiye de eklersek yaşanan vahşetin boyutları çok uç
noktalara varmaktadır. Hocalı’da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet’in “Pek
çok savaş hikâyesi dinledim. Nazilerin zulmünü işittim, ama Hocalı’daki gibi bir vahşete umarım
kimse tanık olmaz.”[1] şeklindeki değerlendirmesi de bu durumun en büyük göstergesidir.
Sovyetlerin dağılma sürecinde Ermenistan tek başına böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek
nitelikte güçlü bir orduya sahip bulunmamaktaydı. Ermenistan’ın bu askeri başarılarının(!)
arkasında Arman Cilavyan’a göre Sovyet döneminden kalan askeri malzemeler ve Rusya
Federasyonu’nun Ermenistan’ı el altından desteklemesi yatmaktadır.[2] Bu noktaya gelinmesinde,
gerek Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandıktan sonra devletleşmesini tamamlayamamış olması ve
yeterli bir orduya sahip olamaması, gerekse Rusya Federasyonu’na bağımlı dış politika belirleyici
olmuştur. Tüm çabalarına rağmen Muttalibov’un Rusya ile aynı kulvarda yürüme politikası, Rus
ordusunun 366. Alayının 26 Şubat 1992’de Hocalı katliamında aktif rol almasıyla çökmüştür.[3]
İç siyasal istikrarsızlıklar da işin içine girince, Hocalı’ya giden süreçte Ermeniler hedeflerine
ulaşmak bakımından önemli mesafeler kat etmiştir. Muttalibov’un, Ermenistan’ın Azerbaycan
topraklarını işgali karşısında dahi Rusya yanlısı politika izlemesi ve çözümü Rusya’da görmesi
Hocalı soykırımını kaçınılmaz kılmıştır.
Hocalı soykırımı sonrasında Azerbaycan’da Rus Ordusunun öncelikli olarak eski Dağlık Karabağ
Özerk Bölgesi(DKÖB) coğrafyasından çıkmasına yönelik talepler artmış ve Rus askeri birlikleri
Ermenistan’a yerleşme gerekçesi ile bölgedeki üslerin boşaltarak Laçin koridoru aracılığı ile
bölgeden çıkarken Ermenilerle birlikte 9 Mayıs 1992’de Şuşa’nın ve 17 Mayıs 1992’de Laçin’in
işgali operasyonlarına katılmıştır.[4] Özellikle Ebulfez Elçibey’in 7 Haziran’daki devlet başkanlığı
seçimlerini kazanmasının ardından izlediği dış politika Rusya’nın Azerbaycan üzerindeki nüfuzunu
kırma noktasında etkili olmuştur. AHC lideri Elçibey’in Rusya ve İran’a karşı takındığı tavır,
bu iki ülkenin Ermenistan’a destek vermesinde etkili olmuştur. Özellikle Rusya, Ermenistan’ı
Azerbaycan’a karşı baskı unsuru olarak kullanmış, İran da Ermenistan’ı el altından desteklemiştir.
Ancak bu dönemde Hocalı soykırımının da dâhil olduğu Karabağ konusunda ikili ilişkiler
düzeyinde bir sonuç alınamamıştır. Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Süleyman Demirel,
Bakü karşıtı bir politika izlediği gibi Elçibey’in yardım taleplerini de reddetmiştir. Azerbaycan,
1993 tarihinden sonra gerek AGİT gerekse Türkiye’nin kurulmasına öncülük ettiği Minsk Grubu
bağlamında, sorunu uluslararası düzeye taşımaya çalışmıştır.
Hocalı soykırımını uluslararası açıdan ele aldığımızda ise, karşımıza olayın niteliği hakkında
tartışmalar çıkmaktadır. Dünya tarihinde her milletin soykırıma uğradığından yola çıkarak olayı
sıradanlaştırmaya çalışan çevreler “soykırım” kavramı yerine daha yumuşak ve ılımlı bir kavram
olan “katliam” kelimesini kullanmayı yeğlemektedirler. Hocalı’da yaşananların soykırım niteliği
taşıyıp taşımadığı ise sorunun boyutunu daha farklı noktalara taşıması bakımından son derece
önemlidir.
Uluslararası hukuk açısından incelediğimizde bu tartışmalara açıklık getirecek en önemli uluslararası
belge, 9 Aralık 1948’de imzalanan “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair
Sözleşme”dir.
Sözleşmenin 2. maddesi yoruma ve yanlış anlamaya yer bırakmayacak ölçüde açık ve nettir:
“ Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen
ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki aşağıdaki fiillerden herhangi biri soykırım suçunu
oluşturur.
www.ulkuocaklari.org.tr 161
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b)Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c)Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam
şartlarını kasten değiştirmek;
d)Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla başka bir gruba nakletmek.”
Görüldüğü gibi sayılan fiillerden yalnız birinin işlenmesi durumunda dahi olay “soykırım”
suçu kapsamına girmektedir. 2. maddenin a) ve b) bendindeki koşullar Hocalı’da yaşananların
soykırım olduğunu göstermektedir. Soykırım Türk etnik varlığı hedef alınarak gerçekleştirilmiş,
Türk etnik varlığı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Azerbaycan Türkleri, bir insanın aklına
gelemeyecek yöntemlerle barbarca öldürülmüş ve çoğu kişiye bedensel ve zihinsel anlamda zarar
verilmiştir. 366 sayılı alayda yer alan 4 Özbek, 6 Kazak, 3 Kırgız ve 4 Tatar kökenli askerin de aynı
dönemde alayda görevli Ermeni gruplarca öldürülmesi, genel hedefin Türk etnik varlığı olduğunu
göstermektedir.[5] Ayrıca Hocalı soykırımı, uluslararası hukukta saygın bir yere sahip “ Nürnberg
Mahkemesi Kuruluş Senedinde ve Mahkeme Kararında Tanınan(kabul edilen) Uluslar arası Hukuk
İlkeleri” metninin 6. ilkesinin ii) bendinin de c.fıkrasında tanımlanmış insanlığa karşı işlenen
suçlar kapsamında da ele alınmalıdır.[6] Tüm bu belgeler Hocalı’daki vahşetin soykırım kavramı
kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Ayrıca olayın insan hakları açısından değerlendirilmesi gereken bir başka boyutu vardır. Bölgede
ilk incelemeleri yapan Memorial isimli Moskova merkezli insan hakları örgütünün tespitlerine
göre “bu katliam ile insan haklarına ilişkin temel sözleşmelerin tamamı ihlal edilmiş ve insanlık
suçu işlenmiştir.[7]Human Rights Watch da olayı insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.[8]
Uluslar arası kamuoyu olayı halen bir katliam veya dram/trajedi olarak yansıtmaya çalışmaktadır.
Olayın soykırım olduğuna yönelik birçok görüntü kaydı, fotoğraf, görgü tanığı bulunmasına
rağmen Ermenistan’a ve soykırımın emrini bizzat veren Robert Koçaryan’a karşı herhangi bir
yaptırım uygulanmamaktadır. Rusya’nın 366. Motorize Piyade Alayı’nın da işin içinde olduğu
kanıtlanmıştır. Rusya bunu inkâr etmektedir ancak alaydan firar eden üç Rus askeri 3 Mart 1992’de
düzenledikleri baskın toplantısında, “Hıristiyan Ermeniler yanında Müslüman Azerbaycanlılara
karşı savaşmalarının istendiğini”[9] itiraf etmiştir.
Soykırımın yaşandığı tarihte bölgeye gelen yetkililer, yabancı gazeteciler ve araştırmacılar da
olayı dünya basınına yansıtmışlar ve soykırım sonrası ortaya çıkan dehşet verici manzarayı bizzat
kendi gözleriyle görmüşlerdir. Örneğin Dağlık Karabağ’ın Azerbaycanlı valisi Assad Faradzhev:
“Kadınlar ve çocukların kafa derileri yüzülmüştü. Cesetleri seçmeye başladığımızda bize ateş
etmeye başladılar.”[10] demiştir. Yine Ağdam’daki Milis şefi Rashid Mamedov: “ Cesetler koyun
sürüsü gibi uzanıyorlardı orada. Naziler bile hiç bunun gibi yapmadılar.” diyerek düşüncelerini
dile getirmiştir. Bir Reuters fotoğrafçısı olan Frederique Lengaigne ise yine Ağdam’da cesetlerin
iki tıra doldurulmakta olduğunu görmüştür. Bölgeye helikopterle giden Azerbaycan yetkilileri ve
gazeteciler kafalarının arkası uçurulmuş üç çocuğu helikopter aracılığıyla geri getirmişler ve bazı
cesetleri seçerken yine Ermeniler ateş ederek onları engellemeye çalışmıştır. Bu örnekleri uzatabiliriz
ve bu konuda oldukça fazla görgü tanığı bulunmaktadır. Yine kameraya alınan görüntüler ve çekilen
fotoğraflar soykırımın en önemli kanıtları arasında yer almaktadır. Bu ibret verici görüntüler olayı
katliam ya da trajedi olarak görme çabası içerisinde olanları yeniden düşünmeye davet edecek
yöndedir.
Ayrıca olayın insan hakları açısından değerlendirilmesi gereken bir başka boyutu vardır. Bölgede
ilk incelemeleri yapan Memorial isimli Moskova merkezli insan hakları örgütünün tespitlerine
göre “bu katliam ile insan haklarına ilişkin temel sözleşmelerin tamamı ihlal edilmiş ve insanlık
suçu işlenmiştir.[11]Human Rights Watch da olayı insanlık dramı olarak nitelendirmiştir.[12]
162 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ortada bulunan tüm kanıtlara rağmen uluslararası kamuoyu olayı görmezlikten gelmektedir.
İnsan hakları örgütleri, sivil toplum örgütleri ve demokratik oldukları söylenen birçok ülke
olayı soykırım olarak değerlendirmemekte ve suçluların cezalandırılmasına yönelik herhangi bir
girişimde bulunmamaktadır. Olay uluslararası hukuka göre suç teşkil etmektedir ve her iki ülke de
Birleşmiş Milletlere üye olmakla beraber “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına
Dair Sözleşme”yi imzalamıştır ve her iki üyeyi de bağlamaktadır.
İlgili sözleşmenin 4. maddesi soykırım suçunu işleyenlerin, anayasaya göre yetkili yöneticiler veya
kamu görevlileri veya özel kişiler de olsa cezalandırılmasını öngörmektedir. Buna ek olarak 6.
Madde, soykırım suçunu işleyenlerin suçun işlendiği ülkedeki devletin yetkili bir mahkemesi veya
yargılama yetkisini kabul etmiş olan sözleşmeci devletler bakımından yargılama yetkisine sahip
bulunan Uluslararası bir ceza mahkemesi tarafından yargılanmasını gerektiğini belirtmektedir.
Bu konuda karşımıza çıkan en önemli örnek 11 Temmuz 1995’te gerçekleştirilen Srebrenitsa
Soykrımı’dır. Birleşmiş Milletlere bağlı Uluslararası Adalet Divanı, Bosna-Hersek’in Srebrenitsa
kasabasındaki olayın soykırım olduğuna karar vermiştir. Hocalı Soykırımı da Srebrenitsa Soykırımı
ile benzeşmektedir. Böyle bir kararın alınması yönünde girişimlerde bulunulması ve olayın tarafsız
bir biçimde incelenerek ‘soykırım’ olduğuna yönelik UAD’den bir karar çıkartılması halinde adalet
yerini bulmuş olacaktır.
Sonuç
1992 Şubat’ında insan aklının hayal edemeyeceği yöntemlerle imha edilmeye çalışılan Azerbaycan
Türkleri, olayın üzerinden 16 sene geçmesine rağmen bu vahşetin acılarını hala unutabilmiş
değildir. Yerlerinden edilen yaklaşık 1 milyon Azeri Türkü, öksüz ve yetim bırakılan çocuklar ve
sakat kalan insanlar ortada tam anlamıyla bir insan hakları ihlali olduğunu göstermeye fazlasıyla
yetmektedir. Ekranlarda sıkça rastladığımız insan hakları savunucularının ve sözde demokratların
olaydan bir kelime bile söz etmemesi son derece düşündürücüdür. İnsan hakları ihlal edilenler
ve mağdur olanlar Türkler olduğunda olaylar görmezlikten gelinmekte ve sıradanlaştırılmaya
çalışılmaktadır. Hocalı Soykırımı’nın hukuki mücadelesinin yanında sivil toplum örgütlerinin ve
bireylerin de bu olaya duyarlılık göstermesi ve bunu uluslararası topluma anlatması gerekmektedir.
Türk Dünyası’nın tüm devlet yetkilileri bu konuda fikir birliğine vararak sorunun çözümü için
işbirliği yapmalı, dünyanın hemen her ülkesinde yer alan Türk lobileri Hocalı Soykırımı’nı anma
törenleri ve yürüyüşler düzenlemelidir. Gerek Birleşmiş Milletler gerekse diğer uluslararası
örgütler nezdinde girişimlerde bulunularak Hocalı Soykırımı’nı tanıyan yasaların ilgili devletlerin
meclislerinden geçirilmesine çalışılmalıdır. Bu konuda özellikle Azerbaycan ve Türkiye’nin ve
diğer Türk devletlerinin öncülük ederek bu utanç verici soykırımı kabul ettirmeleri ve yetkililerin
cezalandırılmasını sağlamaları, kendilerinin soykırımcı bir millet olarak suçlandığı bir zaman
diliminde tüm asılsız hezeyanları ortadan kaldırmaya yetecektir.
Kaynaklar
[1] United Nations General Assembly, Human Rights Questions, 30 Ocak 1996. Ayrıca bkz. http://www.un.org/
documents/ga/docs/51/c3/ac351-9.htm
[2] Arman Cilavyan, “ ’Ni Pugayte Çeçnu s Karabahom!’-Prizıvayet Robert Koçaryan”, Nezavisimaya Gazeta,
27.1.2000. Aktaran, Erel Tellal, Güney Kafkasya Devletlerinin Dış Politikaları, Mülkiye Dergisi, Cilt:24, Sayı:225,
s.90
[3] Araz Aslanlı-İlham Hesenov, Haydar Aliyev Dönemi Azerbaycan Dış Politikası, Ankara 2005, s.21.
[4] A.g.e. s.35, Arif Yunusov, “Karabağ Savaşı”, Azerbaycan, 23 Ocak 1993.
[5] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006.
[6] Nazim Cafersoy, 14. Yılında Hocalı Soykırımı, 25 Şubat 2006. Ayrıca bkz. http://www.turksam.org
[7] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006.
[8] a.g.k.
[9] a.g.k.
[10] New York Times, Massacre by Armenians Being Reported, 03.03.1992.
[11] Araz Aslanlı, Hocalı Katliamı, 27.02.2006.
[12] a.g.k.
www.ulkuocaklari.org.tr 163
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
HOCALI SOYKIRIMINI
UNUTMAYIN UNUTTURMAYIN!
Saldırı sırasında şehir nüfusu 3000 kişiden oluşmaktaydı.
1992 yılı 25 Şubat akşamı saat 23.00’da Ermenistan ordusunun “Artsah Halk Kurtuluş Ordusu”
adını verdiği, Dağlık Karabağ’ın silahlı Ermeni çeteleri ve SSCB’den kalma 366. Alay’a bağlı Rus
komutan ve askerleri, çaresiz, kaderine terk edilmiş, savunmasız Hocalı halkına saldırdı. Onlarca
Azeri Türk’ü, akşamdan sabaha kadar savaşarak öldü. Şehrin giriş çıkış noktaları kapatıldı… Sonra
bir çıkış yolu bırakılmaya karar verildi… Canlarını kurtarmaya çalışan insanlar bu yolla şehri terk
etmek isterken, Ermenilerin tuzağına düşürülerek vahşice katledildiler…
Kayıplar çok vahimdi.
Sivil halktan 613 kişi öldürülmüştü.
Ölenlerden 63’ü çocuk, 106’sı kadın ve 70’i ihtiyardı…
Toplam 239 kişi özel işkence yöntemleri, 487 kişiye ise ağır beden hasarı verilerek
katledilmişlerdi.
Çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlardan oluşan toplam 1275 kişi rehin alınarak vahşice işkencelere,
hakaretlere maruz kalmışlardı.
Bu rehinlerden 1165’i sonradan Ermenilerin elinden kurtarılmıştır.
Geriye kalanlardan 68’i kadın, 26’sı çocuk olan toplam 110 kişiyle ilgili hiçbir bilgi
bulunmamaktadır.
230 ailede baba veya anne ölmüştür.Hocalı katliamı sırasında 7 ailenin bütün fertleri öldürülmüş,
27 ailenin ise sadece bir ferdi hayatta kalabilmiştir.
200 kişinin ayağı soğuktan donmuş, kangren olduğu ve tedavisi mümkün olmadığı için
kesilmiştir.
Bunlar sadece resmi rakamlardır. Oysa tanıkların, gazetecilerin ve hatta bazı Ermenilerin verdikleri
bilgilere göre ölü sayısı 1300’den fazladır !
Bu facia sırasında Hocalı’da bulunan “Moskovskie Novosti” gazetesinin muhabiri Yuri Pompeyev,
gördüklerini bir cümle ile şöyle özetler: “Hocalı’da, sadece cesetler kalmıştı !”.
Yine helikopterle olay yerine gelen ABD’li gazeteci Thomas Goltz şöyle demektedir:
“Fotoğrafçı arkadaşım öyle etkilenmişti ki, fotoğraf çekebilmesi için kendisini objelerin üzerine
doğru itmem gerekiyordu. Cesetler, koparılmış uzuvlar… Her bakımdan mide bulandırıcıydı…
Bazı cesetlerin cinsiyetini anlamaya çalıştım ama yüzleri parçalanmış, tanınmayacak halde olanlar
vardı. Bazılarının kafa derileri yüzülmüştü.”
Başka bir gazeteci, Rusyalı savaş muhabiri Yuri Romanov gördüklerini şöyle anlatıryor.
“Altı yaşında, kafası sarılı bir kız çocuğu gördüm… Sargı, çocuğun her iki gözünü kapatmış şekilde
sarılıydı. Kameramı kapatmadan ona doğru eğildim:
-
Neyin var tatlım?
-
Gözlerim yanıyor. Gözlerim yanıyor. Amca… Gözlerim yanıyor!
164 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Doktor sırtıma elini vurdu.
-
Gözleri kör olmuş. Onun gözlerinde sigara söndürmüşler... Bize getirdiklerinde gözlerinin
içinde sigara izmaritleri vardı.
Orada şahit olduklarımı, gözlerimin gördüklerini ve kulaklarımın duyduklarını dilim ifade
edemiyor.”
TÜM BUNLAR SOYKIRIMIN ACI HATIRALARIDIR,
UNUTMAYIN, UNUTTURMAYIN !
www.ulkuocaklari.org.tr 165
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
UNUTULAN VATAN
‘DOĞU TÜRKİSTAN’
Osman Ertürk ÖZEL
Doğu Türkistan, son birkaç aydır bölgede yaşanan vahşetin medyaya yansımasıyla insanların
ismini öğrendiği bir Türk elidir. Oysaki bölgede baş gösteren olaylar ne ilk kez yaşanıyordu ne de
ilk defa bu kadar aşırılık içeriyordu. Yaklaşık olarak 250 yıldır Çin egemenliğinde bulunan Doğu
Türkistanlılar bu vahşete yeterince aşinaydılar. Ancak, dünyanın gözü onları bir türlü görmüyordu.
Ekonomik açıdan giderek büyümeye başlayan Çin, bu kuvvetine güvenerek, giderek artan bir
şiddetle Doğu Türkistan’daki zulme devam etti ve ediyor. Dünya medyasında “Çin’in kuvveti
ABD‘yi korkuttu” ve “ABD, Uygurları kışkırtıp Çin’e karşı kullanıyor” şeklindeki haberler kulağa
mantıklı gibi gelse de, bölgede yaşanan olaylar ne 10 yıllık ne de 100 yıllık bir tarihe sahiptir.
Yüzlerce yıldır zulüm gören Uygurlar, bu zulüm süresiyle bile piyon olmadıklarını kanıtlayabilirler.
Peki, neresidir bu Doğu Türkistan? Türkiye Türkleriyle bağı nedir? Günümüzde yaşanan olaylar
nelerdir? Türkiye bu olaylar karşısında nasıl konumlanmalıdır? Ya ülkücüler olarak bizlere ne gibi
görevler düşüyor?
Doğu Türkistan Coğrafyası
Doğu Türkistan, Cungurya, Tanrı Dağları ve Tarım Havzası olmak üzere üç bölgeye ayrılmış
ve Orta Asya’nın orta bölümünde yer alan Türkistan’ın doğusunda konumlanmış bir yerleşim
yeridir.Doğu Türkistan Çin’in çölün ilerisinde ve Çin Seddi’nin arkasında kalan tek toprağıdır.Bu
etken, bu topraklara Çin’in batıya açılan kapısı olma özelliğini kazandırmıştır.Coğrafi konumun
siyaset üzerindeki etkisi bu toprakları Çin için vazgeçilmez hale getirmiştir.Bölge,denizden uzakta
ve yüksek dağlarla sarılı olduğundan çölleşmiştir. Yerleşim, akarsu boylarında uzanan Kaşgar,
Yarkent, Hotan, Aksu ve Turfan vahalarında yoğunlaşmıştır. Bölgedeki su kaynaklarının azlığı
tarımı bitirme noktasına getirmiştir. Turfan ve Hoten’de de çölleşme hızla yayılmaktadır. [1]
Bölgenin yeraltı kaynaklarının zenginliği, Çin’in bölgedeki emellerinin sebebini açıkça ortaya
koymaya yetecek değerdedir. Doğu Türkistan sınırlarındaki Taklamakan Çölü’nün petrol
kaynakları, dünyanın en zengin petrol rezervleri arasında yer almaktadır. Ancak, bu kadar
zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasına rağmen, elde edilen gelirden Uygurlar kesinlikle
yararlanamamaktadırlar.[2]
21. yüzyılın Kuveyt’i olarak da anılan Doğu Türkistan, petrol, doğalgaz, uranyum, kömür, altın ve
gümüş madenlerinin bolluğu ile dikkat çekmektedir ve bu yönü ile Çin’in en önemli hammadde
kaynaklarından biridir. Yetkililer tarafından, 2005 yılında Doğu Türkistan’ın petrol ve doğalgaz
üretiminde Çin’in ikinci önemli merkezi haline geleceği bildirilmişti. Özellikle Doğu Türkistan’ın
166 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
orta bölgesinde yer alan Tarım Havzası’nın geniş petrol rezervlerine sahip olduğu düşünülmekte ve
bu yönde araştırmalar devam etmektedir. Bu özelliğinden dolayı “Umut Denizi” olarak adlandırılan
Tarım Havzası’nın 10,7 milyar ton petrol kapasitesi olduğu tahmin edilmektedir. Doğu Türkistan’ın
yeraltı zenginlikleri şüphesiz bunlarla sınırlı değildir. Zengin doğalgaz, bakır ve kömür yatakları
da bu bölgeyi Çin için önemli kılmaktadır.
Demografik Yapı
Doğu Türkistan’ı demografik açıdan da öğrenmek ayrı bir zarurettir. Buradaki nüfus büyük oranda
Türklerden oluşur, ancak bölgede hâkimiyetini pekiştirmek isteyen Çin yönetimi, sorun olarak
gördükleri bu nüfus yapısını değiştirmek için stratejiler üretmiş ve uygulamaya koymuştur. Han
Çinlilerinin yoğun göçü bölgedeki Türkleri rahatsız eden en önemli unsurlardandır.[3] Bölgedeki
Han nüfusu 1949’da %6 iken, bu oran 2001’de %40’a yükselmiştir. Günümüzde nüfus yoğunluğu
konusu eskisi kadar itibar görmese de devlet politikalarındaki yeri önemini korumaktadır. Özellikle
de Çin gibi sayısı milyarları bulan bir ülkede, demografik yapı ve bu yapıyı oluşturan farklı din, dil
ve ırka sahip insanların varlığı, bu geçerliliği kanıtlamaktadır.
Tarihsel Açıdan Doğu Türkistan
Tarihi M.Ö. 200’lü yıllara kadar dayanan Türkistan toprakları, tarihin ilk anlarından beri Türklerin
anayurdudur. Aynı zamanda bu topraklar bin yıldan beri İslâm toprağıdır. Orta Asya’nın büyük
bölümünü oluşturan söz konusu alan, eski çağlardan beri Türklerin yerleşim merkezi olduğu için
Türkistan olarak adlandırılmıştır. Özellikle de araştırmacılar tarafından tarihin ilk medeniyet
merkezlerinden biri olduğu belirtilen Doğu Türkistan, jeo-stratejik konumu itibariyle Batı ve Doğu
kültürlerinin kaynaştığı bir alan olmuştur. İslamiyet’in kabulünden sonraki süreçte bölge altın
çağını yaşamıştır. Medreseleri, eğitim kurumları ile ünlenen bölge, yetiştirdiği Türk öğrencileri
dünyanın dört bir tarafına göndererek Türk –İslâm mefkûresine katkıda bulunmuştur.
Doğu Türkistan onlarca kez Çin tarafından işgal edilmiştir. Çin, imparatorluk döneminde de,
komünizm döneminde de, bugün de Doğu Türkistan’ı işgal politikasını hiç değiştirmemiştir.
Aşağıda verilen tabloda Doğu Türkistan’ın tarihinin ¼’ünün Çin zulmü ile geçtiği belirlenebilir.
DOĞU TÜRKİSTAN’IN BAĞIMSIZLIK DÖNEMLERİ[4]
Birinci Dönem
MÖ 206’ya kadar geçen dönem
İkinci Dönem
MÖ 206 -108 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare
Üçüncü Dönem
MÖ 86 - 60 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare
Dördüncü Dönem
MÖ 10 - MS 73 Hun Türk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare
Beşinci Dönem
Tam Bağımsızlık
Altıncı Dönem
555 - 639 Göktürk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare
www.ulkuocaklari.org.tr 167
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yedinci Dönem
650 - 660 Göktürk Hakanlığı’na Bağlı Yerel İdare
Sekizinci Dönem
699 - 738 Türgiş Türk Hanlığı’na Bağlı Yerel İdare
Dokuzuncu Dönem
751 - 1216 Tam Bağımsızlık
Onuncu Dönem
1217 - 1352 Moğol İmparatorluğu’na Bağlı Yerel İdare
On Birinci Dönem
Tam Bağımsızlık
On İkinci Dönem
1679 - 1752 Kalmuk Devletine Bağlı Yerel İdare
On Üçüncü Dönem
1756 - 1759 Tam Bağımsızlık.
Birinci Dönem
MÖ 108 - 86 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi
İkinci Dönem
MÖ 60 -10 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi
Üçüncü Dönem
MS 74 - 103 Sadece Ülkenin Güney Bölgesi
Dördüncü Dönem
640 - 649 Ülkenin Tamamı
Beşinci Dönem
660 - 699 Ülkenin Tamamı
Altıncı Dönem
738 - 751 Ülkenin Tamamı ve Batı Türkistan’ın Bir Bölümü
(tablonun devamıdır.)
Yedinci Dönem
1753 - 1756 Ülkenin Tamamı
Sekizinci Dönem
1759 - 1861 Ülkenin Tamamı
168 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Dokuzuncu Dönem
1879 - 1931 Ülkenin Tamamı
Onuncu Dönem
1934 - Bugün.
Ancak, belirtildiği üzere Doğu Türkistan’ın birçok defalar işgale uğramasına rağmen özellikle
İslâmiyet’in Satuk Buğra Han tarafından kabul edilip tüm Türkler arasında hızlıca yayılmasını
takip eden ilk yıllarda, bölgede yaşayan Uygurlar; Kutluk Bilge Kağan’ın oğlu Moyençor
önderliğinde en parlak dönemlerini yaşamışlardır. Bu dönemde Uygurlar Çin’i vergiye bağlamayı
dahi başarmışlardır. Tarihî bilince ve bilgiye sahip olan Çinlilerin Uygurlara olan öfkesinin bir
sebebi de şüphesiz tarihî gerçeklerdir.
Türkiye ve Doğu Türkistan
Peki; ülkemiz insanlarının büyük çoğunluğunun birkaç ay öncesine kadar adını bile bilmedikleri
Doğu Türkistan’ın bizim için önemi nedir? Uygurlarla atılan gönül köprüleri ne kadar eski?
Orta Asya’da yaşayan Türkler dünyanın çeşitli bölgelerine göç etmeye başladıktan sonra dönem
dönem bu coğrafyadan tamamen kopmuş gözükseler de, bu toprakların ata toprağı olduğunu, orada
yasayan insanların da Türk olduğunu bilen, anlatmaya çalışan ülkücüler ve Turancılar hep var
olmuştur. Biz Türkiye Türkleri, bulunduğumuz coğrafya dolayısıyla Osmanlı’nın torunlarıyız ve
Osmanlı’nın Uygurlarla olan ilişkileri bizlere Uygurlarla olan kardeşliğimiz hakkında referans
olabilir. Bu konuyu pekiştirmek amacıyla tarihten bir olay misal gösterilebilir.[5] 1872’de Yakup
Han bölgede kurduğu bağımsız devletin istikrarını sağladıktan sonra, tarihî ve kültürel bağları
olan, İslâm dünyasının hamisi konumunda bulunan Osmanlı devleti nezdine elçi göndermiş, Sultan
Abdulaziz Han’dan yardım ve himaye talebinde bulunmuş, devletinin Osmanlı İmparatorluğu’nun
bir parçası olarak kabul edilmesini dilemiş ve kendisine biat ettiğini bildirmiştir. Osmanlı
İmparatorluğu Yakup Han’ın bu talebini kabul etmiş ve Padişah’ın direktifi üzerine Albay Kazım
Bey komutasında 5 muvazzaf ve 3 emekli subaydan oluşan bir asker eğitim grubunu, 1200 piyade
tüfeği, 6 sahra topu ve cephane yapımında kullanılan barut ve malzemeleri ile Hindistan üzerinden
Doğu Türkistan’a göndermiştir. Heyet, Kaşgar’da büyük coşku ve sevinç ile karşılanmış, hutbeler
padişah adına okunmuş ve paralar da Sultan Abdulaziz Han adına bastırılmıştır. Doğu Türkistan
semalarında Osmanlı sancağı dalgalandırılmıştır.
Osmanlı devletinin izlediği bu politika şüphesiz ki bir nebze de olsa gücünü kanıtlamaya yöneliktir.
Ancak; Uygurların Müslüman ve Türk olması Osmanlı için önemli bir kıstas olmuştur. Uygurların
bu zor durumda ilk başvurdukları ilk yerin Osmanlı devleti olması, bugün de mevzubahis olan
Türkiye Türklerinin hamiliği konusuna gerekli açıklığı kazandırmıştır. Anadolu Türkleri ile
Uygurların ilişkisi bunlarla da sınırlı değildir. Uygurların Moğollarla birlikte Anadolu’ya gelip
umûmî valî gibi önemli görevlerde bulundukları, hattâ Kayseri, Konya ve Karaman gibi şehirlere
yerleştikleri, Osmanlı döneminde Fatih Sultan Mehmed’in fermanlarını Uygurca yazdırdığı,
Fatih’in sarayında Uygurcanın da öğrenildiği bilinmektedir.[6] Osmanlıların Doğu Türkistan
Türklerine olan ilgisi bununla kalmamış, 1914 yılında Osmanlı paşalarından Talat Paşa Rodoslu
Habibzade İlkul’u Uygur Türklerinin eğitimi için Doğu Türkistan’a göndermiştir. Öğretmen olarak
Kaşgar’a gelen İlkul, burada Dâr-ül Muallim-il İhtihat adında bir öğretmen okulu açmış, bundan
dolayı hapse atılmış ve 1920’de Türkiye’ye dönebilmiştir.[7]
Cumhuriyet döneminde de bu ilişkiler devam etmiştir. Üzerinde Rus baskısı hisseden Türkiye
Cumhuriyeti hiç bir zaman maddi olarak Uygurlara bir destekte bulunamasa da, özellikle eğitim
alanındaki Türkiye Cumhuriyeti desteği Uygur eğitiminin temelini oluşturmaktadır.
Yakın tarihimizde ise Türkiye Türklerinin Uygurlara olan sevgisinin üst noktalarda olduğunu
söylemek imkânsızdır. Ülkücüler, Türkçüler ve Turancılar dışında Türk Dünyası’na duyulan
www.ulkuocaklari.org.tr 169
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ilginin zayıflığı, şüphesiz Uygurlarla olan ilişkilerimizi de etkilemiştir. Türkiye Türklerinin Türk
Dünyası’na en yoğun ilgi duydukları dönemlerde (1940’lı yıllar) ırkçı-faşist olarak adlandırılmaları
da bu ilişkilere zarar vermiştir. Bu dönemlerden kaynaklanan Türk Dünyası şuuru eksikliği
günümüzde de devam etmektedir. İnsanların Doğu Türkistan’da yaşanan onca olaya rağmen
gösterdikleri hassasiyetin zayıflığı da bu şuur eksikliğinin yegane kanıtıdır. Son aylarda gittikçe
artan Çin zulmü medyaya yansımış ve insanların vicdanlarında kıpırdanmalar başlamıştır. Ancak,
bu kıpırdanmaların birkaç dakikalık görüntüden ve birkaç kare fotoğraftan kaynaklanıyor olması,
Uygurların tam bir bilinçle Türkiye Türkleri tarafından kollanmasını imkânsızlaştırmaktadır.
Uygurların ülkemizdeki temsilcilerinin, sivil toplum örgütlerinin ve bunlara ek olarak az sayıdaki
bilinçli basın mensubu arkadaşlarımızın çabaları büyük bir etki yaratamamıştır.
Doğu Türkistan’da Uygulanan Asimilasyon Politikaları
Son günlerde Doğu Türkistan’ı Sincan olarak da olsa medyaya taşıyan bu olaylar nelerdir? Çin bu
konuda nasıl bir strateji izlemektedir ve Uygur ağırlıklı (Kazak-Uygur) Doğu Türkistan halkının
durumu nedir?
Çin yönetimi Doğu Türkistan için 3 önemli strateji izlemektedir.[8] Bunlardan ilki, bölgedeki
Çin nüfusunu arttırarak Uygurları azınlıkta bırakıp kültürel asimilasyonu sağlamak, ikinci olarak
Uygurların A.B.D, Türkiye ve benzeri ülkelerden alabilecekleri yardımı engellemek ve bunlara
ek olarak çeşitli yasaklamalar getirip Uygurları dinî faaliyetlerden uzaklaştırarak İslâm kültürünü
tamamen ortadan kaldırmaktır.
Çin yönetimi Han Çinlileri’ni bölgeye yerleştirme vasıtasıyla asimilasyon politikasını başarılı bir
şekilde yürütmektedir. Çin’in genelinde uygulanan aile planlaması kuralları bu bölgede esnektir,
ancak şüphesiz sadece Çinliler için. Bölgede yaşayan Uygurların defalarca toplu kürtajlara maruz
bırakıldıkları aşikârdır. Özellikle kırsal kesimde uygulanan kürtaj politikası Uygurların kanayan
bir yarasıdır. Hijyenik olmayan ortamlarda yapılan toplu kürtajlar anne ve çocuğun ölümüne dahi
sebep olabilmektedir. Çin kürtaj politikasını yürütebilmek için her mahalleye 1 kadın görevli
göndermekte ve hamile kadınları tesbit etmektedir. Çin yönetiminin uyguladığı kota politikasına
aykırı durumlarda ,anne adayının kaç aylık hamile olduğuna bakılmaksızın kürtaj edilmektedir. 1991
yılında Hoten vilayetine bağlı Karakaş ilçesinde zorunlu kürtaja tabi tutulan kadınların sayısı 18 bin
765’tir ki, bu sayı ilçedeki anne adaylarının yüzde 49’unu teşkil etmektedir. Sincan gazetesinin 12
Eylül 1992 tarihindeki sayısında verdiği bilgilere göre Doğumu Yasaklama Kanunu’nu tam olarak
uygulamak için hükümet tarafından bu ilçeye 432 kişilik Çinli memur kadrosu tayin edilmiştir.
Nankivell’e göre Çin’in izlediği politikalardan birinin de İslâm kültürünü yok etmek olduğudur.
Ancak Çin, Müslüman kültürden çok Türk ve Müslüman olan kültürü yok etme gayesindedir.
Çünkü tam olarak bilinmese de 20 ile 40 milyon arasında Müslüman Çinli (Dungan), Çin nüfusu
içinde bulunmaktadır. Çin, Dunganlar üstüne Uygurlara uyguladığı politikaları uygulamamaktadır.
Bu yüzden Çin için asıl ayırt edici unsur Türklük’tür. Kuran okunmasının yasaklanması, camilerin
kapatılması, iş yerlerinde orucun yasak olması bilinen birkaç örnek… Müslüman Uygurlar sadece
dinlerini yaşamak istedikleri için tutuklanmakta, işkenceleri ile ünlü Çin hapishanelerinde aylar,
hatta yıllar boyunca tutulmakta, özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getirenler acımasızca idam
edilmektedir. Bunun yanı sıra Çin’in asimilasyon politikaları Doğu Türkistan’ın çoğunluğunu
oluşturan Müslüman Türklerin, dillerini konuşmalarını, kültürlerini devam ettirmelerini de
engellemektedir.
Doğu Türkistan’da zorunlu kürtaj politikası o kadar dramatik bir noktaya varmıştır ki, kaldırım
kenarlarında yasa dışı doğduğu için ölüme terk edilmiş yeni doğmuş bebekler görmek mümkün
hale gelmiştir.
Çin, Uygurlara uygulanan zulüm iddialarına karşılık dünyaya Doğu Türkistan’ın güzel yüzünü
göstermeye çalışmaktadır. En önemli argüman olarak da Urumçi kullanılmaktadır. Urumçi’nin
sanayi ve ticaret merkezi olması, bu bölgeye yapılan yatırımlar ve buna benzer iddialarla Çin’in
170 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
dünya kamuoyu önünde kendini aklama çabaları, Urumçi nüfusunun yaklaşık olarak %90’ının
Çinli olması gerçeğiyle suya düşmektedir.
Pekin’in bölgede izlediği bir başka strateji de Orta Asya, Almanya, Türkiye ve A.B.D’ de bulunan
Uygur diasporalarının Doğu Türkistan’a yapacakları muhtemel yardımları engelleme ve çıkan
olayların üzerini örtme politikasıdır. Çin’i bu konuda en çok zorlayan isim de, Nobel Barış
Ödülü adaylığına layık görülmüş Rabia Kadir’dir. Rabia Kadir’in çevresinde toplanan diaspora,
çalışmalarını sürdürmektedir.
ABD, G.W.Bush yönetiminde olduğu yıllarda Rabia Kadir’in Çin’deki hapis hayatının sona ermesi
için çaba sarf etmiş ve Bush, Rabia Kadir’le görüşmüştür. Bu olaylar Uygurları dünya medyası
için daha önemli bir konuma getirmiştir. Ancak ne yazık ki Rabia Kadir bu desteği soydaşlarından
görememektedir. Çin’in son yıllarda ekonomik olarak korkunç bir şekilde büyümesi ve ticaret devi
olmaya başlaması diğer devletleri korkuttuğu gibi, Uygurlara destek konusunda hamle yapmak
isteyen Türk Devletleri’ni de bir çekinceye düşürmüştür. Ülkemize giriş yasağının olması bu konuda
en açık örnektir. Ülkemiz sınırlarında herhangi bir suç işlememiş ve aslına bakılırsa Çin içinde de
herhangi bir suç işlememiş bir insanın Türkiye’ye gelip kamuoyu oluşturabileceği gerçeğinin açık
olması, Çin yönetimini korkutmaktadır.
Sonuç
Türkiye’deki Ülkücü-Türkçü, Turancı çevrenin Rabia Kadir ve Uygur halkına olan desteği son
derece açıktır. Bu sebepten, Çin yönetimi Rabia Kadir’ in Türkiye’ye gelmesi konusunda son derece
hassastır. Ancak, son aylarda meydana gelen olaylar Türkiye Cumhuriyeti’ni konu üzerine hamle
yapmaya mecbur bırakmaktadır. Buna rağmen AKP Hükümeti konuya gerekli ilgiyi göstermemiş
ve konunun gündemden düşmesiyle adeta sessizliğe gömülmüştür. Demokratik açılım adı altında
çeşitli etnik milliyetçiliklerin önüne açan AKP’nin bu anlayışını kavramak her zamanki gibi
güçtür.
Aynı milletin evlatları Doğu Türkistan Türklerine ABD’nin değil Türkiye’nin sahip çıkması
gerekmektedir. Fakat mevcut AKP iktidarında bunun gerçekleştirilmesi pek muhtemel
görüşmemektedir. Siyasi çıkar, ekonomik hesaplar ve başarısız bir dış politika bir kez daha
Doğu Türkistanlı soydaşlarımızı kaderlerine terk etmiştir. Tıpkı Irak’ın kuzeyinde Türkmen
soydaşlarımızın kaderlerine terk edilmeleri gibi…
Görüldüğü üzere, Doğu Türkistan’ın tarihteki önemi, Türkiye Türkleri ve Uygurların ilişkileri, Türk
dış politikasında Doğu Türkistan’ın konumu ve Çin’in bölgede yürüttüğü politikalar son derece
açıktır. Bölgenin içinde bulunduğu durumun sorumluluğu sadece Uygurların değil tüm Türklerin
üzerinedir. Ancak, bizler Ülkücü Türk gençliği olarak Turan ülküsünün bir eli olan bu toprakların
sorunlarının ne olduğunu ve nasıl çözüleceğini bilmek konusunda sıradan insanlardan çok daha
fazla yükümlülük taşımaktayız. Çünkü, bizler nerede bir Türk varsa oralı olanlarız. Konu üzerine
yazılan kitaplar, incelemeler, raporlar Ülkücü Türk gençliği tarafından taklip edilmeli ve ülkücüler
bilgilerini diğer insanlara aktarmayı da görev edinmelidir. Aynı zamanda, gelişen olayların tarihi
geçmişi de iyi kavramalıdır.
Unutulmamalıdır ki dünya üzerinde Türk’ün bulunduğu her yer biz ülkücülerin görev alanıdır.
Dipnotlar
[1] Fuller and Star, The Xinjiang Problems, s. 17
[2] China Daily 26 nisan 1999
[3] China: Human Rights Concerns in Xinjiang, s. 1
www.ulkuocaklari.org.tr 171
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[4] Unutulan Vatan Doğu Türkistan, İsa Yusuf Alptekin, Seha Neşriyat ve Ticaret AŞ, 1999, s.
90-91
[5] Boulger, Demetrius Charles, The life of Yakoob Beg; Athalik Ghazi, and Badaulet; Ameer of Kashgar, London,
Wm.H. Allen & Co., 1878
[6] A. Zeki Velîdî Togan, Umûmî Türk Târihine Giriş. Enderun Kitabevi. Istanbul. 1981, s: 381
[7] Şincang Târih Meteryalleri (25). s: 418
[8] Nankivell, China’s Muslim Seperatists: Terrorists or Terrorized?, s. 2
172 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
YETİM ATAYURT
“DOĞU TÜRKİSTAN’’
Hatay Ülkü Ocakları
GİRİŞ
Eski dünyanın bir ucundan diğer ucuna, dinamik varlığını, yüzyıllar boyunca, aksiyoner bir öze
bağlılıkla sürdürebilmiş bir milletin en eski coğrafyası ‘’ata yurdu’’ nasıl bir başka kadim medeniyet
için Xinkiang (yeni ülke) olabilir sorgulamasının somut misali Doğu Türkistan’dır. Türk idare örfü
uyarınca Türk ülkesinin siyasi olarak üstün tarafı olan ‘’Doğunun’’ nasıl Türk yurtları içinde yetim
kaldığının hikâyesidir Doğu Türkistan’ın acıklı ve ibretlik tarihi. Zira bir beden gibi olduğu ifade
edilen İslam coğrafyasının feryadı duyulmayan, acısı hissedilmeyen uzvudur Doğu Türkistan.
İrtibat sinirleri nerede ise kopuk olduğu için dindaşlarının acısını hissetmediği, güneşin battığı yere
doğru çok uzun bir yol kat eden soydaşlarının ise arkalarına baktıklarında artık onlar için bile uzak
kalan atalığını yitirmiş yetim bir yurt, eski ve daimi düşman için ise yeni ülkedir Doğu Türkistan.
Doğu Türkistan coğrafi olarak Türkistan’ın Doğusudur. Fakat artık bir Türkistan’dan
bahsedilemeyeceği için Türkistan’ın Doğusu ifadesi de havada kalmaktadır. Bir zamanlar Doğu
Türkistan olan yer, yani bir zamanlar Hun Devletinin sınırları içinde kalan, bilinen tarihin
başlangıcından beri Asya’nın cazibe merkezlerinden çoğu zaman en önemlisi olan, Asya’yı bir
bütün olarak düşünürsek askeri-ticari ve politik merkezi olan, Göktürklerin yeşerdiği kök tuttuğu
ve gövererek etrafını gölgelediği, Uygurların insanlık mirasına katkı sağladığı yer bugün bir Çin
eyaletidir. Altta yağız yer çökmedikçe, üstte mavi gök delinmedikçe ilini ve töresini kimsenin
bozamayacağı bu Çin eyaleti, mevcut kölelerinin (yani eski sahiplerinin), Halk Cumhuriyetinin
halkının bir parçasını abide hatıralarının mevcudiyeti hariç, Çinin geri kalanı için gayet mühimdir.
Zira Çin için hayati derecede önemli olan hammadde kıstas alınırsa Çin’den çıkarılabilen 148
maden türünden 118’i Doğu Türkistan’ dan çıkarılmaktadır. Jeopolitik durum kıstas alınırsa, Doğu
Türkistan’ın önemi bir başka açıdan ortaya çıkacaktır ki, o da; mevcut halde Doğu Türkistan’ın
Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Pakistan, Hindistan ve Tibet’le komşu oluşudur.
Bu coğrafi konum dikkate alındığında, Orta Asya ve Ön Asya ile Hindistan ve Hint Alt Kıtasına
açılan koridorun kapısının neresi olduğu gayet açıktır. Tarihsel süreç ve coğrafi konum birlikte
okunduğunda ise Doğu Türkistan’ın Rus-Çin münasebetleri açısından nasıl bir Jeopolitik öneme
sahip ve çok kutupluluğa evirilen dünya düzeninde Rusya-Çin ve Hindistan faktörlerinin işaret
ettiği şiddetli bir Jeostratejik sıkışmaya sahne olduğunun farkına varılabilir. Eğer önem analizinde
baskın kıstas farklılıklar zenginliktir yaklaşımı olacaksa, Doğu Türkistan’ın Çin’in kuzey batı
ucunda dini, dili, soyu, kültürü, gelenekleri, lokal motifleri, örfü ve medeniyet bağları ile Çin’in
yerleşik medeniyeti ve sabit yapısı ile bağdaşmayacak kadar ayrı, özgün ve müstakil bir yapı arz
ettiği ve bütüne eklemlenme süreci devam eden bir parça değil asimile edilmeye çalışıldığı, 1.82
milyon kilometre karelik bir kültür mirası sahası olduğu görülecektir.
YETİMLEŞME SÜRECİ
Doğu Türkistan’daki mevcut durum ve bu durumun tarihsel arka planı için kaba bir işgal hali tespiti
yapmak ancak bir tahlil zafiyeti olabilir. Çünkü Doğu Türkistan’daki hal; galibin hastalıklı bakış
açısından kaynaklanan ve fiziki kuvvetle devamlı kılınan sadistçe ve istikrarlı bir zulüm nizamının
belirli bir coğrafyada tesis edilmesidir. İşgalci gücün ele geçirdiği coğrafyanın sakinlerine, insanın
yaradılışına aykırı bir düzeni, bahsi geçen coğrafyanın imkânlarının gaspı sayesinde kullandığı
www.ulkuocaklari.org.tr 173
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gücün dayatmasıdır. Bu dayatma tarihsel süreç içerisinde çok çeşitli yöntemler, baskının sürekliliği,
asimilenin organizeliği bakımından Çin devletinin güçlenmesi ile paralel bir artış seyri göstermiştir.
Fakat bu kaba işgal halinin ve kesif dayatmaların yetimleştirmeye evrimlenmesi Çin’deki zihniyet
değişiminin bir ürünüdür.
Doğu Türkistan’ın işgalle muhatap olduğu ilk etapta (ki tarik 18. yy. ikinci yarısıdır) Çin’deki
Doğu Türkistan ilgisi işgalle somutlaşacak bir yönelişin, iç dinamiklerle harekete geçişini ifade
etmez. Elbette ki Doğu Türkistan’ın durumu ve Doğu Türkistan’la münasebetler ve etkileşimler
daima Çin’in gündeminde az veya çok yer tutmaktadır. Fakat Doğu Türkistan’ın Çin tarafından
çevreye rağmen işgal edilmesi diye bir durum yoktur. Batı Türkistan’daki Rus ilerleyişini küresel
çıkarları için tehlike addeden İngilizlerin teşviki ile Çin’in işgalci ilgisi ile Çin Doğu Türkistan’a
saldırmıştır. 2. Dünya savaşı arifesine kadar olan zaman diliminde Çin’in Doğu Türkistan’la olan
münasebetlerinin, İngilizlerin ve Rusların bölgesel politikaları ve bölgedeki nüfuzları ile daha
yoğun bir etkileşim halinde olduğu açıktır. Bu dönemde Doğu Türkistan çeşitli kereler işgale
karşı isyanlar tertip etmiş, organize ve silahlı mücadelelerde bulunmuş zaman zamanda bu
mücadelelerinde muzaffer olmuş, Çin i püskürtmüş ve ardından başıbozukluğa mahal vermeksizin
kendi şahsiyeti ile devletler kurmuştur. Örnek olarak; Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti (1934),
Doğu Türkistan Cumhuriyeti.
Çinin Doğu Türkistan’daki kaba işgal süreci tahlil edildiğinde Doğu Türkistan Türklerinin kurtuluş
ümidinin onu silahlı mücadeleye sevk edecek kadar güçlü olduğu ve Çinin Doğu Türkistan’dan
püskürtülebilecek bir güç olduğu sonucu ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda denilebilir ki Doğu
Türkistan’ın yetimleşme sürecinde, kaba işgal döneminin Doğu Türkistan Türklüğünü uzun yıllar
boyunca her anlamda yıpratması ve 2. Dünya savaşı akabinde Çin’de gerçekleşen zihniyet değişimi
de çok etkili olmuştur.
1949 sonu itibari ile nihayet eren Çin’deki Maoist devrim ve bütün Çin’de ki zihniyet değişimi Doğu
Türkistan Türklerin’i yetimleştiren esas faktördür. İki asır boyunca Çin işgalleri ile boğuşan Doğu
Türkistan Maoist idare eliyle esirken köle yapılmış, kronik bir mağduriyete bürünmüştür. İki asırlık
mücadelenin ardından bitap düşen, yıpranan Doğu Türkistan, maoist idare eliyle kendi karakterine
yabancılaşmaya mahkum edilmiştir. Maoist kadroların Çini idare ederken ilkeleştirdikleri ‘’başı
olan herkes baş kaldırabilir, öyleyse bütün başlar küçükken ezilmeli’’ perspektifinden Çinin tamamı
gibi Doğu Türkistan’da nasibini almıştır. Bu sebeple Doğu Türkistan’daki işgalin son altmış yılı
daha farklı ele alınmalı, daha önceki iki asırla bağlantısı inkar edilmeksizin ayrı bir bakış açısı ile
irdelenmelidir. Zira yetimleşme olgusu ile Doğu Türkistan’daki hal su açılardan örtüşmektedir;
1-) Sürecin yoğun psikolojik yıpranma ve travma içermesi
2-) Mağduriyet hali
3-) Sürecin geri dönüşünün olmaması, artık durumla ilgili yapılabilecek bir şeyin kalmaması,
duruma adapte olunması gerektiği yaklaşımı.
İşte Çin’deki maoist yönetimin Doğu Türkistan’da yerleştirmeye giriştiği ve büyük ölçüde de
maalesef başarıya ulaştığı zihin yapısı budur. Çin’in bu yaklaşımının kökleştirilmesinde kamu
gücünün dev bir somut zulüm ve kara propaganda aygıtı gibi kullanılmasının yanında, Doğu
Türkistan’ın badiresine bahadır olacak ve Doğu Türkistan ile benzer aidiyetlere sahip bir kuvvetin
bulunmayışı da çok etkilidir.
Doğu Türkistan’ın yetimleşme sürecine tesir eden faktörlerden biri de, yeni Çin’in eskiye oranla
bile daha kapalı bir yapı haline gelişidir. 18 ve 19.yy’da konjonktürden daha fazla etkilenebilen,
küresel aktörlerin politik ve ekonomik satrancında kendi köhneliğini yine kendi ayaklarına dolaştığı
Çin gitmiş, yerine süper güçlerin mücadelesinde komünist bloğun dev bir unsuru gelmiştir.
Adalete dahi az görüp mutlak eşitliği talep eden maoistlerin sonuç itibari ile amaçlarına
ulaşabildiklerinden bahsedilemez. Evet Çin’de herkesin payına zulümden bir miktar düşmüştür
174 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
fakat herkes adaletsizlikte ve yoksullukta eşitlenememiştir. Denilebilir ki iç savaş döneminde
“Çinli Çinli ile savaşmamalı’’ diyen Mao Çinlileri hem Çinlilerle ve başkaları ile hem de Maoist
düzene karşı hayatta kalabilmek için savaşmak mecburiyetinde kalmışlardır.
YETİMLİĞİN ANATOMİSİ
Doğu Türkistan’ın ve Doğu Türkistan Türklüğünün yetimliğini kavraya bilmek önce onu
yetimleştiren aygıtın mantığını-işleyişini ve yapısını anlamayı ve yetimliğin anotomisini ortaya
koymakla mümkündür. Zira kavrayış eserde müessiri, faciada faili, hikmette hekimi, katliamda
katili sezebilmeyi gerektirir. Komünist Çin nasıl bir yerdir ve ne biçim bir yapıya sahiptir ki
Doğu Türkistan Türkleri figan etmekten mücadele etmeye, bırakınız mücadele etmeyi; öğrenilmiş
çaresizlik kıskacı çerçevesinde durumu kabullenmeye dahi fırsat bulamamaktadırlar. Çinin Doğu
Türkistan’a ve Doğu Türkistan Türklerine reva gördüğü muameleyi çok sancılı bir entegrasyon
dönemi yada sıkıntılı bir asimilasyon süreci olarak nitelendirmek haksızlık olur. Çünkü bu ne berbat
bir dönem ya da süreçtir ki muhatabından en ufak bir olumlu yaklaşım görememekte, 250 senedir
bir dengeye varamamakta, en ufak uzlaşma sağlanamamakta, maddi ve manevi cihetlerdeki büyük
maliyetine rağmen devam ettirilmekte ve insafsızlığın hudutlarını zorlamasına rağmen evrensel
vicdanı hakkıyla harekete geçirememektedir.
Çin uygulama ve politikaları özet olarak Doğu Türkistan Türklerine demektedir ki ‘’Seni kendi
sistemim içerisinde şeklen var etmem, seni görünür kılmam karşılığında seni sen yapanı inkar
et, özünü yadırga ve kendine yabancılaş.’’ Doğu Türkistan’daki Çin zulmünün geldiği nokta artık
Doğu Türkistan Türklerinin hakları, cemiyet şuuru v.b gibi bir topluluk meselesi yada ikinci –
üçüncü kucak insan hakları sorunu değil insanlık onuru ve en temel insan haklarına sahip olabilme
kavgasıdır. Doğu Türkistan’daki Çin zulmünün ulaştığı boyut ise dev bir tiyatro sahnesi üzerinden
betimlenebilir. Maoist tepe kadrosu oyunun ana fikri, bir insan topluluğunda kendilerini yok
saymalarını birde buna uygun yaşamalarını istemek senaryo, uyum ve reform adları altında kamufle
edilmiş zulüm politikaları ve tedhiş uygulamaları başrol yani baş mağdur daha doğrusu tek mağdur
Doğu Türkistan Türkleri, yardımcı oyuncular Çin adli teşkilatı, Çin polis kuvvetleri Çin ordu gücü
Çin hapishaneleri, sahne Urumçi, sahne Hoten, sahne Kaşgar, sahne Doğu Türkistan...
Çin’in Doğu Türkistan’a ve Doğu Türkistan Türklerine yönelik politika ve pratiklerinde amaçlar
ve araçlar ayrımı yapmak gerekirse amaçlar için denilebilir ki Çin hem Doğu Türkistan’ı hem
de Uygur Türklerinin hafızalarını, kimliklerini ve aidiyetlerini kendi uygun gördüğü hafıza,
kimlik ve aidiyetlerle değiştirmekle mecburi tutmakta bu yolla fert-memleket ilişkisini bozmayı
amaçlamaktadır.
Çin Doğu Türkistan’da uygulaya geldiği iskân politikaları ile Uygur Türklerini Çin denizi içinde
eritmeye çalışmakta bu sayede Doğu Türkistan ile Doğu Türkistan Türkü arasındaki iman-vatan
bağını ve mesken-sakin ilişkisini yok etmeyi hedeflemektedir.
Çin’in Doğu Türkistan’da aidiyetleri tahrip politikasında en çok etkilenen ve hedef tahtasından hiç
indirilmeyen iki olgu İnanç ve Milliyettir. İnanç bazında Doğu Türkistan Türklerinin İslam dinine
yönelik temel eğitim kurumlarına saldırılmakta, Müslüman kimlikleri hayatın her safhasında
aşağılanmakta, Müslüman Uygur Türklerinin ibadet hayatları ve Müslüman kimliklerinin her türlü
ameli çeşitli engellemelerle karşılaşmakta, ibadet hanelerinin yani camilerin İslam cemiyetinin
hayatında hak ettiği yerde rahat bırakılması bir yana var olması dahi türlü yasaklarla baş başa
kalmaktadır.
Doğu Türkistan Türklerinin zaruret miktarında din eğitimi almalarına bile müsaade edilmemekte,
her Müslüman toplum için hayatın ruhunu temsil eden ve akışını temsil eden İslam, komünist Çin
devleti eli ile yaşamın özünden sökülmeye çalışılmaktadır. Doğu Türkistan Türklerinin Türklükleri
ise çok yönlü bir baskıya devamlı suretle maruz bırakılmaktadır. Türklük ve Türk dili Çin’de her
anlamı ile horlanmakta, devlet tarafından hayatın akışından koparılmaya çalışılmakta, sistem
içerisinde önce işlevsiz dolayısıyla faydasız nihayetinde de anlamsız kılınmaya gayret edilmektedir.
www.ulkuocaklari.org.tr 175
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk Milli Kimliğinin iki ana damarını teşkil eden dilin ve törenin değil kamu gücü tarafından kültür
mirası olduğu için korunmayı yada kendi haline bırakılmayı, nesilden nesile kendi dinamikleri ile
miras bırakılabilmesi ile bile mücadele edilmektedir. Uygur Türklerinin binlerce yıllık tecrübeler,
hatıralar ve yaşanmışlıklarla oluşturdukları gelenekleri ve bu binlerce yıldan süzülerek gelen
teamülleri devlet otoritesi tarafından zalimane usullerle tarumar edilmektedir. Doğu Türkistan
Türklerinin inanç ve milliyet merkezinden her türlü hak arama ve mağduriyetlerinin tazmini
talepleri tahrik, terör ve hukuksuzluk olarak değerlendirilmekte, her çeşit baskı reva görülmekte,
devlet imkanları ile devlet tarafından ve devlet politikası olarak geniş kitleler üzerinde yıldırma
faaliyetleri insaf ölçüleri ile ve evrensel ilkelerle hiçbir şekilde bağdaşamayacak bir tarzda tatbik
edilmektedir.
Çin devletinin Doğu Türkistan da imza attığı ve yukarıda küçük bir bölümü zikredilebilen zorbalıklara
karşı insanlık onuru ve insan hakları kavramlarını dilinden düşürmeyen batı medeniyetinin
ikiyüzlülüğü bir kez daha gözler önüne serilmektedir. Fakat Doğu Türkistan’ın kurtuluşu ve Doğu
Türkistan Türklerinin ferah ümitleri asla sönmeyecek, kurtuluşun ve ferahın Doğu Türkistan ve
Uygur Türklüğü için hayal ve imkansız olduğu kanaati asla kabullenmeyecektir. Çünkü iman en
büyük imkândır.
SONUÇ YERİNE, FELAH VE FERAH MERKEZİNDE ÖNERİLER
Öncelikle belirtilmelidir ki Doğu Türkistan’daki yetimlik hali kesinlikle işgalci Çin tarafından
dünden bugüne elde edilmiş, kolay gerçekleştirilmiş bir mevcudiyeti ifade etmemektedir. Çin’in
asırlarca yürüttüğü, zihni olgunluğunu geliştirdiği, maliyetine bütün yönleriyle katlandığı bir
faaliyetler bütününün ürünüdür. Bu bağlamda denilebilir ki Doğu Türkistan’ın kurtuluşu ve
dünyanın her yerindeki Doğu Türkistan Türklerinin ferahı çok uzun ve çetin bir yoldan geçmekte,
düşmanın azmini aşan bir azim ve onun sabrına denk bir sebatı, doğru kurgulanmış bir stratejiyi
gerektirmektedir.
Elbette ki Müslüman bir toplumun mutlak anlamda ferahı, vatanının kurtuluşundan geçer ve vatanın
özgürlüğü sağlanmaksızın toplum tam manasıyla feraha kavuşamaz. Fakat Doğu Türkistan’ın
yaşadığı badireler ve süregelen yıpratılmışlığı göz önüne alındığında Doğu Türkistan Türklerinin
acilen ve tüm imkanlar seferber edilmek suretiyle bir rehabilitasyon sürecine tabi tutulmaları
şarttır.
Doğu Türkistan Türklerinin ferahı için, Doğu Türkistan’da ki Uygurlar ile Uygur Diasporası arasında
ki birliktelik, iletişim imkanları tüm kanallar üzerinden geliştirilmeli, Uygur diasporasının dünya
genelinde ki kamuoyu yaratma çalışmaları mümkün mertebe arttırılmalı ve yasallaştırılmalıdır.
Doğu Türkistan’ın felahı için yapılacak faaliyetlerde esas destek noktası ve mücadelenin omurgası
Doğu Türkistan ile benzer kadere sahip kişiler, kurumlar, organizasyonlar ve ülkeler olacağı
unutulmamalıdır. Çünkü benzer kaderi paylaşmayanlar aynı sebeplerden kaynaklanan acıları bile
aynı şekil ve şiddette hissedemezler. Bu sebeple Doğu Türkistan Türklerinin tabii ve haklı destekçisi
ve Doğu Türkistan davasının öncelikli savunucusu Türk – İslam toplumlarıdır. Doğu Türkistan
Türkleri ile omuz omuza ve her anlamda birlikte mücadele edebilecek partnerler Müslüman Türk
topluluklarıdır, başta da Türkiye Türkleridir. Uygur Türkleri ile dünya genelinde ki Türk İslam
Toplumlarının Doğu Türkistan davasının zaferi uğruna uzun vade de sonuca yönelik olarak ortak
bir kanıya varılıp nasıl en verimli şekilde çalışabileceklerinin tespiti acilen yapılmalıdır.
Doğu Türkistan davasının başarısı namına en önemli faaliyetlerden biri de bu meselenin bütün
bir ümmetin meselesi haline getirilmesi gerekliliğidir. Zira İslam coğrafyası yer altı kaynakları ve
insan zenginliği ile küresel satrançta hiçbir oyuncunun göz ardı edemeyeceği kadar mühim bir yer
tutmaktadır.
İnsan hakları ihlalleri sicili zaten çok kabarık olan Çin uluslararası arenada yoğun bir şekilde bu
ihlaller göz önüne getirilerek edilerek rahatsız edilmelidir. Şüphesiz ki Çin dünya siyasetinde dev
176 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir faktördür, ekonomik dengelerde ise belirleyici bir unsurdur. Fakat unutulmamalıdır ki büyük
güçlerin daima büyük düşmanları vardır çünkü büyük güçlerin çıkarları mutlak suretle birbiri ile
çatışır.
Sonuç olarak denilebilir ki nasıl ki yüzyıllar önce Türklerin önemli bir kısmını Orta Asya’dan göç
etmeye ve Orta Asya’nın genelinde ki Türk hâkimiyetini zayıf kalmaya mecbur eden güç Orta
Asya’yı çevreleyen yabancı milletlerin fiziki gücü değil de jeopolitik ve jeostratejik kudretleri
ise bugün de uzun bir zaman ve çok yoğun bir çaba neticesin de Doğu Türkistan’ı kuruluşa ve
Doğu Türkistan Türklerini feraha kavuşturacak güç, Türk unsurların sahip ve/ veya etkin olduğu
jeopolitik güç ve jeostratejik dengelerdir.
Şüphesiz ki zulüm asla payidar olamayacaktır.
www.ulkuocaklari.org.tr 177
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
DOĞU TÜRKİSTAN CUMHURİYETİ
(1944–1949)
Faruk BOZBEY
Doğu Türkistan’da Yakup Bey tarafından 1865’de kurulan Kaşgar Devleti 1877 yılında Yakup
Bey’in ölümü ile birlikte yıkılmıştı. Bu tarihten itibaren Doğu Türkistan toprakları 1882 yılına
kadar Çin ordusunun işgali altında kaldı. 18 Kasım 1884’de ise Çin İmparatorluğu Doğu Türkistan
topraklarını Çin’in 19. eyaleti olarak yeni toprak anlamına gelen “Şin Cang” adını vererek merkeze
bağladı. Doğu Türkistan 1933 yılına kadar Çin’in bir eyaleti olarak varlığını sürdürdü. 1931’de
Hoca Niyaz’ın başını çektiği “Kumul Ayaklanması”, 1933’de ise Mehmet Emin Buğra’nın başını
çektiği “Hoten Ayaklanması”, Mahmut Muhiti’nin başını çektiği “Turfan Ayaklanması” gibi isyanlar
neticesinde Doğu Türkistan’da 12 Kasım 1933’de Sabit Damolla başkanlığında “Doğu Türkistan
İslam Cumhuriyeti” devleti kuruldu. Fakat Sovyetlerin yanı başında böyle bir devletin kurulmasına
tahammülü yoktu. Neticede Sovyetler Doğu Türkistan topraklarına doğrudan müdahale etmek
yerine kendisine bağlı bir şahsiyet bularak devletin başına geçirdi. Bu şahsiyet ise Şın Si’den
başkası değildir. Onun yönetimi önceleri barışçıl gözükse de Sovyet direktifleri neticesinde Doğu
Türkistan topraklarına terör hâkim oldu. Böylece devlet kurulalı daha bir yıl olmadan yıkıldı. Ömrü
bir yıl bile olmayan bu devlet Doğu Türkistan’ın geleceği için önemlidir. Çünkü bu devlet 1944
yılında kurulacak olan Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ne öncülük etmiş, ışık tutmuştur.
1933–1943 yılları arası Sovyetlerin dolaylı yoldan yani Şın Si eliyle Doğu Türkistan’da istediklerini
yaptığı dönemdir. Aslında Sovyetlerin Doğu Türkistan’daki bu derece üstün nüfuzları bu dönemde
ortaya çıkmış değildir. Ruslar, Yakup Bey hâkimiyetinden itibaren Doğu Türkistan’ı takip etmeye
başlamışlardır. Ruslar her buldukları fırsatta Doğu Türkistan topraklarına adamlarını yollayıp
Doğu Türkistan’ı sosyolojik ve kültürel açıdan incelemişlerdir. Bunun neticesinde Sovyetler elde
ettikleri bilgi birikimi vasıtasıyla Doğu Türkistan topraklarında etkin olabilmenin yolunu; bölge
halkının cahil bırakılarak gerçekleşebileceğini tespit etmişlerdir. Nitekim Yakup Bey’den sonra
Çin’in, 1933’den sonrada Sovyetlerin Doğu Türkistan’da uyguladıkları politika bu yöndedir.
Sovyetlerin ise Doğu Türkistan’da Çin’e rağmen bu denli rahat hareket edebilmelerinin sebebi;
Çin’de yaşanan Sovyet destekli komünistlerin başlattığı iç savaş ve 1930’lu yıllarda patlak veren
Çin-Japon savaşıdır. Ayrıca Sovyet zulmünden kaçan Tatar, Kırgız ve Özbek Türkleri ile birlikte
Doğu Türkistan’a sızan Sovyet ajanları da bölgede fitne ve fesadı eksik etmiyordu.
NILKI İSYANI
Nılkı, Cengiz Han’ın altıncı kuşaktan torunu Esen Boğa Han’ın oğlu Tuğluk Timur’un doğum
yeridir. Doğu Türkistan’ın kuzey ucunda bulunan Nılkı çayından ismini alan bu nahiye komünist
istilasına kadar Moğolların elindeydi. Nılkı’nın kuzeyindeki Kukavay dağlarından başlayıp
güneyde, Nılkı’nın batısından Kaş nehrine dökülen Nılkı çayının civarında yerleşik bir Türk gurubu
bulunmaktaydı. Herhangi bir boy ismiyle anılmayan bu grup hayvancılıkla uğraşmakta ve ileri bir
medeniyete sahip bulunmaktaydı. Nılkı kent merkezinde ise esas topluluk Uygur Türk’lerindendir.
Fakat Nılkı’nın mahalleleri ile birlikte en büyük nüfus başta Çinliler olmakla birlikte Moğollar ve
Kazak Türklerine aittir.
1943’de Sovyetlerin Çin tarafından Doğu Türkistan topraklarından uzaklaştırılması ile birlikte
bölge ekonomisi çöküşe geçti. Bir sonraki sene ticari emtialar önceki seneye göre en az yedi misli
arttı. Bu durum bölgedeki Çinlileri daha da zengin ederken bölge halkını oldukça fakirleştirdi.
178 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Çinlilerden borç alıp ödeyemeyen halk adeta köle durumuna düştü, topraklarını kaybetti. Böylece
Doğu Türkistan halkının isyandan başka çaresi kalmamıştı. Nılkı bölgesindeki Türkler bir araya
gelerek Çin Müslümanlarını da içlerine aldılar. Türklük ve İslam bayrağı altında isyana hazırlananlar;
Moğollara da “aynı zulmü paylaşanlar sizde gelin bizimle olun” diyerek onları da içlerine aldılar.
Artık Nılkı’da çıkacak olan isyanın tek eksiği; isyana önderlik edecek bir şahsiyetti. Tam bu
esnada lider de ortaya çıkmıştı; Kazak Türklerinden 40 yaşındaki Fatih Müslim. Fatih Nılkı’nın
zenginlerinden olup bir çiftliği vardı. Fatih’i harekete geçiren hadise ise kardeşi Sadık’ın Çinliler
tarafından tutuklanmasıdır. Fatih Müslim çiftliğinde Nılkı’nın ileri gelenlerini toplayıp isyan
için hazırlık yapmaya başlar. İlk toplantı Mayıs 1943’de yapılır. Yapılan bu ilk toplantıya şunlar
katılmıştır; Kanatbek Akalakçı, Orazkan Akalakçı, Leydin Ükünday ve Cakanbay. Toplantıda şu
kararlar alındı; kan içici Çin hükümetine karşı halkımızı inkılâp ruhu ile terbiyeleyip, yakın bir
zamanda bu hakimiyeti kökünden koparıp, yerine “Azat Doğu Türkistan Cumhuriyeti”ni kurmak
için söz veriyoruz. Aynı zamanda birbirimizin canına kast etmemeye Allah kelamı ile yemin
ediyoruz. Toplantıdan sonra Kanatbek, Fatih’in Sovyetlerden yardım aldığını öğrenince durumu
Çin hükümetine bildirir. Fatih de durumdan haberdar olup hemen Nılkı’yı terk eder. Fatih’in
Sovyetlerden destek aldığı doğrudur. Fakat O, biliyordu ki çok az kuvvetle Çin’e karşı mücadele
etmek mümkün değildi. Ayrıca iki kuvvet arasında kalmaktansa denge siyaseti izleyerek Çin’e
karşı Sovyetlerden destek almak daha akıllıcaydı.
Fatih Müslim Nılkı’dan kaçtıktan sonra 30 arkadaşı ile birlikte Sovyet topraklarına geçti. 1944
yazında Sovyetlerden askeri eğitim alan Fatih ve arkadaşları tekrar sınırı geçip Ilastay’da karargâh
kurdu. Ilastay, Nılkı’nın 20–30 kilometre kuzey batısındadır. Sovyetlerin Nılkı’da çıkacak bir
isyanı desteklemesi bölgenin Sovyet sınırına biraz uzak olması nedeniyle dikkatlerin üzerlerine
çekilme endişesini ortadan kaldırmaktır. Ayrıca dağlık bir bölge olan Nılkı’da Çin askeri kuvvetleri
yok denecek kadar azdı. Fatih’in bir yıl aradan sonra tekrar Nılkı yakınlarında görülmesi Urumçi
Çin hükümetinde telaşa neden olmuştur. Hükümet devamlı halkı Fatih’e karşı uyarmaya başladı.
Fakat Fatih zaman geçirmeden gerilla savaşına başladı. Nılkı yakınlarındaki Çin karakollarını
bastı. Bunun üzerine hükümet Fatih’in üzerine bir birlik gönderdiyse de başarılı olamadılar ve
Fatih gelen kuvveti püskürtmeyi başardı. Artık Fatih Müslim tüm hazırlıklarını tamamlayıp Nılkı
üzerine yürüdü. Ekim 1944’de Fatih Nılkı’yı ele geçirdi. Halk Fatih’i bir kahraman gibi sokaklarda
karşıladı. O gün Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin ilk adımı atılmış oldu.
Fatih Nılkı’yı ele geçirdikten sonra şehre dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı, şehrin etrafındaki
stratejik noktalara birlikler yolladı. Bu noktalar; Gulca-Nılkı arasındaki Mezar köyü, Basilgen
deresi ve Töte geçidiydi. Fakat Çin birlikleri Karatöbe’den Töte geçidini kullanarak Nılkı’ya
hücum ettiler. Fatih gelen Çin kuvvetine karşı koyamayacağını anlayınca 27 günlük işgali bitirmek
zorunda kaldı ve Nılkı’dan tekrar uzaklaştı. Fatih eski karargahına geri döndü. Fatih her ne kadar
geri çekilmiş olsa da halk nazarında; O Nılkı’yı ele geçiren kahraman bir komutandı. Fatih artık
gözünü Gulca’ya dikmişti. Fakat orayı ele geçirebilecek kuvvete sahip değildi. Kader bu engeli de
aşması için Fatih’in önüne bir fırsat sundu. Daha önce Gulca’dan kaçıp Sovyetlere sığınan ve iyi
askeri eğitim almış 200 kişi şehirde isyan çıkarttı. Bu tarihi fırsatı değerlendiren Fatih şehre girdi
ve fazla mücadele etmeden şehri teslim aldı.
DEVLETİN KURULUŞU
Gulca’da yaşanan isyanın önderliğini yapan Alihan Töre ve beraberindekiler Fatih’in de yardımları
ile başarıya ulaşmıştı. Böylece 11 Kasım 1944’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulmuş oldu.
Alihan Töre devlet başkanı oldu ve 1 Ocak 1945’de devlet programı açıklandı. Devlet Programının
ana hatları şöyledir; Doğu Türkistan toprakları Çin işgalinden kurtarılacak ve Doğu Türkistan
halkının her türlü hakkı korunacaktır. İli yöresindeki diğer nahiyelerde kurtarıldıktan sonra, oralardan
da gelen vekillerle birlikte yeni bir hükümet kuruldu. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin bayrağı da
“Ay yıldızlı yeşil bayrak” olarak kabul edildi. 1945 Mayısında Doğu Türkistan Cumhuriyeti Milli
Ordusu kuruldu. Bu ordu 10.000 kişi civarında olup başında General İshakbek bulunuyordu. Milli
ordu Mayıs sonunda harekat kararı aldı. Haziran başında Dörbülcün ve Çöçek şehirleri ele geçirildi.
Türk kuvvetleri Eylül’de Burçin şehrini ele geçirdi. Altay-Sarısümbe bölgesi ise kendiliğinden
www.ulkuocaklari.org.tr 179
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
teslim oldu. Dahiyangzı ele geçirildiğinde milli ordunun sayısı 30.000’e ulaşmıştı. Çünkü her ele
geçirilen şehirle birlikte milli orduya oldukça fazla gönüllü katılım oluyordu. Bu büyük kuvvet
artık gözünü Alihan Töre’nin de emriyle Urumçi’ye dikmişti. Umrumçi’ye doğru harekete geçen
ordu Şihu şehrini ele geçirdi ve Manas Nehri kıyısına kadar geldi. Artık Urumçi’nin ele geçirilmesi
içten bile değildi.
Doğu Türkistan’da tüm bunlar yaşanırken dışarıda farklı gelişmeler yaşanıyordu. Doğu Türkistan
Cumhuriyeti’nin bu denli hızlı büyümesi başta Çin olmak üzere Sovyetler ve diğer ülkeleri
oldukça tedirgin etmişti. Alihan Töre biliyordu ki başta kendilerine yardım eden Sovyetlerin,
Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin fazla büyüyüp kontrolden çıkmasını istemeyeceklerdi. Alihan
Töre bu nedenle Hindistan ile bağlantıya geçmeye çalıştı. Sovyetlerde Doğu Türkistan’ın bu denli
hızlı büyümesinin önüne geçmek için Çin ile bir anlaşma yaptı. Buna göre; Çin Moğolistan’ın
bağımsızlığını tanıyacak, Sovyetler ise Doğu Türkistan’a karışmayacaktı. Bu anlaşmadan sonra
Sovyetler, Alihan Töre’yi kaçırıp Sovyet topraklarına götürdüler. Bu hadiseden sonra Alihan
Töre’den bir daha haber alınamadı.
Alihan Töre’nin kaçırılmasından sonra yerine Ahmet Kasimi geçti. Çin devleti Doğu Türkistan
Cumhuriyeti ile anlaşma kararı aldı. Neticede 8 ay süren pazarlıklar sonucu Haziran 1946’da
Urumçi Uygur-Çin ortak hükümeti kuruldu. Buna göre Çin, Doğu Türkistan halkına; ticaret, din,
basın ve hukuk özgürlüğü tanıyacaktı. Kurulan hükümetin resmi dili Çince ve Türkçe olacaktı. İlk
ve orta dereceli okullarda Türkçe okutulacaktı. Kurulan hükümetin 25 üyesi olacak ve bu üyelerin
10’u Çinli, 5’ide Türk olacaktı. Aslında bu anlaşma Çin’in hazırladığı bir tuzaktı. Çin, Doğu
Türkistan Cumhuriyeti’nin bu hızlı ilerleyişinin önünü kesmek ve oyalamak için bu anlaşmayı
yapmıştı. Anlaşmanın uygulanmayacağı “25 Mart Olayı” ile ortaya çıktı. Urumçi birleşik hükümet
binasının önüne toplanan 10.000 civarında Çinli “İli bölgesinde ölen kardeşlerinin intikamlarını
alacaklarına dair yeminler ediyorlardı”. Onların asıl hedefi Ahmet Kasimi’ydi fakat O, olaydan
önce binadan ayrılmıştı. Ahmet Kasimi yaşanan bu olaydan sonra Gulca’ya gitti. Ahmet Kasimi’nin
bu hareketinden sonra Çinliler birleşik hükümetin başına Mesut Bey’i getirdi ve genel sekreterliğe
de İsa bey’i getirdi. Mesut Bey bir Türk milliyetçisi olup, İli bölgesinde ki Türkiye Türkleri ile bir
araya geldikten sonra Pantürkizm fikrini benimsemiştir. O, bu fikri yayabilmek için okullar kurmuş
ve bu okullarda Türkiye’den getirilen kitapları okutmuştur. Çinlilerin böyle bir şahsiyeti başa
getirmesinin sebebi Doğu Türkistan’da milliyetçi Türkleri ön plana çıkararak bölgedeki Sovyet
etkisini kırmaktır. Fakat Çin’de 1949 yılında komünistlerin yönetimi ele geçirmesi ile birlikte yeni
hükümet Urumçi’nin başına Burhan Şehidi’yi geçirdi. Koyu bir komünist olan Burhan Şehidi’de
26 Eylül 1949’da Çin’e teslim olduğunu açıkladı. Böylece kurulalı daha 5 yıl olmayan Doğu
Türksitan Cumhuriyeti tarihe karışmış oldu.
Sovyetlerin Doğu Türkistan topraklarında bir Türk devleti kurdurup daha sonra da yıkılmasına
yardımcı olmasının sebebine gelince… 1943’de Sovyetlerin, Doğu Türkistan topraklarından
Milliyetçi Çin tarafından uzaklaştırılırken Çin’e; geri geleceklerini ve intikam alacaklarını
söylemişlerdi. Sovyetler Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurdurmakla milliyetçi Çin’den
intikamını almış ve komünist Çinlilerin nüfuzunu artırmak için bu devlet vasıtasıyla Çin’i tehdit
etmiştir. Böylece “komünistlik beynelmilel vazifesini(!)” yerine getirmiş oluyordu. İşini sağlama
alan Sovyetler Milliyetçi Çin’in mağlup olması durumunda diğer güçlü devletlerin –İngilizler ve
Almanlar- Sovyetler ve Kızıl Çin arasında bir tampon bölge oluşturmasını engellemek için; Doğu
Türkistan Cumhuriyeti’nin kendileri tarafından kurulduğunu ilan etmiştir. Nitekim Milliyetçi
Çin’in yıkılmasından sonra Sovyetler Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin Kızıl Çin’e bağlanmasına
yardımcı olmuştur.
Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını elde ettiği bu beş yıl zarfında bölge hızla geliştirildi. Çok sayıda
okul açıldı. İlim ve teknikte ilerlemeler kaydedildi. Bölgede siyasi birliğin sağlanması ile birlikte
bölge halkının sosyal ve ekonomik durumu iyileştirildi. Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nin hâkim
olduğu bölgeler; Çin’in yönetiminde olan bölgelere nazaran daha emin ve istikrarlı duruma geldi.
Bölge halkından alınan vergi yarı yarıya azaltıldı. Bölgedeki tarım faaliyetleri de çok büyük bir
gelişme gösterdi. Tarım yapılan alan neredeyse iki katına çıktı. Bölgede enflasyon durdu, tüketim
180 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
malları ucuzladı ve ticaret gelişti. Doğu Türkistan Cumhuriyeti bütçesinin 1/3’ü eğitim ve iktisadi
faaliyetlere ayrıldı. Bölge adil yönetimden dolayı feraha kavuştu. Türk’ün varlığının nişanı olan
bağımsızlığın Doğu Türkistan’da tekrar elde edilmesi; Doğu Türkistan Türklerinin milli birlik
ve beraberlik arzusunun yükselmesine neden olmuştur. Böylece Doğu Türkistan Cumhuriyeti
Devleti’nin yıkılmış olması her şeyin sonu değil, büyük bir bağımsızlık mücadelesinin başlangıcı
olmuştur.
www.ulkuocaklari.org.tr 181
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
UYGURLARIN
HÜRRİYET MÜCADELESİ
Kürşat HÜRMÜZLÜ
Tarih incelendiği zaman sayısız devletin kurulup yıkılmış olduğu ve bu devletlerin kimisinin iyi
kimisinin kötü anıldığı görülür. Beş bin yıldan fazla bir geçmişe sahip olan Türk tarihine bakıldığında
kurulmuş olan hiç bir devletin hâkim olduğu topraklarda yönettiği milletlere zulüm ve işkence
yapmadığı aksine onlara refah, mutluluk sağladığı yaşadıkları dinlerini, konuştukları dillerini ve
bunun gibi daha bir çok konuda kendilerine özgürce yaşama hakkı sağladıkları görülür. Yakın
tarihimize bakıldığında Osmanlı Devleti’nin fethettiği topraklarda tıpkı diğer Türk Devletleri gibi
tebaasına aynı hoşgörüyü göstermiş olduğu bilinmektedir. Eğer atalarımız yönettikleri halklara
Türkçe konuşma zorunluluğu veya müslüman olma zorunluluğu getirmiş olsalardı bugünkü genel
dünya konjonktürü çok farklı yerde olmuş olurdu. Görülüyor ki bu kadar hoşgörüye rağmen milleti sadıka olarak nitelendirilen Ermeni milleti Osmanlı’yı sırtından vuran ilk millet olmuştur. O
hoşgörünün üzerine yapılan ihanet görülmüşken bugün acımasız Çin zulmünün Doğu Türkistan’da
yaşayan Uygurları karabasan gibi boğması yadırganmamalıdır.
Yüz yıllar boyunca Türk devletleri ata topraklarında yaşadıkları süre boyunca Çinlilerle
mücadele etmişlerdir. Türkler’in güçlü olduğu zamanlarda barış yoluna gitmişler, zayıfladıklarını
hissettikleri anda ise yapılmış olan sulhu bozmuşlardır. Sulh zamanlarında bile çeşitli hainlikler
planlayıp Türkleri sırtlarından vurmaya çalışmışlardır. Atalarımızın iyi niyetinden faydalanıp
koca devletlerin yıkılmasında başrol oynamışlardır. Yine aynı Çinliler bugün orada bağımsızlık
mücadelesi Uygur Türklerine kan kusturup hayat hakkı tanımamaktadırlar. Tıpkı İran Devletinin
Güney Azebaycanlı kardeşlerimize yaptıkları gibi, tıpkı şu anda yönetimde olan Kürtlerin K.Irak’ta
Türkmen kardeşlerimize yaptıkları gibi tıpkı Balkanlarda yaşayan kadeşlerimizin yaşadıkları zulüm
ve işkenceler gibi Doğu Türkistan’da yaşayan kardeşlerimiz de aynı zorlukları yaşıyor ve istiklal
mücadelesi vermeye çalışıyorlar.
Uygur adı Türkçe kaynaklarda, Orhon yazıtlarında ilk defa 716 yılındaki olaylar sırasında, Uygur
İlteberi’nin ismi vasıtasıyla söylenmiştir. Çin kaynaklarında Uygur adının Hui-hu, Hui-he, Weihu, Wei-wu gibi çeşitli şekillerde yazıldığı görülür. Bütün bu değişik yazılışlar Uygur adını
ifade etmektedir. Uygur adının anlamı ve etimolojisi hakkında çeşitli görüşler vardır. Uygur’un
manasının “şahin gibi hızla hücum eden, orman halkı”, “çukur” anlamlarında olduğu söylenmiştir.
Kâşgarlı Mahmut’un yazmış olduğu Divan-ı Lugatit Türk’te ise , “kendi kendine yeter” manasında
kullanıldığı belirtilmektedir. Kelimenin genellikle Uy+gur şeklinde geliştiği, “akraba, müttefik”
anlamında olduğu, On Uygur adının da “On Müttefik” anlamına geldiği yolunda açıklamalarda
bulunulmuştur. Çin kaynakları, Uygurların Kök Türkler gibi Hunların neslinden olduğu yolundaki
haberlerde hemfikirdirler ve Kök Türkler gibi onların da kurttan türediklerini söylerler. Fakat bunun
yanı sıra Uygurların ağaçtan türediklerine dair efsaneler de vardır[10]. Uygurlara ait en eski kayıtların
M.Ö. 176 ve 43 yıllarında Issık-Köl civarlarındaki kalıntılarda bulunduğu söylenmektedir.
Karabalgasun yazıtının Çince yüzünde Uygurların dokuz aileden meydana gelmiş oldukları
anlatılır, fakat bu “dokuz aile”nin adı tek tek sayılmamıştır. Uygurları meydana getiren dokuz
aileyi şu şekilde sayılabilir: 1) Yüe-lo-ko (Yaglakar), 2) Hu-to-ko (Uturkar), 3) To-lo-wu/Hou
(Kürebir), 4) Mo-Ko-si-k’i (Bakasıkır), 5) A-vu-ti (Ebirçeg), 6) Ko-sa (Kasar), 7) Hu-Wu-su, 8)
Yüe-wu-ku (Yagmurkar), 9) Hi-Ye-Vu (Aymur/Eymür). Bunların liderliği ise Yaglakar ailesinin
elinde bulunuyordu.
182 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Doğu Türkistan’ın, tarihte birçok Türk Devlet’ine ev sahipliği yapmış olduğu bugün herkes
tarafından bilinmektedir. Tarihi kaynaklarda, Teoman Yabgu tarafından M.Ö. 220 yılında kurulduğu
kaydedilen Büyük Hun İmparatorluğu’nun asırlarca hâkimiyeti altında bulunan Doğu Türkistan;
bu imparatorluğun M.S.430 yıllarında yıkılmasından sonra, başka bir Türk Devleti’nin hâkimiyeti
altına girmiştir. Bu devlet ise Türk adını isminde ilk defa kullanan Göktürk Devleti’dir. M.S.552
yılından itibaren varlığını hissettirmeye başlayan Göktürk Devleti, bütün Türkistan hükümdarlarını
boyunduruğu altına alarak, büyük bir imparatorluk vücuda getirmiştir. 660 yılında bir ara Çin
istilasına uğrayan Doğu Türkistan, Kapağan Han zamanında 669 Çinlilerden geri alınmıştır.
Göktürk İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla, hâkimiyet yeni Türk devletinin eline geçmiştir. Türkeş
Devleti, Karluk Devleti ve Uygur Devleti gibi devletlerin idarelerinden sonra, Türk tarihinin en
büyük devletlerinden olan Karahanlılar Devleti, Doğu Türkistan’a adeta yepyeni bir kapı açarak
onları bambaşka bir âleme götürmüştür. Bu devreye kadar Türk toplumlarında, tek tük İslam olma
olayları görülmekteyse de, Karahanlılar devrinde İslam Dini Türk milletinin vazgeçilmez hayat
kaynağı olmuştur. Öteden beri hiç bir yabancı din kendilerine yakıştırmayan Türkler, Karahanlı
Devleti’nin devlet politikası içerisinde kısa zamanda İslam Dini ile şereflenmişlerdir.
Karahanlılar’dan sonra, Karahıtaylılar ve Moğollar hakimiyetini de yaşayan Doğu Türkistan, 1760
yılında Çin-Mançur istilasına maruz kalmıştır. Mançurların ülkeye girişleriyle korkunç bir işkence
ve zulüm devri başlamış, boyunduruk altında olmayı kabul edemeyen ve gururlarına yediremeyen
atalarımız Türkler, zaman zaman Mançur yönetimine karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanmalar
içerisinde 1863 yılında, bütün ülke çapında başlatılan kurtuluş hareketi kısa zamanda gelişmiş ve
Yakup Han Bay Devleti’nin gayretiyle Çinliler ülkeden çıkartılarak milli bir devlet kurulmuştur.
Yakup Bey’in bu hareketi İngilizlerin dikkatini bu bölgeye vermelerini sağlamıştır. Yakup Bey bir
yandan İngilizlerle dostça münasebetler kurmaya çalışırken, diğer yandan da Osmanlı Devletine
oğlu Seyid Yakup Han Töre (Hoca Töre)’yi yollayarak Osmanlı padişahı aynı zamanda İslam
Dünyasının halifesi Sultan Abdülaziz’den yardım talep eder. Hoca Töre, Türkistan’daki gelişmeleri
sultana ve ileri gelenlere ilettikten sonra sultanın yüksek himayesine girmek istediklerini belirterek
Doğu Türkistan’daki halkın da Osmanlı tebaası olmak istediğini anlatır. Sultan bu isteğe kayıtsız
kalmayarak bir gemi ile silâh ve asker yardımı yollamıştır. Bu andan itibaren Yakup Bey, sultanın
verdiği emirlik unvanını alarak hâkimiyeti altındaki topraklarda hutbeyi Abdülaziz Han adına
okutmuş ve sikkeleri onun adına bastırmıştır.
Emir Yakup Bey elini daha da kuvvetlendirmek için Petersburg’a elçi yollayarak Rusya ile de
dostça ilişkiler kurmaya çalışmıştır. Ne yazık ki Yakup Bey 1877 yılının Mayıs ayında vefat
etmiş ederek Doğu Türkistan halkını yasa boğmuştur. Yakup Beyin vefatını fırsat bilen Çinliler hiç
vakit geçirmeden yaptıkları taarruzla 16 Mayıs 1878’de Doğu Türkistan’ın tamamını işgal ve istilâ
etmişlerdir. Bir süre Zo Zungtang komutasındaki ordu tarafından idare edilen Doğu Türkistan, 18
Kasım 1884’te Çin imparatorunun emriyle 19. eyalet olarak Şin-cang (Xin jiang “Yeni Toprak”)
adıyla doğrudan imparatorluğa bağlanmıştır.
Doğu Türkistan üzerindeki Mançu sülâlesinin hâkimiyet ve idaresi 1911 yılına kadar devam ancak,
Çin’de cumhuriyet rejimi kurularak Mançu sülâlesi yıkar ve bu rejim de bölgeyi sadece kâğıt
üzerinde elinde tutar. Bu boşluktan istifade eden mahallî idareciler merkezin zayıflığını da fırsat
bilerek tamamen bağımsız hareket etmeye başlamışlardır. Bu zaman zarfında Doğu Türkistan
idarecilerinin Çinli olduğu hatırlanmalıdır.Tarih 1930’lu yılları gösterdiğinde, yerli idarecilerin
halk üzerindeki baskıları artmış ve halkı bezdirmişti.
Bunun bir sonucu olarak yer yer ayaklanmalar patlak vermeye başlar. Bunlardan en önemlileri
şunlardır:
Hoca Niyaz Hacı liderliğinde, Nisan 1931’de Kumul ayaklanması,
Mahmut Muhiti liderliğinde, Ocak 1933’te Turfan ayaklanması
Mehmet Emin Buğra liderliğinde, Şubat 1933 Hoten ayaklanması
www.ulkuocaklari.org.tr 183
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bunların yanında, yine 1933 yılı içinde Tarım havzasında Timur ve Osman isimli kişilerin
liderliğinde, Altay’da Şerif Han Töre liderliğinde ayaklanmalar patlak verdi. Bütün bu ayaklanmalar
sonuç verdi ve aynı sene Ürümçi şehri haricinde bütün Doğu Türkistan Çinlilerden temizlendi.
İhtilâllerin ilk başladığı yer olan Kumul’daki ayaklanmaya Döngenlerden Ma Jung Ying, Mayıs
1931’de emrindeki yüz gönüllü ile katıldı; ancak yaralanınca Temmuz’da Kansu’ya döndü. Kumul’a
Eylül 1931’de Ruslar yardım teklif etti ise de Kumul ihtilâlcileri reddetti. Bunun üzerine Rusya
Doğu Türkistan’ın valisi Jing Şu Ren’le Ekim ayında gizli bir antlaşma yaparak vali kuvvetlerine
silâh yardımına başladı. Buna rağmen bölgeye hâkim olamayan Jing Şu Ren, Nisan 1933’te Rusya
üzerinden Çin’e kaçınca başkumandan Şing Şi Sey kendini askerî vali ilân ederek idareyi ele aldı.
1933’te Ma Jung Ying binden fazla gönüllüyle tekrar gelerek 16 Haziranda Hoca Niyaz Hacıyla
görüştü. Ma Jung Ying’in bütün askerî işleri tek başına ele almak istemesine Hoca Niyaz karşı çıktı.
Bunun üzerine Ma ihtilâlcilere saldırarak ellerindeki silâh ve mühimmatı aldı. Hoca Niyaz’ın zor
duruma düştüğünü gören Rusya, Hoca Niyaz’a Şin ile anlaşmasını teklif etti. Teklifi değerlendiren
Hoca Niyaz, 9 Temmuz 1933’te Şin ile anlaştı. Antlaşmaya göre Tanrı dağlarının güneyi Hoca
Niyaz’ın, kuzeyi de Şin’in idaresinde olacaktı. Antlaşma Ürümçi’de imzalandı.
Bu şekilde 12 Kasım 1933’te, Kâşgar’da “Şarkî Türkistan İslâm Cumhuriyeti” ilân edildi ve
aşağıdaki hükûmet kuruldu:
Cumhurbaşkanı
Hoca Niyaz Hacı
Başbakan
Sabit Damollah Abdülbaki
Erkan-ı Harbiye Reisi
General Mahmut Muhiti
İçişleri Bakanı
Seyitzade Yunus Bek
Dışişleri Bakanı
Kasım Can
Eğitim Bakanı
Abdulkerimhan Mahdum
Evkaf Bakanı
Şemsettin Turdi
Adalet Bakanı
Zarif Kari
Ziraat ve Ticaret Bakanı
Abdul Hüseyin
Maliye Bakanı
Ali Ahun
Harbiye Bakanı
Oraz Bek
Sağlık Bakanı
Abdullah Hani
Ocak 1934’te Çöçek ve Altay sınırından giren Kızıl Ordu, Ürümçi civarında Ma Jung Ying’i
bozguna uğratarak Kâşgar’a doğru ilerlemeye başladı. Bu arada Ürümçi’den Kâşgar’a gelen
başkonsolos Afserof, Hoca Niyaz ile görüşerek hükûmetin lâğvedilmesi ve kendisinin Ürümçi’de
Şing Şi Sey ile birlikte ortak idare kurmasını teklif etti. Bunu kabul etmek zorunda kalan Hoca
Niyaz, Afserof ile birlikte Kâşgar’dan ayrıldı. Ürümçi’de genel vali yardımcısı oldu ve böylece
hükûmet sona erdi.
Eylül 1938’de Şing Şi Sey, Stalin’in mümtaz misafiri olarak Moskova’ya gitti ve Sovyetler
Birliği Komünist Partisi’ne üye oldu. Nisan 1937’de çıkan ihtilâlin bastırılmasının ardından Hoca
Niyaz tutuklandı; sonra da Şerif Han Töre ve diğer mücahitler gibi işkence ile öldürüldü. Aynı yıl
Barköl’de dört ayaklanma ile Şubat 1940’ta ve Haziran 1941’de Altay’da çıkan ayaklanmalar kanlı
bir şekilde bastırıldı.
Şing Şi Sey bir yandan Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurarken diğer yandan Çin ile gizlice
184 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
anlaşmıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında fırsatını bulan Şing Şi Sey Çin’e bağlılığını ilân etti.
Bunun üzerine önceden sınıra yığınak yapmış bulunan Çin ordusu ülkeye girdi, Kızıl Ordu Doğu
Türkistan’ı terk etti. Bu, Milliyetçi Çin’in Doğu Türkistan’a soktuğu ilk kuvvetti. Halk Çin işgaline
karşı yer yer direnişe geçti. Bunlardan bir kısmını Rusya desteklemekteydi.
Eylül 1944’te İli’de çıkan ayaklanma sonuç verdi ve İli, Altay, Tarbagatay vilâyetleri kurtarılarak
12 Kasım 1944’te “Şarkî Türkistan Cumhuriyeti” ilân edildi:
Cumhurbaşkanı
Ali Han Töre
Cumhurbaşkanı Vekili
Hekim Hoca Beg
Genel Sekreter
Abdürrauf Beg
Maliye Bakanı
Enver Musabay
Eğitim Bakanı
Seyfettin Azizi
Sağlık Bakanı
Muhittin Kanat
Adalet Bakanı
Mehmet Can Mahdum
İli’de hükûmet kurulduktan sonra Ruslar isyancılara yardım olarak silâh, askerî ve sivil müşavirler
yolladı. Bu müşavirler vasıtasıyla Rusya, Çin’le antlaşma yapılmasını telkin etti. Bunun üzerine
Çin’le görüşmeler başladı. Çin görüşmelerde aracı olmaları için literatürde “Üç Efendi” olarak
bilinen İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabrı’yi Doğu Türkistan’a davet etti.
Ülkeye gelen Üç Efendi çoğunlukla gençlerin dinleyici olarak katıldığı bir konferans düzenleyerek
tam bağımsızlığa ulaşmak için önce Çin’e bağlı bir millî muhtariyet kurulmasının ve bu şekilde
kültürün, mefkûrenin ve iktisadî hayatın yükseltilmesinin en uygun yol olduğunu, bir süre sonra
Doğu Türkistan’ın Rus boyunduruğuna girme tehlikesinden de uzak olarak bağımsız olabileceğini
anlattılar. Görüşmelerin sonunda anlaşma sağlandı. Ancak antlaşmaya taraftar olmayan Ali Han
Töre ile birkaç reis Rusya’ya kaçırıldı.
Antlaşma neticesi Ürümçi’de 15’i yerli, 10’u da Çinli olmak üzere 25 kişilik ortak bir hükûmet
kuruldu. Buna göre Çinli general Zhang Zhi Zhong Genel Vali, Kremlin yanlısı olan Ahmetcan
Kasım ile Burhan Şehidî de vali muavinleri olmuşlardı. Aynı hükûmete Mehmet Emin Buğra
Bayındırlık Bakanı, Canım Han Maliye Bakanı, İsa Yusuf sandalyesiz üye olarak girmiş, Mesut
Sabri de Eyalet Genel Müfettişi olmuştu. İhtilâl kuvvetlerinin altında olan ve Ruslarca desteklenen
İli, Altay, Tarbagatay vilâyetlerine Çin eli uzanmıyor, güneydeki Çinlileştirme politikası ise halkın
kuzeydeki gibi Rusya’ya meyline sebep oluyordu. Bunun üzerine Çin, Mesut Sabri’yi genel
valiliğe, İsa Yusuf’u da hükûmet genel sekreterliğine atamak yoluyla idareyi milliyetçilere bıraktı.
Hükûmetin Rus yanlısı üyeleri bu yeni durum karşısında İli bölgesine çağrıldılar ve hükûmetten
çekildiler.
“Milliyetçi hükûmet” ilk iş olarak Türkleşme prensibiyle eğitime el attı. Bu hareket Çin’i ve
Rusya’yı telâşlandırdı. 1948’de Doğu Türkistan’da bulunan Çin silâhlı kuvvetleri başkumandanı
bir beyanname yayınlayarak yerli milliyetçilerin Rus taraftarlarından daha tehlikeli olduğunu
ifade etti. Aynı sıralarda Çin’de Mao’nun meşhur yürüyüşü gerçekleşmekteydi. Bunun bir neticesi
olarak Çin hükûmeti, S.S.C.B.’ne hoş görünmek amacıyla, 1 Ocak 1949’da Mesut Sabri ve İsa
Yusuf’u işten el çektirdi. Yerlerine Kremlin yanlısı komünist Burhan Şehidî getirildi. Bu arada
Çinli komünistler yavaş yavaş Çin’e hâkim olmuş ve Doğu Türkistan sınırına dayanmıştı. Eylül
1949’da Doğu Türkistan’daki milliyetçi Çin birliklerinin başkumandanı, Çin komünist hükûmetine
bağlılık ilân etti. Böylece komünist ordu hiçbir askerî kuvvetle karşılaşmadan ülkeye girdi. İsa
Yusuf, Mehmet Emin Buğra ve binlerce Uygur ve Kazak Türkü Hindistan ve Pakistan’a iltica etti.
Mesut Sabri şehit edildi. Böylece Doğu Türkistan’daki karanlık günler başladı. On binlerce aydın
öldürüldü ve hapislere atıldı.
www.ulkuocaklari.org.tr 185
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Doğu Türkistan’da yaşanan zulüm ve işkenceler daha doğru bir tabir ile yapılan soykırım o
tarihten günümüze kadar devam etmektedir. Ata topraklarımızda yaşanan bu insanlık dışı olayların
durdurulması ve son verilmesi için Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Dışişleri nezdinde hemen
harekete geçmeli ve Çin hükümetini bu konuda bir an önce uyarmalıdır. Doğu Türkistan’ın gerek
yer altı gerekse yer üstü zenginlikleri bol miktarda petrolün, uranyumun ve bunun daha bir çok
değerli madenin bulunması Çinliler için ata topraklarından vazgeçememenin en önemli sebepleri
olarak gösterilebilir. Tıpkı K.Irak’ta olduğu gibi Kürtlerin ve A.B.D’nin o topraklardan vazgeçmek
istememesi gibi. Genele bakıldığında isimler ve yerler değişse de yaşanan sorunların ve oynanan
oyunların hep aynı olduğu görülüyor. Ne zaman ki başımızı gömdüğümüz topraktan çıkartırız,
ancak o zaman dünyanın çeşitli yerlerinde bizden yardım bekleyen kardeşlerimizin imdadına
koşabiliriz.
186 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
YAKUP BEY HÂKİMİYETİ DEVRİNDE
DOĞU TÜRKİSTAN
(1865–1877)
Ahmet Faruk BOZBEY
Yakup Bey Hâkimiyetinin Kuruluşundan Önce Doğu Türkistan’ın Durumu
Timurilerden sonra Türkistan’da büyük bir siyasi otorite kurulamamıştır. 16. yüzyılın başında
Buhara ve Hive hanlıkları, 18. yüzyılın başında kurulan Hokand Hanlığı Maveraünnehir’in etrafında
kısmen siyasi otoriteyi sağlamışlardır. Kazakların kurdukları küçük hanlıklar 18. ve 19. yüzyıllarda
İdusu bölgesinde Ruslara bağlı hanlıklar olarak ortaya çıkmaktadır. Doğu Türkistan’da ise siyasi
otorite olmaksızın Çin’e tabi şehir devletleri görülmektedir. Doğu Türkistan Çin’e doğrudan veya
dolaylı olarak Çin’e bağlı kalmıştır.
1757 yılında Çin ordularının Doğu Türkistan’a hücum ettiği sırada, Doğu Türkistan’ın idaresi
“Hocalar” elindeydi. Çin İmparatorluğu 17. yüzyılda Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra
bölgeyi doğrudan İmparatorluğa bağlamak yerine halk üzerinde büyük nüfuzu olan Hocaları
şehirlere vali tayin ederek, dolaylı yoldan Doğu Türkistan’da hâkimiyetini kurmaya çalışmıştır.
Çin İmparatorluğunun Doğu Türkistan’da Hâkimiyet kurma çabaları yani 1757’de Çin ordusunun
Doğu Türkistan’a girmesi ve Yakup Bey’in otoriteyi ele aldığı 1865’e kadarki 110 yıllık süre zarfı
birinci Çin istilası dönemi olarak adlandırılmaktadır.
Yakup Bey Hâkimiyeti’nin Sağlanması (Kaşgar Devletinin Kurulması ve Gelişmesi)
İsmi Kaşgar Devleti ile birlikte anılan Muhammed Yakup Kuşbeyi Hokant Hanlığına bağlı Taşkent’in
Pişkent kasabasında 1820 yılında doğmuştur. Yakup Bey çeşitli beyler ve devlet görevlilerinin
hizmetinde bulunduktan sonra eniştesi Taşkent valisi Nur Muhammed vasıtası ile Hokand askeri
kuvvetlerine girmiş, kısa zamanda yükselerek Hokant Hanı Hudayar’a yaver olmuştur. Daha sonra
yüzbaşı ve 1847 yılında binbaşı rütbesini almıştır. Aynı yıl evlenmiş ve üç oğlu dünyaya gelmiştir.
Nur Muhammed, Yakup Bey’i Çenaz’a savcı tayin etmiş ve buradan da Evliya Ata’ya atanmıştır.
Yakup Bey Akmescid’te bulunduğu süre zarfında pek çok servet sahibi olmuştur. Yakup Bey Ak
Mescit hâkimi iken Hokand’a bağlı kazak ve Kırgızlar zekâtlarını vermeyip hükümet görevlilerini
kovunca 1852’de Kazak ve Kırgızlar üzerine yürür 110 kadar köyü talan edip mallarına el koyar.
Bununla yetinmeyen Yakup Bey Hokant sınırları dışına çıkıp Ruslara bağlı Kazak ve Kırgızlarında
mallarını yağmalar. Bu durumu haber alan Hudayar Han Taşkent hâkimi Nur Muhammed Bey’e
Yakup Bey’in yaptıklarını bildirerek cezalandırılmasını emretmiştir. Yakup Bey bu durum üzerine
pek çok hediye ile Hokand’a gelerek Hudayar Han’ı ziyaret etmiştir. Bunun üzerine Hudayar Han
Yakup Bey’i Akmescid’den alarak Nur Muhammed’in hizmetine vermiştir. 1853’de Akmescid’i
Ruslara karşı müdafaada gösterdiği askeri başarı ile bu sahadaki kabiliyetini ortaya koymuş ve
bu başarı ona büyük şöhret kazandırmıştır. Gösterdiği bu başarılardan dolayı 1863’den itibaren
Rusların Hokand toprakları üzerinde ilerlemeye başlamasıyla Çimkent’in müdafaası görevi Yakup
Bey’e verilmiştir. Fakat Rusların hücumlarına dayanamayan Yakup Bey şehri boşaltmak zorunda
kalmıştır. 1865’de Taşkent’i Ruslara karşı kahramanca müdafaa ederken ölecek olan Âlim-Kul’un
yanına dönmüş ise de Hokand Hanlığına hâkim olmak düşüncesinde olan Âlim-Kul tarafından
adeta Taşkent’ten uzaklaştırılmıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 187
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1864’de Kaşgar’ı ele geçiren Çinliler üzerine, 1865’de ilk hücumunu yapan Yakup Bey geri çekilmek
zorunda kalmıştır. Fakat daha sonra Taşkent’in Rusların eline geçmesi ile bir takım Hokand askerleri
Yakup Bey’in hizmetine girmiştir. Hokand’da gerekli hazırlıkları yapan Yakup Bey, Büzürg Han
ile birlikte Kaşgar’a hücum etmiş ve yapılan mücadeleyi kazanarak Çinlileri Kaşgar’dan atmıştır.
Yakup Bey’in Doğu Türkistan topraklarına girişini halk büyük sevinç gösterileri ile karşılamış
ve kısa zamanda binlerce kişi Yakup Bey’in ordusuna katılmıştır. Yakup Bey, ordusuna katılan
bu gönüllüleri kısa zamanda eğitip disiplinli askerler haline getirmiştir. 1866’da Büzürg Han
ile Yakup Bey halkın sevinç gösterileri ile Kaşgar’a girmişlerdir. Ne var ki Yakup Bey’in ordu
kumandanı olarak Kaşgar’a girmesi Sadık Bey’i rahatsız etmiştir. Büzürg Han bu iki kumandan
arasındaki rekabette tercihini Yakup Bey lehinde kullanınca Sadık Bey sahneyi genç rakibine
bırakmak zorunda kalmıştır. Daha sonra Yakup Bey’in, Sadık Bey’in adamlarının ellerindeki
silahları almaya kalkışmasıyla ortalık karışmış ve yaşanan çarpışmada Sadık Bey ölmüştür. Bunun
üzerine Sadık Bey’in askerlerinin çoğu Yakup Bey’in saflarına katılmıştır. Böylelikle Yakup Bey
Doğu Türkistan’daki askeri gücün yegâne sahibi olmuştur. Yakup Bey bundan sonra askeri işlerin
yanında idari işlerle de ilgilenmeye başlamıştır. Büzürg Han bu durum karşısında Yakup Bey’i
“Kuşbeyi” yani başbakan yapıp elini devlet işlerinden kısmen çekmiştir. Böylelikle Yakup Bey
hem ordunun hem de ülkenin idarecisi konumuna gelmiştir. Fakat Büzürg Han’ın kendi başarılarını
kıskanıp aleyhinde bir vaziyet alması üzerine 1867’de Yakup Bey, Büzürg Han’ı Mekke’ye hacca
göndererek Doğu Türkistan’ın mutlak hâkimi olmuştur. Yakup Bey Hokand hükümetinin sona
erdiğini ilan edip kendisini de Kaşgar ve Yarkent’in hükümdarı ilan etmiştir.
Devletin Gelişmesi ve Yapılan Fetihler
Kurulan devletin bir şehir devleti veya mahalli bir idare olmadığı daha sonra yapılacak olan fetihler
ve diğer devletlerle kurulan diplomatik ve ticari ilişkilerden anlaşılmaktadır. Yakup Bey devletin
başına geçtiği vakit ilk icraat olarak düzenli bir ordu kurmuştur.
Yakup Bey ilk fetih hareketini Maralbaşı’nın üzerine yapacaktır. Çünkü hem doğu sınırını korumak
hem de Döngel istilalarını engellemek Maralbaşı’nın alınmasına bağlıydı. Ayrıca bahsi geçen bölge
Aksu, Kaşgar ve Yarkent yollarının birleşme noktası idi. Yakup Bey Maralbaşı’yı ele geçirdikten
sonra bölgedeki Çin kalelerine yönelmiştir. Bölgedeki en önemli kale olan Yenihisar üzerine
hücum eden Yakup Bey şehrin iyi direnişi ile karşılaşmış fakat tam başarısız olmak üzere iken
daha önce Ruslarla savaşırken edindiği tecrübeler sayesinde kale duvarını havaya uçurarak kale
halkının paniğe kapılmasını sağlamıştır. Bunun üzerine kale kumandanı kaleyi Yakup Bey’e teslim
etmek zorunda kalmıştır. Yakup Bey’in 1866’da elde ettiği bu zaferle birlikte şöhreti bütün Doğu
Türkistan’a yayılmıştır. Böylelikle uzun süredir parçalanmış bir vaziyette olan Doğu Türkistan’ın
tekrar birleşmesi için gerekli zemin hazırlanmıştır.
Yakup Bey’in bu başarısı Döngenlerin ve Kuça Hocalarının hâkimiyeti altında olan Yarkent’de
değişik tepkilere yol açmıştır. Şöyle ki şehirde yaşayan Müslümanlar Yakup Bey’e bağlanmak
isterken şehrin hâkimi Döngenler ve Hocalar şehri teslim etmek istemiyorlardı. 1867 baharında
Yarkent’i kuşatan Yakup Bey şehrin çok iyi savunulduğunu görünce daha fazla kan akmaması
için muhasarayı kaldırmıştır. Böylelikle Yakup Bey’in Yarkent’i ele geçirmek için yaptığı ilk sefer
başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yakup Bey başarısızlıkla sonuçlanan ilk Yarkent seferinden sonra
hazırlıklarını tamamlayıp tekrar Yarkent önlerinde görünür. Döngenler ve Hocalar bunun üzerine
10.000 kişilik bir kuvvet hazırlayıp Yakup Bey’in ordusuna bir gece baskını yapmak isterler. Fakat
Yakup Bey bu planı daha önceden haber alıp Yarkent ordusuna pusu kurarak orduyu ortadan kaldırır.
Yakup Bey bunun üzerine şehrin teslimini ister. Şehrin hâkimi önce teslim olmak istemese de
şehirdeki Müslümanların baskısına dayanamayarak şehri teslim etmek zorunda kalır. Böylelikle 12
Eylül 1867’de Yarkent Yakup Bey’e bağlanmış olur. Yarkent’i de ele geçiren Yakup Bey ordusuna
güçlendirerek Doğu Türkistan’ın diğer şehirlerini de almaya muktedir hale gelmiştir.
Yakup Bey’in bu başarıları devlet içindeki bir takım zevatı rahatsız etmiştir. Onun askeri harcamalara
çok önem vermesi hasebiyle halkın daha çok vergi vermesi durumu ortaya çıktığı için onu Büzürg
Han’a şikâyet ederler. Ayrıca bu fitneci grup Büzürg Han’a Yakup Bey’in yerinde gözü olduğunu
söylerler. Fakat amaçlarına ulaşamazlar.
188 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Yakup Bey Maralbaşı, Yenihisar ve Yarkent’i ele geçirdikten sonra yönünü Hoten’e çevirmiştir.
Çünkü Hoten şehri ticaret yollarının üzerinde olup halkı çalışkan idi. Bu dönemde şehrin başında
Hacı Habibullah bulunuyordu. Çin ile arası iyi olan Hacı Habibullah, Çin’e vergisini zamanında
vermekte ve şehir halkını ticaret sayesinde huzur ve refah içerisinde yaşatmaktaydı. Bu nedenle şehir
istikrarlı bir yapıya sahipti. Ayrıca Hacı Habibullah şehri düşmanlarına karşı çok iyi savunuyordu.
1867 Kasımında hazırlıklarını tamamlayan Yakup Bey Büzürg Han’ı da yanına alarak Hoten
üzerine yürüdü. Şehrin halkı hükümdarını çok sevdiği için şehri top yekûn savunmaya karar verdi.
Bunun üzerine Büzürg Han Müslüman kanı dökülmemesi için Hacı Habibullah’a ittifak teklif eder.
Hacı Habibullah teklifi ret etmesine rağmen Yakup Bey’in daveti üzerine karargâh’a görüşmeye
gelir. Burada yapılan tartışmalar esnasında Hacı Habibullah öldürülür. Fakat Yakup Bey ölümü
gizleyerek şehre girer. Hükümet görevlilerinin tutuklanması ile birlikte gerçek ortaya çıkar. Şehir
halkı isyan etmek istediyse de başarı gösteremez ve mecburen Yakup Bey hâkimiyetini tanımak
zorunda kalır. Böylece Yakup Bey Hoten’i de ele geçirmiş olur.
Yakup Han hükümdarlığını ilan ettikten sonra ilk seferini Kuça üzerine yapacaktır. Çünkü Yakup
Han Kuça, Üç-Turfan, Aksu ve Urumçi’yi kontrolü altına alarak Doğu Türkistan siyasi birliğini
kurmak istiyordu. Yakup Han Müslüman kanı dökülmemesi için bu şehirlere elçiler göndererek
kendisine bağlanmalarını istedi. Bu davete Aksu icabet etmişse de diğer şehirler özellikle Kuça
sert bir biçimde karşı çıkmıştır. Zira Kuça Hocalar hâkimiyeti altında idi. Yakup Han Hocalarla
savaşmak istemese de Doğu Türkistan siyasi birliği için buna mecbur kaldı. Yakup Han ordusunu
alarak Önce Aksu’yu ele geçirdi. Daha sonra Kuça üzerine yürüyen Yakup Han karşısına çıkan
orduları tek tek yenerek Kuça’yı ele geçirdi. Bu gelişmeler üzerine Üç-Turfan kendi istediği ile
Yakup Han idaresine girdi. Yakup Han 1868’de Urumçi hariç diğer şehirleri ele geçirmiştir. Bundan
sonra Yakup Han fetihlere ara vererek 1868 ve 1869 yıllarında devletin iç işlerini ve devletin
yeniden yapılanması ile uğraştı.
Döngenlerin ülkenin doğusundaki en büyük merkez olan Urumçi’ye hâkim olması ve Yakup
Han’ın ticaretine engel olması sebebiyle Yakup Han doğu seferine çıkma kararı aldı. Yakup Han
hazırlıklara başladığı sırada Döngenler önce davranıp Yakup Han’ın uç kuvvetlerine baskınlar
yaptılar. Yakup Han hazırlıksız yakalanmasına rağmen Döngenlerin 20,000 kişilik kuvvetine karşı
15,000 kişilik bir kuvvet yolladı. Fakat bu ordu başarılı olamayarak geri çekilmek zorunda kaldı.
Bununla yetinmeyen Döngenler savunmasız olan Kuça’yı işgal etti. Bunun üzerine Yakup Han
23,000 kişilik asıl ordusuyla harekete geçti. Bunu duyan Döngenler şehri yağmalayıp boşalttılar.
İlerleyişini sürdüren Yakup Han Döngenlerin kuvvetlerini birer birer mağlup edip önce Toksun’u
daha sonra Turfan’ı ele geçirdi. Daha sonra bir müddet Turfan’da kalan Yakup Han Urumçi’nin
fethi için plan yapmaya başladı. Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Yakup Han Urumçi
hükümdarı Davud’a elçiler göndererek teslim olmasını istedi. Fakat Davut bunu kabul etmemekte
ısrar etmesi üzerine askeri harekât yapmaya karar veren Yakup Han 1870 Kasımının sonunda
Urumçi üzerine yürüdü. Yakup Han’a karşı gelemeyeceğini anlayan Davud şehri teslim etti. Ne
var ki Yakup Han Urumçi’den ayrıldıktan sonra Urumçi’nin kuzeyinde bulunan Çinliler şehri bir
baskınla ele geçirdiler. Bunun üzerine Yakup Han tekrar Urumçi üzerine hareket etti. Bunu duyan
Çinliler şehri terk ettiler fakat Davud tekrar hükümdarlığını ilan etti. Bunu duyan Yakup Han
oğlu Beg Kuli Beg’i şehri teslim almak üzere yolladı. Beg Kuli Beg şehri teslim alıp Kaşgar’a
bağladı.
Yakup Han’ın en büyük amacı olan Doğu Türkistan’daki Müslüman Türkleri bir arada tutma
hedefi halifenin onu “Kaşgar Emiri” ilan etmesi ile daha da perçinlenmiştir. Yakup Han birlik
ve beraberliğin daimi olması için Halife Abdülaziz’den “Emirliğinin hayatı boyunca sürmesini
ve vefatından sonra büyük oğluna verilmesi” ricasında bulundu. İslam Halifesi ve aynı zamanda
Osmanlı hükümdarı olan Abdülaziz Han ise bu isteği; kendi adına daimi hutbe okutulması, para
bastırılması ve Osmanlı sancağının Doğu Türkistan topraklarında dalgalanması şartı ile kabul etti.
Ayrıca toprak kaybedilmemesi ve çevresi ile iyi geçinmesini istedi. Yakup Han Osmanlı himayesine
girdikten sonra Doğu Türkistan iç siyasetini başarı ile yürütmüşse de dış siyasette Çin ile olan
ilişkilerinde aynı başarıyı sağlayamamıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 189
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
16 Mart 1878’de “Pekin Gazetesi” bütün Doğu Türkistan’ın işgal edilerek Çin hâkimiyetine
sokulduğunu resmen ilan etmiştir. Çinliler Doğu Türkistan’ı işgal ettikten sonra Yakup Han’ın
hizmetinde bulunanları vahşice öldürmüştür. Yakup Han’ın mezarını kazarak cesedini çıkararak
yakmışlardır. Ayrıca Çinliler halkı sindirmek için Yakup Han’ın kafasını Kaşgar kalesinin kapısına
asmışlardır. İşgalden sonra işkencelere dayanamayan Müslüman Türkler dağlara çekilmiş ve
aralıklarla Çinli işgalcilere karşı mücadele etmeye çalışmışlardır. Fakat Türklerin bu davranışı
neticesinde Çinliler bölgedeki bütün halkı katletmeye başlamıştır. Ayrıca Çin İmparatorluğu savaş
sırasında harcadığı parayı da vergi olarak Doğu Türkistan Türklerinin üzerine yüklemiştir. Çinliler
savaş sırasında öldürmediği devlet görevlilerini de aylarca zindanlarda tutarak çeşitli işkenceler
yaparak şehit etmiştir.
190 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
GÜNEYİN MAZLUM TÜRKLERİ
Prof. Dr. Metin ERGUN
ABD ile müttefiklerinin orduları, uluslararası terör bahanesiyle önce Afganistan’a, ardından da
Irak’a girdi. Sıranın yakın zamanda İran ve Suriye’ye gelmesi beklenmektedir. Anılan bölgelere,
demokrasi ve özgürlükler adına girildi; ama, her geçen gün kaos daha da derinleşmekte, dünya
hızla küresel bir çatışma alanına dönüşmektedir. Kuzey Afrika’dan başlayarak Çin sınırlarına
kadar onlarca devletin sınırlarını değiştirmeyi hedefleyen küresel emperyalizmin yoğunlaştığı alan
Türkleri de kapsamaktadır ve bundan dolayı da bu bölgelere yapılan müdahalelere kayıtsız kalmak
mümkün değildir.
Bu yazı, dünyanın kalbinin attığı yer haline gelen Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kimi Türk
topluluklarını, Türk kamuoyuna yeniden hatırlatmayı ve içinde bulundukları problemleri dile
getirmeyi amaçlamaktadır. Yazıda, halen işgal altında olan ve her gün onlarca insanın katledildiği
Irak’tan başlayarak Suriye, Mısır, Lübnan, Tunus, Cezayir ve İran’a, oradan da Afganistan’a
kadar uzanacak, “Güneyin Mazlum Türkleri” nin fotoğrafını çekmeye çalışacağız. Yazımızın bu
bölümünde sadece Irak ve Suriye’de yaşayan Türkleri ele alacağız. İran Türklerini dergimizin
önceki sayılarında yazmıştık. Bunun dışında kalan bölgelerdeki Türk varlığını, Ülkü Ocakları’nın
gelecek sayılarında değerlendireceğiz.
IRAK TÜRKLERİ
Irak’ta 1300 yıldır var olan Türklerin Irak’a yerleşmeleri üç safhada gerçekleşmiştir. Bu aşamalar
kısaca şöyledir:
I. Aşama: Yeni Coğrafyaya “Zoraki” İlk Adım
Bu aşama, Ubeydullah bin Ziyad’ın M. S. 633 yılında iki bin Türk’ü getirtip Basra’ya yerleştirmesiyle
başlamıştır. Türkler, Emevî ordusunda da hizmete alınmış ve birçoğuna yüksek mevkiler verilmiştir.
Abbasiler de bu savaşçı ve kahraman Türklerden yararlanmıştır. Daha sonraki dönemde Halife elMansur’un talimatıyla Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, her yıl Türkistan’dan 2.000 Türk’ü Irak’a
göndermiştir. Birinci aşama, Türklerin Irak’a ayak basmalarını, yeni ülkeye aşina olmalarını, iklim
şartlarına uyum sağlamalarını, Araplarla ilişkiye geçmelerini sağlamıştır. Türkler, bu ilk aşamada
savaşçılıkları sebebiyle herhangi bir bölgeye yoğun bir şekilde yerleşememişlerdir. Kısacası, ilk
aşama, Türklerin Irak’ı tanımalarını, diğer aşamaların gerçekleşmesini sağlamıştır.
II. Aşama: Yerleşme
Bu aşama, Selçuklular döneminde yaşanan Türkmen göçlerini akla getirmektedir. Selçuklular
www.ulkuocaklari.org.tr 191
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
döneminde Anayurt’tan kopup gelen Türkmen grupları Irak’a yerleşmişler ve burasını vatan
yapmaya başlamışlardır. Birinci aşamadaki “zoraki” adımların yerini bu aşamada “gönüllü”
adımlar almıştır. Bu dönemde Oğuzlar, Irak’a tek tek ya da öbek öbek köle halinde değil, kalabalık
bir topluluk olarak hür, silahlı ve fatih olarak girmişlerdir.
Bu aşamada Oğuzlar (Türkmenler) Irak’ta çeşitli devletler ve atabeylikler kurmuşlardır:
a) Irak Selçukluları: Sultan Mehmet Tapar’ın ölümünden sonra Selçuklular, Irak’ta 76 yıl süren
bağımsız bir devlet kurmuşlardır. 1118 yılında kurulan bu devlette, ilki Sultan Mahmut, sonuncusu
ise Sultan II. Tuğrul olmak üzere, dokuz sultan hüküm sürmüştür. Irak Selçukluları, 1157’ye kadar
Sultan Sencer’e tabi olmuşlar, onun ölümünden sonra ise bağımsız olarak hüküm sürmüşlerdir.
Daha sonraki yıllarda otoriteleri zayıflamış ve Atabeylere tabi olmuşlardır.
b)Musul Atabeyleri (Zengiler): Atabey lakabı Selçuklu prensleri ve şehzadelerinin her türlü
eğitimiyle uğraşan tecrübeli hocalara verilmiştir. Türkmen beylikleri arasında en ünlü olanı Musul
Atabeyliği’dir. Musul Atabeyliği, siyasî ve askerî dehaları ile ün salan ve özellikle Haçlı ordularına
karşı başarı ile savaşan İmameddin Zengi ve oğlu Nurettin Zengi’ye nisbetle tarihte Zengiler adıyla
da anılmıştır.
c) Erbil Atabeyliği: Bu dönemde Irak’ta kurulan Türkmen beyliklerinden birisi de Musul, Erbil,
Şehrizor, Harran, Sincar ve Tikrit’te hüküm süren Erbil Atabeyliği’dir. 1144 yılında Selçuklu
komutanlarından Beğtiğin tarafından kurulan beylik, daha sonra Beğtiğin’in oğulları Zeyneddin
Yusuf ve Muzaffereddin Gökbörü tarafından yönetilmiştir.
ç) Kerkük’te Kurulan Türkmen Beyliği: Kerkük ve Şehrizor bölgesinde İvaki (İvaiyye) Türkmenleri
tarafından bugünkü Süleymaniye bölgesiyle Şerhrizor ovasını da içine alan bir Türkmen beyliği
kurulmuştur. Bu beyliğin başında Arslantaş oğlu Kıpçak bulunmuş ve daha sonra bu beylik Musul
Atabeyliği’ne katılmıştır.
d) Karakoyunlu (Baranlı) Devleti: Baranlı boyuna mensup Karakoyunlular, başkanlık yolu ile
iktidara geçmişlerdir. Boya ad veren Baran’ın Oğuz’un torunlarından biri olduğu sanılmaktadır. 1385
yılında Bağdat’ı istila eden Karakoyunlu Beyi Kara Yusuf, oğlu Ahmet’i Irak tahtına oturtmuştur.
Kara Yusuf’un ölümünden sonra bütün ülkeyi yöneten Ahmet, kardeşi Emir’in isyanına maruz
kalmıştır. Ahmet’in ölümünden sonra kardeşi Cihan Şah iktidara gelmiştir. Ancak, Cihan Şah’ın
Akkoyunlu devletinin kurucusu Uzun Hasan karşısında 1449 yılında aldığı yenilgi devleti sona
doğru sürüklemiştir. Karakoyunlu devleti, 1458 yılında tarihe karışmıştır.
e) Akkoyunlu (Bayındırlı) Devleti: Akkoyunlular, 24 Oğuz boylarından biri olan Bayındır’a
mensupturlar. Bu devletin önde gelen ismi Uzun lakabı ile tanınan Hasan Bey’dir. Uzun Hasan’ın
1477 yılında ölümünden sonra en büyük oğlu Hüseyin tahta geçmiştir; fakat çok geçmeden
kardeşler arasında taht kavgaları başlamıştır. Bu kavgalar, Murat Bey zamanında son bulabilmiştir.
40 yıl kadar süren Akkoyunlu Devleti, Şah İsmail Safevi’nin Bağdat’ı 1508 yılında işgal etmesi ve
Sultan Murat’ın Kirman’a kaçması üzerine son bulmuştur.
III. Aşama: Osmanlı Hâkimiyeti
Yavuz Sultan Selim, Tebriz seferinden sonra 1515’te bugün Kuzey Irak olarak adlandırılan
coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne katar. Yaklaşık 19 yıl sonra 28 Kasım 1534’te Kanuni Sultan
Süleyman Bağdat’a girerek Safevi hâkimiyetine son vermiştir. Böylece bütün Irak Osmanlı’nın
bir eyaleti haline gelmiştir. İşte bu dönemde Türkmenler, kitleler halinde Oğuz ülkesinden gelip
Irak’a yerleşmişlerdir. Bir Türkmen olan Nadir Şah, 1734’te Kerkük’ü İran topraklarına katmıştır.
Kerkük, 1746 anlaşmasıyla Osmanlı Devleti’ne geri verilmiş ve bölge 1914’te patlak veren I.
Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır.
Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol
yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başlamıştır. Özellikle İngiltere, 1910’lu yılların başından itibaren,
192 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gerek petrol kaynakları, gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik önem sebebiyle Irak’ın
geneline ve özellikle de Musul vilayetine göz dikmiştir.
I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir
fırsat olmuştur. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot
Anlaşması ile Ortadoğu’yu bölmüş, Irak’ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştır. Osmanlı
İmparatorluğu’nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı’yı Ortadoğu’da karşı
karşıya getirmiştir. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi’nde, Hindistan’dan gönderilen İngiliz
kuvvetleri Basra’ya çıkarak kısa zamanda Bağdat’a kadar ilerler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz
ilerleyişini durdurur ve Irak Cephesi’nde önemli başarılar elde edilir.
Burada özellikle 1916 yılındaki Kut’ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki
bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı
ordusunca kuşatılır ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalır. I. Dünya
Savaşı’nın tarihçesini anlatan birçok yazara göre bu zafer, “İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük
aşağılanmasıdır. Türkler -ve onların müttefiki olan Almanya- içinse, çok önemli bir moral takviyesi
olur ve Ortadoğu’daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltır.
Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri
çekilmek zorunda kalır. Ancak Irak’ın kuzeyini yine de başarıyla korur. 30 Ekim 1918’de Mondros
Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul’da bulunur.
İngilizler ise anî bir işgal hareketi ile Musul’a egemen olmak isterler.
Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00’de) itibaren, 6. Ordu
birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı
üzerinde yer alır. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında
bulunur. Yâni, Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin
büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elindedir. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün
kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymaz. İlerlemeye devam
eden İngilizler, l Kasım’da Hamamalil’e girerler. Buradan Musul’u işgal edecekleri tehdidinde
bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini isterler.
Ali İhsan Paşa, İngilizlerin bu talebini Sadrazam’a bildirir. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda
Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım
günü şehrin boşaltılması emrini verir. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u
İngilizlere terk eder, ordu karargâhı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekilir.
Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal
edilir. Misak-ı Milli’ye göre güney sınırlarının tespiti meselesinde Mütareke’nin yürürlüğe girdiği
andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu sebeple son derece
haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı millî haklarımızı korumak anlamına
gelmektedir.
Misak- ı Millî (Milli Ant), Lozan, Ankara Antlaşması ve Musul-Kerkük
Mustafa Kemal tarafından Erzurum Kongresi ile başlatılan “Misak-ı Millî”[1] süreci, Sivas
Kongresi ile sürdürülmüş, Ankara’da tamamlanmış ve 28 Ocak 1920’de “Meclis-i Mebusan”
tarafından bazı küçük değişikliklerle kabul ve ilân edilmiştir. “Misak-ı Millî”de Irak sınırları konusu
da yer almış ve bu bağlamda Kerkük ve Musul üzerinde de özellikle durulmuştur. Sevr Anlaşması,
bütün Doğu Anadolu’nun Türklerden boşaltılmasını talep ederken, “Misak-ı Millî” ise Musul ve
Süleymaniye’yi Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte işgal altına alınmadığı için Türk sınırları
içinde kabul edilmiştir.[2] Buna göre, Lozan görüşmeleri sırasında Süleymaniye, Kerkük ve Musul
livaları istenecekti. Lozan Barış Antlaşması’nın 3. maddesi aynen şu şekilde olmuştur: “Türkiye
ile Irak arasındaki hudut, dokuz ay zarfında Türkiye ile İngiltere arasında yapılacak görüşmeler
neticesinde halledilecektir. Tayin edilen müddet zarfında iki hükümet arasında uzlaşma temin
edilemediği takdirde mesele, Cemiyet-i Akvam Meclisi’ne arz olunacaktır.”
www.ulkuocaklari.org.tr 193
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Lozan Konferansı’nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise “Musul Meselesi”
oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı’nın galibi olarak Lozan
Konferansı’na egemen olan İngiltere için de gerek zengin “petrol kaynakları” ve gerekse “Hindistan
yolunun emniyeti” bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip
bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî’nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde
yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine
sahip olmak istiyordu. Lozan’a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek TBMM’de
yaptığı konuşmada gerekse Sapanca’da trende iken gazetecilere verdiği demecinde, Türk heyetinin
amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı.
Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı’nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı.
İsmet Paşa, Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir
şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.
İsmet Paşa’nın bu konuşması incelendiğinde Musul’un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki
gerekçelerin yanı sıra İngiltere’nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati
çekmektedir.
Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik
nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu
vurgulanmış ve bölgenin Anadolu’dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa’nın ortaya koyduğu
diğer kanıtlar ise şu şekilde özetlenebilir:
Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye’ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü,
sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını
bilmektedirler. (Bu, aslında Musul’un Türkiye’ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir
ve günümüz için de geliştirilecek bir “Musul stratejisi” için en önemli değer olmalıdır.)
Coğrafî ve siyasî bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu’yu tamamlayan bir parçadır. Musul,
ancak Anadolu’ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki
kurabilecektir.
Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan Musul için İngiltere’nin yapacağı
bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.
Anadolu’nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul’un ticaret ilişkileri
ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye’nin elinde olması zorunludur.
Musul vilâyeti, Türkiye’nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış
sözleşmelere aykırı olarak Türkiye’den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler
gibi, Musul’un da Türkiye’ye verilmesi gerekir.
Ancak Musul’u elde etmeye kararlı olan İngiliz heyeti bu gerekçelere karşı çeşitli demagojilerle
direndi ve Musul Meselesi konferansın ikinci celsesine bırakıldı. İkinci celse görüşmelerinde
meselenin iyice çıkmaza girmesi üzerine Türk Heyeti yeni bir çözüm önerdi; plebisit, yani, halkoyu.
Musul’da bir oylama yapılmalı ve vilayet halkına Türkiye’ye mi yoksa İngiliz mandası altındaki
Irak’a mı katılmak istedikleri sorulmalıydı. Son derece akılcı, adilane ve makûl olan bu teklif
Lord Curzon tarafından kabul edilmedi. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıydı. Curzon’a göre, bölge
halkının oy verme alışkanlığı yoktu. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını
anlayamayacaklarını ileri sürdü. Bu samimiyetsiz argüman, İngilizlerin koruduklarını ve haklarını
savunduklarını iddia ettikleri bölge halkını küçümsediklerini, onlara kendi geleceklerini tayin
etme hakkını kesinlikle tanımadıklarını gösteriyordu. İngiltere, Musul halkına, dönemin egemen
ideolojisi olan Sosyal Darwinizm gözüyle bakıyor, onları sözde güdülmesi ve İngiliz çıkarları için
sömürülmesi gereken “ilkeller” olarak görüyordu.
Plebisit teklifi karşısında Lord Curzon’un ikinci önemli manevrası Musul Meselesi’nin, I. Dünya
194 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Savaşı’nın ardından galip devletler tarafından kurulan Milletler Cemiyeti’ne havale edilmesi ve
kararın cemiyet tarafından verilmesi teklifiydi. Bu teklif İngiltere’nin müttefikleri tarafından da
desteklenmiştir. Ancak, elbette ki bu istek İngiltere’nin Musul Meselesi’ni neredeyse kendine
havale etmesi anlamına geliyordu. Çünkü İngiltere Milletler Cemiyeti’nin kurucusu ve en güçlü
birkaç üyesinden biriydi. Bu kuruluşun İngiliz çıkarlarına aykırı bir karar vermeyeceği çok açıktı.
Türkiye ise Milletler Cemiyeti’ne üye bile değildi.
Dolayısıyla Türk Heyeti İngiltere’nin bu tuzak teklifini kabul etmedi. Türkiye’nin Musul’dan
vazgeçmeyeceğini ifade etti. Lozan Konferansı’nın sonraki celselerinde de bir gelişme olmadı. 4
Şubat’ta yeni bir barış projesi hazırlayan İngilizler ve müttefikleri barış görüşmelerinin kesilmesi
tehdidinde bulunarak bunu Türk Heyeti’ne kabul ettirmeye çalıştılar. İsmet Paşa bu teklifi kabul
etmedi ancak 4 Şubat 1923 tarihinde yazılı bir teklif yaparak Musul meselesini Türkiye ile
İngiltere arasında bir yıl içinde ortak bir anlaşmayla çözümlenmek üzere konferans programından
çıkarılmasını istedi. Görüşmeler aynı gün sona erdi ve Türk Heyeti yurda döndü.
Kısacası, Lozan Barış Konferansı Musul meselesini çözüme kavuşturamadan sona erdi. Mesele
Lozan Antlaşması’ndan sonra Haziran 1926 tarihine kadar sürüncemede kalacaktı. Üç yıllık bir
zaman dilimi içerisinde mesele önce 19 Mayıs 1924 tarihinden itibaren Haliç Konferansı’nda ele
alınacak, daha sonra Milletler Cemiyeti Meclisi’nde görüşülecek ve nihayet, Haziran 1926 tarihli
Ankara Antlaşması ile neticelenecekti.
Bu sürede yaşanan gelişmeler ise, aslında Türk tezinin haklı olduğunu gösteriyordu. Musul halkında,
Kürt, Türkmen veya Arap olsun, Türkiye’ye katılma yönündeki eğilimler ağır basmaya devam
etti. Özellikle Kürtlerin Türkiye’ye ve Ankara’ya olan bağlılığı dikkat çekiciydi. Bitlis Mebusu
Yusuf Ziya Bey, TBMM’de yaptığı konuşmada, bir Kürt olarak “Bir insanı ikiye bölmek veyahut
herhangi bir parçasını ayırmak mümkün değil ise, Musul’u Türkiye’den ayırmak da mümkün
değildir” diyerek, bölgede Türkler ve Kürtler arasında bir ayrılığın olmadığını savunmuştu.
Uyuşmazlığı gidermek amacıyla 19 Mayıs 1924’de İstanbul’da İngiltere’yle başlayan ikili
görüşmelerde İngiltere’nin Irak lehine Hakkâri üzerinde de hak iddia etmesi üzerine Konferans’tan
sonuç alınamadı. Bunun üzerine İngiltere Musul meselesini 6 Ağustos’ta Milletler Cemiyeti’ne
götürdü.
Milletler Cemiyeti Musul meselesini 20 Eylül 1924’te görüşmeye başladı. Görüşmelerde Türk
tarafı daha önceki görüşlerinde ısrar ederek Musul’da bir halk oylaması yapılmasını istediyse de
İngiltere bu talebi de daha önce Lozan’da yaptığı gibi “bölgede yaşayan halkın cahil olduğu ve
sınır işlerinden anlamadığı” gibi küstah bir gerekçeyle kabul etmedi. Milletler Cemiyeti, 30 Eylül
1924’te bir soruşturma kurulu kurulmasını kararlaştırdı. Komisyon başkanlığına da Macaristan’ın
eski başbakanlarından Kont Teleki getirildi. Komisyon Irak’ta incelemede bulunarak Musul halkının
görüşlerine başvuracaktı. Komisyon, çalışmalarını sürdürdüğü sırada İngilizlerin saldırgan tavırları
ve kuzeye doğru yeni toprakları işgal etmesi, kanlı olayların meydana gelmesine sebep oldu.
Bunun üzerine Konsey, 28 Ekim 1924’te bir sınır tanımı yaparak “Brüksel Hattı” adıyla ve geçici
mahiyette bir Türk-Irak sınırı tespit etti. Soruşturma Komisyonu hazırladığı raporu 16 Temmuz
I925’te Cemiyet Meclisi’ne sundu. Raporda yer alan temel görüşler ana hatlarıyla şöyleydi:
*Brüksel Hattı’nın coğrafî sınır olarak tespit edilmesi,
*Musul vilâyetinde çoğunluğun, sayıları 500 bini bulan Kürtlerden meydana geldiği,
*Kürtlerin, Türk ve Arap nüfustan fazla olduğu,
*1928 yılında sona erecek olan Irak’taki manda yönetiminin 25 yıl daha uzatılması,
*Bölgedeki Kürtlere yönetim ve kültürel haklarının verilmesi kaydıyla Musul’un Irak yönetimine
bırakılması,
www.ulkuocaklari.org.tr 195
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
*Milletler Cemiyeti Meclisi’nin, bölgenin iki ülke arasında taksimine karar vermesi halinde; Küçük
Zap çizgisinin sınır olarak kabul edilmesi,
Milletler Cemiyeti, Irak’taki manda yönetiminin uzatılmasını ve Kürtlere imtiyazlar tanımak
suretiyle bölgenin Irak’a bırakılmasını uygun görmediği takdirde, Musul’un Türkiye’ye
bırakılmasının uygun olacağı,
*İngiltere’nin Hakkâri üzerindeki iddia ve isteklerinin kabul edilmemesi
Türkiye’nin bu komisyon raporuna itiraz etmesi üzerine, Konsey, 19 Eylül 1925’te La Haye Adalet
Divanı’ndan görüş istedi. Divan’ın verdiği karar, Milletler Cemiyeti Meclisi’nin işini kolaylaştırır
nitelikteydi. Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralık 1925’te
Divan’ın kararını benimsediğini açıkladı. Hemen arkasından da 16 Aralık 1925’te Soruşturma
Komisyonu Raporu’nu kabul ederek, Brüksel Hattı’nın güneyindeki toprakların Irak’a bırakılmasını
kabul eden kararını aldı.
Türkiye’nin Milletler Cemiyeti kararına tepkisi büyük oldu. Ancak dönemin iç meseleleri,
Türkiye’nin henüz yeni savaştan çıkmış olması ve uluslararası alanda yalnız konumda bulunması,
daha fazla direnilmesine engel oldu. Türkiye defalarca Musul konusundaki İngiliz oyunlarını kabul
etmeyeceğini açıklamasına rağmen sonunda mecbur bırakılarak, Cemiyet Meclisi kararına uydu ve
5 Haziran I926’da yapılan Ankara Antlaşması ile Musul’u Irak’a terk etmeyi kabul etti.
Irak’taki Türkmen Yerleşim Bölgeleri Ve Türkmen Nüfusu:
Türkmenler Irak’ta Kerkük, Erbil, Selahaddin, Musul, Telafer şehirlerinden yaşamaktadırlar.
Türkmenlerin yerleştiği Kerkük, Erbil, Musul, Selahaddin ve Diyala şehirlerine ait ilçe, nahiye ve
köylerin bazıları şunlardır: Tazehurmatu, Dakuk, Yayçı, Belova, Kızılyar, Topuzova, Kadirkerem,
Dibiz, Türkkalan, Çardağlı, Ömermende, Kümbetle Leylan, Beşir, El-Reşidiye köyü (Kara Yatak),
Muhallebiye Köy, Kazı Köy, Bastamlı, El Kebir köy (Buz Atlı), Şenef Köy, Altunköprü nahiyesi,
Tuzhurmatu kazası, Bastamlı köy, İmralı köy, Kadıköy, Kubik, Kara köy, Selamiye, Kazaniye,
Karakaşçı, Amirli, Yarımca, Karahasan, Bedre, Kifri kazası, Karatepe nahiyesi, Karahan (Celevla),
Hanekin kazası, Kızlarbat nahiyesi, Şehriban kazası, Mendeli kazası ve Halis nahiyesi.
Çeşitli kaynaklarda Irak’taki Türkmenlerin sayıları hakkında farklı verilere rastlanmaktadır: 1976
için 1 milyon, 1990 yılı için 2.1 milyon, 1991 yılı için 2 milyon, 2000 yılı için 2.5-3 milyon, 2003
yılı için 2.8-3 milyon.[3]
Ankara’nın Gözleri Önünde Kürtleştirilen Bir Türk Şehri: Kerkük
Bin küsur yıllık bir Türk şehri olan Kerkük’ün bu yapısı, bugün ABD ve Kürtler tarafından hızla
değiştirilmektedir. ABD işgalinin ardından Kürt milislerin Kerkük’e girmesi, Irak’taki bu önemli
Türk kenti için de sonun başlangıcı olmuştur. Peşmergeler önce tapu dairelerini yağmalamışlar ve
bir anlamda kentin hafızasını silmişlerdir. Sonra da hiç zaman kaybetmeden Kürt göçünü teşvik
etmeye başlamışlardır. Kısa bir süre içinde kente önemli bir Kürt akını başlamıştır. Kerkük’ün kenar
mahallelerinde göçmen Kürtlerin varoşları oluşmaya başlamıştır. Saddam Hüseyin döneminde
Araplar ve Kerkük petrol şirketi çalışanları için yapılan konutlara da Kürtler çoktan yerleşmişlerdir.
Kerkük stadyumunun soyunma odalarıma bile duvar örüp kendileri için ev yapmışlardır. Toplam
Kürt göçünün 622 bin civarında olduğu bildirilmektedir. Bugün Kerkük’ün toplam nüfusunun
ise 1,5 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Saddam Hüseyin’in Kerkük dışına sürdüğü
Kürtlerin toplam sayısının 45-60 bin civarında olduğu göz önüne alındığı zaman, Kerkük’ün nasıl
Kürtleştirilmekte olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Oysa Kerkük, tam bir Türk şehridir.
196 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SURİYE TÜRKLERİ
Suriye’de Türklerin görülmeye başlaması, M.S. 8.-9. yüzyıla kadar gitmektedir. Abbasiler
zamanında, özellikle de Halife Memun ve Mutasım zamanlarında Türkler, Abbasi ordusunda
ve yönetiminde önemli mevkilere getirilmişlerdir. Bu dönemde Mısır ve Suriye topraklarında
kurulan ilk müstakil Türk devleti Tolunoğlu Ahmed tarafından kurulan Tolunoğulları (875-905)
devletidir. Babası Tolun gibi bilgisi ve cesareti ile ün yapan ve halkın takdirini kazanan Ahmed,
Türk kumandanlarının emrine verilen Mısır’da önemli vazifeler almış ve kuvvetli bir ordu
meydana getirmişti. Kısa bir süre sonra Bağdat ile arası açılan, Tolunoğlu Ahmed, 875’te Mısır’da
bağımsızlığını ilan etti. Mısır maliyesinde yaptığı ıslahat hareketleri ile halkı sıkıntıdan kurtarması
sebebiyle çok sevilen Tolunoğlu Ahmed, Mısır’da tutunmaya muvaffak oldu ve kısa sürede Şam,
Halep ve Antakya şehirleriyle Suriye’yi idaresi altına aldı (877). Tolunoğlu Ahmed’in 884’te vefatı
üzerine yerine oğlu Humâreveyh geçmiş, devletin sınırlarını batıda Toroslar’a, doğuda Irak’a kadar
genişletmiş, fakat kendisinin ölümü üzerine yerine geçen oğulları bağımsızlığı koruyamamışlar ve
Tolunoğlu devleti 905 yılında tekrar Abbasilere bağlanmıştır.
Hilafet toprakları içerisinde yer alan ikinci Türk siyasî teşekkülü Akşid veya İhşidlilerdir (935969). Muhammed Ebû Bekir tarafından kurulan devletin yönetimi altında Suriye de bulunmaktadır.
Devlet iç mücadeleler nedeniyle, 969’da Fatımîlerin Mısır’ı işgal etmesiyle birlikte Suriye toprakları
da Fatımî yönetimi altına girmiştir.[4]
Selçuklular Dönemi ve Suriye Selçukluları
1040 yılında Dandanakan zaferi ile bir Türk devleti olan Gaznelilerin mağlup edilerek Büyük
Selçuklu İmparatorluğu’nun temellerinin atılmasından sonra Selçuklu Türklerinin başına Tuğrul
Bey geçmiş ve Anadolu ve Irak topraklarının fethi için seferler düzenlemeye başlamıştır. Bizans
topraklarına akınlar düzenleyen Selçuklu prenslerinin maiyetinde bulunan kuvvetlerden bazıları,
XI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Suriye’ye girmeye başlayarak siyasî olaylarda önemli
rol oynayarak, bu bölgenin de çok geçmeden Selçuklular tarafından fethini ve beraberinde Türk
hâkimiyetine girmesine öncülük etmişlerdir.
Suriye’ye Türk girişini ilk olarak temsil eden Han Oğlu Harun adlı bir Türk emiridir. Akınlar
düzenlemek üzere Anadolu’ya giren Türklerle birlikte 1063 yılında, Doğu Anadolu’ya gelerek
Diyarbakır civarına yerleşen Han Oğlu Harun, Bizans’a akınlar düzenlediği esnada Halep’teki Arap
Mirdaoğulları emirliğinin başında bulunan Eseddüddevle Atiyye tarafından yardıma çağrılmıştır.
Han Oğlu Harun’un bu girişini, İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-Haleb adlı eserinde “Bu, (Harun’un
Suriye’ye gelişi) Suriye’ye ilk Türk girişi idi.” şeklinde vermektedir.
Han Oğlu Harun, Arap Mirdasî Emirlerinin aralarındaki taht mücadelelerinden istifade ederek
Suriye’de geçici de olsa önemli bir rol oynamış, onun sayesinde arkadan gelen Türk birliklerinin
katkısı ile ve bir Türk Emiri olan Uvak Oğlu Atsız’ın faaliyetleri neticesinde bu bölge Türk yönetimi
altına girmiş ve beraberinde Suriye Selçukluları Devleti kurulmuştur.[5]
Suriye’de ilk Türk yerleşmesi Halep ve Lazkiye şehirleri ile bunların kuzeyindeki bölgelere
olmuştur. Daha sonra Türkmen iskânı Akdeniz sahili tarafında Lazkiye’den, güneyde Trablusşam’a
doğru ve iç kısımda da Asi ırmağı vadisi boyunca Hama, Humus ve Şam istikametinde gelişmiştir.
Anadolu Selçuklu Sultanı Kutalmış Oğlu Süleyman (1077-1086), Çukurova, Maraş, Gaziantep,
Antakya bölgeleri ile birlikte Halep-Lazkiye hattının kuzeyinde kalan bölgeleri Bizanslılardan
fethederken; Suriye Selçuklu Sultanı Tutuş (1078-1095), Sina Yarımadasına kadar uzanan Suriye,
Lübnan, Ürdün ve Filistin’i Fatımîlerden almıştır. Suriye Selçuklu Devleti’nin zayıflamasından
sonra, kuzeyde Halep bölgesinde Musul Atabeğleri; güneydeki Şam bölgesinde ise Börüler veya
Tuğ-Tiginliler adındaki Şam Atabeğleri hâkim olmuştur. Bu dönemde Halep bölgesine Oğuz
boylarından Yıvalar’a mensup Yaruklu Türkmenleri kendilerinden önce buraya gelerek yurt tutan
Türkmenler gibi dirlik sahibi olmuşlardır.
1243 yılında Anadolu Selçuklu ordusu Kösedağ Muharebesi’nde Moğollar’a mağlup olunca
www.ulkuocaklari.org.tr 197
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Anadolu’daki nizam bozulmuş, dolayısıyla bazı Türkmen boyları Anadolu’dan ayrılarak Suriye’ye
göçmüşlerdir. Sultan Baybars zamanında (1260-1277) 40 bin çadırlık büyük bir Türkmen topluluğu
Halep bölgesine gelerek yerleşmiştir. Bunlar kışlak olarak Kuzey Suriye, yaylak olarak da Maraş ve
Sivas’a kadar uzanan bölgeyi kullanmışlardır. Böylelikle XIII. yüzyılın ikinci yarısında Suriye’nin
kuzeyi tam manasıyla bir Türk yurdu haline gelmiştir. Bu bölgede yaşayan Türkler, tamamen
tarihî yapıya uygun olarak Bozok ve Üçok şeklindeki teşkilatlanmayı muhafaza etmekteydiler.
Bozoklar; Amik Ovası’ndan itibaren doğuya doğru Halep bölgesinde ve buradan da Asi Irmağı
vadisi boyunca Şam bölgesine kadar olan alanda; Üçoklar ise Amik Ovası’ndan güneye doğru,
Lazkiye ve Trablusşam istikametinde Ensariye dağlarının batısında yaşamaktaydılar. Bunlar
ağırlıklı olarak Bayat, Avşar, Beğdili ve Döğer boyuna mensup olan oymaklardı. Bu oymaklardan
Suriye’nin kuzeyinde oturan Türkmenlere “Halep Türkmenleri” (Dulkadirli ile birlikte Yeni İl’i
meydana getirmektedirler.); güneyinde oturanlara da “Şamî Türkmenler” (Bozulus’a bağlı) adı ile
bilinmektedirler. [6]
1402 yılında Ankara Savaşı’nı kazanan Timur’un, 1243 yılından sonra Anadolu’ya yerleşen Kara
Tatarlar’ı Türkistan’a geri götürmesi üzerine güney Suriye’de yaşayan Şamî Türkmenler, kuzeye ve
Anadolu’nun içlerine gelmişler, Halep Türkmenleri ise bulundukları bölgelerde yaşamaya devam
etmişlerdir.[7]
Osmanlı Yönetimi ve Aşiretlerin İskânı
Suriye, Osmanlı hâkimiyetine girdiği 1516 yılından 1918 yılına kadar 400 seneden fazla bir süre
kuzeyde Halep ve güneyde Şam olmak üzere, merkeze bağlı iki vilayet halinde idare edilmiştir. Bu
iki vilayetten Şam’ın nüfusunu ağırlıklı olarak Araplar oluşturmaktayken, Halep ağırlıklı olarak
Türklerden oluşmaktadır ve bu dönemde Maraş, Antep, İskenderun, Urfa ve Rakka Halep vilayetine
bağlı birer sancak konumundadır.[8]
XVI. yüzyılın sonlarından başlayarak Osmanlı sosyal ve iktisadî düzeni bozulmaya yüz tutmuş ve
bu bozulma XVII. yüzyılın ilk yarısına kadar “Celali İsyanları” nedeniyle devam etmiştir. Buna bağlı
olarak Osmanlı, dağınık halde ve göçebe olarak yaşayan aşiretleri iskân etmeye ve yerleşik düzene
geçişlerini sağlamaya çalışmıştır. Aşiretlerin iskânındaki temel sebepleri askerî, siyasî, iktisadî ve
sosyal sebepler olarak değerlendirmek mümkündür. Bunları kısaca açıklayacak olursak; Osmanlı
İmparatorluğu, Suriye’deki ilk hâkimiyeti döneminden beri bölgenin güvenliğinin sağlanmasında
Arap aşiretleri olan Fadl ve Mevalî aşiretlerinden istifade ediyordu. Ancak güneyden gelen Şamar
ve Aneze adlı Arap aşiretlerinin, Fadl ve Mevalî aşiretlerinin gücünü zayıflatması Osmanlı için
bir tehlikeyi de beraberinde getirmiş, güvenliğin sağlanması için aşiretlerin Rakka ve civarına
iskânı hasıl olmuştur. Osmanlı ekonomisinin tarımı desteklemek ve teşvik etmek ve ekili alanlara
hayvanlarıyla zarar veren aşiretleri iskâna tabi tutmuştur. İsyanlar neticesinde sosyal bir buhranın
meydana gelmesi de iskânın sebeplerinden biri olarak kabul edilebilir. 1691 yılında aşiretlerin
Rakka’ya iskânı başlamış, ancak kışlak-yaylak hayatına alışmış olan Türkmenler buna direnmişler
ve iskân hareketi pek çok problemi de beraberinde getirmiştir.[9]
Başlı başına bir inceleme konusu olan aşiretlerin iskânı hadisesini, burada uzun uzun anlatmanın
yersiz olduğu kanaatindeyiz. Ancak burada şu hususu özellikle belirtmek isteriz ki, güney
bölgelerimizde aşiretlerin iskânına bağlı olarak hikâyeler teşekkül etmiş, iskân hadisesi ve
Horasan’dan göçü anlatan türküler aşiret âşıkları tarafından söylenmiş ve günümüzde de âşıklık
geleneğinin temsilcileri tarafından söylenmeye devam edilmektedir.
20 Ekim 1921 yılında Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması gereğince çizilen sınıra göre
İskenderun sancağı Türk topraklarının dışında bırakılmış, böylece Suriye topraklarında yaşayan
Türkler, topraklarıyla birlikte ait oldukları devletin sınırlarının dışında bırakılmıştır. Mustafa Kemal
Atatürk’ün üstün gayretleri ile 23 Temmuz 1939’da Hatay, Anavatana katılmıştır. Ancak, daha
önce Hatay devleti ilan edilirken (2 Eylül 1938), seçime kış şartları sebebiyle yetişemeyen BayırBucak nahiyelerine ait 350’ye yakın köy hududun öbür yakasında kalmıştır. Şam, Hama ve Humus
vilayetlerinde yaşayan Türkler için 1918’de, Halep, Hazez, Mümbiç bölgelerinde yaşayanlar için
198 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
20 Ekim 1921’de, 23 Temmuz 1939’da da Bayır-Bucak’ta yaşayan Türkler için hasretlik, gurbetlik
ve esaret hayatı başlamıştır.[10]
Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye’ye Göç
Aşağıda bahsedeceğimiz üzere Suriye’nin baskısı sonucunda çok zor durumda kalan Türkmenlerin
bir kısmı, varlıklarını devam ettirebilmek için Türkiye’ye iltica etmişlerdir. Özellikle 1967-68
Arap-İsrail savaşı esnasında, Suriye hükümetinin Türkler dışındaki kesimleri silahlandırmalarından
dolayı, Arap bölgelerine yakın olan yerlerde yaşayan Türkmenlerden 100 hane Türkiye’ye göç
etmiştir. Ve vatanlarından ayrılıp, devletlerine kavuşan bu insanlar, uzun süre kendi devletlerinin
vatandaşı olmak için mücadele vermek zorunda bırakılmışlardır. Türkiye’nin bu konudaki politikası
hakkında kanaatimizce başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Esir Türkleri hatırlamak ve yâd
etmek, dün olduğu gibi, bugün de Türk Milliyetçilerine düşmektedir.
Bugün Suriye Devleti İçerisinde Yaşamakta Olan Türkler ve Yaşadıkları Bölgeler
Bu tarihî bilgilerden sonra şimdi de Türklerin Suriye’de yoğun olarak yaşadıkları yerler üzerinde
durmak istiyoruz. Türkler, bugün ağırlıklı olarak Halep, Lazkiye, Hama, Humus, Rakka ve Şam
civarında yaşamaktadırlar.
Türkiye’de özellikle Bayır-Bucak Türkleri, “Bayır-Bucak Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği”
vasıtasıyla bilinmektedirler. Dernek başkanı Mehmet Şandır, bu Türkleri haklı olarak “Devletinden
koparılan Türkler”, diğerlerini de “Yâdellerde kalan Türkler” olarak adlandırmaktadır.
Bayır ve Bucak, Lazkiye’ye bağlı iki nahiyedir. Hatay-Suriye sınırını mütakiben hemen Bucak
Nahiyesine bağlı köyler yer almaktadır. Bu köyler sınırın hemen öbür tarafında Bodur-Su Köyü
ile başlamakta ve Himmetli, Kızıllı Köyleri ile devam etmektedir. İç kesimlerde ise Bohça-Ağız,
Fakı Hasan, köyleri bulunmakta, sahil kesiminde ise Alaca, Karakol Köyü, Gümüş Hort Köyü
yer almaktadır. Akdeniz’e dökülen Kandil Deresi ile Akdeniz sahili arasındaki köyler “İsa Beğli
Köyleri” adıyla anılmaktadır.
Bucak Nahiyesi’nin doğusunda Bayır Nahiyesi yer almaktadır. Bayır Nahiyesi’ndeki Türkmen
köyleri Uluçay’a kadar uzanır. Bu nahiyenin merkezi Kebele’dir. Kebele’nin kuzeyinde Türk
sınırına doğru uzanan köyler, Türkiye tarafındaki Yayladağ kazasının köylerinin devamıdır. Kara
Kise, Moruklu, Salur, Kara-Pınar gibi köyler bu köylerden bazılardır.
Halep civarında yaşayan Türkler, Gaziantep’in güneyinden itibaren sıralanan köylerde ve Halep
merkezinde yaşamaktadırlar. Kilis’in güneyinde kalan Azez kazası da Türklerin yoğun olarak
yaşadığı yerlerden biridir. Yine Gaziantep’e bağlı barak köylerinin devamı da Sacur Suyu boyunca
Suriye topraklarında devam etmektedir.
Rakka, Hama ve Humus’ta yaşayan Türkmenler sayı bakımından oldukça azdır. Kaynaklarda
özellikle Hama ve Humus civarında yaşayan Türkmenlerin büyük bir çoğunluğunun Araplaştığı
zikredilmektedir.
İşgal altında bulunan Golan tepelerinde yaşayan Türkmenlerin ise iç kesimlere, özellikle Şam
civarında geldikleri söylenmekle birlikte, söz konusu topraklarda bulunan 40 bin kişi arasında
Türkmenlerin de olabileceği ihtimali bulunmaktadır. Ayrıca bu bölgede Karaçay Türkleri de
vardır.
Suriye’nin Türklere Karşı Uyguladığı Asimilasyon Politikası ve Suriye’de Yaşayan Türklerin
Problemleri
Suriye yönetimi bağımsızlığından beri Fransızların attığı kin tohumları neticesinde gerek Türkiye’ye
karşı, gerekse Hafız Esad döneminde Suriye’de yaşayan Türklere karşı bilinçli bir asimilasyon
politikası izlemiştir. Türklerin oturduğu yer adlarının Arapçalaştırılması, bu politikaların başında
www.ulkuocaklari.org.tr 199
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gelmektedir. Örneğin İsa Beyli İseviyye, Kaba Mazı Bellutiye, Tırınca Ümmütiyye olmuştur.
Karınca ise Arapçası olan Nemle’ye çevrilmiştir. [11]
Suriye Türklerine uygulanan baskıları maddeler halinde sayacak olursak şunları söylememiz
mümkündür:
1. Arazilerine devlet tarafından el konulmuştur. 1921’de yapılan Ankara Antlaşması ile Türklerin
Suriye’de mallarına tasarruf hakkı tanınmasına rağmen 1958’de yapılan toprak reformu ile Suriye,
Türklere ait birçok tarla, bağ ve bahçeyi kamulaştırmıştır. Alınan bu kararla Suriye Hükümeti
kamulaştırma bedellerinin kırk yıl içinde ödenmesini ve ödemelerin bono ile sadece Suriye
uyruklu kimselere yapılmasını da kabul ederek, adeta Türk vatandaşı olan Türklerin mallarına el
koymuştur.
2. Suriye yönetimince kamulaştırma adı altında gasp edilen bu topraklara Arap nüfus yerleştirilmiştir.
Lazkiye bölgesindeki Kaynarca, Çabıtlı, Kandilcik, Belveren, Çanacık, Karaağıl, Gündeşli, Kasap,
Çolturman, Halep bölgesindeki Zeyyatlı, Karun, Mahzenli, Yaşlı, Çatalviran, Kurtviran, Medene,
Şeyhyahya, Camusviran, Dedenoğlu, Kurudere ve Kırkmağara gibi köyler önceden Türkmenlerle
meskûn iken, bugün, bu köylerde Araplar yaşamaktadır.
3. Köyleri boşaltılan Türkler, Arapların yoğun olarak yaşadıklar iç bölgelere yerleştirilmişlerdir.
4. Okullarda verilen ırkçı eğitimle, aslında Türk olmadıkları çocuklara benimsetilmeye çalışılmıştır.
Tarih derslerinde Osmanlı emperyalizmi anlatılarak çocuklara Türk düşmanlığı aşılanmaya
çalışılmıştır. Türkler, Suriye Devleti tarafından Araplardan ayrı bir topluluk olarak kabul edilmediği
için Türkçe öğretim veren okulları olmadığı gibi, bir teşkilatları da yoktur. Ancak Suriye yönetimi
Ermenilere, Süryanilere ve çeşitli gruplara azınlık gözü ile bakarak, onlara dilleriyle eğitim imkânı
verdiği halde, Türklere böyle bir hak vermemektedir. Okumak isteyen bir Türk, ilköğretimden
itibaren Arapça öğrenim veren okullara gitmek zorundadır. Bu durum da köylerde oturan Türkler
arasında okumaya karşı ilgisizlik doğurmuştur.
5. Okumak üzere Türkiye’ye gelmek isteyenlere pasaport verilmemektedir.
6. Suriye Türklerinin ekonomik durumu iyi değildir. Türkmenlerin çoğunluğu ziraat, hayvancılık
ve dokumacılıkla uğraşmaktadır. İşe alınırken Arapçılık ön plana çıkarılarak Arap kökenlilere
kolaylık sağlanırken Türkler işsiz bırakılmıştır. Türkleri, Türkiye’nin casusu olarak görüp onlara
devamlı surette potansiyel tehlike gözüyle bakılmıştır. Suriye yönetimi, bu şüpheciliğinden dolayı
da Kuzey Suriye’deki Türkleri başka bölgelere iskân ederek sınırda bir Arap kuşağı oluşturmaya
çalışmıştır.
7. Örf ve âdetleri gereğince düğün, bayram vb. gibi geleneklerin yasaklanarak benliklerini
kaybetmeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Türk okullarının ya da Türkçe öğreten kurumların olmayışı,
Türkçe gazete, dergi ve kitapların ülkeye sokulmayışı, Türk radyo yayınlarının uzun yıllar boyunca
Suriye’den dinlenememesi ya da çok zor dinlenmesi, Türk filmlerinin gösterilmemesi, spor ve
kültürel faaliyetlerinin olmaması nedeniyle planlı bir şekilde Türkler Araplaştırılmaya çalışılmıştır.
Fransızların Araplara aşıladığı Türk düşmanlığı sebebiyle Türkmenler, Türklüklerini gizleyerek
Araplaşma mecburiyetinde kalmışlardır.
8. Arap-İsrail savaşlarında Türkleri cepheye sürerek zayiat vermelerini sağlanmıştır.[12]
Bu konuda Gaziantep Kültür Dergisi’nde, Cemil Cahit Güzelbey tarafından 1958 yılında yazılan
“Suriye Türklerinin Durumu” başlıklı yazıdan bir bölüm aktarmayı, Suriye’nin uyguladığı
politikanın anlaşılması için gerekli olduğu kanaatindeyiz:
“Suriye’de durum daha fecidir. Birkaç gün önce gittiğim bir hudut köyümüzde bu fecaat acı acı
anlatıldı. Sınırlarımızın hemen ötesinde bulunan yüzlerce Türk köyü Suriyeli Arap Milliyetçilerinin
koyu bir temsil cenderesi içinde kıvranmaktadır. Nüfusu tamamıyla Türk olan bu köylerde Arapça
200 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
eğitim yapan okullar açılmıştır. O kadar ki bu okullara devam etmek mecburiyetinde bırakılan
çocuklara evinde bile Türkçe konuşmak yasak edilmiştir. Bu yavrucaklar o kadar korkutulmuş, o
kadar tehdit altında bırakılmışlardır ki zaman zaman Türkiye’deki akrabalarını ziyarete geldikleri
vakit bile çekine çekine Türkçe konuşmaktadırlar.” [13]
Türklerin Suriye’de rahat yaşayabilmeleri için Türkiye’ye düşen bazı görevler vardır. Bu
görevlerden birkaçı şöyledir:
a. Türkiye, Suriye ile kültür antlaşması yaparak oradaki Türklerin Türkiye’de eğitim yapmalarını
ve tekrar ülkelerine geri dönmelerini sağlamalıdır.
b. Türkiye, Suriye’deki Türkleri azınlık olarak tanıtmalı, Türk okullarının açılmasını, televizyon
ve radyo yayınlarıyla ilgili uluslararası protokollerin yapılmasını sağlamalıdır.
c. Türkiye, dinî inanç, örf ve adetlerinin yaşatılması ile ticarî, ekonomik girişimlerde Araplara
tanınan haklardan Türklerin de yararlanmasını sağlamalıdır.
Dipnotlar
[1] Misak-ı Millî yani Millî Sözleşme, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından “Ahd-ı Millî Beyânnamesi” adıyla 28
Ocak 1920 tarihinde yapılan gizli oturumda kabul edilen, daha sonra 17 şubat 1920’de tüm dünya parlamentolarına
gönderilmek üzere mecliste okunarak yayınlanan. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda
açıklanan ve kabul edilen altı maddelik bildiridir. 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Millî, 12 Şubat 1920’de tüm
dünya parlamentolarına açıklanmıştır. Misak-ı Millî’nin kabulü, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin feshine (11 Nisan)
ve TBMM’nin kuruluşuna (23 Nisan) giden yolu açmıştır. Bu sözleşmenin yazılmasında ve kabul ettirilmesinde,
Anadolu’ya çıkarak Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Mustafa Kemal Paşa ve temsil heyetinin önemli yeri vardır.
Misak-ı Millî ile kapitülasyonlar reddedilmiş ve bugünkü Türkiye’nin teorik sınırları çizilmiştir. Şu maddelerden oluşur:
Arapça konuşan, ancak, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne göre düşman işgali altında bulunan bölge halkının
durumu, bunların hür olarak verecekleri oylara göre belirlenmelidir. Mütareke çizgisinin içinde ve dışında kalan bu
yerlerin, İslam ve soyca bir olan Osmanlı çokluğunun oturduğu bölgelerin hepsi, hüküm ve fiil bakımından, anayurttan
hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür. Halkın, ilk serbest kaldıkları sırada (Haziran 1918) verdikleri oylarla anayurda
katılma kararını belirten Evliye- i Selase (Üç sancak: Kars (Oltu, Olur ve Şenkaya dahil) Ardahan (Artvin, Avara ve
Çürüksu dahil) ve Batum) için gerekirse yeniden serbestçe oylama yapılmasını kabul ederiz. Batı Trakya’nın geleceği
de orada oturanların serbestçe verecekleri oylara göre belirlenmelidir. İslam Halifeliği’nin, Osmanlı Saltanatı’nın ve
hükümetin merkezi İstanbul şehriyle, Marmara Denizi’nin (Boğazlarla birlikte) güvenliği korunmalıdır. Bu şartlara
uyularak, Akdeniz-Çanakkale ve Karadeniz-İstanbul Boğazları’nın dünya ticaretiyle ulaşımına açık tutulması için
bizim de ilgili devletlerle birlikte vereceğimiz karar geçerli sayılacaktır. Azınlıkların hakları, İtilaf Devletleri ile
hasımları ve bir takım ortakları arasında kararlaştırılan anlaşma esaslarına göre (komşu ülkelerdeki Müslümanların
da bu haklardan istifadeleri güveniyle) tarafımızdan sağlanacaktır. Millî ve iktisadî gelişmemize imkân vermek, daha
çağdaş ve muntazam idare ile işleri yürütmek için, her devlet gibi bizim de gelişmemizi sağlamak üzere tam bir
serbestliğe ulaşmamız, hayat varlığımızın temelidir. Bu sebeple; siyasî, adlî, malî ve diğerleri gibi gelişmemize engel
olan bağların karşısındayız. Ortaya çıkacak devlet borçlarımızın ödeme şartları da bu esaslara aykırı olmayacaktır.
[2] “Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı
sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu
belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı
olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlıİslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir sebeple
birbirinden ayrılamayacak bir bütündür.”
[3] Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Ali Kerküklü, Oyun İçinde Oyun Kerkük, Kum Saati Yayınları, İstanbul
2006, 31-33.
[4] İbrahim, Kafesoğlu, “İlk Türk-İslam Siyasî Teşekkülleri”, Türk Dünyası El Kitabı, Ankara: TKAE Yay. 2001, 307308.
[5] Ali, Sevim. “Suriye’de İlk Türkler”, Türk Kültürü, Sayı: 32, 1965, 48-49; Ali Sevim. “Kuzey-Suriye’de Görünen
İlk Türk Emiri Han-Oğlu Harun”, Belleten, Ankara, Cilt: 43, Sayı: 170, 1979, 365-380.
[6] Mustafa, Kafalı. “Suriye Türkleri I”, Töre, Ankara, Cilt:5, Sayı: 21, 1973, 32-33.
www.ulkuocaklari.org.tr 201
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[7] Mustafa, Kafalı. agm., 32-33.
[8] Mustafa, Kafalı, “Suriye Türkleri II”, Töre, Ankara, Cilt:5, Sayı: 23, 1973, 23.
[9] Murat Çelikdemir, XII. Yüzyılda Aşiretlerin Rakka’ya İskanı, Fırat Üniv. Sosyal Bilimler Ens. Yayınlanmamış
Doktora Tezi.
[10] Mehmet, Şandır. “Suriye’de Yaşayan Türkler”, Millî Eğitim ve Kültür, Ankara, Cilt:2, Sayı:7 “Özel Sayı”, 1980,
136-141.
[11] Cengiz, Orhonlu. “Lazkiye Türkleri”, Türk Kültürü, C: 4, S:40, 426-429; Ömer Osman Umar, “Suriye Türkleri”,
Türkler, 20. c. Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, 599.
[12] Mehmet, Şandır, “Suriye’de Yaşayan Türkler”, Millî Eğitim ve Kültür, Ankara, Cilt:2, Sayı:7 “Özel Sayı”, 1980,
136-141; Umar, agm, 599-600.
[13] C. Cahit Güzelbey, “Suriye Türklerinin Durumu”, Gaziantep Kültür Dergisi, Aralık 1958, C:2, S:32, 7-8
202 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KERKÜK ve TÜRKMENLER
Kürşat HÜRMÜZLÜ
Kerkük ve Türkmenler konusunu irdelemeye başlamadan önce Kerkük’ün tarihinden ve içinde
barındırdığı toplumdan kısaca bahsedelim. Kerkük (1519’dan önce Gökyurt), Irak Federal
Cumhuriyeti topraklarında bulunan ve çoğunluk olarak Türkmenler’in, Araplar’ın, Kürtler’in,
Asurlular’ın ve Ermeniler’in oluşturduğu bir şehirdir. Merkez Kerkük’tür. Tavuk, Havice,
Tazehurmatu, Tisin, Altunköprü ilçeleri vardır. Ayrıca Tirkelan, Yayçı, Leylan, Kara Hasan, Kara
İncir gibi bucakları vardır.
1519’da Osmanlı hâkimiyetine girmeden önce Gökyurt olarak anılan Kerkük, 1926 yılında
İngiltere ile yapılan Ankara Antlaşması’yla Irak’a devredilmiştir. Daha öncesinde şehir sırasıyla
Musul Beyliği (1127 – 1233), Erbil Beyliği (1144 – 1209) Kerkük Beyliği (1230), Kara Koyunlu
Devleti (1411 – 1470) ve Ak Koyunlu Devleti (1470 – 1508) hâkimiyeti altında bulunmuştur ve
halen Misak-ı Milli sınırları içerisindedir.
Türk Varlığı
Ünlü oryantalist J. H. Kramers, “12. yüzyılda Kerkük civarının, başkenti Erbil olan Türk beyliği
Begtekinliler’in idaresinde” olduğunu İslam Ansiklopedisi’nde belirtmek suretiyle, bölgedeki
Türk varlığının Osmanlı Devleti’nden önceye dayandığını vurgulamaktadır. Mehmed Hurşid Paşa,
Padişah’a sunulmak üzere, 1849 yılında kaleme aldığı ve resmi nitelik taşıyan raporunda Erbil ve
Kerkük kasabaları ahalilerinin Türkçe konuştuklarını, civarlarındaki Kürt ve Araplardan dolayı
da Kürtçe ve Arapça bildiklerini yazmaktadır. Raporunun geneline bakıldığında, bölgedeki bütün
gurupların etnik özelliklerini vurgulayan Mehmed Hurşid Paşa, bu iki bölgede halkın Türkçe
konuştuğunu belirttikten sonra, Kürt ve Arap ahaliden hiç söz etmemesi, bu iki kentin dâhilinde
19. yüzyılın yarısında bile henüz Kürt ve Arap yerleşik nüfusun bulunmadığını göstermektedir.
Nitekim Irak’ın kuzeyi Türk hâkimiyetinden çıkıncaya kadar, bu bölgedeki en etkili Türk idaresi
Kerkük ve civarında bulunuyordu.
Osmanlı İdaresinde Kerkük
Osmanlı İmparatorluğu döneminde (1918 yılına kadar) Musul Vilayeti ile Kerkük Müstakil
Mutasarrıflığı halinde idare ediliyordu. Erbil şehri Kerkük’e, Hanekin şehri de Bağdat’a bağlı birer
kara merkezi konumunda idi. 1957 yılından günümüze kadar gelen süreç içerisinde Irak iktidarları
tarafından Türklerin yerleşim bölgelerinin idari şekilleri değiştirilerek, bölgenin demografik
yapısının bozulmasına çalışılmıştır. 1957’de Türkmenlerin yerleştiği iller Musul, Kerkük, Erbil
ve Diyala şehirleridir. Bağdat’ta da neredeyse Erbil şehri kadar bir Türk nüfusu yaşamaktadır.
1976’dan sonra Irak’taki idari yapı yeniden değiştirilmiş, yeni vilayetler ortaya çıkartılarak, Irak’ın
il sayısı 18’e çıkartılmıştır. Bu yapılanmada Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin parçalanması
özellikle yapılmıştır.
I.Dünya Savaşı Sonrası Kerkük
1.Dünya Savaşı’ndan sonra Musul ve Kerkük’ün hâkimiyeti İngilizlerin eline geçmiş ve Osmanlı
Devleti’nden ayrılmıştır. Atatürk önderliğinde yapılan Kurtuluş mücadelesinden sonra Türkiye,
www.ulkuocaklari.org.tr 203
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Lozan Barış görüşmelerinde, Musul ve Kerkük’ün tekrar kendilerine verilmesini istemiş ancak
İngilizler bu duruma şiddetle karşı çıkmışlardır. Türkiye bölge halkının bu duruma kendisinin
karar vermesi gerektiğini ve bunun için bölgede bir oylama yapılmasını istemiştir. İngilizler ise
konunun, ismi bugün ‘’Birleşmiş Milletler’’ olan o zamanki Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesini
savunmuşlardır.
İngilizler eğer oylamaya gidilirse sonucun kendi aleyhlerinde olacağını bildikleri için durumu
değiştirmek adına kendilerine has yöntemlere başvurdular. İngiltere yeni kurulmuş olan ve
henüz Kurtuluş Mücadelesinin yaralarını saramamış Türkiye’yi tıpkı bugün diğer devletlerin
ülkemiz içindeki bölücü terörü destekledikleri gibi o zamanda Şeyh Sait İsyanı olarak bilinen
isyanla vurmuştur. Bu isyan Türkiye’yi uzun süre oyaladı ve bunun sonucunda İngilizler Milletler
Cemiyeti’nde ‘Türkiye kendi güneydoğusuna sahip çıkamazken Musul ve Kerkük’ü nasıl idare
edecekler?’’ diyerek Milletler Cemiyeti’nin Türkiye aleyhinde karar vermesinde etkili olmuşlardır.
5 Haziran 1926’da Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile Musul ve
Kerkük kesin olarak Irak’a dâhil edilmiştir.
Bu durumu hiçbir zaman kabullenemeyen Atatürk’ün en büyük hayali tıpkı Hatay gibi bir gün Musul
ve Kerkük’üde anavatana dâhil etmekti. Ancak bu maalesef gerçekleşmedi. Özellikle Atatürk’ün
ölümünden sonra başa gelen hükümetlerin umursamaz tavırları ve gerek diğer devletlerin bu konuda
Türkiye’nin önünü kesmeleri Kerkük meselesini milli bir mesele olmaktan çıkarmıştır. Aslında
2.Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin önüne bu toprakları geri alma konusunda fırsat çıkmışsa da
(çünkü bu konuya müdahil devletler kendi dertlerine düşmüştü) bu fırsatı değerlendirmek adına
hiçbir girişimde bulunulmamıştır.
Türkmen Katliamları
Irak 1932 yılında bağımsızlığını kazandı. 75 yıldır yönetime gelenler orada yaşayan Türkmenlere
ağır baskı uygulamışlar işkenceler etmişler ve gözlerini kırpmadan katliam yapmışlardır. Musul,
Kerkük ve çevre yörelerde yaşayan Türkmenler defalarca katliamlara uğramışlardır. Bunların
başlangıcı 1920’deki Kaçakaç, Telafer katliamıdır. Bu katliamı sırasıyla; Levi Katliamı - Kerkük
1924, Gavurbağı Katliamı - Kerkük 1946, Kerkük Katliamı 14–17 Temmuz 1959, Tazehurmatu
Katliamı 1979, Türkmen Liderlerin Katliamı 1990, Tazehurmatu Katliamı (yaşanan ikinci katliam)
25 Mart 1991, Altunköprü Katliamı 28 Mart 1991, Erbil Katliamı 31 Ağustos 1996, Tazehurmatu
Katliamı (yaşanan üçüncü katliam) 22 Ağustos 2003, Telafer Katliamı 9 Eylül 2004, Telafer Katliamı
(yaşanan ikinci katliam) 21 Şubat 2005, Musul Katliamı 24 Eylül 2005, Yengice Katliamı 10 Mart
2006, Karatepe Katliamı 4 Haziran 2006, Kerkük Katliamı 13 Haziran 2006, Tavuk Katliamı 8
Haziran 2007, Amirli Katliamı 7 Temmuz 2007 katliamları takip etmiştir. Yapılan bu soykırımlar
sonucu binlerce Türkmen kardeşimiz şehit edilmiş, sakat kalmış, kadınlar dul, çocuklar anasız ve
babasız kalmışlardır. Sözde bir Ermeni Soykırımını kabul ettirme adına çeşitli devletlerdeki Ermeni
diasporası her türlü baskıyı yaparken ve dünya Türkiye’ye karşı ayaklanmışken, Türkmenlere
yapılan gerçek soykırım karşısında Dünya duyarsız kalmaya devam ediyor.
Türkmenlerin Bugünkü Durumu
Kerkük’te durum bugün Türkmenler için öncekine göre çok daha belirsizdir. Osmanlı hâkimiyetinden
sonra Irak yönetimine gelen gerek Krallık ailesi gerek diktatör Baas rejimi Türkmenlere yönelik
soykırımlar yapmışlardır. Özellikle bölgeye demokrasi götürmeye giden A.B.D’nin gücünü
arkalarına alıp Irak yönetimine gelen Kürtlerden sonra yapılan zulümlerin artarak devam ettiği
gözler önüne serilmiştir.
Çünkü bugünkü KDP’nin başkanı Mesut Barzani’nin babası Molla Mustafa Barzani 1958 yılında
Kerkük’ü Kürdistan’ın kalbi olarak ilan edip Kürtlere hedef olarak gösterdikten sonra, yıllardır
bu hedeflerine ulaşmak için çalışmışlardır. Bölgede emperyalizme hizmet eden bugünkü aktörler,
işgalden medet uman alçaklar, kurdukları boş hayallere ulaşmanın derdindedirler. Amerika’nın
da desteğini alan ve bölgede kullanışlı bir cihaz haline getirilen Kürtler K.Irak’ta istedikleri
204 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gibi at koşturmaya başlamışlar, Irak Devletinin her kademesine yerleşip K.Irak’ta Kürdistan’ı
kurmuşlardır. Geriye bir tek dünyaya Kerkük’ün bir Kürt şehri olduğunu ispatlamak kaldı. Yakın
geçmişe kadar Kerkük’te yaşayan Türkmenler ile Kürtlerin sayıları birbirlerine kıyaslanamayacak
boyuttaydı. Çünkü Kerkük Türklerin Müslümanlığa geçişinden itibaren bir Türk şehri olmuştur.
Ancak bugünlerde bu durum pek de öyle değil. Saddam devrildikten sonra Kürtler Kerkük’e akın
etmeye başlamışlar sokaklara çadır bile kurup yaşamaya başlamışlardır. Devlet dairelerindeki
Türkmenlerin kayıtlarını yok etmişler ve Türkmenlerin Kerkük’ü terk etmeleri için her türlü baskı
ve zulüm ortamını yaratmışlardır. Son günlerde Kerkük’e 6000
peşmergenin yerleştirilmesi ise bir katliam hazırlığının ve saldırı planının içinde olduklarını
gösteriyor bizlere.
Birkaç ay sonra Kerkük’ün kaderini belirleyecek bir nüfus sayımı gerçekleştirilecek. Yapılan
nüfus sayımına göre Kerkük’ün statüsü tam olarak şekillenecek. Ancak çıkacak sonucu önceden
tahmin etmek zor değil. Çünkü bundan önce yapılan seçimlerde ABD işgalinin destekçisi olan
Kürtlerin çeşitli ayak oyunları, zorbalıkları ve hilekârlıkları yüzünden bugün Irak Meclisinde
sadece bir Türkmen milletvekilli yer alıyor. Bu demek oluyor ki önümüzdeki nüfus sayımında da
aynı şeyler yine gerçekleşecek ve Kürtler Kerkük’ü tamamen ele geçirecekler. Türkiye bu durumu
dünya kamuoyuna anlatmaz ve üzerine düşeni yapmazsa Kerkük’te büyük sıkıntılar yaşanacağını
söylemek için kâhin olmaya gerek yok…
Türkmenler Neden Zayıf?
Türkmenlerin bu kadar zayıf ve güçsüz hale gelmeleri hep “ağabeyleri” Türkiye’nin onları
kurtaracağı umudu idi. Bu yüzden hep oturup beklediler. Türkmenlerin gözleri hep kapıdaydı,
Türkiye bir gün mutlaka gelecek ve o özledikleri huzura kavuşacaklardı. Türkmenlerin Türkiye’yi
hep arkalarında hissetmeleri ve onlara siz bir şeye karışmayın zamanı geldiğinde biz geleceğiz
gibi vaatlerinden dolayı hiçbir zaman silahlı bir mücadelenin içine girmedikleri gibi, ciddi bir
örgütlenmeleri de olmamıştır. Bu zor günlerde dahi münferit çalışmaların haricinde Kerkük’te
ciddi bir silahlı Türkmen kuvveti yoktur. Dolayısıyla Türkmenler karşılarındaki Kürt, A.B.D, Şii,
Arap tehdidine karşı bir nevi eli kolu bağlı oturmaktadır. Tabiî ki bütün suçu Türkiye’nin üzerine
atıp bir kenara çekilemeyiz. Sonuçta Türkmenler yine de kendi aralarında ciddi bir örgütlenmeye
gitmeli bu kara günler için hazır olmalı ve zamanında Türkmen lider kadrosuna karşı yapılan
katliamları önlemeliydi.
Bundan Sonrası
Türkmenler bu zamana kadar Türkiye’den beklediklerini bulamadılar. Bundan sonra da pek mümkün
görünmüyor, çünkü Kerkük meselesi Türkiye’de sadece belli bir kesimin hiç bir zaman unutmadığı
ve hep dile getirdiği bir dava haline geldi yıllardır. Şu anda Türkiye’nin başında bulunan hükümet
Kerkük ve Kuzey Irak konusunda basiretsiz kalmıştır. Genel anlamda dış politika alanındaki
mevcut hükümetin basiretsizliği, Kerkük ve Kuzey Irak’taki aymazlığı, acizliği ve basiretsizliği ile
göz göre göre bölgeden Türkiye’nin tasfiyesine neden olmuştur. Kerkük’teki durum ve hükümetin
acizliği en ciddi milli güvenlik tehdididir.
Barzani ve Talabani gibi basit iki aşiret reisini karşılarına muhatap alarak onları şımartan, küstahça
tavırlarına ses çıkarmayan ve bu adamların Güney Doğumuzda Mehmetçiklerimizi şehit eden
PKK’ya yaptıkları yardımları görmezden gelen Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, daha ne kadar
suskun kalmaya devam edecek bunu bilmiyoruz ama, eğer en kısa zaman içinde bu kutsal dava
herkes tarafından benimsenip harekete geçilmezse her şey için çok geç olacağının farkındayız.
www.ulkuocaklari.org.tr 205
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KERKÜK’ÜN GÖLGESİNDEKİ ŞEHİR:
TELAFER
Kürşat HÜRMÜZLÜ
Türk milletinin yayıldığı coğrafi sahada vuku bulan sorunlar düşünüldüğünde akıllara gelerek,
dillerden dökülenler, Kıbrıs, Karabağ ve Kerkük gibi belli başlı sorunlardır. Hâlbuki en az bunlar
kadar önem arz eden Batı Trakya, Ahıska, Kırım ve Doğu Türkistan’da soydaşlarımızın yaşamaya
mahkûm edildiği sorunların da bunlarla birlikte, aklımızı, zihnimizi ve tabii ki gönüllerimizi
meşgul etmesi, sıralamaya tabii kalmaksızın eşit bir şekilde hatırlanması gerekmektedir.
Ne yazık ki, Türkiye’nin günlük meselelerinin kaygısında Türklük Dünyası’nın büyüdükçe
büyümeye devam ederek adeta kangrenleşen meseleleri ihmal edilmektedir. Tıpkı Kuzey Irak’taki
Telafer’de yaşanan zulme sessiz kaldığımız gibi… Telafer Musul’un 60 km. kadar batısında yer
almaktadır. Telafer kentinin sekiz yüz bin civarındaki nüfusunun neredeyse tamamı Sünni ve Şii
Türkmen’lerden oluşmaktadır. Ayrıca kentin çevresinde 70-100 kadar da Türk köyü mevcuttur.
Telafer kentinin bulunduğu bölgeye yönelik ilk yerleşim girişimleri, Osmanlı devleti’nin bölgeye
yerleşmesi ile başlamış ve Telafer Osmanlı’nın bölgedeki ileri karakolları üzerine bina edilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın temel belgelerinden biri olan Misak-ı Milli’nin dâhilinde bulunan Telafer,
Cumhuriyet’in kurulmasının ardından, Kerkük ve Musul’la aynı kaderi paylaşarak, emperyalist
kışkırtmalı isyanların neticesinde oluşan koşullarda anayurttan koparılmıştır.
Telafer her zaman Irak’ın incisi olarak nitelendirilen Kerkük’ün gölgesinde kalmıştır. Kuzey
Irak’tan bahsedilirken daima Kerkük akıllara gelmekte ve Türkiye Türklerince Kuzey Irak’ın
Türklük açısından yalnızca ibaret olduğu düşüncesi giderek yanlış bir biçimde yerleşmektedir. Bu
bağlamda, ülkemizde birçok kesim ve düşünce akımı tarafından çeşitli biçimlerde Türkmen’lerin
yarınına dair çözüm önerilerinin ortaya atıldığı ve bu meselenin yalnızca Kerkük ekseninde
değerlendirildiği görülmektedir. Elbette Kerkük’ün Türk kültürünün dokusunda temsil ettiği
kadim rol, üzerinde yükseldiği toprağın altında yatan doğal zenginlikleri ile ilk sırayı alacaktır.
Ancak bu Türkiye Türk’lerinin Türkmeneli’ne yönelen siyasi ve stratejik bakışında öteki Türkmen
merkezlerini ihmal eden bir takıntıya dönüşmemelidir. Nitekim Kerkük’süz diğer Türkmen illerinin
düşünülmesi nasıl anlamsız bir hareketse aynı biçimde diğer Türkmen kentlerini göz önüne
almadan, Kerkük’e yönelecek bütün girişimler başarısız olmaya mahkûmdurlar.
ABD’nin Saddam Hüseyin’in idaresindeki Irak’ı 2003 yılında işgal etmesinin ardından Bush
yönetiminin izlediği Irak siyaseti çerçevesinde Türkmenler’e yönelen yıldırma ve Irak’ta yok etme
politikasını Telafer’de en vahşi suretini bulmuştur. İşgalin tamamlanması ve Saddam yönetiminin
devrilmesinin ardından, ABD ve müttefiklerinden müteşekkil işgalci kuvvetlerin bölgedeki yerel
unsurlarla işbirliğine girerek üç kez Telafer’e büyük çapta operasyonlar düzenlenmiş, gerek ülkemiz
kamuoyu gerekse Dünya gökten, yerden ölüm yağdırılan, Türkmen’lerin şehitlikle şereflendikleri
o zalimliklere karşı hareketsiz kalmıştır. Söz konusu bu üç büyük operasyon sırasıyla; 3–9 Eylül
2004, 21 Şubat 2005 ve 2 Eylül 2005 tarihlerinde gerçekleşmiş, nice Türkmen’in mahzun, ağıtları,
nice mazlum feryadı gök kubbeyi sarıp, sağırlığa inat tarihi sesini salmış, Türklük için geri
ödenemez bedeller vermişlerdir.
3-9 Eylül 2004; Zalim’in, Telafer’e ilk pençesi. 5000 ABD asker, yanlarında işbirlikçi 1500
peşmerge ve 1500 kişilik Şii Bedir Tugayı ile Telafer kuşatma altına aldı. İşgalciler ve işbirlikçi
yerel unsurların başlattıkları taarruz havadan uçaklarla desteklenirken, Anadolu’dan koparılmış
206 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
öksüz Telafer sokaklarında, modern savaş makinelerinin yarattığı alevler, acı gözyaşı ve ölüm
olarak şehrin üstüne kapkara bir perde halinde gerilmekteydi. Mazlum Telafer’i, öksüz Türkmen’i
zulme gark eden emperyalistlerin bahaneleri ise bilindik ve sıradandı: “Telafer’de kimyasal silah
ve El-Kaide örgütüne mensup teröristler bulunmaktaydı.” Telafer’e yönelen saldırı katliamın
sınırlarını soykırıma doğru zorlarken, medeni Batı’nın en demokratik, insan hak ve özgürlüklerine,
bununla birlikte de insan yaşamına en yüksek saygıyı gösteren (!!!) ABD Telafer’in üzerinden
yere, o mübarek şehrin sokaklarına, napalm bombaları bırakmakta, Cehennem’in provaları yangın
yerine dönen şehirde, çektikleri ile ebediyen Cennetlik olacak bir halka yaşatılmaktaydı. Bunlar
da yetmeyecekti, 3 Eylül’de şehre saldırıya girişen saldırganlar, şehrin bazı mahallerini dikenli
tellerle çevirerek abluka altına alırken, Türk halkının yakından tanıdığı bir manzarayı, Sırp
kasaplığının zirvesi olan insan avının yeni bir şeklini yaşama geçirmekteydiler. Artık bu tellerden
geçenlere yaşam hakkı tanınmamaktaydı. Aşanlar, çoluk çocuk demeden, kadın erkek, yaşlı genç
ayırt etmeden, hainlerin ateşledikleri silahlarla öldürülmekte, keskin nişancıların çaresiz hedefi
olmaktaydılar.
6 gün Telafer’de kan. 6 gece Telafer’de işkence. 6 gün ve gece kasırga gibi esen ölüm ve bu altı
günün sonunda. 500’ün üzerinde şehit. Telafer’in bu acı hali karşısında Anadolu ses vermeliydi.
Türk oldukları için zulme hedef olanlara sahip çıkılmalı dur denilmeliydi. Ancak o günlerde
Türkiye’nin iradesi siyasi hırsı sermaye, emperyalizme hizmet etmeyi esas sayan siyasi bir zihniyetin
idaresinde zaafa uğratılmaktaydı. Dönemin dışişleri bakanlığı sözcüsü Namık Tan yaptığı haftalık
bilgilendirme toplantısında dönemin Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün Estonya ziyareti esnasında
ABD’li yetkililer ile temas kurduğunu belirtmiş ve bu bağlamda Telafer’de yaşanan insanlık
dramı konusunda yalnızca yetkilileri “uyarmakla” yetindiğini Türkiye kamuoyuna duyurmuştur.
Türkmeneli’nde yaşanan katliam ve kırımlara göz yumacak kadar çaresiz kalan iktidarın bu
uyarıları elbette ki yeterli olmamış, işgalci ABD Telafer’de süren kutlu direnişi kırmak niyetiyle
başlattığı operasyonları sürdürmüştür.
21 Şubat 2005; Türkiye’deki yetersiz iktidardan, Türkmenlerin bölünmüşlüğünden ve nihayet
emperyalizmin gaddar kudretinden hareketle Telafer yeniden saldırılara maruz bırakılmakta…
ABD askerlerinin başını çektiği bu ikinci operasyonda artık işbirlikçilerin devleti tamamen ele
geçirmeleriyle birlikte kurulan ordunun unsurları da yer almaktadır. Irak Ulusal Muhafız Birliği
askerleri karadan Telafer’ yönelirken, havadan ABD savaş helikopterleri onlara destek vermekte
ve yine güzide Türkmen kenti Telafer, kana, gözyaşına boğulmaktadır. Tarih 21 Şubat 2005.
Saldırganlar operasyonun ilerleyen saatlerinde Telafer kalesine kadar ilerliyorlar, bu esnada kale
içerisinde yer alan ve tek suçları o saatte o yerde olmaktan ibaret çok sayıda kişi ayırt etmeksizin,
askerlerin açtıkları ateş neticesinde öldürülmüşlerdir.
Yapılan bu ikinci saldırının ilkiyle mukayese edildiğinde arada da ki farkın, 21 Şubat 2005 tarihli
saldırının hanesine şiddet ve kayıplar bakımından daha vahim bir neticeyi eklerken, operasyon
sonrasında yapılan tespitler tüyler ürperten bir gerçeği daha ortaya çıkarmaktaydı. Ölü ve
yaralıların yanında, bu operasyonun zayiatları arasında kaybolan insanların sayısı dikkat çeker
boyutlara ulaşmaktaydı. Meseleyi inceleyen Türkmen yetkililer, operasyon sırasında ABD ve Irak’lı
askerlerin cinsiyet ya da yaş ayırmaksızın, kişileri alıkoyduklarını tespit etmişler ve nihayetinde
bunun hem saldırının yarattığı psikolojik baskıyı Telafer’de daha da katı bir biçimde hissettirmek
amacıyla yapıldığını belirtmişlerdir.
Bu iki saldırının ardından İlk saldırısından neredeyse bir yıl sonra Türkmen direnişinin kalesine
dönüşen Telafer’e üçüncü bir saldırı gerçekleştirilmiş, insanlık, hak ve merhamet olmaksızın
Irak’ın hâkim güçleri ve işgalci ABD’nin savaş makinesi Telafer’in bugüne kadar görülmedik bir
zulüm çemberinde, şiddetli bir saldırıya maruz bırakmışlardır.
Tarih 2 Eylül 2005; 5000 ABD askerinin ve 1500’den fazla peşmergenin yer aldığı operasyonda
öncelikli Telafer abluka altına alınarak, Gazze’de, Şeria’da yaşanan dramın bir benzerinin
sahnelenmesinin ilk adımları atılmıştır. Ablukanın başlatılmasından birkaç gün sonra ABD’li işgal
güçleri, ağır silahlar ve havadan ise helikopter ve savaş uçaklarının saldırılarıyla kent harabeye
www.ulkuocaklari.org.tr 207
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çevrildi. 80’in üzerinde Türkmen bu bombardıman esnasında hayatını kaybederken, saldırganlar
şehirdeki üç camiyi de yerle yeksan ettiler. 150’den fazla ağır yaralıların bulunduğu kentte, sağlık
hizmetlerini gören tek hastane ABD’lilerce çatışmalar esnasında ele geçirildi.
Yerel kaynakların o günlerde çatışmaların sıcak anında verdikleri bilgilerde ABD’liler şehir
hastanesini bir karargâha dönüştürürken, kesin şekilde hastane asli hizmet niteliğini kaybetti ve
şehirde sağlık hizmetleri verilemez oldu. Kente mahalleler arasına tel örgü çeken ABD’li askerler
şehir halkının dünya ile olan iletişimini tamamen keserken, o esnada ABD’lilerin yanında hazır kıta
bulunan peşmergeler Türkmen mahallerine saldırmaktaydı. Peşmergeler, 50’den fazla evi, içinde
yaşayan sakinlerini evlerinden çıkarmadan, başlarına yıkarak, 100 fazla Türk’ü hanelerinde şehit
ettiler. Nihayet kentin kontrolünü bütün gaddarlıklarını sergileyerek ele geçiren ABD askerleri,
Türkmen gençlerini alıkoyarak bugün bile bilinemeyen bir yere götürdüler. Bu vahşiliklerin
yaşandığı anda, Telafer kentinin Reşadiye mahallesinde ise bu Irak hükümetinin altında imzasının
bulunduğu bildirilerde Telafer’in Türk halkına seslenilmekteydi: “Şehri boşaltın.” Verilen
mesaj, tüm çıplaklığıyla operasyonun niyetini özetlemekteydi. Telafer, Kerkük gibi, Musul gibi
Türkmen’siz olacaktı. Ne pahasına olursa olsun bu böyle olmalıydı.
Yapılan saldırıların ABD’ne göre gerekçesi Telafer’de yuvalanmış bulunan El-Kaide terör örgütünün
militanlarını yakalamak ve Saddam Hüseyin’in sakladığını iddia ettiği kimyasal silahları ortaya
çıkarmaktı. Ancak Telafer ateş çemberine alınıp, katliamlara maruz bırakıldığı bu üç operasyonun
neticesinde ABD’nin gerekçe olarak gösterdiği bu unsurlara Telafer şehrinde rastlanılmadı. Bu
bakımdan bu geçersiz, gerçekliklerden kopuk bahanelerin ardında gizlenen asıl sebep Telafer’in
taşıdığı stratejik konumla alakalıydı.
Telafer, coğrafi konumu itibariyle çok önemli bir yerde yer almaktadır. Suriye sınırına geçişte,
Kuzey Irak’lı aşiretlerin ve ABD’nin “istanlı” emellerine mani olan bu kent bu bakımdan bir geçiş
noktası niteliğindedir. Bugün Kürtleştirilmeye tabii tutulan bu ket, geçmişte Baas rejimi tarafından
Araplaştırılmaya çalışılmıştır. Saddam’ın devrilmesinin ardından, Kuzey Irak’ta egemenliği eline
alan KDP ve KYB’nin Kerkük’te uyguladığı, adam kaçırma, bombalı saldırı, ABD ile ortak
operasyon düzenleme gibi araçlardan müteşekkil yıldırma politikaları ile halkı Telafer’den göç
etmeye zorlamıştır.
Telafer şehri, Suriye sınırının hemen kuzeyinde yer alıyor, Suriye’de Kürtlerin yaşadığı Kamışlı
bölgesiyle doğuda Kürtlerin kontrolündeki Kuzey Irak arasında tampon bölge konumunda.
Türkiye sınırına 70 km. mesafede olan şehir, Kürt bölgelerini ortadan bölmektedir. Yani, Irak,
Suriye, Türkiye ve İran topraklarının belli kısımlarını içine alan sözde Kürdistan’ın bir bütünlük
oluşturması için Türk toprağı olan Telafer’in ele geçirilmesi ne olursa olsun gerçekleştirilmesi
gereken bir amaç olarak görülüyor ABD ve Kürtler tarafından. Gerçekleştirilen vahşi, insanlık dışı
operasyonların daha doğru bir tabir ile soykırımın asıl amacı budur.
İkinci amaç ise; hain terör örgütü PKK ile Kuzey Irak Kürtlerinin yararlandığı ve Türkiye’deki
birçok suç örgütünün kullandığı Habur sınır kapısının kapatılmasını önlemek. Ayrıca Suriye
sınırında açılacak Sıncar ve Türkiye sınırında açılacak Ovacık sınır kapılarının kontrolünü ele
geçirmek. Bilindiği gibi, Türkiye Barzani’nin kontrolündeki Habur sınır kapısına alternatif olarak
Ovacık kapısını açmayı çok istiyor. Böylece Irak’la yapılacak ticari alışveriş ve diğer ilişkiler, Kürt
bölgesine girmek zorunda kalmadan Telafer üzerinden yapılacak. Daha da önemlisi Türkmenlerin
güvenliği ve diğer ihtiyaçları için kolayca kullanılabilecek bir yol olacak Ovacık sınır kapısı.
Bu nedenler bir araya getirildiğinde yapboz tamamlanmış oluyor. Irak’ın petrolüne ve Kürtlerin
kuracağı sözde Kürdistan ile bölgeye hâkim olmayı hedefleyen ABD için Büyük Orta Doğu
projesinin bir ayağı da tamamlanmış olmaktadır.
Meydana gelen bu soykırım sırasında Türkiye tarafından ABD’ye, katliamları durdurması söyleniyor
ve Kızılay yardım ekibi bölgeye gönderiliyor. Fakat ne ABD tarafından müttefik ülke Türkiye’nin
uyarsı dinlendi ne de Kızılay oradaki soydaşlarımıza yardım edebilmiştir. Bugün Telafer’in
nüfusunun %70’e yakını evlerini terk ederek Kerkük ve diğer Türkmen yerleşim birimlerine göç
208 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
etmişlerdir. Kuzey Irak’lı Kürtler ve ABD istediklerini nerdeyse elde etmiş olmaktadırlar.
Meseleye başka bir cihetten bakıldığında aslında ABD’nin Irak savaşını kazandığı görülmektedir.
ABD’li petrol şirketleri Irak petrolünü işletme hakkına sahip olmuşlardır. Arada ezilen Türkmenler
ise hiçbir hak talep edemeyerek etseler bile Türk olmanın, şerefli ve şanlı bir soydan gelmenin
cezasını kanlarıyla ödemeye devam edecekler. Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti ağırlığını bölgede
hissettirmeli yapılan zulümlere ve soykırımlara dur demelidir. Amerika’nın dolayısı ile İsrail’in
emellerine hizmet eden BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) bölge ülkelerin teker teker parçalanması
ile tamamlanacaktır. Türkiye’nin de bölge içinde olması, diğer ülkeler gibi tehdit altında olduğunu
gösterir. Hem kendi içinde bulunduğu tehdidi bertaraf etmesi açısından hem de aslında kendi halkı
olan bölgede yaşayan Türkmenlerin esaretten kurtulması adına mutlaka net ve kararlı adımlar
atmalıdır.
www.ulkuocaklari.org.tr 209
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KIBRIS SORUNU
Çağrı ÖZKAN
Kıbrıs Adası’nın Kısa Tarihi
Kıbrıs, konumu itibariyle tarih boyunca pek çok imparatorluğun kontrolü altına girmiş bir Doğu
Akdeniz adasıdır. M.Ö 1400’lü yıllardan itibaren, Hititler, Mısırlılar, Asurlular ve Persler gibi pek
çok toplum tarafından yönetilmiş, M.Ö 58 yılında ise Roma İmparatorluğu tarafından alınmıştır.
Ada, M.S 395 yılında ikiye ayrılan Roma İmparatorluğu’nun Bizans İmparatorluğu olarak
adlandırılan kısmında kalmış, 649 yılında ise İslam Devleti’nin Şam valisi olan Muaviye tarafından
ele geçirilmiştir. 300 yıl süren İslam hâkimiyeti döneminde Kıbrıs’ın Ortodoks yapısı bir nebze
de olsa değişmiş, İslam toplumu adaya yerleşmiş ve adada pek çok eser bırakmıştır. Ancak 964
yılında Bizans İmparatorluğu tekrar Kıbrıs’ı ele geçirerek yaklaşık 240 sene sürecek olan ikinci
hakimiyet dönemini başlatmıştır. 1191 yılında 3. Haçlı Seferi esnasında Avrupalı Hristiyanlar adayı
Bizans’tan almıştır. Bu tarihten sonra Kıbrıs adasında uzun yıllar Avrupalılar hüküm sürmüştür.
16. yy.’a gelindiğinde ise, Osmanlı İmparatorluğu ada üzerinde hakimiyet kurmaya başlamış, 1517
yılından itibaren Türkler adada fiili bir hakimiyet kurmuşlardır. 1571 yılında ise II. Selim Kıbrıs’a
akın düzenlemiş, Limasol, Girne ve Lefkoşe’den başlayarak adayı Osmanlı sınırlarına dahil etmiştir.1
307 yıl boyunca Kıbrıs, tarihinin en huzurlu yıllarını yaşamıştır. 93 Harbi olarak da bilinen 18771878 Rus Savaşı patlak verdiğinde ise adanın kaderi bir kez daha değişmiştir. Osmanlı’nın Rusya
ile uğraşmasını fırsat bilen ve hem Doğu Akdeniz’deki gücünü sağlamlaştırmayı hem de Rusların
sıcak denizlere inmesini engellemeyi hedefleyen İngiltere, Osmanlı’ya baskı kurarak adanın
yönetimini ele geçirmiştir. Geçici bir süre için ve senelik yüz bin altın kira karşılığında adanın
yönetimi İngiltere’ye devredilmiş ancak mülkiyet hakları korunmuştur.2 Ancak uzun yıllar sonra
çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması İngiltere’nin planlarını gerçekleştirmesine yardımcı
olmuş, savaş sırasında ada İngiltere tarafından ilhak edilmiştir. Bu tarihten sonra ise adanın bizim
az çok bildiğimiz yakın tarihi başlar; 1960 yılında iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur, 1974’te
Türkiye’nin müdahalesi ile ada ikiye bölünür ve 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti
kurulur.
Kıbrıs’ın Stratejik Önemi
Akdeniz’in Sicilya ve Sardunya adalarından sonra en büyük üçüncü adası olan Kıbrıs 9,251.50
km2 büyüklüğündedir. Ada Türkiye’ye 65 km uzaklıkta yer almaktadır. Kıbrıs’ın Suriye’ye olan
uzaklığı 100km, Mısır’a olan uzaklığı 420km ve yıllardır ada üzerinde hak iddia eden Yunanistan’a
uzaklığı ise tam 1100km’dir.3 Kıbrıs, Doğu Akdeniz ticaret yollarının tamamına hakim konumuyla
deniz ticareti için olmazsa olmaz bir duraktır.
210 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Son dönemlerde yapılan araştırmalar sonucunda ada ve etrafında bol miktarda petrol yataklarının
olduğu tespit edilmiş, hatta bu petrollerin aranması ve kullanımıyla ilgili Türk ve Yunan tarafları
arasında birtakım gerginlikler yaşanmıştır. Rum kesimi Mısır ve ABD’yi yanına çekerek Doğu
Akdeniz’deki petrol sahalarını adeta ele geçirmeye çalışmış, bu durum Türkiye ve KKTC’nin
tepkisini çekmiştir 4. Kıbrıs Rum Yönetimi, daha önce olduğu gibi petrol arama çalışmalarına
Türkiye’nin müdahale etmesini engellemek için ABD flamalı petrol arama gemilerini kullanmaya
başlamış, böylece Türkiye’yi doğrudan ABD ile karşı karşı karşıya bırakmayı hedeflemiştir. Ayrıca
ABD’nin açıklamaları da, bölgede petrol aramaya hakkı olan devletin tek meşru devlet olan Kıbrıs
Rum Kesimi olduğuna dikkat çekmiştir. Böylece ABD – Rum işbirliği ile Kıbrıs bölgesindeki petrol
yatakları paylaşılabilmiş, Türkiye ve KKTC bu sürecin dışında tutulmuştur. Sadece bu süreç bile,
Kıbrıs’ın doğal kaynakları ve stratejik konumunun ne denli zengin olduğunu ortaya koymaktadır.
Kıbrıs Adası, tüm Doğu Akdeniz’i, dolayısıyla da Türkiye, Suriye, Mısır ve İsrail’i kontrol
altında tutabilecek askeri bir üs, Süveyş Kanalı ile birlikte tüm Doğu Akdeniz ticaretinin kilit
noktası olan bir liman ve her türlü doğal zenginliği için tükenen dünyanın son kaynaklarından
biri konumundadır. Bunca zenginliğiyle Kıbrıs Adası’nın Avrupa, İsrail, ABD ve Yunanistan gibi
güçlerin tüm dikkatini üzerine çekmesi son derece doğal bir sonuçtur.
Neredeyse tüm Batı dünyası tarafından hedef olarak görülen Kıbrıs, Türkiye için de son derece
önemli bir konumdadır. Her şeyden önce, ada yüzyıllardır Türk nüfusun evi olmuş, çekilen pek çok
acıdan sonra Türk milleti için vatan olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında ana vatan topraklarının
güvenliğini sağlayabilecek olduğu kadar, tehdit de edebilecek bir stratejik konuma sahiptir. Kıbrıs
bu bakımdan Türkiye’nin güvenlik teminatıdır. Girit, Rodos ve diğer Ege adalarının Yunanistan
tarafından kontrol ediliyor olması, güvenlik açısından Kıbrıs’ı Türkiye’nin olmazsa olmazı
yapmaktadır. Tüm bu şartlar altında açıkça görülmektedir ki, Kıbrıs’ın geleceği Türkiye için Batılı
devletlere bırakılamayacak kadar önemlidir.
İlk ENOSİS Hareketleri
ENOSİS, Yunancada “birleşme” anlamına gelmektedir. Bağımsızlığından itibaren Yunanistan, işgal
ve ilhak ettiği toprakları ENOSİS davasının bir sonucu olarak göstermiş, Yunanların ana vatanı
olan Büyük Yunanistan’a ait toprakların geri alındığı yalanının arkasına saklanmıştır. Günümüzde
mevcut olan Kıbrıs sorununun kaynağı da Rumların ENOSİS hayalleridir.
25 Mart 1921 tarihinde Serhatköy’de, Rumlar ilk kez Kıbrıs’ın geleceği hakkında bir plebisit5
gerçekleştirdiler. 500 civarında Rum’un katıldığı plebisit sonucunda Kıbrıs’ın Yunanistan’a
ilhak edilmesi kararı alındı.6 Bu karar İngiliz yönetimine sunuldu ancak reddedildi. Bundan 10
sene sonra, 1931 yılında Rumların ENOSİS hareketleri fiili bir isyana dönüştü. Rum bir papazın
önderliğinde başlayan ayaklanma İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından şiddetli bir şekilde bastırıldı.
İsyana katılmayan, aksine tamamen karşı çıkan Kıbrıslı Türkler ise adeta Rumlardan bile daha çok
cezalandırılarak, olası bir isyana karşı tehdit edildiler. 1931 ayaklanmasından sonra İngiliz yönetimi
adada sıkıyönetim ilan etti. Tüm siyasi faaliyetler yasaklandı, iki tarafın da milli ögelerine sansür
getirildi. İngiliz idaresinin yasakları 1942 yılında kadar devam etti. Bu yıldan sonra ise Rumların
AKEL, Türklerin ise KATAK partilerini kurmaları ve Doktor Fazıl Küçük önderliğindeki Halkın
Sesi gazetesinin yayına başlamasıyla ada tekrar iki tarafın siyasi çalışmalarına sahne oldu.
1921-1931 yılları arasında yaşanan ilk ENOSİS hareketleri Rumların ada üzerindeki emellerini
açıkça ortaya koyarken Kıbrıslı Türklerin adadaki yeri hakkında da akıllarda soru işaretleri
bıraktı. Rumlar, Türkleri tıpkı İngilizler gibi işgalci statüsüne koyuyor, Yunanistan çatısı altında
tek toplumlu bir gelecek hayali kuruyorlardı. Türkler bu durum karşısında tepki ortaya koyup,
Rumların Yunanistan’a ilhak isteklerini protesto etseler de, Türkiye bu dönemde etkili bir tepki
ortaya koyamamış, kendi kurtuluş mücadelesi ve ardından toparlanma çalışmaları arasında Kıbrıs
meselesi adeta unutulup gitmişti. Misak-ı Milli sınırları içerisinde de yer almayan Kıbrıs, açıkça
Yunan Megalo İdea’sının hedefi oldu ve bu konuda karşısında sadece İngilizleri ve adadaki Türkleri
buldu.
www.ulkuocaklari.org.tr 211
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kıbrıs Türklerinin Örgütlenmesi
Kıbrıs Türklerinin tarihinde en önemli şahsiyetlerden biri Doktor Fazıl Küçük’tür. Halkın Sesi
gazetesini çıkaran Fazıl Küçük, mücadelesine Türk okullarının İngiliz idaresinden alınarak Türk
halkına teslim edilmesi için çalışarak başladı. 1944 yılında, kurucularından biri olduğu KATAK
partisinden ayrıldı ve Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi’ni kurdu. ENOSİS hareketlerinin karşısında
durmak üzere çalışmalarına başlayan parti, 1949 yılında KATAK ile birleşerek Kıbrıs Milli Türk
Birliği Partisi adını aldı. Doktor Fazıl Küçük ve partisinin Kıbrıs mücadelesindeki yeri oldukça
önemlidir. Özellikle de 1948 yılında Fazıl Küçük’ün düzenlediği mitingler neticesinde Kıbrıslı
Türklerin kazandığı haklar, daha sonraki yıllarda devam edecek olan mücadele bakımından oldukça
önem teşkil etmiştir. Türk Aile Mahkemeleri’nin ve Müftülük’ün kurulması ile Türk okullarının
ve Evkaf’ın Türk halkına devredilmesiyle, Kıbrıs Türk Milli Partisi’nin 1944 yılında kuruluş
bildirgesinde ortaya koyduğu hedeflerin büyük kısmı gerçekleşmiş oldu.7
1945 yılında İngiltere’de yönetime gelen İşçi Partisi, Kıbrıs konusunda yumuşak bir tavır izlemiş,
bunun neticesinde Rumlar, ilhak taleplerini sunmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünmüşlerdi.
Nitekim 1947 yılında Rum AKEL partisinin temsilcileri, İngiliz Hükûmetine Ada’nın Yunanistan’a
bağlanması taleplerini ilettiler. Amerikan kamuoyu da, bu tür bir ilhak yaşanması durumunda
Amerika’nın karşı çıkmayacağını belirtiyordu. Bu durum karşısında Kıbrıslı Türkler derhal harekete
geçtiler ve büyük mitingler düzenlediler. Ancak bütün bunlar Türkiye’nin harekete geçmesini
sağlayamadı. Türk Hükümeti, tüm bu karışıklıklar karşısında sessizliğini korudu.8
Daha sonraki dönemde Türkiye’de de Kıbrıs konusunda canlanmalar yaşandı. 1949 yılında
Anadolu’da Kıbrıs Türk’lerinin haklarını korumak amacıyla mitingler düzenlendi. Ancak
NATO’nun kurulması gündemi değiştirdi ve Kıbrıs konusundan bir süre uzaklaşıldı. Ancak 1950
yılında Demokrat Parti hükümetinin başa gelmesiyle Kıbrıs politikası değişti ve Türkiye Kıbrıs
konusunda açıklamalar yapmaya başladı.9
İkinci Plebisit ve EOKA
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya üzerindeki kolonilerin teker teker bağımsızlık kazanmaları,
1950’ye gelindiğinde Rumları da etkiledi. İngiliz hükümetinin değişen tutumunu da değerlendiren
Rumlar, ikinci plebisiti düzenlediler ve İngiliz hükümetine taleplerini ilettiler. Rumların talepleri
kabul edilmese de bu ikinci plebisit ENOSİS çalışmalarının hızlanmasında öncü oldu. Tüm bunlar
yaşanırken, ileride Kıbrıs tarihinin en önemli karakterlerinden biri olacak olan Makarios, Rum
Başpiskoposu seçilerek görevine başladı. Makarios’un ilk çalışması, ENOSİS’in gerçekleştirilmesine
yönelik bir örgüt kurulması oldu. 1952’de Atina’da başlayan çalışmalar, EOKA adlı örgütün Yorgo
Grivas önderliğinde 1 Nisan 1955 yılında faaliyete geçmesiyle başarıyla sonuçlanmış oldu. Kısa
süre sonra EOKA, yüzlerce Kıbrıs Türkünün katledilmesinden sorumlu olacaktı.
Rumlar Kıbrıs’ta ENOSİS faaliyetlerini hızlandırırken, Türkiye ve Yunanistan cephelerinde de
farklı siyasi hareketler yaşanıyordu. 1949 yılında NATO’nun kurulmasıyla, SSCB tehlikesini bir
süredir yakından hissetmekte olan Türkiye ve Yunanistan, güvenliklerini sağlamak amacıyla bu
ittifaka katılmayı hedef olarak belirlediler. 1952 yılında iki ülkenin aynı anda NATO üyesi olması,
bir süredir Kıbrıs yüzünden gerginlik yaşayan iki ülkeyi yakınlaştırdı. Ancak bu yakınlaşma çok
uzun sürmedi. Yunanistan, Türkiye’nin istikrarsız dış politikası karşısında Kıbrıs konusundaki
ENOSİS yanlısı tavrını son sürat sürdürürken, Türkiye ile ilişkilerini de göstermelik bir biçimde
sürdürdü. Böylece Türk hükümeti her şart ve koşulda Kıbrıs konusunda ılımlı mesajlar verirken,
Yunan hükümeti Ada’nın ilhakı için gerekli ortamı oluşturuyordu. Türk halkının tüm itirazlarına
rağmen Türk hükümeti tavrını sürdürdü.
1954 yılına gelindiğinde Yunanistan, şartların olgunlaştığını düşünerek Kıbrıs’ın SelfDeterminasyon10 hakkını kullanabilmesi için Birleşmiş Milletlere başvurdu. Türkiye’nin de karşı
çıkmasıyla BM bu talebi reddetti. Daha sonra EOKA’nın eylemlerine başlaması ve Ada’daki Türk
köylerine baskınlar düzenlemesiyle gerginlik üst düzeye çıktı. Gerginliği çözmek için 29 Ağustos
212 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
– 7 Eylül 1955 arasında gerçekleştirilen Londra Konferansı da sonuçsuz kaldı.11 1956 yılında
İngiltere Kıbrıs politikasında değişikliğe gitti ve Ada’daki İngiliz üslerinin korunması şartıyla selfdeterminasyon hakkının kullanılmasını kabul etti. Ancak anlaşmazlıklar ve Türkiye’nin baskıları
nedeniyle karar uygulanamadı. Sorun iki kez BM’de görüşüldü ve ikisinde de Yunanistan tezlerini
kabul ettirmeyi başaramadı. Ancak bu sırada EOKA saldırılarına devam ediyor ve Ada’daki Türk
nüfusu ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Saldırılarda pek çok Türk şehit edildi, 30’a yakın Türk
Köyü yakıldı. 1957 yılında NATO Yunanistan ve Türkiye arasında Kıbrıs konusunda ara bulucu
olmayı önerdi. Böylece kısa bir süre için de olsa EOKA ateşkes ilan etti ve saldırılarına ara verdi.
NATO’nun ara buluculuğu da çözüm için yeterli olmadı ancak görüşmelerin ardından Türkiye
büyük bir politika değişikliğine gitti. Görüşmelerden kısa süre sonra yapılan açıklamalarda,
çözümün ancak “Taksim” yoluyla çözülebileceği belirtiliyordu.
Taksim Politikası, Türk Mukavemet Teşkilatı ve Denktaş
Taksim politikası, genel olarak Kıbrıs’ın Türk ve Rum olarak ikiye ayrılması ve iki bağımsız
cumhuriyet olarak var olmasını öngören bir politikadır. Türkiye bu politika doğrultusunda 1958
yılından itibaren çalışmalarda bulunmuş, ancak Ada’ya geniş bir özerklik ve taraflara geniş siyasi
haklar veren Macmillan Planı’nın ortaya konmasıyla, bu plana destek verebileceğini belirterek
tekrar politika değiştirmişti.
EOKA’nın Türklere yönelik katliamları gerek Kıbrıs’ta gerekse Türkiye’de artık sabırları taşırmıştı.
Bunun üzerine Kıbrıs tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Rauf Denktaş ve Doktor Fazıl
Küçük, 1957 yılında Türkiye’ye gelerek Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile temasa geçtiler.
Denktaş ve Küçük, Zorlu’dan silahlı bir teşkilat kurulabilmesi için yardım istedi. Bunun üzerine
Fatin Rüştü Zorlu ve Özel Harp Dairesi Başkanı Tümgeneral Daniş Karabelen’in çabalarıyla
lider kadrosunu Rauf Denktaş, Daniş Karabelen ve Fazıl Küçük’ün oluşturduğu Türk Mukavemet
Teşkilatı kuruldu. TMT, her türlü ENOSİS hareketine karşı Kıbrıs Türk’lerini korumayı hedefliyor
ve Türkiye’yi ana vatan olarak kabul ediyordu.12
Türk Mukavemet Teşkilatı’nın en önemli isimlerinden biri olan Rauf Denktaş, İngiltere’de aldığı
hukuk eğitiminin ardından bir süre Kıbrıs’ta avukatlık yapmıştı. Kendini davaya adamadan kısa
süre önce de savcılık görevinde bulundu. Daha sonra bu görevinden istifa etti ve kendini ENOSİS’le
mücadeleye adadı. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurulmasına öncülük etti ve teşkilatın etkin
mücadelesinde yer aldı. Rauf Denktaş, Kıbrıs Türkleri için verdiği mücadeleye daha çok uzun
yıllar hizmet verecekti.
Kıbrıs Cumhuriyeti
1959 yılına gelindiğinde, Kıbrıs sorunu hususunda tarafların politikalarında bazı değişiklikler
yaşandı. Özellikle NATO’nun çabalarıyla, Kıbrıs’ta “Taksim” ve “ENOSİS” politikalarından
görünüşte de olsa vazgeçildi. 5-11 Şubat 1959 tarihleri arasında Türkiye ve Yunanistan Zürih
Konferansı’nda bir araya geldiler. Konferansta iki toplumun da haklarını koruyacak bir cumhuriyet
kurulması kararı alındı. Ancak bir diğer garantör devlet olan İngiltere’nin de antlaşmayı imzalaması
gerektiği için 19 Şubat tarihinde tekrar bir araya gelindi ve antlaşma üç devlet tarafından kabul
edilerek imzalandı. Kurulacak cumhuriyetin temel esasları antlaşmada şu şekilde yer alıyordu:
1-Kıbrıs devleti, Cumhurbaşkanlığı rejimine dayanan bir Cumhuriyet olacaktır. Cumhurbaşkanı
Rum ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Türk olacak ve genel oy verme yöntemiyle, adadaki Rum ve
Türk toplumları tarafından ayrı ayrı seçileceklerdir.
2-Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi dilleri Rumca ve Türkçe olacaktır. Yasama ve idari belgeler ve
dokümanlar iki resmi dilde yazılacak ve yayınlanarak ilan edilecektir.
3-Kıbrıs Cumhuriyetinin, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı tarafından birlikte
seçilecek tarafsız bir desen ve renkte, kendine özgü bayrağı olacak, Yetkililer ve Toplumlar,
bayramlarda Kıbrıs bayrağı yanında Rum ve Türk bayraklarını da aynı zamanda çekme hakkına
www.ulkuocaklari.org.tr 213
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sahiptir. Rum ve Türk Toplumları Yunan ve Türk milli bayramlarını kutlama hakkına sahip
olacaktır.
5-Yürütme erki, Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısında toplanacaktır. Bu maksatla, 7
Rum ve 3 Türk’ten oluşan bir Bakanlar Konseyi (Kurulu) oluşturulacaktır.
6-Yasama erki, genel seçim hakkına uygun olarak, 5 yıl için % 70 Rum ve % 30 Türk oranında
Türk ve Rum Toplulukları tarafından ayrı ayrı seçilecek olan Temsilciler Meclisine verilecektir.
10-Her toplum, kendisi tarafından saptanacak sayıda temsilciden oluşan bir Cemaat Meclisine
sahip olacaktır.
11-Kamu hizmetleri. % 70 Rumlardan ve % 30 Türklerden oluşacaktır.
14-Kıbrıs’ın % 60’ı Rum. % 40’ı Türk’ten oluşan iki bin kişilik bir ordusu olacaktır.
16-Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı tarafından birlikte atanacak iki Rum ve bir Türk
ve bir tarafsızdan oluşan bir Yüksek Mahkeme kurulacaktır. Tarafsız Yargıç, Mahkemeye başkanlık
edecek ve iki oya sahip olacaktır.
22-Kıbrıs’ın herhangi bir devlet ile tamamen veya kısmen birleşmesinin veya ayrılıkçı bir
bağımsızlığın (Kıbrıs’ın iki ayrı devlet olarak taksiminin) önlenmesi kabul edilecektir.
27-Yukarıda belirtilen bütün noktalar Kıbrıs Anayasasının temel maddeleri sayılacaktır. 13
Ayrıca ek antlaşmalarda kurulacak olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, adada yaşayan iki halkın ve
adanın bağımsızlığının tehlikeye girmesi durumunda, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin garantör
devletler olarak müdahale hakkı olduğu belirtiliyordu.
Tüm bu çalışmaların ardından 16 Ağustos 1960 tarihinde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ilan edildi. Kıbrıs
sorununun çözüldüğü düşüncesi Türkiye’yi oldukça rahatlatmış, garantörlük antlaşmalarının
da etkisiyle adadaki Türk nüfusun huzur ve güvenliğinin sağlandığı düşünülmüştü. Ancak
Yunanistan’ın ve Rumların Kıbrıs Cumhuriyeti’ne asla inanmadıklar, bu antlaşmaları ve sözde
dostluk gösterilerini ENOSİS’in gerçekleştirilmesinde bir sıçrama tahtası olarak gördükleri daha
sonra ortaya çıkacaktı. Nitekim henüz 1961 yılında gelinmeden anayasanın uygulanmaması ve
adadaki adaletsizlikler sebebiyle büyük anlaşmazlıklar çıktı.
Akritas Planı ve Kanlı Noel
1962 yılında Kıbrıs’ta iki Türk camisinde patlayan bombalar, gerilimi bir anda tırmandırdı. Türkiye
bu olayı derhal protesto etti ve sorumluların yakalanmasını istedi.14 Kıbrıs Cumhurbaşkanı ve
aynı zamanda EOKA terör örgütünün de kurucusu olan Makarios, Türkiye’yi ziyarete geldi ancak
protestolarla karşılaştı.
Makarios, 1961 yılından itibaren anayasanın yetersiz olduğunu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bu
anayasa ile idare etmenin mümkün olmadığını iddia etmeye başladı.15 1963 yılının Kasım ayında
ise anayasada 13 maddelik bir değişikliğe gidilmesini önerdi.16 Makarios’un önerdiği değişiklikler
tamamen Kıbrıs Türklerinin haklarını kısıtlamak amacı taşıyordu. Böylece Türk cemaati öneriye
karşı çıktı ve geniş kapsamlı tartışmalar başladı.
Ancak tüm bu çatışmalar kendiliğinden çıkmış değildi. Makarios’un anayasa değişikliği önerisi,
daha önce Rum toplumunun ileri gelenleri ve EOKA liderlerinin birlikte hazırladıkları AKRİTAS
Planı’nın bir parçasıydı. AKRİTAS Planı, ENOSİS’in silah yoluyla gerçekleştirilmesini, Türk
nüfusun ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Böylece Rumlar, 20 Aralık 1963 gecesi, daha
sonra tarihe “Kanlı Noel” olarak geçecek olan katliamlarına başladılar. İlk olarak Lefkoşa’da
bir araca ateş açılması sonucu iki Türk şehit edilirken bir grup da yaralandı.17 22 Aralık günü
Türk Büyükelçiliği’ne ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı İkametgahı’na saldırılar
214 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
düzenlendi. Aynı gün Lefkoşa’ya bağlı bir Türk kasabası olan Küçük Kaymaklı, Nikos Sampson
adındaki EOKA lideri önderliğinde Rumlar tarafından kuşatıldı. Bu sırada adada bulunan Yunan
alayı da Rum saldırılarına destek veriyordu. Türk Mukavemet Teşkilatı’nın organize ettiği Türk
direnişçiler Küçük Kaymaklı’da büyük bir katliamın yaşanmasına engel olmak için 5 bin kişiyi
kasabadan tahliye etti. Ancak geride kalan 550 kişi Rumlar tarafından esir edildi ve 2 Türk acımasızca
katledildi. Daha sonra Nikos Sampson bu vahşi saldırıyı bir Rum gazetesinde; “Yunanlıların Balkan
Savaşları dışında Türklere karşı elde ettikleri tek zafer” olarak nitelendirecekti.18 24 Aralık günü
ise Rumlar Lefkoşa’nın Kumsal semtinde bir başka katliama giriştiler. Olaylar sonucunda 11 Türk
şehit edildi. Bunlardan 4’ü, Binbaşı Nihat İlhan, eşi ve 3 çocuğu idi. Rum katliamcılar Binbaşı
İlhan ve ailesini evlerinde katlederek kanlı amaçlarına bir adım daha yaklaşıyorlardı.
Olaylar ilk aşamada 25 Aralık gününe kadar devam etti. 25 Aralık’ta Türk Hava Kuvvetleri adaya
bir uyarı operasyonu düzenledi. Türk jetleri ada üzerinde uçup bazı noktaları bombaladılar. Bunun
üzerinde Rumlar Lefkoşa’daki saldırılarını kestiler ancak kırsal kesimde katliamlar devam ediyordu.
Rumların ilk saldırılarında Lefkoşa ve çevresinde 92 Türk şehit edilmiş, 146’sı yaralanmıştı. 27
Aralık’ta İngiliz komutasındaki üç ülkenin askerleri adada barışı korumak üzere harekete geçti. 3
gün sonra Lefkoşa’nın Rum ve Türk kesimlerini birbirinden ayıran Yeşil Hat çizildi. 1964 Ocak
ayında sorunu çözmek için Londra’da bir konferans düzenlendi ancak ne bu konferans ne de daha
sonraki BM arabuluculuğu Rumların katliamlarına engel olamadı 1963-64 arasında Kıbrıs’ta 364
Türk şehit olmuştu.20
Nisan ayında Makarios, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Zürih ve Londra Anlaşmaları’nı tek taraflı
feshettiklerini açıkladı. Bu durum garantör ülke olan Türkiye’ye müdahale hakkı tanıyordu. Ancak
Türkiye bu hakkını kullanmadı. İlerleyen aylarda Makarios adaya kaçak olarak silah soktu ve
5000 kişilik bir ordu kurdu. Bunun üzerine Türkiye müdahale hakkını kullanmak üzere hazırlıklara
başladı. Ancak ABD başkanı Johnson, Türkiye’nin ABD’den satın aldığı silahlarlar böyle bir
operasyon düzenleyemeyeceğini belirten ağır ifadelerle dolu bir mektubu başbakan İnönü’ye
gönderdi. İsmet İnönü, Başkan Johnson’ın bu mektubuna gerekli cevabı vermesine rağmen, daha
sonra operasyondan vazgeçti. Ancak Rumlar boş durmuyordu. 6 Ağustos’ta Grivas önderliğindeki
Rumlar Erenköy’e saldırdı. Bir avuç Mücahitin savunduğu Erenköy’e yapılan saldırılar, 9
Ağustos’ta Türk jetlerinin müdahalesi ile durduruldu.
1964-1967 yılları arasında Rum katliamları devam etse de, 67 yılında Askeri cuntanın Rum
yönetimini devirip daha kanlı bir hükümet kurmasına kadar çok büyük saldırılar yaşanmadı.
Darbeden sonra Rumlar Geçitkale’ye saldırarak 24 Türk’ü şehit etti. Bunun üzerine Türk ordusu
müdahale etmek üzere adaya doğru harekete geçti ancak Yunanistan ve Rum kesiminin geri adım
atmasıyla birlikler yarı yoldan geri döndü.
EOKA-B ve Barış Harekâtı
1967 yılından itibaren, Makarios’un ENOSİS politikası silahlı saldırılardan ziyade asimilasyon
üzerine gelişmişti. Bunun üzerine 1971 yılında Grivas, EOKA-B örgütünü kurdu ve adada
örgütlendi. Grivas’a göre ada derhal Türklerden temizlenmeli ve ENOSİS gerçekleştirilmeliydi.
15 Temmuz 1974 yılında EOKA-B darbe yapmayı başardı ve cumhurbaşkanlığına eski EOKA
lideri Nikos Sampson’u getirdi. Yeni Hükümet, Türkleri ada üzerinden silmekte oldukça kararlıydı.
Bunun üzerine Türk hükümeti harekete geçti. 19 Temmuz sabahı, Türk birlikleri Mersin limanından
harekete geçerek Kıbrıs’a intikal etti. İlk operasyonda Lefkoşa ve Girne bölgeleri kontrol altına alındı.
Ancak BM kararıyla 22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi ve sorunun çözülmesi için toplanacak olan
Cenevre konferansının sonucu beklenmeye başlandı. Ancak bu sırada Rum birlikleri saldırılarına
devam ediyordu. Yunan ve Rum siyasetçileri ise masada her türlü anlaşmadan kaçıyor, barışın
tesisini imkânsız hale getiriyorlardı. 8 Ağustos’ta Cenevre Konferansı devam ederken EOKA-B
saldırılarının devam etmesi Türkiye için son nokta olmuştu. Konferansa katılan Türk Dışişleri
bakanı, sorunun çözülemeyeceğini anladı ve Başbakan Ecevit’e meşhur “Ayşe Tatile Çıksın”
parolasını iletti. Bunun üzerine Türk ordusu 13 Ağustos’ta harekete geçti ve 16 Ağustos’a kadar
Kuzey Kıbrıs’ı kontrol altına aldı. Ancak tüm bu operasyonlar sırasında da pek çok Kıbrıs Türk’ü
www.ulkuocaklari.org.tr 215
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
geri çekilmekte olan Rumlar tarafından katlediliyordu. 17 Ağustos’ta Türk ordusu son kez sıkıntılı
bölgelere müdahale ettikten sonra adada sükut sağlandı.
Kıbrıs Türk Federe Devleti ve KKTC
1974 yılında özgürlüğüne kavuşan Kıbrıs Türk Halkı, 13 Şubat 1975 tarihinde KTFD’yi kurdu.
Denktaş bu tarihten sonra Kıbrıs Türklerinin lideri konumuna geldi. Ancak adada hâlâ özgürlüğüne
kavuşamamış Türkler vardı. Bunlar adanın güney kesiminde kalan Türklerdi. 1975 yılında
Cenevre’de Rum ve Türk Temsilcileri arasında yapılan görüşmelerde nüfus değişimi anlaşması
yapıldı ve Eylül ayında güneyde kalan 65. 000 Türk’ün kuzeye geçmesi, aynı şekilde kuzeyde
kalan Rumlardan da isteyenlerin güneye geçmesi sağlandı. 1975 yılında 6 tur süren görüşmelerde
başka bir neticeye varılamadı. Daha sonra 12 Şubat 1977 tarihinde Denktaş ile Makarios arasında
4 maddelik bir anlaşmaya varıldı. Bu anlaşmanın maddeleri şöyle idi:
1- Bağımsız, bağlantısız iki toplumlu bir Kıbrıs Cumhuriyeti istiyoruz.
2- Her toplumun yönetimi altındaki topraklar, ekonomik ve toprak verimliliği ile toprak mülkiyeti
ışığında görüşülmelidir.
3- Dolaşma, yerleşme serbestisi, mülkiyet hakkı gibi prensip meseleleri müzakereye açıktır.
Bunların görüşülmesinde iki toplumlu federal sistem ve Türk Toplumu yönünden doğabilecek
güçlükler de dikkate alınacaktır.
4-Federal Hükümetin görev ve yetkileri devletin birliği ve devletin iki toplumlu mahiyetini
koruyacak şekilde olacaktır.
Çözüme oldukça yaklaşılmıştı ancak kısa süre sonra Makarios öldü ve yerine Kiprianu geldi.
Kiprianu, Türk tarafını tanımadığını ilan etti ancak baskılar sebebiyle görüşmeler devam etti
ve 1980 yılında ilk doruk anlaşması imzalandı. Ancak Kiprianu bu anlaşmayı daha imzaladığı
gün tanımadığını açıklıyordu. Daha sonraki yıllarda da Kiprianu ve Rum kesimi ENOSİS odaklı
açıklamalar yaptılar ve iki toplumlu çözümü çıkmaza soktular. Bunun üzerine Kıbrıs Türkleri selfdeterminasyon haklarını kullandılar. Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi 15 Kasım 1983 tarihinde
yaptığı toplantıda KKTC’nin kurulmasını oy birliği ile karara bağladı. KKTC’nin Bağımsızlık
Bildirisi aynı gün Rauf Denktaş tarafından Saray otelinin balkonundan okunarak bütün dünyaya
duyuruldu. KKTC’nin ilanından sonra Yunanistan ve Rum tarafı BM Güvenlik Konseyi’ne
başvurdular. Cumhurbaşkanı R. Denktaş’ın ayrıntılı açıklamalarına rağmen Güvenlik konseyi 541
Sayılı kararı ile KKTC’nin ilanını hukuken geçersiz saydı. Türkiye ve KKTC bu kararı tanımadığını
açıkladı.
BM kararı neticesinde kurulan KKTC devleti, dünya üzerinde tanınmayan bir devlet statüsünde
kalmış, Türkiye haricinde hiçbir ülke tarafından meşruiyeti onaylanmamıştır. Türkiye ve Kıbrıs
Türkleri için adadaki sorun KKTC’nin kurulmasıyla çözülmüştü. Çünkü Kıbrıs Türkleri için
sorun, can güvenliğiydi. Ancak Rum tarafının ENOSİS hedefi ve tüm dünyanın Rum yanlısı
tutumu KKTC’nin tanınmasını engelledi ve ada tekrar çözümsüzlüğe boğuldu. Buradan açıkça
görülüyor ki, Rumların ve KKTC’nin tanınmasına taş koyan tüm devletlerin amacı adada barışın
tesis edilmesi değil, Türklerin olmadığı ve Rumlar tarafından idare edilen bir Kıbrıs adasıdır. Bu
durum, ileriki yıllarda devam eden tek devletli çözüm arayışları ile tescillenmiş, adadaki Türk
nüfusu hiçe sayacak olan Annan planı ile ENOSİS’in yaşatılmaya çalışıldığı görülmüştür.
ANNAN PLANI
KKTC’nin kurulması ve ardından meşruiyetinin reddedilmesiyle ada yeni bir sürece girdi. Çözüm
gerçekleşmiş, adada Türk halkının can güvenliği sağlanmış ve olası çatışmalar engellenmişti ancak
tüm bunlar Rum kesimi ve ENOSİS hedefleri için zararlıydı. BM’nin de Rum amaçlarına hizmet
etmesi sonucunda adada yıllar sürecek müzakereler başladı. Tek devletli bir federasyon için masaya
216 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
oturulmuştu, ancak müzakereler sık sık kesildi çünkü Rumlar her fırsatta Türk askerinin adayı
terk etmesini talep ediyordu. Ayrıca tamamen Rum idaresinde bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulması
isteniyordu. Ancak Rauf Denktaş’ın müzakerelerdeki onurlu duruşu neticesinde Rumlar emellerine
hiçbir zaman ulaşamadılar.
2002 yılında BM genel sekreteri Kofi Annan, 1959 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti benzeri bir
yapı oluşturulmasını sağlayacak olan Annan Planı’nı hazırladı. Plan hiçbir şekilde Türk halkının can
güvenliğini sağlamıyor, üstelik adadaki Türk toplumunu savunmasız hale getiriyor ve ENOSİS’in
gerçekleştirilmesine olanak sağlayacak bir ortam yaratıyordu. Denktaş, planı şiddetle reddetti
ancak BM kararıyla 2004 yılında karar iki tarafta da halk oylamasına sunuldu. 30.000 sayfalık
plan, Kıbrıs Türk toplumu tarafından hiçbir şekilde okunmadı ve detayları bilinmedi. Ancak Güney
Kıbrıs’ın AB üyeliğinden faydalanmak isteyen Kıbrıs Türkleri, medyanın ve Rum yanlısı tarafların
propagandalarıyla referandumda 65% oy oranıyla planı kabul etti. Ancak Rum kesimi 76%
oranında planı reddetmişti. Böylece plan hayata geçirilmedi ancak yapılan seçimlerde Denktaş’ı
çözümsüzlüğü çözüm olarak görmekle suçlayan Mehmet Ali Talat KKTC cumhurbaşkanlığına
geldi.
Bu tarihten sonra Güney Kıbrıs ile ilişkilerin düzeltilmesi ve tek devletli bir yapının kurulması
için çabalar artarak devam etti. Ancak yapılan tüm katliamları unutarak Türk toplumunu tekrar
Rumların insafına bırakmayı kabullenen KKTC hükümeti bile Rumların çözümsüzlük ısrarını
geçemedi.
Bugün, Kıbrıs’ta barışın korunabileceği tek çözüm, iki toplumlu, iki devletli bir Kıbrıs’tır. Geçmişte
yaşanan acılar ve defalarca denenen tek devletli çözüm arayışları farklı bir çözümün mümkün
olmadığını göstermektedir. Bunun için acilen KKTC’nin BM tarafından tanınmasıdır. İki toplumun
adada herhangi bir şekilde tekrar bir araya gelmesinin savaşla sonuçlanacağı son derece belliyken
başka bir çözümün aranması yanlıştır.
KAYNAKLAR
1http://www.kktcb.eu
2Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.36-37.
3http://www.kktcbe.org
4 Ortadoğu Gazetesi, 18.07.2005
5Referandum.
6 Sarınay, Yusuf. Osmanlı İdaresinde Kıbrıs, s.28–29.
7http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=834
8Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.42
9Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.42-43
10Kendi kaderini tayin hakkı.
11Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.46
12Ulvi Keser, Kıbrıs’ta Yeraltı Faaliyetleri ve Türk Mukavemet Teşkilatı, 2007.
13http://www.cypnet.co.uk/ncyprus/history/republic/agmt-zurich.html
14Anıl Çeçen, Kıbrıs Çıkmazı. s.52.
15Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, s.238
16Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim Politikalarının Sonu, s.239
17 Aydın Olgun, Kıbrıs’ın Anatomisi, Dört Devir, Dört Lider. s.23
18 TAK, Özel Sayı: 1/89.
19Yılmaz Polat, Barış için Oradaydılar: Parola:Kıbrıs. s.11
20 Zaim M. Nedjatigil, The Cyprus..., s. 17-18
www.ulkuocaklari.org.tr 217
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SİLAHSIZ EOKA: AKEL
Nebahat AKBAŞ
1917 Ekim İhtilali’nden sonra kurulan Sovyet Rusya, yıkılana kadar bütün dünyaya komünist
fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Çünkü komünizmi benimseyen her ülke “düşman”ın kaybettiği,
Sovyet Rusya’nın saflarına kattığı bir cephe demekti. Sovyet Rusya, cephe sayısını arttırmak için
özellikle üç ana istikâmette yayılma çabalarına girişmiştir. Bu istikametler, İran, Irak üzerinden
Basra Körfezi ile Hint Okyanusu, Türkiye üzerinden Boğazlar, Ege Denizi ve Yunanistan üzerinden
de Doğu Akdeniz’dir.[1]
Sovyet Rusya, tarih boyunca emperyalist devletlerin her zaman yaptığı gibi, çıkarları doğrultusunda
kendi görüş ve isteklerini, o ülkedeki sivil kuruluşları özellikle de partileri kullanarak dile getirmiştir.
Bu partilerden bir tanesi de Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ndeki (GKRK), Rusya’nın kuruluşuna
vesile olduğu ve 2008 seçimlerini kazanan AKEL’dir (Anorhotikov Komma Ergazomenau Laou,
Emekçi Halkın İlerici Partisi).
AKEL, GKRK’nin en eski siyasî partilerindendir. I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Rum Kesimi’nde
örgütlenmeye başlayan komünistler, 1924’te Kıbrıs Komünist Partisi’ni (KKK) kurarak ilk
teşkilatlarını kurdular. KKK kurucularından Plutis Servas partinin kuruluşunu “Ortak Vatan” (Gini
Patrida) adlı kitabında şöyle anlatıyor:
“Kasaba ve taşradaki emekçinin haklarını koruyacak olan bir partinin kurulması mahzurluydu….
Her halükarda KKK’nın (Kıbrıs Komünist Partisi’nin) kurulması için gereken bütün imkanlar,
gerek içte, gerekse dışta mevcuttu. Buna ilham teşkil eden tartışmasız Ekim Devrimi’ydi. Teorik
aydınlatmacı, komünizm kitapları ve Komünist Manifestosu’ydu. Bu insanlar için anlaşılması güç
bir gelişmeydi. İlk dürtüyü yapan Öğrenci Kulübü Nazareos, işçi sendikaları, emekçi kesimi, küçük
komünist grupları- gazeteler, Pirsos ve Neos Anthropos ve teorik dergi Avgiydi. Dolayısıyla 1926’da
ideolojik bir partinin kurulması için tüm hazırlıklar tamam görünüyordu…..Kıbrıslı Haralambos
Vadilyodis, eğitimini Moskova’da yapmış ve Atina’da ikamet etmekteydi. Limasol’a Atina’dan
sessizce gelmişti. Kostas Skelas ve Yannis Lefkis ile işbirliği yaparak ilk hazırlıkları tamamladılar.
Böylece 14 Ağustos Cumartesi gecesinden pazar öğleye kadar Limasol’da Vasiliou Bulgaraktonu
Sokak’ta bulunan küçük bir evde Kıbrıs Komünist Partisi’nin ilk toplantısı gerçekleşti. Parti’nin
16 delegesi belirlendi. Memleketin maruz kaldığı tüm sorunların temeli tartışılarak ortaya kondu,
kararlar alındı. Özellikle sömürgeciliğe karşı mücadele üzerinde duruldu. Hemen arkasından Neos
Anthropos’ta yayınlandı. Ondan sonra da çalışanlar için “Das Kapital”(Sermaye)’i okudular...”[2]
KKK, Kıbrıs’taki Türk-Rum bütün komünistleri bir araya getirerek çalışmalarını yürüttü. Hatta
1925’te ikincisi toplanan Türk-Rum tarım işçileri konferansında, Kırsal Türk-Rum Partisi’nin
kurulmasına karar verildi. Kıbrıs Türkü’nü KKK’ya yakınlaştıran: “Halk artık birbirine karşı
mücadele eden Rumlar ve Türkler olarak ayrılmış değildir. Ayrım, fakir ve zengin olarak vardır.”
söylemiyle; partinin, Rumların çoğunluğu ve kilise tarafından desteklenen Enosis’i (Yunanistan’la
birleşme) reddeden Kıbrıs’ın bağımsızlığı için mücadeleye destek verme tavrıydı. Kıbrıs Komünist
Partisi’nin kurucularından Haralambos Vadilyodis bir makalesinde şöyle demekteydi:
“...Bütün Rum milletvekilleri Meclis’te fakirlik meselesini gündeme getirip hükümetten buna bir
çare bulmak çağrısında bulunmak cesaretini gösteremediler. Bunu yapmak fırsatçılara ters düşüyor.
218 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Böylelikle soykırım demek olan Enosis’i ve yalnız Enosis’i istemeyi yeğlediler... Bunların (halkın)
devamlı surette yokluk içinde yüzüp aç kalmalarını ve kutu içindeki Enosis otu ile beslenmelerini
istiyorlar. Enosis parolası emekçinin direnişini kırmak ve şikâyet etmelerini engel olmak için
ortaya atılmıştır. Kıbrıs’ta yasayan yalnız Rumlar değildir, Türkler de vardır ve Rumların sahip
olduğu kadar onlar da Kıbrıs’a sahiptirler. Enosisçiler istedikleri kadar onların yerli olmadığını
savunsunlar. Açık olan bir şey varsa o da Kıbrıslı Türkler hiçbir zaman Yunanistan’a bağlanmayı
istemiyorlar. İstememelidirler.” [3]
Haralambos’un belirttiği bu sözler aslında Sovyet Rusya’nın etkisi ve isteği doğrultusunda
yazılmıştır. Rusya, Rumların Yunanistan’la, Türklerin Türkiye ile birleşmesini istemiyordu.
Rusya’nın yapmak istediği, Komünist Rumların önderliğinde Kıbrıs adasında tarafsız, bağlantısız
ve bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurarak Arap dünyasına uzanan bir Sovyet köprüsü görevi
yapabilecek “Akdeniz Kübası”[4] oluşturmaktı.
Kıbrıs’ta, 1924 yılında partileşen komünist hareket, 1931’de Ada’nın iktisadî geri kalmışlığından
sorumlu tuttuğu İngiliz yönetimine karşı isyan başlatmıştır. Bu isyanın önderi, Kıbrıs Komünist
Partisi olmuştur. 1933 yılında komünistlerin de katıldığı büyük ayaklanmadan sonra KKK İngiliz
idaresi tarafından resmen kapatılmıştır. KKK, 1941 yılından itibaren Emekçi Halkın İlerici Partisi
(AKEL) adını alarak faaliyetlerine devam etmiştir. AKEL, 1943 yılında da ilk defa belediye
başkanı seçimlerine katılarak Limasol’da (Ploutis Servas) ve Gazimağusa’da (Adam Adamantos)
kazandı.[5] 1946 yılında Kıbrıs’ın en güçlü siyasî teşkilâtı haline gelerek o tarihte, beş büyük
şehirde mahallî seçimleri kazanmıştır. AKEL’in bu başarısında Kıbrıs İşçi Federasyonu’nun (PEO)
büyük katkısı vardır.
AKEL’in bu başarısı üzerine Enosis’in en büyük savunucusu kilise Milliyetçi Parti’yi kurdurtmuştur.
1949 yılındaki Belediye Seçimleri’nde, sağcı ve ENOSİS taraftarı olanlar, genel oyların % 60’ını
almışlardır. Böylece, 15 belediyenin 11’ini Milliyetçi Parti almıştır.
AKEL büyük bir yenilgiye uğramışsa da Limasol, Larnaka ve Magosa gibi büyük liman şehirlerini,
almayı başarmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra ilk genel seçimler, 31 Temmuz 1960
tarihinde yapılmıştır. Temsilciler Meclisi’nde Rumlara ayrılan 35 sandalyeden
30’unu Makarios’un yandaşları alırken, 5’ini de AKEL üyeleri elde etmiştir.
Kuruluş felsefesi halkların kardeşliği olup Enosis karşıtı olan AKEL 1931 ayaklanmasından sonra
Enosis’e yönelmiş ve onun için faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştır. Bu durumun oluşmasında,
Sovyetlerin 1950’lerden itibaren Kıbrıs’ta izlediği tarafsızlık politikasının etkisi göz ardı edilemez.
Ancak bu durumun ortaya çıkmasındaki en büyük etken, Türk komünistlerinden farklı olarak,
Batılı komünist partilerin, uluslararası sorunlarda, milliyetçi görüşü benimsemiş olmalarından
Rumların da etkilenmesidir. “Kıbrıslı bir Türk gazetecisi ile AKEL’in resmi organı olan Haravgi
gazetesinin ünlü bir eleştirmeni arasında geçen diyalogda:
Türk Gazeteci: - AKEL, ENOSİS istiyor; siz de, gazeteniz de bunu desteklemektesiniz. Bu istek,
ideolojinizin ilkeleriyle ters düşmez mi?
Eleştirmen (Haravgi): - Hayır
Türk Gazeteci: - Neden?
Eleştirmen (Haravgi): - Çünkü ben, bir Hellenik komünistim!”[6] demesi bu duruma güzel bir
örnektir.
EOKA’nın Türklere yaptığı katliamları bağımsızlık mücadelesi gibi göstermek isteyen AKEL’in
3 Mart 1966 tarihinde yaptığı XI. Kurultayı’nda Genel Sekreter Ezekias Papaioannu’nun “Kıbrıs
meselesi, bir pazarlık konusu değildir. Açıkça, bir bağımsız, bağlantısız, egemenlik ve selfdeterminasyon dâvasıdır. Partimizin, kurulduğundan beri izlemiş olduğu politika, Kıbrıs halkının
www.ulkuocaklari.org.tr 219
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“milli rehabilitasyon” politikası, yani Yunanistan’la birleşme politikasıdır. Bu politika, partimizin
tüm kuruluşlarınca teyit edilmiştir ve kurultay tarafından da teyit edilecektir.” sözleri AKEL’in
Enosis’i resmî olarak kabul ettiğini göstermektedir. Zaten 15 Ocak 1950’de yapılan Enosis ile ilgili
halk oylamasında çıkan %95. 7 “evet” Rum Kesimi’nde Enosis taraftarı olmayanın kalmadığını
göstermektedir.
AKEL de diğer Rumlar gibi Enosis istiyordu. Lakin, resmî internet sitelerinde “EOKA kadrolarının
ve üyelerinin gösterdiği kahramanlığa rağmen, silahlı mücadele Kıbrıs sorununu tehlikeli
çıkmazlara sürükledi.”[7] diyerek Enosis’e “barışçıl ve demokratik” yollardan ulaşılabileceğini
vurgulamışlardır. Bu taktikleri doğrultusunda da şöyle bir strateji izlenmiştir.
1. Türklerin kuşkularının yatıştırılması,
2. Kıbrıslı Rumların izleyeceği politikanın, Yunan Hükümetleri ile koordine edilerek saptanması,
3. Bağımsız bir ülke olarak Kıbrıs’ın, NATO’ya katılması[8] Daha sonra bu maddelerin arasına
Rum Kesimi’nin AB’ye katılması da eklenmiştir.
2000’li yıllara gelindiğinde yukarıdaki şartlardan Yunanistan’la koordineli Kıbrıs politikası ve
NATO’ya katılma hatta AB’ye katılma gerçekleşmiştir. Fakat 2004 referandumunda Rum tarafının
Anan Planı’na hayır demesi, Rumları “uzlaşmaz” pozisyonuna düşürmüştür. Bu durumda “Türklerin
kuşkularını yatıştıracak” Tasos Papadopulos gibi çözümsüzlüğün parçası olmayan, yeni bir çözüm
sürecini başlatacak bir lidere ihtiyaç vardı. Bu lider de 24 Şubat ‘ta Başkanlığa seçilen AKEL’in
Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’tı.
4 Şubat 2008 tarihinde gerçekleştirilen basın toplantısında Cumhurbaşkanı adayı Dimitris Hristofyas
tarafından açıklanan Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin önerilerde Hristofyas’ın nasıl bir politika
izleyeceği açıkça anlaşılmaktadır.
8 Temmuz Anlaşması’nın hayata geçirilmesi çabaları üzerinde yoğunlaşarak Kıbrıs Rum tarafının
derhal hareketlerin inisiyatifini alması.
Çözüm konusunda bilinen bağlılığımızı değerlendirerek, çözüm ve uyum içerisinde birlikte yaşama
düşünce ve iradesinin canlandırılması amacıyla Kıbrıs Türk toplumuna yönelik dostluk atağı.
Göçmenlerin mutlak geri dönüş hakları da dâhil olmak üzere, bütün vatandaşların insan haklarını
ve özgürlüklerini güvence altına alacak iki bölgeli, iki toplumlu federasyon çözümünün üzerinde
anlaşmaya varılan çerçevesinde ısrar edilmesi.
Çözümün topluluk hukukuyla uyumlu olması hedefiyle, AB üyesi devlet olma özelliğinin ve
AB’nin üzerine inşa edildiği ilkelerin değerlendirilmesi.
Uluslararası hukuku ve Avrupa hukukunu, Birleşmiş Milletler’in ilgili kararlarını, Doruk
Anlaşmaları’nı ve insan haklarıyla ilgili uluslararası sözleşmeleri temel alan çözüme ulaşmada
ısrar edilmesi.
İşgale karşı verdiğimiz mücadele çerçevesinde, yükseltilmiş bir Ulusal Konsey çerçevesinde
gerekli birlik ve uzlaşı ruhunun güçlendirilmesi. En kısa sürede, çıkmazın aşılması ve
çözümün sağlanması çabalarını güçlendirici unsur olarak, başka gecikme olmadan Türkiye’nin
yükümlülüklerini uygulaması yönünde Türkiye’nin AB’ye yönelişinin değerlendirilmesi.
Tutarsızlıklar olmadan, tezlerde istikrarlı tutumla ve güvenilir siyasi söylemle ikna edici, talepkâr
ve esnek dış politikanın geliştirilmesi.
Kıbrıs’ın öne geçmesi için, her yöne, özellikle BM Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi’nin daimi
üyeleri, AB ve uluslararası camianın diğer unsurlarına yönelik olarak derhal ve sürekli inisiyatiflerin
220 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
alınması.[9]
Yukarıdaki maddelerden de anlaşıldığı üzere Rum Kesimi Kıbrıs konusundaki bütün inisiyatifi
ele alacak; Türkiye’ye karşı AB kozu kullanılarak Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi sağlanacak;
Rum göçmenler Türk tarafına yerleşecek. AB üyesi olmanın bütün faydaları kullanılacak…
GKRK’nin AB üyeliği ve 2012 yılında da AB dönem başkanlığına getirilecek olması bu kararların
Türkler için vahim durumlar arz ettiğini göstermektedir.
AKEL’in tarihine ve günümüzdeki söylemlerine baktığımızda. “demokratik ve barışçı metodlarla”
Enosis’in gerçekleştirilmeye çalışılacağı aşikârdır.
Dipnotlar
[1]ARMAOĞLU Fahir., 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1914-1980), C. I.,sy 441, Ankara, 1989
[2] httplistweb.bilkent.edu.trbsbx2006Feb0271.html SERVAS, Plutis: ORTAK VATAN(Çev. Aysel-Ulus İrkad), Galeri
Kültür Yayınları, 73, Lefkoşe.
[3] Özgürlük Dergisi, s. 33, Mayıs 1989, httplistweb.bilkent.edu.trbsbx2006Feb0271.html
[4] TAMÇELİK Soyalp, Kıbrıs Rum Komünist Partisi’nin (AKEL) 3-6 Mart 1966 Tarihli XI. Kurultayı’nda Aldığı
Enosis (İlhâk) Kararı ve SSCB’nin Kıbrıs Politikası, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
[5] http://tr.wikipedia.org/wiki/AKEL
[6] TAMÇELİK Soyalp, a.g.e., Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
[7] http://www.akel.org.cy/Turkish/history/80MKtezler.html#2
[8] Kıbrıs Postası Gazetesi,1983, TAMÇELİK Soyalp, a.g.e., Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
[9] http://www.akel.org.cy/Turkish/christofias/konu.htm
www.ulkuocaklari.org.tr 221
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BAĞIMSIZ TÜRK DEVLETLERİ
ve
SORUNLARI
Kocaeli Ülkü Ocakları
Tarihte 16 büyük devlet ve sayısız beylik kuran Türk milleti, bağımsızlık tutkusu yüzünden tarihin
her döneminde dünya devletleriyle çatışma halindeydi. Tarihten bu yana hiçbir zaman düşmanın
önünde eğilmeyen yüce Türk ulusu Orta Asya’dayken Çinlilerle, Farslarla ve Moğollarla mücadele
içerisinde olmuştur. Türkler, Anadolu’ya, Avrupa’ya ve Arabistan yarım adasına yerleştikten sonra
buradaki bütün milletleri hâkimiyet altına almışlar ve batıda Viyana’ya, doğuda Çin Seddi’ne
kadar olan bölümün hâkimiyetini ele geçirmişlerdir. Bu milletlere adaletli davranmış olmalarına
rağmen, casus ve hainlerle devletleri yıpratılmıştır. Şu anda var olan 7 bağımsız Türk devletinin
aslına bakıldığı zaman bütün sıkıntıları bundan kaynaklanmaktadır. Bugün bağımsız olan 7 Türk
devleti şunlardır:
1-
Türkiye
2-
Özbekistan
3-
Türkmenistan
4-
Kırgızistan
5-
K.K.T.C.
6-
Kazakistan
7-
Azerbaycan
Türkiye: 29 Ekim 1923’de ilan edilen cumhuriyet ile birlikte kurulan Türkiye, Osmanlı
İmparatorluğunun devamı mahiyetindedir. Türkiye’nin nüfusu son sayıma göre 70 milyon 586
bin’dir. Türkiye, gerek tarihsel geçmişinden, gerekse jeopolitik konumundan ötürü dünya devletleri
açısından her zaman cazibe noktası olmuştur. Şu anda lider konumunda bulunan her devletin
Türkiye üzerinde gerçekleştirmek istediği bir hayali vardır. İşte Türkiye’nin sorunları bundan
kaynaklanır. Uzun yıllardır çözemediği bir terör belası ve var olduğu halde kullanamadığı çok
zengin yeraltı kaynakları olan Türkiye, İslam ülkeleri ve diğer bağımsız 6 Türk devleti tarafından
lider olarak görüldüğü halde, çözemediği iç ve dış meseleleri yüzünden bir türlü lider konuma
yükselememiştir.
Özbekistan: Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1991’in Ağustos ayında bağımsızlığını
ilan etmiştir. Başkenti Taşkent olan bu ülke, 447.400 km2 yüz ölçümüne ve 21.000.000 nüfusa
222 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
sahiptir. Özbekistan zengin yeraltı kaynaklarına sahiptir. Topraklarından doğalgaz, altın, petrol,
kömür, bakır, kurşun ve mobilden çıkar. Bu sebepten dolayıdır ki Özbekistan, Sovyetlerin
dağılmasından sonra bile Rusya’nın etkisinden kurtulamamıştır ve hâlâ bu zengin kaynakları
Rusya tarafından değerinin kat kat altında fiyatlara alınarak sömürülmektedir. Özbekistan, yeraltı
zenginliklerinin yanı sıra tarımda da çok büyük söz sahibidir. Dünya pamuk üretiminde 4. sırada
yer alır. Ağır sanayisi de gelişmiş olan Özbekistan, Orta Asya’nın en önemli ağır donanım ve
makine üreticisidir.
Özbekistan bağımsızlığını kazandıktan sonra Türkiye ile sıkı bir ilişki içerisine girmiştir. İki ülke
arasında ekonomi, ticaret, kredi, turizm ve kültür anlaşmaları imzalanmıştır.
Türkiye – Özbekistan ilişkileri, ilk olarak Kasım 1990 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Başkanı Nurettin Sözen’in Taşkent ziyareti ile başlamıştır. Özbekistan Türkiye tarafından 16 Aralık
1991 tarihinde tanınmıştır ve diplomatik ilişkiler 4 Mart 1992 tarihinde resmiyet kazanmıştır.
Türkiye – Özbekistan arasında ticari ilişkiler de oluşturulmuştur. Özbekistan’ın Türkiye ile olan
toplam ticaret hacmi, 2003 yılında 272 milyon, 2004 yılında %40 dolayındaki artışla 388 milyon
dolar olmuştur. 270 civarında Türk işadamının bulunduğu Özbekistan’daki toplam Türk yatırımı
da 1 milyar dolar dolayında seyrediyor.
Türkmenistan: Türkmenistan 22 Ekim 1991 tarihinde Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığını
ilan etmiş ve aynı sene Bağımsız Devletler Topluluğu’na katılmıştır. Başkenti Aşkabat olan bu ülke
448.000 km2 yüz ölçümüne, 3 milyon 859 bin nüfusa sahiptir. Bu büyük Turan ülkesi, diğer Türk
devletleri gibi yeraltı kaynakları bakımından oldukça zengindir. Topraklarından petrol, doğal gaz,
kükürt, kurşun, brom ve iyot çıkar. Yeraltı kaynakları zengin olmasına rağmen gelirlerinin büyük
bir kısmı tarıma dayanır. Pamuk, kavun, karpuz ve buğday yetiştiriciliği yapılır.
Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu zamanlarda dini anlamda çok büyük baskılara maruz kalmışlar,
resmi olan dini makamlarını kaybetmişlerdir. Dinleri İslam, mezhepleri Hanefiliktir.
Türkiye Cumhuriyeti 16 Aralık 1991 tarihinde Türkmenistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülke
olmuş, 29 Şubat 1992 tarihinde de diplomatik ilişkiler tesis etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti,
Türkmenistan’ın tanınması, uluslararası ve bölgesel kuruluşlara katılması veya işbirliğinin
pekiştirilmesi, üçüncü ülkelerin ve uluslararası kuruluşların destek ve yardımlarının sağlanması
gibi konularda girişimlerde bulunmuştur. İki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin temeli,
Türkmenistan Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı’nın ülkemize yapmış olduğu ziyaret
sırasında 3 Aralık 1991 tarihinde imzalanan “Türkiye Cumhuriyeti ile Türkmenistan Cumhuriyeti
Arasında Ekonomik ve Ticari İşbirliğine Dair Anlaşma”ya dayanmaktadır.
Kırgızistan: Kırgızistan 31 Ağustos 1991 tarihinde Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını
kazanmıştır. Başkenti Bişkek olan bu güzel Turan ülkesinin yüz ölçümü 198.500 km2, nüfusu
4.468.000’dir. Yeraltı zenginlikleri bol olan Kırgızistan’ın topraklarından demir, cıva, sürme ve altın
çıkar ve ayrıca kömür rezervlerinde 31 milyon ton ile Orta Asya’da birincidir. Ülke ekonomisinde
madencilik kadar tarım da geniş yer kaplar, daha çok hayvancılığa yönelik tarım yapılır. Kırgızistan
1932 yılında maden çıkarmaya başladıktan sonra maden sektörü büyük hızla gelişmiştir. Makine,
otomotiv, gıda, çimento, cam ve konserve fabrikaları başlıca sanayi kuruluşlarıdır. Akarsu
üzerlerinde kurulan hidroelektrik santralleri de ekonomiye önemli ölçüde katkıda bulunur. Ülkede
600 civarında sanayi kuruluşu vardır.
Kırgızistan, Sovyetler Birliği zamanında dini ve kültürel anlamda çok büyük baskılara maruz
kalmıştır; ancak Kırgızlar gizli bir biçimde de olsa ibadetlerine devam etmişlerdir. Sovyetler
zamanında başkent Bişkek’te 100’e yakın din aleyhtarı kitap basılmıştır. Ancak Sovyetlerin
dağılmasından sonra gizlice yapılan ibadetler açıkta yapılmaya başlanmıştır.
Kırgızistan bağımsızlığını kazandıktan sonra Türkiye ile ilişkileri artmıştır. Türkiye Cumhuriyeti
devlet ve hükümet başkanları Kırgızistan’ı, Kırgızistan devlet ve hükümet başkanları da Türkiye’yi
ziyaret ederek ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olmuşlardır. Çeşitli alanlarda çalıştırılmak
www.ulkuocaklari.org.tr 223
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
üzere Kırgızistan’a Türk uzmanlar gönderilmiş, Kırgızistan’dan öğrenciler getirtilerek Türk
üniversitelerinde okutulmuştur. Bişkek’te Anadolu Lisesi açılması sağlanmış; gıda, ilaç vb.
yardımlar yapılmış ve çeşitli antlaşmalar, protokoller imzalanmıştır. Türkiye 50 milyon dolarlık
insani yardımın yanında 75 milyon dolar da kredi vermiştir. Kırgızistan’la kurulan ilişkiler
günümüzde de giderek gelişmektedir.
KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, nam-ı diğer “yavru vatan”ın yüzölçümü 3.355 km²,
nüfusu ise 265.100’dir. KKTC’de Rumların Türklere uyguladıkları ve uzun bir zaman dilimi
boyunca devam eden baskı ve işkenceleri son haddine ulaştıran 15 Temmuz 1974’teki Yunan
cuntasının darbesidir. Bu darbenin ardından gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı ve ardından
hemen gerçekleşen İkinci Kıbrıs Barış Harekâtı sonucunda, 25-26 Ağustos 1974 tarihinde BM
genel sekreteri Kıbrıs’a gelerek, devletler arasında ikili görüşmeler başlamasını istemiştir. Bu
görüşmeler sonucunda mübadeleye karar kılan taraflar, federal yönetimin temellerini atmıştır. 13
Şubat 1975 günü Kıbrıs Türk Federe devletinin ilanı gerçekleşmiş ve sonuç olarak 15 Kasım 1983
tarihinde devlet bağımsızlığını ilan etmiştir. KKTC’nin kuruluş bildirgesini ise Rauf DENKTAŞ
okumuştur. Türkiye, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkeler KKTC’yi tanımış fakat daha sonra Türkiye
haricinde diğer ülkeler tanımaktan vazgeçmişlerdir. KKTC’li Türkler de tıpkı diğer Türkler gibi
sadece ve sadece Türk olduğu için eziyet görmüş, soykırıma uğramıştır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ekonomisi kamu sektörü dâhilinde ticaret, turizm ve eğitimle
beraber tarım ve imalat sanayinden oluşmaktadır.
Kazakistan: Diğer Türk devletleri gibi Kazakistan da Sovyet zulmünden kurtulur kurtulmaz
16 Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Başkenti Astana olan Kazakistan’ın yüzölçümü
2.717.300 km2, nüfusu 17 milyondur. Bereketli Orta Asya topraklarındaki diğer Türk devletleri
gibi Kazakistan’ın da yeraltı kaynakları oldukça zengindir. Karaganda bölgesinde kömür yatakları,
Ural-Enba bölgesinde petrol yatakları vardır. Ayrıca topraklarından bakır, kurşun, çinko, demir ve
manganez çıkmaktadır.
Ruslar Sovyetler Birliği zamanında Kazakları asimile etmek amacıyla Kazak dilinden Arapça ve
Farsça kelimeleri çıkartıp, yerine Rusça kelimeler koymuşlar ve böylece Kazakça kısa zamanda
Rusçanın etkisi altında kalmıştır.
Türkiye, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 16 Aralık 1991 tarihinde bağımsızlık ilan
eden Kazakistan’ı ilk tanıyan ülkedir. Bağımsızlık kararından 2 saat sonra Türkiye Cumhuriyeti
Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak Kazakistan’ı tanıdığını duyurmuştur. 2 Mart 1992 tarihinde
Astana’da iki ülke Dışişleri Bakanları Töleutay Süleymenov ve Hikmet Çetin tarafından Kazakistan
Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ‘Diplomatik İlişkiler Kurma Protokolü’ ve ‘Vize
Muafiyeti Anlaşması’ imzalanmıştır. Halen geçerli olan ‘Vize Muafiyeti Anlaşması’na göre, iki
ülke vatandaşları, karşı tarafın topraklarına 30 güne kadar vizesiz giriş yapabilmektedirler. İki
ülke arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin üstünden geçen 12 yıllık süre zarfında Kazak-Türk
temasları kardeşlik ve dostluk, halklarımızın tarihi bağı ve kültür mirasları, oluşan karşılıklı güven
ve saygı platformu üzerine kurulmuştur. Ayrıca, iki ülke arasında ticari, ekonomik ve sosyal
alanda; askeri, teknik konuların da dâhil olduğu bölgesel ve uluslararası güvenlik alanlarındaki
sıkı işbirliği, ilişkilerin pekişmesindeki diğer önemli etkenler olarak göze çarpmaktadır.
Azerbaycan: Azerbaycan Türkleri 1918-1920 tarihinde Kafkasya Kurultayını toplamış ve 28
Mayıs 1918’de Ulusal Azerbaycan Devleti’ni kurmuşlardır. Ancak Azerbaycan 1920’de Sovyet
Sosyalist Devleti’ne katılmaya mecbur kalmıştır. 30 Eylül 1991’de ise bağımsızlığını ilan etmiştir.
Azerbaycan’ın başkenti Bakü’dür. Yüzölçümü 86.400 km2 olan ülkenin nüfusu 7.500.000’dur.
Azerbaycan’ın toprakları tarıma elverişlidir ve ayrıca bu topraklardan demir, doğal gaz ve petrol
çıkartılır. 2006’da günlük çıkartılan petrol varili sayısı 600 bine ulaşmıştır. Bunların yanı sıra
Azerbaycan’ın ağır sanayisi de önemli gelir kaynaklarından biridir. Ağır sanayi olarak metalürji,
makine, imal, kimya, orman ürünleri önemli yer kaplar.
224 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Azerbaycan’ın en büyük sorunu olarak tanımlayabileceğimiz Karabağ sorunu, ülkenin gelişmesinin
önündeki en büyük engellerden biridir. Azerbaycan’ın öz toprağı olan Karabağ, bugün hala
Ermenistan işgali altındadır. 4.400km² toprağa ve 295 bin nüfusa sahip olan bu Türk toprağı,
Sovyetlerin dağılmasının ardından Ermeniler ile Azeriler arasında sorun olmuştur ve Karabağ’daki
Ermeni işgali hâlâ devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Azerbaycan’ı tanıyan ilk ülke
Türkiye olmuştur. İki ülke birbiri için birçok bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bağımsızlığını
yeni kazanan Azerbaycan, genç bir ülke olarak karşılaşacağı güçlüklerin üstesinden gelebilmek için
Türkiye’nin destek ve yardımlarına ihtiyaç duymaktaydı. Azerbaycan bağımsızlığını kazandıktan
sonra karşılıklı ilişkilerin çok yönlü bir şekilde geliştirilmesi için elverişli fırsatlar, ayrıcalıklar
ve daha da önemlisi halkların ortak istek ve arzularını yansıtan talepler ortaya çıkmıştır. Ancak
Azerbaycan’ın jeopolitik olarak çok önemli bir konumda yer alması, Rusya, İran ve Ermenistan
gibi ülkelerin Azerbaycan üzerinde çeşitli çıkarlarının bulunması, iki ülke ilişkilerinin dış faktörler
olmaksızın gelişim göstermesini engellemiştir. Özellikle Rusya’nın, Azerbaycan bağımsızlığını
kazandıktan sonra da ülke üzerindeki nüfuzunu koruma çabasında olması, Azerbaycan-Türkiye
ilişkilerini gölgelemiştir. Rusya’nın 1990’da Bakü’ye müdahalesinden sonra Azerbaycan’da başa
gelen ilk devlet başkanı Ayaz Muttalibov, Rus yönetimine devamlı tavizler vererek Rusya’nın
isteklerini karşılamıştır. Milli Meclis’in baskıları sonucunda istifa etmek zorunda kalan
Mütellibov’un ardından demokratik seçimlerle başa gelen Ebulfez Elçibey yönetimi döneminde
Türkiye-Azerbaycan ilişkileri çok sıcak bir döneme girmiş, Elçibey yönetimi Türkiye ile
yakınlaşmayı dış politikasında öncelik haline getirmiştir. Bu dönemde iki ülke arasında birçok
anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ve protokollerin başlıcaları şunlardır
Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan Arasında Dostluk, İşbirliği ve İyi Komşuluk Anlaşması
(Ankara, 24.01.1992)
Türkiye-Azerbaycan Ticari ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması (Ankara, 02.01.1992
Türkiye ve Azerbaycan Arasında Kredi Konusunda Anlaşma (İstanbul, 02.11.1992
Karadeniz Ekonomik İşbirliği Eğitim, Kültür, Bilim ve Haberleşme Anlaşması (İstanbul,
06.03.1993)
Yukarıda saydığımız Türk devletleri bağımsızlığını kazanmış olmalarına rağmen üzerlerindeki
baskı ve gizli sömürgecilik hâlâ devam etmektedir. Bütün Türk devletlerinin lider vasfıyla baktığı
Türkiye, AB’ye girme yalanlarıyla oyalandığından bir türlü Orta Asya’ya dönüp bakamamaktadır.
Resmiyette yapılan birçok anlaşma olmasına rağmen Türkiye hâlâ bu ülkelerin derdini dert,
sıkıntısını sıkıntı edinememiştir. Bu devletleri diğer devletlerden farksız gören batı hayranı ve AB
kapısında kula dönen hükümetler ve sivil toplum örgütleri sayesinde Türk cumhuriyetlerinden
uzak kalınmıştır. Türklerin bu manevi uzaklıklarından faydalanıp farklı yöntemler uygulanarak
Türklük şuurlarından arındırma çabaları devam etmektedir.
Rusların, doğudaki Türk Cumhuriyetleri’ni Sovyetler adı altında bünyesine hapsedip komünizmi
yayma ve halka benimsetme çabaları ve buna boyun eğmeyen Türk milletinin direnişi çok büyük
acıları beraberine getirmiştir. Ruslar milyonlarca Müslüman Türk’ü boyun eğmedikleri için
kurşuna dizmiştir. Tıpkı bugün komünist Çin’in Doğu Türkistanlı soydaşlarımıza uyguladığı
soykırım gibi ve hatta katbekat fazlasını Ruslar soydaşlarımıza uygulamıştır. Zorlamayla boyun
eğdiremeyeceğini anlayan dış güçler, Türk milletinin milli ve manevi duygularını suiistimal ederek
yozlaştırmaya ve asimile etmeye çalışmaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 225
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KIRIM TÜRKLERİ
ve
SOYKIRIM
Onur ŞAHİN
Karadeniz’in kuzeyindeki Türklerden Kırım Tatarları tarihte büyük haksızlıklara, zulümlere,
işkencelere ve akabinde gerek kendileri yurtlarını terk etmiş gerek Rus yönetiminin yaptırımları
ile sürgüne maruz kalmışlardır.
Daha öncesinde Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Kırım Tatarları, Osmanlı Devleti’nin Çar Rusya’sı
ile 1769-1774 arasında mücadelesi ve hemen akabinde Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Osmanlı
hakimiyetinin kaybolmasının ardından Çar Rusya’sı tarafından iç karışıklıklar çıkartılmış ve bunlar
bahane edilerek ilhak edilmiştir.
İlk göçler bu dönemde yaşanmıştır. Rus hükümeti bölgeyi Müslüman Türklerden alarak burayı
Ruslaştırma politikasına başlayınca Tatarlar Osmanlı topraklarına sığınmaya başlamıştır. Göçün
sebeplerinde elbette, milli ve manevi değerlere yapılan saldırılar ve ekonomik sebepler yer
almaktadır. Muazzam topraklara el koyan Ruslar, Tatarları sefalete layık görmekteydi. Göçlerin
bilhassa Osmanlı-Rus savaşları ile birlikte hız kazanması dikkat çekicidir. Kırım Tatarları Rusya
idaresi tarafından Osmanlıların müttefikleri olarak görüldüğünden özellikle Türklerle savaş
zamanlarında varlıklarından büyük huzursuzluk duyuluyordu. Böyle dönemlerde baskılar büyük
ölçüde artmakta ve hele savaşın bitiminde Çarlık rejiminin daha büyük bir hınçla üzerlerine
geleceği endişesi çoğu zaman bizzat Rusya idarecileri tarafından çıkartılan söylentilerle giderek
artıyor, henüz vakit varken İslâm Halifesi’nin toprağına gitme düşüncesi ağırlık kazanıyordu. Bu
tür endişeler bütünüyle temelsiz de değildi. Nitekim, Kırım Tatarlarının kısmen veya tamamen
Kırım’dan iç bölgelere sürülmeleri yönünde teklif ve planlar olmuştu. Bunların gerçekleşememesi
ancak bunu temin edecek vesaitin mevcut olmayışından olmuştur.
Esas olarak göçlerin neticeleri daima felâketli olmaktaydı. Çoğunlukla hazırlıksız ve tedbirsiz
yakalanan Osmanlı idaresi ne yapacağını şaşırırken, muhacirlerin önemli bir kısmı ilkel nakil
vasıtalarının kurbanı olarak Karadeniz kıyılarında yaşamını yitiriyor, bir kısmı vatanlarına hiç
benzemeyen yeni yerleşim yerlerindeki olumsuz şartlar ve salgın hastalıklara yenik düşerek kırılıp
yok oluyor, sağ kalanlar da çoğu zaman perişan şekilde hayat mücadelesine girişiyorlardı.
Çar Rusya’sından itibaren sürgün edilen Kırım Tatarları’nın durumu Sovyet Rusya döneminde de
değişikliğe uğramamıştır. Sovyet döneminde devlet yönetim şeklinde meydana gelen değişikliklerden
yararlanmak isteyen Kırım Tatarları ortaya siyasi bir yapı koydular. Kırım Müslümanları Merkezî
İcra Komitesi Kırım Tatarlarının kendi kaderlerini belirleyebilmeleri için millî parlamentonun yani
226 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Kurultay’ın toplanması kararını almıştı. Kasım 1917 başlarında yapılan ve İslâm âlemindeki bu
tarz ilk tatbikatı teşkil eden gizli oy, açık tasnif yoluyla ve kadın-erkek bütün Kırım Tatarlarının
seçme ve seçilme haklarını haiz oldukları seçimlerle Kırım Tatar Millî Kurultayı toplandı. Kurultay
genç milliyetçi lider Noman Çelebi Cihan başkanlığında bir hükümet teşkil ettikten başka 26
Aralık 1917’de kabul ettiği Kanun-u Esasî ile “Kırım Demokratik Cumhuriyeti” esasını kabul
etti. Aynı zamanda askerî güce de sahip olan Kırım Tatar Millî Hükümeti Akyar (Sivastopol) hariç
yarımadanın her yerinde kontrolü ele geçirmeyi başardı. Ancak Rus Karadeniz Filosu’nun ana
üssü olan Akyar’da duruma hakim olan ve Bolşevik sempatizanı Bahriyeliler en büyük tehdidi
oluşturmaktaydı. Nitekim, Ocak 1918’in ikinci yarısında milî kuvvetlerle Bolşevik Bahriyeliler
arasında çıkan savaşta, millî kuvvetleri mağlûp eden Bolşevikler yarımadayı ele geçirerek, Kırım
Tatarlarına karşı dehşetli bir katliama giriştiler.
Kırım tarihinde gayet kanlı bir sayfa meydana getiren bu birinci Bolşevik hakimiyeti, Nisan
1918’de Kırım’ın Alman orduları tarafından işgal edilmesiyle son buldu. Osmanlıların müttefiki
olan Almanya’nın Kırım’ı işgal etmesi Kırım Tatarlarına ümit verdiyse de, bütün elde edilenler
Kurultay’ı temsilen Kırım Tatar Millî İdaresi’nin ve bazı millî müesseselerin tekrar faaliyet
göstermesine izin verilmesinden ibaret kaldı. Kasım 1918’de Almanların Kırım’dan çekilmesinden
sonra Kırım tam iki yıl sürecek olan bir kanlı kargaşanın içine düştü. Bu süre içinde Kırım Bolşevik
aleyhtarı Rus “Beyaz Ordularının elinde kaldı. Beyazlar da Bolşevikler gibi hiç bir şekilde Kırım
Tatarlarının millî hukukunu tanımadılar. Devam eden Rus iç savaşı Kırım’ın kaynaklarını kuruttu.
Sonuçta, Kasım 1920’de ileri harekâta geçen Bolşevikler Beyazları mağlup ederek bütün Kırım’ı
nihaî olarak ele geçirdiler.
Bolşevik idaresindeki Kırım’ın ilk yılı, yarımadanın yeni hakimlerine göre istenmeyen unsurların
acımasızca şekilde ortadan kaldırıldığı kanlı bir dönem oldu. Bunu müteakip, Bolşevikler gerek
Kırım Tatarlarını rejime kazanmak, gerekse Şark halklarına bir propaganda mesajı vermek
maksadıyla 18 Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettiler. Bu
muhtar cumhuriyette Kırım Tatarcası resmî dil olduktan başka, Sovyet hakimiyeti çerçevesinde
Kırım Tatar kültür ve medeniyetinin geliştirilmesi öngörülmekteydi. Ancak Kırım Muhtar Sovyet
Sosyalist Cumhuriyeti’nin ilk ayları Kırım tarihinde emsali görülmemiş, dehşetli bir açlığa şahit
oldu. Yıllarca süren savaşların olduğu kadar, yanlış ve insafsız Bolşevik ziraat politikalarının bir
neticesi olan 1921-1922 açlığında pek çoğu Kırım Tatarı yüz binlerce insan hayatını kaybetti.
Kırım Tatarları 1922’den itibaren muhtariyet içinde önemli adımlar attılar. Sovyet devrine adapte
olabilen millî kadrolar sayesinde, Kırım Tatarları özellikle eğitim, kültür, sanat ve edebiyat
sahalarında büyük gelişmeler gösterdiler. Ne var ki, 1920’lerin ikinci yarısında Stalin’in Sovyetler
Birliği’nde iktidarı tamamen ele geçirmesine bağlı olarak, bu durum kökünden değişti. Kırım
Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin Reisi ve milliyetçi lider Veli İbrahim’in Mayıs 1928’de
idam edilmesiyle, onun çizgisinde olduğundan şüphelenenlere karşı büyük bir imha kampanyasına
girişildi. 1928’de bütün Sovyetler Birliği çapında başlatılan maddi durumu iyi olanların tasfiyesi
yönündeki zâlimâne politikalardan Kırım Tatarları da çok büyük kayıplar verdiler. On binlerce
Kırım Tatar köylüsü oldukları Urallara, Sibirya’ya ve başka yerlere sürüldü ve mahvedildi. Stalinist
politikalarla perişan edilen tarımın neticesinde 1931-1933 yıllarında yine muazzam boyutlarda
bir açlık patlak verdi. Korkunç açlık, Sovyet iktidarı tarafından aralarında Kırım Tatarlarının
da bulunduğu bir çok halka karşı düpedüz bir tenkil aracı olarak kullanıldı. O kadar ki, bilhassa
Ukrayna, Kırım ve Kazakistan’da 15 milyona yakın insanın öldüğü açlığın varlığı bile 1980’lerin
sonlarına kadar Sovyet rejimi tarafından asla ikrar edilmedi. 1930’lar boyunca Stalinist devlet
terörünün en vahşiyâne şekilde tatbik edildiği dönemden Kırım Tatarları da fazlasıyla paylarını
aldılar. Bu korkunç devirde, âlimi, yazarı, sanatçısı, eğitimcisi, idarecisi ve düşünürüyle bir bütün
olarak Kırım Tatar millî aydın sınıfı doğrudan idam veya çalışma kamplarında yok etme suretiyle
tamamen ortadan kaldırıldı. On binlerce sıradan insan da akıl almaz bahanelerle mahvedildi. Kırım
www.ulkuocaklari.org.tr 227
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tatarlarının dinî ve millî değerleri bütünüyle ayaklar altına alındı.
II. Dünya Savaşı öncesinde, hem Almanların hem de Rusların Kırım’a dair çeşitli planları
bulunmaktaydı. Dönemin Sovyet lideri Stalin’in, 1941 sonbaharında bütün Kırım Türklerini
Kazakistan bozkırlarına sürmeyi tasarladığı nakledilmektedir. Diğer taraftan, Almanlar da Kırım’ın
kendi topraklarına dahil edilmesi, bölgenin Alman subayları için bir tatil beldesi haline getirilmesi
veya İtalyanlarla ihtilaflı oldukları Güney Tirol Almanlarının buraya yerleştirilmesi düşüncesini
taşıyorlardı. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ise, Kırım’da yaşayan Ruslar, Ukraynalılar,
Kırım Türkleri dahil herkesin sürgün edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.
Savaşın başlamasından yaklaşık iki yıl sonra Sovyet topraklarını istila eden Alman orduları, Ekim
1941’de Kırım’ın kuzeyindeki Orkapı’dan içeri girerek, 30 Kasım 1941’e kadar Akyar (Sivastopol)
dışında bütün Kırım’a hakim oldular Kırım’ı Almanlara terk eden Sovyet idaresi, beraberindeki
askeri kuvvetlerle bölgeden çekilirken büyük bir katliama girişmiş, kendi askerlerinin yattığı
hastaneleri dahi ateşe vermekten kaçınmamışlardı.
İşgalin ardından Kırım’da kurulan Alman idaresinin, Kırım Türklerine karşı askerî konularda
gösterdiği itimadı siyasî meselelerde göstermediği dikkati çekmektedir. Kasım 1943’te Stalingrad’da
Alman ordusuna karşı ezici bir galibiyet kazanan Kızıl Ordu birlikleri, ilerlemesini sürdürerek
10 Nisan 1944’te Kırım’a yeniden hakim oldu. Kırım’ın tekrar Sovyet hakimiyetine girmesinin
ardından, zafer sarhoşluğu içinde olan Kızıl Ordu askerlerinin özellikle Kırım Türklerine karşı ağır
baskılar uyguladığı, hatta bir çok Kırım Türkünü katlettikleri bildirilmektedir. Sovyet askerlerinin
Kırım Türklerine karşı böyle bir tutum sergilemelerindeki en önemli sebebin, Almanlarla işbirliği
yaparak Kızıl Ordu ve partizan hareketlerine karşı savaştıklarına inandıkları bu topluluktan
intikam alma duygusu olduğu görülmektedir. Zira Sovyet yönetimi tarafından yapılan menfi
propagandalarla bu insanlar Kırım Türklerinin vatana ihanet ettiklerine inandırılmışlardı. Bununla
birlikte Sovyet yönetimi Kırım’a tamamen hakim olduktan sonra, 20 Nisan 1944’te Kırım Komünist
Partisi bölge komitesi, savaş sırasında Almanların yapmış oldukları cinâi faaliyetler ile onlarla
işbirliği yapanları tespit etmek amacıyla bir Olağanüstü Devlet Komisyonu kurulmasına karar
verdi. 5 Haziran 1944’te çalışmalarına başlayan komisyon Mayıs 1945’te görevini tamamlamıştı.
Bu komisyonun çalışmaları sonunda hazırlanan raporların, Sovyetler Birliği hükümeti tarafından
daha önceden düşünülen Kırım Türklerinin sürgününe zemin hazırladığı düşünülmektedir ki
sürgün kaçınılmaz oldu. Bu itibarla, 13 Nisan 1944 tarihinde SSCB İçişleri Halk Komiseri ve
Devlet Güvenliği Genel Komiserliği ‘’Sovyet karşıtı unsurlardan temizlenmesi” hususunda
bir talimatname yayınlandı. Yapılan operasyonlar sonunda 7 Mayıs 1944 tarihi itibariyle 5381
(16 Mayıs’ta ise 6452) kişi tutuklanmış ve çeşitli miktarda silah ile bunlara ait mühimmat ele
geçirilmişti. Operasyon sonuçlarının merkeze bildirilmesi sırasında, Kırım Türklerinden 20.000
kişinin Kızıl Ordu saflarından ayrılarak Almanların tarafına katıldıkları da belirtilmişti.
Kırım Türklerinin vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelenmesi şerefine
19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev alanlar Sovyet yönetimi
tarafından mükafatlandırılmıştı. Ancak tören sırasında gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk
köyünün unutularak boşaltılmadığını gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat
köyünün halkı balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylülerdi. Kobulov adamlarına iki saat içinde
orada tek bir Kırım Türkünün kalmaması yönünde emir verdi. Oysa Kırım Türkleriyle dolu yük
katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkanı yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün
Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir gemiye bindirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin
en derin yerine getirilerek ambar kapakları açıldı ve gemi içindeki insanlarla birlikte batırıldı. Bu
olay sonunda Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan tek bir kişi bile olmamıştı.
Bu operasyondan sonradır ki, Kobulov Kırım’ın Türklerden “tamamen” temizlendiğini belirten
raporunu iletebilmiştir.
228 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sürgün operasyonunun yolda geçen safhası, Kırım Türkleri açısından unutulması güç hadiselerin
cereyan ettiği bir tablo ortaya koymaktadır. Tıka basa vagonlara doldurulan halk, günlerce açsusuz bir şekilde, en temel ihtiyaçlarını gideremeden, sonunun ne olacağını bilmediği bir seyahate
çıkmıştı. Yol boyunca bir çok insan hastalanmış, özellikle yaşlılar ve çocuklar açlığa, susuzluğa,
vagonların havasızlığına dayanamayarak hayatını kaybetmişlerdi. Ölenler durulan ilk yerde
vagonlardan indirilmiş ve defnedilmelerine müsaade edilmeden yol kenarlarına bırakılmıştı. Bu
şekilde yol boyunca 7889 Kırım Türkünün öldüğü belirtilmektedir.
Kırım Türklerinin topyekün vatanlarından sürgününü müteakip onlardan geriye kalan bütün taşınır
ve taşınmaz mal varlıklarına Sovyet yönetimi tarafından el konuldu ve bunlar ilgili bakanlıklar
tarafından müsadere edildi. Müsadere işleminin daha süratli bir şekilde yapılabilmesi için ise,
sürgün operasyonunun başladığı gün (18 Mayıs 1944) devlet tarafından Eşya Kayıt ve Kabul
Komitesi kuruldu. Kısa süre içinde kalan malların bir envanteri çıkarıldı ve uygulandı. Kırım’ın
Slav ahalisinin Türklerden kalan malları yağmalamak, hayvanlarına el koymak ve evlerini işgal
etmek niyetinde oldukları, inşaatlarda kullanmak üzere Kırım Türklerine ait mezarların taşlarını
söktükleri, kıymetli eşya bulmak ümidiyle mescitleri talan ettikleri de dikkatleri çekmektedir.
Kırım Türkleri ve Kırım’da yaşayan bir çok topluluğun zorla Sovyetler Birliği’nin çeşitli bölgelerine
sürülmelerinden sonra Kırım adeta boşalmıştı. Her alanda son derece ciddi iş ve işçi gücü açığı
ortaya çıkmıştı. Özellikle Kırım’ın ekonomisine hayat veren ünlü bağ ve bahçeleri harap olmuştu.
Uzmanlar bu durumun düzeltilmesi için çok zaman geçmesi ve çok şey yapılması gerektiğini
belirtiyorlardı.
Sürgün kararnamesinin ardından 15 Mayıs’ta Halk Komiserliği Sovyeti (SNK) tarafından yayınlanan
bir talimatname ile Kırım’ın güney bölgelerinde zirai faaliyetlerin yapılması için çalışabilecek
elemanlar temin edilmesi hususu ele alınmıştı. Kırım devlet yetkilileri, bu talimatname uyarınca 27
Mayıs’ta bir kararname yayınlayarak, yarımadadaki tarım işlerinin yürütülmesi için Ukrayna’nın
çeşitli yerlerinden iki ay içinde 13.800 kişinin getirilmesini sağladılar. Kırım’daki yaşanan
bu karmaşalık, yerel yöneticiler için çözülmesi imkansız bir sorun gibi görülse de, sürgünün
amaçlarından birinin Kırım’a Slav halkı yerleştirerek bu yarımadayı Slavlaştırmayı, diğer bir
ifadeyle Ruslaştırmayı sağlamak olduğu dikkate alınırsa, Kırım Türklerinin sürgününü çok önceden
planlayanların bunun önlemini çoktan aldıklarını tahmin etmek güç görünmemektedir. 12 Ağustos
1944’te Kırım şehirlerine Rus işçilerin yerleştirilmesini kabul eden bir kararname kabul edildi.
Bunun dışında, Kırım’daki Türk varlığının yok edilmesi için yöneticiler ve yerel halk tarafından
evlerin yıkılması, bağ ve bahçelerin kullanılmaz hale getirilmesi, Türklere ait mezarlıkların
sürülerek naaşların da “dirilerin çektikleri ıstırapları çekmeleri” için yerlerinden çıkarılması, hatta
mezar taşlarının yerlerinden sökülerek yeni yapılan binalarda inşaat malzemesi olarak kullanılması,
Marksist-Leninist eserler dahil olmak üzere Kırım Türkçesi ile yazılan binlerce kitabın yakılması,
Kırım’da yapılan tahribatın boyutlarını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.
Kırım Türklerini sürgüne götüren ilk katarlar 29 Mayıs’ta Özbekistan’a gelmeye başladılar. Özbek
yetkililer, daha önceden belirlenen istasyonlarda (Taşkent, Arıs ve Kagan) onları karşıladılar.
Kırım Türkleri bu bölgelerde çoğunlukla fabrika ve işletmelerin bulunduğu köy ve kasabalara
yerleştirildiler. Kırım Türkleri buralarda uzun bir müddet son derece ağır şartlar altında yaşadılar.
Günlerce, haftalarca at ahırlarında, kuru toprak üzerinde, hatta kazdıkları çukurlarda yaşamaya
çalışarak hayatta kalma mücadelesi verdiler. Son derece çetin olduğu görülen bu hayat şartları,
Kırım Türkleri arasında oldukça ciddi boyutlara varan can kayıplarına neden olmuştu. Sürgünden
yıllar sonra bizzat Kırım Türkleri tarafından yapılan nüfus sayımı sonucunda ortaya çıkan tablo,
yol boyunca ve yerleşim yerlerine vardıktan sonra geçen birkaç yıl içinde açlık ve hastalıktan ölen
Kırım Türklerinin mevcudunu gözler önüne sermektedir.
18 Mayıs 1944’te vatanlarından topyekün sürülen 26 Kasım 1948’de kabul edilen kararname ile
www.ulkuocaklari.org.tr 229
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Tatarlar, vatanlarından ebediyen çıkarılmış ve bir daha yurtlarına dönme hakları ellerinden alınmıştı.
Stalin’in ölümünden sonra ise, Sovyetler Birliği’nde yumuşama rüzgarları esmeye başlamıştı.
Stalin’in yerine devlet başkanı olan Hruşçev, KP’ nin XX. Kongresinde yaptığı konuşmada, ülkede
yaşanan bütün olumsuzlukların tek müsebbibinin Stalin olduğunu, onun zamanında yüz binlerce
insanın vatanlarından çıkarılarak sürgün edildiğini ifade etmişti. Hruşçev’in bu sözleri, halkta Stalin
döneminde uygulanan baskıların sona ereceği umudunu doğurmuştu. Nitekim, 24 Kasım 1954’te
SSCB Bakanlar Kurulu kararıyla, II. Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu saflarında yer alan askerler,
SSCB Kahramanlık madalyası ve nişanı ile ödüllendirilenler, yerli halkla evlenen kadınlar, Rus,
Ukraynalı ve diğer milliyetlere mensup kadınlar, sakatlar, tedavisi mümkün olmayan hastalar ile
II. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerin yakınları sürgünlükten azat edildiler.
Hruşçev’in iktidara gelmesinden sonra, Stalin’in sürgüne gönderdiği bir çok topluluk vatanlarına
dönme hakkını elde etmesine rağmen Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri ve Volga Almanlarının bu
haktan mahrum bırakılmaları düşündürücüdür. Bu durum karşısında Kırım Türkleri, vatanlarına
dönüş hakkını kazanmak için seslerini yükseltmenin gerekli olduğuna inanmışlar ve bu uğurda
mücadele etmeye karar vermişlerdi. Bu doğrultuda Kırım Türklerinin ileri gelenleri tarafından
Taşkent’te bir Teşebbüs Grubu meydana getirildi. Grubun amacı Kırım Türklerinin toplu ve
organize bir şekilde vatana dönmesi, milli özerkliklerinin yeniden tesis edilmesi idi. Bu grubun ilk
girişimi, büyük ölçüde demokratikleştiğine inandıkları ülke yönetimine, vatanlarına dönebilmeleri
için ricacı ve itaatkar tarzda mektuplar kaleme alarak müracaatlarda bulunmaktı. Müracaat
sahipleri bu tür başvurular neticesinde, hükümetin Kırım Türklerinin vatana dönme konusunda
ne kadar samimi olduklarını görüp onların Kırım’a geri dönmelerine izin verecekleri düşüncesini
taşıyorlardı. Vatana dönüş için bütün halkın samimiyetinin bir göstergesi olarak mümkün olduğunca
çok imzalı dilekçeler göndermeye gayret ediliyordu. İlk toplu müracaat 6000 kişinin imzasıyla
Haziran 1957’de Yüksek Sovyet’e gönderildi. Ardından Mart 1958’de 16.000 ve Ağustos 1958’de
12.000 kişinin imzaladığı dilekçeler Sovyetler Birliği’nin yüksek makamlarına gönderildi. Toplu
dilekçelere en çok katılım 1966 yılında sağlanmıştı. Belirtilen yıl Sovyet makamlarına gönderilen
bir dilekçeye toplam 120 bin imza toplanmıştı.
Kırım Türklerinin geniş ölçüde takdirini ve desteğini kazanan bu hareket, Sovyetler Birliği
genelinde, özellikle Kırım Türklerinin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde teşkilatlanmaya
başlamıştı. Oluşturulan teşkilatlar, meselelerinin çözülmesi için kendi temsilcilerini seçiyor ve diğer
teşkilatların temsilcileriyle bir heyet oluşturarak onları Sovyet devletinin başkenti Moskova’ya
gönderiyorlardı. Bu heyetin her türlü masrafı Kırım Türk toplumundan toplanan paralarla
karşılanıyordu. Sovyetler Birliği’nde böylesi toplu bir harekete ilk defa rastlanılıyordu. Kısa
zaman sonra vatana dönüş mücadelesi için aktif faaliyet gösteren Kırım Türklerine karşı Sovyet
yönetiminin uyguladığı baskı ve yıldırma olayları cereyan etmeye başladı ve hareket üyelerine
yönelik ilk tutuklama olayı 1959’da gerçekleşti. Sovyet hükümeti tarafından Kırım Türkleri
aleyhine açılan ilk dava ise 11 Ekim 1961’de Taşkent bölge mahkemesinde görülmüştü. Enver
Seferov ile Şevket Abdurrahmanov’un yargılandığı bu mahkeme sonunda, kendilerine isnat edilen
“Sovyet karşıtı milliyetçi hisler taşıyan bildiriler hazırlamak ve dağıtmak” suçlarından Seferov 7
yıl, Abdurrahmanov ise 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Sovyet devletinin Kırım Türklerine yönelik yıldırma faaliyetlerinin, bu harekete sekte vurmak
yerine daha da körüklediği görülmektedir. Bunun en bariz örneğini, 1962 yılında Kırım Türk
gençlerinin bir araya gelerek bir cemiyet kurmak için teşebbüste bulunmalarında görmekteyiz.
İleride Kırım Türk Milli Hareketinin (KTMH) liderlerinden bir olacak Mustafa Cemiloğlu’nun
konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı sonunda, toplantıya iştirak eden Kırım Türk gençleri arasında
vatana dönüş için Kırım Türk Gençlik Birliği kurulması hakkında geniş bir kanaat hasıl oldu.
Ancak bazı provokatörlerin devreye girmesi ve toplantıdan birkaç gün sonra iştirakçilerden bir kaç
kişinin tutuklanmasıyla bu teşebbüs bir düşünce olmaktan öteye gidemedi. Ayrıca bu toplantıya
230 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
katılanlardan bazıları ya işlerinden atıldı ya da okullarından kayıtları silindi. Mustafa Cemiloğlu
da çalıştığı fabrikadan çıkarılmıştı .
Hruşçev’in iktidardan indirilerek yerine Brejnev’in geçmesiyle birlikte (1964) umutlanan Kırım
Türklerinin faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlamıştı. Ancak Brejnev dönemi
Kırım Türklerine karşı daha sert baskıların uygulandığı bir dönem olmuştu. Buna rağmen Kırım
Türklerinin yakalamış oldukları çıkışı devam ettirmeyi başardıkları görülmektedi. Bu dönemde
hareketin protesto tarzında değişiklikler olduğu da göze çarpmaktadır. Toplu dilekçelere yine
devam edilmekle beraber, dilekçelerdeki üslubun değişikliğe uğradığı dikkat çekmektedir. Kırım
Türklerinin artık talepkâr olmayı bir yana bırakarak, 1964 yılından sonra hükümetin kendilerine
uyguladığı milli politikaya karşı eleştirel yaklaşımlarda bulundukları görülmektedir. Üstelik
dilekçelerde daha sert ibareler kullanılarak Sovyet devletinin 1944’te Kırım Türklerinin tamamının
sürgün edilmesi toplu katliam olarak ifade edilmektedir. Hareketin gelişim ve değişim gösterdiği
alanlardan biri olarak da kalabalık mitingler ve toplantıların tertip edilmesi gösterilmektedir. Kırım
Türkleri tarafından meselelerine çözüm getirmeyen yönetimleri protesto etmek gayesiyle organize
edilen bu gösterilere kimi zaman on binlerce kişinin katılması, o dönemin şartları içerisinde
oldukça önemli bir hadise olarak dikkati çekmektedir. Kırım Türkleri, hareketin gelişimi ve daha
geniş kitlelere yayılması için iletişimin ne denli önemli olduğunun farkında idiler. Bu hususta,
özellikle Kırım Türklerinin önde gelenleri tarafından daktilolarda yazılıp çoğaltılan bildirilerin
etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu yayınlar sayesinde hareket, gerek Sovyetler Birliği’nin
diğer bölgelerinde yaşayan Kırım Türklerinin, gerekse hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de yurt
dışındaki insan hakları temsilcilerinin dikkatini çekmişti.
Hareketteki bu gelişimin bir tezahürü olarak Moskova’ya giden Kırım Türk temsilcilerinin sayısında
da gözle görülür bir artış meydana gelmişti. Yapılan bütün baskılara rağmen azalması beklenen
temsilci sayısı, gittikçe artarak 1967 yılı ortalarında 400 kişiye kadar ulaşmıştı. Bu temsilciler
meselelerinin çözümü için Moskova’da resmi makamları ziyaret ediyor, onlara taleplerini içeren
mektup/dilekçeler sunuyor ve geniş katılımlı gösteriler tertip ediyorlardı.
Kırım Türklerinin aralıksız olarak sürdürdükleri faaliyetleri neticesinde, Sovyet devleti tarafından
5 Eylül 1967 tarihinde yayınlanan bir kararname ile bu mazlum halkın itibarları iade edilmiştir.
Adı geçen kararnamede 1944 yılında vatanlarından sürülen Kırım Türklerine haksızlık yapıldığı
itiraf edilmekte, o zamana kadar bu topluma uygulanan her türlü kısıtlamaların kaldırıldığı ve
Kırım Türklerinin de diğer Sovyetler Birliği vatandaşlarının yararlandığı her türlü haktan istifade
edebilecekleri belirtilmektedir. Bunun yanında onların seçme ve seçilme hakkına sahip oldukları,
basın yayın organlarını kullanabilecekleri, devlet kademelerinde görev alabilecekleri ve her çeşit
kültürel faaliyette bulunabilecekleri de kararnamenin hükümleri arasında yerini almaktaydı. Yine
aynı gün yayınlanan bir başka kararname ile 28 Nisan 1956 tarihli Kırım Türklerini de ilgilendiren
kararnamenin ikinci maddesinin hükmü ortadan kaldırılmıştı. Bu durumda Kırım Türkleri de diğer
Sovyet vatandaşları gibi o zaman yürürlükte olan çalışma ve ikamet kurallarına uymak şartıyla
Sovyetler Birliği’nin her yerinde yaşama ve çalışma hakkına sahip olmuşlardı.
Sovyetler Birliği’nin diledikleri yerinde yerleşme hakkına sahip olan Kırım Türklerinin vatanları
Kırım’a gelişlerinde büyük bir artış gözlemlendi. Kırım Türklerinin çoğunluğunu keşif ve
müşahede amacıyla gelenler oluşturmaktaydı. Bu kişilerden bazıları Kırımlı devlet yetkilileriyle
de görüşmeler yapmış ve kendilerinin Kırım’a yerleşimi ile ilgili meseleleri dile getirerek bunların
çözüme kavuşturulmasını talep etmişlerdi. Ancak Kırım Türklerinin vatanlarına dönmelerini
istemeyenler bunun önlemini de almışlardı. 5 Eylül 1967 kararnamesinden önce Kırım’da oturum
izni sadece şehirlerde ve büyük kasabalarda geçerliydi. Kırım’ın bozkır kesiminde yaşayanların
büyük bir kısmında ise ikâmetin mevcut olmadığı ve burada yaşayabilmek için ikâmetgah
istenmediği bilinmektedir. Ancak kararnameden hemen sonra, Kırım’ın her tarafında ikâmeti
olmayan herkese acil bir şekilde ikâmet tezkeresi dağıtılmıştı. Bunun bir tezahürü olarak, Kırım
www.ulkuocaklari.org.tr 231
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türklerinin yürürlükteki çalışma ve ikâmet kanunlarına uymaları engellenmiş oldu. Bütün bunlara
rağmen Kırım Türklerinin, özellikle Eylül ayının ikinci yarısında ve Ekim ayında Kırım’a toplu ve
düzenli bir şekilde yerleşmek, orada oturum izni almak ve çalışma şartlarını tahkik etmek gayesiyle
toplu seyahatler düzenledikleri görülmektedir. Bu durum karşısında binlerce Kırımlı Türk ailesi
Kırım’da başlarını sokacak bir yer aramak için dağıldı ve bir çoğu da Kırım’ı terk etmek zorunda
kaldı. Ev satın almaya muvaffak olanlar ise buralara yerleştiler, ancak bu kişilerin karşılaştıkları
asıl zorluk alım-satın işlemlerin resmiyet kazandırılmasında yaşanmıştı. Bu işlemler yapılmadan
satın alınan evde yaşamak Sovyet yasalarınca “kanun dışı” kabul ediliyordu. Bu meseleyle
ilgilenen mahkemeler de alım-satım belgelerinin yokluğu yüzünden satın alma işlemlerinin
geçersiz olduklarına karar verince çoğu aileler satın aldıkları evlerden ve Kırım sınırlarından zorla
çıkarıldılar. Kırımlı yetkililer, Kırım Türklerine çalışacakları bir iş olmadan ikâmet izni ve ikâmet
izni olmadan da iş vermeyeceklerini beyan ediyor, doğan çocukların nüfus kayıtlarını, evlenen
çiftlerin nikah akitlerini dahi yapmıyorlardı.
Sovyet yetkilileri, KTMH’ nin Kırım Türklerinin vatanlarına geri dönüşü için yürüttükleri
faaliyetlerin önüne geçebilmek gayesiyle 1968 baharından itibaren, Kırım’a göçün devlet organları
tarafından düzenli bir şekilde gerçekleştirileceğini açıkladılar. Kırım’a yerleştirilecek kişilerde,
KTMH’ne hiç katılmamış, toplanan dilekçelere imza akmamış, hiçbir toplantıya iştirak etmemiş,
Türk temsilcilerin Moskova’ya gitmeleri için para vermemiş olmak gibi şartlar aranıyordu ve bu
kişiler KGB tarafından tespit ediliyordu[130]. Daha ziyade vasıfsız, kültür seviyesi düşük Kırım
Türkleri arasından seçilen şahısların Kırım’da tarım alanında çalıştırılması planlanıyordu. Tahsilli
ve mesleklerinde uzman Kırım Türklerinin ise yerleştirilecek kişilerin arasına dahil edilmediği
dikkat çekmektedir[131]. Sovyet devletinin bu uygulaması sonucu 1968’de 198, 1969’da 104,
1970’te 45, 1971’de 65, 1972’de 50 aile Kırım’a yerleştirildi. Ferdî olarak ise 195 aile Kırım’a
geldi. Bu dönemde gelenlerin toplam sayısı 3496 kişiden ibaretti. Bu durumun Kırım Türklerinin
Sovyet makamlarına karşı protestolarında ve vatana dönüş mücadelesinde daha da etkili olmalarına
yol açtığı görülmektedir.
Kırım Türkleri kendilerinin haklı olduklarını duyurmak için birtakım gösteriler yaptılar. Bu
gösterilerin en büyüğü 21 Nisan 1968’de Taşkent yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Çirçik’te
gerçekleştirildi. Kırım Türkleri burada hem Lenin’in 98. doğum gününü, hem de geleneksel
“Derviza” bayramını kutlamak için toplandılar. Toplantının asıl amacı Kırım’a geri dönme ve
milli özerkliğin yeniden tesisi isteklerini bir kez daha yetkililere duyurmaktı. Ancak böyle bir
gösterinin yapılmasına izin vermeyen Sovyet yetkilileri, aldıkları geniş güvenlik tedbirleri ile
toplanan kalabalığı yüzlerinde gaz maskeleri bulunan polislerin sıktığı tazyikli ve boyalı sularla,
zor kullanarak dağıtmışlardı.
Kırım Türklerinin daha sonra da protesto faaliyetleri olmuştu. Bu olaylar neticesinde bir çok kişi
tutuklanarak mahkemeye sevk edilmişti. 21 Nisan 1968’deki Çirçik olaylarının düzenleyicisi
olarak Enver Abdülgaziyev, Said Abhayırov, İbrahim Abibullayev, Reşat Alimov, Refat İsmailov
ile birlikte beş kişi daha tutuklanmıştı. Yapılan mahkeme sonucu hepsine 2,5 ila 3 yıl katı rejimli
çalışma kampı cezası verilmişti. Diğer bir mahkeme ise, insan hakları savunucusu İ. Gabay ile
Kırım Türklerinin liderlerinden Mustafa Cemiloğlu aleyhine açılan davalar hakkında idi. 6 gün
süren yargılama sonunda her ikisine de “Sovyet karşıtı faaliyetlerde bulunmak” suçlarından 3’er
yıl ağır hapis cezası verildi.
KTMH liderlerinin yargılanarak mahkum edildiği 1970 yılının, hareket açısından oldukça kritik bir
dönemin başlangıcı olduğu görülmektedir. Bu tarihten itibaren harekette yavaş yavaş bir düşüşün
başladığı dikkati çekmektedir. Harekette yaşanan bu düşüşün altında yatan sebebin yalnızca
bundan ibaret olduğunu söylemek güçtür. Bu amilin yanında, hareketin ortaya çıktığı dönem ile
1970’lerden sonraki zaman arasında Kırım Türk toplumunda meydana gelen sosyolojik, ekonomik
ve kültürel bir takım değişiklikleri de göz ardı etmemek gerekir. Zikredilen dönemde Kırım Türk
232 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
toplumunda sosyal sınıf yapısında bir takım değişikliklerin olduğu bilinmektedir. Bunun yanında,
1944 yılında yaşanan sürgünden sonra Sovyet devleti tarafından ortadan kaldırılan ve milli
kültürün birer temsilcileri olan aydınların yerine, yine öğretmen, doktor, mühendis gibi yüksek
tahsilli kişilerin meydana getirdiği Kırım Türk “aydın” sınıfının doğması önemli bir husus olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Kırım Türk gençlerinin tahsil yapma imkanı bulduğu, halkın
pek çoğunun geleneksel meslekleri olan çiftçiliğe geri döndüğü ve bu durumun Kırım Türklerinin
yerleşimi mevzuunun da değişmesini beraberinde getirdiği dikkati çekmektedir. Sürgünden sonra
tespit edilen yerleşim yerlerine toplu bir halde yerleştirilen Kırım Türklerinin, artık yıllarca
çalıştıkları fabrikaların da bulunduğu bu sürgün bölgelerinden ayrılarak, daha ziyade büyük şehirlere
göç etmeye ve buralarda çalışıp hayatlarını sürdürmeye başladıkları görülmektedir. Bu dönemde
Kırım Türk ailesinin hayat standardında da gözle görülür bir iyileşmenin yaşanması söz konusudur.
Ancak Kırım Türk toplumunda meydana gelen ve müspet gibi görünen bu değişikliklerin, milli
hareketin gelişimine ciddi anlamda sekte vurması da bu dönemin önemli özelliklerinden bir olarak
zikredilmelidir. Daha önce hep bir arada yaşayan Kırım Türklerinin işlerini ve yaşam yerlerini
değiştirmesinden sonra hareket üyeleri arasında bir kopukluk ve koordinasyon eksikliğinin
yaşandığı göze çarpmaktadır.
Bir çok mensubunun Kırım’a gitmesiyle birlikte hareketin düşüş trendine girmesi, doğal olarak bu
hareketin liderlerini önlem almaya sevk etti. Bunun bir tezahürü olarak, 1975 yılında KTMH’nin
faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlandı. Birtakım önlemler alınarak Kırım’da
mevcudunu arttırmaya başlayan hareketin, burada seslerini duyurabilecek çeşitli faaliyetler
yapması bekleniyordu. Yapılması beklenen bu faaliyetlerin başında ise daha önce örnekleri çok
görülen bildiri dağıtımı ve toplu dilekçelerle resmi kurumlara müracaat edilmesi geliyordu. Hareket
liderleri ayrıca 1975 yılı içerisinde Sovyetler Birliği’nde ve özellikle Kırım’da yapılması planlanan
yerel ve uluslararası etkinliklerde toplu gösteriler düzenleyerek dünya kamuoyunun dikkatlerini
kendi meselelerine çekmeyi de düşünüyorlardı.
Kırım Türklerinin yarımadada gitgide artan nüfusu ve faaliyetleri karşısında, Kırım’daki Sovyet
yöneticileri yine baskı metotlarına müracaat etmişti. İkâmet izni alamayan bazı Kırım Türkleri,
polisiye baskılarla karşılaşmış, gece baskınlarıyla evlerinden zorla çıkartılmış ve Kırım’dan
uzaklaştırılmıştı. Kırımlı yöneticilerin bu davranışları son derece üzücü ve feci bir olayın
yaşanmasına da yol açmıştı. Musa Mahmut adlı bir Kırım Türkü 5 çocuğu ve eşiyle birlikte geldiği
ve bir ev satın alıp yerleştiği Kırım’dan polis zoruyla çıkartılmak istenince, çocuklarının gözleri
önünde üzerine benzin dökerek kendini yakmıştı. Musa Mahmut’un ölümüyle sonuçlanan bu trajik
olay dahi Kırımlı yöneticilerin Kırım Türklerinin yarımadadaki yerleşimini önleme gayretlerinin
önüne geçememişti. Bu gayretlerin bir sonucu olarak Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu tarafından
15 Ağustos 1978’de Kırım bölgesindeki ikâmet kurallarını düzenleyen bir kanun kabul edildi.
Buna göre, yasal olmayan yollarla Kırım’a gelip yerleşen Kırım Türklerinin bölgeden çıkarılması
için Kırım İçişleri Bakanlığı organlarına tam yetki verilmiş, ayrıca bu şahıslara evlerini satan veya
kiraya veren yerel halkın da cezalandırılması hükme bağlanmıştı. Kasım-Aralık 1978 ve Ocak
1979’da Kırım’a sadece 30 civarında aile gelmiş ve bunlardan yalnız bir aile yerleşme imkanı
bulmuştu. Diğer aileler ise Kırım’dan çıkarılmıştı. 1979 yılının Şubat ayında ve Mart ayının ilk 15
gününde Kırım’a gayr-i resmi olarak hiçbir ailenin gelmemiş olması Sovyet makamları tarafından
belirtilmektedir.
Sovyet hükümetinin Kırım Türklerini vatanlarından uzak tutmak için gösterdikleri gayretlerin hepsi
boşa çıkıyordu. Artık KTMH’nin önderliğinde yürütülen vatana dönüş mücadelesi dönülmez bir hal
almıştı. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan faaliyetler, Kırım Türklerini
“zafere” taşıyan amiller olma yolunda önemli katkılar sağlamışlardı. Bunun yanında gerek dünyada
gerekse Sovyetler Birliği’nde yaşanan sosyal ve siyasî değişikliklerin de Kırım Türklerinin vatana
dönüş mücadelesine etki eden diğer unsurları teşkil ettiği görülmektedir. Özellikle 1985 yılında
www.ulkuocaklari.org.tr 233
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Sovyetler Birliği’nin yönetim kadrosunda meydana gelen yenilikle M. Gorbaçev’in hâkimiyete
geçmesinin ardından, ülkede uygulamaya konulan “Yeniden yapılanma” ve “Açıklık” politikası
sonucunda Sovyetler Birliği’nin hemen her alanında köklü değişikliklerin meydana gelmeye
başladığı bilinmektedir. Kırım Türklerine yönelik baskılar da bu dönemde ortadan kalkmaya
başlamış, hapishanelerdeki liderleri serbest bırakılmaya başlanmıştı. Mustafa Cemiloğlu da Aralık
1986’da tutuklu bulunduğu Magadan Hapishanesinden çıkarılarak özgürlüğüne kavuşmuştu.
Sovyet yetkililer Kırım Türklerinin temsilcileriyle görüşmelerde bulunmuşlar ve meselelerinin
çözüleceği yönünde vaatlerde bulunmuşlardı. Ancak bunlar birer vaat olmaktan öteye gidememişti.
Taleplerine müspet cevaplar alamayan Kırım Türk temsilcileri, bunun bir sonucu olarak
seslerini daha yüksek ve farklı usullerle duyurmaya karar vermişlerdi. Bunu gerçekleştirmek
için Moskova’da büyük bir miting tertip ettiler. 23 Temmuz 1987 günü Sovyet rejiminin kalbi
olarak kabul edilen Kızıl Meydan’da toplanan yüzlerce Kırım Türkü ve onları destekleyen Sovyet
vatandaşları, Sovyetler Birliği’nde eşi benzerine az rastlanan bir miting gerçekleştirdiler. Mustafa
Cemiloğlu’nun önderliğinde tertip edilen bu gösteri, orada bulunan yabancı basın mensupları
tarafından bütün dünyaya aksettirilmiş ve tüm dünya kamuoyu tarafından ilgi ve dikkatle takip
edilmişti. Mitingin devam ettiği bir sırada Sovyet resmi haber ajansı TASS tarafından bir duyuru
yayınlanmıştı. Bu duyuruya göre, Sovyet yönetimi Kırım Türklerine “büyük haksızlık yapıldığını”
kabul ediyor ve meselenin çözümü için bir devlet komisyonu kurulduğunu belirtiyordu. Bununla
birlikte, açıklamada yer alan ifadelerden Sovyet devletinin eskiden beri sahip olduğu görüşlerinin
kaybolmadığı da anlaşılmaktadır. Bu hususta açıklamanın Kırım Türklerinin taleplerini karşılama
noktasında yapıcı bir yaklaşımda bulunmadığını söylemek mümkün görünmektedir. Nitekim
Kırım Türklerinin vatana düzenli ve toplu olarak dönüş, milli özerkliğin tesisi gibi olmazsa olmaz
istekleri, Kırım’ın demografik yapısı gibi mazeretler ortaya sürülerek savuşturulmak istenmektedir.
Böyle bir durumun ise Kırım Türkleri tarafından kabul görmesi, daha önce yaşanan örneklerde de
görüldüğü üzere ihtimal dâhilinde bulunmamaktadır.
Kırım Türkleri bu açıklamaya ve sunulan çözüm önerilerine karşı tepkilerini yine kendilerine
özgü usullerle vermişlerdi. Nihayet verdikleri bu tepkiler, Sovyet hükümetinde olumlu bir tesir
bırakmış ve 14 Kasım 1989’da vatanlarına dönüş yolunu açan bir deklarasyonun yayınlanmasında
etkili olmuştu. Belirtilen tarihte Sovyetler Birliği’nin kabul ettiği deklarasyona göre, sadece Kırım
Türkleri değil, daha önce kendilerine haksızlık yapılan bütün Sovyetler Birliği vatandaşlarının
hakları kendilerine iade edilmiş ve bu haklar devlet garantisi altına alınmıştı. Sovyetler Birliği’nin
en yüksek makamı tarafından açıklanan bu deklarasyon ile Kırım Türklerinin ve vatanlarından
uzakta yaşayan diğer toplulukların, özgürce, hiçbir sınırlama olmadan vatanlarına dönebilmeleri
için bütün hukukî ve sunî engeller ortadan kaldırılmış oldu. Devlet artık Kırım Türklerinin
vatanlarına dönüşünü engellemek için değil, bilakis bu dönüşü organize etmekle ilgilenmeye
başlayacaktı. Bu doğrultuda, Kırım Türklerinin sorunlarıyla meşgul olmak amacıyla bir komisyon
kurulmuştu. Komisyon bu konuda çalışmalara başlayarak bir göç planı hazırlamıştı. Bu plana göre,
öncelikle Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşü ve milli bütünlüklerinin tesisinin kanunî hakları
olarak kabul edilmesi gerekiyordu. İkinci olarak, Kırım Türk toplumunun dönüş meselesi merkezî
yönetim tarafından rasyonel bir şekilde ele alınıp birbirini takip eden üç safhada gerçekleştirilmesi
öngörülüyordu. Birinci safhada altyapı, konut, sosyo-kültürel ortam ve üretim alanındaki gelişim
meselelerinin aynı anda çözülmesiyle, şahısların yakınlık dereceleri göz önünde bulundurularak
dönüşün devlet denetiminde yapılması planlanmaktaydı. İkinci safhada, şahısların kendi
başlarına, bireysel imkanları kullanarak dönmeleri tasarlanmaktaydı. Bu durumda devlet bir takım
yükümlülüklerden kurtulmuş olacaktı. Üçüncü safha ise, grup halinde toplu dönüş planlarıydı.
Böylece toplu olarak Kırım’a dönenlerin bir arada yaşayarak yeni köyler veya kasabalar meydana
getirmeleri düşünülmekteydi
Netice olarak, 1944 yılından beri Kırım Türklerinin vatana dönüş uğruna verdiği mücadeleler
234 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
geç de olsa meyvesini vermiş ve kitleler halinde vatana dönüş başlamıştır. Bunun neticesinde,
1987 yılında Kırım’a yerleşen Kırım Türklerinin sayısı 2300, 1988’de 19.3000 kişi iken, bu sayı
1989’da 28.000’e yükselmişti. 1 Mayıs 1990 itibariyle ise Kırım’da toplam olarak 83.116 Kırım
Türkü yaşamaya başlamıştı. Günümüzde Kırım Ukrayna’nın özerk bölgesidir.
Kaynak
Doç. Dr. Hakan Kırımlı
www.ulkuocaklari.org.tr 235
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BATI TRAKYA
SORUNLARI
Onur ŞAHİN
Günümüzde Trakya, Doğu ve Bati olmak üzere iki kısma ayrılır. Doğu Trakya, bugünkü Türkiye’nin
Avrupa kıtasındaki arazisini teşkil eder. Bunun dışındaki kısmı ise tamamen Yunanistan sınırları
içinde kalan Bati Trakya’dır. 1913’ te kurulan “Bati Trakya Hükümet-i Müstakilesi” hudutları
esas alındığında, bir kısmı Yunanistan’ in, diger bir kısmı da Bulgaristan’ in hudutları içinde
kalmaktadır.
Bağımsız bir devlet kuran Türkiye Cumhuriyeti komşuları ile iyi ilişkiler kurma yoluna gitmiştir. Bu
bağlamda Balkanlarda istikrarın sürdürülmesi için Yunanistan ilişkileri olumlu bir boyut kazanmıştır.
Ancak Yunanistan çok geçmeden, Lozan Antlaşması’na müteakip Batı Trakya’nın kendilerinde
kalmalarının garanti altına alınmasını fırsat bilerek burada yaşayan Türklere asimilasyon politikası
uygulamıştır.
Bati Trakya Türklerinin hukuki durumu ve azınlık hakları Yunan Anayasası ile de teminat altına
alınmıştır. “Yunan hükümeti, diğer Hıristiyan Yunan vatandaşlarına sağladığı hakların aynısını
Müslüman Türk Azınlığa da sağlayacaktır” hükmü, Lozan Barış Antlaşmasında yer almıştır.
Azınlığın tüm dini, siyasal ve sosyal hakları teminat altına alınmıştır. Ancak pratikte yapılan
uygulamalar tamamen değişik olmuştur. Günümüzde Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığı
mensupları, hala devam eden ayırımları sorgulamakta, ayırımların sona ermesini ve eşit vatandaşlık
ilkelerinin hayata geçirileceği günleri beklemektedirler.
Bu bağlamda geçmişten gelen birtakım sıkıntılar içerisinde bulunan Batı Trakya Türkleri bugün de
aynı sıkıntıları yaşamaktadır. Üzücü olan ise seslerini duyuramamalarıdır. Batı Trakya Türklerinin
sorunlarını başlıklar halinde inceleyebiliriz.
Kimlik Baskısı
Bugün Yunanistan içerisinde, çoğunluğu Batı Trakya olmak üzere 150.000 Türk azınlığı
yaşamaktadır. Türklerin hakları Lozan Antlaşması ile güvence altına alınmışsa da bugün bu haklar
ihlal edilmiştir. Türkler her fırsatta ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Özellikle 1950’den itibaren
uygulanan yaptırımlar Türklerin bütün haklarını ellerinden almışlardır.
Yunanistan, Türkleri asimile etmek ya da göç ettirmek için Türk kimliklerini hedef almışlardır. Bu
bağlamda Türklüklerini asimile etmek maksadıyla;
- Azınlığı Türk, Pomak ve Çingenelerden müteşekkil homojen olmayan bir topluluk olarak
tanımlayıp azınlığın bölünmesine zemin hazırlamak.
- Azınlığı münhasıran dini kimliği ile tanıyıp etnik kimliğinin, dolayısıyla Türkiye ile bağlarının
zayıflatılması ve böylece yukarıda işaret olunan bölünmeyi gerçekleştirmek.
- Azınlığın ekonomik gelişmesini engellemek ve sosyal güvenlik ve dayanışmasını sarsmak
suretiyle göçü özendirme
236 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı yıllar boyunca süre gelen tüm haksız uygulamaların bir
gün son bulacağı düşüncesiyle suskunluğunu hiç bir zaman bozmamıştır. Yunanistan yüksek
mahkemesinin
Batı Trakya’da Türk yoktur gerekçesiyle verdiği Türklere ait tüm derneklerin kapatılması kararı
Batı Trakya Müslüman Türk azınlığı mensupları açısından milli kimlikleri Yunan devleti tarafından
inkar edilmektedir.
Eğitim Sorunu
Lozan Antlaşması’na göre kendi eğitim kurumlarını kurma ve öğretmenini tayin etme hakkı bulunan
Batı Trakya Türk toplumu bugün “cahil bırakılma” uygulamaları ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Türk Toplumunun çağdaş eğitimden yararlanmasını sağlamak amacı ile imzalanan 1953 ve 1968
Türk-Yunan Eğitim Anlaşma ve Protokolü uygulanmamaktadır.
Yunanistan ile Türkiye arasında 1953 yılında varılan bir mutabakat çerçevesinde her yıl karşılıklı
olarak Batı Trakya ve İstanbul’a 25 öğretmen gönderilmesi öngörülmüş, daha sonra 1955 yılında
öğretmen sayısı 35’e çıkartılmıştır. Ancak, aradan geçen zaman içerisinde Yunanistan, Batı Trakya
Azınlık okullarına Türkiye’den gönderilecek öğretmen sayısını reysen giderek azaltmış ve sadece
16 öğretmen için vize vermeye başlamıştır.
Din ve İnanç Sorunu
Yunan idaresi, Batı Trakya Türklerinin azınlık olarak bırakıldıkları tarihten bugüne kadar dinlerine
ve din adamlarına daima düşmanca tavır içinde olmuştur. Batı Trakya Türk Azınlığının din ve
vicdan özgürlük ve haklarıyla din kurumları Lozan Antlaşması’nda genel ifadelerle düzenlenmiştir.
Bu Antlaşma hükümleri 1920 tarih ve 2345 sayılı yasa ile Yunan hukuk sisteminin bir parçası
haline getirilmiştir.
Yasaya göre, Batı Trakya Türk azınlığı dinsel kurumlarını kendi özgür iradesiyle oluşturmakta
ve müftüleri seçim yoluyla görevlendirmektedir. Yunanistan son dönemde müftülerin atama
yoluyla işbaşına getirilmesini öngören yeni bir yasayı yürürlüğe koymuştur. Bu şekilde Atina
Antlaşması’nı ihlal eden Yunanistan, Yahudi cemaatlerine tanıdığı yöneticilerini ve hahamlarını
seçme hakkını Türk Azınlığından esirgeyerek azınlıklara diğer vatandaşlara tanınan hakların
tamamının tanınacağını amir Lozan Antlaşması’nın 40. maddesini de ihlal etmektedir.
Yunan Hükümeti’nin, Müslüman topluluğun müftülerinin atanması konusundaki tutumu da, bu
azınlığın insan haklarının ihlalini gösteren en utanç verici tutumlardan biridir. Bugün, İskeçe ve
Gümülcine’de, ikişer müftü bulunmaktadır. Bunlardan biri, Yunan Hükümetince, tüm antlaşmalar
hilafına, yasadışı olarak “atanmış”, diğeri de Türk azınlık mensuplarınca, antlaşmalara uygun
olarak, yasal olarak “seçilmiş” müftüdür. Seçilmiş müftüler, müteaddit defalar, müftü unvanını
yazılı olarak kullandıklarından dolayı, “makam sahtekarlığı” ile itham edilmişler ve mahkeme
önüne çıkarılarak, hüküm giydirilmişlerdir.
Vakıf Sorunu
Lozan Antlaşması’na göre, Bati Trakya Türk Azınlığının giderlerini kendileri karşılamak üzere, her
türlü hayır kurumları, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim
kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve
dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olmaları öngörülmüştür.
Vakıfların yönetimi, Yunan Resmi makamlarının yetkileri içinde bırakılmıştır. Bu yasa vakıfları
ekonomik anlamda kıskaç içine sokarken, bir okul ya da bir caminin yaşamasını amaçlayan küçük
yardım kuruluşlarını da yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. Daha önce de sözünü
www.ulkuocaklari.org.tr 237
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ettiğimiz gibi bu yasa gerek Batı Trakya Türk cemaatinin gerekse Türkiye’nin şiddetli protestolarıyla
karşılandığından on yıl kadar tam anlamıyla yürürlüğe girememiştir. 1991 yılı başında ilan edilen
bir kararnameyle yasanın hükümleri uygulamaya konmuştur.
Vakıf İdaresine seçilecek şahıslar yine Hıristiyan Ortodoks yöneticiler tarafından atanmaya
başlanmıştır. Bu zamana kadar Bati Trakya Müslüman Türk Azınlığı tarafından seçilen şahıslar
bundan böyle tasfiye edilmiştir.
Ekonomik Baskılar
Birçok arazi hala Osmanlı döneminden kalma tapularla belirlenmektedir. Tabii zamanla miras
yoluyla bölünmeler dolayısıyla dönümlerce arazi kaybolmaktadır. Ayrıca tek yazılı senet olan bu
tapular tanınmayarak Türk toprakları devlet mülkü sayılmaktadır. Türkler bahsi geçen alım satım
izni dolayısıyla mallarını Yunanlılara satmak zorunda bırakılmaktadır.
Türklere ait ekilebilir verimli araziler üniversite açmak, sanayi bölgesi kurmak veya askeri saha
gerekçesi ile istimlak edilmekte, istimlak bedeli olarak da ekilemez bölgedeki bir çorak arazi parçası
verilmek istenmektedir. 1923’ten sonra Batı Trakya’daki araziler Yunan devleti tarafından dramatik
bir şekilde azınlık aleyhine değişmiştir. Lozan Barış Konferansı’nın resmi istatistiklerine göre,
1923’te Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığının elindeki araziler bölgenin %84’ünü oluştururken
günümüzde bu oran %25’in altına düşmüştür.
Bu mülkiyet oranı değişikliğinin ardındaki en büyük neden, Yunan kökenli vatandaşlara, son
derece avantajlı krediler sunulması suretiyle, Türk azınlık mensuplarından taşınmaz mal alımının
teşvik edilmesi, kamulaştırma ve toprak bütünleştirmesi, Osmanlı tapularının ve mülkiyetlerinin
tanınmaması, keyfi olarak işgal edildikleri gerekçesiyle, Türk azınlığının topraklarına el konması,
eski Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinden getirtilen Yunanlıların bölgeye yerleştirilmesidir.
Azınlık mensupları arasında ve mal alım-satımı ile Yunan kökenlilerle Azınlık mensupları arasındaki
mal alım-satımı da çeşitli Yunan yasalarıyla kısıtlanmaktadır.
Vatandaşlıktan Atılma Uygulamaları ve Politik Baskılar
Yunanistan, Anayasasının 4. Maddesi ile çelişen vatandaşlık kanununun 19. Maddesi gereği
binlerce azınlık mensubunu vatandaşlıktan çıkarmış bulunmaktadır.
Yasalarını Avrupa standartlarına getirmek zorunda kalan ve Batı Trakya Türklerini asimile etmek
amacıyla hazırlanıp 1955 yılından bu yana 60 bin Batı Trakya Türkünün vatandaşlıktan atılmasına
neden olan anayasanın ünlü 19. Maddesi 31 Ağustos 1998’de yürürlükten kaldırmıştır . Bununla
birlikte, Yunan Hükümeti, binlerce vatansız soydaşımızın beklentilerinin aksine, yasa iptalinin
geriye dönük etkisi olmadığını, yani vatansız soydaşlarımızın gasp edilen vatandaşlıklarının iade
edilmeyeceğini bildirmiştir.
Bu iptalin üzerinden neredeyse 5-6 sene geçmiştir. Beş seneden beri Yunan hükümetin İçişleri
ve Dışişleri bakanlarıyla başbakan SİMİTİS’in kendisi bu meselenin en kısa bir sürede
halledileceğine dair tekrar tekrar söz vermelerine rağmen, hala bu insanlara işkence yapılmağa
devam edilmektedir.
Yunanistan Anayasası’nın ünlü 19. maddesini gerekçe gösteren yetkililer, maddenin yürürlüğe
girdiği 1955 yılından 1979 yılına kadar 47 bin kişiyi, 1979 ile 1997 yılları arasında ise 13 bin Batı
Trakya Türkünü vatandaşlıktan atarak insan haklarına sığmayan davranış sergilemişlerdir.
Batı Trakya Türk Azınlığı mensuplarını vatandaşlıktan çıkarmak için kullanılan bu madde, Yunan
vatandaşları arasında “etnik kökenlerini” kıstas alarak, “Yunan asıllı olanlar ve olmayanlar”
238 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
şeklinde ayırım yapmaktaydı. Bu maddeyle vatandaşlıktan ıskat edilenler kendilerine bir tebligat
dahi yapılmadan, keyfi biçimde vatandaşlıktan çıkarılmışlardır. Bu şekilde Yunan vatandaşlığı
kaybettirilen Batı Trakya Türklerinin sayısının 60.000 civarında bulunduğu tahmin edilmektedir.
Yunanistan, ülkesinde hiçbir etnik-milli azınlık bulunmadığı ısrarını sürdürürken, kendilerine vaat
edilen hakları talep edenleri ise “bölücü” ve “kökü dışarıda” olarak görmeye devam etmektedir.
Yunanistan’ın resmi olarak tanıdığı tek azınlık Batı Trakya’daki Müslüman Türkler, Ancak resmi
olarak sadece Müslümanlar diye tanınan bu grup aynı zamanda Türk, Pomak ve Roman kökenliler
olarak hükümet tarafından ifade edilmektedir.
Geçmişten gelen sıkıntıları artarak devam eden Batı Trakya Türkleri hukuki olarak mücadele
vermek istese de ne yazık ki sesini duyuramamaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 239
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AHISKA TÜRKLERİ
Alparslan GURBANLI
Ahıska şehri, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Ardahan ilimizle sınır teşkil eden, Gürcistan toprakları
içinde yer alan, çok eski bir Türklük yurdunun merkezidir. Abastuban, Adigön, Aspinza, Ahılkelek,
Azgur ve Hırtız gibi kasabaları ve bu kasabalara bağlı 200 kadar köyü vardır. Ahıska, Türkiye
sınırına 15 kilometre mesafede bulunmaktadır. Posof Çayının iki yakasında yer alan şehir, karayolu
ile Tiflis, Batum ve Türkiye’ye bağlıdır. Ayrıca batıda Türk sınırının çok yakınına kadar uzanan bir
demiryolu, Ahıska’yı doğudan Tiflis’e bağlamaktadır.
Bugün sakinleri orada yaşamayan Ahıska ve çevresinde nüfus da seyrek, hatta ıssız hâldedir.
1944 sürgünüyle boşaltılan köylere, zorla veya zaruretle gelenler dışında nüfus hareketlenmesi
olmamıştır. Bölgeye iskân edilmek istenen Gürcüler gelmediği gibi, kasabalara da sadece Ermeniler
yerleşmiştir. Buralarda resmî görevlilerden başka Gürcü varlığından söz edilemez. 1828’de 50.000
olan şehir nüfusu, 1887’de 13.265’e düşmüştür. Günümüzdeki nüfusu 24.650‘dir.
Ahıska ve çevresi, çok eski devirlerden beri, insanların topluluk hâlinde yaşadığı bir bölgedir.
Milâttan önceki çağlarda Hurriler, onları takiben Urartular, Kimmerler ve Sakalar buralara hakim
olmuşlardır.
Yukarı Kür ve Çoruh boylarıyla Ahıska bölgesinin Türklük tarihi, çok eski asırlara dayanmaktadır.
Son Kıpçakların, Gürcü Kralının davetiyle gelip yerleşmesinden yüzyıllarca evvel buralarda
Kıpçak ve Bun-Türklerin yaşadığına dair ciddî haberler vardır. Doğu seferine çıkan Makedonların
ünlü kralı İskender, MÖ. IV. yüzyıl sonlarında Kafkasya’ya geldiğinde, ona karşı çıkan kuvvetli bir
Türk varlığının olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar, Kıpçak ve Bun-Türk adıyla anılmaktadır.
Bugün Rus ve Gürcü kaynaklarında Mesketya adıyla anılan Ahıska bölgesinin eski sakinleri
kimlerdi? Bu soruya çok net cevap bulmak zor olsa da, milâttan önce İskender’in seferinde buralarda
Türk unsurlarının yaşadığına dair kuvvetli haberler vardır. Mesketya adının da, buralarda yaşamış
eski bir kavim olan Meshlerden kalmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu kavmin menşeini kesin olarak
belirlemek zordur. Bununla birlikte şu görüşler ileri sürülebilir: Meshler, Nuh Nebi oğlu Yafes’in
oğlu ve Oğuz’un pederi Mesek’ten gelen Masagetlere dayanır. Meskler, Kartvel (Gürcistan)
güneyinde yaşamış Gogarlı (İskit) ve Turanî yerli Hristiyan halktır.
Meshlerin Gürcü olduğunu iddia edenlerin de kesin kaynağı yoktur. Ahıska’nın Rustav köyünde
dünyaya gelmiş olan ünlü şair Şota Rustaveli, “Üstadım Genceli Nizamî’dir” demiş ve eserinde
tamamen İslâmî motifler kullanmıştır. Şair Rustaveli’nin ad ve soyadının Gürcü isim kalıplarında
görülen “vili”, “dze” gibi ekleri almaması da dikkat çekici bir husustur. Dilinden başka Gürcü
kültürüyle ortak noktaları bulunmamaktadır. Bu kavim, muhtemelen Hitit, Asur ve Sümerler gibi
kayıp bir topluluktur.
Ahıska bölgesinden sürgün edilen Türk unsuru, Mesh değildir. Bu topluluğun, Kıpçak hâtırası
olduğu artık kesinleşmiştir. Eski çağlarda Kıpçak Türkleriyle birlikte bu bölgede yaşadığı anlaşılan
Meshler, Kıpçakların yahut Kartvellerin arasında erimiş olmalıdır. Zira Kartvel/Gürcüler, küçük
240 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir millet olmasına rağmen, dünyada emsali az görülecek derecede ırkçı bir yapıya sahiptirler.
Ele geçirdikleri yerde ilk başvurdukları yol, yerli halkın isimlerini değiştirmektir. Bunun en son
örneği, 1919 yılında işgal ettikleri Posof’ta görülmüştür.
Makedonyalı İskender’in, Kafkasya’ya geldiği sıralarda buralarda Kıpçak ve Bun-Türk unsurları
yaşamaktaydı. Bu bilgi, batılı kaynaklarla birlikte Gürcü kaynaklarında da geçmektedir.
Fransız bilgini Brosset, Bun-Türklerin Turanlı olduğunu bildirmektedir. Gürcü dil bilgini Marr
ise, Bun-Türk’ün “otokton/yerli Türk” anlamına geldiğini yazmaktadır. Bu bilgiler, Çoruh ve Kür
boylarında, dolayısıyla Kafkasya’da, Türklük tarihinin, ne kadar eskilere gittiği konusunda kesin
bir fikir vermektedir.
Ahıska, Osmanlı zamanında bir eyalet merkezi olduğu gibi aynı zamanda bilim ve kültür merkeziydi.
Ahıska medreseleri şöhretliydi. Buralardan birçok din âlimi ve hoca yetişmişti. Bunlardan bilinen
birkaçı şunlardır: Abdullah Efendi, M. Arif Efendi, M. Fahri Efendi, M. Fazlı Efendi, Ali Tevfik
Efendi, Ali Rıza Efendi, Beyzade Mustafa Efendi, Ali Haydar Efendi, İsmail Nebil Efendi, Mehmed
Nuri Efendi, M. Şakir Efendi...
Ahıska bölgesinden kültür alanında yetişen önemli şahsiyetlerden ilk akla gelen Ömer Faik
Numanzade’dir. Ömer Faik, İstanbul‘da tahsil görmüş, Azerbaycan‘da öğretmenlik yapmıştır.
O, ünlü Molla Nasreddin dergisinin iki önemli isminden birisiydi. Ömer Faik, Stalin zamanında,
1937’de vahşî bir şekilde öldürülmüştür.
Bibinoğlu Ahmet Cevdet Bey, Rus kırgın ve zulümlerinde Kafkasya, Ahıska ve Ardahan havalisi
Müslümanlarının yaralarını sarmaya çalışan Bakü İslâm Cemiyeti Hayriyesi’nin üyesi olarak hayırlı
faaliyetlerde bulunmuş; Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nde de (1918-1920) bakan olarak görev
yapmıştır. Azerbaycan’da ilk üniversitenin açılmasında önemli rol oynamıştır. Stalin devrinde,
1935 yılında, önce sürgüne gönderilmiş sonra da idam edilmiştir.
Kıpçak Atabekleri sülâlesinden olan Osman Server Atabek (1886-1962), Petersburg, Freiburg ve
Breslav Üniversitelerinde okumuş, maden, ziraat, kadastro mühendisi ve hukukçuydu. Türk-Gürcü
muharebelerinin unutulmaz kahramanı olup İstiklâl Madalyası sahibiydi. I. TBMM’de Ardahan
milletvekiliydi.
Bunlardan başka Azerbaycan millî eğitiminde rol oynayan Ahıskalı Efendizade Ailesinden yetişen
birçok doktor, pedagog ve gazeteci vardır.
Ahıska Türkleri, Türk kültürünü canlı olarak yaşatmaktadır. Onların, ev, mutfak, giyim, aile, düğün,
bayram, yas, sünnet gibi maddî ve manevî kültür varlıkları, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Oltu
ve Tortum bölgeleriyle aynı özellikleri taşımaktadır.
Kuzeydoğu Anadolu’daki âşıklık san’at ve geleneği, aynı derecede Ahıska’da da gelişmiştir.
Bunlardan eserleri günümüze kadar gelen âşıklar şunlardır: Ahılkelekli Hasta Hasan, Koblıyanlı
Çerkezoğlu, Ahıskalı Çirkinî, Ahıskalı Gülalî Hoca, Ahılkelekli Taşdemir, Ahıskalı Emrah, Ahıskalı
Korhan, Ahıskalı Pîr Medhî, Hırtızlı Sevdayî, Nihanî, Ahıskalı Şehrî, Azgurlu İsmail ve Koblıyanlı
Sefilî.
Bu âşıklardan Sefilî (1870-1937), güçlü bir halk şairidir. Stalin döneminde bilinmeyen bir yere
götürülerek öldürülmüştür. Sefilî, Köroğlu Destanları ustası olup bildiği boylar 1929’da Bakü’de
derlenmiştir.
Ahıska Türkleri, Anadolu Türkçesinin Ahıska ağzı denilen şekliyle konuşmaktadırlar. Bu ağız,
Yukarı Kür ve Çoruh bölgesinin ortak dilidir; Posof başta olmak üzere Ardahan, Şavşat, Artvin,
Ardanuç ve Oltu çevresinin ağzı, Ahıska ağzının ortak özelliklerini taşımaktadır. Ahıska Türkleri,
www.ulkuocaklari.org.tr 241
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
1828 yılında Anadolu Türklüğünden koparılmış ve 1944 yılında da Türkistan’a sürülerek
Anadolu’dan uzaklaştırılmış olmasına rağmen, günümüzde de bu ağzı muhafaza etmektedir.
Çarlık Rusyası dönemindeki baskı ve zulümler Sovyet Gürcistan’ı döneminde de devam etti. Onlar
hem Rus, hem de Gürcü mezâlimi ile karşı karşıya kaldılar. Türk ve Müslüman olarak yaşamanın
bedeli ağırlaşmaya başladı. Bu baskı, Stalin zamanında en yüksek noktaya çıktı. Ahıska Türklerinin
önde gelen aydınları, çeşitli düzme suçlarla tutuklanıp ya öldürüldüler, yahut da sürüldüler. Masum
insanlar için düzme suçlar icat ediliyordu: Türkçülük, Kemalistlik ve Türkiye taraftarlığı hatta
Troçkistlik!
Bu yıllar aynı zamanda Gürcü şovenizminin azgınlaştığı bir zamandı. Birçok Türk’ün soyadı
değiştirildi: Paşaoğlu, Paşaladze; Alioğlu, Alidze; Dadaşoğlu, Dadaşidze; Zeyneloğlu, Zenişvili...
1938 Sovyet anayasasının kabulünden sonra Ahıskalıların bir kısmını Azerbaycan milleti(!) diye
yazdılar. Aynı yıl Ahıska ve çevresine sınır koruması adı altında on binlerce asker yerleştirildi. Bu,
yakında çıkabilecek Türk-Sovyet savaşının hazırlıklarıymış!
II. Dünya Savaşı yıllarına kadar askere alınmayan Ahıska Türkleri, savaş başlayınca askere
alınmaya başlandı. 40.000 civarında insan, Almanlarla savaşmak üzere silâh altına alınarak
cepheye gönderildi. Geride kalan kadınlar ve yaşlılar da, Ahıska-Borcom demiryolu inşaatında
çalıştırıldılar. Bu hat 1944 ekiminde tamamlandı. Ahıskalılar, kendilerini vatana hasret bırakacak
trenlerin yolunu, kendi elleriyle yapmışlardı.
15 Kasım 1944 tarihi, yalnız Türk tarihinin değil, insanlık tarihinin de kara sayfasıdır. Zira bu
tarih, bir kış gecesi 200’den fazla köy ve kasabada yaşayan binlerce insan, birkaç saat içinde
ocağından sökülerek yük ve hayvan vagonlarında, Sibirya, Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a
sürülmüşlerdir. Sürgün edilenlerin birçoğu yollarda öldü. Sağ kalanlar da, ata vatanından ebedî
ayrılığa mahkûm edildiler. Yıllarca dünya kamuoyundan gizlenen sürgünün belgeleri bugün artık
sır değil. 31 Temmuz 1944 tarihli “Devlet Savunma Komitesi”nin gizli kaydıyla kaleme alınan
kararının altında Gürcü diktatörü Stalin’in imzası bulunmaktadır.
1990’lardan itibaren Sovyetler Birliği çözüldü. Bugün, bağımsız bir devlet olan Gürcistan, sudan
sebeplerle Ahıska Türklerinin vatana dönüşüne müsaade etmemektedir. Bugün yarım milyon
civarındaki Ahıska Türkü, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Sibirya ve Kuzey
Kafkas ülkelerinde darmadağınık bir hâlde hayat mücadelesi vermektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti tarafından çıkarılan Ahıska Türklerinin Kabul ve İskânına Dair
Kanun gereğince bir grup insan getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir. Bu küçük teveccüh, ıstırap
çeken Ahıska Türklüğünün tarihî yarasını sarmağa yetmeyecektir. Kendi imkânlarıyla Türkiye’ye
gelip, şurada burada perişan vaziyette hayat mücadelesi veren birçok göçmen aile vardır. Bunların,
ikamet, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik problemleri günden güne artmaktadır. Vatandaşlık
işlemleri çok yavaş yürümektedir.
Türk ve dünya kamuoyu, bu toplumu artık görmelidir. Ahıska kapılarının açılması için gereken
diplomatik çabalar ısrarla sürdürülmelidir. Öncelikle Türk devlet adamları, Ahıska bölgesinin
tarihî ve jeopolitik durumunu öğrenmelidirler. Sonra da, Ahıska Türklerini ziyaret için dahi
ülkeye bırakmayan Gürcistan’la ciddî görüşmeler yapılmalıdır. Devlet erkânımızın bu mesele
hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması meselenin çözümünü geciktiriyor. Ukrayna Hükûmeti,
Kırım Türklerinin dönüşüne engel olmamaktadır. Gürcistan Hükûmeti de aynı insânî davranışı
gösterebilmelidir.
242 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KAVRAMLAR
www.ulkuocaklari.org.tr 243
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
AVRUPA’DA
MİLLİYETÇİLİK AKIMI
Prof. Dr. İsmail ÖZÇELİK
Avrupa’nın Yeni Yüzü: Fransız İhtilali ve Ötesi
Avrupa’daki Rönesans ve Reform hareketleri, salt kendi olgularının dışında, doğrudan veya
dolaylı olarak Dünya tarihine yeni ivmeler kazandıran çok önemli gelişmelerin de alt yapısını
hazırlamışlardır. Rönesans’la başlayan ve Kilisenin itibarını kaybetmesi ve dolayısıyla onun
gayr-ı ilmî öğretilerinin başlangıçta sorgulanması, ardından çürütülmesiyle devam eden bilimsel
araştırma ve keşifler, insanların önüne yeni ufuklar açmıştır. Avrupa insanı, çeşitliliği ve yaratıcılık
potansiyelini artırarak, Avrupa’nın entelektüel ve manevi enerjisine büyük bir hamle gücü
kazandırmıştır.[1] Böylece 17. asır akıl çağı, 18. asır ise aydınlanma çağı haline gelmiştir.
Ancak, Rönesans ve Reform hareketleriyle beliren yeni düşünce tarzı, her ne kadar Avrupa’nın
entelektüel ve manevî enerjisine büyük bir hamle gücü kazandırarak insanı temel alan bir sanatsal,
dinsel ve bilimsel özgürlük ortamı sağlamış ve “Aydınlanma Çağı” denilen yeni bir dönemi
beraberinde getirmiş ise de[2]; insanın toplum içerisindeki siyasî yaşamına yönelik herhangi
bir serbestlik veya hürriyet getirememiştir. Siyasî manada insan hak ve hürriyetlerinin gündeme
getirildiği ve bir ihtilal halinde mevcut düzene karşı çıktığı ilk hareket, Fransız İhtilaliyle ortaya
çıkacaktır ki; işte bu hareket, beraberinde getirdiği yeni düşünce akımı ve kavramlarla, siyasî,
sosyal, iktisadî ve askerî hadiseler ve bunların etkileriyle günümüze uzanan yeni bir sürecin, yeni
bir çağın şekillendiricisi olacaktır. [3]
Fransız ihtilaline kadar insanlar mevcut siyasî yapı içerisinde, otoritelerini Tanrıdan aldıklarını
iddia eden ve isimleri ne olursa olsun (İmparator, Kral veya Prens) sert, sınırsız ve mutlak bir
hakimiyeti temsil eden siyasî otoritelere bağlı kalmaya devam etmişlerdir. Ancak ihtilalden sonra
yayınlanan ve ihtilalin mantığını, ne yapmak istediğini belirten Beyannamede açıklanan prensipler
tam manasıyla “insanlara hürriyet, milletlere istiklal” esasını işleyerek bahsettiğimiz geleneksel
siyasî düşünceyi yıkmıştır. İhtilal bildirisinde genel olarak şunlar ifade edilmektedir: “İnsanlar
hakları bakımından hür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar. Bu haklar hürriyet, mülkiyet, güvenlik
ve zulme karşı direnme haklarıdır. Her türlü egemenlik esas olarak milletindir. Kanun, millet
egemenliğinin ifadesidir. Her vatandaş hür bir şekilde konuşabilir, yazabilir ve yayında bulunabilir.
Kamu düzenine dokunmadıkça, kimse dinî ve siyasî inançlarından dolayı kınanamaz...”[4]
Görünen o ki; ihtilale kadar Avrupa’da, siyasî ve dinî bir kurum olan “devlet” ile, kültürel bir
birlikteliği ifade eden “millet” arasında her hangi bir bağ kurulmamış ve dolayısıyla milletin devlet
yönetimine etki etmesi yönünde bir gelişme yaşanmamıştır. İhtilalden sonra ise, millî hakimiyet
244 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
prensibi gündeme getirilerek, iktidarın millete ait olması gerektiği vurgulanmaya başlanmıştır.
Avrupa’ya yayılan milli hakimiyet, millî devlet veya liberal milliyetçilik akımlarının gerek Avrupa
ve gerekse bütün dünyada etkileri ise genel olarak iki şekilde
tezahür etmiştir. Bunlardan birincisi daha önce de belirttiğimiz gibi, “milletin yönetime katılması ve
bu doğrultuda dış siyasette daha fazla söz sahibi olması yönündeki istekler”; ikincisi ise, “yabancı
milletlerin idaresinde yaşayan milletlerin, kendi kaderlerini tayin etmek için harekete geçmeleri
ve kuracakları küçük prenslikleri, değişik bölgelerde yaşayan diğer ırkdaşlarının kurdukları
prensliklerle bir bayrak altında toplayarak millî bir bağımsızlık, millî bir devlet, millî bir hakimiyet,
millî bir sınır ve millî bir güç oluşturma faaliyetleri” şeklinde görülmüştür.
İhtilalin hemen sonrasında görülen ve 19. asrın ilk yarısına kadar sürecek olan bu milliyetçilik
anlayışı ve faaliyetleri, liberalizmin gerçek manada etkisi içerisinde olup, kendi milletinin
çıkarları uğruna başka milletlerin hak ve hukukuna, hürriyetine yönelik tecavüzlerde bulunan
katı bir doktrin eğiliminde olmamıştır. Zira amaç millî bağımsızlık, millî hakimiyet ve milletine
özgü nitelikleri geliştirmek üzere milletine hizmet etmektir. Ancak 19. asrın ikinci yarısına
gelindiğinde bu “romantik milliyetçilik”, liberalizmin etkisinden tamamen kurtularak, bir baskı
ve yayılma ideolojisine dönüşmüştür.[5] Şüphesiz bu değişimde Sanayi İnkılabı ve onun neticesi
diyebileceğimiz “Emperyalizm” olgusuyla beraber gelişen yeni düzen etkili olmuş[6] ve İrredantist
(saldırgan) milliyetçilik tarzı ve anlayışı gelişmiştir.
Bu arada ihtilâlden sonra görülen milliyetçilik akımının ihtilal orduları tarafından bütün Avrupa’ya
yayılması, Avrupa’yı hemen her alanda büyük bir değişime doğru itmiştir. Napolyon savaşları bir
taraftan Avrupa sınırlarını alt üst ederken diğer taraftan da gittiği yerlerdeki eski kurumları yıkmış,
böylece milliyetçi düşüncenin ve buna bağlı siyasî teşkilatlanmanın yaygın ve etkili bir akım
haline gelmesine zemin hazırlamıştır.[7] Buna karşılık devrin hakim güçleri olan ve hakimiyetleri
altındaki milletlerin bu etkilere maruz kalmasından çekinen büyük devletler, kendi çıkarları
aleyhine gelişen bu hadiseleri kontrol altına alabilme kaygısıyla Avrupa’da bir “Güçler Dengesi
Statüsü” ve “Konferans sistemi” oluşturma çabasına girmişlerdir. Fakat 1815 Viyana Kongresi ile
başlayan bu süreç -büyük savaşları engellemiş ise de- her türlü önleme rağmen İhtilâlin yaymış
olduğu fikir akımlarının önüne tamamen geçememiştir. Hatta zaman zaman bu statüyü yıkmaya
yönelik bir takım hareketler de görülmüştür ki[8]; bütün bunlar Viyana Statüsünün kendi içerisinde
bile değişikliklere uğramasını beraberinde getirmiştir. Ancak 1870’ler den sonra gelişen hadiseler,
Viyana statüsü üzerinde kesin etkili olmuştur. Zira İngiltere, Fransa ve İspanya’dan sonra, Almanya
ve İtalya’nın şahsında güçlü bir bünyeye kavuşan milliyetçilik akımı, Avrupa’daki klasik güç
dengesini yıkarak[9], bütün Avrupa’yı ve dünyayı yeni bir dönem içerisine, ‘milliyet asrı’na[10]
götürmüştür.
Netice olarak, 19. asır başlarından itibaren Avrupa, birbirleriyle bağlantılı olan iki köklü değişim
yaşadığı görülmektedir. Bunlardan birincisi, hemen hemen bütün ülkelerdeki mutlakıyet rejimlerinin
yıkılması; diğeri ise milliyetçilik ve bağımsızlık akımlarının gittikçe daha kuvvetli hale gelerek
yeni devletlerin ortaya çıkmasıdır. Bu devletlerden bir kısmı bağımsızlıklarını kazanmak yoluyla,
bir kısmı ise birliklerini sağlamak suretiyle millî devletlerini kurmuşlardır. Avrupa siyasî haritası
ve güçler dengesinde büyük değişime yol açan bu yeni devletler içinde en fazla yankı uyandıracak
olanlar ise Almanya ve İtalya olmuştur.[11]
İtalyan ve Almanların millî birliklerini tamamlamaları ve millî devletlerini kurarak Avrupa
siyasetinde çok etkin olarak yer almaları, Avrupa siyasî tarihi içerisinde herhangi bir Balkan
devletinin kuruluşundan çok farklı bir şekilde etki yapmıştır. Zira bu iki devlet, kuruluşlarından
itibaren Avrupa siyasetinde başlıca rol oynamışlar[12], hatta dünyayı cihan harplerine götüren
ideolojik ve siyasî atılımlarıyla bütün insanlığa izleri silinmeyecek etkilerde bulunmuşlardır.
www.ulkuocaklari.org.tr 245
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
A- İTALYAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ:
1) İtalyan Birliğinin Kurulması:
İtalya coğrafyası, tarihinin her döneminde olduğu gibi Yakın Çağların başlarında da, bazılarına
yabancı hanedanların hakim olduğu küçük devletçiklere ayılmış bir siyasî yapılanmaya sahiptir.[13]
Ancak İtalyanlar, 1789 ihtilalinin milliyetçilik, bağımsızlık veya millî devlet fikirlerinden etkilenmiş
olarak, daha 1807’lerde kurulan Carbonari gizli teşkilatı adıyla faaliyete başlamışlardır.[14] Birlik
konusunda farklı görüşler olmasına rağmen[15], bütün İtalyanların birleştiği ortak nokta, yabancı
etkisini ülkeden kaldırarak millî birliği sağlamaktır. Bu amaçla Viyana Kongresinden sonra
yeniden başlayan faaliyetler ve özellikle Piemonte’nin sivrildiği 1820, 1830 ve 1848 yıllarında
yapılan hareketlerde başarılı olunmasa da, Kont Cavour’un İtalyan siyasetine girmesiyle, İtalyanlar
amaçlarına doğru daha sağlam adımlarla ilerlemeye başlamışlardır. Bu arada İtalya dışında gelişen
olaylar da buna yardım edecektir.
1848-49 hareketlerinde kazanılan tecrübe, önder konumuna gelen Piomonte’ye, İtalyan millî
birliğinin ancak Avusturya’nın savaş alanında yenilmesi ile gerçekleşebileceğini; bunun ise
başka bir devletin yardımı ile mümkün olabileceğini göstermiştir. Bu gerçeği çok iyi kavrayan
Kont Cavour, 1852’de başbakanlığa getirilince ilk iş olarak, milliyetçi fikirlerin koruyuculuğu
görüntüsüyle beliren Fransa’nın desteğini alma çabasına girişmiştir.[16] Zaten III. Napolyon’un
siyaseti de, bu dönemde İtalyan çıkarlarını destekler mahiyettedir.[17] Diğer yandan İtalya’nın
milliyetçilik ve Katolikliği temel alması da Fransa desteğini almasında rol oynamıştır.[18]
İşte bu ortam içerisinde Avusturya’ya karşı dış destek arayan ve İtalyan davasını uluslar arası
platformda gündeme getirmek isteyen Cavour, aradığı fırsatı 1853 tarihinde patlak veren Kırım
Harbi ile yakalamıştır. Zira bu harpte İngiltere ve Fransa yanında savaşa girilmesi, bir yandan
bu devletlere yaklaşarak Avusturya’ya karşı desteklerini almak, bir yandan Piemonte ordusunun
gücünü göstermek, diğer yandan ise savaş sonucunda yapılacak barış görüşmelerinde İtalyan
birliği fikrini Avrupa’ya duyurmak anlamına gelmektedir. Savaş sonrasında yapılan 1856 tarihli
Paris Barış Görüşmelerine de katılarak, bu aşamada İtalyan birliği için büyük adım atmıştır.
Konferans sonrasında İngilizlerden umulan yardım gelmeyince, yine Fransız yardımına
başvurulmuştur. İtalyan davasıyla önceden beri ilgilenmiş olan III. Napolyon[19], bir şeyler yapmak
konusuna istekli olmasına rağmen, Paris konferansından ancak iki yıl sonra[20], tekrar Cavour ile
görüşerek Avusturya’ya karşı savaş açılması ve çizilecek sınırlar hakkında anlaşmışlardır.[21] Bu
arada diplomatik temaslara da devam ederek İngiltere ve Rusya’nın tarafsızlığını, Prusya’nın ise
yardımını sağlamışlardır. Neticede yapılan savaşta (1859) Fransa ve Piemonte galip gelmiş ve Zürih
Antlaşması (10 Kasım 1859) imzalanmıştır. Ancak bazı yerler alınmış, bazı yerler ise Piemonte’yle
birleştiklerini açıklamışlar ise de; bu savaş ve antlaşma, İtalyan birliğini tam manada sağlayacak
gelişmeleri beraberinde getirememiştir. Hatta Fransa bu savaşla beraber, düşündüğünden daha
büyük bir İtalya kurulacağı endişesini taşımaya başlamıştır.[22] Ayrıca Piemonte’nin toprakları
sürekli genişlerken kendisinin hiçbir kazancı olmamaktadır. Bunun için Piemonte’nin elinde olan
Nice ve Savoie üzerinde hak iddia etmiş, buna karşılık Cavour da dengeyi bozmamak için teklifi
kabul etmiştir. Ancak bu toprak isteme, Avrupa içerisinde “Fransızların tekrar genişleme siyasetine
döndükleri” şeklinde yorumlanmıştır ki; bu durum İngiltere ve Prusya’nın Fransa’ya bakış açısını
değiştirmiştir.
Bu olayların ardından Piemonte, güney İtalya’yı da birliğe sokabilmek için, dış destek aramaksızın
faaliyete girişmiştir. 1860’da bir İspanyol hanedanının yönettiği Sicilya ve Napoli, çıkan
ihtilallerden istifade ile Garibaldi önderliğindeki gönüllüler tarafından Piemonte topraklarına
katılmıştır. 1861’de İtalyan parlamentosu açılmış, Piemonte Kralı II. Vittorio Emanuelle, İtalya
Kralı ilan edilmiştir. Ancak aynı yıl, 1852’den beri İtalya siyasetine hakim olan ve İtalyanların
birlik konusunda bu aşamaya gelmelerini sağlayan Başbakan Kont Cavour ölmüştür. En son
1866’da Venedik ve 1870’de de Roma’nın hakimiyet altına alınmasıyla İtalyan birliği tam olarak
sağlanmıştır.
246 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Görüldüğü gibi İtalyan Birliğinin kurulması büyük ölçüde III. Napolyon’un eseridir denebilir.
Fakat birliğin yaratıcısı Piyemonte Başbakanı Kont Cavour olmuştur. Ancak dikkat çeken
bir husus; İtalyan birliği, kuruluşunun hemen sonrasında Avrupa ve dünya siyasetine etkisi
bakımından, hemen hissedilen büyük bir etki yapmaktan uzak görünmektedir. Gerçekten de İtalya,
19. asır Avrupa diplomasisinin ikinci derecede bir devleti olmaktan kurtulamamıştır. Ancak bu
devletin Akdeniz’deki durumunu kuvvetlendirmesi ve birinci planda bir devlet olması 20. asırda
gerçekleşecektir ki; bu dönemde İtalyan siyaseti, 19. asırdaki millî bağımsızlık hareketinden çok
farklı olmak üzere, 20. asırda, tarihin en korku verici ideolojik genişleme ve saldırı düzenlerinden
biri olan “Faşizm” haline dönüşecektir.
2) İtalyan Milliyetçiliğinin İrredantist (Saldırgan) Yayılmacılığa Dönüşmesi:
İtalya, liberal milliyetçilik dediğimiz “millî hakimiyet ve bağımsızlık” ilkelerine dayanan millî
birlik hareketini tamamladıktan sonra, 19. asrın sonlarından itibaren, dünya konjonktürüne uygun
bir şekilde genişleme siyaseti gütmeye başlamıştır. Zira çağ emperyalizm çağıdır; ancak İtalya
birliğini sağladığı yıllarda sömürgeler neredeyse tamamen paylaşılmıştır. Birliğini tamamlayan
İtalya, aynı zamanda da bir ideolojiyle, ‘İtalya İrredantı’sını genişletme siyasetini de beraberinde
getirmiştir.[23] Özellikle Balkanlar ve Akdeniz’e yönelen bu siyasetinin ilk ayağı da Tunus’tur.
Ancak bu arada hiç beklemediği bir gelişme olmuştur. Zira sömürgeciliğe başlamanın ilk ayağı
olarak gördüğü, neredeyse kendi toprağım dediği ve yatırımlar yaptığı Tunus, 1881’de Fransa
tarafından işgal edilmiştir.[24] İtalya bu işgale karşı Avrupa kamuoyunda destek aramaya kalkınca,
kendi lehinde olacak bir Avrupa devletini bulamamış ve bu olay sayesinde, sömürgeciliğe
başlayabilmenin ilk şartı olarak, güçlü bir devlete dayanmanın gerekliliğini anlamıştır.[25] Bunun
için de, o dönem Avrupa’sının en güçlü devleti olarak görünen Almanya ile ittifak arayışlarına
girmiştir.
Bismarck ise önceden beri İtalyanlara güvenmemesine rağmen[26], bu ittifakın özellikle Fransa’ya
karşı yerinde olacağını düşünerek teklifi kabul etmiştir. Zaten amacı Fransa ile İtalya’nın arasını
bozmaktır.Bu arada İtalya’nın çatışma halinde olduğu Avusturya ile anlaşması gerektiğini
söyleyerek, ittifaka Avusturya’yı da dahil etmiştir. Böylece Almanya, İtalya ve Avusturya’dan
oluşan “Üçlü İttifak” 20 Mayıs 1882’de oluşturulmuştur. Bu ittifak antlaşmasından sonra da, İtalya
sömürgecilikle ilgili tasarılarını müttefiklerine onaylattığı gibi İngiltere’den de destek bularak
bunu devam ettirmiş; 1882-1889 arasında Habeşistan’a, 1911-12’de de Trablusgarp’a yönelik işgal
harekâtında bulunmuştur. Bu arada İtalya’nın, 20. yüzyılın başlarında, 1902’de yenilenen Üçlü
İttifaka rağmen, tekrar Fransa’ya yaklaşma politikası güttüğü de gözden kaçmamaktadır.
Cihan Harbi başladığında, Üçlü İttifakın bir üyesi olan İtalya, Almanya ve Avusturya bloku içerisinde
gibi görünse de, 1915’de İtilaf Devletleri ile yapılan gizli bir antlaşma ile İtilaf blokuna dahil
olmuştur. Böylece Doğu Akdeniz ve Adriyatik’teki geniş ufuklar açılacak, Alman sömürgelerinden
kendisine de pay verilecektir.[27]
Ancak İtalya’nın beklentileri gerçekleşmemiştir. Savaştan yorgun çıkmasının ardından, kendisine
vaat edilen sömürge ve topraklar verilmemiştir. Bu durum karşısında, savaşlar sonunda yorgun
düşmüş, fakat hiçbir şey kazanamamış olan İtalyan halkı, kırgın ve kızgın olarak İtalya’daki devlet
otoritesinin zayıflamasına sebep olmuştur. Bir çok fikir hareketi ve ideoloji ortaya çıkmıştır. İşe bu
durum; yani işsizlik, asker kaçaklarının durumu, terhis olan askerlerin ortaya çıkardığı huzursuzluk,
iç çekişmeler ve siyasî istikrarsızlık gibi bunalımlar da, en çok Mussolini’nin liderliğindeki Faşist
Partisinin işine yaramıştır.
Faşist partisi, 1919’da kurulup 1921’de parti haline gelmiştir. Komünizm ve liberal demokrasi
düşmanı olup, aşırı disiplinci ve aşırı milliyetçi bir doktrini esas almıştır. Küçük düşürülen İtalya’yı
güçlendireceği, Roma İmparatorluğunu tekrar dirilteceği propagandası ile halkın üzerinde psikolojik
bir etki yapmış ve anarşiden bıkmış olan halkın, Faşizmin disiplin ilkesine sıcak bakmasının da
etkisiyle Mussolini ve taraftarları gittikçe daha da güçlenmiştir. Bu arada İtalya’da komünizmin de
www.ulkuocaklari.org.tr 247
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
gittikçe güçlendiği görülmektedir ki; bu da Faşistlere fırsat doğurmuş ve en son meydana gelen bir
işçi grevinden sonra Faşist ihtilal gerçekleşerek 30 Ekim 1922’de Mussolini başbakan olmuştur.
İlk icraat olarak da İtalya’daki demokratik kurumların hepsini kaldırarak Faşist bir diktatörlük
oluşturmuştur. Ülkedeki diğer ırk ve milletler üzerinde katı bir asimilasyon propagandası başlatarak
bu ırk ve milletleri İtalyanlaştırma politikasına girişmiştir.
Mussolini ile beraber, 1882’den beri gerçekleştirilmek istenen sömürge emelleri, eski Roma
İmparatorluğunun yeniden kuruluşu adıyla tekrar millî bir idealizm haline gelmiştir. İlk hedef
olarak da beliren Akdeniz’dir ki[28]; bu iddia, bütün Doğu Akdeniz ülkelerinde ve Türkiye’de
endişe uyandıracaktır. Nitekim İtalya’nın bu genişleme ve saldırı temeline dayanan siyaseti,
Yugoslavya’ya yönelik harekatı (1924) ile başlayacak ve bir ara müspet bir varlık gösterse de
( Milletler Cemiyetine girme,vs), ekonomik buhran sebebiyle 1936’da Habeşistan’ı işgali ve
ardından Milletler Cemiyetinden çıkarak Nazi Almanya’sına yanaşması, bu iki saldırgan gücü bir
araya getirerek dünyayı ikini bir “kıyamet günü makinesine” sokacaktır.[29]
B- ALMAN MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU ve GELİŞİMİ:
1) Alman Birliğinin Kurulması
İtalyan Birliğinin kuruluşundan birkaç yıl sonra, Alman Milli Birliğinin gerçekleşmesine yol açan
olaylar zinciri de kendisini göstermeye başlamıştır. Fakat Alman birliğinin kuruluşu, sonuçları ve
Avrupa siyasetine yaptığı etkiler bakımından, İtalyan birliğinden çok daha farklı olmuştur. Zira
dünyada hiçbir devletin kuruluşu, Almanya’nın kuruluşu kadar başlangıcından itibaren Avrupa’yı
ve dünyayı bu derece etkilememiştir. Almanya’nın ortaya çıkışı ile Avrupa diplomasisinin görüntüsü
ve niteliği değişmiş, Avrupa dengesi bambaşka bir biçim almıştır. [30]
Viyana Kongresinin dağınık halde bıraktığı milletlerden birisi de Almanlardır. Ancak Almanlar,
daha 19. asrın başlarından itibaren millî birlik yolunda çalışmalarına başlamışlardır. Zira Fransız
ihtilalinin ilk etkileri, Almanlar üzerinde Napolyon hegemonyası karşısında belirmiş ve giderek
Alman birliği fikri ön plana çıkmıştır. Birlik konusundaki faaliyetleri yönlendirecek güç olarak da
Avusturya ve Prusya belirmiştir.
Avusturya her ne kadar bir Alman devleti görünümünde olsa da aslında kozmopolit bir yapıya
sahiptir. Dolayısıyla millî bir Alman devleti politikası güdecek durumda değildir. Prusya ise,
Avusturya’nın içerisinde bulunduğu durumdan etkilenmediği gibi, iki asırdan beri Avrupa siyaset
sahnesinde yer alan bir devlet olarak daha ön plana çıkmıştır. Nitekim Alman birliğini sağlama
düşüncesini taşıyanların büyük kısmı, Prusya’nın etrafında toplanmışlardır.
Bu durum içerisinde Prusya’ya düşen görev Fransa ve Avusturya’yı yenmek ve ardından, sayıları
otuzu bulan küçük Alman devletlerini kendisine bağlamaktır. Bu yolda ilk faaliyeti de 1818’de
çıkardığı “gümrük kanunu” ile, ülke içerisindeki gümrüklerin hepsini kaldırması ve böylece önce
Prusya’nın ekonomik birliğini sağlaması olmuştur. Hatta 1819’da daha ileri giderek diğer Alman
devletleri arasındaki gümrüklerin kaldırılmasını önermiş ve bu öneri Avusturya ve Bohemya dışında
tüm Alman devletleri tarafından kabul edilerek uygulamaya koyulmuştur. Bu arada 1830 ve1848
ihtilalleri de Alman devletleri üzerinde etkili olmuş ve çeşitli ayaklanmalar yaşanmıştır. Neticede
Prusya da dahil olmak üzere bazı devletler, anayasalı yönetime geçmişlerdir. Bu arada 1849
tarihinde Prusya Kralı I. Wilhelm’e Alman imparatorluk tacı sunulmuş, fakat Kral Avusturya’dan
çekindiğinden ve daha başka bir takım sebeplerden dolayı, bunu kabul etmemiştir. Bu olay birliğin
kurulmasını, Bismarck’ın başbakan olmasına kadar geciktirecektir.[31]
1862’de başbakanlığa getirilen Bismarck, iktidarda bulunduğu süre içerisinde döneme adını
verecek derecede güçlü bir siyasetçi olmuştur. İç politikada anti-liberalist, inatçı, dik kafalı biri
olarak tanınsa da, dış siyaset konusunda oldukça yerinde görüş ve uygulamalarıyla Alman birliğinin
gerçek mimarı olmuştur. Savaş ve barış konularında gösterdiği tavırları, “devletler için sürekli
dostluklar veya düşmanlıklar yoktur” düşüncesinden hareketle belirlemiş ve Almanya’nın çıkarları
248 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çerçevesinde bazen savaşçı, bazen ise barışçı bir siyaset takip etmiştir. Bu manada olmak üzere,
Alman birliğini “politika ile değil, demir ve kanla” kurmuştur.
Bismarck’ın dış politikasında yer alan öncelikli hedef, Avusturya’nın Alman birliği politikasının
dışına atılmasıdır. Bu sırada Elbe Dukalıkları denilen ve Danimarka’ya bağlı olmakla beraber aynı
zamanda da Alman konfederasyonuna dahil olan Alman prensliklerinin Danimarka tarafından
işgali, aranan fırsatı ortaya çıkarmıştır.[32]
Alman konfederasyonu ve konfederasyon üzerinde güçlü etkisi olan Prusya, bu işgallere karşı
çıkmış Danimarka’nın tutumunu değiştirmemesi üzerine 1864’de savaş ilan edilmiştir. İngiltere,
Prusya’nın bu dukalıkları alarak denize açılmasını tehlikeli bulduğundan Fransa ve Rusya’yı harekete
geçirmeye kalkmış ise de, başarılı olamamış ve neticede Danimarka yenilerek dukalıkları Prusya
ve Avusturya’ya bırakmak zorunda kalmıştır. Böylece Bismarck ilk hareketinde başarılı olmuştur.
Sırada Avusturya bulunmakta ve Bismarck bir bahane aramaktadır. Nihayet Danimarka’dan alınan
dukalıkların yönetimi ile ilgili çıkan bir problem iki devleti karşı karşıya getirse de, Avusturya
hazırlıksız olduğu bu durum karşısında barışı tercih etmiştir. 1865’de yapılan bir antlaşma ile barış
sağlanmış, ancak bu barış iki devlet arasındaki hesaplaşmayı sadece ertelemekten başka bir mana
ifade etmemiştir.
Bismarck bunu çok iyi bildiği için, bir yandan savaşa hazırlanırken diğer yandan da Avrupa
devletlerinin dostluğunu kazanmaya veya bunu başaramasa da tarafsızlıklarını sağlamaya
çalışmıştır. Neticede çıkan savaşta Prusya kısa sürede üstünlük kurarak, Sadowa’da (3 Temmuz
1866) Avusturya’yı kesin bir mağlubiyete uğratmıştır. Kral I. Wilhelm ve Moltke’nin Viyana’yı
ele geçirme düşünceleri ise Bismarck tarafından engellenmiştir. Zira sırada Fransa vardır ve
Avusturya’nın Avrupa siyasetinde kalması Prusya’nın menfaati icabıdır. Neticede 23 Ağustos
1866’da Avusturya ile Prag Antlaşması imzalanmış ve Alman birliği konusunda büyük bir engel
böylece ortadan kalkmıştır.
Bu başarılarla iyice güçlü bir hale gelen Prusya, Kuzey Alman Konfederasyonunu da kurduktan
sonra birliğin önündeki son engel olan Fransa ile karşı karşıya gelinmiştir. Zira III. Napolyon’un
planlarının aksine Prusya, Avusturya’yı çok kısa bir sürede yenmiş ve muazzam bir güç olarak
ortaya çıkmıştır. Neticede 2 Ağustos 1870’de başlayan savaş, başlangıcından itibaren Prusya’nın
üstünlüğüyle devam etmiş ve Sedan Meydan Muharebesinde III. Napolyon esir düşmüştür. Bu
haberin duyulduğu Fransa’da III. Napolyon’u tahttan indirilerek üçüncü kez Cumhuriyet ilan
edilmiştir. Nihayet Fransa, 19 Eylül’de Paris’i kuşatan Prusya karşısında 28 Ocak 1871’de yenilgiyi
kabul ederek ateşkese razı olmuşlardır. 10 Mayıs
1871’de de Frankfurt’ta bir Barış antlaşması imzalanmıştır.
Sedan savaşı bir taraftan Fransa’nın Avrupa üstünlüğüne son verirken diğer taraftan da Alman
birliğinin kurulması için ortada hiçbir sebep bırakmamıştır. Nitekim 18 Ocak 1871’de I. Wilhelm
Alman İmparatorluk tacını giymek suretiyle Alman birliğinin kurulduğunu ilan etmiş; ardından
14 Nisan 1871’de Versay’da, Alman İmparatorluk Meclisi tarafından yeni imparatorluk anayasası
kabul edilerek, Alman birliği kurulması hukukî manada da gösterilmiştir.[33]
Bismarck, yaşadığı devre adının silinmez damgasını vurmuştur. Bir tarihçinin dediği gibi, iktidarı ele
aldığı zaman dünyanın görüntüsü değişmiş ve iktidardan ayrıldığı zaman da aynı şey olmuştur.[34]
O, Alman birliğini hayatının en büyük ideali haline getirmiş ve Alman milletinin yaşamasını bu
birlikte görmüştür. Bunu yaparken de politikası, daha Prusya’nın Başbakanı olmadan beş yıl önce
(1857) ifade ettiği “...eğer çekiç olmak için bir şey yapmazsak, örs haline geliriz...”; “...korku
telkin edebilirsek, bütün Alman Konfederasyonu emrimize amade olur...” sözleriyle beliren “kan ve
demir” politikasıdır. Bismarck’a göre, Prusya’nın kuvvetlenmesi, “parlâmento ve basın politikası
ile değil, ancak silahlı ve büyük bir devlet politikası ile kabil olacaktır” ki; birliğin sağlanması
aşamalarında tamamen bu görüş baskındır.
Alman birliğinin bu şekilde kurulması, İtalya örneğinin aksine, kuruluşunun ilk zamanlarından
www.ulkuocaklari.org.tr 249
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
itibaren dünyayı kökten sarsacak gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Gerçi Bismarck, 1871’e
kadar sürdürdüğü savaşçı politikasından vazgeçerek özellikle Fransa’yı yalnız bırakmaya yönelik
ittifak sistemleri oluşturma çabasına girmiş ve böylece Avrupa’da bir “Silahlı Sulh Dönemi”
başlamış ise de; Almanya’nın Viyana Kongresinde (1815) temeli atılan denge sistemini yerle bir
etmesi, dünyayı yeni bir dönemin eşiğine getirmiştir. Öyle ki; Bismarck’ın ılımlı siyaseti sayesinde
diğer büyük devletlerle silahlı bir çatışmaya dönüşmeyen Alman genişlemesi ve sömürgeciliği,
II. Wilhelm’in iktidara gelip Bismarck’la beraber onun siyasetini de tasfiye etmesiyle gün ışığına
çıkmış ve bu da dünyayı bir ‘kıyamet günü makinesi’ne doğru sürüklemiştir.[35]
2) Alman Milliyetçiliğinin Nazi Saldırganlığına Dönüşmesi:
1870-1871 Almanya-Fransa savaşından sonra, Avrupa siyâsî tarihinde “Silahlı Sulh Dönemi” olarak
adlandırılan kritik bir dönem başlamıştır. Müthiş bir silahlanma yarışının yaşandığı bu dönemde
devletler, harbi cephelere dökmemişler ise de, gerek askerî teknoloji, sanayi ve iktisâdî bakımdan;
gerekse siyâsî, sosyal ve kültürel bakımdan büyük bir harp içerisine girmişlerdir.
İşte bu sırada sadece Alman birliğinin değil, bu dönem Avrupa siyâsetinin ve “Silahlı Sulh
Dönemi”nin en büyük mimarlarından olan Bismark, siyâset sahnesinden çekilmek zorunda
kalmıştır. Böylece onun dünya siyasetine damgasını vuran akılcı ve soğuk kanlı politikası, yerini
genç kral II.Wilhelm’in hem tecrübesiz hem de ateşli siyasetine bırakmış ve genç kral, Bismarc’ın
aksine, genel harbi çabuklaştırmak için adeta elinden gelen her şeyi yapmaya
başlamıştır. Zaten Bismarc’ı tasfiye eden hareket tarzı da, onun bu pervasız siyâsetinin bir
parçalarından biridir.[36]
Gerçekten de II. Wilhelm’in, Bismarck’ın bu ince siyâsetini anlamaya ve neticelerini beklemeye ne
ön görüsü ne de sabrı vardır. O’nun için birinci derecede önemli olan Avrupa dengesi ve ittifaklar
değil, sömürgelerdir. Neticede Bismarc’ı saf dışı bırakarak, onun ‘anlaşma politikası ve ittifak
sistemi’ni rafa kaldırmış, diğer yandan da çok iddialı ve saldırgan söylemlerde bulunmuştur.[37]
Buna karşılık Bismarck’ın politikasıyla birleşmeye fırsat bulamayan Alman düşmanı devletler
ise, kendi aralarında anlaşma fırsatını yakalamışlardır. Bu sırada İngiltere de infirâtçı politikasını
terk etmiş ve böylece Alman karşıtı İtilâf blokunun başına geçmiştir. Oluşturulan İtilâf (Uzlaşma)
bloku, sömürgeler üzerinde yapılacak bir paylaşım için uzlaşmadan başka bir şey değildir. İttifâk
(Anlaşma) sistemi ise bundan farklı olarak, karşılıklı savunmaya bağlı bir anlaşma bloku şeklinde
ortaya çıkmıştır.
Neticede patlak veren Cihan harbi, Almanya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanmış ve bu sonuç, İtalya
örneğinde olduğu gibi, Almanya’nın gerek iç şartları ve gerekse dünya konjonktürünün etkisiyle
Almanya’da yeni ve saldırgan bir rejimin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Savaş sonunda Almanya, oldukça sıkıntılı bir döneme girmiştir. Daha 1918 Kasımında bir askerî
ayaklanma gerçekleşerek, Cumhuriyet ilan edilmiş ve mütarekeyi bu hükümet imzalamıştır. Ancak
bu yeni rejim karışıklıkları azaltmadığı gibi, Versailles Antlaşmasının (28 Haziran 1919) ağır
şartları da bunalımı iyice artırmış antlaşmayı imzalayan hükümete tepkiler oluşmuştur. Alman sağı
ve solunda büyük hareketlenmeler yaşanmış ve iki tarafında ihtilal ve diktatörlük yönünde istekleri
artmaktadır. Fransızların savaş tazminatının ödenmediği bahanesiyle 1923’de Rhur bölgesini işgal
etmesi ise bütün bu tepki ve bunalımı artırmıştır. İşte bu ortamda, Almanya’da Nasyonal-Sosyalist
Partisi iktidara gelmiştir.
Nazi Partisi, 1918’de Alman işçi partisi adıyla kurulmuş ve 1919’da Hitler’in partiye girmesi ve
liderliği ele geçirmesiyle kısa zamanda gelişerek, Nasyonel- Sosyalist Alman İşçi Partisi adını
almıştır. Hitler, Almanya’nın ve Alman halkının o dönemki sıkıntı ve duygularından faydalanarak,
işsizliğe çare bulacağını vaat etmiş ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek oldukça destek
bulmuştur. 1923’de bir darbe teşebbüsüne girişerek, kısa bir süre hükümeti ele geçirmiştir.[38]
1930 seçimlerinde107, 1932’de ise 2030 milletvekili çıkararak en büyük parti haline gelmiştir. 30
Ocak 1933’de de Başbakanlığa atanarak iktidarın sahibi olmuştur. İlk iş olarak meclisi fes edip
250 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
seçimlere gitmiş, fakat yine tam çoğunluğu sağlayamamıştır. Bunun üzerine Reichstag’dan dört
yıllık olağanüstü yetkiler alarak tam manasıyla bir diktatörlük rejimi kurmuştur.[39]
Hitler iktidarı ele geçirdikten sonra muhalefeti, Katolik, Sosyalist, Komünist ve Yahudileri cezri
yollarla susturmuş ve karşı gelenleri çok ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Kurduğu polis teşkilatı
ile de toplum üzerinde korkunç bir baskı oluşturmuştur. 1934’de Hindenburg’un ölümü ile devletin
başına geçerek ‘Führer’ olmuştur. Ülkeyi hızla silahlandırmış, 1936’da Mussolini ile ittifak
oluşturmuş ve dünyayı cihan harbine sürüklemiştir.
Hitler’in III. Reich dediği bu dönem Almanya’sının dış politikası, bütün Germenleri bir çatı
altında toplamak (tek millet, tek devlet) ve Alman devletinin refahını en üst seviyeye çıkarmak
ve güvenliğini sağlamak için hayat sahası oluşturmak (Alman genişlemesi ve emperyalizmi)
esaslarına dayanır. 1938’de Avusturya’ya, 1939’da da Çekoslovakya ve Polonya’ya saldırısı bu
iki esasa dayandırılmış ve bu saldırılar, aynı zamanda da II. Cihan Harbini başlatmıştır. Ayrıca
Germen ırkının üstünlüğü şeklindeki ırkçı görüşleri, özellikle Yahudi düşmanlığıyla beslenmiş,
saf Alman ırkı oluşturma adına faaliyetler yapılmış ve bu yolda tarihin en korkunç katliamları
yapılmıştır.[40]
C-SLAV MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU ve GELİŞMESİ
1) Panslavizm’in Doğuşu ve Mahiyeti:
Fransız ihtilalinin beraberinde getirdiği milliyetçilik akımları Slavlar üzerinde de büyük etkiler
yapmıştır. Bunun sonucu olarak Slavcılık düşüncesi, Rusya’nın dışında, Avusturya-Alman
egemenliği altında yaşayan ve Slav kökünden gelen topluluklarda (özellikle Çekler arasında) bu
yabancı hakimiyetine bir tepki olarak gelişmiştir. Bu akım başlangıçta felsefî ve edebî bir karakter
taşırken, daha sonraları siyasî bir ideoloji haline gelecektir.[41]
Aslında bu akımın Slavlar arasında yayılmasından önce, Balkanlarda Rusya’nın öncülüğünü
yaptığı bir “Panortodoksizm” düşüncesinin hakim olduğu bilinmektedir. Buna bağlı olarak Rus
Çarları kendilerini Ortodoks Hıristiyanların hamisi olarak görmüşler ve Osmanlı İmparatorluğunun
Hıristiyan tâbilerini “kurtarma” misyonunu üstlendiklerini iddia etmişlerdir. Bu hareketin hat
safhaya ulaşması ise I. Petro ve II. Katerina’nin gayretleriyle olmuştur ki; I. Petro zamanında
Rusya’nın Balkanlardaki prestiji artmıştır. Çar I.Petro’nun diğer bir amacı ise, Rusların “II.Roma”
olarak adlandırdıkları İstanbul’u, Müslümanların elinden kurtarmaktır.[42] Buda Slavları üst bir
gayede birleştirebilmenin anahtarı olmuştur denilebilir. İşte bu siyasi çabalar, Balkanlı milletler
arasında hürriyet isteklerinin doğmasına, bir süre sonra da Fransız ihtilali ardından bu isteklerin
milliyetçilik bayrağı altında bir hareket haline dönüşmesine neden olmuştur. Bu arada Alman
hakimiyeti altında onlarla en çok temasta bulunan Çekler de, Panslavizm akımlarının ilk olarak
şekillendiği toplum olmuşlardır. Zira Çekler, Alman kültür ve medeniyetinin en fazla etkisi altında
kalan, dolayısıyla mevcudiyetlerini muhafaza için en çok gayret sarf etmek durumunda olan Slav
topluluğu olarak dikkat çekmektedir.
Panslavizm’in çalışmalarının amacı Almanların mazide olduğunu iddia ettikleri büyük Germanya
gibi; büyük bir Slavya’nın da var olduğunu meydana çıkarmaktır. Nitekim Hanka adında bir
Çek bilgini Sırpların, Çeklerin, Lehlilerin efsanelerini araştırarak yayınlamış, başka bir bilgin
Dobrowsky (1753-1828) de, Slav dillerinin etimolojik lügâtini yazarak, “Slavnika” adıyla bir
mecmua neşretmeye başlamıştır.[43] Ayrıca “Çek Edebiyat Tarihi”, “Slav Dininin Tarihi” gibi
kitaplar yayınlanmıştır.
“Panslavizm” terimi ilk defa Batının etkisiyle Slovak yazarlarından J. Henkel tarafından 1826’da
kullanılmıştır. Edebiyat, tarih, etnografya ve diğer kültür dallarındaki bu çalışmalar Slovenler,
Bulgarlar, Hırvatlar, Sırplar, Karadağlılar arasında yayılmaya başlamıştır.[44] Diğer taraftan
Avrupa’da patlak veren ve milliyetçilik hareketleriyle liberal eğilimleri ihtiva eden 1830 ve 1848
ihtilalleri de Panslavizm üzerinde büyük etki yapmıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 251
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Panslavizm hareketi, Rusya’nın dışında başlayıp ve gelişmesine rağmen, Rusya’ya da etki
yapmıştır. Ancak Ruslar bu akımı bilim ve edebî yönden çıkartarak, siyasî bir doktrin haline
getirmişlerdir. Nitekim Rusya’da Panslavizm’in politik bir mahiyet kazanmasının ardından,
Rus entelektüellerinden Prof. M.P. Pogodin 1830’lu yıllarda Rusya’nın liderliğinde içerisinde
Yunanlılar, Macarlar ve Romanyalılarda dahil bütün Slav halkının bir federasyon çatısı altında
birleşmesini savunmuştur[45]
2) Rus Yayılmacılığı:
Panslavizm asıl politik hüviyetine Kırım Harbi’nden sonra kavuşmuştur. Geliştirdiği Balkan
Politikası karşısında bütün Avrupa’yı Osmanlı yanında gören Rusya’da bu yalnızlıktan doğan bir
iç kıpırdanma baş göstermiş, Rus (Slav) Milliyetçiliği’nin trendi yükselmeye başlamış, Rusya
1856 Paris Konferansı’nda Balkanlı milletlere karşı yitirdiği prestijini etkin Panslavizm siyaseti ile
gidermeye çalışmıştır. Artık Rus genişleme siyaseti, Panslavizm’in politik bir mahiyet kazanması
ile daha da hızlanmıştır. Artık tarihî Rus siyaseti olarak sıcak denizlere ulaşmaktan değil, sıcak
denizlere kenar olan ülkelerde (Balkanlar’da İstanbul merkez olmak üzere) kurulacak olan, Rusya
liderliğindeki Büyük Slav Devleti’nden bahsedilmektedir.
Rusya 1875’lerde hat safhaya ulaşacak olan Balkan bunalımını bütün harareti ile desteklerken,
1870’lerde Almanya ve İtalya’nın birliklerini tamamlamaları ile dengelerin bozulması, buna bağlı
olarak İngiltere’nin tarihi “Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma” siyasetini terk etmesi gibi önemli
gelişmeleri de yakından izleyen Rusya Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki topraklarına karşı olan
siyasi emellerini gerçekleştirmek için daha etkin bir şekilde harekete geçmiştir. 1878 OsmanlıRus savaşı Rusya’nın deyimiyle “Şark Meselesi”nin halli yolunda önemli bir rol oynamış; zira
Osmanlı Devleti Eflak-ı Buğdan’ın Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlıklarını tanımak zorunda
kalmış Bosna-Hersek’teki hakimiyeti sözde kalmıştır.
Rusya yayılmacılığını sadece Balkanlardaki Osmanlı topraklarına doğru yöneltmemiş, özellikle
1856’da Batıdaki emelleri karşısında engeller çıkarılması üzerine Rusya bu kez de Orta Asya’ya
yönelmiş ve hemen hemen bütün Orta Asya ve Türkistan’ı hakimiyetine alarak tarihi Türkİslam beldelerini de Panslavizm siyasetine kurban etmiştir. Kurban diyoruz çünkü; Balkanlar’da
Ruslar hamiliklerinde büyük bir Slav Devleti uğruna Slavlar arasında yoğun bir siyasi ve kültürel
propagandalara başvururlarken, doğuda Türk beldelerinde ise Türk ve Müslüman olan etnik
unsurlara karşı Hıristiyanlaştırma (Ortodokslaştırma) ve Slavlaştırma (Ruslaştırma) siyasetine
başvurmuşlardır. Ananelerine, inançlarına son derece bağlı olan Türk unsurlar Rus Çarlığı’nın bu
zulmüne karşı ayaklanmışlarsa da bu ayaklanmalar tarihi bir deyim haline geldiği şekliyle “Moskof
mezalimleri” ile sonuçlanmış, milyonlara varan insan katledilmiş, yurtlarından sürülmüş, çöller,
dağlık alanlara zorla istihdamlar yapılmış, verimli arazi olan ve maden yatakları bol olan alanlara
ise bu nüfus kitleleri yerine Ruslar yerleştirilmiştir. Camiler yakılmış, yıkılmış, amaçları dışında
kullanılmış, medreseler kapatılmış, vakıf arazilerine el konulmuştur. Kısacası Ruslaştırmak ve
Hıristiyanlaştırmak, en gerçek şekliyle de diğer etnik grupların vatanlarına ve zenginlik kaynaklarına
el koymak için akla gelmeyecek hunharlıklar yapılmıştır.
Görüldüğü gibi Panslavizm, bilimsel ve kültürel bir hareket olmaktan ve romantik milliyetçilik
dediğimiz temelinde liberalizmin yattığı millî hakimiyet prensibinden çıkarak, Rusların öncülüğünde
Rus emperyalizmi için bir araç haline getirilmiştir. Tabii ki aynı zamanda da doğrudan Osmanlı
toprakları ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarını hedef alınmıştır. İşte bu tarihlerde
başlayan Balkanlar üzerindeki bu siyasî çatışmalar I. Dünya savaşını doğuran sürecin en önemli
unsurlarından birini teşkil edecektir.
Netice olarak bu doktrinin hedefi Otokratçılık, saldırgan bir milliyetçilik ve Ortodoksçuluk olarak
belirmektedir. Bu suretle Panslavizm Rusya için birden bire önemli bir akım haline gelmiştir.
Panslavistlere göre, Osmanlı ile Avusturya-Macaristan İmparatorlukları yıkılmalı, bunların
yerine Rusya’nın himayesinde bir Slav Devleti kurulmalıdır. Bu akımın yardımı ile devletlerini
düşündükleri seviyeye getirmek isteyen Ruslar, doğuda yeni topraklar kazanıp, Rus Emperyalizmini
252 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
genişletmek, Rusya’nın egemenliği altında bulunan çeşitli toplumları asimilasyona tâbi tutarak
Ruslaştırmak ve Rusya’nın dışında bulunan Slav topraklarını, Rus hakimiyeti altında birleştirmek
arzu ve düşüncesi ile hareket etmişlerdir.[46]
Cihan Harbinden sonra gelişen hadiseler de tipik Rus yayılmacılığının isim değiştirmiş halinden
başka bir şey değildir. Zira 1917’deki Bolşevik ihtilalinden sonra ortaya çıkan S.S.C.B., başlangıçta
halklara özgürlük sloganıyla hareket etmesine rağmen, kısa zamanda büyük bir katliam ve
asimilasyon hareketine girişmiştir. Yine II. Cihan Harbinden sonra da bu devam edecektir. Özellikle
Stalin’in yaptığı kıyımların sayısı bile belli değildir. Rus emperyalizminin doğrudan yayılma yolu
üzerinde bulunan Türk toplulukları ve Türkiye Cumhuriyeti ise bu emperyalist politikadan en çok
etkilenenler olmuşlardır.
Kaynaklar
[1] Oral Sander, Siyasî Tarih, Ankara, 1995, s:64
[2] Aydınlanma çağı için b.k.z., Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih(1789-1960), Ankara, 1975, s:2-4
[3] Fahir Armaoğlu,20.Yüzyıl Siyasî Tarihi, T.İ.B.Kül.Yay., Ankara, 1983, s:5-6
[4] Ayrıntılı bilgi için b.k.z.; Coşkun Üçok, Siyasî Tarih Dersleri, İstanbul, 1954, s:51 vd.
[5] Mim Kemal Öke, Ermeni Sorunu, İstanbul, 1996, s:41
[6] Sanayi İnkılabı ve Emperyalizm için b.k.z., Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 187 vd.
[7] Yusuf Sarınay, “Osmanlı Devletinde Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999,
C:7, s:411
[8] 1821 Yunan İsyanının Avrupa diplomasisi bakımından en önemli sonucu, Viyana’da oluşturulan kontrol mekanizması
içerinde müdahale sisteminin uygulanmaması ve dolayısıyla Viyana statüsünün önemli bir darbe yemesidir. Şüphesiz
bunda Osmanlı Devletinin Müslüman, ayaklananların ise Hıristiyan olmaları gibi sebepler de yatmaktadır. b.k.z., Fahir
Armaoğlu, Siyasî Tarih (1789-1960), s:95; Bundan başka 1830 ve 1848 ihtilalleri de yine Güçler statüsünü sarsıcı
hadiselerdir. b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:44-94
[9] Henry Kissenger, Diplomasi, çev: İbrahim H. Kurt, T.İ.B.Kül.Yay., 2.Baskı, İstanbul, 2000, s:155
[10] Sarınay, aynı yer; Ayrıca Ziya Gökalp de 20. asrı, “milliyet asrı” olarak ifade eder. b.k.z.; Ömer Seyfettin, Amelî
Siyaset, İstanbul, 1971, s: 59 vd.
[11] Rifat Uçarol, Siyasî Tarih, İstanbul, 1985, s:88
[12] Armaoğlu, Siyasi Tarih, s.160.
[13] Roma İmparatorluğu ve Napolyon dönemlerini bu genel ygörünümün dışında tutmak gerekir. b.k.z., Toktamış
Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 242
[14] Uçarol,a.g.e., s:188
[15] İtalyan milliyetçileri arasında iki farklı görüş belirmiştir. Bunlardan ilki, merkezi Roma olan İtalyan Cumhuriyetinin
kurulması; ikincisi ise Papa başkanlığında federal bir İtalya kurulması yönünde belirmiştir. Ayrıca özellikle orta sınıf
halkın, İtalyan devletleri içerisinde en güçlüsü olan Piemonte önderliğinde meşruti bir İtalya Krallığı kurulması
yönünde düşünceleri de gündeme gelmiştir.
[16] Armaoğlu,a.g.e., s:160-161
[17] Zira her ne kadar İtalyan birliğinin kurularak Fransa’nın güney-doğusunda güçlü bir İtalyan devletinin ortaya
çıkması Fransa için bir tehlike olsa da; kuzey İtalya’ya hakim olan Avusturya’nın buralardaki hakimiyetine son vermek
ve onları Fransa sınırından mümkün olduğu kadar uzaklaştırmak Fransız çıkarlarına daha uygun görünmektedir. Diğer
yandan Piomonte’nin büyüyerek Avusturya için hatırı sayılır bir güç haline gelmesi de Fransa için fayda sağlayacaktır.
Ancak buna izin verilirken, hatta desteklenirken dikkat edilmesi gereken, İtalyan büyümesinin Fransa için tehlike arz
edecek bir boyuta ulaştırılmamasıdır. Yani III. Napolyon, Fransa’nın da biraz güney-doğuda genişlemesi karşılığında,
www.ulkuocaklari.org.tr 253
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Piomonte’nin doğuya doğru genişlemesine ve kuvvetlenmesine razı olmuştur.Üçok, a.g.e., s:179
[18] Sander, a.g.e., s:161
[19] III. Napolyon, eski hatıraları olan İtalya’yı “ikinci bir vatan gibi gördüğünü söylemektedir. B.k.z., Armaoğlu,
a.g.e., s:162
[20]Napolyon’un kendisine karşı gerçekleştirilen bir suikast sonrasında İtalyan davasına eğildiği bilinmektedir. Orsini
olayı denen bu hadise için b.k.z., Armaoğlu, s:162-163; Uçarol ve diğerleri
[21] Üçok, a.g.e., s:180-181
[22] Uçarol, a.g.e., s:193-194
[23] Tahsin Ünal, Türk Siyasî Tarihi(1700-1958), Ankara, 1977, s: 395 vd.
[24] Fransa’nın bu hareketinde Bismarck’ın teşviki vardır. b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:199
[25] Uçarol, a.g.e., s: 240
[26] Armaoğlu, a.g.e., s:200
[27] Armaoğlu, a.g.e., s:485
[28] Mussolini Akdeniz için “bizim deniz” demektedir. Bu konuşması için b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:487
[29] “Askerî kıyamet günü” ifadesi Kissenger’e aitdir. b.k.z., Kissenger, aynı yer; ayrıca b.k.z., Armaoğlu, a.g.e., s:565
vd
[30] Armaoğlu, a.g.e., s:168
[31] Uçarol, a.g.e., s:197-198
[32] Bismarck’ın politikası için b.k.z., Ateş, a.g.e., s: 256 vd.
[33] Uçarol, a.g.e., s:205-206
[34] Hermann Pinnow, Almanya Tarihi, çev:Fehmi Baldaş, İstanbul, 1940, s:410-411.
[35] Kissenger, a.g.e., s:155
[36] Bismarck’ın II. Wilhelm hakkındaki düşünceleri için b.k.z., Ateş, a.g.e., s:377
[37] Sander, a.g.e., s:189 vd, 232 vd.
[38] Armaoğlu, a.g.e., s:472
[39] Uçarol, a.g.e., s:429
[40] Davut Dursun, “Almanya”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi, C:II, s:516-517
[41] Akdes Nimet Kurat “Panislavizm”, Ank.Ün. DTCF Dergisi, C.XI,Sayı: 2-4, s:241, Ankara,1953
[42] Süleyman Kocabaş, Avrupa Türkiye’sinin kaybı ve Balkanlarda Panislavizm, İstanbul, 1996, s.52
[43] Kocabaş, a.g.e., s:53
[44] Doç.Dr.Ali İhsan Gencer, “Tanzimat Fermanı 1839’dan 1876’ya Kadar Osmanlı İmparatorluğu”, D.G.B.İ.T.,
C:11, s:512
[45] Kocabaş, a.g.e., s:54
[46] Gencer, a.g.m., s:513
254 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
BATI LİTERATÜRÜNDE MİLLİYETÇİLİK ALGILAYIŞI:
“KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ”NE
ANALİTİK BİR YAKLAŞIM
Emrah KÜÇÜKÖZKAN
ÖZET
Bu çalışmada, Ernest Gellner, Benedict Anderson, Antony D. Smith, Eric.J Hobsbawn ve John
Breuilly’in millet ve milliyetçilik hakkındaki tanımlamalarına yer verilmiştir.
Bu yazarlardan bazıları, millet ve milliyetçilik tanımında siyasi etmenleri, bazıları ise sosyal/kültürel
etmenleri ön plana çıkarmışlar ve bu iki yaklaşım iki farklı milliyetçilik anlayışının doğmasına
zemin hazırlamıştır.Milleti ve milliyetçiliği sosyo-kültürel etmenleri esas alarak tanımlayan
yazarlar Ernest Gellner, Benedict Anderson ve Anthony Smith’tir.Diğer taraftan siyasi etmenleri
esas alarak millet ve milliyetçilik olgularının tanımlamasını yapan yazarlar ise John Breuilly ve
Eric. J Hobsbawn’dır.
Çalışmada, bu iki gurubun millet ve milliyetçilik hakkındaki teorik tartışmalarına yer verildikten
sonra, iki farklı ekolden gelen John Breuilly ve Antony D. Smith’in millet ve milliyetçilik hakkında
yapmış oldukları vurgularda ortaya çıkan sonuç olarak; her iki yazarın devlet merkezli milliyetçilik
yerine toplum merkezli bir milliyetçilik anlayışında buluştuklarını görmekteyiz. Bu bağlamda, her
iki yazarın da kültür milliyetçiliğine vurgu yaptıklarını görüyoruz.Millet ve milliyetçilik konusunda
bu tür bir sonuca ulaşıldıktan sonra çalışmanın bir sonraki aşamasında kültür milliyetçiliğinin
analitik bir incelemesi yapılmaktadır.
Çalışmanın bu aşamasında kültür milliyetçiliğin öncülerinden olan Herder’in görüşlerine yer
verilmekte, daha sonra bu görüşler kültür milliyetçiliğinin yeni dönem savunucularından olan
John Hutchison’un görüşleri ile desteklenmektedir. Çalışmanın son aşamasında ise bu görüşler,
Türk Kültür Milliyetçiliğinin öncülerinden olan Ziya Gökalp’in bu konu hakkındaki görüşleri
ile harmonize edilmekte ve bu bağlamda Türk milliyetçiliğinin nasıl bir anlayışa sahip olması
gerektiği belirtilmektedir.
BATI LİTERATÜRÜNDE Milliyetçilik Algılayışı:
“KÜLTÜR MİLLİYETÇİLİĞİ”ne Analitik Bir yaklaşım
Milliyetçiliğin en önemli özelliklerinden birisi “modernleşme ideolojisi” olmasıdır. Bu hususa
dikkat çeken Antony D. Smith, klasik modernleşmenin doğuşunu, sömürgecilik karşıtı hareketlerin
ve bu cümleden olmak üzere “ulusun inşası” modelinin ortaya çıkması ile izah etmektedir.[1]
“Ulusun inşası” modelinin bir yandan modernleşme mefhumuna diğer yandan ise sömürgecilik
karşıtı hareketlere yeni açılımlar sağlaması, sosyal bilimciler nezdinde büyük bir ilgiyle
karşılanmasına sebep olmuştur. Bu model üzerinde geliştirilen modernist yaklaşımlar milleti “tarihi
bir yapı” olarak gören farklı model ve teorilerin geliştirilmesini beraberinde getirilmiş ve millet ve
milliyetçilik mefhumları kısa zaman içinde siyaset biliminin baskın teorileri haline gelmiştir.
Bu konudaki çalışmaların ortak zeminini “milletlerin çağdaşlaşması” ve bu süreci şekillendirecek
www.ulkuocaklari.org.tr 255
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bir model olarak “milliyetçilik” teorisi oluşturmuştur. Neticede millet ve milliyetçilik mefhumlarının
Fransız Devrimi ile ortaya çıkıp modernleşme sürecine paralel bir gelişim takip ettiğini,
endüstrileşme, kapitalizm, bürokratik devlet, şehirleşme ve laiklik mefhumlarının bir ürünü olarak
şekillendiği ortaya koyulmuş, millet ve milliyetçilik kavramlarının “modern dünyanın sosyolojik
bir gerekliliği” olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Millet ve milliyetçilik mefhumları konusunda ortaya konan bu düşünce genel kabul görmekle
beraber, milliyetçiliğin tanımı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.[2] Bazı yazarlar,
millet ve milliyetçilik tanımında siyasi etmenleri, bazıları ise sosyal/kültürel etmenleri ön plana
çıkarmışlar ve bu iki yaklaşım iki farklı milliyetçilik anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Siyasi etmenlerin yani siyasette dönüşüme sebep olan modern bürokratik devlet oluşumunun millet
ve milliyetçilik kavramlarının oluşmasında büyük rol oynadığına temas eden John Breuilly, 1982’de
yayımlanan “Nationalim and the State” adlı eserinde milliyetçiliğe yeni bir içerik getirmiştir.
Breuilly’e göre milliyetçilik, “devletin ülke içi ve dışında tatbik ettiği gücü meşrulaştırmak için
kullandığı argümanlardan oluşan siyasi bir harekettir.”[3] Buna göre milliyetçilik argümanı, siyasal
doktrin olarak üç temel varsayımda bulunmaktadır:
- Milletin kendine özgü bir karakteri bulunmaktadır.
- Milletin değerleri ve çıkarları diğer bütün değer ve çıkarlardan daha öncelikli haldedir.
- Milletler mümkün oldukça bağımsız olmalıdırlar. Bunun için de siyasi egemenlik
gerekmektedir[4].
Breuilly, milliyetçiliğin sınıf, çıkar, ekonomik modernleşme, psikoloji, ihtiyaç ve kültür olarak
açıklandığını belirtmekte ve milliyetçiliğin bunlar ile izah edilebileceğini, fakat bu etmenlerden
hiçbirinin milliyetçiliği genel olarak anlamamıza yardımcı olamayacağını belirtmektedir. Zira
bütün bu yaklaşımlarda kritik noktalar gözden kaçırılmıştır. Ona göre milliyetçilik siyaset, siyaset
de güç ile ilgili bir kavram olarak değerlendirilmelidir.
Breuilly, milliyetçilik ile alakalı diğer bir önemli konu olan modernizasyonu, sosyal iş bölümündeki
köklü değişim olarak görmektedir. Bu değişimin en önemli aşaması, fonksiyonel iş bölümüne
geçilmesidir. Fonksiyonel iş bölümünün sosyal hayata girmesi ile toplum içerisindeki fertler bir
bütün veya grup olarak değerlendirilmemekte, tam aksine fert veya birey olarak görülmektedir. Bu
şartlar altında temel sorun devlet-toplum ilişkisinin nasıl kurulacağıdır. Yani, ferdiyetçi yapının
kendi özel istekleri ile vatandaşların kamu çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağı konusu büyük önem
taşımaktadır. İşte tam bu noktada milliyetçilik düşüncesi ön plana çıkmaktadır; ki Breuilly’in bu
meseleye çözüm niteliği taşıyan iki önermesinde de milliyetçilik önemli bir rol oynamaktadır.
Birinci önerme siyasidir ve vatandaşlık fikrine dayanmaktadır. Bu noktada Breuilly, milleti basitçe- “vatandaşlar topluluğu” olarak tanımlamakta, kültürel ve etnik kimlikleri ikinci planda
tutmaktadır. Ona göre önemli olan vatandaşların siyasi haklarıdır.[5]
İkinci önermede ise kültür zeminine atıfta bulunmuş ve toplumun ortak karakterine vurgu yapmıştır.
Bu düşünce ilk olarak politik ve entelektüel problemler ile karşı karşıya kalan siyasi elit tarafından
formüle edilmiştir. Bu önerme daha sonraları toplumdaki farklı etnik ve sosyal gruplara kimlik
oluşturma açısından önemli bir argüman olarak kullanılmıştır.[6]
Bu bağlamda, Breuilly, liberalizmin toplumun ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kaldığını,
toplum ihtiyaçlarının karşılanması için kitlelere ulaşabilecek siyasi bir dil ve hareketin geliştirilmesi
gerektiğin ileri sürmüştür. Bunun için de milleti bir “vatandaş grubu” ve “kültürel topluluk” olarak
tanımlayan bir “milliyetçilik”in geliştirilmesinin önemini vurgulamıştır.[7]
Milliyetçiliğin analizinde siyasi etmenlerin rolünün vurgulayan diğer bir yazar da Eric J.
Hobsbawn’dır. Hobsbawn’a göre “Hem millet hem de milliyetçilik toplum mühendisliğinin
ürünüdür ve milliyetçilik, ‘invented tradition’ yani uydurulmuş, yaratılmış bir gelenektir.”[8] Ona
256 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
göre milliyetçilik, eski geleneklerin ve kurumların yeni durumlara uyarlanması ve yeni geleneklerin
tamamıyla yeni amaçlar için oluşturulması olmak üzere iki dönemde meydana gelmiştir. 1870 ile
1914 arasındaki dönem “yaratılmış geleneklerin” en üst seviyeye ulaştığı noktadır. “Yaratılmış
gelenekler”, kitlelerin siyasete müdahale etmesinden çekinen yönetici elit tarafından meydana
getirilmiş ve demokrasinin ortaya çıkardığı tehlikelere karşı oluşturulmuş ana stratejidir.[9]
Görüldüğü üzere hem Breuilly hem de Hobsbawn, siyasetin doğasındaki değişime yani modern
bürokratik devletin yükselişine odaklanmış, millet ve milliyetçilik kavramlarını bu gelişmelere
bağlı olarak açıklamışlardır.
Millet ve milliyetçiliğin oluşumunda sosyal-kültürel etmenlerin önemi vurgulayan ikinci grup
teorilere gelince:
Bunlar arasında Ernest Gellner’in “milliyetçilik ve yüksek kültürler” adlı makalesinde[10] ileri
sürdüğü fikirler büyük önem taşımaktadır. Gellner’in bu makalede ortaya attığı milliyetçilik
teorisi, kökenleri Weber ve Durkheim’a dayanan sosyolojik gelenek içerisinde özümsenebilir.[11]
Ona göre milliyetçilik siyasi ve milli birliği sağlayan siyasi bir prensiptir.[12] Milliyetçilik modern
dünyada sosyolojik bir gereklilik olup milliyetçilik teorisinin görevi, bunun nasıl ve neden olduğunu
açıklamaktır.[13]
Gellner milliyetçiliği endüstriyel sosyal organizasyonun bir ürünü olarak görmekte[14] ve
modernizm öncesi çağlarda millet ve milliyetçilik öğelerinin yokluğunu kültür ve güç arasındaki
ilişkiye bağlamaktadır. Ona göre avcı-toplayıcı toplumlarda devlet olmadığından, millet ve
milliyetçilikten de söz edilemez. Bu yapının bir sonraki evresi olan tarıma dayalı toplumlarda ise
hakların ve imtiyazların statü esasına göre tavsif edilmesi nedeniyle bu toplumlarda da millet ve
milliyetçilik söz konusu olamaz.[15] Buna karşılık, kültür ve siyasi yapı arasındaki dengelerin
değiştiği modern toplumlarda milliyetçilik bir gereklilik haline gelmiştir. Gellner ayrıca milletlerin
yüksek kültürünün, sadece elit azınlık arasında değil tüm toplumda yayıldığı zaman ortaya
çıkabileceğinden bahsetmiştir.
Gellner’in teorisine göre milliyetçilik, milliyetçilik öncesi dünyanın kültürel ve tarihi mirası
arasında bir seçim yaparak, onları yeni şartlara uygun olarak dönüştürür. Bu bağlamda “Milletler
milliyetçiliği değil, milliyetçilikler milleti ortaya çıkartır.”[16]
Millet ve milliyetçiliği açıklarken sosyal kültürel etmenlerin önemini vurgulayan diğer bir yazar
da “Imagined Communities” (Hayali Cemaatler) adlı eseriyle tanınan Benedict Anderson’dur.
Anderson, milleti hayal edilmiş bir siyasi birim olarak görmektedir. Milliyetçilik ise 18. yüzyılın
sonunda farklı tarihi süreçlerin kendiliğinden içi içe geçmesiyle ve bu süreçlerin geniş tabanlı
farklı ideolojilere karşı farklı sosyal zeminlerde kullanılan bir model haline gelmesiyle ortaya
çıkmıştır.[17]
Anderson’a göre milliyetçiliğin anlaşılması için geniş kültürel bir sistemde incelenmesi
gerekmektedir. Bu kültürel sistem içerisinde din ve hanedanlık, milletlerin yükselmesinde büyük
önem taşımaktadır. Ona göre bu iki sistem Avrupa’da 16. yüzyıla kadar hüküm sürmüş, fakat 17.
yüzyıldan itibaren gitgide değerini kaybetmiştir; ki bu durum milletlerin yükselmesine sebep
olmuştur.[18]
“Hayali cemaatler”in yaratılmasındaki bu etmenlere ek olarak, matbaanın gelişimiyle birlikte
kapitalizmin yaygınlaşarak milli dillerin gelişmesine sebep olması da milliyetçiliğin yükselişine
etki etmiştir. Ona göre matbaanın yayılması ile milli dillerin güçlenmesi, milli bilincin oluşumunda
büyük önem taşımaktadır. Ayrıca kapitalist yayıncılığın ortaya çıkması da milli kültürün en önemli
unsuru olan dilin güçlenmesine sebep olmuştur; ki bu da “hayali cemaatler”in yani milletlerin
oluşumuna katkı sağlamıştır.
Anderson’a göre kapitalist yayıncılık, millet düşüncesinin yaratılmasında dile yeni bir anlam
yüklemektedir.[19] Zira kapitalist yayıncılık eski yönetim dilinden farklı olarak güçlü bir çeşit dil
www.ulkuocaklari.org.tr 257
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda üretim ilişkiler (kapitalizm), teknoloji, iletişim ve matbaa arasındaki
ilişki, “hayali cemaatler”in yani milletlerin ortaya çıkmasına sebep vermiştir.[20] Gelişmiş iletişim
teknolojisi, entelektüellerin mesajlarını sadece okur yazar olmayan topluluklara değil, ayrıca farklı
dillerde okuyabilen topluluklara da yaymasını sağlamıştır.[21] Buna bağlı olarak 20. yüzyılda bir
millet oluşturmak, tarihin diğer dönemlerinden çok daha kolay bir hale gelmiştir.
Millet ve milliyetçilik kavramlarını sosyoloji merkezli yaklaşımlar içinde inceleyen diğer bir yazar
olan Antony D. Smith, milliyetçilik kavramını beş temel ayak üzerine yerleştirmiştir:
• Genel olarak milletlerin ve milli devletlerin oluşması ve varlıklarını sürdürmeleri süreci,
• Güvenlik, refah duyguları ve özlemi ile bir millete ait olma bilinci,
• Milli dil ve semboller ve onları rolü,
• Millet ve milli irade hakkında bir kültürel doktrin ile milli amaçların başarıya ulaşmasına dair bir
ideoloji,
• Milli iradeyi ve milletin hedeflerini gerçekleştirebilecek sosyal ve siyasi bir hareket.[22]
Smith, dünyanın milletlere bölündüğünü ve bu milletlerin her birinin bir tarihi ve bir kaderi olduğunu
belirmiştir. Milletin, bütün bağlılıkların üstünde olan siyasi ve sosyal gücün kaynağını oluşturan bir
kavram olduğunu vurgulamıştır.[23] Smith’e göre eğer insanlar özgür olarak yaşamak istiyorlarsa,
kendilerini millet olarak tanımlamak zorundadırlar. Bu bağlamda milliyetçilik, “devletin ideolojisi
değil milletin ideolojisidir.”[24]
Smith, milletlerin Gellner’in belirttiği gibi sadece kapitalizm ve endüstrileşme gibi modern
gelişmelerden dolayı ortaya çıkmadığını, tam aksine milletlerin kökenlerinin tarihin ilk dönemlerine
dayandığını belirtmiştir. Etno-sembolcü ekolün en önemli isimlerinden olan Smith, milli simgelerin
ve geleneklerin milliyetçiliğin en önemli yapı taşları olduğunu vurgulamıştır. Milli semboller
ve gelenekler soyut ideolojiyi toplumun her üyesi için somut hale getirmektedir.[25] Yani, milli
sembol ve gelenekler, bireyler arasında milli bir bilinç yaratmaktadır.
Durkheim’ın da belirttiği üzere, milli ritüel ve gelenekler toplumda “milli duygusallık” uyandırma
gücüne sahiptir. Nitekim Durkheim, Arunta ve diğer Avustralya kabileleri üzerinde yaptığı bir
araştırmada, totemik ayinler ve ritüellerin milliyetçiliği güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Bu
bağlamda, milliyetçiliğin ritüeller aracılığıyla varlığını koruduğunu, totem ve tanrıların ise milletin
kendisi olduğuna değinmiştir.
Görüldüğü üzere Smith, milliyetçiliği birbirine sıkı sıkıya bağlanmış ve ayrılması mümkün
olmayan dil, semboller, duygular bütünün oluşturduğu ideolojik bir olgu olarak görmektedir.[26]
Ona göre milliyetçilik, siyasi bir doktrin olmaktan çok, dil, mitoloji, sembolizmden oluşan kültürel
bir formdur.[27]
Anlaşılacağı üzere görüşlerine yer verdiğimiz yazarlardan Hobsbawn ve Breuilly millet ve
milliyetçiliğin doğuşunda siyasi etmenlerin, Gellner ve Anderson ise sosyo-kültürel etmenlerin
önemini vurgulamışlardır. Sosyo-kültürel yaklaşıma yakın olan etno-sembolcü ekolün öncülerinden
Smith ise milliyetçiliği, temelinde kültürel doktrin bulunan, bir milletin birlik, kimlik kazanmasına
ve bunları idame ettirmesine yönelen siyasi ve ideolojik bir hareket olarak görmektedir.
Bu bağlamda iki farklı ekolden olan Antony D.Smith ve John Breuilly’in millet ve milliyetçilik
hakkındaki düşünceleri diğer yazarlara göre daha öne çıkmaktadır. Breuilly, her milletin kendine
özgü bir karakteri bulunduğunu belirtmiş, milletin çıkarlarının ve değerlerinin ise diğer her
şeyden çok değerli ve önemli olduğunu vurgulamıştır. Toplumun ihtiyaçlarına ulaşabilmesi için
de kitlelere ulaşabilecek olan siyasi bir dil ve hareketin geliştirilmesi gerektiğinden bahsetmiştir.
Bunun için de milleti bir “vatandaş grubu ve kültürel topluluk” olarak tanımlayan bir milliyetçiliğin
258 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
geliştirilmesinin önemini vurgulamıştır. Breuilly milliyetçiliğin ve milletin oluşumunda siyasi
etmenlerin rolünün büyük olduğunu vurgulasa da, toplumun hedeflerine ulaşabilmesi için milleti
vatandaş gurubu ve kültürel topluluk olarak tanımlayan bir milliyetçiliği ihtiyaç duyulduğunu
vurgulamıştır.
Diğer taraftan Smith ise milliyetçiliğin siyasi bir doktrin olmaktan çok dil, mitoloji, sembolizmden
oluşan kültürel bir olgu olduğundan bahsetmiş; milleti ise bütün bağlılıkların üstünde olan siyasi
ve sosyal gücün kaynağı oluşturan bir kavram olarak tanımlamıştır.
Görüldüğü üzere iki yazar da milletin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu belirtmiştir. Bu
hedeflere ulaşabilmek için ise devlet merkezli milliyetçilik yerine toplum merkezli bir milliyetçilik;
kendi halkıyla, kendi uygarlığıyla barışık, toplumun siyasal taleplerini, siyasal çözümlerini dile
getiren bir milliyetçilik anlayışına vurgu yapmaktadırlar.
Kültür Milliyetçiliğine Analitik Bir Bakış
Milletin kültürel bir varlık olarak tanımlanması, millete dair ilk tanımlamalardandır. Bu bağlamda
millet, genel olarak bir dilin, dinin, tarihin ve geleneklerin bir araya getirdiği bir topluluktur.
Kültür milliyetçiliğinin önde gelen savunucularından olan 19. yüzyıl Alman düşünürlerinden Johann
Gottfried von Herder, her milletin “national spirit” yani millet ruhuna sahip olduğunu vurgular.
Herder’e göre, milleti ortaya çıkaran en önemli unsurlar gelenekler ve dildir. Birbirini tamamlayan
bu iki unsurun yanı sıra milli kültür, sanat, müzik, folklor gibi unsurlarla şekillenmiştir. Bundan
dolayı Herder, milli geleneklerin değerini bilmenin ve bu geleneklerin yaşatılmasının hayati önem
taşıdığını vurgulamaktadır.
Kültür milliyetçiliğinin “babası” olarak nitelendirebileceğimiz Herder’e göre, ülkelerin gücü, siyasi
güçlerinden gelmemekte, tam aksine insanlarının kültüründen, düşünürlerinin ve eğitimcilerinin
insanlığa yaptığı katkıdan gelmektedir. Kültür milliyetçileri, toplum içindeki kültürel toplulukları
kendi ortak mirasları konusunda eğiterek, topluluk içindeki farklı gurupların topluma karşı
kendiliğinden oluşan bir sevgi duymasını sağlarlar.[28] Buna göre kültür milliyetçileri, milli onur
ve topluluğun özsaygısının yüceltilmesine büyük önem vermektedirler.
Kültür milliyetçileri, topluluğun kendi tanımlaması, bu kimliğin günlük hayatta yer edinmesi ve
diğer topluluklar karşısında bir ayraç vazifesi görmesi için, “milli kültürel değerlerini” ön plana
çıkarak, yabancı uygulamaları ve gelenekleri reddederler.[29] Bu bağlamda kültür milliyetçiliği,
gerçek milli politikaların, tarih, inanç, gelenek ve çevre ile birbirine sıkı sıkıya bağlanmış topluluk
tarafından oluşturulacağını vurgular.[30]
KÜLTÜREL MİLLİYETÇİLİK ve ÇAĞDAŞLAŞMA HAREKETİ
Birçok düşünür kültür milliyetçiliğinin milletin inşasında pozitif rol oynadığını konusunda
hemfikirdir. Diğer bir deyişle kültür milliyetçiliği, kimlik, siyasi teşkilatlanma ve toplumun
birleştirilmesi yolunda büyük önem arz etmektedir.[31] Bununla beraber kültür milliyetçiliğinin,
çağdaşlaşma sürecini yönlendiren sosyo-politik ilerleme modelleri geliştirerek toplumun gelişmesi
yönünde fikirler öne sürmek suretiyle çağdaşlaşma sürecinde önemli bir rol oynadığı da göz ardı
edilmemelidir. Gerçekten de kültürel milliyetçilik, muhafazakar bir yapıya sahip olmakla beraber,
taassup veya tutuculuğun pasif içe kapanmışlığına karşı çıkar. Zira kültür milliyetçiliğine göre
millet, diğer milletler ile aktif ilişki içerisinde ilerleyen ve özüne uygun veya uyarlanmış yeniliklerle
gelişen bir millet anlayışına sahiptir. Gelenekçiler ile yenilikçiler arasındaki çatışmanın önlenmesi
için öne sürülen uzlaştırıcı formül ise milletin ortak mirasını yeniden canlandırmak düşüncesidir.
Bu karşılık toplumun herhangi bir evrensel model (sosyalizm, liberalizm, küreselleşme vb.)
içerisinde sindirilmesine karşıdır.[32]
Milliyetçiliğin önde gelen teorisyenlerinden biri olan Hans Kohn da milliyetçiliği ikiye ayırmıştır.
Bunlar siyasi ve kültürel milliyetçiliklerdir. Siyasi milliyetçilik gerçekçi, kültürel milliyetçilik ise
www.ulkuocaklari.org.tr 259
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
mistiktir. Bu ikisinden hangisinin birbirine üstün geleceği, toplumdaki sosyo-politik gelişme ile
alakalıdır. Bununla beraber Kohn, kültür milliyetçiliğini, modernleşme sürecini yönlendiremeyecek
gerileyici bir fenomen olarak görmektedir.[33] Gellner de buna benzer bir yaklaşım sergileyerek
kültür milliyetçiliği ve modernizasyon arasında çelişkili bir ilişki görür. Buna göre kültür
milliyetçiliği, geri kalmış toplumlarda yüksek endüstriyel kültür ile baş edemeyen entelektüellerin
yarattığı bir olgudur. Gellner, kültür milliyetçilerinin halk kültürünü canlandırarak çağdaş bilime
dayalı bir toplum ortaya çıkarmak istediklerini vurgular.
Bu bağlamda, Gellner ve Kohn’un kültürel milliyetçilik hakkındaki ortak noktaları; kültür
milliyetçiliğini, var olan düzendeki modernizasyonun etkilerine karşı eğitimli elit tarafından ortaya
çıkarılmış olan korumacı bir yaklaşım olarak görmeleridir.[34] Bu da günümüzde Ortadoğu’daki
ve Asya’daki çağdaş İslam ülkelerindeki toplumlarda geleneksel değerleri ortaya çıkararak yer
bulmaktadır.
Fakat Kohn ve Gellner, milletin yüceltilmesinin, toplumu içine kapanık basit tarım toplumuna
geri çekeceği konusunda yanlış düşünmektedirler.[35] Tam tersine, halk kültürünün yeniden
canlandırılması ile millet, insanlığın gelişiminde büyük yeri olan medeniyetler arasındaki yerini
alacaktır. Bu konuda Ziya Gökalp, “bir kavim kültür bakımından yükseldikçe, siyasetçe de yükselerek
kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan kültür yükselmesinde medeniyet doğmaya
başlar.”[36] demektedir. Ayrıca toplumun halk kültürü doğrultusunda yeniden yapılandırılması
gelenekselciler ve modernistlerin bütünleşmesine sağlayacak ve böylece ortaya güçlü ve mutlu bir
toplum çıkaracaktır.
Kültür milliyetçileri, ülkenin halk kültürü temelleri üzerinde, modern bilimsel kültür doğrultusunda
yapılandırılması için eğitimli neslin çoğaltılmasını desteklerler.[37] Halk kültürü temelleri üzerine
kurulacak olan bu modern bilimsel kültür, toplumu geri kalmışlıktan en ileri sosyal gelişmişlik
düzeyine getirecektir. Kültür milliyetçiliği, “modern-gelenekçi”, “tarım-endüstri”, “bilim- din” gibi
toplumun farklı yönlerini, milletin yaşam prensibi haline getirerek yeniden birleştirmeyi hedefler.
Kültür milliyetçiliği milli gelişmeyi iki ayak üzerine oturtmuştur. Bunlardan birincisi, milli geçmişin
dinamik açılarını öne çıkararak, toplumda gelenekçiliğe karşı olan çağdaşlaşmacı grupların bu
yolla toplum için önem taşıyan geleneksel sembolleri kullanmasını ve böylece toplumdaki
gelenekselci-çağdaşlaşmacı çatışmasının azaltılmasını sağlamasıdır. İkincisi ise Batı’nın kendisine
özgü kaynakları ile ilerlemesi üzerinde durarak, bu ilerlemenin toplumlar için “eşsiz” bir gelişme
modeli olmadığı konusunda güçlü eleştirilerde bulunmasıdır.
Bu çerçevede kültür milliyetçiliğinin amacı; toplum içerisinde modernistler ve gelenekçiler
tarafından öne sürülen fikirler ve meydana gelen çatışma ortamında, ahlaki ve sosyal değerleri
harmonize ederek mutlu ve müreffeh bir toplum oluşturmaktır.[38]
Türk milliyetçiliğinin öncüsü olan Ziya Gökalp de kültür milliyetçiliğine büyük önem vermiştir.
Gökalp, cemaatleri millet haline getirmek, toplumları ayakta tutmak ve onları yeni hamlelere muktedir
kılmak bakımından kültür milliyetçiliğinin paha biçilmez bir kıymet olduğunu belirtmektedir. Ona
göre “Eğer bugün Türk toplumunda, devlet nizamlarına ve ahlak kaidelerine saygılı, asil milletimize
yakışır, mazbut bir yaşayış yerine, başı-boşluk; millete inanılacağı ve geleceğe güvenileceği yerde,
ümitsizlik; iyi-kötü her cephesiyle halkın sevileceği yerde ondan uzaklaşma; vazifeye tam feragat
ve mes’uliyet hissiyle bağlanılacağı yerde, tembellik ve umursamazlık; nihayetinde bütün bunların
meydana getirdiği bir ruh haleti, aşağılık duygusu mevcut ise bu hiç şüphesiz, ancak milli ülkü ile
gerçekleştirilebilecek kültür milliyetçiliğinin eksikliğinden ileri gelir.”[39]
Bu bağlamda, Türk milliyetçilerinin ideolojik bakış açısı devlet merkezli milliyetçilik yerine toplum
merkezli bir milliyetçilik, dolayısıyla kendi halkıyla barışık vatandaşlarının siyasi taleplerini ve
siyasal çözümlerini dile getiren bir milliyetçilik anlayışıdır. Halk kültürüne dayanan, o kültürün
özgürlüğünü savunan, devletten dışlanmasını değil devlet içinde meşru bir veri kaynağı olarak
görülmesini savunan bir milliyetçiliktir.
260 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Böyle bir milliyetçilik anlayışı toplum içindeki hem toplumsal farklılaşmaları hem de kültürel
farklılaşmaları, kültürel zenginliğin bir ifadesi olarak görür ve demokratik sınırlar içerisinde
ifade edilebileceğini savunur. Bu durumda milliyetçiliğin şöyle bir misyonu ortaya çıkmaktadır:
“Demokrasi içinde güçlenen bir toplum, başka ülkelerle rekabet halinde olan bir ülke yaratmak.”
Bu bağlamda Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milliyetçiliği tanımı herhalde en doğrusu olacaktır:
“Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün
çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimai heyetinin hususi
seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini saklı tutmaktır[40]”.
Türk milliyetçiliği ilerleme ve gelişme yolunda her zaman çağdaş milletler ile beraber yürüyecek
fakat hiçbir zaman kendi milli kültürünü kaybetmeyecek ve bu yolda mutlu ve müreffeh diğer
devletler ile rekabet içinde olan gücünü kültüründen alan bir milliyetçilik anlayışı içerisinde
olacaktır.
Dipnotlar
[1] Antony D. Smith, Nations and nationalism in a global era. Cambridge: Polity Press, 1995, s.29.
[2] Umut Özkırımlı, Theories of nationalism: a critical introduction, New York: St. Martin’s Pres, 2000, s. 86.
[3] John Breuilly, Nationalism and the State, Manchester: Manchester University Pres, 1993, s. 2.
[4] Ibid., s. 2.
[5] Ibid., s. 165.
[6] Ibid.
[7] Eric.J.Hobsbawm and Terence Ranger, “Introduction: Inventing Traditions”, and “Mass-Producing Traditions:
Europe, 1870-1914”, in The Invention of Traditions: Cambridge, 1983, s. 13.
[8] Ibid., s. 14.
[9] Hobsbawn milliyetçiliğin tarihi evrimini üç safa da incelemiştir. Buna göre birinci safa Franzsı ihtilalinden 1918’e
kadar olan milletlerin doğması ve büyümesi ile alakalıdır. Hobsbawn bu safhada iki çeşit milliyetçilik ayırımı yapmıştır.
Birincisi, 1830 ve 1870 yılları arasında büyük milletlerin Fransız ihtilali fikrindeki idealler ile ortaya çıkan demokratik
milliyetçilik ile Avrupa haritasını değişmesidir. İkincisi ise, azınlıkların Osmanlı, Habsburg ve Çarist (Rusya)
İmparatorluklarına karşı gösterdikleri milliyetçi hareketlerdir. Hobsbawn’a göre, Milliyetçiliğin tarihi evrimindeki
ikinci safha, 1918 ve 1950 arasındaki süreçtir. Bu süreçte sadece yükselişte olan İtalyan Faşizmi değil, İspanyol iç
savaşı da milliyetçi duyguların ortaya çıkmasında büyük rol oynamıştır. Milliyetçiliğin tarihi evrimindeki üçüncü safa
is, 20. yüzyılın sonlarıdır. Hobsbawn, 20. yüzyıldaki milliyetçiliğin fonksiyonel olarak önceki periyotlardan farklı
olduğunu belirtmiştir. Fakat 20. yüzyılın son dönemindeki milliyetçiliğin, tarihi gelişim bakımından fazla bir etkisi
olmamıştır. Eric.J.Hobsbawm, Nations and nationalism since 1780: programme, myth, reality. Cambridge: Cambridge
University Pres, 1993, s.2.
[10] Ernest Gellner, Nations and Nationalism, Oxford: Blackwell, 1983, s. 1.
[11] Özkırımlı, op. cit., s. 129
[12] Gellner, op.cits., s. 2.
[13] Ernest Gellner, Thought and Change, London, 1964, s. 6.
[14] Ibid., s. 132.
[15] Gellner, op. cit., s.9-10
[16] Ibid., s. 26.
[17] Benedict Anderson, Imagined Communities, London: Verso, 1991 s. 4.
www.ulkuocaklari.org.tr 261
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[18] Özkırımlı, op. cit., s. 145.
[19] Anderson, op.cit., s. 42.
[20] Ibid.
[21] Ibid., s.140.
[22] Antony D.Smith, National Identity, Reno: University of Nevada Pres, 1993 s. 72.
[23] Ibid., s.74.
[24] Ibid.
[25] Ibid., s.77.
[26] Ibid., s.79.
[27] Ibid., s.92.
[28] John Hutchınson, The Dynamics of Cultural Nationalism, London: Allen and Unwin, 1987, s.124.
[29] Ibid., s. 124.
[30] Ibid., s. 125.
[31] Ibid., s. 127.
[32] Ibid., s. 131.
[33] Ibid., s. 25.
[34] Ibid., s. 128.
[35] Ibid.
[36] Ziya Gökalp,Türkçülüğün Esasları, İstanbul, 1976, s. 38.
[37] Hutchınson, op.cit., s. 129.
[38] Ibid., s. 41.
[39] Gökalp’ten nakleden Kafesoğlu İbrahim, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri,Ankara, 1966, s. 49.
[40] Afet İnan, T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII. No: 128, 1968, S. 557
Bibliyografya
Anderson, Benedict. Imagined Communities. London:Verso, 1991.
Breuilly, John. Nationalism and the State. Manchester: Manchester University Press, 1993.
Diamond, Larry Jay. Nationalism, ethnic conflict, and democracy. Baltimore: Johns Hopkins
1994
İnan Afet. T.T.K. Belleten. Cilt: XXXII. No: 128, 1968.
Gellner,Ernest. Nations and Nationalism.Oxford: Blackwell, 1983.
Gellner Ernest. Thought and Change. London, 1964.
Gilbert, Paul. The philosophy of nationalism. Boulder, Colo: Westview Press , 1998.
Gökalp,Ziya. Türkçülüğün Esasları.İstanbul.1976.
262 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
University Pres,
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Gökalp, Ziya. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İstanbul: Türk Kültür, 1974.
Güngör, Erol. Türk kültürü ve milliyetçilik. İstanbul: Ötüken, 1980.
Hall, Stuart. Modernity and its futures. Polity Press in association with Cambridge, 2001.
Hobsbawm, E. J. Nations and nationalism since 1780: programme, myth, reality.
Cambridge [Engl: Cambridge University Pres, 1993.
Hobsbawm E. J. and Terence Ranger. “Introduction: Inventing Traditions”, and “Mass-Producing Traditions: Europe,
1870-1914”, in The Invention of Traditions: Cambridge, 1983.
Hutchınson, John. The Dynamics of Cultural Nationalism. London: Allen and Unwin, 1987.
Kafesoğlu İbrahim. Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri. Ankara, 1966.
Keating, Michael. Les defis du nationalisme moderne. Quebec: Catalogne, Ecosse, Presses de l’Universite de Mon,
Montreal, 1997.
Kellas, James G. The politics of nationalism and ethnicity. Houndmills: Macmillan, 1998.
Kohn, Hans. The Idea of nationalism : a study in its origins and background. New York: Macmillan 1958.
Smith, Anthony D. National identity. Reno: University of Nevada Pres, 1993.
Smith, Anthony D. Nationalism and modernism : a critical survey of recent theories of nationalism. London: Routledge,
1998.
Smith, Anthony D. Nations and nationalism in a global era. Cambridge: Polity Press, 1995.
Özkırımlı, Umut. Theories of nationalism : a critical introduction. New York: St. Martin’s Press,
2000.
www.ulkuocaklari.org.tr 263
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
LİBERALİZM
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Liberalizm, bireysel özgürlük ve eşitliği en önemli siyasi hedef olarak gören bir felsefedir. Bireysel
haklara ve fırsat eşitliğine vurgu yapar. Liberalizm denince akla gelen önemli siyasi görüşler sırayla
şöyledir: Düşünce ve ifade özgürlüğü, hükümetin gücünün kısıtlanması, hukukun üstünlüğü, mülk
edinme hakkı ve şeffaf bir hükümet sistemi. Bütün liberaller, içinde açık ve adil seçimleri barındıran
ve bütün vatandaşların kanun önünde eşit olduğu liberal demokrasiyi savunurlar.
Liberalizmin temelleri Aydınlanma Çağı’na dayanır ve o zamanki hükümetlerin dayanak noktaları
olan kralın kutsal hakları, veraset sistemi, devlet dini ve ekonomik korumacılık gibi kavramlara
karşı çıkar. Dünya tarihinde ilk modern liberal devletin ABD olduğunu söylemek yanlış olmaz,
çünkü kuruluş felsefesinde her insanın eşit yaratıldığı, doğuştan gelen ve devredilemez haklarının
olduğu ve yönetenin, yönetilenin rızasını almadan hiçbir harekette bulunamayacağı belirtilmiştir.
Düşüncenin Gelişimi:
Liberalizmin köklerini hümanizme ve Büyük Britanya’da meydana gelen 1688 devrimine
dayandırmak mümkündür. Yine de, liberal hareket diyebileceğimiz esas gelişmeleri Aydınlanma
Çağı’na ve bunun içerisinde meydana gelen olaylara dayandırmak daha doğru bir yaklaşım olur. Bu
olayların içerisinde, Büyük Britanya’da Whigs adlı partinin ortaya çıkışı, Fransa’daki Philosophe
hareketi, Koloni Amerikasında gelişmekte olan kendi kendini yönetme fikri vardır. Bu hareketler,
mutlak monarşiyi, merkantilizmi, birçok türdeki dini Ortodoksluğu ve ruhbanlığı reddeder.
Siyasi liberalizmi John Locke’a dayandırmak mümkündür. “Two Treaties of Government” adlı
eserinde iki temel liberal fikri kuramsallaştırır: ekonomik özgürlük (mülkiyet edinme ve kullanma
hakkını tanımlar) ve entelektüel özgürlük (düşünce özgürlüğü). Ancak fikirlerini Roma Katolik
Kilisesi’nden özgürlüğe doğru uzatmaz. Locke aynı zamanda doğal haklar (yaşama, özgürlük ve
mülkiyet) fikrini ortaya çıkartır. Bu kavram, insan hakları fikrinin de atası konumundadır. Yine de,
Locke’a göre, mülkiyet hakkı hükümete ve karar alma mekanizmasına katılma hakkından daha
önemlidir. Her şeye rağmen, doğal haklar fikri Amerikan ve Fransız İhtilallerinin de temellerini
oluşturmada anahtar rol oynadı.
İskoç Adam Smith ise liberalizmin ekonomik boyutuyla ilgilenmiş ve günümüze kadar gelecek
olan kapitalizmin temellerini atmıştır. Smith’e göre, bireyler devletin talimatı olmadan da hem
ahlaki hem de ekonomik yaşamlarını kurabilirler. Feodal ve merkantilist düzenlemelerin, devlet
tekelinin sona ermesini savunur ve laissez-faire (“bırakın yapsınlar”) ekonominin diğerinin yerini
264 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
alması gerektiğini belirtir. “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde belli koşullar altında piyasanın
kendisini düzenleyebileceğini ve korumacı ekonomilerden daha çok fayda getireceğini savunur.
Kıta Avrupasında monarşileri bile kısıtlayan kanun doktrini Fransız Charles de Secondat tarafından
geliştirildi. Onun ayak izlerini takip eden Jean-Baptiste Say ve Destutt de Tracy ise piyasanın
“uyumu” fikrinin heyecanlı savunucuları oldular ve büyük ihtimalle ekonomik liberalizmin
temelini oluşturan laissez-faire kavramının da yaratıcısı oldular.
Bir başka Fransız düşünür Voltaire ise Fransa’nın anayasal monarşiye geçmesi gerektiğini
savunur.
Rousseau ise insanoğlu için bireysel özgürlükleri savunur. Rousseau’nun fikirleri Fransa’da
parlamentonun ortaya çıkmasında çok önemli rol oynar. Rousseau’ya göre devletin karar alması,
herkesin rızasının alınıp ortak bir kararın çıkmasından sonra gerçekleştirilir ve Rousseau buna
“genel kanaat” adını vermiştir. Rousseau’nun bu fikirleri, toplumsal sözleşme teorisinin de temelini
oluşturur. Ona göre herkes kendisi için en iyi olanı kendisi belirler, fakat toplumun devamı için belli
haklar karşılığında (mesela karar alma mekanizmasında sözünün geçmesi gibi) bazı haklarından
(mesela yaşamak için öldürmek) feragat eder ve bunu daha üst bir otoriteye, yani devlete, bırakır.
Bu sözleşme ise anayasadır.
ABD’ye geldiğimizde ise, bu düşünce esasen Amerikan Devletinin kuruluş felsefesini oluşturmuştur
ve bir nevi dünyadaki monarşilere karşı olan ilk tepki kabul edilebilir. Thomas Paine, Thomas
Jefferson ve John Adams, Locke’dan etkilenerek, Amerika’nın bağımsızlığını yaşamak, özgür ve
mutlu olabilmek için devam ettirmiştir. Burada Locke’dan farkları, Locke mülkiyet derken, bu
kişilerin mutlu olabilmeyi daha önemli görmesidir.
İdeoloji İçindeki Ayrılıklar
Liberal düşüncenin başından beri sorguladığı en önemli konu devletin rolüdür. Bu tartışma modern
tarih boyunca devam etmiştir. Temel soru her zaman şu olmuştur: Bir liberal hükümet nereye kadar
vatandaşlarının refahı için aktif rol almalıdır? 19. yüzyılın sonuna doğru bazı liberaller, bireylerin
özgür olabilmeleri için yiyeceğe, barınağa, eğitime ve devlet korumasına ihtiyacı olduğunu
savunurlar. Bunun tam tersini savunanlar da vardır. Hatta o kadar devlet karşıtlığına gider ki bu,
zaman zaman anarşizme dahi yaklaşırlar. Bu tartışma günümüzde de devam etmektedir.
Diğer bir tartışma konusu ise doğal haklardır. 1810 yılında, Alman filozof Wilhelm von Humboldt,
liberalizmin modern kavramlarını geliştirdi. John Stuart Mill ise bu fikirleri daha çok yaygınlaştırdı.
Kolektivist eğilimlere karşı çıkarak bireylerin yaşam kalitelerine daha çok vurgu yaptı. J.S. Mill’in
liberalizme bu açıdan kattığı en önemli kavram ise faydacılıktır. Mill, liberal fikirleri bir alet olarak
görüp, liberalizmi pragmatist bir tabana oturttu.
Günümüzde Liberalizm
Günümüzde, özellikle komünist rejimin çökmesinden sonra, liberalizmin dünya sistemindeki yeri
yadsınamaz bir durumdadır. Bireysel özgürlükler, kişi haysiyeti, düşünce özgürlüğü, dini hoşgörü,
özel mülkiyet, evrensel insan hakları, hükümetin şeffaflığı, hükümetin gücünün kısıtlanması,
egemenlik, ulusların kaderlerini kendilerinin belirlemesi, kişinin mahremiyeti, hukukun üstünlüğü,
temel eşitlik, serbest piyasa ekonomisi ve serbest ticaret gibi fikirler, yaklaşık 250 yıllık bir
geçmişi olan fikirlerin bir nevi sonucudur. Liberal demokrasi dünyada birçok bölgede yerleşen ya
da yerleştirilmeye çalışılan temel rejim haine gelmiştir.
Günümüzde liberalizm sözcüğü farklı yerlerde farklı anlamlara gelebilmektedir. En büyük fark
ise ABD’de kullanılan anlamı ile dünyanın geri kalanında kullanılan anlamında yatar. ABD’de
liberalizm, muhafazakârlığın karşıtı olan sosyal liberalizm anlamına gelir. Amerikalı liberaller
serbest piyasaya düzenlemeyi onaylarlar ve aynı zamanda ırki, etnik, cinsel ve dini farklılıkları
kabul ederler. Bu açıdan baktığımızda, çoğulculuğa yakınlardır. Avrupa’da ise, liberalizm algısı daha
www.ulkuocaklari.org.tr 265
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ziyade serbest ticaret ve sınırlı hükümet algıları üstüne yatar. Bu açıdan sadece muhafazakârlığa ve
Hıristiyan demokratlara değil, aynı zamanda sosyalizm ve sosyal demokrasiye de karşıdırlar.
Liberaller insan hakları, hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasiye çok fazla önem verirler.
Seçilmiş temsilciler, hukuka uygun bir şekilde hareket etmelidirler ve bu güçlerini anayasaya göre
kullanmalıdırlar. Liberaller çoğulcu sistemin yanındadırlar. Bu sistemde değişik siyasi ve soysal
görüşler, ki bunlar aşırı da olabilir, demokratik bir tabanda siyasi gücü ele geçirmek için, belli
zaman aralıklarında yapılacak olan seçimlere katılırlar. Liberaller farklılıkların demokratik yollarla
çözülmesini savunurlar.
Liberaller medeni haklara çok büyük önem verirler (Tüm vatandaşların kişisel özgürlüklerinin
kanun ile korunması gibi). Bunun içerisinde ırk, cinsiyet ve sınıf ayrımı gözetilmeksizin bütün
vatandaşlara eşit şekilde davranılması da dâhildir.
Avrupa’daki liberaller yasal bir müdahale ile devletin istihdamda eşitliği sağlamasına karşılarken,
ABD’de ise liberaller pozitif ayrımcılığı savunurlar. Avrupa’daki birçok liberal, cinsel ve ırksal
ayrılığı bitirmek için kotalar konmasına karşıdırlar. Yine de, dünyadaki tüm liberaller, ırk veya
cinsiyet temelli ayrımcılığın yanlış olduğuna inanırlar.
Kapitalizm
Liberalizmin temel ekonomik felsefesi olan kapitalizm, zenginliğin ve zenginliği elde etmek için
kullanılan araçların özel mülkiyet temelinde yürütüldüğü bir ekonomik sistemdir. Kapitalizmle,
toprak, işgücü ve sermaye özel bireylerce sahiplenilir, yürütülür ve ticari mal olarak kullanılabilinir.
Yatırımlar, gelir, gelirin dağılımı, üretim, fiyatlandırma ve malların ve servislerin arzı, pazar
ekonomisi içinde bulunan güçler tarafından belirlenir. Kapitalizmin en önemli özelliği, herkes
kendi işgücüne sahip olması, böylece herkes bu işgücünü işverene istediği gibi satabilmesidir.
Kapitalist bir devlette, devletin gücü piyasanın temel kurallarını düzenlemek ve uygulamakla
sınırlandırılmıştır, fakat devlet kamu mallarını ve altyapıyı tesis edebilir.
Kimi düşünürler, laissez-faire’in kapitalizmin özü olduğunu düşünürler. Laissez-faire ekonomiye
devletin müdahalesinin kısıtlanmasını ya da tamamen ortadan kaldırılmasını ve arz ve talebin
kendi dinamikleri çerçevesinde kendisini düzenlemesini öngörür. Fakat günümüzde laissez-faire
ekonominin uygulandığı hiçbir ülke yoktur. Günümüzde devlet de bir şekilde ekonomik aktivitenin
içinde yer almaktadır.
Son yüzyıl boyunca, kapitalizm her zaman devlet planlı ekonomilerin tam zıttı olmuştur. Kapitalizmin
temel aksiyomu, “En iyi kaynak dağıtımı tüketicilerin özgür iradeleriyle belirledikleridir ve
üreticiler, tüketicilerin taleplerini yerine getirmeye çalışırlar.” teoremidir. Bu aksiyom devlet planlı
ekonomilerininkinin tam zıttıdır. Bu yüzden, bu bakış açısının temel sonucu da özelleştirmenin asıl
amacının daha verimli bir ekonomi yaratmak olduğudur.
Kapitalist ekonomi, İngiltere’de 16. yüzyıldan itibaren giderek artan bir şekilde yerleşen bir
ekonomik model olmuştur. Batı dünyasında feodalizm çöktükten sonra egemen bir ekonomik sistem
haline gelmiştir. Britanya’dan Avrupa’ya siyasi ve kültürel liberalizm ile birlikte yayılmıştır. 19. ve
20. yüzyıllarda ise kapitalizm dünyanın birçok bölgesinde temel endüstrileşme aracı olmuştur.
Türkiye’de Liberalizm
Türkiye’de liberalizm denince siyasi bir hareketten ziyade ekonomik bir anlayış akla gelmektedir.
Bunun da temelini kısmen Adnan Menderes dönemindeki bazı ekonomik açılımlar (özel girişimlere
daha fazla serbestlik, özelleştirme politikaları, daha çok dış dünyaya uyum sağlama vb.) buna
örnek gösterilebilir, fakat bu açılımlar beklenen başarıları getirmemiş, daha ziyade ciddi ekonomik
sıkıntılar baş göstermiştir. Bu sıkıntılar da Menderes’in sonunu hazırlayan esas nedenlerden
birkaçıdır.
266 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türkiye’de liberalizm denince akla gelecek ilk siyasetçi Turgut Özal’dır. 1980’li yıllarda, özellikle
Margaret Thatcher ve Ronald Reagan ile başlayan dönemde, dünyanın genel gidişine uygun bir
şekilde ciddi anlamda ekonomik liberalleşme politikaları izlenmiştir. Bu dönemde özelleştirmeler
hız kazanmış, Türk ekonomisi ithal ikame ekonomik modelden, serbest ticaret ekonomisine
geçmiştir.
Türkiye’de siyasal akım olarak liberalizm denildiğinde ise ciddi bir hareketin varlığından söz
edemeyiz. Liberalizm daha ziyade aydın sınıfı arasında sıkışmış bir ideoloji olarak kalmıştır.
Liberalizmin ekonomik ayağı ise muhafazakâr diyebileceğimiz partiler kanalıyla Türkiye’ye
yerleştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, ekonomik liberalizmden ziyade güçlü bir liberal hareket
görememekteyiz.
Ülkücü Hareket’e Göre Liberalizm
Ülkücü Hareket, Liberalizm’i tamamen reddetmemekle birlikte tam anlamıyla kabul de
etmemektedir.
Liberalizm’in hukukun üstünlüğü, kişi hak ve özgürlükleri ve mülkiyet hakkı hususlarındaki
yorumları, Ülkücü Hareket’in getirdiği yorumlarla örtüşmektedir. Ancak ekonomik anlamda
tamamen liberal bir düzen doğru kabul edilmemektedir. Tam liberal ekonomiler zengin-fakir
uçurumunu derinleştirmektedir. Buna karşın Ülkücü Hareket, devlet tarafından denetim altında
tutularak sosyal adaletin sağlanacağı yarı liberal bir ekonomik sistem öngörmektedir. Ayrıca
liberalizmin aşırı kanatlarındaki pek çok görüş de bizim görüşlerimizle uyuşmamaktadır. Devletin
rolünün aşırı derecede azaltılması, topluma anarşizm boyutuna varacak kadar serbestlik verilmesi
Ülkücü Hareket’in görüşleriyle uyuşmamaktadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 267
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KOMÜNİZM
ve
SOSYALİZM
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Komünizm, ortak mülkiyet ve üretim araçlarının ve mülkiyetin kontrolünün genele verildiği,
eşitlikçi, sınıfsız ve devletsiz bir toplum yaratmayı öngören bir sosyoekonomik ve siyasi bir
harekettir. Karl Marx’a göre komünizm insan toplumunun ulaşacağı son noktadır. Bu da ancak
işçi sınıfının yapacağı devrimle olacaktır. Marxçı anlamda klasik komünizm, sınıfsız, devletsiz ve
baskıdan uzak bir toplumu öngörmektedir.
Siyasi bir ideoloji olarak komünizm, sosyalizmin bir dalı olarak görülür. Komünizm kapitalist
ekonomik modelin ve emperyalizm ve milliyetçiliğin getirdiği “sorunları” çözme konusunda
alternatif üretme çabasındadır. Marx bu problemleri çözmenin tek yolunun işçi sınıfının özgür
bir toplum yaratmak için burjuvazinin yerine geçmesi olduğunu belirtir.[1] Komünizmin yaygın
türleri, Leninizm, Stalinizm, Maoculuk ve Troçkizm gibi öğretiler Marxizmden etkilenmişlerdir.
Karl Marx hiçbir zaman komünizmin nasıl bir ekonomik model öngördüğünü belirtmemiştir,
fakat yazılarından çıkan sonuca göre ekonomik modelinin temelinde üretim araçlarının ortak
kullanımı yatmaktadır. Komünizm günümüzde Bolşevizm ya da Marxizm-Leninizm gibi adlarla
anılmaktadır.
Komünizm Türleri:
Marksizm’de, tıpkı diğer sosyalistler gibi, Marx ve Engels de kapitalizmin çökeceğini
düşünmüşlerdir. Ama diğer sosyalistler uzun dönemli sosyal reformları öngörürlerken, Marx ve
Engels kitlesel devrimin en son olacak olan, fakat kaçınılmaz olan bir süreç olduğunu öngörmüşler
ve sosyalist devlete gidişte tek yolun bu olduğunu düşünmüşlerdir.
Marksizm’e göre sınıflı bir toplumdaki bir insanın temel özelliği yabancılaşma içinde olmasıdır;
bu yüzden komünizm insan özgürlüğünü ortaya çıkarabilecek yegâne yoldur. Marx’a göre
komünizmin özgürlük anlayışı üç parçadan oluşur: unsuru, zorluğu ve amacı. Unsuru işçi sınıfı,
zorluğu sınıf ayrılıkları, ekonomik eşitsizlikler, eşit olmayan şanslar ve yanlış bilinç, en sonunda
amacı ise insanın temel ihtiyaçlarının giderilmesi ile ürünün adil dağıtımıdır.[2] Marksistlere göre
komünizm insanların ne yapmak istiyorlarsa onu yapmasını sağlar, ama insanları öyle bir duruma
ve ilişki ağına sokar ki, böylece insanların birbirini sömürmesine de engel olur.
Marksizm’e göre sınıf mücadelesi ve devrim çabası işçi sınıfının “zaferiyle” sona erecek ve
komünist toplum ortaya çıkacaktır. Marx, komünizm altında yaşamın nasıl olacağı konusunda pek
fazla şeyden bahsetmemiştir.
19. yüzyılın sonunda, sosyalizm ve komünizm birbirlerinin yerine kullanılıyordu. Fakat Marx
268 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ve Engels komünizmin kapitalizmin tam olarak yerleşmiş olduğu bir toplumdan doğrudan
doğmayacağını savunurlar. İlk aşamada ortak mülkiyet sağlanacak, fakat sınıf ayrılıkları burada da
devam edecek. İkinci aşamada ise bu sınıf ayrılıkları ortadan kalacak, bu yüzden de devlete artık
hiç bir ihtiyaç kalmayacak. Lenin, sosyalizm kavramını ilk aşama için kullanırken, ikinci aşamayı
ise komünizm olarak adlandırıyor.
Marksizm-Leninizm, SSCB ve komünizmin dünyadaki birçok komünist parti tarafından kabul edilmiş
olan bir türüdür. Bu anlayışa göre, işçi sınıfı şu anda “işçi devrimi”ni yapacak bilince ulaşamamıştır.
Bu yüzden, bir öncü parti (ki bu komünist partidir) işçiler “için” devrimi gerçekleştirecek ve
daha sonrasında ise işçilere “işçilik” bilincini verecektir. Marksizm-Leninizm’in temel ekonomik
programı ise hızlı bir şekilde endüstrileşme ve kollektivizasyon temeline dayanmaktadır.
Stalinizm ideoloji olmaktan daha çok bir hükümet sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Esasından
Stalinizm’in ideolojik altyapısı da Marksizm-Leninizm’e dayanmaktadır. Stalinizm ise bunun
yorumlanışıdır denilebilir. Bu yorumlamanın temelini ise hızlı sanayileşme ve kollektivizasyon
oluşturmaktadır. Bu açıdan, Stalin döneminde ortaya konulan 5 Yıllık Planlar bunun en güzel
örneğidir.
Troçkizm, Stalin’le SSCB’nin liderliği için yarışıp kaybettikten sonra sürgüne yollanan Troçki’nin
kendi Marksizm yorumudur. Troçki, olması beklenen işçi devriminin bütün dünyada gerçekleşmesini
bekliyordu. O yüzden, Rusya’da olan devrimin oturtulmasını savunan Stalin’e nazaran, Troçki
devrimin bir an önce diğer ülkelere de ihraç edilmesini savunuyordu.
Maoculuk, Mao Zedong’un Çin’deki komünist devrimin nasıl olması gerektiğini yorumlaması ile
ortaya çıkmıştır. Mao, Çin’in hiçbir şekilde endüstrileşmemiş ve geri kalmış toplumunda, doğal
olarak da sömüren bir burjuva sınıfı görememiştir. O yüzden, ona göre sömürü, kentte yaşayan
nispeten daha rahat konumdaki insanlardan gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında Mao, daha ziyade
bir “köylü devrimi” öngörmüştür.
SOSYALİZM
Sosyalizm üretim araçlarının ve malların dağıtımının sahibinin kamu ya da devlet olması gerektiğini
savunan bir tür ekonomik modeldir. Modern sosyalizm 19. yüzyılın sonlarına doğru sanayileşmenin
ve özel mülkiyetin toplumda yarattığı sorunları çözme fikri olarak ortaya çıktı. Karl Marx’ın
düşüncelerinden çıktığı düşünülse de, Marx, sosyalizmi kapitalist toplumdan komünist topluma
geçerken atılan adımlardan biri olarak görmemiştir.
Robert Owen gibi ütopik sosyalistler, kapitalist toplum içinde sosyalist anlayıştaki fabrikalar ve
başka yapılar kurdular. Claude Henri de Saint Simon, teknokrasi ve endüstriyel planlamacılığın atası
sayılır. İlk sosyalistler, teknolojinin kullanılmasıyla daha iyi bir toplumsal yapı oluşturulacağını
tahmin etmişlerdir; ki günümüzdeki birçok sosyalist de bu görüştedir. İlk sosyalist düşünürler,
meritokrasiye daha çok meyilli ilerken, günümüz sosyalistleri ise daha eşitlikçi bir yaklaşım
gütmektedirler.
Sosyalistler genel olarak, kapitalizmin sermayeyi kontrol eden küçük bir gruba güç ve zenginlik
verdiğini, eşit olmayan bir toplum yarattığını ve toplumdaki herkese eşit fırsatlar sunmadığını
düşünürler. Bu nedenle, sosyalistler bu zenginliğin dağıtımının daha çok emek-değer teorisine
göre olması gerektiğini savunurlar.
Sosyalizm denince akla sadece belli bir doktrini olan bir anlayış gelmemelidir. Mesela temel
ayırım noktalarından birisi; sosyalist ekonominin nasıl kurulacağına dair farklı açıklamaları olan
reformcular ve devrimciler ayrımıdır. Bazı sosyalistler üretim araçlarının ve gelirin dağıtımının
tamamen millileştirilmesini savunurlarken, diğerleri ise piyasa ekonomisi içinde devlet kontrolünü
yeterli bulurlar.
Sosyalistler, bütün üretim araçlarını kontrol eden devletin yönetimindeki Sovyet modeli olan
www.ulkuocaklari.org.tr 269
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
güdümlü ekonomiden esinlenmişlerdir. Yugoslavya, Macaristan, Polonya ve Çin gibi bazı ülkeler
ise serbest ticaret ve üretim araçları hariç serbest fiyatlandırmaya izin veren piyasa sosyalizmini
benimsemişlerdir.
Türkiye’de Komünizm ve Sosyalizm:
Türkiye’de komünizmin temeli Kurtuluş Savaşı’na kadar götürülebilse de tam anlamıyla güç
kazandığı dönem 1968’den sonrasıdır. 1920 yılında Mustafa Suphi önderliğinde Türkiye Komünist
Partisi kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı sırasında Bolşeviklerin yardımına ihtiyaç duyan Mustafa Kemal
Atatürk, o dönemde partinin kurulmasına izin vermiştir. Ne var ki, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan
sonra parti yasadışı ilan edilmiş, parti kapatılmıştır. Bu dönemde parti üyeleri daha ziyade bir gizli
örgüt şeklinde toplantılar düzenlemişlerdir, fakat bir başarı yakalayamamışlardır.
1960’lara kadar ciddi anlamda komünist bir hareketten bahsetmek zordur. 1960’lardan sonra ise,
özellikle Ülkücü Hareket’e olmak üzere, ciddi boyutlara varacak şekilde terörist faaliyetler içine
girmişlerdir. 1972’de kurulan Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist ve onun silahlı kanadı
‘Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’ ve 1978’de kurulan PKK ve Dev-Sol o dönemin en önemli
terör örgütleri arasında gösterilebilir. Bunların arasında ise o dönemin en etkili saldırılarını DevSol ve onun gençlik kolu olan Dev-Genç yapmıştır. Ülkücü şehidimiz Gün Sazak ve nicelerinin
şahadete ulaşmasında ve ayrıca Nihat Erim suikastında bu terör örgütünün parmağı vardır.
Günümüzde komünizm “%0”larla ifade edilebilecek kadar azınlıkta olan bir harekettir. Bunun
temel nedeni, elbette ki, Sovyet rejimin çökmesidir. Bu rejimin çökmesi, birçok komünistte hayal
kırıklığı yaratmış, birçoğu fikirlerinde “yumuşamaya” gitmiş, kimisi liberal (Hasan Cemal vb.),
kimisi ise ulusalcı (İlhan Selçuk, Doğu Perinçek vb.) olmuşlardır.
Başbuğ Alparslan Türkeş’im Komünizm ve Marksizm Hakkındaki Düşünceleri
Sınıfçı sistemlerin birincisi, Marksizm’dir, Türk Milletinin en büyük düşmanı olan Marksizm,
nazariyatta sahte bir işçi sınıfını esas alır. Ancak tatbikatta, devlet yönetiminde işçi sınıfının yeri
yoktur.
Bütün yetkililer, işçi sınıfının öncüsü adı verilen komünist partisinde toplanmıştır. Devlet yönetimi
ve toplum düzeninin bütün kurumları, komünist partisinin inhisarına bırakılmıştır. Komünist
nazariyeye göre, işçi sınıfı, küçük bir sınıfa benzer. Nasıl ki çocuk, kendi gerçek menfaatlerini
göremez ve onları koruyamazsa, işçi sınıfı da gerçek menfaatlerini koruyamaz. Bu sebeple çocuğun
gerçek menfaatlerini korumak için tayin edilen veli veya vasi gibi, işçinin gerçek menfaatlerini
korumak içinde bir veli veya vasiye, yani bir mümessile ihtiyaç vardır. İşte bu mümessil,
komünist partisidir. Bu sistemde komünist partisinin yaptığı her şey, işçi lehine sayılır. İşçi, gerçek
menfaatlerini takdir edecek durumda olmadığı, tıpkı küçük bir çocuk gibi gerekli fikri ve akli
yeteneklere sahip bulunmadığı için, bir itiraz hakkı yoktur. İşçi sınıfı devleti olduğunu söyle-yen
Marksist devlet yapısının, işçi sınıfına verdiği değer işte bundan ibarettir.
Böyle bir fikirden hareket eden Marksizm, sonunda işçi sınıfı yönetimini değil, komünist partisi
ve diktatoryasını kurmuştur. Şunu belirtmek gerekir ki, Marksist devlet düzeninde parti ile devlet
birbirine benzerler. Bu düzende komünist partisi ile devlet bütünleşmiş, kaynaşmıştır. Komünist
partisi, devletin memurları, yüksek rütbeli subaylar, hâkimler ve polis şefleri komünist partisinin
üyesidir.
Marksizm, özel mülkiyeti devletleştirmişti. Ülkede her şeyin sahibi tek bir patron belirmiştir. Bu
patron, komünist devlettir. Ancak devlet mücerret bir kavramdır. Devlet çarkının işleyebilmesi
için organlara, insanlara ihtiyaç vardır. Marksist devlet düzeninde bu çarkı işleten insanlar sadece
komünist partisi üyeleridir. Komünist partisine üye olmayan devlet mekanizmasında görev alamaz.
Mülkiyet devletin hâkimiyetinde bulunduğuna göre, Marksist devlette üretim araçlarının gerçek
ve tek sahibi komünist partisi üyeleri olmuştur. Unutmamak gerekir ki, mülkiyet insana bir şey
üzerinde faydalanma ve kontrol verir. Komünist sistem faydalanma ve kontrol hakkını fertlerden
270 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
almış, devlete ve dolayısıyla komünist partisi üyelerine vermiştir. Böylece komünizm tarihte ilk
defa olarak, mutlak ve tekelci bir mülkiyet türü olan parti mülkiyetini veya bürokratif mülkiyeti
yaratmıştır.
Komünistler, mülkiyeti, hırsızlık mahsulü sınıflara meydan veren bir sömürü aracı olarak
vasıflandırdıkları halde bundan vazgeçememişler, bilakis devletleştirdikleri mülkiyeti, komünist
partisinin kontrolüne vermekle yeni bir sınıf yaratmışlardır. Tarihin en sömürücü, tekelci ve mutlak
sınıfı olan bu yeni sınıf, kapitalist toplumlarda bile rastlanmayan bir devlet ve parti burjuvazisi
doğurmuştur. Böylece sınıfsız bir toplum kurmak isteyen komünizm, tarihin en mutlak sınıf
diktatoryasını kurmuştur. Komünist partisi üyesi bir avuç mutlu azınlık dışındaki herkes, mülkiyet
hakkından mahrum olduğu için, hürriyetten de mahrum edilmiştir. Komünist rejim, insanların
ellerinden mülkiyetini alırken, şeref ve hürriyetini de almış, milyonlarca insanı esarete mahkûm
etmiştir.
Ülkücü Hareket’e Göre Komünizm ve Sosyalizm
1970-1980 arası dönem boyunca Ülkücü Hareket Komünizm ve Sosyalizm’e karşı büyük bir
mücadele vermiştir. Bu süreçte Ülkücülük ve Komünizm iki zıt cephe olarak görülmüş, Türk
gençliği bu iki cephede karşı karşıya gelmiştir. Ülkücü Hareket’in Komünist ideolojilerin karşısında
yer almasının pek çok sebebinden ilki mülkiyet hakkının bu ideolojiler tarafından yok edilmek
istenmesidir. Dinimize göre mülkiyet kutsaldır. Ayrıca emeğinin karşılığını muhafaza etme hakkı
bulunmayan bireyler sömürüye açık hale gelmektedir.
Komünist ideolojiler bu hakkı ortadan kaldırmakla iddia ettikleri gibi sınıfsal farklılıkları kaldırmayı
değil, elit kesim olarak toplumu sömürmeyi amaçlamıştır. Ülkücü Hareket, dinimizin de kutsal
saydığı mülkiyet hakkını savunur. Bu bakımdan tüm Komünist ideolojilerin karşısında yer alır.
Dünya üzerinde Komünist-Sosyalist toplum denemelerinin tamamı büyük katliamlara sebep
olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında SSCB tarafından milyonlarca insan sürgün ve
toplu katliamlarla yok edilmiştir. Ayrıca bu ideolojilerin mensupları Komünizm’e ulaşmak için
kanlı devrimlerle yönetimi ele geçirme yolunu tercih etmişlerdir. Halk için yapıldığı iddia edilen
bu devrimlerde öncelikle halkın katledilmesi, bu ideolojilerin samimiyeti konusunda ciddi soru
işaretleri oluşturmaktadır. Halkçılık maskesinin arkasına sığınarak katliamlara girişen Komünistlerin
aksine Ülkücü Hareket, halkın katledilmesine müsaade etmez. Ülkücü Hareket, Türk milletinin
varlığı için ortaya çıkmıştır. Ona zarar vermeyi düşünmek bir yana, milletine kastedecek her türlü
hareketin de karşısında yer alır. 1970’lerde de Ülkücü Hareket milletini korumak için Komünizm’e
karşı mücadele vermiştir.
SSCB örneğinde de görülebileceği gibi Sosyalist devletler totaliter yapıdadır. Kişi hak ve
özgürlüklerini hiçe sayan, toplumu insan olarak değil de üretim yapacak bir yığın olarak gören bu
devletler, milletine eziyet eden dev sömürü çarklarıdır. İddia ettiklerinin aksine diğer devletlerden
daha az eşitlik ve özgürlük sağlarlar. Ancak topluma verdikleri zarar en yüksek orandadır. Bu
zararlardan biri de, toplumu oluşturan kültürel değerlerin yok edilmesidir. Geleneksel kültürü ortadan
kaldıran Sosyalist devletler, her türlü dini inancı da yok etmeyi hedeflemiştir. Mücadelesindeki
en büyük güç kaynağı İslam inancı olan Ülkücü Hareket’in, dinleri yok sayan bir ideolojiye
kucak açması mümkün değildir. Komünizm ve Sosyalizm hareketleri tüm topluma ve toplumun
değerlerine saldırı niteliği taşımakta iken, milletinin bekasını kendine dava edinen Ülkücülerin bu
ideolojiler ile mücadele etmesi zaruridir.
Kaynakça
Joad, Cyril. E. (1966). Sosyalizm, Sendikalizm, Komünizm, Anarşizm. İstanbul: Habora kitabevi.
Marx, Karl. (1975). Capital. New York: International Publishers.
Marx, Karl. (1963). The Communist manifesto. New York: Russell & Russell .
Dipnotlar
[1] Marx, K. (1975). Capital. New York: International Publishers.
[2]Marx, K. (1975). Capital. New York: International Publishers.
www.ulkuocaklari.org.tr 271
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
ANARŞİZM
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Anarşizm olarak adlandırılan akım, ‘devlet’ mekanizmasını zararlı gören ve bu yapıyı kabul
etmeyen siyasi bir düşüncedir.
Anarşizm, Aydınlanma Çağı’nın laik anlayışından ortaya çıkmıştır. Fransız İhtilalı zamanında bazı
gruplar Jakobenlerin[1] gücü merkezileştirme politikalarına karşı olduklarını belirtmek amacıyla
olumlu anlamda kullanılmıştır. William Godwin modern anarşizmin ilk tanımlayıcısı olarak kabul
edilir. [2]
Kendisini ilk defa bir anarşist olarak tasvir eden kişi ise Pierre-Joseph Proudhon’dur. Proudhon
‘spontane düzen’ kavramını ortaya atmıştır. Bu düzende herkes dilediği her şeyi yapabilecek ve
merkezi bir otorite olmayacaktır. Godwin gibi Proudhon da şiddet içerikli devrimsel harekete
karşıdır. Proudhon anarşiyi, düzeni korumak ve her türlü özgürlüğü sağlamak için bireyin özgür
karar alabilmesi ve uygulayabilmesini tek başına yeterli olarak görmektedir. Proudhon’un
bu düşüncesi sonucunda, adaleti sağlayan ‘polis’ ve sosyal devlet için gerekli olan ‘vergi’ gibi
gereklilikler en aza inecektir. [3]
Anarşist hareketler temel olarak bireycilikten kolektivizme uzanan geniş bir yelpazede ve
radikal sol hareketin içerisinde değerlendirilir. Bu bağlamda anarşist ekonomi ile anarşist felsefe,
komünizmin, kolektivizmin ve sendikalizmin anti-otoriter yönlerini almıştır. Öte yandan anarşizm
her zaman bireyci akımın içinde yer almış ve ‘anarşist serbest piyasa ekonomisi’ni ve özel mülkiyeti
savunmuşlardır.
Anarşizmin genel eğilimi, komünist anarşizmde benimsenen sosyal hareketliliktir. Bazı anarşistler
her türlü baskıyı reddederken, bazıları ise anarşiye giden yolda güç kullanılmasını meşru görürler. Bu
farklı görüşler, anarşizm kendi içerisinde bile çelişebilmesine ve bu doğrultuda farklı uygulamalara
yol açmaktadır. Uygulamalar ve yorumlardaki farklılıklar anarşizmin içinde şiddet kültürünü
doğurabilmekte ve bu bağlamda terör eylemlerinin bir takım anarşistler tarafından uygulanmasına
sebep olmaktadır.
Anarşizm Türleri:
Egoizm, bireysel anarşizmin en aşırı türüdür. Max Stirner’ın geliştirdiği bir kavramdır. Stirner’a
göre bireyleri bir şeyi elde etmekten alıkoyabilecek tek güç onların kendi iradesidir. Ona göre
toplum diye bir şey olmamakla birlikte var olan aslında bireylerdir. Stirner’a göre, eğer bireye
göre doğru olan ‘öldürmek’ ise, öldürme eylemini yapmak da meşrudur. Stirner devleti gayrimeşru
272 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olarak görür, lakin bireylerin görevinin onu yok etmek olduğunu söylemez. Bireylerin, devleti
görmemezlikten gelmeleri gerektiğini savunur.[4]
Anarşist Komünizm, en özgür sosyal organizasyonun kendi kendini yöneten, içinde üretim
araçlarının ortak kullanıldığı ve doğrudan demokrasinin uygulandığı komünler olduğu savunan
bir anarşizm türüdür. Anarşist komünizmde para ortadan kaldırılacak ve işçiler herhangi bir maaş
alamayacaklar. Böylece kaynaklara serbestçe ulaşım doğacak, para yerine ‘kaynaklara serbest
ulaşım’ imkanı sağlanacaktır. Anarşist komünizmin en önemli temsilcileri Peter Kropotkin ile
Murray Bookchin’dir.
Anarko-sendikalizm, maaş sistemini ve üretim araçlarındaki özel mülkiyeti kaldırmayı amaçlayan
bir akımdır. En önemli ilkeleri, işçi dayanışması, kuvvete başvurma ve özyönetim şeklinde ifade
edilebilmektedir. Anarko-sendikalizm akımında ‘hiyerarşik olmayan bir toplum’ hayali vardır.
Bunun için de işçi örgütleri kurularak toplumsal devrim yapılmasını savunur.
Anarko-kapitalizm, özel mülkiyeti savunan, her türlü üst otoriteyi reddeden ve toplumsal etkileşim
için en gerekli mekanizmanın, serbest piyasa olduğunu düşünen bir anarşist akımdır. Anarkokapitalist toplumda gönüllü piyasa işlemleri eninde sonunda polisin, savunmanın ve altyapının
ortadan kaldırılmasına neden olacaktır. Bu akım Pierre-Joseph Proudhon’in ‘anarşizm’ düşüncesiyle
büyük benzerlikler gösterir.
Anarka-feminizm, radikal feminizmle anarşizmin bir karışımıdır. Bu akımda, toplum gönüllü
olmadığı bir hiyerarşiye uymak zorundadır. Bu zorunluluğun nedeni olarak da toplum içindeki
ataerkil yapı olduğu savunulur. Bu hiyerarşinin kaldırılması için geleneksel aile ve eğitim
kurumlarının kaldırılmasını öngörür. En önemli temsilcileri Lucy Parsons, Emma Goldman ve
Voltairine de Cleyre’dir.
Ülkücü Hareket’e Göre Anarşizm
Ülkücü Hareket, ortaya çıktığı ilk andan beri etkili olduğu tüm coğrafyaları kana bulayan, toplumu
ve tüm toplumsal değerleri ortadan kaldırmayı hedefleyen anarşizme şiddetle karşı çıkmaktadır.
Bireyin toplumu oluşturan tüm ilke ve kuralları reddetmesi, diğer bireylerin kişisel haklarına saldırı
niteliği taşımaktadır. Türk milliyetçilerinin hedefindeki toplum ise, birbirlerine saygılı, toplumu
oluşturan kurallara uyan, diğer bireylerin varlıklarına saygı gösteren bireylerden oluşmaktadır.
Anarşizmin hakim olduğu coğrafyalarda kargaşa hakimdir. Ülkücülerin hedefindeki dünya
düzeninde ise şiddetin yeri yoktur. Ayrıca anarşizm tüm inançları ve gelenekleri reddetmektedir.
Türk milliyetçileri, Türk milletini oluşturan tüm kültürel değerleri ve inançları muhafaza etmeyi
kendine görev edinmiştir. Milletin varlık sebeplerine saldıran bir ideolojinin Türk milliyetçileri
tarafından müsamaha görmesi mümkün değildir. Bu sebeple Ülkücü Hareket her türlü anarşizmi
reddeder, toplumu bir arada tutan kuralların korunmasına özen gösterir.
Dipnotlar
[1] Jakobenler Fransız İhtilalı’ndan sonra ortaya çıkan, ihtilaldan sonra parlamentoda üstünlüğü alıp iktidar olan,
muhafazakâr, merkeziyetçi bir partidir.
[2] Stanford Encyclopedia of Philosophy. (2009, Nisan 8). William Godwin.
[3] Proudhon, P.-J. (1969). Selected Writings. New York: Garden City.
[4] Stanford Encyclopedia of Philosophy. (2006, Ağustos 4). Max Stirner.
www.ulkuocaklari.org.tr 273
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
FAŞİZM
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Faşizm aşırı milliyetçi ve hatta ırkçı unsurları içinde bulunduran siyasal bir ideolojidir. Faşizm, aynı
zamanda, ekonomik anlamda korporatizm demektir. Faşist düşünürler, tek parti sisteminin olması
gerektiğini savunurlar. Faşistlere göre uluslar ve ırklar daima birbirleriyle mücadele halindedirler ve
bu mücadeleden sadece güçlü olanlar çıkabilecektir. Faşist hükümetler, hükümete doğru gelebilecek
her türlü muhalefeti ve eleştiriyi bastırırlar. Faşizm sınıf mücadelesinin karşısındadır ve liberalleri
sınıf mücadelesi yaratmakla, komünistleri ise bu sınıf mücadelesini sömürmekle suçlarlar.
Faşizmin Temel İlkeleri:
1. Aşırı milliyetçilik ve ırkçılık: Faşistler toplumdaki ırk ve millet mücadelesini esas alırlar. Ulus ise
tek bir organik yapı olarak görülür. Faşistler, etki alanının, gücün ve topraklarının yayılmasından
yanadırlar.
İtalyan faşistler, genişlemeci emperyalizmin gerekli olduğunu savunurlar. Benzer şekilde, Naziler
de Alman ulusuna rahat bir yaşam alanı yaratmak için genişlemek gerektiğini savunmuşlardır.[1]
Faşistler pasifizm karşıtıdırlar ve ulusun savaşçı bir zihniyette olması gerektiğine inanırlar.
2. Otoriterlik: Bütün faşist hareketler, bir diktatör tarafından yönetilen tek parti sistemli bir
hükümet düzeninin olmasını savunurlar. Birçok faşist hareket totaliter rejimi savunur. Bunun en
güzel örnekleri İtalya’da ve Nazi Almanyasında görülmüştür. Bir diğer önemli nokta ise faşist
liderler genellikle kendi dillerinde lider anlamına gelecek unvanlarla çağrılırlar. Almanya’da
Führer, İtalya’da Duce ve İspanya’da Caudillo bunun en güzel örnekleridir.
3. Sosyal Darwinizm: Sosyal Darwinizm, güçlü olanın ayakta kalacağına inanan bir düşüncedir.
Faşist hareketler ulusları, ırkları ve toplumları bu açıdan ele alırlar. İtalyan faşist Giovanni
Gentile’ye göre, ilerleme bir tarafın diğer taraf üstünde üstünlük sağlamasıyla elde edilebilir. Bu
açıdan bakıldığında, dünyayı ulusların ve ırkların birbirleriyle mücadelesi olarak gören faşistler,
toplum içindeki zayıf ya da sakat insanların “temizlenip” güçlü bir ırk yaratılması gerektiğini
savunurlar.
4. Sosyal müdahalecilik: Genel olarak, faşist hareketler devletin çıkarlarına hizmet edecek bir toplum
yaratma amacı içine girerler. Bunun içinse yeni bir toplum yaratılmalıdır. Örneğin Naziler saf bir
Aryan ırkı yaratmak için, Aryan olmayanların ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar.[2]
Faşist devletler toplumu kendi faşist hareketlerine katmak için sürekli bir beyin yıkama halindedirler.
274 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Eğitim, faşist hareketi yüceltecek şekilde düzenlenir ve o ulusa ait olmanın ne kadar büyük bir onur
olduğu anlatılır. Bu açıdan bakılınca, faşist hareketler düşünmekten ziyade itaat halinde bulunan
bir tek tip toplum yaratmak amacındadırlar. Bu yüzden aydın karşıtıdırlar. Naziler aydınları ve
üniversite profesörlerini hor görmüşlerdi. Hitler bunların güvenilmez, gereksiz ve hatta tehlikeli
olduklarını savunmuşlardı.
Faşizmin Türleri:
İtalyan faşizmi dünya üzerindeki ilk faşist harekettir ve faşist kelimesinin türediği yerdir. Benito
Mussolini tarafından kurulmuştur ve daha sonraki faşist hareketler için ilham kaynağı olmuştur.
Burada faşizm I. Dünya Savaşı’nın getirdiği toplumsal ve siyasi huzursuzlukların ve İtalya
Krallığı’nın İtilaf kuvvetleri arasında yer almasına rağmen, Versay Antlaşması ile istediğini tam
olarak elde edememesi neticesinde doğmuştur.
Benito Mussolini Fascisti adlı derneği kurarak faşizmin kurumlaşma sürecini açmıştır ve bir anda
önemli destek bulmuştur.[3] Bu kadar kısa sürede bu kadar hızlı destek bulmasının sebebi sınıf
mücadelesine dayalı ayrımcılığı reddetmesi ve her türlü sınıf mücadelesine karşı çıkmasıdır. Bunun
yerine Mussolini daha milliyetçi öğeler içeren konuşmalar yapmıştır.
Mussolini ve faşist arkadaşları aynı anda hem devrimci hem de gelenekçilerdi. Mussolini’nin
yakın arkadaşlarından biri olan Dino Grandi, İtalya sokaklarında düzeni sağlamak amacıyla savaş
gazilerinden oluşan Kara Gömlekliler adlı silahlı bir örgüt kurdu. Bu örgüt, geçit törenlerinde
ve gösterilerde komünistlerle, sosyalistlerle ve anarşistlerle çatıştı. Hükümet nadiren Kara
Gömleklilerin hareketlerine müdahale etti. Fascisti o kadar hızlı büyüdü ki kendini Roma’daki
bir kongrede Nasyonal Faşist Parti haline dönüştürdü. Ayrıca, 1922 yılında Benito Mussolini kral
tarafından başbakan olarak atandı. [4]
Roma İmparatorluğu’nun kavramlarından etkilenen Mussolini, İtalya’yı İtalyan İmparatorluğu’na
dönüştürdü. Mussolini’nin hayali İtalya’yı dünyada korkulan bir devlet haline getirmekti. 1923
yılında Korfu Adasını bombalaması bunun bir örneğidir. Ardından Arnavutluk’a kukla bir rejim
yerleştirdi ve daha sonra Libya’daki bir isyanı bastırdı. En büyük hayali Akdeniz’i tamamen ele
geçirmekti.
Nazizm 1933’ten 1945’e kadar Almanya’yı yöneten Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin
siyasal ideolojisidir. 1932’de Naziler, Almanya’da başa demokratik seçimlerle geldiler; ertesi yıl
liderleri Adolf Hitler Almanya Şansölyesi olarak atandı. Hitler’in Kavgam adlı kitabı nasyonal
sosyalist ideolojiyi tam olarak yansıtmaktadır.
Mussolini’nin Roma’ya yürüyüşünden etkilenen Naziler, benzer şekilde “kızıllar” tarafından
yönetildiğini öne sürdükleri parlamentoya yürümek için Berlin’e yürüyüşü başlattılar. Hitler,
kendisinin İtalya’daki Mussolini ile aynı amacı güttüğünü söylemesi, Mussolini’nin hareketinden
etkilenen birçok Alman’ın Nazi Partisi’ne girmelerini sağladı.[5]
Nazizm’in tam olarak bir faşist hareket olup olmadığı tartışılan bir konudur. Fakat çoğu kişi
Nazizm’in ırk odaklı bir faşizm olduğunu savunurken, İtalya’dakinin ise daha çok devlet odaklı
bir faşizm olduğunu savunur. Nazizm’i İtalyan faşizminden ayıran temel nokta da budur. İtalyan
faşizmi bireyi devlete hizmet eden olarak görürken, Nazizm bireyi ve aynı zamanda devleti, ırka
hizmet eden olarak görür.
Ülkücü Hareket’e Göre Faşizm
Türk milliyetçileri mücadelelerinin her döneminde liberaller, sosyalistler, sosyal demokratlar ve
hatta siyasal İslamcılar tarafından “faşist” olmakla itham edilmişlerdir. Ancak ülkücülük, faşizm
ile taban tabana zıt bir kavramdır. Faşizmin temel ilkelerinden biri olan ırkçılığın ülkücü fikir
sisteminde hiçbir zaman yeri olmamıştır. Bizim millet anlayışımız dil, kültür ve inanç ortaklığından
gelmektedir. Bize göre Türk olmak için bu ortak değerleri paylaşmak ve Türk milletine mensubiyet
www.ulkuocaklari.org.tr 275
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
şuuru ile bağlanmak yeterlidir. Etnik köken, asla insanları sınıflandırmada kullanılamaz. Dinimiz
de ırkçılığı lanetlemiştir. Bu sebeplerden dolayı Ülkücü Hareket her zaman ırkçılığın karşısında
yer almıştır.
Faşizme göre millet, devletin hizmetkarı konumundadır. Milletin geleceğinden ziyade devletin
otoritesi önem kazanmıştır. Ancak Türk devlet felsefesinde devletin görevi milletine köle
muamelesi yapmak değil, milletin bekası için çalışmaktır. Buna karşılık milletin de devletine
karşı yükümlülükleri mevcuttur. Ancak asla faşizmde olduğu gibi taraflardan biri diğerinin kölesi
değildir. Hun ve Göktürk devletlerinde hakan, milletini doyurmak ve giydirmekle yükümlüdür.
Ülkücü hareket, atasının takip ettiği devlet felsefesini benimsemiştir. Devlet ve millet asla birbirinin
kölesi ya da düşmanı değil, birbirini tamamlayan iki kurumdur.
Faşizmin kaynaklarından biri olan Sosyal Darwinizm, ülkücüler tarafından asla kabul edilemeyecek
sapkın bir fikirdir. Ülkücü hareket Nizam-ı Alem ülküsünü kendine dava olarak kabul etmiştir.
Dünyayı kuralların olmadığı, güçlünün güçsüzü yok ederek büyüyeceği bir yer olarak kabul eden
Sosyal Darwinizm’e müsamaha göstermesi düşünülemez. Bu tür ideolojiler dinimizce de doğru
kabul edilmemektedir.
Görüldüğü gibi faşizm, ülkücülük fikriyle uzaktan yakından alakası olmayan sapkın bir ideolojidir.
Diğer ideolojilerin mensuplarının iftiraları son derece yersiz ve mantıksızdır. Ülkücüler faşizmin
her zaman karşısında olmuşlardır.
Dipnotlar
[1]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton.
[2]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton.
[3]Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review ,
1029-1045.
[4]Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review ,
1029-1045.
[5]Kershaw, Ian. (2000). Hitler. W.W. Norton.
Kaynakça
Kershaw, I. (2000). Hitler. W.W. Norton.
Sarti, R. (1970). Fascist Modernization in Italy: Traditional or Revolutionary. The American Historical Review , 10291045.
276 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
IRKÇILIĞIN DOĞUŞU,
GELİŞİMİ ve GÜNÜMÜZDEKİ DURUM
Tolga ÖZDEMİR
Irk nedir?
Irk kavramı, insanların fizyolojik ve biyolojik farklılıklarını yansıtır. Ve bu kavram bilim
adamlarına göre MÖ 14. ve 15. yy.lara kadar uzanmaktadır.[1] İnsanların aynı kökten türediği
öne sürülürken, farklılığın göçlerle oluştuğu ve değişik fiziksel özelliklerle beraber ırkların
ortaya çıktığı düşünülmektedir. İbn-i Haldun’a göre ırklar arasındaki farklar coğrafi ve kozmik
faktörlerden dolayı oluşmuştur. Darwin’e göre ise bu doğal seçilim yoluyla gerçekleşir.
Irk kavramına atfedilen tanımlar ve açıklamalar 17. yy.da Fransız bilgin Bernier ile başladı. Bu
tanımlarla beraber antropoloji (ırk bilimi) de ortaya çıktı ve gelişmeye başladı. Irk kavramının
bilimsel arenada tartışılmaya başlanmasıyla, birçok bilim adamı tarafından ırkî farklılıklar
sınıflandırılmaya ve kategorize edilmeye çalışıldı. Bu çalışmalar daha çok fiziki ve fizyolojik
farklılıkların, ırklar üzerinde etkili olduğunu kanıtlamak için yapılmıştır. Örneğin, Fransız
etnoloji uzmanı Joseph Arthur Gobineau ve sonradan Alman uyruğuna geçen Houston Stewart
Chamberlain’in yaptıkları sınıflandırmada beyaz ırkın üstünlüğü kanıtlanılmaya çalışılmış ve
“Arî Irk” kuramı ortaya atılmıştır. Bir diğer örnekte ise, İsveçli botanikçi Linnaeus, insanları
Afrikalı, Amerikalı, Asyalı ve Avrupalı olarak sınıflandırırken, bu çalışmaların objektif olduğunu
savunmuştur. Fakat Afrikalıları uyuşuk, Asyalıları aç gözlü tanımlarken; Amerikalıları dik başlı,
Avrupalıları ise zeki ve kuvvetli olarak tanımlamıştır. [2] Bu sınıflandırmalar ve tezler bilimsel
olarak günümüze kadar kanıtlanmamış olmalarının yanı sıra ırkçılığın körüklenmesine ve ırkçı
doktrinlerin oluşmasına yol açmışlardır.
Irkçılık
Irkçılık (Racism), insanların toplumsal özelliklerini biyolojik ve ırkî özeliklerine indirgeyerek,
bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğretidir.[3] En genel anlamda ise ırkçılık, ırkî
farklılıkların insanların yeteneklerinde belirleyici olduğunu ve bir ırkın bu farklılıklardan dolayı
diğer ırklardan daha üstün ve yüce olduğunu savunan görüştür. Irkçılık doktrininde insanlar birey
olarak değer taşımazlar; ait oldukları ırk, toplum ya da soy onların kişiliği üzerindeki en belirleyici
rolü oynar.
“Irkçı” terimi ise asıl olarak ırkçılık fikrini savunan kişiler için kullanılmasına rağmen 1940’ların
sonunda aşağılayıcı bir terim olarak kullanılmaya başlamıştır. Faşizm ve Nazizm için aynı şekilde
kullanılmaya başlanan bu terim aslında bir kavram kargaşası yaratmıştır. Çünkü Faşizm İtalya’da
uygulandığı şekliyle, baskının ve kesin bir otoritenin adıdır. Nazizm ise Alman ırkının üstünlüğü
www.ulkuocaklari.org.tr 277
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
temel alan bir görüş ve yönetim şeklidir. Buradan yola çıkarsak ırkçılığın daha çok Nazizm’e
yüklenebilecek bir sıfat olduğu anlaşılacaktır.
Bütün olarak bu yargılar da insanları fiziksel özelliklerine göre kategorize etmeye sebep olmuş ve
dünya üzerinde birçok yıkıma sebebiyet vermiştir.
Irkçılığın Tarihi Gelişimi ve Siyasi Yönden Irkçılık
Irkçılığın tarihi eski çağlara kadar uzanır. Özellikle Yunanlılarda belirginleşen bu düşünce, içtimai
hayatı düzenleyen bir sistemden çok eşitlik ve eşitsizlik üzerinde yapılanmıştır. Örneğin meşhur
Yunan filozofu Platon’un aşağıdaki düşünceleri dikkat çekicidir:
“Yunanlı olmayanlar(Barbarlar ya da köleler) aşağı adamlardır. Bunlar için en büyük şeref Yunanlılar
tarafından idare edilmektir.[4] Çirkin, hasta ve cılız olanlara da yaşama hakkı tanınmamalıdır.”
Buradan yola çıkarsak ırkçıların kendilerinden farklı ırklara yaşama şansı vermediği, buna ek
olarak, ırkçıların diğer ırkların kendi ırklarına hizmet etmelerini istedikleri anlaşılacaktır.
Rönesans ve Reform hareketleriyle canlanan Avrupa’nın da kendi temellerini oluşturan Yunan
felsefesinden etkilenmesi pek muhtemeldir. Çünkü Rönesans ve reform hareketleriyle beraber hiç
gitmedikleri yerlere giden Avrupalılar, gittikleri yerlerde farklı ırklardan insanlarla tanışmışlardır.
Ve bu tanışma Müslümanlardaki gibi olumlu olmamıştır. Farklı ırklarla karşılaşan Avrupalılar bu
ırkları sömürmeye ve köleleştirmeye başlamıştır. Böylece kölelik sistemi de Avrupa’da doğmuş oldu.
Diğer yandan Avrupalıların Amerika kıtasını keşfettikten sonra Amerika yerlilerine uyguladıkları
asimilasyon da başka bir ırkçı örnektir.
Arî ırkın üstünlüğüne inanan Nazi Almanyası döneminde ise ırkçılık bir siyasi anlayış haline
gelmiş ve devletin yönetim şeklinin en baskın unsuru olmuştur. Alman ırkçılığında antisemitizm
ve Nazizm (Ulusal Alman Sosyalizmi) birbirinden ayrılmaz birer parçadır. Naziler insanlık
tarihini bir “ırklararası mücadele” olarak görmüş ve kendilerinden farklı olanları eksik ve aşağı
ırklar olarak tanımlamışlardır. Onlara göre arî ırkın saflığının korunması gerekmektedir. Bununla
beraber ırkçı Naziler, hastalıkları birer leke olarak görürler ve bunların çoğalmasını arî ırk için
bir tehlike addederler. 1939 yılında hastanelerdeki hastaları ve engelli kişileri düzenli bir şekilde
öldürmeleri[5] bundan dolayıdır. Bunun yankılarını önlemek içinse bu katliama güzel bir ad vererek
“ötenazi” demişlerdir.
II. Dünya Savaşı süresince de Nazilerin işgal ettikleri Polonya ve Sovyetler Birliği topraklarındaki
insanlar “etnik temizlik” adı altında öldürülmüştür. Naziler için “düşman ırkların” temizlenmesi
politikası, insanlık adına dünyada görülmemiş büyüklükte bir katliamlar zincirinin oluşmasına
sebebiyet vermiştir.
Günümüzde Irkçılık
Sömürge imparatorluklarının kurulmasıyla birlikte insanlar arasında büyüyen eşitsizlikler ve
ayrımlar ne yazık ki bu imparatorlukların yıkılmasıyla beraber yok olmamıştır.
İnsan Hakları Beyannamesi’nde belirtilmesine rağmen ırkçılık olayları günümüzde de devam
edebilmektedir:
Güney Afrika’da küçük bir beyaz azınlığın, siyahlara ve diğer azınlıklara uyguladığı şiddet buna
örnektir.
Neo-Nazilerin Almanya’daki göçmen Türk işçilerine karşı uyguladıkları şiddet ise Hitler
dönemindeki ırkçılığın Almanya’da hâlâ etkili olduğunun bir göstergesidir.
Ayrıca Çin’in 1945’ten bu yana Mao yönetimiyle beraber Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerine
uyguladığı asimilasyon politikası ve uygulanan şiddet, ırkçılığın günümüzdeki bir yansımasıdır.
278 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk Anayasasındaki Irkçılıkla İlgili Maddeler[6]
·
Madde 10 - Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve
benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadırlar.
·
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 122.maddesi:
“Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım yaparak;
a) Bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin icrasını veya hizmetten
yararlanılmasını engelleyen veya kişinin işe alınmasını veya alınmamasını yukarıda sayılan
hâllerden birine bağlayan,
b) Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir hizmeti yapmayı reddeden,
c) Kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını engelleyen, kimse hakkında altı aydan bir
yıla kadar hapis veya adlî para cezası verilir.”
Ülkücü Hareket’e Göre Irkçılık
Ülkücü Hareket, ırkçılığı reddeder. Ülkücü Hareket’in milliyetçilik anlayışı ırk üzerine değil, dil,
kültür ve inanç bağı üzerine kuruludur. İslamiyet’te de hiçbir şekilde tasvip edilmeyen ırkçılık, Türk
Milliyetçilerinin takip edeceği bir fikir olamaz. Her ne kadar Ülkücü Hareket pek çok siyasi grup
tarafından ırkçılıkla suçlansa da, gerçek itibariyle tamamen ırkçılığın karşısında yer almaktadır.
Dipnotlar
[1]http://www.humanity.ankara.edu.tr/timurmakale/B8.pdf
[2] http://www.africanburialground.duke.edu/document/blakey2.pdf
[3]http://www.tdk.gov.tr/TR/SozBul.aspx?F6E10F8892433CFFAAF6AA849816B2EF4376734BED947CDE&Keli
me=%C4%B1rk%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k
[4] Bernard Lewis (2003)
[5]http://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10005220
[6] http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html
www.ulkuocaklari.org.tr 279
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
NASYONAL SOSYALİZM
Tolga ÖZDEMİR
Birinci Dünya Savaşının ardından savaştan mağlup olarak ayrılan devletlerde patlak veren ekonomik
ve sosyal çöküntüler halkı büyük bir bunalım içine soktu. İnsanları kendi devlet yönetimleriyle
hoşnutsuzluğa iten bu savaş sonucunda, merkezi devletler dağıldı ve yeni yönetim sistemleri ortaya
çıktı. 1918’de I. Dünya Savaşından yenik ayrılan Almanya’da da diğer mağlup devletlerde olduğu
gibi imparator (Kayzer) tahttan ayrıldı ve demokratik bir rejim, cumhuriyetçi bir devlet kurulmuş
oldu. Bu yeni sistemle beraber seçimler yapıldı ve değişik siyasi partiler parlamentoya girdi.
Tüm bunların yanı sıra savaştan yenik çıkmış olmanın manevi çöküntüsü ve savaşın beraberinde
getirdiği buhran, halkın üzerine çökmüş karabulutlar gibiydi. Versay Antlaşması’nın gereği olarak
sömürgelerini kaybeden, ordusu dağıtılan ve elinde yalnızca 100.000 kara ve 15.000 deniz kuvveti
gibi küçük bir güç bulundurabilen; savaş sonrası zaten siyasal, ekonomik ve sosyal bunalımlarla
boğuşan Almanya’da, sorunların bir çığ gibi büyümesi kaçınılmaz bir hal aldı.
Adolf Hitler’in Tarih Sahnesine Çıkışı
Tam bu sırada Adolf Hitler Alman İşçi Partisi’ne (Deutsche Arbeiterpartei, DAP) katıldı. Hitler
kısa sürede partinin üst basamaklarına kadar ilerledi ve 1921’de partinin liderlik koltuğuna oturdu.
29 Temmuz 1923’te partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische
Deutsche Arbeiter Partei, NSDAP) olarak değiştirdi. Kısaca NAZİ Partisi olarak anılan parti
“Büyük Almanya” ülküsüne bağlıydı.
Naziler savaşın ağırlığını üstünden atamayan ve ekonomisi iyice bozulan Alman halkına iş, ekmek
ve güçlü bir Almanya sözü verdiler. Halkın manevi bir eziklik yaşadığı bu dönemde, Almanların
“üstün bir ırk” olduğunu ileri sürdüler, Versay Antlaşması’nı reddettiler ve başlarına gelenlerin
başta Yahudilerden kaynaklandığını savundukları için anti-semitist ve ırkçı bir tavır güttüler. Bu
yaklaşımlarla Almanlara yeni bir soluk aldıran Adolf Hitler, arkasında epey kalabalık bir kitle buldu.
23 Kasım 1923’te arkasında bulduğu Nazi taraftarlarıyla Münih hükümetini devirmek ve Bavyera
eyaletinin yönetimini ele geçirmek için ayaklandı. Ayaklanma başarısız olunca Hitler tutuklandı ve
beş yıl hapse çarptırıldı. Ancak bir yıl sonra 20 Ekim 1924’te tahliye oldu. Mahkûmiyeti sırasında
yazdığı Kavgam (Mein Kampf) adlı kitap Nazilerin adeta kutsal kitabı haline geldi ve parti
programının yanında Nazi partisinin fikirlerinin oluşumunda büyük rol oynadı.
Adolf Hitler’in Nazi partisi ve fikri I. Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın içine düştüğü ekonomik
ve sosyal bunalım sayesinde kendine bir yer buldu. Bununla beraber Versay Antlaşmasına karşı
280 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
çıkılması ve Alman ırkının üstünleştirilmesi, halka üstündeki Versay ezikliğinin ve savaştan yenik
çıkmanın getirdiği bunalımın atılması için bir çıkış yolu açtı ve Nazi Partisi’nin gittikçe gelişmesini
sağladı.
Fakat 1920’li yıllardan 1929’a kadar olan dönemde Almanya’nın ekonomik olarak güçlenmesi
ve halkın refahının artması Nazi partisine olan ilgiyi azalttı. Ancak 1929 yılına gelindiğinde bütün
dünyayı saran “Büyük Buhran”[1] Almanya’yı da etkisi altına alınca ekonomik bozukluklar artmaya
başladı. Zaten savaş borçlarını ödemekte güçlük çeken devlet, gelen krizden dolayı ihracatın
kesilmesiyle birlikte çok zor bir duruma düştü. İşsizlik giderek daha da arttı. Almanya’nın içine
düştüğü bu buhran ise halkın ve Nazi partisinin fikirlerinde bir kesişme noktasının oluşmasını ve
Nazi ülkülerinin yeniden alevlenmesini sağladı.
Tüm bunlara paralel olarak Nazi partisi ilk zaferini 1930 seçimlerinde kazandı ve Almanya’nın
ikinci büyük partisi oldu. Nazi partisi 1932 seçimlerinde yüzde 37 oy alarak ülkenin en büyük partisi
haline gelmesine rağmen çoğunluğu sağlayamadığından iktidar olamadı. Fakat parlamentodaki
bazı milliyetçi önderler Hitler’i başbakan atamakta hemfikirdi. Cumhurbaşkanı Paul von
Hindenburg’da komünistlerin ülkedeki yükselişinden ve iç savaştan çekindiği için Hitler’i Katolik
Merkez Parti’yle koalisyon yapmak üzere başbakan olarak atadı. Ancak Katolik Merkez Parti
koalisyonu istemeyince, milliyetçi önderlerin desteğini alan Hitler ülkeyi yeniden seçime götürdü.
Komünistlerin etkisini kırmak için ise 27 Şubat 1933’te “Reichstag Yangını”nı çıkartarak suçu
komünistlerin üzerine attı. Zaten komünist etkisinden çekinen Cumhurbaşkanı ise Hitler’in isteği
doğrultusunda kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayan bir maddeyi onayladı. Böylece seçime kadar
Nazi Partisi ve milliyetçi partiler dışındaki partilerin propaganda yapmalarının önüne geçildi.
Onaylanan madde ile Nazi Partisi’ne karşı olan her türlü olay bastırıldı ve sayısız tutuklama
gerçekleştirildi. Bu şartlarda seçime giden Almanya’da Nazi partisi yüzde 44 oy alarak 5 Mart
1933 günü en büyük parti olarak seçimlerden çıktı. Ve Almanya’da 1933 yılından başlayarak 1945
yılına kadar sürecek “NASYONAL SOSYALİZM” dönemi başlamış oldu.
Nasyonal Sosyalist Dönem (1933-1945)
Nasyonal sosyalizm’in doktrin olarak ilk ortaya çıkışı Fransız Maurie Barres’ın 1898 yılının
Mayıs ayında nasyonal sosyalizmi ilan etmesiyle başlar. Sosyalist bir milliyetçilik fikrini egemen
Almanya’ya karşı seçmen kazanmak için yayan Barres, liberalizme karşı nasyonal sosyalizmi
birleştirici bir milliyetçiliğin gerçekleştirilmesi için araç olarak görmüştür. Barres’a göre “işçiler
kendi uluslarının işverenlerinden ziyade yabancı yani Yahudi sermayesine karşı mücadele
etmeliydi.”
Nasyonal Sosyalizm aslında Almanya’ya karşı ilan edilmiş bir doktrin olmasına rağmen, 20.
yüzyılın ilk yarısında Adolf Hitler tarafından Almanya’da yayıldı ve burada Nasyonal Sosyalist
bir devlet kuruldu.
Adolf Hitler’in ekonomi ve Yahudiler hakkındaki görüşleri Barres’la paralellik göstermekteydi.
Hitler’in Yahudileri kastederek “Beynelmilel sermayenin tahakkümünü tesis etmek için milli
ekonomiyi tahrip etmektedirler.” şeklinde belirttiği sözler bunu kanıtlar niteliktedir. Bununla
beraber Hitler, sosyalizmi sadece, ekonomik bir bunalım içinde olan Almanya’daki işçileri ve orta
sınıfı kazanmak için kullandı. Çünkü Nazi Partisi temelde liberalizme, komünizme tamamen karşı
ve sosyalist anlayıştan tamamen uzak bir partiydi. Daha çok milliyetçiliği esas alan Nazi düşüncesi,
sağ totaliter bir rejim olarak Alman ırkçılığının siyasallaşmasıydı.
Hitler’in ilham aldığı kişilerin başında Darwin’in gelmesi Darwinistik düşünce ile Alman ırkçılığının
aynı doğrultuda olduğunu göstermektedir. Çünkü Nazizm’in ırkçı bir yapıya oturmasındaki temel
taş olan Darwinistik düşüncenin, ırkları üstünlük veya aşağılık şeklinde ayırması Alman Ari ırkı
ve Alman ırkının üstünlüğü fikirlerinin gelişmesini sağlamıştır. Böylece Versay’ı reddeden ve
Alman ırkını üstünleştiren Hitler, Alman ulusunun gururunun okşanması ile ülkenin iktidarını ele
geçirmekte büyük çıkar sağlamıştır.
www.ulkuocaklari.org.tr 281
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Nazi Partisi’nin Uygulamaları
Hitler’in iktidar olduğu 1933 yılının baskı ve şiddet ortamında, gerçekleştirilen ilk uygulamalardan
biri işçilere yönelik oldu. Parti programında ve propagandalarda işçi haklarından bahseden Hitler, 1
Mayıs 1933’ün ulusal işçi günü ilan edilmesinden bir gün sonra, 2 Mayıs 1933’te Katolik sendikalar
dışında ülkedeki tüm sendikaları kapattı. 24 Haziran 1933’te ise Katolik sendikalar kapatıldı.
Nasyonal Sosyalizm Almanya’da iktidar olur olmaz yaşamın her alanına girmeyi amaçlayan
ve sosyal ve ekonomik alanlara bazı düzenlemeler getiren bir ideoloji halini aldı. Bu amacını
gerçekleştirirken de baskı ve şiddete başvurdu. Devlet, bir polis devletine dönüştürüldü. SS’ler ve
Gestapo kurulduktan sonra Nazi Partisi’ne karşı olanlar ya öldürüldü ya da toplama kamplarına
götürüldü.
Naziler zora başvurarak yaşamın her alanında tek bir ses yaratmak için çalıştı. Karşıt görüşlerin
yaşamasına izin verilmedi; partiler, dernekler kapatıldı. Hitler parlamentodan diktatörlük yetkileri
aldı ve parlamentonun yetkileri yok edilircesine sınırlandırıldı. Hitler bu yetkileri ise Almanya’nın
bütününe hâkim olmak için kullandı.
Parlamenter sisteme karşı olan Nazi düşüncesi, muhalefetsiz, karşıt görüşe tahammülü olmayan bir
“Tek Kişi Hâkimiyeti” yarattı. Böylece toplumun her kesiminde Führer (Şef) anlayışı hâkim oldu.
İktidar Führer’de toplanmakta ve kanunları o yapmaktaydı. Millet ile Führer arasındaki ilişkiyi ise
sadece Nazi Partisi sağlıyordu.
Toplama Kampları ve Yahudi Soykırımı
1933 yılında Nazi düşüncesine karşı olanlar toplama kamplarına götürülmeye başlandı. Polonya’nın
işgaliyle birlikte ise Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesine hız verildi. Alman Ari Irkını
oluşturmak ve Almanya’yı diğer etnik kökenlerden (aşağı ırklar) temizlemek amacıyla II. Dünya
Savaşının başlaması ile birlikte 1939’da toplu öldürme olayları başladı. Siyasi karşıtlar, azınlıklar,
bedensel engelliler ve Yahudiler, Naziler tarafından toplu halde gaz odalarında öldürüldü ya da
fırınlarda yakıldı. Milyonlarca Yahudi, yüzlerce karşıt bu toplama kamplarında yok edildi.
Nazizm’in Sona Ermesi
Hitler dış politikada da saldırgan ve baskıcı bir tutum sergiledi. Üstün olarak nitelediği Alman
ırkına daha rahat bir “yaşam alanı” (Lebensraum) sunmak için önce Avusturya’yı (1938) ardından
Çekoslovakya’yı (1939) Alman topraklarına kattı. 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgal ederek II.
Dünya Savaşını da başlatmış oldu. Yıldırım savaşı (Blitzkrieg) taktikleriyle Asya ve Avrupa’nın
büyük bir bölümünü istila etti.
Fakat savaşa ABD’nin katılmasıyla Almanya’nın hızlı ilerleyişi durdu ve Rusya karşısında geri
çekilerek savaştan mağlup olarak ayrıldı. Böylece 1945 yılında II. Dünya Savaşının son bulmasıyla
beraber Nasyonal Sosyalist dönem de sona erdi. Sonrasında ise Hitler intihar etti ve önde gelen
Nazi liderleri Numberg mahkemesinde yargılanarak idama mahkûm edildiler.
Nasyonal Sosyalizmin Ekonomik Görüşü
Nasyonal sosyalist ekonomi tipik bir savaş ekonomisi (Wehrwirtschaft) idi. Bu ekonomi içerisinde
iki temel hedef vardı: İstihdam ve ekonomik büyüme. Kendine yetmeyi temel ilke edinen Nazi
Partisi, Komünizme ve Liberalizme karşıydı. Yandaşlarının sefalet içinde olmasını hiçbir şekilde
kabul etmeyen bu düşünce, savaş sanayisi ve askerileştirme hareketleri ile ülkedeki istihdamı
arttırdı. Böylece işsizlik büyük bir oranda düşürüldü. Bunun yanında ekonomik büyümeyi sağlamak
için devlet yatırımları arttırmayı çabalarken ve özel girişim de özendirilmeye çalışıldı.
Nazi partisinin programında ve propagandasında tekelleşmeye karşı savaş vaat ediliyordu. Fakat
1937 yılında alınan bir kararla sermayesi 40.000 dolardan az olan şirketler kapatıldı. Bu kararla
birlikte tekelleşme daha da güçlendi ve piyasadaki şirketlerin yüzde 20’si yok oldu.
282 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Ülkücü Hareket’e Göre Nasyonel Sosyalizm
Nasyonel-Sosyalizm, Ülkücü Hareket’in bütünüyle reddettiği ırkçılık üzerine kuruludur. Son derece
totaliter bir yapıdadır ve Almanya’da hakim olduğu dönemde dünyanın en büyük soykırımlarının
ve katliamlarının yaşanmasına sebep olmuştur. Tıpkı Faşizm gibi bu sapkın ideolojiyi de Ülkücü
Hareket bütünüyle reddeder.
Dipnot
[1] 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, 1929’da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla
hissettiren) ve 1930’lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir.
www.ulkuocaklari.org.tr 283
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
MUHAFAZAKÂRLIK
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Muhafazakârlık, “muhafaza etmek” kelimesinden türeyen, yani bir şeyi korumak, kollamak anlamına
gelen bir kelimedir. Bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık, uzun dönemden geçerek yerleşmiş
olan geleneklerin ve kurumların muhafaza edilmesini öngören bir siyasi ve sosyal akımdır. Batı
politikalarında, muhafazakârlık kavramının ortaya çıkışı Edmund Burke’e dayandırılır. Dünya’da
birçok muhafazakâr parti örneği bulabiliriz. Bunların başında ise ABD’deki Cumhuriyetçi Parti,
Britanya’da Muhafazakâr Parti, Japonya’da Liberal Demokrat Parti ve Avustralya’da Avustralya
Liberal Parti sayılabilir.
Batı’da Muhafazakâr Düşüncenin Gelişimi:
Başlangıçtan itibaren bazı politikalara “muhafazakâr” diyebilsek de muhafazakârlığın siyasi bir
düşünce olarak ortaya çıkışını Aydınlanma Çağı ve Fransız İhtilali’ne götürmek daha doğru olur.
Birçok düşünür de muhafazakârlığın ortaya çıkışını Reform dönemine tepki olarak görür. Edmund
Burke ile birlikte ise muhafazakârlık adı daha sistematik hale gelir.
Edmund Burke Amerikan İhtilali’ni savunurken, Fransız İhtilali’ne karşı çıkmıştır, çünkü
Fransız İhtilali’ni şiddet dolu ve kaotik görmüştür.[1] Burke, klasik muhafazakâr pozisyonu ile,
muhafazakârlığın bir ideolojisi olmadığını savunmuştur. Burke, fikirlerini Aydınlanma Çağı
ile ortaya çıkan soyut ve hayalî kavramlara karşı durma olarak belirlemiştir. Modernizmin aynı
zamanda eleştirisini yapmıştır.
Burke’e göre akıl herkeste eşit değildir ve bundan dolayıdır ki bazı kişiler diğerlerine göre ülkeyi
daha iyi idare edebilirler. Devlet idaresinin uygun yöntemini akla dayanarak yaratılacak olan soyut
kurumlarda değil, daha ziyade devletin uzun dönemden beri gelen bazı kurumlarında, deneyimlerle
oluşan yapılarında ve aile ve Kilise gibi diğer önemli toplumsal kurumların devamlılığında aramak
gerekir. Ona göre gelenekler, geçmiş olan birçok neslin katkılarıyla ve zamanın bu katkıları test
etmesiyle oluşmuşlardır. Diğer taraftan ise akıl sadece bir adama özgü olabilir ve sadece o neslin
test sonucuna bağlanabilir. Burke’e göre eğer değişim olacak ise de bu ancak, devrimsel olmaktan
ziyade organik, yani kendi içinde yavaş bir süreçte olabilir.
Muhafazakârlar mülkiyet hakkının şiddetli savunucularındandırlar. Bazı muhafazakârlar
değiştirilmiş bir serbest piyasa düzenini savunurlar, onlara göre devletin görevi bir taraftan pazar
rekabetini artırmak iken, diğer taraftan ise ulusal çıkarları, toplumu ve kimliği korumaktır. Birçok
muhafazakâr, egemen devlet anlayışının güçlü savunucularındandır ve aynı zamanda milletlerini
tanımlarken vatanseverlik duygusuna vurgu yapar.
284 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Değişik Ülkelerde Muhafazakârlık
ABD’de muhafazakârlık denildiği zaman birçok öğeyi kapsayan bir muhafazakârlıktan
bahsedebiliriz. Bunların arasında arz-yönlü iktisat[2], toplumsal muhafazakârlık, liberteryen
muhafazakârlık[3], dini muhafazakârlık ve güçlü bir ordu sayılabilir. Günümüzdeki Amerikan
muhafazakârlığını Edmund Burke’ün düşüncelerine dayandırmak doğru olur. Eski Amerikan
başkanı ve aynı zamanda neo-conların politikalarının atası sayılan Ronald Reagan, ABD’deki
muhafazakârlığın en önemli sembolü sayılabilir. ABD’deki sosyal muhafazakârlar aile ve Kilise
gibi toplumsal kurumların önemine vurgu yaparlar, aynı zamanda evliliği bir erkek ile bir kadının
hayatlarını birleştirmesi olarak gördüklerinden, çok eşlilik ya da eşcinsel evliliğe karşı çıkarlar.
Britanya’da muhafazakârlık denince akla gelen ilk isim Edmund Burke ve zamanında içinde
bulunduğu parti olan Troy Partisi’dir (ki daha sonradan adı Muhafazakâr Parti olacaktır).
Benjamin Disraeli’nin partinin başına geçmesi ile birlikte, Muhafazakâr Parti tam anlamıyla
yenileşme sürecine girmiştir. Onun döneminde endüstrileşmeye karşı çıkılmış, tıpkı Karl Marx
gibi endüstrileşmenin insanı yabancılaştırıldığı üzerinde durulmuş, fakat Marx’tan farklı olarak
organik bir toplum yaratılması gerektiği üzerinde durulmuştur. Bu organik toplumda, farklı
gruplardan farklı insanların da bu topluma entegre edilerek bir nevi iş bölümü yapılması gerektiği
düşünülmüştür. Bu “tek millet” anlayışı, günümüz Britanya muhafazakârlığının da temelini
oluşturan düşüncelerden biridir. Britanya için bir diğer önemli gelişme ise Margaret Thatcher’in
başbakanlığıdır. Onun başbakanlığı ile birlikte Britanya muhafazakârlığı evrim geçirmiş, daha çok
serbest piyasa ekonomisine önem verir hale gelmiştir.
Kıta Avrupasında ise durum hemen hemen Britanya’dakine benzer şekildedir. Burada
muhafazakârlığın en önemli temsilcileri Hıristiyan Demokratlardır. Bunun en büyük örneğini ise
Almanya’da görmekteyiz. Almanya’daki bu gelenekleri 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başındaki
Katolik partilere dayandırmak mümkündür. Fakat daha sonraları burada da muhafazakârlık
evrim geçirmiş, bu evrim ise daha ziyade dini boyutta olmuştur. Örneğin Alman ve Hollandalı
Hıristiyan Demokratlar, sadece Katoliklerden değil, aynı zamanda Protestanlardan da üyeler
bulundurmaktadır.
Avustralya’daki muhafazakârlık daha ziyade Britanya’daki muhafazakârlıktan etkilenmiştir.
Buradaki muhafazakârlığın içine toplumsal muhafazakârlık, Britanya İmparatorluğu milliyetçileri,
kırsal kesimin çıkarlarını savunan organizasyonlar, anti-sosyalist Katolikler, köktendinci
Hıristiyanlar ve serbest piyasayı savunanlar dâhildir.
Japonya’da muhafazakârlığı Liberal Demokrat Parti temsil etmektedir. Bu parti kendisini hızlı,
ihraç ikame ekonomik büyüme ve ABD ile yakın ilişkiler kurmaya oturtan bir parti olarak tanımlar.
Bu partinin bir diğer amacı ise özellikle 1990’lardan sonra Japonya’yı Asya-Pasifik bölgesinde
daha aktif role büründürmek, Japon ekonomisini uluslararası hale getirmek, yüksek teknolojili
bilişim toplumu yaratmak ve bilimsel araştırmayı teşvik etmek olarak sayılabilir.
İsrail’de ise ana muhafazakâr parti Likud Partisi’dir. Likud’un temel ekonomik politikası serbest
piyasa ekonomisidir. Likud, adını Filistinliler üzerinde uyguladığı şahin politikalarıyla duyurmuştur.
Bu politikalar arasında ayrı bir Filistin devletine karşı çıkmak ile Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki
Yahudi yerleşim birimlerini desteklemek de vardır.
Türkiye’de Muhafazakârlık
Türkiye’de muhafazakârlık ile İslamcılık sık sık karıştırılan kavramlardır. Hâlbuki birbirlerinden
farklı olan bu kavramlar, sadece halk arasında değil, aydınlar ve gazetelerde dahi birbirlerinin
yerine kullanılmaktadır.
Türkiye’de muhafazakârlığı merkez-sağ olarak addetmek en doğrusudur. Bu açıdan bakıldığında
muhafazakârlık Türkiye’deki en etkili siyasi hareket olarak görülebilir. Türkiye’nin tam anlamıyla
demokrasiye geçtiği 1946 yılından itibaren neredeyse her seçimde merkez-sağ partiler çok önemli
www.ulkuocaklari.org.tr 285
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
başarılar elde etmiş, tek başına iktidar haline gelebilmişlerdir. Adnan Menderes’in Demokrat
Parti’si ile başlayan, Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ile Doğru Yol Partisi ile devam eden,
Turgut Özal’ın Anavatan Partisi ile süren bu çizgi Türkiye’deki en önemli ve en etkili hareket
olmuştur.
Bu hareketin bu kadar güçlü olmasının temel sebebi ise Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısıdır.
Özellikle İç ve Doğu Anadolu’da yaşayan halkın bu muhafazakâr yapısı, seçimlerde de bu partilere
başarı getirmiştir.
Ülkücü Hareket’e Göre Muhafazakârlık
Muhafazakârlık, Ülkücü Hareket’in bakış açısıyla tamamı ile kabul edilebilecek bir fikir yapısı
değildir. Ülkücü Hareket’e göre devletin yapısını, milletin geleneklerini, dilini ve inancını muhafaza
etmek gerekmektedir. Ancak her türlü konuda mevcut düzeni koruma yoluna gitmek yanlıştır.
Günümüzün gereklerine uyum sağlayamayan kurumları düzeltmek, değiştirmek gerekmektedir.
Mevcut yapıyı korumak uğruna işlemeyen kurumların varlığına müsaade etmek, günün şartlarına
uygun değişiklikleri yapmamak en az her türlü değeri yok etmeyi amaçlayan anarşizm kadar
zararlıdır.
Ülkücü Hareket’i ‘muhafazakâr’ bir siyasi hareket olarak tanımlamak son derece yanlıştır. Çünkü
Türk Milliyetçiliği fikir sisteminde salt muhafazakar anlayış bulunmamakla birlikte daha iyiyi
hedefleme yolunda çağdaş adımların atılması ve projelerin üretilmesi mutlaktır.
Dipnotlar
[1]Burke, E. (2005). Reflections on the Revolution in France . Londra: Packard Technologies.
[2]Arz-yönlü iktisat ekonomik büyümenin insanların mal ve servisler üreterek ve düzenlemeleri azaltıp geniş bir
esneklik verilerek sağlanacağını öngören bir iktisadi düşüncedir.
[3]Liberteryen muhafazakârlık liberalizmdeki ekonomide devletin rolünü azaltan ve insan haklarını öne çıkaran
anlayışın muhafazakârlığa uyarlanmasıdır.
Kaynakça
Beneton, Philippe. (1991). Muhafazakarlık. İstanbul: İletişim Yayınları.
Burke, Edmund. (2005). Reflections on the Revolution in France . Londra: Packard Technologies.
Vural, Mehmet. (2003). Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakarlık. Ankara: Elis Yayınları.
286 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
KÖKTENDİNCİLİK
(FUNDAMENTALİZM)
Tuncer BURSALI / Çağrı ÖZKAN
Köktendincilik ya da fundamentalizm modern toplumsal ve siyasi hayatın getirdiği olumsuzluklara
karşı dini doktrinlere sıkı sıkıya bağlılıktan doğan bir ideolojidir. Fundamentalizm kelimesi 20.
yüzyılın başlarında ABD’de Protestan toplum içinde ortaya çıkmaya başlayan bir düşünceler
sistemini tasvir etmek için kullanılırken, Fundamentalizm ilk başlarda daha ziyade aşağılayıcı
amaçla kullanıldı.
Fundamentalizm bir hareket olarak ilk başlarda ABD’de ortaya çıktı. I. Dünya Savaşı’nın hemen
ardından ise Baptist mezhebi ve diğer mezheplerin üyeleri arasında hızla yayılmaya başladı. Bu
hareketin amacı Protestan Hıristiyanlığı tekrardan canlandırmak ve liberal teoloji, Darwinizm ve
zararlı tüm hareketlere karşı Hıristiyanlığı korumaktı.
1979-80 yıllarında İran’da yaşanan rehine krizi ile birlikte fundamentalizm anlamında çok
önemli bir kırılma yaşandı. Medya bu yaşananları ABD’deki Hıristiyan hareketten esinlenerek
fundamentalizmin İslam versiyonu şeklinde tasvir etti. Böylece, İslami köktendincilik hareketi ortaya
çıkmış oldu. Günümüzde köktendincilik denince akla gelen ilk türü de İslami versiyonudur.
Köktendinciliğin Türleri
Hıristiyan köktendinciler İncil’i mutlak doğru olarak görürler. Fundamentalist kelimesi bugün
“beş temeli” benimsemiş birçok türdeki Protestan mezheplerini tasvir için kullanılır. Zaman içinde
terim Evanjelik Protestanları tasvir etmek amacıyla kullanılır oldu.
Yahudi köktendinciğinde birçok Yahudi mezhebi Tanah’ın[1] tek başına okunmasının yeterli
olmadığını düşünmektedir; bunun yanında Mişna[2], Talmud[3], Gemara[4] ve Midraş[5] da
gerekir. Ortodoks Yahudiliği Tanah’ı kutsal, mutlak ve değiştirilmeden gelmiş olarak kabul eder,
o yüzden diğerlerinden farklı olarak Ortodoks Yahudiliği Tanah’ı kelimesi kelimesine okumayı
tercih eder. Ayrıca, Ortodoks Yahudiliğinin taraftarları Mişna, Talmud ve Midraş’ın da kutsal ve
mutlak olduğuna inanırlar.
İslamcılık
İslamcılara göre İslamiyet sadece bir din değil, aynı zamanda siyasi bir harekettir; modern
Müslümanlar, kökenleri olan İslami köktendinciliğe dönmeli ve siyasi olarak birleşmelidirler.
İslamcılık tartışmalı bir kavramdır ve tanımı üstünde tam anlamıyla bir görüş birliği sağlanamamıştır.
Önde gelen İslamcı düşünürler şeriatın geri gelmesini, ümmetin birleşmesini ve Müslüman olmayan
öğelerin atılmasını savunmaktadırlar.
www.ulkuocaklari.org.tr 287
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bazı gözlemciler İslamcılığın doktrinlerinin daha az katı olduğunu ve bunun kimlik siyaseti üstünden
gittiğini savunurlar. Fakat diğer gözlemciler ise bu hareketi İslami bir militan ve antidemokratik
hareket olarak görürler. İslamcı olarak tabir edilen düşünürler ise bu terimin kullanılmamasından
yanadır, çünkü onlara göre herkes olması gerektiği kadar Müslüman’dır. Benzer şekilde, bazıları
ise siyasi İslam kelimesi yerine aktivist İslam denmesini tercih ediyorlar. Önemli İslamcılar olarak
Muhammed İkbal, Cemaleddin Afgani, Seyyid Kutub ve Ruhullah Humeyni sayılabilir.
İslamcılık birçok şekilde vücut bulmuştur ve farklı şekillerde taktikler ve stratejiler izlemiştir.
Bu yüzden, İslamcı hareket derken birleşik bir hareketten bahsetmemiz doğru olmaz. Daha ılımlı
bir çizgi izleyen ve demokratik süreç içerisinde yer almayı kabul eden harekete Türkiye’de Milli
Görüş’ün son dönemlerdeki evrim geçirmiş hali ve onun ılımlı uzantısı olan AKP katılabilir.
Lübnan’daki Hizbullah ise bir yandan seçimlere girer iken, aynı zamanda askeri bir kanat da
bulundurmaktadır. Radikal İslamcı olarak El-Kaide ise demokrasiyi ve onu savunanları (ki onlara
göre kâfirdirler) reddetmekte, şiddet içerikli bir cihat anlayışı gütmektedir. İslamcı hareket içinde
bir başka ayrım ise “geleneklerin koruyucusu olan” Seleffiye ve Vahhabilik ile “değişimin öncüsü”
Müslüman Kardeşler arasında yaşanmaktadır.
İslamcılığın temel kaynakları şu şekilde sıralanabilir:
1. Batı’dan yabancılaşma: Yüzyıllar boyunca İslamiyet’in medeniyetin beşiği olması, Batı
medeniyeti gibi alternatif bir medeniyete karşı direnç gösterilmesine sebep oldu. Aynı zamanda
yüzyıllar boyunca, ilk başta İber Yarımadasının fethi, daha sonra Haçlı Seferleri ve en son olarak da
Osmanlı İmparatorluğu’nun fetihleri ile birlikte İslamiyet ile Hıristiyanlık hep karşı karşıya geldi.
Bu da iki din arasında karşılıklı nefretin artmasına sebep oldu. İslamcılara göre, asıl tehdit siyasi
ya da ekonomik olmaktan ziyade kültüreldir. Aynı zamanda, hem Batı hem de İslamiyet için tehdit
olan komünist rejimin çökmesi ile ortak düşmanın kalmaması da bu konuda etkin rol oynadı.
2. İslamiyet’in yeniden dirilmesi: İslamiyet’e bağlılığın yeniden dirilmesi birkaç olaya bağlanabilir.
Kur’an-ı Kerim’e göre İslamiyet müminlere zafer ve başarı vaat ediyor. Mesela Tevbe Suresi’nin
14. Ayetinde “Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık
kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun.”
denilmektedir. Ayrıca, Arap ordularının İsrail’e karşı savaşırken söylemlerinde İslami öğelerden
ziyade milliyetçi öğeler kullanmaları, fakat savaşların tam hezimetle bitmesinden sonra, savaşın
kaybedilmesinin nedenlerinden birisi olarak İslami söylemin az kullanılması gösterilmiştir. Bu
da artık savaşlarda daha çok İslami söylem – Allahuekber gibi – kullanılmasına yol açmıştır.
Yom Kippur Savaşı sırasında Müslüman ülkelerin İsrail’e yardım eden ülkelere petrol ambargosu
uygulayıp petrol fiyatlarının bir anda tavan yapmasına sebep olmalarından sonra, bu coğrafyada
yaşayan birçok Müslümanın, petrolü Allah’ın bir lütfu olarak görmesini sağlamıştır. Tüm bunlar
İslam coğrafyasında Müslümanlığın etnik kimliklerin önüne geçip birinci kimlik olmasına sebep
olmuş, bu da daha çok İslami söylemli siyasetler geliştirilmesine yol açmıştır.
3. Statükodan memnuniyetsizlik: Müslümanlığın doğduğu coğrafya olan Arap dünyası ekonomik
bir durgunluk içerisindedir. Bu durgunluğun ise Osmanlı halifesinin ilga edilmesi ile birlikte ortaya
çıkan yeni devletlerin halkın ihtiyaçlarına cevap verememesi ve halifeliğin ortadan kalkmasının
sonucu olarak halkın sorunları için başvurabilecekleri kurumun ortadan kalkması ile başladığı
savunulmuştur. Ayrıca, ekonomik durgunluk ile birlikte hızla artan nüfus, Kahire, İstanbul, Tahran,
Karaçi, Dakka ve Cakarta gibi şehirlerde yığılmalara sebep olmuş, fakat buralara göç eden gençler
iş bulamamışlardır. Burada yaşayan batılılaşmış kentsel elit tabakanın durumunun, İslamiyet’in
temelinde yatan eşitlikçi anlayışa ters gelmesi bir nefret oluşturmuş ve büyük kentlere göç edenlerin
kendilerini bazı İslami yapılanmaların içinde bulmalarına sebep olmuştur.
Türkiye’de İslamcılık
Türkiye’de İslamcı hareketin temelini 1969’da Necmettin Erbakan’ın başlattığı Bağımsızlar
Hareketi ve onun partileşme süreci olan Milli Nizam Partisi’ne götürmek mümkündür. Bu hareketin
288 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
genel adı ise Milli Görüş’tür. Erbakan’ın partileşme süreci dönemler boyunca kesintilere uğramıştır.
1969 yılında Milli Nizam Partisi’ni kurduktan sonra, parti 1971’de kapatılmış, 1972’de ise Milli
Selamet Partisi’ni kurmuştur. Bu arada parti bir dönem CHP ile (1973 – 1974) koalisyon kurmuş
ve Milliyetçi Cephe hükümetlerinde görev almıştır. Parti 1980 darbesiyle kapatılmıştır.
Erbakan’ın bu sefer sahneye çıkışı 1983 yılında kurulan Refah Partisi ile olmuştur. 1987 yılında
siyasi yasağı kalktığında Refah Partisi’nin başına geçmiştir. 1995 seçimlerinde önemli bir başarı
elde eden Erbakan, 1996’da DYP ile koalisyon hükümeti kurmuştur, fakat parti 1998 yılında
kapatılmıştır. RP kapatılmadan önce ise Fazilet Partisi kurulmuş (1997), fakat o da RP’nin devamı
olduğu gerekçesiyle 2001 yılında kapatılmıştır. Milli Görüş’ün günümüzdeki temsilcisi 2001’de
kurulan Saadet Partisi’dir.
Türkiye’deki İslamcı hareketin bir de örgütsel tabanda olanları vardır. Bunun başını ise İslami
Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) çeker. Temel amaçları federatif bir İslami cumhuriyet
kurmak, bunun içinse “cihat” temelli silahlı saldırılar düzenlemektir. Şii, Alevi, Hıristiyan ve
Yahudi düşmanlığının temellerini oluşturur. Örgüt 1970 yılında Salih Mirzabeyoğlu tarafından
kuruldu. 1990’lı yıllardan itibaren ise hareketlerine şiddeti de dâhil ettiler ve birçok bombalama
eylemi gerçekleştirdiler.
Ülkücü Hareket’e Göre Köktendincilik
Ülkücü Hareket, fikrî olarak İslam’ı en önemli kaynaklarından biri olarak kabul eder. Ancak bu
durum, asla ‘Milli Görüş’ gibi siyasi akımların İslam’a bakış açılarıyla benzer değildir.
Ülkücü Hareket, köktendincilerin aksine İslam’ı siyasete oyuncak etmez. Din ve siyaset iki farklı
kavramdır. Bu iki kavramın birbirine karıştırılması hem İslam’a hem de siyasete zarar verecektir.
Ülkücü Hareket, İslam’ı yaymayı ve yaşamayı kendine dava edinmiştir. Ancak bunun için Siyasal
İslamcıların yaptığı gibi devleti kullanmaz. İslam’ın yayılması ve yaşatılması birey ekseninde
gerçekleştirilmelidir. Her ülkücü İslam’ı iyi şekilde öğrenip iyi bir Müslüman olmaya gayret
etmelidir. Bunu yaparken de bağnazlıktan uzak durmalıdır. İslam’ı öğrenmek İslami ilimleri
okumakla mümkündür. Kulaktan dolma bilgilerle ancak fanatik, bağnaz bir fikir olan Siyasal
İslamcılık öğrenilebilir. Ülkücü Hareket, bağnazlıktan uzak bir şekilde İslam’ı yaşamalıdır. Bu,
İslam davasına edilecek en büyük hizmettir. Ülkücü Hareket, İslamiyet’in korunabilmesi için
Siyasal İslam fikrine karşı çıkar.
Dipnotlar
[1]Tanah Tevrat ile Zebur’u kapsayan Yahudilerin dini kitabı.
[2]Mişna Talmud’un ilk bölümü
[3]Talmud Yahudi medeni hukuku, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlerdir.
[4]Gemara Talmud’un ikinci bölümü
[5]Midraş Yahudilikte kutsal metinlerin okunup değerlendirilmesidir. İslam’daki tefsire eşittir.
Kaynakça
Fuller, Graham. E. (2008). Siyasal İslamın Geleceği. İstanbul: Timaş Yayınevi.
Halliday, Fred. (2003). Islam and The Myth of Confrontation. Londra: I.B. Tauris.
www.ulkuocaklari.org.tr 289
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
‘ORİENT’İN BATI’CASI: ‘ORYANTALİZM’,
‘DOĞUBİLİM’ YA DA ‘DOĞUCULUK/ŞARKİYATÇILIK’
Fırat KARGIOĞLU
“Oryantalizm, Avrupa’nın Doğu fikridir…”
Edward Said
Toplumsallaşan İnsan’ın Tekâmülünde Batı’nın Mutlak Belirleyiciliği
Oryantalizmi anla(t)maya kalkışmadan evvel, bizlerin, yani ‘Doğu’ toplumlarının, farkına varması
gereken mühim bir ‘yanılgı’yı dile getirmemiz gerekiyor: ne yazık ki, birkaç yüzyıldır Batı’nın
yaşanmışlıklarını ve bu yaşanmışlıkların birikimini, kendisine, tıpkı ‘tabiatın diyalektiği’ne
(F. Engels) benzer bir biçimde, ‘toplumsalın diyalektiği’ olarak referans alan ve bu diyalektiğe
adeta bir ‘tanrı’ rolü biçen, Batı-dışı/Doğu toplumları ile yani kendimizle yüzleşmekteyiz. Peki,
nedir bu yüzleşmenin içeriği ve bilançosu? İşte oryantalizmi ya da oryantalizm benzeri diğer
sömürge bilimlerini (antropoloji gibi) anlamlandırabilmenin yolu, tam buradan, yani Batı’nın
yaşanmışlıklarına tapan, Batı hayranı Doğuluların zihni dünyası kavramaktan geçmekte… Batı
‘realite’lerinden hareketle inşa edilmiş bir Doğu zihniyetine dair ipuçlarını kavramaktan…
Evet: birkaç yüzyıldır Doğu, Batı’nın gerçeklikleri üzerine inşa eder oldu her şeyini; zira dünyada
‘cennet’in anahtarının bu olduğuna hem kendisi inanmak istiyordu, hem de onu inandırmaya hazır
ve istekli bir Batı mevcuttu. Doğu, bu yanılgısında, yani ‘cennetin Batılıların ayakları olduğu’na
dair imanında, o kadar ileri düzeye gitmişti ki, yanılgı tabir-i caizse ‘delilik’ seviyesine erişmişti:
‘delilik’ diyoruz; zira Doğu, değil yüzyıllarca yıl, binlerce hatta milyonlarca yıl Batılılaşsa bile,
asla elde edemeyeceği şeylere ulaşacağını umuyordu. Oysa bu imkânsızdı ve imkânsızlığın adı da
üstündeydi: ‘Batılılaşma’, nam-ı diğer ‘gibileşme’...
Doğu, en basit manada şunu arzuluyordu: ben Doğu olarak, Batılılaşarak ve Batı gibileşerek
Batı’ya yetişirim (ilim ve teknoloji manasında); hatta bununla da kalmayıp Batı’yı geçerim de…
Bu yanılgı, şimdi vahameti apaçık bir biçimde fark edilse de, fark edilmesi gereken zaman da
fark edil(e)memiş, edilse de önemsenmemiş bir yanılgı; zira şöyle bir düşünün: A kişisi (Batı),
belirli bir hızla ve belirli bir süre içinde, belirli bir yol kat ediyor. B kişisi (Doğu) ise, A’nın
arkasında kalmışlığın verdiği ‘eziklik’ duygusuyla, şöyle bir karar alıyor: “bundan sonra, A’nın
hızını kendime hız, A’nın süresini kendime süre belledim; onun kadar hızla, onun gittiği süre kadar
gideceğim. Ayrıca A, ulaştığı noktaya hangi yollardan geçerek gelmişse, ben de aynen o yollardan
geçerek A’nın yanına ulaşacağım.” Yine de B’nin planı, buraya kadar insaflıdır, esas bombası,
buram buram ‘idealizm’ kokan, realiteden uzak mı uzak şu satırlardır: “A’nın hızı gibi bir hızla,
A’nın süresi gibi bir süreyle ve onun geçtiği yollardan geçerek, A’nın ulaştığı noktanın da üzerinde
bir noktaya çıkıp, onun kat etmiş olduğu yoldan daha fazlasını kat edeceğim.” İşte hemen her fen
biliminin, ama özellikle de sosyal bilimlerin en temek aksiyomlarına aykırı, hatta aykırılıktan öte
‘küfür’ sayılabilecek bir ‘ülkü’; gayri-bilimselliği kadar, gayri-tarihsel/insani de olan bir ‘ülkü’…
290 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Neden mi? Şöyle izah etmeye çalışalım: evvela, A’nın meziyetlerinin aynına sahip/yakın bir B,
yani düpedüz ‘A’ ya da ‘A gibi’ olan bir B, A’nın ulaştığı bir noktanın ötesinde/ilerisinde bir
noktaya ulaşamaz; zira ulaşabiliyorsa, A da o noktaya ulaşma imkânına sahip olur ki bu durumda,
“A uyurken B yol aldı” gibi bir aksiyomu kabullenmemiz zaruridir; lakin A için böyle bir aksiyom
mevcut değildir, bu bir. Ayrıca, kendisine her işte A’yı kıstas belirlemiş olan bir B’nin A’yı geçmesi,
ancak ve ancak bu kıstas misyonunu A’dan alması ile gerçekleşebilir; zira B, A’nın vardığı noktaya
dahi, yine A’nın geçtiği yolları takip ederek gideceğini vaat etmişken, A sonrası/ötesi bir yolculuğa,
nasıl bir metotla çıkmayı başarabilir ki? Bu da, iki. Ezcümle söylersek, A’laşan/A gibileşen bir B’nin
gideceği yol, A’nın vardığının sonrasına/ötesine erişemeyeceği gibi, A’nın vardığı noktaya bile
tekabül etmesi mümkün değildir; zira dikkat edilirse, B, hiçbir zaman A olamaz, sadece A’laşabilir/
A gibileşebilir; fakat asla A olamaz. Bu nedenledir ki, B’den A yaratma gayreti girişmek, zaten
yarışında ta en başta kaybedildiğinin, en büyük delilini teşkil eder. Bu da, üç. B ile A arasındaki
bu ilişki, önemli bir fark ile aynen Doğu ile Batı arasında da kurulabilir ki işte bizim yazımızın
konusu, o temel farkın yalnızca bir parçasının izahından ibarettir: bir ‘sömürge-bilim’ olarak
‘oryantalizm’.
‘Sömürge-bilim’ politikalarının da dâhil edilmesiyle birlikte, ‘B→A’ ilişki biçimimize, ‘B←A’
da eklenir ve ilişki ‘B↔A’ şeklini alır artık ki bunun manası, ‘Doğu↔Batı’ ilişkisi için şudur:
evvelden yalnızca B’nin A’ya öykünmesi şeklinde kurulan A-B ilişkisi, A’nın da aktifleşmesi ile
çift yönlü bir hal alır: A, B’nin kendisini takibini ‘takdir’ etmekle beraber, B’yi boyunduruğu altına
almak maksadı ile birtakım çalışmalara koyulur. Bu çalışmalar, B’nin yapabileceği maksimum
hızdan tutun da, azami ne kadar süre yol gidebileceğine dair her şeyi ama her şeyi kapsayan bir
yelpazeyi teşkil eder İşte bu yelpaze de B’dir; ancak bir farkla: ‘realite’ olan ‘B’ değil,
A’nın idealinde inşa olan bir ‘B’; yani B’nin A’cası. Bu metaforun konumuza uyarlanması ile de:
‘Doğu’nun Batı’cası. Bu dilin adı ise, babası Edward Said’in koyduğu üzere: ‘oryantalizm’. Göbek
adları ise bir hayli çok: ‘doğubilim’, ‘doğuculuk’, ‘şarkiyatçılık’, ‘müstağriplik’.
Şimdi, yukarıda söylediklerimizi toparlayıp, esas meselemize, yani ‘oryantalizm’in içeriğini
doldurmaya geçelim: dikkat edilirse, Doğu ile Batı arasındaki her iki yöndeki ilişki de ‘idealizm’
temelli ve gayri-bilimseldir; zira Doğu, Batı’nın ‘ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal
toplum, kapitalist/modern toplum, post-modern toplum’ şeklinde gerçekleşen toplumsallaşma
tekâmülünü, kendisi de geçirecekmişçesine/geçirmek zorundaymışçasına, ‘Batılılaşma/Batı
gibileşme ülküsü’ne kendisini adamıştır: Batı’ya ait olan tüm alt-süreçleri, yani ‘sanayileşme’,
‘modernleşme’, ‘post-modernleşme’, ‘kentleşme’, ‘sekülerleşme’, ‘laikleşme’, ‘demokratikleşme’
vesaire gibi, aslında özünde hepsi yalnızca ve yalnızca bir ‘Batı-gibileşme’ olan bu süreçleri,
‘yapay’ bir biçimde yaşama/geçirme gayreti içerisindeki, ‘idealizm’den dolayı körleşmiş bir
Doğu… Batı ise, Doğu’nun ona bu denli öykünüşüne kulak vermiş ve ‘sömürge-bilimleri’ ile
Doğu’ya ülküsünü gerçekleştirmede destek(!) olma talebinde bulunmuştur: yardımcı olmak için,
evvela Doğu’yu tanımlamalıdır; O’na kendi gözüyle bir tarif oluşturmalıdır ki Doğu’nun, Batı’nın
yaşadığı tarihin neresinde olduğu/kaldığı tam olarak anlaşılsın. Böylelikle, hem Batı Doğu’dan ne
kadar ileride/modern olduğunu anlasın ve kibirlensin, hem de Doğu Batı’nın ne kadar gerisinde,
iptidai bir toplumlar kompozisyonunu temsil ettiğinin farkına varsın ve haddini bilsin.
İşte ‘oryantalizm’, en basit haliyle, Batı açısından bir hayli verimli, Doğu açısındansa epeyce kısır
görünen bu döngünün devamını sağlayan, ‘ideolojik bir bilim’ ya da ‘bilimsel bir ideoloji’dir.
Evvela: ‘Oryantalizm’ Üzerine İktibaslar ve Mülahazalar
“1815 ile 1914 yılları arasında Avrupa’nın direkt sömürge imparatorluğu dünya yüzeyinde %35’ten
%85’e çıkmıştı. Yeryüzündeki bütün ülkeler o sırada bu olaydan nasiplerini almış bulunuyordu.
Özellikle Asya ve Afrika ülkeleri sömürgecilikte başı çekiyorlardı.
İngiltere ve Fransa iki büyük imparatorluk olarak bazen birleşiyor, anlaşıyor bazen de rekabete
düşüyor ve birbirlerine düşman kesiliyorlardı. Doğu’da Akdeniz kıyılarından Çin Hindi ve
www.ulkuocaklari.org.tr 291
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Malezya’ya kadar tekmil sömürge imparatorlukları ve etki alanları ya birbiri ile sürtüşüyor, yahut
birbiri üzerine biniyor ve devamlı çekişmelere sahne oluyorlardı. İngilizler ve Fransızlar kültürel
ve ırkî özellikleri ile İslâm dünyasına girmiş olan Ortadoğu’da ilk defa bir araya geliyorlar ve bu
alanda bütün ağırlığı ve karışık problemleri ile “Doğu” dünyasını tanıyorlardı.”[1]
Bu iktibasın başında Edward Said’in vermiş olduğu tarih aralığı, sömürgeciliğin şaha kalkış devrine
tekabül ettiği gibi, aynı zamanda –ne tesadüftür ki- ‘oryantalizm’in de ideolojik bir bilim/bilimsel
bir ideoloji olarak doğuşuna/yayılışına denk düşer: yani Batı’nın Doğu’yu işgali, aynı zamanda
Batı’nın Doğu’yu tanıma talebi ile de el ele yürür. ‘İşgal’ ve ‘oryantalizm’den hangisi öncedir
dersek, ‘oryantalizm’, ‘doğrusal’ bir sürecin değil, daha çok bir ‘çevrim’in ürünüdür aslında: şöyle
ki, işgal ettikçe tanır, keşfedersiniz; lakin tanıyıp keşfettikçe de işgal arzunuz artabilir, ya da diğer
çevrimin diğer bir versiyonuyla, işgal etmeden evvel, tanıyıp keşfetmeniz gerekir. İşte Batı’nın
Doğu’ya yönelik/özel icat ettiği bilim olarak ‘oryantalizm’, böyle iç-içe geçmiş nedenselliklerin
kümülatif sonucudur. Peki, tarihsel aralığını aşağı yukarı tespit ettiğimiz bu bilimsel ‘izm’in, tam
bir tarifini vermeye kalkışsak becerebilir miyiz acaba? Bu konuda yardım almamız gereken kişi,
hiç şüphesiz ki yine Edward Said’dir; ancak ‘Oryantalizm’ adlı eserini okuduğunuzda, O’nun bile
‘oryantalizm’in ‘objektif’ ve ‘kapsamlı’ bir izahını yapmakta son derece zorlandığını görürsünüz:
“Anlaşıldığına göre oryantalizm kültür, bilim ve kurumlar tarafından sessizce meydana çıkarılmış
basit bir tema yahut politik bir alan değildir. Doğu üzerine yazılmış eserlerin geniş ve yaygın
bir koleksiyonu da değildir… Batı’nın “Doğu” dünyasını ezmeye yönelik hain bir “emperyalist
komplosu” da sayılmaz ve bu görüşü temsil etmez. Oryantalizm estetik, bilimsel, ekonomik,
sosyolojik, tarihe ait ve filolojik metinler aracılığı ile “aktarılmaya” çalışan bir cins jeo-ekonomik
görüşler bütünüdür. Oryantalizm coğrafî bir ayrım değil –dünya Doğu ve Batı olmak üzere eşit
olmayan iki bölüme ayrılmıştır- bir seri “çıkarlar” toplamıdır. Bu çıkarlar sadece yaratılmış
değillerdir. Aynı zamanda bilimsel keşifler, filolojik çalışmalar, psikolojik analizler, manzara
tarifleri ve sosyolojik açıklamalarla ayakta tutulmaya çalışan müesseselerdir. Bu sistem açıkça ayrı
bir dünyanın yönlendirilmesi, kullanılması, hatta eritilmesi için gösterilen gayretlerin tamamını
kapsar. Oryantalizm bilhassa brüt politik iktidarla ilişkili gibi görünmeyen bir hitap şekli, fakat çeşitli
iktidarların kuvvet farklarından doğan ve varlığını öylece sürdüren dengesiz bir alışveriş düzenidir.
Bu alışveriş bir ölçüye kadar sömürge ve imparatorluk idarelerinde olduğu gibi siyasal iktidarla;
linguistik, mukayeseli anatomi yahut modern politik ilimlerden herhangi biri olarak geçerli ilimler
alanında entelektüel iktidarla; din, kanunlar, kıymet hükümleri, ulusal zevk ve edebiyat alanında
kültürel iktidarla; “Biz” ve “Onlar” esasında dayanan fikirler halkası içinde ahlâkî iktidarla sürer
gider. Sonuçta benim Oryantalizm konusunda ileri sürdüğüm tez, onun kültür, politika ve moda
modern aydın düşünceler çerçevesinde çok geniş bir alana yayıldığı fakat “bizim” dünyamızla
gerçek “Doğu” arasında çok az ilişkili noktasında toplanmaktadır.”[2]
Edward Said’in ‘oryantalizm’e genel bir izah getirmek adına kaleme aldığı bu pasaj bile,
‘oryantalizm’in muhtevasının ne kadar dolu ve karmaşık/girift olduğunu göstermekte; lakin bizim
bu izahtan çıkarmamız gereken birkaç husus var, onları da şöyle sıralamamız mümkün: [a]İlk
olarak, ‘oryantalizm’ ne tamamen bir ‘Batı’nın Doğu’yu köleleştirme projesi’, ne de tamamıyla
bir ‘iyi niyetli bilimsel çalışmalar toplamıdır; bu her iki anlamda, hatta bu anlamlarında ötesi,
‘oryantalizm’de mündemiçtir. [b] İkinci olarak, ‘oryantalizm’, sek siyasal, iktisadi yahut da kültürel
bir olgu değil, tam aksine, her ‘toplumsal’a ve hatta bazen de antropoloji vasıtasıyla ‘sadece bir tür
olarak insan’a atıfta bulunan ‘inter-disipline’ bir ‘bilim’ ya da ‘izm’dir. [c] Üçüncüsü: oryantalizm,
her ne kadar ‘bilim’ iddiası taşısa da, hiçbir zaman ‘pür bir bilim’ olarak nitelendirilemez; yani
‘oryantalizm’, bizce, ya düpedüz bir ‘ideoloji’, ya da daha masumane/insaflı bir tabirle ‘bilimsel
bir ideoloji/ideolojik bir bilim’dir. Bu haliyle ‘oryantalizm’, ne denli ‘objektif’ olmaya çalışırsa
çalışsın, ne kadar ‘evrensellik’ iddiası taşırsa taşısın, en nihayetinde ‘gayri-bilimsel’dir. Zira bu
tezi destekleyen en mühim tespitlerden biri de yine Edward Said’in eserin de yer almaktadır ki
bu tespit, ‘Batı’ ve ‘Doğu’nun, Engels’in tabiriyle ‘tabiatın diyalektiği’nce oluşmadığı, bizatihi
insanın kendisi tarafından oluşturulduğu/üretildiğidir. Said’den dinleyelim:
“İlk üzerinde durduğum nokta Doğu’nun tabiatın bir parçası olmadığıdır. Nasıl Batı sadece var
292 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
değilse, O da sadece var değildir. Vico’nun bu konudaki önemli görüşünü ciddiye almamız gerekiyor:
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Görünen odur ki bu tarih yapılır ve coğrafyaya intikal
eder. Tarih bir kenara bırakılsa dahi coğrafî ve kültürel temeller toprağa, bölgeye ve coğrafî
sektörlere sinerek “Doğu” ve “Batı” gibi insan eli ile yaratılmış kavramlar ortaya çıkarırlar. Bu
yüzden aynen Batı gibi Doğu da bir tarih, bir düşün geleneği, bir hayal dünyası ve bir kelime
hazinesine sahip ideal bütünlüğüdür. Doğu’nun var oluş ve Avrupa’nın karşısında bir realite olarak
duruşu bu sebeplere dayanır. Bu iki coğrafî gerçek böylece birbirini tamamlar ve bir bakıma
birbirine dayanır.”[3]
Şimdi: dedik ki, ‘oryantalizm’ bir bilim değil, daha ziyade ‘kısmen bilimsel olan ideolojik bir
akım” ve yine ardından ekledik: ‘oryantalizm’i yalnızca bir ‘şer projesi’ olarak görmek de yanlış/
eksik bir bakış açısı; zira epey geniş bir ‘toplumsal’ sahayı kapsamakta… Peki, ‘oryantalizm’in şer
tarafından kastımız nedir, yani ‘oryantalizm’ neden Doğu için bir tehlike arz eder? Dilerseniz bu
sorunun cevabını, Osmanlı imparatorluğunu paramparça etmeye yönelik bir oryantalist senaryoyu
aktaran Alphonse de Lamartine’den dinleyelim:
“İstanbul’da bir ihtilâl yahut arka arkaya gelecek parçalanmalar yüzünden bu imparatorluk dağıldığı
takdirde, Avrupa devletlerinden her biri, kongrenin uygun gördüğü biçimde imparatorluğun
bir parçasını himayesi altına alacaklar. Himaye altına alınmış bu toprağın tarifi, sınırları, alanı,
komşuları ile ilişkileri, güvenliği, dinî bütünlüğü, gelenekleri ve çıkarları egemen devletin arzuları
doğrultusunda yorumlanacak. Bu egemenlik kavramı Avrupa hukukunun bir parçası olarak toprağın
yahut kıyının bir bölümünü ele geçirerek buraya açık bir şehir yahut bir Avrupa kolonisi yahut
da bir ticaret limanı veya iskelesi haline getirme hakkı anlamını taşıyacak. Her devletin kendi
himayesi altında yaşayan ülkeye uygulayacağı politika silahlı ve uygarlık aşılayıcı bir baskı aracı
olmaktan öteye geçemeyecek. O ülkenin varlığı ve ulusal bütünlüğü böylece kendisinden daha
üstün bir ulusun bayrağı altında garantiye alınacak.”[4]
İşte ‘oryantalizm’in, tıpkı ‘ideoloji(ler)’ misali bir ‘yanlış bilinçlen(dir)me birikimi’ olduğu bu
satırlarda rahatlıkla görülebilmektedir; Doğu’luyu oryantalizme karşı kinle dolduran saik de tam
olarak buradan doğar ve gelişir: Doğu’lu, tıpkı ‘az gelişmiş ülke milliyetçiliği’ akımına benzer bir
akımı da, oryantalizm karşısında geliştirme gayreti içerisine girer, lakin pek de başarılı olamaz.
Batı’nın Doğu’cası, nam-diğer: ‘Oksidentalizm’, ‘Batıbilim’ Ya da ‘Batıcılık/Garbiyatçılık’.
Evet: oryantalizm en naif/basit/yüzeysel haliyle, bu çerçevede izah edilebilir. Buradan öteye geçecek
bir oryantalizm bahsi, her adımda sayfalar dolusu tetkik, tahlil ve izah gerektireceğinden, yazımıza,
‘oryantalizm-milliyetçilik’ ve ‘oryantalizm-Türk milliyetçiliği’ ikililerine dair mülahazalarımızla
son noktayı koyalım.
Bitirirken: ‘Oryantalizm’i ‘Milliyetçilik(ler)’ Üzerinden Anlamlandırma Denemesi Ya Da
‘Oryantalizm’in ‘Milliyetçi’ Varyasyonları
Bu son bölümü, ‘oryantalizm’ ile ‘milliyetçilik’ arasındaki ‘göreceli/durumsal’ ilişliyi izah etmek
maksadıyla kaleme aldık: sorumuz, “oryantalizm milliyetçi değerler dizisi içerisinde nasıl bir mana
bulur?”. Sorumuzun cevabı ise, ancak yeni sorulara verilecek cevaplar sonrasında bir anlam taşır:
“nasıl bir milliyetçilik?” ve “kimin milliyetçiliği?”. Evvela bu soruları, çok-cevaplı bir şekilde
karşılayalım; ardından da bu çoklu-cevapların aydınlattığı yol üzerinden, esas varmak istediğimiz
cevaba varalım.
[1]: Dedik ki “nasıl bir milliyetçilik?”: Bu soruya, tüm milliyetçilik türlerine girmeden, en genel
ve genel olduğu kadar da temel olan ayrım üzerinden cevap verelim; Yusuf Akçura’nın ayrımıyla,
‘emperyalist milliyetçilik’ mi yoksa ‘demokratik milliyetçilik mi’? Eğer milliyetçiliğiniz, antidemokratik, ‘emperyalist’, yani ontolojisinde yayılmacılığı/sömürgeciliği/köleciliği ve tüm
bunların milliyetçilikle aynı anda anıldığı bir yerde ‘olmazsa olmaz’ olarak ‘ırk’çılığı barındırıyor
ise, sizin milliyetçiliğiniz, öldürücü bir silah olarak ‘oryantalizm’i yahut ‘oksidentalizm’i yahut
da bu iki ‘izm’e benzer/akraba bir ‘izm’i mündemiçtir. Demokratik milliyetçilik taraftarı bir
www.ulkuocaklari.org.tr 293
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
milliyetçi ise, katiyen böyle bir ‘izm’in savunucusu/destekleyicisi olamayacağı gibi, aynı zamanda
bu tür ‘izm’leri tüm milli-devletlerin haklarına tecavüz olarak algılar ve bu ‘izm’lerle mücadele
eder. Peki, milliyetçilikler kendiliğinden oluşmayan, yani üretilen tarafı ile ele alındığında ki bir
milliyetçiliğin –daha kapsayıcı bir kavram olarak asabiyetin- kim tarafından yapıldığı da son derece
mühim değil midir? Şüphesiz ki: “evet”. Bu nedenle ikinci sorumuza geçelim.
[2]: Evet, ikinci sorumuz şuydu: “kimin milliyetçiliğinden; yani ‘ezen’ tarafından mı yoksa ‘ezilen’
tarafından mı, ‘gelişmiş’ tarafından mı yoksa ‘az-gelişmiş’ tarafından mı, ‘modern’ tarafından
mı yoksa ‘iptidai’ tarafından mı, ‘Doğu’lu tarafından mı yoksa ‘Batı’lı tarafından mı yapılan bir
milliyetçilikten söz etmekteyiz?” Tüm bu milliyetçilik varyasyonları içerisinde oryantalizmin
anlamı farklıdır: şöyle ki, eğer ‘ezen/gelişmiş/modern’ bir milletin oryantalizme bakışından söz
ediyor isek, kati olmamakla birlikte genel yargımız, oryantalizmi ya da türevlerini bir asimilasyon/
medeniyet çözücü olarak algılayan bir anlayışın hâkim olacağına yöneliktir. Ama söz konusu
millet, sürekli iç ve dış tehditler ile boğuşan ve dış dünya tarafından/dış dünyaya göre ‘ezilen/
az-gelişmiş/iptidai’ olarak damgalanmışsa, o zaman bu millet için ‘oryantalizm’ ve türevleri bir
‘savunma refleksi’ ya da tabir-i caizse bir ‘nefsi müdafaa’ anlamına gelir:
Gelelim ‘özel’ olarak ‘Türk milliyetçiliği’ ile ‘oryantalizm-türevleri’nin ilişkisine…
Bilmekteyiz ki, Türk milliyetçiliğinin ontolojisinde, her iki ‘doğum’ Saiklerine bakıldığında da bir
zaruretin içkin olduğu görülür. İlk ‘Türk milliyetçiliği’ dalgası, Osmanlının parçalanışına, ikinci
dalga ise komünizmin yayılışına karşı kendisini üretmiştir. Aslında bugün de kabullenmek zor olsa
da durum aynıdır: Türk milliyetçiliği, ‘kapitalizm’, ‘küreselleşme’ ve ‘PKK terörü’ne karşı bir
mücadele içerisinden kendini üretmekte ve ne yazık ki halen ‘bir medeniyet projesi olarak’ anlam
kazanamamıştır.
Bu minval üzere gidersek, Türk milliyetçiliği, savunmacı/refleksi/re-aksiyoner bir milliyetçiliğe
tekabülünden ötürü, ‘oryantalizm’ ve benzeri ‘izm’leri içselleştirmez, aksine bu tarz yaklaşımları
iter/dışlar.
Ezcümle söyler isek, Türk milliyetçiliği, ‘oryantalizm’ ve türevlerine ‘karşı’ bir ideoloji olup,
‘oryantalizm’ ya da ‘oksidentalizm’e destek vermek şöyle dursun, bu iki ideolojiyle de ontolojik
olarak çatışır; zira Türk milliyetçiliği, 21. yüzyılın başında, ‘medeniyet çözen’ değil, ‘medeniyet
inşa eden’ bir ideoloji olma çabası içerisindedir. Hem de bugüne kadar hiç olmadığı kadar…
Dipnotlar
[1] Said, Edward, Oryantalizm (Doğubilim), Çeviren: Nezih Uzel, İrfan Yayınevi, Dördüncü Baskı, İstanbul, Mart
1998, s: 8-9
[2] A.g.e., s: 26-27
[3] A.g.e., s: 16
[4] A.g.e., s: 161-162
294 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SİYONİZM
Kübra BOZKURT
Siyonizm nedir sorusuna bir cevap verebilmek için tarihsel gelişimine bakmamız gerekmektedir.
Ansiklopedik anlamıyla bakacak olursak, adı Kudüs’teki Siyon dağından gelmektedir ve Yahudi
halkının Filistin’e geri dönme özlemidir. Ayrıca dönmeyi istedikleri topraklarda bağımsız bir
Yahudi Devleti kurmayı amaçlamışlardır ve 1948 yılında bunu gerçekleştirmişlerdir. Yahudiler,
Fırat ve Nil nehirlerinin arasında kalan toprakların kendilerine vaat edilmiş olduğuna inanmaktadır.
Bayraklarının da bunu simgelediği söylenmektedir. Ayrıca, bozulmuş dini inançlarına göre,
diğer milletler İsrailoğullarının kölesidir. Bu açılardan ele aldığımızda Siyonizm, vatansız kalan
Yahudilerin yurt edinmesi davası olarak başlayıp, dünyanın efendiliğine soyunma hareketi olarak
da algılanabilir.
Siyonizm’in geldiği noktaya bakacak olursak; yurt edinme misyonunu yerine getirdiklerini (her geçen
gün topraklarını karış karış arttırmaktadırlar) ve dünya arenasında söz sahibi olmaya başladıklarını
görmezden gelemeyiz. Şöyle ki; bugün dünyanın süper gücü (!) olarak kabul edilen Amerika’da
bile Yahudilerin dünyayı yönettiğine dair birçok kitap yayınlandığını görebilmekteyiz. Her ne kadar
bu kitaplar paranoya dünyası tasvir etseler de, Yahudi varlığı yadsınamaz hale gelmiştir. Dünya
ölçeğinde gelişen (küresel) olaylar dikkate alındığında, gerek siyasal arenada, gerek sosyolojik
anlamda, gerekse de ekonomik olaylarda Yahudilerin oynadığı rol gün gibi ortadadır. Anlaşılıyor
ki; Siyonizm çok boyutludur. Şöyle ki; 1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda Yahudi gazeteleri
“Mesih’in Ayak Sesleri” manşeti atarken, Siyonizmin kurucularından sayılan Theodor Herzl
Yahudi devletinin sınırlarının kuzeyde Kapadokya’dan güneyde Süveyş Kanalı’na kadar olduğunu
açıklıyordu. Ayrıca Nazi Almanyasında uğradıkları soykırım sonucu “Doktorsanız hastaları
öldürecek, öğretmenseniz kötü eğitim verecek, her ne iseniz görevinizi kötüye kullanacaksınız.”
tarzında beyanatlar da vermekteydiler. Kısaca bir Siyonizm tanımı yapacak olursak; kaynağını
-bozulmuş-[1] dinlerinden alan, kendi ırklarının üstünlüğüne inanan ve bu üstünlüklerini dünya
çapında hissettirme yönelimi olan emperyalist eğilim, bu uğurda hiçbir milletin yaşam varlığını
kabul etmeyen faşizan bir ideolojidir diyebiliriz.
Siyonizm ideolojisi, ilk olarak Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl tarafından ortaya atılmış; Yahudi
camiası tarafından kabul görmüştür.
Theodor Herzl kimdir?
Theodor Herzl (2 Mayıs 1860- 3 Temmuz 1904): Politik Siyonizm’in kurucusu, gazetecidir.
Orta sınıf bir ailenin ferdidir. Viyana Üniversitesinde hukuk eğitimi aldı. Avukat sıfatını taşısa da
www.ulkuocaklari.org.tr 295
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
mesleğinin yerine yazarlık yaptı, çeşitli oyunlar yazdı. O zamanlar İsrail devleti olmadığından bir
Yahudi devletinin kurulmasını tasarladı. Siyonizm üstüne kapsamlı çalışmalar yaptı. Çalışmalarına
hız katan en önemli unsur ise; Avrupa’nın Darwinist teorilerine göre diğer geri kalmış ülkeler
üzerinde sömürgelerin başlaması ve yine bu teorinin başını çektiği ırkçılık propagandası ile
gerçekleştirilen katliamlardır.
Yahudiler kendilerine vaat edildiğine inandıkları topraklara kavuşmak ümidiyle, ilk resmi adımı 29
Ağustos 1897’de Basel’de I. Siyonist Kongresi’ni düzenleyerek attılar. Bu kongrenin başkanlığını
da Theodor Herzl yapmıştır. Basel Kongresiyle teşkilatlanmaya başlamışlardır. Mistik şekliyle çok
eskiden beri ifade edilen siyonizmin sözü siyasi anlamda ancak 19. yüzyılda edilmeye başlanmıştır.
Yahudiler, Basel Konferansından önce de büyük devletlerle irtibat kurarak birtakım siyasi oyunlar
çevirmekteydiler. Ancak siyonist ideolojiye göre teşkilatlanmalarından sonra bu işi tek merkezden
ve daha organize bir şekilde yürütmeye başlamış ve böylece güçlerini daha da artırmışlardır.
Theodor Herzl Basel Kongresi’nde kuracakları Yahudi Devleti’nin sınırlarını şöyle açıklıyordu:
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş
Kanalı’na. Sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.”
Herzl, bütün dünya Yahudilerinin vereceği destekten emin olarak, kongrede şunları da söylemişti:
“Basel’de ben Yahudi Devleti’ni kurdum. Eğer bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler.
Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu böyle bilecektir.”
İsrail, gerçekten de Herzl’in söylediği bu sözden elli sene sonra kuruldu. Herzl’in sözlerinin bu
kadar isabetle gerçekleşmesi ileri görüşlülüğünden kaynaklanıyor değildi elbet.
Sultan II. Abdülhamid ve Theodor Herzl Buluşması
Muharref (değiştirilmiş) Tevrat’ta vaat edilen topraklar, o tarihte Osmanlı Devleti’nin elinde
bulunuyordu. Bu nedenle Yahudi liderler, Filistin’i Osmanlı’dan almak için ilk olarak Osmanlı
Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımdan faydalanarak Filistin’i satın almaya
çalışmışlardır. Theodor Herzl İstanbul’a gelmiş ve Sultan II. Abdülhamit’le görüşmek için çok
uğraşmıştır, bütün Osmanlı borçları karşılığında Filistin’den yer istemiştir.
Sultan II. Abdülhamit ise şu cevabı vermiştir:
‘Bu yerler bana ait değil milletime aittir. Bu yerlerin her karış toprağı için şehit verilmiştir.93
Harbi’nde Orduy-u Humayun’umun Filistin Alayı’nın askerleri, bir tanesi dönmemek üzere
şehit olmuşlardır. Ben canlı vücud üzerinde paylaştırma yapamam. Filistin’e ancak cesetlerimiz
üzerinden girilebilir. Böyle bir teklif yapan bir adam, bir adım daha atmasın ve memleketi terk
etsin.’
Parayla toprak satın alma girişimleri Abdülhamit’in kararlı tutumuyla sonuçsuz kalınca; Siyonist
hareket, Osmanlı’yı yıkmak için yoğun bir faaliyet başlattı. Herzl bu durumu kendi sözleriyle şöyle
açıklamıştı:
“Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı’nın dağılmasını beklemeliyiz.”
Siyonistler, İsrail Devleti’ne izin vermeyen Abdülhamit’i kesin olarak saf dışı bırakmaya
karar vermişlerdi. Planlarının gerçekleşmesi için dışarıdan yapılacak bir müdahalenin yeterli
olmayacağını, dolayısıyla Abdülhamit karşıtı bir iç muhalefet grubuyla iş birliği yapmak gerektiğini
düşünüyorlardı. Yahudi liderler bu noktadan hareketle amaçlarına, Abdülhamit’e karşıt olan, Jön
Türklerle yapılacak iş birliği sayesinde ulaşabileceklerini düşünmüşlerdir.
Siyonist lider Theodor Herzl bu tarihi kararı şöyle dile getiriyor:
296 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
“Bir tek plan aklıma geliyor. Sultan’a karşı bir kampanya açmalı, bu iş için de sürgün edilmiş
prensler ve Jön Türklerle temas kurmalı.”
Siyonistler Jön Türkler ve daha sonra da İttihat Terakki hareketiyle sıkı ilişkiler kurmuşlardır.
Sultan II. Abdülhamit’in devrilmesi için destek vermişlerdir.
“Birçok Avrupalı yazar, Jön Türk hareketini ve İttihatçıları, Yahudilerin, dönmelerin ve gizli
Yahudilerin elinde oyuncak olan bir Yahudi- Mason komplosu olarak nitelemiştir.”[2]
Siyonizmin Geldiği Nokta
Siyonist hareketin önderliğini yapanların çoğu dindar değildi. Amaçları toplumu din eksenine
göre değil, millet eksenine göre yaratmaktı. Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından bu hareketin
mensupları Yahudileri Filistin’e yerleştirme projesini hızla hayata geçirdiler. II. Dünya Savaşı
sırasında Nazilerin soykırımına uğrayan Yahudiler, büyük kafileler halinde, Filistin’e gizli göçler
yaptılar. Aynı ırka mensup olanlar, tek çatı altında toplandılar. Yahudiler bu topraklarda devlet
kurmayı hedeflerken dini değerlerden ziyade, ulusal değerleri ön plana çıkardılar.
II. Dünya Savaşının Yahudilerin müttefiklerinin galibiyetiyle sonuçlanmasının ardından
İngiltere, ABD desteğini de almasıyla birlikte, Filistin meselesini Birleşmiş Millletler’e götürüp
çözümlenmesini istemiştir. Birleşmiş Milletler 1947 Kasım ayında Filistin’in, biri Yahudi öteki
Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Kudüs şehrine ise Birleşmiş
Milletler denetiminde milletlerarası bir bölge statüsü tanındı. Arapların hoşuna gitmeyen bu durum
sonunda Filistin’de iç savaş başladı. Devam eden Arap- İsrail savaşlarında, kazanan emperyalist
güçleri arkasına almış olan İsrail olmuştu.
14 Mayıs 1948’de BM paylaşım planı uyarınca David Ben- Gurion tarafından İsrail Devleti’nin
kuruluşu ilan edilmiştir.
İşgalci, sömürgeci ve ırkçı bir ideoloji olan radikal Siyonizm elli yılı aşkın bir süredir Ortadoğu’da
kan dökmektedir. Bölgede neredeyse hemen her gün bir çatışma yaşanmakta, pek çok masum
insan; kadın, çocuk, genç, yaşlı bu acımasız savaşın hedefi olmaktadır. Siyonistler, sık kullandıkları
“Topraksız bir halk için halksız bir toprak!” sloganıyla, Filistin topraklarında yaşayan Müslümanları
yok saymışlardır. Aslında savaş sırasında gerçekleştirdikleri göç Ortadoğu’daki kargaşanın temel
kaynağıdır. Siyonistler bu topraklara geldiklerinde, Müslümanlarla beraber yaşamak yerine onları
evlerinden çıkarmış, yurtlarından sürmüşlerdir. Yaşanan son Gazze olayları bunun bir örneğidir.
Siyonizm, hedefindeki İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra dünyayı ele geçirme amacı güden
ırkçı, din dışı bir ideolojidir. Ortadoğu ile kalmamakta, tüm dünya ülkelerini tehdit etmektedir.
İsrail işgal rejiminin kurucularının şu zamana kadarki tüm yöneticileri Siyonizm ideolojisinin
fikirleriyle beslenmiş ve bu fikirleri benimsemiş kimselerdir. Bu benimsemeden sonra büyük İsrail
idealinden vazgeçmeleri ise mümkün değildir. Birtakım siyasi oyunlar dönmektedir ve bu oyunlardan
en çarpıcı olanı da ‘barış’ adı altında olan stratejileridir. Dünyaya duyurduğu, Arap rejimine verdiği
barış sinyali aslında Siyonistlerin büyük projesini gerçekleştirme yolundaki siyasetidir. 1994’te
imzalanan “Vadi Araba” anlaşmasıyla, Ürdün’de Yahudilere gayrimenkul satılması yasağının
kaldırılması ve yine burada istedikleri gibi şirket kurma, kamu- iktisadi kurumları satın alma gibi
haklar tanınması, aynı 1918’de Filistin’i işgal etmelerinden sonra İngilizlerin Siyonistlere bu
şekilde haklar tanımasına benzemektedir; ”Filistin’de mülk edinme, iktisadi alanları ele geçirme
gibi…” Geçmişte Siyonistlere sunulan bu fırsatları, şu an da Ürdün Krallığı sağlamaktadır.
Bir Siyonistin Ruh Hali
“Yahudiler herkesle iş yapar, ama dostlukları sadece kendi içindedir. Dışlayıcı ve kendi içlerine
kapalıdırlar; kuşkusuz bunda dinlerinin de payı vardır. Ama ırksal içgüdülerinin en önemli
göstergelerinden birine dönüşen kendini savunma gereksinimi de unutmamak gerekir. Dünyada
www.ulkuocaklari.org.tr 297
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
daha etkili bir dayanışma ruhuna sahip, insanların birbirine daha çok omuz verdiği başka bir
cemaat yoktur. Öyle ki onları ilgilendirebilecek her olay bu cemaatte önemli yankı bulur. Alışkın
bir göz insanların tavırlarındaki heyecandan bu olayları ve yankılarını ayırt edebilir. Bu gözlem
kuşkusuz diğer cemaatler içinde yapılabilir, ama Yahudilerde iş çok daha belirginleşir. Kendilerini
etkisi olmayacak her şeye karşı ilgisiz kalırlar; olaylarla ancak kendi hedeflerine ya da çıkarlarına
uydukları oranda ilgilenirler. Gerek koşullardan yararlanmak, gerekse sorumluluktan kaçmak
konusunda çok beceriklidirler; kimi zaman hiç belli etmeden yabancı aracılar kullanarak işlerine
gelecek kimi olayları kışkırttıkları bile görülür. Politikaları hep aynıdır; ama önlerine koydukları
hedefe ulaşmak için başvurdukları araçlar ve formüller sadece koşullara göre değil, aynı zamanda
bir ülkeden diğerine ve ortamdan ortama değişebilir.”[3]
Siyonizm ve Türkiye
“Siyonist, sadece Tapınağını kuracağı ve iki bin yıllık bir aradan sonra Tanrı’ya yeniden sunmaya
başlayacağı yakılmış kurbanların dumanlarının tüteceği kayalık Filistin’i değil, kullanılmamış
zenginlikleriyle, stratejik noktalarıyla, Akdeniz’in bir Güney Baltık denizine dönüşmesini
engelleyen ulaşım yollarıyla tüm Türkiye’yi istemektedir.”[4]
Tevrat’ın Tensiye bölümünde (12/25) yer alan kısım, Siyonistlerin inanışlarının ne yönde olduğunu
gözler önüne sermektedir. “O zaman Rab bütün milletleri önünden kovacak ve sizden büyük
kuvvetli milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız
çölden Lübnan’dan ırmaktan, Fırat ırmağından garp denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse
duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün
diyar üzerine koyacaktır”.
Bir Siyonist açısından Türkiye’nin jeopolitik konumu gözler önündedir. Bu türlü oyunlara karşı
gözümüzü açık, dimağımızı taze tutmalıyız. Son yaşanan mayınlı arazi temizleme olayında eğer
Türk firmaları ve TSK ihaleyi almazsa bu teknolojiye sahip İsrail kapıda hazır beklemektedir.
Böyle bir hakkı elde eden İsrail’in neler yapabileceği ortadadır. Bu, sadece güncel bir olay olduğu
için örnek teşkil etmektedir. Türkiye topraklarında bunun gibi birçok mesele mevcuttur ve mevcut
olmaya devam edecektir. Ancak şurası da yadsınamaz bir gerçektir ki; Türkiye ne Filistin’dir ne
de Ürdün…
Unutulmamalıdır ki;
Karanlığı ışık, zulmü adalet ortadan kaldırır… Dünya bu adalete susamış vaziyettedir.
Dipnotlar
[1] “Siyonistler’in siyasi ideolojileri için kullandıkları Tevrat; Allah-u Teala’nın Hz.Musa’ya vahyettiği mübarek
kitaplardan biridir. Maide Suresi 44. ayette “Gerçek şu ki, biz Tevrat’ı, içinde bir hidayet ve nur olarak gönderdik…”
yine Ku’ran’da Tevrat’ın tahrip edildiğini bildirilmektedir. Bugün okunan Tevrat, muharref(değişitirilmiş)tir.”
[2] Bu tür nitelendirmeler bizlere ait olamaz. Burada anlatılmak istenen Yahudilerin menfaatleri doğrultusunda yaptırım
yapabilme yeteneğini göstermektir. Bizim böyle bir iddiamız olamaz.
[3] Bu paragraf Bertrand Bareilles’in Güncel Yayıncılık tarafından basılan “İstanbul’un Frenk ve Levanten Mahalleleri”
adlı kitabından özetlenerek alıntılanmıştır.
[4] A.G.E den alınmıştır.
298 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
SÖMÜRGECİLİK,
EMPERYALİZM ve KÜRESELLEŞME
Erkan GÖKSU
Giriş
İnsan ilişkilerinde gayet doğal olarak görülen karşılıksız dostluk, yardımlaşma ve vefa gibi
insanî kurallar, devletlerarası münasebetlerde geçerli değildir. Zira her devletin bir dış politikası
vardır ve her devletin kendi dış politikası, millî menfaatleri doğrultusunda şekillenir. Bunlar da
zaman içerisinde değişebileceğinden, devletlerin sürekli dostlukları ve de düşmanlıklarından söz
edilemez.
Bugün itibarıyla, devletlerin birbirlerinin hukukuna saygı göstermeleri konusunda bir denetim
mekanizması oluşturulmuş ve devletlerarasında iyi ilişkiler kurma ve bu iyi ilişkileri bozmaya
yönelik faaliyetleri kontrol etme esasına dayanan Birleşmiş Milletler Teşkilatı, NATO vb. kuruluşlar,
bu denetim mekanizması görevini üstlenmişlerdir. Fakat devletlerarası münasebetlerde değişmeyen
bir kural vardır ki, bu da “bir devletin varlığını ve her türlü hayat hakkını önce kendisinin koruması
gerekliliği”dir. Bunun için de askerî, siyasî, ilmî, kültürel ve ekonomik alanlarda kuvvetli olmak
gerekir. Zira devletlerarası dış politikada hayatta kalabilmenin tek geçerli kuralı bu alanlarda güce
sahip olmaktır. Aksi takdirde gösterilecek en küçük bir zaaf, devletler için telafisi çok güç, hatta
imkânsız olan büyük zararlara sebep olabilir ve tarih, bunun birçok örneğiyle doludur.
Bu durum içerisinde, devletlerin kendi millî çıkarları doğrultusunda beliren hedeflere yönelik
olmak üzere, birbirlerine karşı geliştirdikleri birer dış politikaları vardır. Bu politikalar, sadece
siyasî ve askerî olmakla kalmaz; ekonomik, bilimsel, sosyo-kültürel ve psikolojik alanlarda da
kendisini hissettirir. Öyle ki, görülen birkaç istisna hariç, “sıcak savaş” döneminin bittiği çağımızda,
devletlerarasındaki mücadele, neredeyse tamamen ekonomik, bilimsel, sosyo-kültürel ve psikolojik
alanlarda devam etmektedir.
Türk milleti, tarih içerisinde işgal ettiği zaman dilimi ve coğrafî mekân itibarıyla, bu çeşit
devletlerarası münasebetlerle bir hayli fazla karşılaşmış ve Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya,
Karadeniz’in kuzeyinden Afrika kıtasına kadar uzanan saha içerisinde birçok devlet ve toplum
ile münasebet kurmuştur. Dünya tarihinde bu kadar geniş sahaya yayılan, kurduğu devletlerle bu
bölgelere hâkim olan ve dolayısıyla, bu geniş bölge ve zaman içerisinde bu kadar çok devletle
ve toplumla ilişki kuran başka bir millet yoktur. İşte bugünkü Türkiye’nin, dünya konjonktürü
içerisindeki yerinin belirlenmesinde ve memleketimize yönelen gizli veya açık tehditlerin
şekillenmesinde, bu tarihî geçmiş esas olmuştur denilebilir. Gerçekten de 11. yüzyıldan itibaren,
yani Türkiye’nin yurt edinilmesi hadisesinden başlayarak, günümüze uzanan tarihî seyir içerisinde
www.ulkuocaklari.org.tr 299
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Türk milletinin geçirmiş olduğu dönemler; tarihî, coğrafî, sosyo-kültürel ve diğer etkenleri de
içerisine alarak devletimizin ve milletimizin bugünkü uluslararası ilişkiler içerisindeki yeri ve
önemini belirlemiştir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin jeopolitik ve bahsettiğimiz tarihî, sosyo-kültürel ve diğer özelliklerinin
bir neticesi olarak, Türk milleti bir taraftan tarihinin en parlak dönemlerini, diğer taraftan ise en
sıkıntılı günlerini yaşamıştır. Zira bu bölge adeta dünyanın merkezidir ve bütün iştahları kabartan
bir jeopolitiği, tabii zenginlikleri vardır. Dolayısıyla bu bölgeye hakim olan devlet; bir yandan
muazzam bir güce sahip olurken, diğer taraftan da böylesine önemli bir bölgeyi müdafaa etme ve
buna yönelik gizli veya açık tehditlere göğüs germe sıkıntısına düşecektir. Bu konuda gösterilen
en küçük zaafın, Türk milletine tarihinin en sıkıntılı günlerini yaşattığı, birçok tarihi hadise ile
sabittir.
Sömürgecilik ve Emperyalizm
Ünlü siyaset bilimci Morgenthau’ya göre uluslararası politikada üç siyaset biçimi vardır. Bunlardan
birincisi, elde etmiş bulunduğu gücü korumak ve kendi lehinde olan güç dağılımının değiştirilmesini
önlemek isteyen bir ulusun takip ettiği “status quo” siyaseti; ikincisi, dış politikasında elde ettiği
gücü ister elinde tutmak isterse artırmak için dışa vurmak ve göstermek amacı güden ulusların
izlediği “prestij siyaseti” ve üçüncüsü, fiilen sahip olduğundan daha fazla güç elde etmek ve bunun
için mevcut güç ilişkilerini ters-yüz ederek güçler statüsünde kendi lehinde bir değişim yaratmak
isteyen ulusların takip ettiği “emperyalizm” siyasetidir.[1]
Emperyalizm kavramı, Avrupa güç dengesi sisteminin oluşması ile diplomasi literatürüne
girmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında, Roma İmparatorluğunun ve Katolik Kilisesi’nin dünya görüşleri
birleştirilerek bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılmış, Dünya, “göklerin bir yansıması” gibi
düşünülmüştür. Buna göre Tek bir Tanrının “cennette” egemen olması gibi, bir imparator “laik bir
dünyaya” ve bir Papa da “Evrensel Kiliseye” egemen olmalıdır.[2]
İlk olarak 1830’da Fransa’da kullanılan Emperyalizm/Emperyalist kavramları, daha önceleri,
Napolyon İmparatorluğu’nu destekleyenler için kullanılmıştır. İngiliz yazar ve politikacılar
da İngiltere’nin denizaşırı yayılmacılığını (İngiliz Emperyal Federasyonu) bu kavram ile ifade
etmişlerdir. “Asya ve Afrika’da büyük bir sömürge imparatorluğunun kurulması, ‘beyaz adamın
görevinin’ buraların halklarını ‘uygarlıkla tanıştırmak’ ve bu toprakları dünyanın yararına açmak
gibi ‘çifte bir görev’ olduğu inancına yol açmıştır. Kavram bu yoldan giderek “İngiliz sömürgeciliği”
ile tanımlanmaya başlanmıştır.”[3
Emperyalizm, siyasi bir topluluk üzerinde egemenlik kurmak ve kurulmuş olan bu egemenliği
devam ettirebilmek için üretilen politikaların adıdır. Kavramı biraz daha açıklarsak: “Örgütlenmiş
bir topluluğun diğer bir topluluğun üzerinde etki oluşturma çabasıdır.” denilebilir. Bu yönüyle
birçok devlet, başka bir devleti, “emperyalist” olmakla suçlayagelmiştir.[4]
Sömürgecilik, Emperyalizmin yukarıda bahsettiğimiz “sistemli” şekline kavuşmasından önceki
halidir. Oral Sander, Sömürgecilik ile Emperyalizm arasındaki farkı şu şekilde izah etmektedir:
“Sömürgecilik, bir devletin egemenliğini başka topraklar ve halklar üzerinde kurması ya da
genişletmesidir. Sömürgeciliğe çok yakın bir sözcük olan Emperyalizm ise, özellikle Avrupa’nın
büyük devletlerinin 19. yüzyılın ikinci yarısında öteki kıtalar üzerindeki genişlemesine verilen
addır…”[5] Avrupa’yı dünya ekonomisinin ve siyasetinin merkezi konumuna getiren ve 19. yüzyılı
tam manasıyla Avrupa’nın çağı yapan[6] sanayileşme süreci, makineleşmeye bağlı olarak üretimi
sürekli artırmış ve ortaya çıkan ham madde ihtiyacı, önceden beri var olan klasik sömürgecilik
anlayışında değişik yapılmasını gerektirmiştir. Zira koloniler artık alış-veriş yeri ve aracı olarak,
sadece “iyi ticaret yapmanın vasıtaları” değil, tamamen “ham madde deposu ve üretilen malların
satılacağı yeni pazaryerleri” haline gelmişlerdir.[7] Böylece klasik sömürgecilik anlayışı, Yeniçağ
başlarından bu yana sürdürdüğü ve “yağmacılığı andıran” mahiyetini değiştirerek, daha çok
“yeni pazar bulma” temeline dayanan Emperyalizm haline gelmiştir.[8] Esasen Avrupalı devler
300 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
bu politikaları ile, yani Emperyalizmi Avrupa dışına taşıyarak, Avrupa içi çatışmaları da başka
bölgelere kaydırmışlardır. Nitekim Almanya ve İtalya’nın, Avrupa güç dengelerini bozacağı
zamana kadar, Emperyalizm, Avrupa içi çatışmaları önleyen bir emniyet sübabı olmuştur.[9]
Sömürgeciliğin Tarihi
Emperyalizm ya da sömürgecilik tarihin her döneminde farklı şekillerde karşımıza çıkar.
Sömürgeci devletin genişleme amacına uygun olarak da sömürge usulü farklılıklar arz eder.
Tarihin bir döneminde önemli olan bir unsur (mesela toprak mülkiyetine sahip olmak ya da
ticarî amaçlar), başka bir dönemde hiç de önemli olmayabilir. Mesela Roma’nın genişlemesinde
etkili olan ekonomik kazanç fikri, Batı Avrupa’nın XVI. ve XVII. yüzyılda kolonilere bağlı olan
genişlemesindeki ekonomik düşünceden farklıdır. Yine ekonomik düşünce XIX. ve XX. yüzyıldaki
emperyalist dönemde daha farklıdır. Sosyalist yazarlar emperyalizmin sebebi olarak mal ya da para
birikimi üzerinde dururlar. Fakat emperyalizm kapitalizmden daha eski bir olgudur. Kesin olan
şudur ki sömürgeciliğin her dönem ve şeklini anlamak ve anlatmak için tek bir sebep göstermek
mümkün değildir.[10]
Batının sömürü faaliyeti iki ana gruba ayrılarak incelenebilir. Bunlardan birincisi iç sömürü;
ikincisini ise dış sömürüdür. İç sömürü, Avrupa’nın bizatihi kendi insanına yönelik olarak
gerçekleştirdiği sefilleştirme ve ölüme terk etme faaliyetidir. Genellikle dış dünyaya yönelik
sömürü faaliyetlerinin gerçekleştirilemediği dönemlerde yoğunlukla uygulanmıştır. Kendilerinden
başka yerlerin sömürgeleştirildiği dönemlerde ise bu tür sömürü azalmış, yerini dış sömürüye
bırakmıştır. Dış sömürü ise ya daimî sömürgeleştirme şeklinde tecelli etmiş ya da geçici fırsatlara
bağlı olarak uygulanmıştır. Zamanımızda ise bu tür doğrudan sömürgecilik faaliyetinin yerini,
kültürel emperyalizm aracılığıyla gerçekleştirilen ve adına küreselleşme denilen yapılanma ile
dolaylı olarak gerçekleştirilen sömürgecilik almıştır.[11]
Sömürgecilik İlkçağlardan itibaren mevcut bir düşünce ve sistem olarak ele alınırsa sömürgeciliğin
tarihini üç ana bölüme ayırmak gerekecektir. Bunlardan birincisi İlkçağlardan XV. yüzyılın sonuna
kadar uzanan ve Eski Babil, Asur, Mısır ve İran imparatorluklarının kuruluş ve çöküşünü kapsayan
bir dönemdir. Osmanlı Devleti’yle bağlantısını anlatmak bakımından kısaca Roma İmparatorluğu
üzerinde durmak gerekir. Roma İmparatorluğu Roma Cumhuriyeti’nin eski gücünü kaybetmesiyle
ortaya çıkmıştır. Romalılar dünya hakimiyeti için yola çıkmamışlardır. Ancak attıkları bir adım diğer
adımı gerekli kılmış, öyle ki batıdaki pek çok uygarlığı hakimiyetleri altına almışlardır. Yönetim
ve idare meselesi imparatorluğun Doğu ve Batı olmak üzere iki kısma ayrılmasıyla sonuçlanmıştır.
Doğu Roma, Bizans olarak tanıdığımız siyasi yapıdır.
a.
Eski Sömürgecilik
Sömürgeciliğin tarihî seyrinde ikinci dönem olarak kabul ettiğimiz XV. yüzyılın sonları, Keşifler
Çağını ve Batı Avrupa’nın denizaşırı yayılmasını içerir. İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda
geniş koloni krallıkları kuran ülkelerin başında gelirler. Avrupa devletlerinin yaptıkları, genel
olarak, güç yarışında oldukları diğer devletlere karşı güç gösterisinden ibarettir. Koloniler devletin
güçlenmesinin bir aracı olarak kabul edilir. Çünkü bunlar ihtiyaç duyulan her türlü hammaddenin
kaynaklarıdır. Bu değerli madenlerle onlar Kıta Avrupasındaki varlıklarını devam ettirmek için
gerekli olan asker ve silaha sahip olabileceklerdir.[12]
Denizaşırı ülkelere yayılmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan gümüş ve değerli maden bolluğu bu
kaynaklardan faydalanan ülkelerde ciddi bir enflasyona sebep olmuştur. Fiyatlardaki değişmeler de
ekonomide istikrarsızlığı doğurmuştur. Böylece işadamları ve bankerler duruma müdahale etmişler
ve aristokrat sınıfa para temin etmişlerdir.[13] Bankaların kredi imkanlarıyla para sisteminin
gelişmesi sonucunda, AvrupalılR XVII. ve XVIII. yüzyıllarda denizaşırı memleketlerde koloniler
kurarak buraları sömürmüşlerdir. Mesela İspanyollar Peru ve Meksika’da koloniler tesis etmişlerdir.
II. Philip ve halefleri Yeni Dünya’daki tekellerini, ticaret yetkisini İspanyol tüccarlardan başkasına
vermemek için mücadele etmişlerdir. Burada İngilizler kendilerine rakip olmuşlardır. İlk kolonileri
www.ulkuocaklari.org.tr 301
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
olan Jamestown’dan (1607) sonra kırk yıl içinde 80.000 İngiliz göçmen Yeni Dünya’daki özerk
yerleşim bölgelerine gitmişlerdir. Fransızların Kuzey Amerika’yı ve İspanyolların Orta ve Güney
Amerika’yı sömürgeleştirmelerinde din önemli bir faktör olmuştur. Romalı Katolik misyonerler
yerli Amerikalıların Hıristiyanlaştırılması için seyahatlere çıkmışlardır.[14]
Kolonilerden elde edilen büyük kârlara şahit olan İngiliz hükümeti, 1650 ve 60’larda, artık
kolonilerden ana kıtaya gelecek malların İngiliz gemileriyle taşınması şartını koymuştur. Bu
mallardan en önemlileri şeker ve tütündür. Önceki yıllarda Avrupa‘da bilinmeyen şeker, XVI.
yüzyılın sonunda yaygın bir lüks maddesi olarak ilaçla eşit sayılmıştı. Bundan böyle Batı
Hindistan’da şeker kamışı daha çok ekilir olmuştu. Tütün ise, Amerika’nın keşfinden elli yıl sonra
İspanyollar tarafından Avrupa’ya ithal edilmiş olmasına rağmen, Avrupalıların sigaraya alışmaları
yarım asır daha almıştır.
Fransız koloni politikası, XIV. Louis’nin merkantilist Maliye Bakanı Jean Baptiste Colbert (16191683) yönetimi zamanında olgunlaşmıştır. Colbert, denizaşırı memleketlerde genişlemeyi devletin
ekonomi politikasının ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmiştir. İngilizlerle yarışacak şirketlerin
kurulmasını düzenlemiştir.[15]
Hollandalılar XVII. asırda gelişmiş bir ticarî imparatorluk kurma konusunda İngiliz ve Fransızlardan
daha başarılı olmuşlardır. Fakat XVII. ve XVIII. asırlarda bu ticarî imparatorlukların başarısı zaman
zaman değişmiştir. İlk önce İspanyollar başarısızlığı tatmışlar, İngilizlere sadece Jamaika Adası’nı
değil, Gediz Limanı’ndaki gemilerde bulunan hazinelerini de kaptırmışlardır. Yüzyılın ikinci
yarısında İspanyol kolonilerinden ithal edilen malların üçte ikisi Hollandalı, İngiliz ve Fransız
tüccarlar tarafından kaçırılmıştır.
Bu dönemde, zaman zaman, keşif amaçlı deniz seferlerini ve kolonilerin kurulmasını devletler
düzenleyip giderlerini karşılamışlardır. Bunun için en çok kullanılan yöntem ticaret şirketleri
kurmak olmuştur. Mesela İngiliz, Hollandalı ve Fransız Doğu Hint Şirketleri. Bu şirketlere ticarî
imtiyazlar ve koloni kurma tekelleri verilmiştir. İşte bu koloni edinme çabasıdır ki XVIII. asır
Avrupa kıta savaşlarının dünya çapına yayılmasına neden olmuştur. Sonunda devletler ticaret
şirketlerinin farklı yönetim işlevlerini üstlenmek durumunda kalmışlardır. Bu sayede Hindistan
İngiliz Doğu Hint Şirketi İngiliz Kraliyeti’nin bir parçası durumuna gelmiştir.[16]
Amerikan Devrimi mevcut koloni imparatorluklarına karşı olan tutumu tamamen değiştirmiştir. Yeni
düşünceye göre “Şayet sürekli bir getirisi olmayacaksa niçin koloniler kurma çabası ve masrafına
girilsin?” anlayışı benimsenmiştir. Fakat bundan daha önemlisi, Fransız Devrimi zamanında (17891815) ortaya çıkan kargaşa ve boşluktur. Batı dünyasının ilgi odağı, Napolyon idaresindeki Fransa
ve onun büyük bir Avrupa devleti kurma teşebbüsü olmuştur. Avrupalı güçlerin Fransa’ya karşı
sergiledikleri müttefiklik güçler dengesiyle son bulmuş ve Fransız sömürge imparatorluğu oldukça
küçülmüştür.
XVIII. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Birinci Sanayi İnkılabı ve arkasından XIX. yüzyıldaki
sanayileşme hareketi ile buhar makinesinin kara ve deniz ulaşımında kullanılması uluslararası
ekonomik ilişkileri hızla geliştirdi ve bağları güçlendirdi. İngiltere’de 1760 yıllarında başlamış
olan Sanayi İnkılabı 1870’lerden sonra Kıta Avrupasına yayıldı. Fransa, Almanya, Belçika,
Hollanda, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri XIX. yüzyılın ikinci yarısında hızlı bir sanayileşme
sürecine dahil oldular. Bu gelişmelerle sanayide çalışan nüfusun çoğalması, gerek besin maddeleri,
gerekse sanayi hammaddesi olan tarım ürünlerine olan talebi çoğalttı. Bu nedenle sanayi ülkeleri
ihtiyaçlarını hammadde üreticisi durumuna gelen ülkelerden tedarik etme yoluna başvurdular.
Aynı zamanda, sanayileşmiş ülkeler ürettikleri malları satacak pazarların ihtiyacı ile karşı
karşıya kaldı. Bu durumda, sanayileşen ülkeler geliştikçe besin ve hammadde ürünleri ithalini
ve buna karşılık mamul mal ihracını arttırmaya başladılar.[17] Böylece sömürgeci devletlerin
üretim için hammadde kaynakları, pazarlar ve sermaye yatırımı amacıyla yeni alanlar aramaları,
sömürgeciliğin gelişmesinde başlıca etkenler oldu. Ayrıca bir bölgenin ele geçirilmesinden sonra
buranın güvenliğinin sağlanması için komşu bölgelerin de ele geçirilme gereği, başka sömürgeci
302 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
güçlerin bölgeden uzak tutulması çabası, var olan sömürgelerin stratejik yollarının korunması da
sömürgeciliğin gelişmesinde önemli rol oynadı.
b. Yeni Emperyalizm
Yeni Sömürgecilik denilen olgunun nedenleri ve anlamı konusunda farklı yaklaşımlar vardır. Bütün
fikirlerin birleştiği nokta bunun daha önceki dönemlerin sömürgeciliğinden farklı olduğudur. Eski
Sömürgecilik döneminde Avrupalı devletlerin sahip oldukları ticaret merkezini ve ona giden yolları
korumaktan başka bir amaçları yokken Yeni Sömürgecilikte toprak edinme isteği belirginleşmiştir.
Bu dönemde Avrupalılar daha önceki dönemlerdeki gibi yerli tüccarların sattıkları endüstrileşmemiş
el sanatları yöntemleriyle üretilemeyecek mallara sahip olmak istemişlerdi. Bu sebeple “geri
kalmış” ülkelere yatırımlar yapmışlar, madenler, tersaneler, fabrikalar, rafineriler, demiryolları,
buharlı gemiler ve bankalar açmışlardır.
XIX. yüzyıl sonlarıyla XX. yüzyıl başlarında sömürge edinme girişimlerinin belirgin bir biçimde
hızlanması ve sömürgeci devlet sayısının artması bu dönemdeki yeni bir aşamayı işaret ediyordu.
Bu dönemde henüz bağımsız olan bölgeler hemen kapışılması, Afrika’nın tümüne, Asya’nın
mühim bir kısmına ve Pasifik adalarının da kontrol altına alınarak dünyanın paylaşılabilecek her
yeri sömürgeleştirildi. Bu yeryüzünün yaklaşık %85’ine tekabül ediyordu. Büyük devletlerin
ekonomik ve siyasal denetimi neredeyse bütün dünyayı sarmıştı. Nüfûz alanları, ticaret sözleşmeleri
ve alacaklı ülkelerin borçlu ülkelere dayattığı ağır şartlar Osmanlı Devleti gibi nispeten büyük ve
dirençli toplumları bile “yarı sömürge” durumuna getiriyordu.[18]
SÖMÜRGECİLİĞİN OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ
Sömürgeciliğin Osmanlı Devleti’ne tesirini incelemenin başlıca yolu Şark Meselesi’nin anlaşılması
ile alakalıdır. Zira birbiri ile içice geçen bu terimler uygulamada da tamamen birbiriyle bağlantılıdır.
Sömürgecilik kendisini Doğu’da, özellikle Osmanlı topraklarında Şark Meselesi olarak ifade etmişti.
Bu kavram ve uygulama her ne kadar modern bir olgu olsa da bir sürecin devamı şeklinde cereyan
etmiştir. On sekizinci asırdan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nden toprak koparmaya,
iktisadi ve siyasi üstünlük kurmaya başlamışlar, akabinde Hıristiyan tebaayı ayaklandırma yoluna
gitmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden silinmesine yönelik bu tür faaliyetler en genel
ifadesiyle Şark Meselesi olarak tarif edilebilir.[19] XIX. yüzyılın Batılı diplomatları tarafından
politik bir terim olarak kullanılmaya başlayan Şark Meselesi’nin tarihi kökenleri oldukça eskidir.
Bu terimle anlatılmak istenen husus 1071’den 1923’e kadarki Hıristiyan Batı alemiyle Türk-İslam
alemi (Selçuklu-Osmanlı) arasındaki münasebetlerin tümüdür. Zaman ve mekana bağlı olarak adı
ve şekli değişse de Batı dünyası Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında Hıristiyanları ilgilendiren
herhangi bir konuyu Şark Meselesi adı altında ele almışlardır. Türklerin Anadolu’ya girmesiyle
ve 1071’de Malazgirt’te Bizans’ı mağlup etmeleriyle “mesele” ortaya çıkmış ve Hıristiyan alemi
de bu meseleyi büyütmemek ve halletmek için çareler aramaya başlamıştır. Şark Meselesi’ni iki
safhada incelemekte fayda vardır. Birinci safhada olan 1071-1683 (Malazgirt Zaferi ve Viyana
Bozgunu) Türkler Batı’ya doğru ilerlemektedir ve Anadolu ile Rumeli Türk vatanı haline gelmiştir.
Aynı zamanda Türkler İslam’ın hamiliğini ve Hıristiyan Batı’ya karşı da İslam aleminin önderliğini
üstlenmişlerdir. Türklerin bu tavrı üzerine Batı’da dini temel üzerine oturtulmuş yeni bir zihniyet
ortaya çıktı ki buna “Haçlı Zihniyeti” denilmektedir. Avrupalıların Türklere karşı davranışlarında,
bakış açılarında ve mücadelelerinde bu zihniyet kendisini göstermiştir.[20]
Birinci safhada Hıristiyan Batı için Şark Meselesi’nin Hıristiyanlarla meskun toprakların Türkler
tarafından fethini engellemekti. Bu hedefe ancak 1683’te Türklerin Viyana önlerinde mağlup
olmasıyla ve 1699 Karlofça Anlaşması’nın imzalanmasıyla varılmıştır. “Türklerin 1529 senesinde
Viyana’da görünmelerinin ardından başlayan Şark-Garp mücadelesi döneminde Rusya İstanbul’a
doğru ilerleyerek ve Türklerin idaresi altındaki Sırplarla Yunanlılar da bağımsızlık mücadelesine
girişerek Şark’ın çöküşünü hızlandırmaya çalışmışlardır. Böylece şark aleminin ricatı ve garbın
www.ulkuocaklari.org.tr 303
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
tedricen nüfuzu; İngiltere ile Fransa arasında mısırda ve İngiltere ile Rusya arasında Boğazlar’da
ve Orta Asya’da menfaat ihtilafı ve mübarezeler baş gösterinceye kadar devam etmiştir.”[21] Bu
üç devletin arasında ortaya çıkan menfaat çatışması Şark Meselesi’nde rekabetin ortaya çıkmasına
yol açmıştır. Bu safhada Almanya da şark siyasetine dahil olmuş ve karşısında İngiltere, Fransa ve
Rusya’yı bulmuştur. Bu devletlerin arasındaki ihtilaf ve rekabet adeta Osmanlı devletinin ömrünü
uzatan bir etken olmuştur. Nitekim uzun bir müddet Devlet-i Aliyye’nin toprak bütünlüğünü
savunarak parçalanmasını ve rakiplerine menfaat sağlamasını engelleyen Avrupa devletleri daha
sonraları kendi hedeflerine uygun iç isyanları desteklemeyi tercih edeceklerdir.[22]
Balkanlar’daki Hıristiyan milletleri Osmanlı hakimiyetinden kurtararak Osmanlı imparatorluğunu
parçalamaya çalışmışlardır. Bu kurtarma işi Hıristiyan toplumlara doğrudan istiklal, bu olmazsa
önce muhtariyet ardından istiklal kazandırmak şeklinde olacaktı. Bunun için iki yol takip etmişlerdir.
Birincisi Hıristiyanları tahrik ve teşvikle Türklere karşı isyan ettirmek, ikincisi ise isyan başarısız
olur veya gerçekleşmezse Bab-ı Ali’ye baskı yaparak Hıristiyanlar için muhtariyet veya istiklal
anlamına gelebilecek hakları öngören reformlar uygulatmaktı.[23] Mesela Paris Muahedesi’nin
dokuzuncu maddesiyle Osmanlı devletinin topraklarında yaşayan Hıristiyanların hukuku da
Avrupa devletlerince teminat altına alınmıştır. Bu madde ile Osmanlı devleti hernekadar diplomatik
bir şekilde yazılmamışsa bile kavmiyet ve diyanet eşitliğini mecburen kabul etmişti.[24] Oysa
Osmanlı imparatorluğunu Avrupa imparatorluklarından ayıran en belirgin özelliği olan ve bütün
vatandaşlarına tek bir kanun uygulama özelliğini sona erdirmiş oldu.[25]
Şark Meselesini hedefine ulaştırma niyetiyle sergilenen diğer bir tavır Türkleri Balkanlar’dan
tamamen atmak ve İstanbul’u Türklerin elinden almaktı. Bunun için büyük devletlerin müşterek
askeri ve diplomatik müdahalesi ve Balkan Hıristiyanlarının da iştiraki söz konusu idi.[26] Buna
uygun olarak 18. asrın ikinci yarısından itibaren Avrupa devletlerinin birbirleri ile ittifak yaptıkları
görülmektedir. Önce ihtiras ve emelleri zaten birbirinden pek farklı olmayan Prusya ile Rusya
1756-1764 tarihleri arasında ittifak içerisine girmiştir. 12 Aralık 1757’de Avusturya Rusya ittifakı,
mayıs 1757-aralık 1758’de Fransa-Avusturya ittifakı ve 1768-9’da Avusturya Prusya ittifakı
gerçekleşmiştir. Bu dönemde Ruslarla 1768-1774 yılları arasında girişilen savaşların sonunda
Osmanlı devleti 21 Temmuz 1774 tarihli küçük kaynarca müdahalesi, Rusların bir Türk iç denizi olan
Karadeniz’e ilk defa olarak ticaret ve savaş gemilerini sokmalarına ve Osmanlı devletinin Kırım’ı
kaybetmesine yol açmıştır. Neticede bu anlaşma ile Rusların Kafkasya’yı istilaları kolaylaşmış ve
Balkanlar’daki Rus nüfuzu kuvvetlenmiştir.[27] Bu anlaşmada yalnızca Hıristiyanların mezhep
hukukundan bahsedilmesine rağmen Ruslar Osmanlıların iç işlerine karışma fırsatı bulmuşlardır.
Şark meselesi bünyesinde Avrupalı emperyalist devletlerin kendi aralarında bazen anlaşma, bazen
ihtilafla Osmanlı hakimiyetinde bulunan kuzey Afrika’yı (Cezayir, Tunus, Libya ve mısır) işgal ve
ilhak amaçları da ortaya konmuştur. 1798’de Fransa’nın mısırı işgal etmesi üzerine Osmanlı devleti
batılı devletlerle tek başına mücadele edemeyeceğini anlamış ve denge siyasetine başlamıştır.[28]
Mesela Fransa’nın gerek Hindistan gerekse Osmanlı toprakları üzerinde tesis edeceği nüfuzun
İngiltere ile Rusya’nın takip ettikleri şark meselesine mühim zararlar verecek olmasını Osmanlı
devleti Fransızları Mısır’dan çıkarmak için kendi lehinde kullanmasını bilmiştir. İngiltere ve Rusya
Fransa’ya karşı Osmanlı devletini desteklemişlerdir.
Bilahare 1806-1812 yılları arasında süren Osmanlı-Rus savaşı Fransa imparatoru Napolyon’un
Rusya seferine çıkması üzerine şekil değiştirmiş ve iki cephede savaşmak istemeyen Rusya 1812’de
Osmanlı devleti ile Bükreş anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşma sayesinde balkanlardaki Sırpları
himaye hakkını almış olmasına rağmen Rusya şark meselesi hususundaki kararlarında mühim bir
başarı kazanamamıştır. 1829’da Rusya ile Osmanlı devleti arasında imzalanan Edirne anlaşmasından
sonra Osmanlı devleti Avusturya ile Rusya tarafından bölüşülmesi yerine Hıristiyan Osmanlı
tebaasının istiklallerini elde etmeleri yoluyla Osmanlı devletinin dağılma devri başlayacaktır.
Fakat bir müddet sonra Avrupa devletleri Osmanlı devletinin kendi dengelerinin garantisi olduğunu
kabul ederek onun toprak bütünlüğünün ve müstakil idari yapısını esas aldılar. Çünkü Osmanlı
devleti sınırları içerisindeki bölgelerde zayıfladığı yahut ortadan kaldırıldığı takdirde şark meselesi
daha karmaşık bir hal alacaktı. Aslında Osmanlı devletinin tamamen ortadan kaldırılarak mirasının
304 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
paylaşılması düşüncesi tek tek Avrupa devletleri için arzu edilen bir durum olmasına rağmen bu
taksimden kendileri dışındaki devletlere de pay düşmesi ihtimali bütün Avrupa devletlerince kendi
menfaatlerine aykırı olarak değerlendirilmiştir.[29]
Ancak zaman zaman batılı devletlerin birbirlerine yakınlaşmaları kendi aleyhlerinde gelişmelere
sebep olmuştur. Mesela hünkar iskelesi anlamasıyla Rusya’nın şark meselesini kendince
çözeceğinden endişelenen İngiltere diğer Avrupalı devletleri Mehmet ali paşa aleyhinde birleştirip
aslında Osmanlı devletinin tamamen bir iç meselesi olan mısır meselesinin bir Avrupa müdahalesi
ile çözülmesi için Rusya, Avusturya ve Prusya’yı yanına alarak Londra’da bir konferans
tertiplemiştir.[30] Bu konferansta imzalanan boğazlar sözleşmesi ile o zamana kadar Osmanlı
devletinin tasarrufunda bulunan boğazlara milletler arası bir statü verilmiş ve şark meselesinde
yeni bir dönem başlamıştır.
Böylece bir taraftan Osmanlı devletini siyasi ve dahili bakımdan sıkıştıran Avrupa devletleri
diğer taraftan çıkan isyanların yayılması ve büyümesini de teşvik ederek Osmanlı devletini bir
buhran içerisine düşürmüş ve bunun neticesinde siyasi, askeri ve mali bakımdan onu zayıf bir hale
sokmuşlardır. Nihayet bu durumdan istifade ile Osmanlılardan mühim ticari ve mali çıkarlar elde
etmişlerdir. Kırım savaşından sonra 1855’de Viyana’da imzalanan protokole göre Osmanlıların iç
işlerine müdahale ederek harpten önce Rusya’nın istediği Ortodoks hamiliğine harpten sonra hepsi
birden soyundular.[31]
Bu hadiseler karşısında Osmanlı devleti bir taraftan denge siyaseti takip ederken diğer taraftan bazı
tavizler vermek zorunda kalmıştır. Ancak bu tavizler büyük devletlerin Bab-ı Ali’nin iç işlerine
müdahalelerini önleyememiştir. 1856’da ilan edilen ıslahat fermanıyla tüm ülkede yaşayan halkın
kanun önünde eşitliği temin ediliyordu.[32] Müslüman halkı rencide eden bu fermana ve onun
savunucusu büyük devletlere karşı Müslüman Osmanlı halkı muhalefet etmiş ve Osmanlı aydınları
arasında batının müdahalesi karşısında takip edilen dış politikaya karşı şuurlu bir tepki oluşmuştur.
Bu tepkilerin ardından reform hareketleri yavaşlatılmış ve batılı devletler karşısında daha şahsiyetli
bir politika takip edilmeye çalışılmıştır.
Bu sırada Süveyş kanalının açılmasıyla İngiltere haklarını korumak için boğazlar yerine ak denizi
tercih etmiş, Fransa ile Almanya arasındaki savaş Fransa’nın Osmanlı devleti üzerindeki nüfuzunun
azalmasına sebep olmuştur. Fransa’nın Mısır’a yerleşmesinin ardından İngiltere 1869’da açılan
Süveyş Kanalı’na ait hisselerin büyük bir bölümünü 1875’te Hidiv İsmail Paşa’dan satın alarak
bölgedeki siyasi ve askeri faaliyetlerine hız kazandırmıştır. Mısırı işgal ederek Fransız hakimiyetini
son vermiş ve bundan sonra şark meselesinin yönünü Hindistan ve mısır olarak belirlemiştir. Uzun
bir müddet Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü benimseyen İngiltere böylece orta doğudaki
çıkarları için artık Osmanlılara ihtiyacı olmadığını ortaya koymuştur.
Şark meselesini kendi lehine sonuçlandırmak için gayr-i Müslimlerin yalnızca kendi himayesinde
olmadıklarını anlayan Rusya asırlardır kullandığı Ortodoks mezhebine ilaveten bu kez milliyet
unsurunu kullanmaya başlamış ve Slav milleti fikri özellikle balkanlarda taraftar bulmaya başlamış
ve Panslavizm meselesi ortaya çıkmıştır. 1877’de Romanya topraklarını geçerek Osmanlı devletine
savaş açan Rusya Avusturya ile anlaşarak arkasını emniyete almıştır. Bütün Avrupa Rusya’nın
faaliyetlerini desteklemiştir.
Sultan II. Abdülhamit’in uyguladığı siyaset sayesinde onun döneminde batılı devletler
Osmanlı devletinin paylaşılması konusunda hiçbir zaman anlaşmaya varamamışlardır. 1878’de
Bismark’ın başkanlığında toplanan Berlin kongresinde imzalanan Berlin Anlaşması’yla da batılı
devletlerarasındaki barış sağlanamamıştır. Bu anlaşmayla Avrupa’daki en büyük ve en zengin
eyaletlerini kaybeden Osmanlı devleti Avrupa devlet adamları arasında paylaşılma konusu
olmuştur.[33]
Balkanlarda Avusturya’nın Sırbistan ve Romanya; Rusya’nın ise Bulgaristan prensi üzerinde
nüfuzu arttığından iki devlet arasında mücadele başlarken Berlin Kongresi’nden sonrada İngilizwww.ulkuocaklari.org.tr 305
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Rus ihtilafının merkezi Orta Asya’ya kaymıştır. Rusya Orta Asya’da karışıklık çıkarmak suretiyle
Hindistan’a kuzeyden uzanmak niyetindeydi. Ermeni davasını İngilizlerin desteklemesi Osmanlı
İngiliz münasebetlerini gerginleştirmiştir. İngilizlerin mısıra yöneldiği dönemde Fransızların
Türklerin hamisi rolünü oynaması İngiliz-Fransız ilişkilerini olumsuz etkilese de bütün Nil
bölgesi ve Sudan’ı Fransızların İngiltere’ye terk etmeleriyle iki devlet arasında sükunetli bir devre
başlamıştır.
Bu tarihlerde ürettiği ürünlere pazar aramak ve bunun için Türkiye üzerinden orta doğuya
ulaşmak isteyen Almanya büyük bir dünya imparatorluğu kurmada Osmanlı topraklarının
öneminin farkındaydı ve bu durum İngiltere, Fransa ve Rusya için büyük tehlike oluşturmaktaydı.
Almanya’nın iktisadi yayılmacılığını temin maksadıyla teşebbüs ettiği en ciddi faaliyet Anadoluhicaz demiryolu olmuştur.
Akdeniz’in anahtarı sayılan Kıbrıs’a ve Mısır’a sahip olan İngiltere Boğazlar’daki iddialarından
adeta vazgeçmiş ve Ruslarla münasebet kurarak onları Almanya aleyhine kullanmaya çalışmıştır.
1912-3 yıllarında ortaya çıkan Balkan savaşlarında Balkanlı ülkelerin Osmanlıları yenmeleri
ve sıranın Avusturya Macaristan’ın bölüşülmesine gelmesi onu önlemek isteyen Avusturya ile
Sırbistan arasında anlaşmazlığa yol açtı. Buda Birinci Cihan Harbi’ne neden oldu.
Osmanlı imparatorluğu, emperyalizmle karşı karşıya geldiği zaman sahip olduğu geniş toprakları
savunmak zorunda kalmış, bu durum da dış siyasetinde belirleyici olmuştur. Avrupalı güçler,
Afrika ve Amerika’da uyguladıkları emperyalist politikalarını Osmanlı ülkesinde doğrudan
uygulayamamış, bunu geliştirdiği iktisadî ve ticarî siyaset yöntemleriyle tatbik etmiştir.
Emperyalist Avrupa devletlerinin Kırım Harbi’nden sonra imzalanan Paris Anlaşması’yla Osmanlı
İmparatorluğu üzerinde ortak himaye, müdahale ve sömürü sistemi kurdukları söylenebilir.
Bu devletler Osmanlı’nın devlet bütünlüğüne ve bağımsızlığına saygı gösterdiklerini de ifade
etmişlerdi. Düvel-i Muazzama’nın insafına bırakılan Osmanlı devleti maruz kaldığı siyasî, iktisadî
ve kültürel baskılar neticesi ve buna bağlı olarak uyguladığı ıslahatlar sonucunda pek fazla birşey
elde edememişti. Bu süreçte toprak bütünlüğünü garanti eden Avrupalı devletler, bağımsızlık
hareketlerini desteklemişler ve Hıristiyan ulusların imparatorluktan ayrılmasında destek ve teşvikte
bulunmuşlardı. 1856-1918 yılları arasında Osmanlı siyasî hayatını etkileyen temel etkenlerden biri
şüphesiz emperyalizmdir.[34]
“...Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını
fazla faaliyetle gidermeye çalışmalıyız...” “...Özellikle bizim milletimiz, milliyetini ihmal edişinin
çok cezalarını çekmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çok çeşitli toplumlar, hep millî inançlarına
sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlara yabancı
bir millet olduğumuzu, sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zayıfladığı anda bizi
hor ve hakir gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olmamızmış...” M. Kemal
Atatürk[35]
Bernard Lewıs’in eserinin hemen başlangıcında kullandığı; “Türkler, Türkiye’de yaşayan ve Türkçe
konuşan bir millettir.” cümlesi, yine onun belirttiği gibi; bugün itibarıyla değerlendirildiğinde pek
fazla bir orijinallik ifade etmez. Ancak, Türk Milletinin bu cümlede anlamını bulan “millî devlet”
vasfına ulaşma süreci ve bu sürecin dünya konjonktürü içerisindeki yeri değerlendirildiğinde çok
dikkat çekici ve önemli bir takım neticeler ortaya çıkacaktır.[36]
Milliyetçilik, en kısa ve genel tarifiyle “kişilerin milletlerine sevgi ve saygı duygularıyla
bağlanması”dır.[37] Ancak hemen belirtmek gerekir ki, dünyadaki bütün milliyetçiliklerin,
içerisinden çıktıkları millî bünyenin karakterine bağlı olarak, kendi kültür ve medeniyet dairelerinin
özellikleri çerçevesinde bir gelişme takip ettikleri unutulmamalıdır.[38] Hatta bu gelişme ve seyrin,
aynı millet içerisinde zaman, mekan ve şartlara bağlı olarak değişmesi de gayet doğal ve sıkça
yaşanan bir gerçektir.
306 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
İşte Türk milleti de, müşterek dil ve tarih sahibi bir toplum olarak çok uzun yıllar önce millet
seviyesine erişmiş ve tarihin her devrinde “tarihî milliyetçilik” bilincinin[39], Türklük şuurunun
derin izlerini taşımış olmasına rağmen, zaman zaman bu şuurdan uzaklaşma sürecine de girmiştir.
Fakat bunun en acı örneği, Türk-İslam tarihinin doruk noktası olarak nitelendirilen Osmanlı
Devletinin son dönemlerine, hem de milliyetçilik fikrinin bütün dünyada modern ve hakiki
manasıyla teşekkül ve devlet siyasetine etki ettiği bir zamana tesadüf etmektedir ki; bu dönemde
Osmanlılar için Türklük bilincinin her türlü siyasî ve fikri manadan uzak olduğu görülür. Öyle ki,
devletin asıl sahibi olan Türkler için Türk kelimesi bile hakiki manasını yitirmiş; bir taraftan koca
devleti duraklama dönemine sokan sebepler arasında Türkler gösterilirken[40], diğer taraftan da
Türk kelimesi kaba saba, cahil köylüleri ifade eden bir hakaret unvanı olarak telakki edilir hale
gelmiştir.[41]
Halbuki bu yıllarda Avrupa’da gelişen hadiseler, yeni bir çağla beraber, yeni bir dünya düzenini
de ortaya çıkarmaktadır. Zira Fransız İhtilali ile beraber, klasik demokrasi esaslarının belirlendiği,
kişi hak ve hürriyetlerinin ortaya konulduğu ve milli devletlerin teşekkülünün başladığı bir sürece
girilmiştir. İhtilalin ortaya çıkardığı başta milliyetçilik olmak üzere yeni düşünce akımları ve
kavramlar; bütün dünyayı etkileyen siyasî, sosyal, iktisadî ve askerî hadiselerle beraber, yeni bir
oluşum sürecinin de başlangıcı olmuştur.
Bu yeni oluşum sürecinin, en çok etkilediği siyasî yapılardan biri de şüphesiz Osmanlı Devletiolarak
görülmektedir. Özellikle İhtilalin yaymış olduğu milliyetçilik akımlarının -birkaç asır içerisindeOsmanlı Devleti için bir taraftan büyük bir yıkımın, diğer taraftan ise muazzam bir dirilişin
başlangıcı olduğu görülmüştür.[42] Zira ihtilalden ilham alan Batı kökenli milliyetçilik hareketleri,
Osmanlı Devletini ve onun şahsında Türk milletini yok etmeye yönelik faaliyetlerde bulunurlarken;
önce “Osmanlı Devletini yıkılmaktan kurtarmak” şeklinde belirip[43], ardından “Türk milletini
ve vatanını kurtarmak” mücadelesine dönüşen[44] ve son olarak da “Türk milletini muasır
medeniyetler seviyesine eriştirmek” amacını gerçekleştiren Türk milliyetçiliğinin tekrar doğuşuna
da zemin hazırlamıştır. Böylece Türk milleti, milliyet fikirlerini tatbikte ilgisizlik göstermiş
olmanın cezalarını çok ağır bir şekilde çekmiş olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti devletinin
kurulmasıyla Türkçülük idealinin temel esasını gerçekleştirmiş ve millî devletine kavuşmuştur.[45]
Bu manada olmak üzere, Atatürk ve Türk İnkılâbının “millî şuuru diriltme” konusunda gösterdiği
büyük başarıyı, Peyami Safa’nın şu sözleri gayet iyi yansıtmaktadır:
“Fransız’ın ve İtalyan’ın gururu, başının üstünde Latin dehasının tacını dolaştırmaktan gelir.
Her mütefekkirinin, her sanatkarının dilinde Latin dehası terkibi, kendine güvenişin yıkılmaz
temellerinden birisidir. İngiliz dik ve kuru alnında Anglo-Sakson gururunu gezdirir. Alman kültürü
Goethe’sini, Kant’ını ve Wagner’ini Germen gururuna mal eder. Bütün bu millî şeref ve iddia
kabarışları önünde, kendini geri bir Asya ırkının küçülmüş, iğrilmiş ve kurumuş bir dalı sanan
Osmanlı çocuğunun Bosna-Hersek , Trablusgarp, Balkan ve Sevr felaketlerinden sonra yarım
yamalak uyanmış millî şuurunun dibini kemiren kendini aşağı görme kompleksini parçalamak,
ona Avrupa devletler manzumesine girebileceğini bir çırpıda ispat ettikten sonra, insan kadar eski
tarihinin zaman içindeki büyük taazzuva geçişin imkanlarını sezdirerek, ruhuna koskoca ve ebedi
Türkiye hakikatinin damgasını vurmak ...İşte milliyetçi ve medeniyetçi Atatürk inkılâbının en
esaslı temellerinden biri.”[46]
Türk Millî Mücadelesi, 1920 tarihinde Yunanlı yazar Moskopulos’un “Bu yağmacı ve katiller
milletinin Avrupa’da oturmaya hakkı yoktur. Cedlerinin yaşadıkları yere gitsinler” sözleriyle
beliren; “Türkler defolup Asya’ya gitmelidirler. Yeni ve eski Türk idaresi bir kan ve ahlaksızlık
idaresidir. Avrupa ve İstanbul bunlardan temizlenmelidir.” amacıyla Türkiye’ye yönelen bir saldırıyı
hezimete uğratmıştır. Atatürk’ün ifadesiyle “Felaketin coşkun bir nehir gibi Türkiye’nin üzerine
aktığı” bir ortamda “Şark Meselesinin Halli” senaryosunu, o senaryoyu hazırlayanların başına
çalmıştır. Zira bu mücadelenin felsefesi; her türlü hürriyet ve hakkı müdafaa, şeref ve haysiyeti
müdafaadır.
www.ulkuocaklari.org.tr 307
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
Bu konuda son söz olarak, büyük Atatürk’ün Türk gençliğine vasiyeti diyebileceğimiz “Gençliğe
Hitabe”sini bir kez daha, fakat şimdiye kadar anlattığımız şeyleri düşünerek tekrar etmek istiyorum.
Zira Atatürk Büyük Nutuk’un sonunda “Bu gün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî
felaketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu
neticeyi Türk gençliğine emanet ediyorum” dedikten sonra bu gün karşılaştığımız sorunları ve bize
düşen görevleri şu şekilde dile getirmektedir:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen Türk istiklalini Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün istiklal ve cumhuriyetini müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için , içinde
bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin. Bu imkan ve şerait çok na-müsait bir
mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali
görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt
edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil
işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve vahim olmak üzere memleketin dahilinde
iktidara sahip olanlar gaflet, delalet ve hatta hıyanet içerisinde olabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri
şahsi emellerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fak ü zaruret içinde harap
ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini
kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Kaynaklar
[1] Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika, C. I., (Çev. Ü. Oksay – B. Oran), Türk Siyasi İlimler Derneği
Yayınları, Sevinç Matbaası, Ankara 1970, s. 47.
[2] Henry, Kıssenger, Diplomasi, (Çev: İbrahim H.Kurt), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1998, s. 41.
[3] Ki Young Lee, Ermeni Sorunu’nun Doğuşu, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1978., s. 55-56.
[4] Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Savaş Yay., Ankara 1982, s. 5.
[5] Oral Sander, Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e), 9. Baskı, Ankara, 2001, s.225.
[6] Sander, a.g.e., s.208 vd.
[7] Klasik sömürgecilik anlayışı için b.k.z., Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasi Tarihi (1876-1920)”, D.G.B.İ.T.,
C:12, s.25.
[8] Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, İstanbul, 1994, s: 196
[9] Mustafa Yılmaz, “Osmanlı Yenileşmesi”, (Editör: M. Derviş Kılınçkaya), Atatürk ve Cumhuriyet Tarihi, Siyasal
Kitabevi, Ankara 1998,, s. 22-23.
[10] E. C. Helmreich, “Imperialism”, Colliers Encyclopedia, cilt 12, New York 1988, s. 543.
[11] Esasen “Kültür” ve “Kültür Değişmeleri” konusunda yapılan ilk araştırmalar, ilk sömürgeci devletlerden
olan Hollanda’da tarafından … tarihinde yapılmıştır. Bu durum ilk sömürge faaliyetlerinden bu yana Sömürgeci
Devletlerin kültür emperyalizmi konusunda verdikleri önemi göstermektedir. Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri,
İstanbul, 1994, s.21.
[12] Robert E. Lerner, vd., Western Civilizations, New York 1993, s. 194.
[13] Peter Burke, Popular Culture in Early modern Europe, London 1978, s. 210.
[14] Lerner, a.g.e., s. 549.
[15] Davis Natalie Z., Society and Culture in Early Modern France, Stanford 1975, s. 95.
[16] Helmreich, a.g.m., s. 545.
[17] Toktamış Ateş, Siyasal Tarih, I, İstanbul 1982, s. 210.
[18] James Joll, Europe World Supremacy, S. 615-6.
308 Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi
Ülkü Ocakları Eğitim Programı
[19] Mustafa Küçük, “Şark Meselesi Çerçevesinde ve II. Meşrutiyet’e Kadar Olan Dönemde Osmanlı Devleti’nin
Siyasi Vaziyeti”, Osmanlı, II, Ankara 2001, s. 51.
[20] Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, XII, Konya 1994, s. 20.
[21] Hans Rohde, Asya İçin Mücadele, İstanbul 1932, s. 3.
[22] Yuluğ Tekin Kurat, Osmanlı İmparatorluğu’nun Paylaşılması, Ankara 1986, s. 13.
[23] Doğuştan..., s. 22.
[24] Küçük, a.g.e., s. 54.
[25] Joll, a.g.e., s. 628.
[26] Doğuştan..., s. 22.
[27] Cemal Tukin, “Küçük Kaynarca”, MEBİA, VI, s. 1070.
[28] Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih, İstanbul 1999, s. 88.
[29] Mim Kemal Öke, “Şark Meselesi”, Osmanlı Araştırmaları, sayı: 3, s. 258.
[30] Enver Ziya Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu, 1797-1802, İstanbul 1938, s. 10.
[31] Öke, a.g.e., s. 254.
[32] Joll, a.g.e., s. 629.
[33] Öke, a.g.e., s. 251.
[34] Doğuştan..., XII, s. 26.
[35] Atatürk’ün 20 Mart 1923’de Konyalı gençlere hitaben yaptığı ve 26 Mart 1923 tarihli Hakimiyet-i Milliye
gazetesinde yayınlanan bir konuşmasından alınıştır. b.k.z., Turhan Feyzioğlu, “Atatürk ve Milliyetçilik”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, C:I, S:2 (Mart 1985), s:360
[36] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev: Metin Kıratlı, Ankara, 1996, s: 1-2
[37] İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, Ankara, 1966, s:7
[38] Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara, 1996, s:121
[39] Tarihi milliyetçilik için b.k.z., Bayram Kodaman, “Osmanlı Siyasî Tarihi (1876-1920)”, D.G.B.İ.T., C:12, s: 29
[40] Koçi Bey Risalesinde bu çok açık bir şekilde belirtilmiştir.b.k.z, Orhan Türkdoğan, “Halksız Demokrasi”,
T.D.A.V.T.D., Sayı:109, s:15-16
[41] Karagöz oyunlarındaki sevimsiz Baba Himmet tipi, Türk olarak adlandırılır. b.k.z., İlber Ortaylı,
İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, 1995, s:54 ; Ayrıca bir İstanbul Efendisi için Türk demek bir hakaret
anlamına gelmektedir. b.k.z., Lewis, a.g.e., s:1n
[42] Şüphesiz Osmanlı Devletinin yıkılışını da, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla zirveye ulaşacak Türk
milliyetçiliğinin tekrar dirilişini de bu şekilde tek bir sebebe bağlamak mümkün değildir. Ancak konumuz itibarıyla,
Fransız İhtilali sonucunda gelişen ve sistemli hale getirilen milliyetçilik ve milli devlet fikrini, bu iki hadisenin de
muharriki saymak kanaatimizce uygun olacaktır.
[43] Özellikle II. Meşrutiyet döneminde çoğalan “bu devlet nasıl kurtulur?” tartışması, ortaya bir takım görüşleri
çıkarmıştır. Genel olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük görüşleri üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalarda
Türkçülüğün mahiyeti biraz farklıdır. Zira Türkçülük ilk olarak ilmî bir tartışma konusu olarak belirmiştir. Tarık
Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, İstanbul, 1995, 167 vd.
[44] Milli mücadelenin ruhu
Download