Hamza Aksüt, Anadolu Alevîliğinin Sosyal ve Coğrafî Kökenleri, Ankara: Art Basın Yayın, 2002. Dr. Ahmet TAŞGIN Dicle Üniversitesi Öğretim Üyesi Türkiye’de Alevîlik araştırmalarının tarihi oldukça eskidir ve her geçen gün bu konudaki çalışmalar artarak devam etmektedir. Alevîliği konu alan çalışmalar, Türklerin eski inançlarından İslamlaşma sürecine ve Anadolu’ya gerçekleşen göçlere değin bir dizi konu etrafında ele almaktadır. Bu çalışmaların büyük çoğunluğu Alevîliği dini bir sistematik içerisinde ele alarak Sünnilik karşısında değerlendirmekte ve bugünden geçmişe ışık tutmaya çalışmaktadır. Oysa yürütülen bu çalışmalar arasında Alevîliğin sosyal ve coğrafik kökenleri üzerinde fazlaca durulmamaktadır. Özellikle Alevîlerin sosyal yapıları hususunda geçmişten günümüze yürütülen çalışmalar yok denecek kadar azdır. Hatta konunun bu minvalde ele alınmasının gerekliliğine dair geliştirilmiş teori de zayıf kalmıştır. Çünkü konu Türkmenlerin ve Alevîlerin sosyal yapıları arasında kurulacak ilişki ile bu teorinin güçlendirilmesi gerekmektedir. Fakat adı geçen hususların bir araya getirilmesi hem imkansız hem meşakkatli bir çalışmayı beraberinde getirdiği gibi her iki yapıya çok iyi nüfuz etmiş olmak gerekir. İşte Hamza Aksüt’ün çalışması bu konuda önemli bir adım atıldığını göstermektedir. Adı geçen yayında Horasan’dan Anadolu içlerine doğru göç eden Türklerin özellikle Oğuzların yerleştikleri hatta yayladıkları ve kışladıkları yerlerden yola çıkarak Anadolu Alevîliğinin burada şekillendiği üzerinde durmaktadır. Özellikle Cezire Bölgesini vatan tutan Oğuzların, bilahare Anadolu içlerine, daha sonraki yıllarda Balkanlara doğru hareket ettiğini ama ilk yerleştikleri yer olan Cezire bölgesinin bu topluluklar üzerinde kalıcı bir iz bıraktığını söylemektedir. Dini yapılarının da büyük oranda bu hareketli dönemde kazanıldığı ama esas sosyal yapının Oğuz boylarının yapısını taşıdığı gerçeğini vurgulamaktadır. Belki bunun görülememesinin nedenleri arasında Osmanlı Devleti ile Cezire bölgesinin Türkmen yurdu oluşunun sınırlarının konulması gösterilebilir. Ayrıca Osmanlı Devletinin göçer Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmesi hususundaki uygulamaları da bu hususun net olarak görülmesine mani olmaktadır. Oysa Oğuzlar Cezire Bölgesine yerleştiler Anadolu içlerinde yaylak ve kışlak tuttular ve bilahare Balkanlara kadar ulaştılar. Hamza Aksüt, kitabında ileri sürdüğü görüşlerini kitabının ikinci bölümü olan Malatya Tarihi örneğinde dile getirmektedir. Bu bölümde adeta köy köy Malatya’yı, Malatya’da yerleşik olan Alevîlerin bağlı bulundukları Ocakları ve bu Ocakların Türkmen aşiretleri arasındaki irtibatını kurmaktadır. Hatta Türkmen Aşiretlerinin yaylaklarını ve kışlaklarını da vererek Malatya çevresinde mevcut olan Alevî Ocakları ve Taliplerinden yola çıkarak yine bağlı bulundukları Türkmen Aşiretlerini aydınlatmaktadır. Oğuzların yirmi dört boyunun sosyal ve örgüt yapısından yola çıkan Hamza Aksüt, Alevî Ocakları ve Türkmen boyları arasındaki ilişki üzerinde durmaktadır. Buna göre Anadolu Alevî tarihinin Oğuzlarla başladığını ve Babalılar Ayaklanması diye bilinen olaydan da önce var olduğu üzerinde durmaktadır. Özellikle bu ayaklanmanın Anadolu Alevîleri Tarihinin yanlış algılanmasına hatta yanlış bir tarih inşa edildiğini de söyleyerek ayaklanmanın kahramanları etrafında Alevî Ocakları ve Türkmen Aşiretleri arasındaki bağlantıyı kurmaktadır. Öncelikle Türkmenlerin ayrılmış olduğu aşiretleri, boyları ve obaları birlikte hareket ettiklerini hatta burada bireysel hareketlerin öneminin olmadığını bu nedenle de Baba İlyas, Baba İshak, Dede Gargın, Hacı Bektaş gibi isimlerin şahıs ismi olmadığı ve bu isimlerin Oğuz boyları içerisindeki derviş obalarının adları olduklarını belirtmektedir. Hatta bunu örneklendirerek Eymür’ün İlyas, İshak obalarının bulunduğunu gerçekte Baba İlyas isminde bir şahıstan bahsedilmediğini İlyas obasının babasından bahsedildiğini ileri sürmektedir. Bütün bu iddialarını özellikle on altıncı yüzyıl Tahrir Defterlerine dayandırmakta ve daha önceki yüzyıllara ait kroniklere, menakıbnamelere ve Cezire Bölgesini konu alan çalışmalara dayanarak ileri sürmektedir. Hamza Aksüt’ün bu çalışması bu haliyle söylence de var olan on iki ocak meselesine on iki boydan hareketle ışık tuttuğu gibi ocaklar özellikle de Alevî Ocakları arasındaki Mürşit Ocakları, Pir Ocakları hatta Rehber ve Düşkün Ocakları arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkarmaya yarayacaktır. Çünkü Anadolu’da yerleşik olan Alevî topluluklarının hangi ocağa bağlı olduğu ile ocağı arasındaki ilişkiyi Türkmen aşiretlerine taşıyarak konuyu inanç farklılıklarından ayrı bir yere Türklerin Müslümanlaşma sürecindeki sosyal süreçleri ile açıklama imkanı sağlayacaktır. Bu çalışma üzerinde durulması, irdelenmesi, eleştirilmesi ve daha da önemlisi ileri düzeyde olgunlaştırılması için okunması gerekmektedir. Özellikle Türkmen aşiretleri ve Alevîlik arasındaki ilişkiden dolayı bu konularda kalem oynatan araştırmacılarının ilgilerine mazhar olmalıdır. Çalışma Anadolu Alevîliğinin yeniden farklı bir boyutta ele alınmasında önemli katkı sağlayacaktır.