YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE

advertisement
Kafkas Dernekleri Federasyonu
YOK OLMA TEHLİKESİ
ALTINDAKİ DİLLER
ve
ADIGE-ABHAZ
DİLLERİNİN KONUMU
Ankara, 2006
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve
ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
©Kafkas Dernekleri Federasyonu
Kapak ve Mizanpaj:
Behice Yeşilbağ
Baskı:
Yorum Matbaası
Kafkas Dernekleri Federasyonu (KAF FED)
Şenyuva Mahallesi, Kafkas Sokak, No: 60 Beştepe-ANKARA
Tel.: (0312) 222 85 89 – 223 51 59 Faks: (0312) 212 52 40
www.kafkasfederasyonu.org
kafkas@kafkasfederasyonu.org
Bu kitapta, 1 Temmuz 2006 tarihinde Ankara’da,
Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun organizasyonuyla gerçekleştirilen
“Yok Olma Tehlikesi Altındaki Diller ve Adıge-Abhaz Dillerinin Konumu” konulu uluslararası konferansta sunulan bildirilerin
tam metni yayınlanmıştır.
Söz konusu konferans, “Adıge –Abhaz Dillerinin Öğretimi İçin Altyapı Oluşturulması”
isimli Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu tarafından desteklenen proje kapsamında
gerçekleştirilmiştir.
Bu kitap, NART DERGİSİ’nin 50. sayısı ile birlikte,
okurlarına armağan olarak verilmiştir.
KAFKAS DERNEKLERİ FEDERASYONU
1 TEMMUZ 2006 – ANKARA
PROGRAM
Yok olma Tehlikesi Altındaki Diller ve Adıge-Abhaz Dillerinin Konumu Konferansı
09:30 – 10:00 Kayıtlar
10:00 – 10:30 Açılış konuşmaları
Cihan Candemir /Kafkas Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı
Petar Kovachev / Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu
1. Oturum
Oturum Başkanı: Şamil Jane
10:30 – 11:10 Kültürel çeşitlilik: Fırsat mı, tehdit mi?
Prof. Dr. Baskın Oran / Ankara Üniversitesi
11:10 – 11:50 Anadilin önemi nedir? Yaşatılmasında devletlerin sorumluluğu nelerdir?
Ahmet Sırrı Özbek / İstanbul Milletvekili
11:50 – 12:15 Soru ve cevaplar
12:15 – 13:15 Öğle yemeği
2. Oturum
Oturum Başkanı: Doç. Dr. Erden Ünlü
13:15 – 13:55 Dünyada yok olma tehlikesi altındaki diller, bu dilleri korumaya yönelik
politikalar, Adıge-Abhaz dillerinin durumu.
Dr. Viacheslav Chirikba / Leiden Üniversitesi
13:55 – 14:35 Bir dilin kayıtlarda yaşaması, Ubıhçanın yaşam öyküsü.
Prof. Dr. Sumru Özsoy / Boğaziçi Üniversitesi
14:35 – 15:00 Soru ve Cevaplar
15:00-15:30 Çay/ Kahve arası
3. Oturum
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayla Sevim
15:30 – 16:10 Avrupa Bağlamında Kafkas Dillerinin Zenginliği
Doç.Dr. Karina Vamling / Malmoe Üniversitesi
16:10 – 16:40 Yok olma tehlikesi altındaki diller ve STK’ların rolü
STK temsilcilerinin konuşmaları
16:40 – 17:00 Soru ve cevaplar
Yer: Dedeman Hotel
Büklüm Sok. No:1 Akay, Ankara
Açılış
Konuşması…
CİHAN CANDEMİR
Kafkas Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı
Sayın konuklar;
Yaz tatiline girdiğimiz bugün, kültürüne gönül vermiş bu kadar insanımızı bir
arada görmek beni çok mutlu etti. Bu sıcak yaz gününü bizimle paylaşmayı seçtiğiniz için hepinize teşekkür ediyor ve Kafkas Dernekleri Federasyonu adına hoş
geldiniz diyorum.
Bu konferans federasyonumuzun yürütmekte olduğu dil projesinin başlangıcıdır. Geçen yıl Avrupa Birliği’ne sunduğumuz dil projesi, 106 projenin içinden
seçilen 6 projeden bir tanesidir. Kaybolmakta olan dillerle ilgili yapmakta olduğumuz bu konferansın akabinde, önümüzdeki hafta, Adıge ve Abhaz dillerinde
derneklerimizde dil öğretecek eğiticilerin eğitildiği bir program başlatıyoruz. Kafkasya’dan gelecek hocalarımız, derneklerimizde materyalleri ile birlikte ders
verebilecek Adıge dilinde ve diğer lehçelerinde 25 kişi, Abhaz dilinde ve lehçelerinde 15 kişi olan öğretmenlerimize dil öğretecek.
Proje, hızla yok olan Adıge ve Abhaz dillerinin yaşatılması için çok önemli
gördüğümüz bir projedir. Biz bu proje ile her şeyin çözümleneceği ve dilimizin yok
olmasının önleneceği iddiasında değiliz. Ancak, bu dillerin yok olmaması için
atmakta olduğumuz bu ilk adımın sembolik öneminin de farkındayız.
Biliyorsunuz, Türkiye’de "Bir işe başlamak, bitirmenin yarısıdır" diye bir söz
var. Adıgecede de "Başlamayan işte yılan yatar" denir. Biz bütün bu zorluklara
rağmen bir ilki başlatmış olduk. Türkiye’de birçok insanın bu tür projelere kuşku
ile baktığını biliyoruz. Bazıları, ulus devlet düzeyini bölünmeye götürecek tehlikeli
çalışmalar olarak da görüyor. Ama şunu hatırlatmak istiyoruz ki, esas bölünme
5
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
nedeni toplumsal hoşgörüsüzlük, demokratik uygulamalardaki eksiklikler ve
baskıların var olmasıdır. Birbiriyle barışık, ekonomik çıkarların ortak olduğu toplumların bölündüğü tarihte görülmemiştir.
Ben kısaca, Adıge ve Abhaz dillerinin, yok olmakta olan diller arasındaki öneminden bahsetmek istiyorum. Değerli konuşmacılarımıza daha fazla zaman
vermek için sadece dillerimizin tarihi, kültürel ve sosyal yaşam açısından önemini çok kısa vurgulamakla yetineceğim. Adıge ve Abhazlar Kafkasya’dan, nüfuslarının yüzde doksanı oranında sürülmüş bir diaspora toplumu haline gelmişlerdir.
Dolayısıyla, Kafkas dilleri arasında en hızla yok olan diller Adıge ve Abhaz dilleridir. Adıge ve Abhaz dilleri, Aleksander Başmakov ve benzer bilim adamlarının
tespitleriyle, tarihin karanlıkta kalmış pek çok tarafını aydınlığa çıkartacak anahtar Kafkas dillerinin en yaygın olanlarıdır. Bugün eski Anadolu medeniyetlerinden
miras kalmış yazıtların, doğru okunduğunda, hiçbir eğitim almamış, ancak bu
dilleri bilen insanlarımız tarafından anlaşılabildiğini görüyoruz. Anadolu’nun kültür mirasının korunması, bu dillerin yaşaması ve yaşatılması ile mümkündür.
Dilin diğer bir önemli yanı da, toplumdaki kültür karakter ve sosyal ilişkileri
belirlemesidir. Binlerce yılda oluşan dil ile beraber sosyal yaşamı düzenleyen
töreler, bunları yaşatan masallar, destanlar, atasözleri dille birlikte oluşuyor. Bir
dilin yok oluşu, bu binlerce yıllık kazanımların yok olması anlamına geliyor. Toplumsal yozlaşma dediğimiz olgu da, dilin ölümüyle beraber ortaya çıkıyor. Bugün
20. yüzyılın en önemli sorunlarından birisi de insanlık değerlerinin yok olmasıdır.
Her alanda kalitenin ön plana çıktığı modern ve global dünyamızda, göz ardı
edilen unsur haline gelmiştir insan kalitesi. Ancak yakın gelecekte ben, insan
kalitesinin toplumların dünya projesi haline gelmesi gerektiğine inanıyorum. Bir
toplum düşününüz ki, insan onurunu yüksek tutan, büyüğe saygının, küçüğe
sevginin ön planda olduğu, kadının eşit ve pozitif konumda olduğu ve herhangi
bir şekilde tacize uğramadığı, boşanmaların en az olduğu, hırsızlık, uyuşturucu
kullanımı gibi toplumsal hastalıkların hemen hemen hiç olmadığı, buna karşılık
toplumsal dayanışma, temizlik gibi pozitif kavramların en üst düzeyde olduğu bir
toplum. İşte Kafkas toplumunun xabzesi, yani yaşam felsefesi toplumumuzda
bugüne kadar tüm bu artı değerleri ile direnç sağladı. Bunu sağlarken de ana
dillerimizle xabzemizle beraber bugünlere taşıdık. Bugün korumak için çalıştığımız Adıge-Abhaz dillerinin ölümü ile hepimiz, kaliteli insan yetiştiren tümden
norm standartlarımızı, yani xabzemizi de yitirmiş olacağız. Böyle bir kayba aklı
başında hiçbir Türk vatandaşının veya dünya vatandaşının müsaade etmeyeceğini düşünüyorum. Bugün başlattığımız çalışmaların sonucunun, ancak toplumsal duyarlılıkla, katılımcı yaklaşımla, hatta devlet destekleriyle mümkün olabileceğini vurgulamak istiyorum. Çünkü toplumsal katılım olmadan, ailede çocuklara
eğitim imkanı verilmeden bunun, televizyon imkanlarıyla, bazı yayın imkanlarıyla
desteklenmeden yaşaması mümkün olmayacaktır. Sadece dil kursları, dilin yaşatılması için yeterli olmayacaktır.
Ben sözlerime son verirken, kültür zenginliklerini paylaşıp, birlikte yaşattığımız sevgi ve kardeşlik dolu, barışın egemen olduğu bir Türkiye'yi, Kafkasya'yı ve
dünyayı diliyorum. Katıldığınız için de hepinize saygı, sevgi ve teşekkürlerimi bir
kez daha iletiyorum
6
Açılış
Konuşması…
PETAR DİMİTROV KOVACHEV
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu
Demokrasi ve İnsan Hakları Birimi Yöneticisi,
Teşekkürler sayın toplantı yöneticisi, sevgili Candemir bey,
saygıdeğer misafirler, bayanlar ve baylar;
Bu konferansta sunum yapıyor olmak bana büyük mutluluk veriyor, zira ben
de çoğunuz gibi dilbilimi eğitimi aldım. Türkiye pek çok farklı ve zengin kültüre ev
sahipliği yapmaktadır. Bir asırdan daha uzun bir süredir de Kafkas kültürü bunlar arasında özel bir yer teşkil etmektedir. Çok üzücüdür ki, Kafkas dillerinin
kökeni olarak bilinen Ubıh dilini konuşan son kişinin, 1992'de ölümü ile tehlike
altında olan bir dil daha yeryüzünden silinmiştir.
Dil, kültürün en ayırt edici özelliklerinden biri olarak kabul edilir ki, bu da dil
ile kültürel haklar arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu gösterir. Dil, sadece ne anlatmak istediğimiz ile alakalı değildir. Aynı zamanda kim olduğumuz
ile de alakalıdır. Küreselleşmenin yükselen hızı bazı dilleri tehlikeye atmış, bunun sonucunda dünyanın kültürel mirasını ve bunun gereği olarak kendi dilimizi
ve kültürel kimliklerimizi korumamız gerektiğini fark etmemize sebep olmuştur.
Ancak, bugün burada konuşuyor olmamın sebebi bu değil. Bugün burada
olmamın sebebi bu konferansın, Kafkas Dernekleri Federasyonu tarafından
hazırlanan ve Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Girişimi altında, Avrupa
Komisyonu Türkiye Delegasyonu tarafından finanse edilen bir projenin, “Türkiye'de Adıge ve Abhaz dillerinin eğitimi için altyapı oluşturulması” projesinin bir
parçası olarak organize edilmiş olmasıdır.
7
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
*Bildiğiniz üzere, Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Girişimi (DİHAG),
1994 yılında Avrupa Birliği'nin demokrasi ve insan hakları konularındaki hedeflerini desteklemek, genişletmek amacıyla kuruldu. Dünya çapında insan hakları,
demokrasi ve çatışma önleme çalışmaları için, yaklaşık 100 milyon Avro'luk bir
yıllık bütçeye sahiptir.
Türkiye, 2002 yılından itibaren, hem Brüksel tarafından yönetilen makro
projeler, hem de Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu tarafından yönetilen mikro
projeler için, yıllık 2 milyon Avro gibi bir bütçeyle odak ülke haline gelmiştir.
DİHAG tarafından, yıllık yaklaşık 500,000 Avro bu mikro projeler için Türkiye'ye
ayrılmaktadır. Buradaki amaç, sivil toplum kuruluşlarının hareketlerine destek
olarak demokratik yapının güçlenmesine katkıda bulunmaktır.
Bugüne kadar ifade özgürlüğünden, bireylerin adalet sistemine erişimine,
işkence ve kötü muameleyle mücadeleye, kültürel çeşitliliği korumaya kadar pek
çok farklı konuda, 50 kadar küçük projeye destek verilmiştir.
Avrupa Komisyonu (AK), Türkiye'deki sivil toplumun gelişimi için ciddi yükümlülük almış durumdadır. Sivil toplumun güçlendirilmesi, böylece STK’ların
taraf tutmak, bilinç arttırmak ve sorunları çözmek için olaylara müdahale yeteneklerinin ve kapasitelerinin arttırılması, bu sürecin sağlamlaştırılması için vazgeçilmezdir. Sivil toplum kuruluşları, demokratik reformların başlatıcıları olabilirler. Ancak onlar olmadan reformların tam anlamıyla hayata geçirilmesi de mümkün değildir.
Bundan dolayı AK, Kopenhag siyasi kriterlerinin uygulanması ve Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne kabulünde STK’ların rolüne büyük önem vermektedir. DİHAG bu
hedefe ulaşmada bugüne kadar ana araçlardan biri olmuştur.
Türkiye, 1999 Helsinki Avrupa Konseyi'nde üyelik perspektifine girdiğinden
beri, demokrasinin teminatı olan kurumların devamlılığı, yasaların çerçevesi,
insan hakları ve azınlıkların korunmasını da içeren Kopenhag siyasi kriterlerine
uyumda, dikkate değer bir aşama kaydetmiştir.
Bugün konuşulan konular açısından özellikle önemli olan kısım, kültürel
hakların korunması ve geliştirilmesi konusundaki kazanımlardır. Türkiye Cumhuriyeti 2003 yılında, bazı kısıtlamalarla da olsa özel eğitim kurumlarında Türkçeden başka dillerin öğretilmesine ve Türk vatandaşlarının günlük hayatta kullandığı Türkçeden başka dil ve lehçelerde yayına izin vermiştir.
Bu olumlu gelişmelere rağmen, bunların yasalaşmasından iki yıl sonra, yapılması gereken daha çok iş bulunmaktadır. Örneğin; kültürün korunmasında en
önemli unsur olan çocuklara yönelik yayınlarda, çok katı sınırlamalar bulunmaktadır.
Türkçe dışındaki dillerin öğretilmesi konusuna gelirsek, Avrupa Konseyi Irkçılık ve Ayrımcılık Karşıtı Avrupa Komisyonu, 2005 yılı Türkiye raporunda, Türk
yetkilileri devlet okullarında anadil olarak Türkçe dışında dilleri öğretme konusundaki anayasal engeli kaldırma konusunda yüreklendirmeye çalışmıştır. Rapor
8
aynı zamanda, anadili Türkçe olmayan çocuklar için yeterli hazırlığın sağlanmasının da önemine dikkat çekmektedir.
Bütün bu gelişmelere bakıldığında ve STK’lar ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin işbirliğinin önemi düşünüldüğünde, Kafkas Dernekleri Federasyonu'nun
projesi çok yerinde ve zamanında olmuştur. Adıge ve Abhaz dillerinin özel dil
kurslarında öğretilmesi için gerekli altyapıyı hazırlama amacında olan bu proje,
ileride yapılacaklar için de takip edilecek bir örnek teşkil edecektir.
Bu çalışmaya tüm başarı dileklerimi sunuyorum. Umuyorum ki, gerekli olan
geniş desteği bulacak ve şu andaki çerçevesinin de ötesine geçecektir. İnanıyorum ki, izleyen görüşmeler bunun nasıl olabileceğini gösterecektir. Sizlere verimli
bir görüşme diliyor ve bu organizasyonda emeği geçen Kafkas Dernekleri Federasyonu'na teşekkürlerimi sunuyorum. Projelerinin hem Kafkas toplumuna, hem
de Türkiye'ye sağlayacağı kazançları görmek için heyecanla bekliyorum
9
Kültürel Çeşitlilik
Bir Fırsat mı,
Tehdit mi?
Prof. Dr. BASKIN ORAN
Ankara Ünv. Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Konuşmamı üç bölümde yapacağım. Birincisi dünyada kültürel çeşitlilik ve
devlet düzeni arasındaki ilişkiler. İkincisi onun içine oturacak Türkiye’nin durumu, üçüncüsü ise onun da içine oturacak Çerkesler’in durumu.
Alt kimlik üst kimlik kavramları, 2004 yılından bu yana hayatımıza giren son
derece basit kavramlardır. Biz bunları her gün yaşıyoruz, fakat ismini koymadığımız için anlamakta bocalıyoruz, ya da daha kötüsü kavga ediyoruz. Alt kimlik,
çok basit olarak bir insanın içinde doğduğu etnik ve/veya dinsel grubun kimliğidir. Kişi tabî ki kimliğini değiştirebilir. Akıl bali olduktan sonra. Üst kimlik, o milleti ve devleti bir arada tutabilmek için devletin vatandaşa empoze ettiği kimliğidir.
Alt ve üst kimlik arasında çok ciddi ve yakın ilişkiler vardır.
Üç tane olasılık akla geliyor:
Bireyin alt kimliği ile devletin bireye vermek istediği üst kimlik arasındaki
ilişkiler açısından. Bunlardan ikisi daha çok teoriktir, üçüncüsü ise görülen, pratik bir olaydır. Birincide birey, devletin kendisine verdiği üst kimliği reddeder. Bu
durumda ciddi travmalar yaşanabilir, bireyin mensup olduğu grup ayrılabilir veyahut da yok edilebilir. Bu az rastlanan bir sonuçtur.
İkinci olasılıkta, birey kendi alt kimliğini unutur, devletin kendisine verdiği
üst kimliği sorgulamadan kabul eder. Bunun adı teoride ‘gönüllü asimilasyon’dur. Fakat, bu da artık zamanımızda az görülen bir olaydır.
Üçüncü olasılık en fazla görülen olasılıktır. Burada birey devletin verdiği üst
kimliği kabul eder devletle çatışmaz ve devletin de kendi alt kimliğini tanımasını,
saygı duymasını ve gereklerini yapmasını bekler. Bu durumda çatışma mı olacağı, yoksa barış mı olacağı devlete bağlıdır. Top devlettedir. Eğer devlet kendi üst
11
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
kimliğinin kabul edildiğini görüp karşısındaki grup veya vatandaşın alt kimliğine
saygı gösterirse barış olur. Eğer benim üst kimliğimi kabul edip ondan sonra
hiçbir şey söylemeyeceksin derse çatışma olur. Yalnız burada şöyle bir not eklemek gerekir; devlet ileri sürdüğü üst kimliği öyle bir biçimde ileri sürmelidir ki
birey ve grup tarafından kabul edilebilir bir kimlik olsun. Burada da olay şudur;
bu üst kimlik ülkedeki etnik veya dinsel kimliklerden hiçbiriyle özdeş olmayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 72 millet vardı. Türk, Kürt, Gürcü, Çerkes, Ermeni, Rum, Süryani ne ararsanız var. Ve üst kimlik bunların adının hiç biri değildi.
Neydi Osmanlı’dır. Dolayısıyla bir sorun çıkmıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan
Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş yapılınca bu 72 millet, gayri Müslimler sayıca çok
azalmak şartıyla 1/3’ten 700’de bire azalmak şartıyla aynı kaldılar. Türk, Kürt,
Ermeni, Çerkes vs. aynı kaldılar. Fakat üst kimlik Türk olarak belirlendiği için bu
alt kimliklerin en güçlüsünün adıyla özdeşleşti. İşte bu, ikinci en güçlü alt kimlik
olan Kürt alt kimliğiyle çatışma çıkardı. Sadece bununla kalmadı, artık ulus devlet dönüşüme uğramaya başlayınca Kürtlerden başka alt kimliklerde kendi alt
kimliklerinin saygı görmediğini fark etmeye ve onu istemeye başladılar.
Bu iki kavramın imparatorluk ve ulus devletteki karşılıklı durumlarına bir göz
atmak istiyorum. Kültürel çeşitlilik ve devlet düzeni imparatorluklarda çok büyük
ölçüde vardır. Çok doğaldır ve şarttır. Neden kültürel çeşitlilik şarttır, en basitinden haberleşme ve ulaşım araçlarının gelişmemiş oluşundan kaynaklanıyor.
İmparatorluklarda hiçbir şekilde insanların dinine, diline, giydiğine, yediğine
karışılmaz. İmparatorlukların da devamı zaten bu kültürel çeşitliliğe saygıdan
geçer. İmparatorluklarda bir tek kural vardır; imparatora itaat. Ulus devlet bunun
tam tersi bir model olarak ortaya çıkar. Ulus devletlerde kültürel çeşitlilik istenmez, çünkü ulus devletin tanımı buna engeldir. Ulus devlet, ulusunun tek bir
etnik gruptan olduğunu iddia eden devletin adıdır. Ulus devlet, kendini tek bir
etnik gruptan oluşuyor saydığı için, o etnik grup dışındaki etnik grupları tanımaz
ve tanımadığı için de onları özelliklerini tanımaz. Bu nedenden dolayı ulus devletin içinde iki tane olay olabilir. Ya ulus devlet kendi etnik grubunun dışındakileri
asimile eder ya da kavga çıkar. İmparatorluklar tarihin belirli dönemlerinde kaçınılmaz olarak ulus devletlere dönüşmüştür. Bu önce Batı’da başlayarak dünyanın diğer yerlerinde yaygınlaştı.
Bunun temel nedeni burjuvazi diye bir sınıfın ortaya çıkmasıdır. Ve o burjuvazi sadece kendisinin hakim olabileceği başka burjuvazilerin oraya mal satarak
veya başka nedenlerle müdahale edemeyeceği ulusal ekonomik pazar kurmak
istiyordu. Bu nedenle imparatorluklar ekonomik açıdan sürdürülebilir olmaktan
çıktılar ve ulus devletlere dönüştüler. İşte bugün de öyle bir tarih dilimini idrak
etmek durumundayız ki, balık suyun içinde olduğu zaman o suyu bilmez. Suyu
dışardan bakanlar bilir. Biz bugün geriye baktığımız zaman imparatorlukların
ulus devletlere dönüştüğünü görüyoruz ama şu anda yaşadığımız olan ulus devletlerin dönüşüme uğramasını tam olarak göremiyoruz. Bugün ulus devlet de
dönüşüyor. Söylediğimiz sebeplerden ya da tam tersi sebeplerden de dönüşüyor.
Bugün burjuvaziler milli değil uluslararasıdır. Paranın ne dini var, ne mezhebi ne
milliyeti var. Dolayısıyla artık burjuvazinin kurduğu o milli Pazar yerini bir dünya
pazarına bırakıyor. Sosyo ekonomik değişiklikler kültürel değişikliklere yansıdığı
için artık ulus devletin tek bir etnik grubun kültürel kimliğini empoze etme olayı
12
da yavaş yavaş sona eriyor. Biz şimdi bunu yaşıyoruz. Dünyadaki bu ortama
Türkiye’yi de oturtmak lazım. Türkiye’de biz bu güne kadar iki tane yukardan
devrim yaşadık, biri 1930’larda diğeri de 2000’li yıllarda. Biz 1930’lu yıllardaki
yukardan devrimi biliyoruz, fakat şu andaki devrimi yaşadığımızı henüz idrak
edememiş olanlarımız olabilir.
Yukardan devrim nedir onu açıklayayım; aşağıdan devrim bir ekonomik,
sosyo-ekonomik devrimdir. Yukardan devrim, sınıfların gelişmediği toplumlarda,
devleti ele geçiren aydınların kanunları değiştirerek düzeni değiştirme ve
reforme etme çabasıdır. Türkiye bunu 1920’li yıllarda gerçekleştirdi ve biz bu
birinci modernleştirme dalgasına Kemalizm diyoruz. Kemalizm, 20’li yıllarda
Türkiye’yi çağdaşlaştırmak açısından için çok önemli şeyler yaptı. Bir kere yarı
feodal olan bir imparatorluğu çok daha gelişmiş bir devlet, toplum biçimi olan
ulus devlete dönüştürdü. Sultan’ın ‘tebaası’nı çok daha gelişmiş bir kavram olan
‘vatandaş’a çevirdi. Osmanlı üst kimliğini Türk üst kimliğine dönüştürdü. Fakat
bizim şu anda içinde yaşamakta olduğumuz dönüşüm, ikinci bir yukarıdan modernleştirme dalgası yaratmış bulunmaktadır. Onun adı da ‘AB uyum paketleri’
oluyor. Ekim 2001’de başlayan hızlı modernleştirmenin yarattığı tepkinin de
dahil olduğu bir takım tepkiler nedeniyle, Ekim 2004’te sona erdiği anlaşılan bu
ikinci modernleştirme dalgası feodal imparatorluktan ulus devlete dönüştürülmüş olan Türkiye’yi bir ulus devletten demokratik devlete dönüştürmeye çalışıyor. Bütün alt kimliklerin tanındığı, ikinci aşamada saygı gördüğü, üçüncü aşamada da bu saygının gereklerinin devlet tarafından yapıldığı bir demokratik devlete dönüştürülmeye çalışılıyor.
Kemalist devrim “teba”yı “vatandaş”a dönüştürmüştür, fakat o vatandaşın o
günkü ortamda alt kimliğini tanımadığı için o bir mecburi vatandaştı. Yeni devrim, o mecburi vatandaşın alt kimliğini tanıyarak gönüllü vatandaşa dönüştürüyor. Osmanlı’dan Türk’e geçilmişti, bunun sonucu olarak ikinci devrim Türkiye’ye
geçmeye çalışıyor. Çünkü, devletler ve milletler, iki yöntemle kurulurlar. Kan
yöntemi ve toprak yöntemi. Kan yöntemi gerçekten tek bir etnik gruptan oluşan
ve dünyada sayıları bir elin beş parmağını geçmeyen ülkelerde uygulanabilir.
Mesela Portekiz, İzlanda… Toprak yöntemine Fransız veya Teritoriyal yöntem
denir. Bu yöntemde belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlar önemlidir.
O insanların etnik veya dinsel mensubiyeti önemli değildir. Ve o etnik veya dinsel
mensubiyetlerden hiçbir tanesi, o devletin ve o ulusun kuruluşunda ismini vermez. O devletin, milletin ismini kim verir; o toprak parçası verir. Mısır, İran, Amerika, Irak, Suriye, Ürdün buna örnek gösterilebilir. İkinci dalga Türk biçimindeki
üst kimliği, Türk aynı zamanda dominant bir alt kimliği ifade ettiği için Türkiyeliye
dönüştürmeye çalışıyor. Ve böylece Türkiye’de yaşayan Türkler başta olmak
üzere, bütün alt kimlikleri kucaklamaya çalışıyorlar. Şu anda yaşadığımız budur.
Yaratılmak istenen kültürel çeşitlilik fırsat mıdır, tehdit midir? Buna Sarkaç Teorisi’ne temas ederek değinmek çok kolay. Her ülkede bir sarkaç vardır. Bu sarkaç iki tarafa doğru sallanır. Taraflardan biri kültürel çeşitlilik, insan hakları,
azınlık hakları odağıdır, öteki odakta milli güvenlik devleti odağıdır. Eğer bu sarkaç, milli güvenlik devleti odağına doğru sallanırsa, kültürel çeşitliliği ve insan
haklarını unutabilirsiniz. Fakat bu sarkaç, insan hakları ve kültürel çeşitliliğe
doğru sallandığı zaman, milli güvenlik devleti yok olmak bir yana kuvvetlenir.
13
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Mecburi vatandaşlardan oluşan devlet, sağlam bir devlet değildir, milli güvenliği
yoktur. Çünkü 72 milyon insanın başına 72 milyon süngülü asker dikemezsiniz.
Ama onun kültürel çeşitliliğine ve kültürel alt kimliğine saygı göstererek, onu
mecburi vatandaştan gönüllü vatandaşa dönüştürebilirseniz, askere ihtiyaç yoktur. Teorik çerçeve bu, teorik çerçevenin içine Çerkesler’i oturtalım. Dönüşümler
kolay şeyler değildir. Sıkıntı, ızdırap ve sancı doludur.
Unutmayınız ki, en mutlu olay olan doğum bile sancılıdır. Biz şu anda demokratik devleti doğuran bir Türkiye’den bahsediyoruz. Bu sancıların bir geneli
var, bir de özeli var. Sancıların geneli; ‘demokrasi gelirse bölünürüz’ iddiası,
ikinci olarak bazı etnik ve dinsel gruplarda kimi eğilimler var. Bazı gruplar teröre
başvurur. Bunun hiçbir çıkar yol olmadığı kesin. Bazı gruplar bu dönüşüm içinde,
“biz kesinlikle azınlık değiliz, tam tersine asli unsuruz” diyerek ortaya çıkıyor.
Bazı gruplarda “biz çoğunluğuz” diye ortaya çıkıyorlar. Çerkesler’e baktığımızda,
bunları görmüyoruz. Bu genel özellikleri de özel özellikleri de görmüyoruz.
Çerkesler’i teorik olarak anlatmak gerekiyor. Bir ülkedeki insanlar ikiye ayrılır.
Otokton olanlar ve olmayanlar. Otokton olanlar, o devletin ilk kurulduğunda bu
topraklarda yaşayan insanlardır. Tabi devlet derken, 1923 değil, 1299’dan bahsediyoruz, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğu için.
Dolayısıyla 1299’dan önce bu topraklarda yaşayanlar otoktondur, 1299’dan
sonra bu topraklara gelenler otokton değildir, göçmendir. Kimliklerini korumakta
kıskanç davrananlar otoktondur, kıskanç davranmayanlar, asimile olmaya hazır
olanlar otokton değil, göçmendir. Otokton olanlar; Araplar, Kürtler, Ermeniler ve
Rumlar. Göçmenler genellikle ikiye ayrılır; Balkanlardan gelenler ve Kafkaslardan
gelenler. Balkanlardan gelenler kimliklerini korumaya fazla meraklı değiller fakat
Kafkaslardan gelenler kimliklerini korumaya meraklılar.
Çerkesler bugüne kadar teröre hiçbir zaman başvurmadılar. Terör kavramına en yakın geldikleri nokta, Avrasya Feribotu’nun kaçırılması olayında bazı
Çerkesler’in sempatik davranışıydı. Fakat burada da Çerkesler’in resmi olan
kuruluşları ve yayınları buna iştirak etmediler. Bu olayın devlet tarafından adeta
teşvik edilir gibi karşılanmasından sonra devamı niteliğinde Swiss Otel baskınından sonra da, bu tabiri sizler kullanır mısınız bilemem Çerkeslerin sıdkı sıyrıldı
uzaklaştılar. “Asli ve kurucu unsuruz “ iddiasını Çerkesler hiçbir zaman ileri sürmediler. Çünkü işin başında şu gerçeği yakaladılar; dünyada her şey
dikotomiktir. Yani her şey, düşman ikizler halinde yürür. Soğuğu bilmiyorsanız
sıcağı size anlatamam, geceyi görmediyseniz gündüzü bilemezsiniz, iyi kavramını
bilmiyorsanız kötü kavramını da bilmiyorsunuzdur. Her şey kendi zıttı ile vardır.
Onun için insanlar ve devletler düşman yaratmaya büyük önem gösterirler. Özellikle iç düşman yaratmaya büyük özen gösterirler ki güçlenmeye imkanları olsun.
Çerkesler bu gerçeği anladılar. “Asli ve kurucu unsurum” dediği anda bir grup,
şunu demektedir; asli olmayan tali ve kurucu olmayan ikinci derecede unsurlar
da vardır bu memlekette. Bazı gruplar, “biz azınlık değiliz, biz çoğunluğuz” dediler, sanki Azınlık Raporu’nda onlara ‘azınlık’ denmiş gibi. “Biz çoğunluğuz” demek, gönüllü asimilasyondur. Gönüllü asimilasyon genellikle göçmen unsurların,
o ülkede daha iyi karşılanabilmek ve o ülkede daha rahat yaşayabilmek için
seçtikleri yöntemdir. Çerkesler bunu yapmadılar, “biz çoğunluğuz” demediler.
Oysa devletle bir çatışmaları olmamıştır, Müslümanlardı ki bu çok önemli bir
14
unsur. Kürtlerin büyük çoğunluğu Sünni Müslüman olmasaydı işimiz zordu. “Biz
çoğunluğuz, çoğunluğun içinde erimek istiyoruz” dememelerinin sebebi; Balkan
göçmenleri ile Kafkas göçmenleri arasındaki farktan doğuyor. Balkan göçmenlerinin aksine, Kafkas göçmenleri hiçbir zaman Osmanlı egemenliğinde yaşamadılar. Osmanlılarla temasları oldu, Çerkesler gerek 1768–74, gerekse 1887–91
Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Osmanlı ordularıyla işbirliği yaparak kendilerinin Rus
etkisinden kurtarmak için çalıştılar. Ama burada Osmanlılar Çerkesler’den değil
Çerkesler Osmanlılardan yararlandığı gibi bir yorum yapılırsa da yanlış olmaz.
Dolayısıyla, Osmanlı’nın etkisi altında olan Balkan göçmenleri gibi Osmanlı’nın
etkisi altında olmayan bir halktan bahsediyoruz Kafkas halklarından bahsedince.
Balkan göçmenlerinin aksine ki onlar Osmanlı “sıcak bir suya konulan kumaşın
çekmesi gibi” artık imparatorlukların ulus devlete dönüştüğü bir dönemde, yavaş
yavaş geriye çekilmeye başladığı zaman arkasından mümkün olduğu kadar azınlıklarını da geriye çekmeye çalışan bir Osmanlı’dan bahsediyoruz. Bu nedenle
Türkiye’ye geldiler. Osmanlı ile birlikte geldiler.
Fakat Kafkas halkları, bu şekilde gelmediler. Kafkas halkları Rusya ile mücadele sonucu oradan atıldılar ve buraya geldiler. Gelirken de Balkanlar’dan
gelenler bir felaket sonucu geldikleri için bir karmaşa içinde geldiler. Ve onlar
büyük ölçüde aşiret yapısın tasfiye etmişlerdi. Bireyler olarak geldiler. Halbuki
Kafkaslar aşiret ve hiyerarşi yapısını koruyarak geldiler. Bu birinci gelenlerin
kültürel kimliklerini gönüllü olarak asimile etmelerine “Ben Türküm” demelerine
yol açtı. Kafkas halklarının ise böyle bir yola gitmemelerine, kendi kimliklerine
sahip çıkmalarına yol açtı. Son olarak Kafkas halkları Çerkesler özellikle Kurtuluş Savaşı’na çok ciddi katkılarda bulundular. İşte bütün bu nedenlerden ötürü,
değişen dönüşen Türkiye içinde Kafkaslar belli bir noktaya kadar sessiz kaldılar,
ama o acı bir sessizlikti. Kendi çocuklarına kendi dillerini öğretememenin getirdiği ezikliğin bir iç sesiydi, 2004 Ekiminden sonra Türkiye bazı kavramları öğrenmeye başlayınca Çerkesler’de de zaten yaşamak için titredikleri bu Rönesans’ı terör biçiminde değil de konferanslar biçiminde ortaya koyma olgusu ortaya çıktı ve bu konferans ta bundan ibarettir. Son olarak belki de Çerkesler’in de
farkında olmadığı bir şey söylemek istiyorum. Şu anda Çerkesler alt kimliklerini
ileri sürerek Türkiye’ye çok büyük bir iyilik yapıyorlar. Çünkü kimliğini, hiyerarşik
yapısını bu ortamda korumayı başarmış bir kitle, kendi kimliğini ileri sürdüğü
zaman büyük ikili çatışmayı sulandırıyor. Bunun farkında mısınız bilmiyorum ama
Türk- Kürt çatışmasını sulandırıyorsunuz. Eğer sizler, Lazlar, Ermeniler alt kimliklerini ileri sürmemiş olsaydınız ortada iki tane büyük grup çatışmacı olarak kalacaktı. Ve bunlar kafa kafaya tokuşacaktı. Şimdi sizin ileri sürdüğünüz şey aynen
mafsaldaki yağ gibi kıkırdak gibi, bu iki büyük milliyetçilik iddiasını kafa kafaya
tokuşmayı önleyen bir kıkırdak oluşturuyor. Ermenilerin, Lazların ve Çerkesler’in
alt kimliklerini ortaya koyması Türkiye’nin bu dönüşümde yumuşak bir iniş yapmasını sağlıyor. Bunun için Türkiye size büyük bir teşekkür borçludur, siz farkında değilsiniz.
15
Anadilin önemi nedir?
Yaşatılmasında
devletlerin
sorumluluğu nelerdir?
AHMET SIRRI ÖZBEK
CHP İstanbul Milletvekili
Sayın Başkan, Değerli Konuklar,
Bu kadar önemli ve önemli olduğu kadar da hassas bir konuda, kendi alanlarında çok önemli bilim adamlarının katıldığı böyle bir konferansı düzenleyen,
davetleriyle beni onurlandıran Kafkas Dernekleri Federasyonu’nun değerli başkanı Sayın Cihan Candemir ve yönetim kurulu üyelerine teşekkür ediyorum.
Bu cesaretli girişimlerinden dolayı kendilerini kutluyorum.
Bu konferansa katılan değerli bilim adamlarını, değerli basın mensuplarını
ve tüm katılımcıları saygıyla selamlıyorum.
Değerli dinleyenler;
Ben bu konferansta, “Anadilin önemi ve yaşatılmasında devletlerin sorumluluğu nedir?” konusu üzerinde duracağım.
Konuşmamda bu iki konuyu mümkün olduğu kadar bir arada ele alacağım.
Ayrıca konuşmamda “azınlık” terimini sık sık kullanacağım. Çünkü tüm uluslararası antlaşma ve sözleşmelerde bu terim ulusal, etnik, dilsel, dinsel ve kültürel farklılıklar içeren topluluklar için kullanılmaktadır. Bizim devletimizin Lozan
Antlaşması kapsamındaki azınlık kavramı, bugünkü kavram karşısında daha dar
kalmaktadır. Lozan Antlaşması’ndaki "azınlık" kavramı sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Rum, Ermeni ve Yahudileri kapsamaktadır. Bu ayrıntının göz
ardı edilmemesi, konuşmayı daha anlaşılır kılacaktır.
Değerli dinleyenler,
Anadili, "insanın çocukken anasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu
topluluktan öğrendiği dil" olarak tarif ediliyor Türk Dil Kurumu'nun hazırladığı
Türkçe sözlükte.
17
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı örnekleriyle Türkçe sözlükte de, "insanın
çocukken anasından, evindekilerden ve bağlı olduğu milletinden öğrendiği dil"
olarak tarif ediliyor anadili ve örnek olarak da Ali Fuat Başgil'in "Her şeyden evvel
anadilini iyi konuşmayı ve iyi yazmayı öğren! İnsan için en faydalı olanı kendi
anadilidir" özdeyişini yazıyor.
Axis ansiklopedik sözlükte anadili, bir kimsenin annesinden, ailesinden veya
bağlı olduğu topluluktan duyarak öğrendiği, duygu, düşünce ve isteklerini en iyi
biçimde anlatabildiği dil olarak tanımlanmış.
Meydan Larousse ise, insanın doğduğu evin memleketin ve soyca bağlı olduğu topluluğun dili olarak tanımlıyor anadili.
Bütün bu tanımlar insanların çocukluklarından itibaren öğrendikleri, kendi
ailesinin yanında bağlı oldukları toplulukların da konuştuğu dilde öğrenmeleri,
öğrendiklerini ifade etmeleri, daha kolay ve daha anlamlı bulunmaktadır.
En iyi eğitim ve öğretimin, anadilinde yapılan eğitim ve öğretim olduğu bilimsel bir gerçekliliktir.
Değerli dinleyenler,
Dilin nabzı besbelli genç kuşakta atar. Diller evde ana, baba ya da bakımı
üstlenen başkaları tarafından çocuklara doğal yollarla aktarılmaktan çıktıklarında tehlikededirler.
Öyleyse anahtar soru şudur:
Bugün konuşulmakta olan dillerin kaç tanesi küçük çocuklara öğretilemez
veyahut öğretilmez olmuştur?
Değerli konuklar;
Dil çeşitliliği, kültür çeşitliliğinin göstergesidir.
Diller, bütün insanların birikmiş bilgeliğinden oluşan zengin bir kaynak yaratmaktadırlar.
Her dilin dünyaya açılan kendi penceresi vardır.
Her dil yaşayan bir müzedir, taşıyıcısı olduğu her kültür için anıttır.
Dillerin önemini belirten bu tür cümleleri daha şiirsel ifadelerle çoğaltabiliriz.
Öyleyse bütün dünya, toplumlar ve o toplumları oluşturan bireyler için bu
denli önemli olan diller, neden ve nasıl yok oluyorlar? Diller neden ölüyorlar? Dil
ölümü, kültürel ölümü de beraberinde getirdiğine göre, buna uygar dünya seyirci
mi kalacaktır?
Değerli dinleyenler;
Dil, kendi kendini hayatta tutan bir varlık değildir.
Ancak, konuşulup aktarılabilecek bir topluluk varsa dil var olabilir.
İnsan topluluğuysa, ancak insanların içerisinde barınabilecekleri, yaşanır bir
çevre ve geçimlerini sağlayabilecekleri araçları varsa, var olabilirler.
Toplulukların esenlikte olmadıkları, barınamadıkları ve geçinemedikleri yerlerde dilleri tehlikededir.
Devletlerin sorumluluğu, toplulukları esenlik içerisinde yaşatmak olmalıdır.
Acaba bu oluyor mu?
Bu sorunun cevabı için geçmişe baktığımızda, maalesef dil ve kültürler için
iyi şeyler söylemek mümkün değildir.
Amerika kıtasının, Avustralya'nın, Afrika'nın Kafkaslar'ın ve daha birçok yerleşim alanının yabancılar tarafından işgali, savaşlar, yeni salgın hastalıklar, katliamlar, doğanın, yağmur ormanlarının aşırı tahrip edilmesi ve uygulanan değişik
18
asimilasyon politikaları ile siyasi nedenlerle, binlerce yerli dilinin ve kültürünün
yok olmasına neden olmuştur.
Öyleyse devletler, bu dillerin yok olmaması için gerekli tedbirleri almalıdır.
Değerli konuklar;
Bugün dünyamızda 200 civarında egemen devlet olmasına karşın yaklaşık
6000 civarında dil konuşulmaktadır.
Demek ki çok dillilik ve çok kültürlülük bütün devletler için söz konusudur.
Ancak bu 6000 dilin 100 ila 150 adedi dünya nüfusunun yaklaşık % 90'ı tarafından konuşulmaktadır.
Geriye kalan 5850 civarındaki dil ise, dünya nüfusunun % 10'u tarafından
konuşulmaktadır.
Kaldı ki, bu dillerden % 85'inin konuşucu sayısı 100.000 kişinin altındadır.
% 50'sinin konuşucu sayısı ise 5-6 bin kişiden daha azdır.
Dünya dillerinin büyük çoğunluğunu konuşan bu yüzde 10 ise, dünyanın dört
bir yanına saçılmış küçük, korumasız, çoğu kez yoksul toplumlardan oluşmaktadır.
İşte asıl tehlike buradadır.
Dillerin büyük bölümü ekolojik, ekonomik ve siyasal nedenlerle yok olmaktadır.
Geçmişte konuşulan binlerce dil bugün yok olmuştur ve beraberinde yerel
bilgi sistemlerini, yaşam biçimlerini ve kültürlerini de yok etmiştir.
Kalanları korumak ise bütün insanlığın ortak görevi olmalıdır.
Değerli konuklar;
Çok dillilik bütün ülkeler için söz konusu olduğuna göre, dilleri ayrılıkların ve
bölünmelerin nedeni olarak görmek son derece yanlış bir anlayıştır.
Çok dillilik barışa, ilerlemeye ve gelişmeye engel değildir.
Çok dillilik yurtseverlikle çelişen bir şey değildir.
Kaldı ki dil ve kültür zenginliği, yani kültür çeşitliliği, dünyanın zihin sağlığı ve
bilgi birikimi için önemli bir kaynak oluşturmaktadır.
Tek bir dünya kültürü kadar, insan yaratıcılığını donuklaştıracak, kültürel çeşit zenginliğini yoksullaştıracak hiçbir şey yoktur.
Kültürel bir örnekliliğin barış ve demokrasi getirmesi beklenemez. Aksine totaliter bir sistem getirmesi ihtimali daha yüksektir.
Değerli arkadaşlar;
Çağdaş dünyamızın önümüzdeki yıllarda temel amaçlan şu üç noktada odaklanmıştır.
1. İnsan nüfus artışı istikrara kavuşturulmalıdır.
2. Gelişmekte olan dünyadaki köylü yoksulların ve şehirlerdeki varoş yoksullarının yaşam standartları yükseltilmelidir.
3. Dünyanın biyolojik ve dilsel çeşitliliği korunmalıdır.
Bugünkü konumuz gereği bu üçüncü amaç, yani dilsel çeşitliliğin korunmasının modem dünyanın gündeminde olması, çok önemsenmesi gereken bir konudur.
Çağdaş demokrasiler, bu önemi geç de olsa kavramış ve gereken düzenlemeleri yapmaya başlamışlardır.
Mesela Norveç Sami Dil Yasası'nı, Amerika Birleşik Devletleri de Yerli Dil Yasası'nı 1992 yılında çıkarmışlardır.
19
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Değerli konuklar;
Şimdi, anadilin yaşatılması ve dolayısıyla azınlıklarla ilgili çalışmalar yapan
uluslararası kuruluşlar neler yapıyorlar kısaca bunlara değinelim isterseniz.
Ulus devletler kendi iç politikaları gereği olsun, demokrasi anlayışları yeterince gelişmediği için olsun, birçok neden ve gerekçenin arkasına sığınarak maalesef dil çeşitliliğine ve dolayısıyla kültür çeşitliliğinin temeli olan, ülkelerindeki
etnik farklılıklara arkalarını dönmüşlerdir, görmezlikten gelmişlerdir, hatta yok
saymışlardır.
Bu durum günümüzde de hala birçok ülkede devam etmekte, etnik farklılıklara ilişkin talepler iç hukukla ve bazen de zorla bastırılmaktadır.
Onun için BM teşkilatı AGİK, AB, AP ve AK gibi kuruluş ve organizasyonlar, bu
konularla her geçen gün daha fazla yoğunlukta ilgilenmekte ve bütün üye ülkeleri ilgilendiren kararlar, antlaşmalar ve şartlar hazırlamaktadırlar.
Şimdi kısaca bu çalışmalara ve sonuçlarına değinmek istiyorum.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
Birleşmiş Milletler, İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi'nin ikinci maddesi ile
"Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka bir görüş, ulusal ya da
toplumsal köken, doğuş ya da başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetmeksizin bu bildirgede ileri sürülen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir" hükmü getirilmiştir.
1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi,
1960 tarihli Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme ve 1965'te kabul edilen her
türlü ırk ayrımcılığının önlenmesine ilişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi, yukarıda bahsi geçen anlayışı yansıtan tarzda kaleme alınmıştır. 1948 tarihli sözleşme;
ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun fiziksel varlığım ortadan kaldırmaya
yönelik eylemleri önlemeye ve cezalandırmaya yönelik olarak hazırlanmıştır.
1965 tarihli sözleşme ile ırka, renge, soya veya emik kökene dayalı her türlü
ayrımcılık yasaklanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Aralık 1948'de BM'nin azınlıkların durumuna kayıtsız kalamayacağına ilişkin 217 C (111) sayılı kararı kabul etmiştir.
Kararda İnsan Haklan Komisyonu'na bağlı olarak 1947 yılında kurulan Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu, azınlık sorunlarının araştırılması ve çözümü ile görevlendirilmiştir.
Alt Komisyon çalışmalarının ilk somut sonucu, 1966 tarihli BM Medeni ve
Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesidir. "Etnik, dinsel ya da dilsel azınlıkların bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup kişiler, kendi gruplarının diğer
üyeleri ile birlikte toplu olarak, kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini
açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakkından mahrum
edilemezler" kuralını getiren 27. madde, uluslararası insan haklan hukuku içinde
evrensel nitelikte ve hukuki bağlayıcılığa sahip azınlık haklarına ilişkin ilk düzenlemedir.
23 Mart 1976'da yürürlüğe giren sözleşme, sözleşmenin uygulanmasını izlemekle görevli bir "İnsan Haklan Komisyonu" kurulmasını öngörmüştür.
BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'ni Avrupa Birliği'ne üye tüm devletler onaylamışlardır. Türkiye de sözleşmeyi onaylamıştır.
20
1989 tarihli BM Çocuk Haklan Sözleşmesi'nin 30. maddesi, 27. maddede
tanınan haklan, azınlık grubu mensubu olan çocuklar bakımından yinelemektedir. 30. maddede "Soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların
var olduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan
çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen
yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz" şeklinde düzenlemeye gidilmiştir. Aynı sözleşmenin
17/d maddesinde de taraf devletler "kitle iletişim araçlarını azınlık grubu veya
bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri
konusunda teşvik ederler" hükmü getirilmiştir. Sözleşmenin 29/c maddesi uyarınca, taraf devletler, "çocuğun ana-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygının geliştirilmesi" yükümlülüğü altına girmişlerdir.
Türkiye bu sözleşmeyi imzalamakla birlikte, azınlıklara ilişkin izlediği politika
paralelinde, bulunduğu şu bildirimle, "Türkiye Cumhuriyeti BM Çocuk Haklan
Sözleşmesi'nin 17, 29 ve 30. maddeleri hükümlerini Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması hükümlerine ve ruhuna uygun olarak yorumlama hakkını saklı tutmaktadır" şeklinde çekince koymuştur.
Alt Komisyon, 1966 tarihli sözleşmenin 27.maddesinde ifade edilen hakların somutlaştırılmasına yönelik çalışmalarını yoğunlaştırmış, bu süreç içinde
"Ulusal ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına İlişkin
Bildirge", Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 47/135 sayılı kararıyla 18 Aralık
1992'de kabul edilmiştir. Bildirgenin en önemli yönü, hukuki bağlayıcılığa sahip
olmasa da, sadece azınlık haklarını konu alan ilk uluslararası insan haklan belgesi olması ve azınlık haklarına ilişkin yeni standartları ortaya koymasıdır.
Bildirgeyle üye devletler, ülkelerinde yaşayan etnik, kültürel, dil ve dini azınlıkların varlığını korumaya davet edilmiş, azınlık grubuna mensup kişilerin hiçbir
müdahale ve ayrımcılığa tabi tutulmaksızın kendi kültürlerini koruyabilecekleri,
dini ibadetlerini yapabilecekleri ve özel ve toplumsal yaşamlarında dillerini kullanabilecekleri vurgulanmış, tanınan hakların bireysel olarak veya gruba mensup
diğer bireylerle topluca kullanılabileceği belirtilmiş, devletler azınlığa mensup
kişilerin kendi kültür, dil, din, gelenek ve örf ve adetlerini geliştirmelerine elverişli
bir ortam sağlamak üzere gereken önlemleri almakla yükümlü tutulmuş, azınlığa
mensup kişilere kendi dillerini öğrenme ve bu dilde eğitim görme fırsatı sağlanması istenmiştir,
Bildirgede yer alan haklardan hiçbirinin BM'in amaçlarına aykırı olarak veya
devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı aleyhine kullanılamayacağı belirtilerek, haklar ve yükümlülükler arasında bir denge kurulmuş, azınlık
gruplarının ayrı bir devlet kurmaya, siyasi otonomi ve özerklik gibi taleplerle ortaya çıkmaları engellenmeye çalışılmıştır.
AGİK / AGİT
AGİK sürecinin başlangıcında imzalanan 1975 tarihli Helsinki Sonuç Belgesi,
azınlıkların insan hakları ile korunması yönünde izlenen klasik çizgiyi devam
ettirmiştir. Azınlıklardan söz eden Vll. Bölüm 4. paragraf “ülkelerinde ulusal azınlıklar bulunan katılan devletler, bu azınlıklardan olan kişilere, yasalar önünde
21
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
eşitlik hakkına saygı gösterirler; bu kişilere, insan haklarından ve temel özgürlüklerden etkin biçimde tümüyle yararlanma olanağını sağlarlar; böylece onların bu
alandaki yasal haklarını korurlar" demektedir.
Azınlıklara yönelik klasik yaklaşım 1990 tarihli AGİK Kopenhag Belgesi ile
farklı bir aşamaya gelmiştir. İzlenen çizgideki değişimin arka planında Doğu
Bloku'nun çözülüşü sonrası "emik faktör"ün barış ve istikran tehdit edici etkisine
çözüm bulma arayışları vardır.
AGİK sürecinde azınlıklara ilişkin en kapsamlı belge 1990 Kopenhag Belgesi'dir. Belgenin IV. Bölümü (30-40. maddeler) azınlıklarla ilgili düzenlemelere
ayrılmıştır. Azınlıklarla ilgili eşitlik ve ayrım gözetmeme ilkelerine yer verilmiş,
ayrıca azınlıklara özel haklar sağlanmasına yönelik düzenlemelere gidilmiştir.
Kopenhag Belgesinde özetle, ulusal azınlıklara ilişkin sorunların ancak hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir siyasi çerçevede çözülebileceği belirtilmiş ve aşağıdaki hakların tanınması konusunda görüş birliğine varılmıştır.
a)Azınlıklara mensup kişiler özel ya da toplumsal yaşamlarında ana
dillerini özgürce kullanabilirler.
b) Kendi eğitim, kültür ve dinsel kurumlarını, örgütlerini veya derneklerini
kurma ve koruma haklarına sahiptirler.
c) Kendi dillerinde dini eğitim haklan, inançlarım yerine getirme haklarına
sahiptirler.
d) Ortak emik veya ulusal köken, kültürel miras ya da dinsel inancı paylaştıkları diğer devletin vatandaşları ile irtibat kurabilirler.
e)Ana dillerinde bilgi alışverişi yapabilirler.
f) Devletler, resmi dilde eğitim yanında azınlık dilinde de eğitim yapılabilmesi
ve kamu otoriteleri önünde kullanımı için uygun fırsatlar yaratmak üzere çaba
göstereceklerdir.
g) Azınlıklara mensup kişilere tanınan temel hak ve özgürlükler, hiçbir şekilde devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik faaliyet ve eylemlere hak
verir bir şekilde yorumlanamaz.
1990 tarihli Paris Şartı'nda katılımcı devletler; ulusal azınlıklara etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunacağım ve ulusal azınlıklara mensup kişilerin hiçbir ayırım yapılmaksızın kanun önünde tam bir eşitlik içinde kimliklerini
özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme haklarını kullanacaklarını teyit etmişlerdir.
AGİK Ulusal Azınlıklar Uzmanlar Komitesi'nin 1991 tarihli Cenevre toplantısında (Cenevre Raporu) Kopenhag Belgesi'ndeki azınlıklarla ilgili hükümler genişletilerek yeniden düzenlenmiş; 1991 tarihli Moskova İnsani Boyut Konferansı'nda, devletler AGİK belgeleri hükümlerini, özellikle Kopenhag Belgesi'nde azınlıklarla ilgili düzenlemeleri ve azınlıklara mensup kişi haklan ile Cenevre Raporu'nu
onayladıklarını belirtmişlerdir. Konferans, devletlerin insan haklan ve ulusal
azınlıklara mensup kişi haklan alanında üstlendikleri yükümlülükleri izlemek
üzere karmaşık işleyen bir denetim mekanizması kurmuştur.
1991 tarihli Moskova İnsani Boyut Konferansı'nda, devletler AGİK belgeleri
hükümlerini, özellikle "Kopenhag Belgesi"nde azınlıklarla ilgili düzenlemeleri ve
azınlıklara mensup kişi haklan ile "Cenevre Raporu"nu onayladıklarını belirtmişlerdir. Konferans, devletlerin insan haklan ve ulusal azınlıklara mensup kişi hak-
22
lan alanında üstlendikleri yükümlülükleri izlemek üzere karmaşık işleyen bir
denetim mekanizması kurmuştur.
1992 tarihli AGİK Helsinki 2. belgesinde, kurumsal yapı gözden geçirilerek
azınlıkların korunmasına yönelik olarak özel bir "AGİK Ulusal Azınlıklar Yüksek
Komiserliği' kurulması kararlaştırılmıştır. Yüksek komiser, ulusal azınlıklar konusunda çıkabilecek uyuşmazlıkları büyümeden, "erken ikaz" ve "erken eylem"
önlemleriyle taraflardan bağımsız olarak çözmeye çalışacaktır.
1994 Budapeşte, 1996 Lizbon ve 1999 İstanbul Zirve Bildirilerinde AGİT
belgelerinde yer alan azınlıklara mensup kişi haklan ile ilgili hükümlerin onaylandığı belirtilmiş, ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği'nin yaptığı çalışmalar desteklenmiştir.
AVRUPA KONSEYİ
Avrupa Konseyi'nce hazırlanan 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, azınlıklarla ilgili olarak o dönemin anlayışım yansıtır düşüncelerle hazırlandığından azınlık haklan ile ilgili ayrı bir düzenleme öngörmemiş, sadece 14. maddede eşitlik ve ayrım gözetmeme ilkesi kabul edilmiştir.
Avrupa konseyi Azınlıkların korunması ve bazı yeni hakların tanınması fikirlerinin ve eğilimlerinin artması üzerine şu önemli iki şartı ve sözleşmeyi hazırlayıp
imzaya açmıştır.
1- Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı
5 Aralık 1992'de imzaya açılan Şart, eğitim, kamu idaresi, mahkemeler,
medya, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta azınlık dillerinin kullanımının yaygınlaştırılması ve teşviki konularında çok geniş alanları kapsar nitelikte ve alternatif
hükümler içerecek şekilde hazırlanmıştır. Şartın önsözünde, Avrupa'nın çeşitli
ülkeleri ve bölgelerinde bölgesel veya azınlık dillerinin korunmasının ve desteklenmesinin, ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü çerçevesinde demokrasi ve
kültürel çeşitlilik ilkelerine dayanan bir Avrupa'nın kurulmasında önemli bir katkı
teşkil edeceği vurgulanmıştır.
Amaç ve ilkeler başlığını taşıyan 7.madde; bölgesel veya azınlık dillerini kültürel zenginliğin bir ifadesi olarak kabul etmiş, özel ve toplumsal yaşamda, konuşma ve yazmada kullanımının kolaylaştırılması ve teşvikini amaçlamıştır. Eğitim, yargı, kamu yönetimi, medya ve ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta bölgesel veya azınlık dillerinin kullanımının yaygınlaştırılmasına yönelik kapsamlı düzenlemeler getirilmiştir.
Eğitim başlığını taşıyan 8. madde; ülkenin resmi dilinin öğretilmesine zarar
vermeden, anaokulundan başlayarak ilk, orta ve yüksek eğitim kurumlarında
bölgesel veya azınlık dillerinde de eğitim yapılmasını ayrıntılı olarak düzenlemiştir.
11.maddede Medya başlığı altında radyo ve televizyon yayını ile gazete basımı konularında düzenlemeler yapılmıştır. Devletler en az bir radyo ve bir televizyon istasyonu kurulmasını sağlamak ya da bu konuda kolaylık tanımak veya
kurulu istasyonların azınlık dilinde yayın yapmasını sağlayacak düzenlemeyi
yapmak seçeneklerinden birisi kullanacaklardır. Bölgesel veya azınlık dilinde
gazete çıkarmakla ilgili aynı tür düzenleme yapılmıştır.
Kültürel faaliyetler açısından düzenlemeler Öngören 12.madde; kütüphaneler, kültür merkezleri, müzeler, arşivler, akademiler, tiyatrolar, sinemalar ve ben-
23
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
zeri yerlerde bölgesel ve azınlık dillerini kullanmayı teşvike yönelik hükümler yer
almıştır.
Bu şart Türkiye tarafından henüz imzalanmamıştır.
2- Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme
Azınlıklara özel haklar tanınması yönünde yoğunlaşan çabaların temel nedeni, merkezi ve doğu Avrupa'da etnik faktörün barışı ve istikran bozucu etkisine
çözüm bulma arayışıdır. Çabalar azınlık haklarının belirlenmesi ve uluslar arası
düzeyde etkili koruma mekanizmalarının sağlanması böylece emik uyuşmazlıkların Önlenmesi ve barışın kurulması amacına yönelik olmuştur.
Ulusal azınlıkların korunması ile ilgili olarak, Çerçeve Sözleşme Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nin 95-oturumunda 10 Kasım 1994'te kabul edilmiş ve
Çerçeve Sözleşme 1 Şubat 1995 tarihinde imzaya açılmıştır.
Viyana Bildirgesi'nde kabul edildiği üzere Çerçeve Sözleşme'nin Konsey üyesi olmayan devletlerin de imzasına açık olması (md.27) ile Konseye üye olmayan
AGİT'e üye devletlerin de sözleşmeye taraf olabilmeleri amaçlanmıştır.
Çerçeve Sözleşme'nin 7, 8 ve 9.maddeleri dini inanç ve ifade özgürlüğü ile
ilgili düzenlemeler getirmiş; kişilerin azınlık dilinde ifade hürriyeti hakkı koruma
altına alınmıştır.
9. madde ulusal azınlığa mensup her kişinin, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırlan ile kayıtsız, azınlık dilinde görüş edinme, haber ve
fikir alma ve verme hürriyetini belirtmiş, azınlık mensuplarının kitle iletişim araçlarım kurma ve kullanma hakkını düzenlemiştir. Bu maddede kitle iletişim araçlarının kurulması ve işletilmesi prosedüründe azınlık mensubu kişilere yönelik
ayrımcı davranış ve engelleme yasaklanmıştır.
10. madde azınlık dilinin kullanımını düzenlemiş; ulusal azınlığa mensup her
kişinin kendi dilini, özel ve kamusal alanda, sözlü ve yazılı olarak serbestçe ve
müdahale edilmeksizin kullanma hakkına sahip olduğu vurgulanmış, tutuklanma
durumunda azınlığa mensup kişinin tutuklanma nedenlerinin, hakkındaki suçlamanın niteliği ve gerekçesi anladığı dilde derhal kendisine bildirilecek ve gerekirse ücretsiz bir çevirmenin yardımı ile kendi dilinde kendisini savunma hakkı
verilecektir denilerek, dilin kullanımı güvence altına alınmıştır.
11. madde ile azınlık dilinin diğer kullanım alanları düzenlenmiştir. Birinci
fıkrada ulusal azınlığa mensup her kişinin, taraf devletlerin yasal düzenlerinin
öngördüğü usuller uyarınca azınlık dilinde ad ve soyadı kullanma ve bunların
resmi olarak tanınma hakkına sahip olduğu hükme bağlanmıştır. İkinci fıkrada
ise tabela, yazı ve kamuya açık özel nitelikli diğer açıklamalarda azınlık dilini
kullanma hakkı güvence altına alınmıştır. Üçüncü fıkrada ise azınlıkların yaşadığı
bölgelerde yeterli talep varsa devletler yerel adlar, sokak adlan ve kamuya yönelik diğer topografik işaretlerde azınlık dilinin de kullanılmasına "gayret" edeceklerdir. Şeklinde bir düzenlemeye gidilmiştir.
Sözleşmenin 12, 13 ve 14. maddeleri azınlık kimliğinin eğitim öğretim alanında korunması ve bu alanda azınlığa mensup kişilere fırsat eşitliği sağlanması
ile ilgili ilkeleri belirtmektedir.
15. madde ulusal azınlıklara mensup kişilerin kültürel, sosyal, ekonomik yaşama, özelliklede onları ilgilendiren kamusal işlere etkili katılımlarını sağlamak
için, taraf devletlerin "gerekli koşullan" oluşturmalarını öngörmektedir.
Bu sözleşmede Türkiye tarafından henüz imzalanmamıştır.
24
AVRUPA BİRLİĞİ
AB hukukunda azınlıkların korunmasına dolaylı olarak normatif dayanak
teşkil edebileceği kabul edilen bazı düzenlemeleri şu şekilde özetlemek mümkündür;
7 Şubat 1992'de imzalanan ve 1 Kasım 1993'te yürürlüğe giren Maastricht
Antlaşması, Avrupa kültürlerinin devam eden farklılıklarını garanti etmenin AB
için öneminin altını çizerek, ilk kez dolaylı da olsa azınlıkların korunması gerekliliğine işaret etmiştir.
AB'nin 1993 Kopenhag Zirvesinde, "Kopenhag Kriterleri" olarak bilinen, AB'ye üye olmak isteyen ülkelerin yerine getirmesi gereken koşullar belirlenmiştir.
Bu kapsamda "azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması" üye olmak isteyen her
aday ülkenin yerine getirmesi gereken bir ön koşul olmuştur.
AB üyesi ülkelerin 2 Ekim 1997'de imzaladığı Amsterdam Antlaşması ile "ırk
veya etnik köken, din veya inanca dayalı ayrımcılıkla mücadele için Konseyin
girişimde bulunabileceği" kabul edilmiştir. Bu düzenlemenin etnik ve dilsel azınlıklar yararına tedbirler içeren bazı enstrümanlar geliştirilmesinin yolunu açabilmesi mümkündür,
Konsey, 29 Haziran 2000 tarihinde Irk ve Etnik Kökene Bakılmaksızın İnsanlara Eşit Muamele İlkesinin Uygulanmasına Dair Yönerge çıkartarak ayrımcılığı
Önlemeye yönelik düzenleme yapmıştır.
AB vatandaşlarının temel haklarını ve AB'nin vatandaşlarına karşı sorumluluklarını düzenleyen ve 7-8 Aralık 2000'deki Nice Zirvesi'nde onaylanan 'Avrupa
Birliği Temel Haklar Şartı'nın Başlangıç bölümünde 'Birlik'in Avrupa Halklarının
kültür ve gelenek farklılıklarına saygı göstereceği' ifadesi yer almıştır. Şartın 21.
maddesinde de 'bir ulusal azınlığa mensubiyetten dolayı ayrımcılık
yapılamayacağı' hükme bağlanmıştır. Şartın konuyla ilgili hükmü şöyledir.
Cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, genetik özellikler, dil, din veya
inanç, siyasi veya diğer her türlü düşünce, bir ulusal azınlığa mensubiyet, servet,
doğum, sakatlık, yaş veya cinsel eğilime dayalı her türlü ayırımcılık yasaktır.
Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşmanın ve Avrupa Birliği Antlaşmasının uygulama alam kapsamında ve bu Antlaşmaların özel hükümlerine halel gelmemek
kaydıyla, milliyet esasına dayalı her türlü ayırımcılık yasaktır.
Şartın 22. maddesi ise birlik, kültür, din ve dil çeşitliliğine saygı gösterir demektir.
AB Temel Haklar Şartı, AB içinde bir hukuki belge olarak değil, bir siyasi deklarasyon olarak hazırlanmışsa da, 29 Ekim 2004'te kabul edilen AB Anayasasının ikinci bölümünü oluşturmuş ve Anayasanın 11-81 ve II-82.maddeleri olarak
hukuki bir bağlayıcılık kazanmıştır.
29 Ekim 2004'te AB ülkeleri ile AB'ne aday ülkelerin devlet ya da hükümet
başkanlarınca imzalanan Avrupa Birliği Anayasası azınlıklara mensup kişilerin
haklarını da içeren insan haklarına saygı AB'nin temel değerlerinden birisi olarak
yer almıştır. AB Anayasası'nın "Birlik Politikaları ve Faaliyetleri" ana başlığı altında
düzenlenen üçüncü bölümünde "Ayırım Yapmama ve Vatandaşlık" ikinci alt başlığı altında 'ırka veya etnik kökene, dine veya inanca dayalı ayrımcılıkla mücadele
için gerekli önlemleri alacağı' belirtilmiştir.
25
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
AVRUPA PARLAMENTOSU
Avrupa Birliği organları içinde azınlıklara en fazla ilgili gösteren Avrupa Parlamentosu olmuştur. Son 20 yıllık dönemde Avrupa Parlamentosu, azınlık haklarının korunmasına ilişkin çeşitli çalışmalar yürütmüş, hukuki bağlayıcılığı olmayan bir dizi karar (resolution) almıştır. Avrupa Parlamentosu aldığı kararlarda AB
içindeki azınlık dillerini ve kültürlerini koruma ve geliştirme hakkı gibi kültürel
öğeler üzerinde hassasiyetle durmuştur.
Avrupa Parlamentosu'nun münhasıran azınlık haklarının korunmasına ilişkin
aldığı kararlar şu şekilde sıralanabilir.
1981 tarihli Bölgesel Diller ve Kültürler Topluluk Şartı ve Etnik Azınlıkların
Hakları Topluluk Şartına Dair Avrupa Parlamentosu Kararı,
1983 tarihli Dilsel ve Kültürel Azınlıklar Yararına Tedbirlere Dair Avrupa Parlamentosu Karan,
1987 tarihli Avrupa Topluluğu'nda Etnik ve Bölgesel Diller ve Kültürlere Dair
Avrupa Parlamentosu Karan,
ve 1994 tarihli Avrupa Topluluğunda Dilsel Azınlıklara Dair Avrupa Parlamentosu Karan.
Değerli konuklar,
Azınlıklara ve azınlık dillerine ilişkin AB kurumlarının işbirliği ile kurulan ve
yürütülen AB program ve faaliyetler de bulunmaktadır. Az kullanılan Diller için
Avrupa Bürosu (EBLUL), B3-1006 Bütçe Kalemi, Topluluğun Dilsel Çeşitliliği Geliştirmek için Çok Yıllı Programı ve Etnik Azınlık İş Ağı (EMBNET) bu program ve
faaliyetler içinde yer almaktadır.
AB'nin Türkiye için hazırladığı 2001 katılım Ortaklığı Belgesi'nde azınlık hakları ve azınlıkların korunmasıyla ilgili kısa ve orta vadeli öncelikler listesinde şunlar yer almaktadır.
Kısa vade hedefler:
Türk vatandaşlarının televizyon ve radyo yayıncılığında anadillerini kullanmalarını yasaklayan hukuki düzenlemeler var ise kaldırılması.
Tüm vatandaşların ekonomik, sosyal ve kültürel imkânlarının arttırılması
amacıyla, bölgesel farklılıkların azaltılması ve özellikle Güneydoğudaki durumun
iyileştirilmesi için kapsamlı bir yaklaşım geliştirilmesi.
Orta vade hedefler:
Tüm bireylerin, herhangi bir ayırım yapılmaksızın ve dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın, tüm insan haklan ve temel
özgürlüklerinden tam olarak yararlandırılmasının temini. Düşünce, vicdan ve din
özgürlüğünden yararlanma koşullarının daha da geliştirilmesi.
Uluslararası Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi ile ihtiyari ek protokolünün
ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin onaylanması.
Kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşlar için kültürel hakların garanti
edilmesi ve kültürel çeşitliliğin sağlanması. Eğitim alanı da dahil olmak üzere bu
hakların kullanılmasını Önleyen tüm yasal hükümlerin kaldırılması.
26
AB'nin Türkiye için hazırladığı 2003 Katılım Ortaklığı Belgesi'nde azınlık hakları ve azınlıkların korunmasıyla ilgili öncelikler listesinde şu hususta yer almaktadır.
Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının teminat altına alınması. Mevcut tedbirlerin uygulamaya
konulması ve erişime engel olan tedbirlerin ortadan kaldırılması yoluyla, radyo/TV yayınlarına ve Türkçe dışındaki dillerle yapılan eğitime etkili bir erişimin
temin edilmesi.
Değerli dinleyenler;
Dünyadaki ve Avrupa’daki tüm bu çalışmalar doğrultusunda ve AB'nin Türkiye'ye öngördüğü yol haritası çerçevesinde Türkiye neler yapmıştır. Kısa başlıklar
halinde hatırlamak amacıyla değinmek istiyorum.
Öncelikle Aralık 1999 AB Helsinki zirvesinde Türkiye'nin adaylığı tescil edilmiştir.
Bunun sonucunda Katılım Ortaklığı Belgesi 2000 yılında kabul edildi. Bu
doğrultuda Türkiye, Mart 2001'de AB üyeliği için yapacaklarını içeren bir Ulusal
Program yayınladı.
Bu ulusal program çerçevesinde ve her yıl AB'nce yayınlanan ilerleme raporlarının değerlendirilmeleri sonucunda, Ekim 2001'de Kopenhag siyasi kriterlerini
yerine getirmek üzere de, Mart 2004'te anayasa değişiklikleri yapıldı.
Yapılan anayasa değişikliklerine paralel olarak, çeşitli yasalardaki insan ve
azınlık haklarını zedeleyen mevzuatın değiştirilmesi için, Şubat 2002 tarihinde l.
Uyum Paketi, 26 Mart 2002'de 2. Uyum Paketi, 3 Ağustos 2002'de 3.Uyum Paketi, 2 Ocak 2003'de 4.Uyum Paketi, 23 Ocak 2003'de 5.Uyum Paketi, 19 Haziran 2003'de 6.Uyum Paketi, 30 Temmuz 2003'te de 7. Uyum Paketi çıkarılmıştır.
Değerli dinleyenler, sonuç olarak;
Farklı Etnik kökenli yurttaşların anadillerini kullanmaları ve öğrenmelerini istemeleri karşısında yapılacak şey, resmi dil dışındaki bütün dillere ilişkin tüm
yasaklamaların ve engellemelerin kesin olarak ortadan kaldırılması ve değişik alt
kimlikleri de içerisine alacak şekilde temel hak ve hürriyetleri alabildiğince genişletmek ve böylece demokrasiyi yaygınlaştırıp derinleştirmek doğru bir seçim
olacaktır.
Demokraside yapılacak bu düzenleme hem ayrımcılığı önleme politikasını
geliştirecek, hem de alt kimliklerin korunmasını sağlayacaktır.
Bu yasakların ve engellerin kesin olarak kaldırılması hem bir toplumsal barış
yaratacak, hem de toplumsal birlik ve beraberliği güçlendirecektir.
Devlet, toplumsal mozaiğin bütün renklerinin net bir biçimde görülebilmesini
sağlayacak, demokratik açılımları yapmak için dışarıdan gelecek talepleri, dayatmaları, baskılan beklememelidir.
Demokratikleşme iradesini dışarıdan gelecek telkin ve etkiler yerine biz ortaya koyabilmeliyiz. Bunun daha onurlu ve yüz ağartıcı olacağına inanıyorum.
Herkesin dilini konuşabildiği, yaşayan dillere saygı gösterildiği ve dillerin yaşatılması yolunda gereken adımların atıldığı günlerin yakın olması dileğiyle hepinizi saygıyla selamlıyorum
27
Dünyada Yok Olma
Tehlikesi Altındaki
Diller,
Bu Dilleri Korumaya
Yönelik Politikalar,
Adıge-Abhaz Dillerinin
Durumu
Dr. VIACHESLAV CHIRIKBA
Leiden Üniversitesi
Hollanda
Konferansı düzenleyenlere teşekkür etmek isterim. Yok olma tehlikesi taşıyan diller ve özel olarak da Kafkas dillerinin korunması sorununun, Abhaz-Adıge
dillerini konuşan en büyük nüfusa sahip ülke olan Türkiye’de tartışıldığını görmek mutluluk verici. Konuşmamda temel olarak iki konu üzerinde duracağım:
Adıge ve Abhaz dillerini ilgilendiren, yok olma tehlikesi taşıyan diller sorunu ve bu
dillerin Kafkasya ve diasporada geleceğinin güvencesinin sağlanması anlamında
bazı öneriler.
1) Yok olma Tehlikesi Taşıyan Diller
Öncelikli olarak dil kaybı tehlikesi ile ilişkili bazı genel kavramlardan bahsedeyim. Dil, hepimizin bildiği gibi, her kültürün temel taşlarından biri, insan medeniyetinin önemli bir aracıdır. Çince, İngilizce ve İspanyolca gibi milyonlarca
insan tarafından konuşulan diller olduğu gibi küçük topluluklar tarafından, sadece küçük bir köy de konuşulan ve hatta küçük bir köyde küçük bir grup tarafından konuşulan diller de vardır. Küreselleşme ve iletişim çağında, küçük dilsel
gruplar, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlar ve var olabilmek için kendilerinden daha güçlü diller ile rekabet etmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak,
sıklıkla bu eşit koşullarda gerçekleşmeyen mücadeleyi kaybederek trajik bir
şekilde kaybolmaktadırlar.
Genel olarak, dünyanın dilsel çeşitliliğinin geleceği güvence altında değildir.
Kimi dilbilimciler, 21. yy.'da günümüzde konuşulan 6000 dilin yarısının kaybolacağına inanmaktadırlar. Dünyada yok olma tehlikesi taşıyan bitki ve hayvan tür-
29
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
lerine gösterilen ilgi ve yapılan yatırımlar azınlık kültürlerine ve dillerine yapılanlardan daha fazladır. Hatta kimileri “Kaybolma tehlikesi taşıyan diller zaten kaybolup gideceklerse gerçekten bu dilleri desteklemeli miyiz?” savına sahiptirler.
Bu sorunun cevabı “evet”tir. Dile ihtiyacımız vardır. Çünkü dil insanlığın ortak
kültür mirasının bir parçasıdır. Her bir dil, sistemi, yapısı ve sözcük dağarcığıyla
uzun bir tarihsel gelişimin ürünüdür. Ayrıca dil yapıları, toplumların kimliklerinin
temel unsurlarındandır. Dil ölümü genel olarak belli bir topluluğun ölümü demektir. Bu ölüm pek tabiî ki fiziksel değil kültüreldir ancak bu tür bir ölüm de daha az
üzücü değildir. Tartışmamıza en yakın örnek tabiî ki Ubıh dilinin trajik kaderidir.
Küçük dillerin durumunu incelerken göz ardı edilmemesi gereken bazı hassas noktalar vardır. Neden bazı diller çok uygun olmayan ortamlarda kaybolmaya
karşı dayanıklılık ve var olma kararlılığı gösterirken diğerleri ve hatta daha büyük
olanları, mücadeleyi kaybetmekte, bunun sonucu olarak ta konuşulmamakta ve
genç nesillere öğretilmemektedir. Modern toplumlardaki örneklere bakacak
olursak, İspanyadaki Bask dilinin ve Büyük Britanya’daki Galcenin durumu bu
anlamdaki iyimser örnekleri teşkil eder. Bunun yanı sıra, neredeyse ölmüş olan
dillerin mucizevi bir şekilde diriltilmesine dair özel örneklerde yok değildir. İbranice şu anda İsrail devletinin işlevsel dilidir. 19.yy’a kadar Büyük Britanya’nın
güney batısında konuşulan Keltik Korniş dilinin canlandırılmasına dair çalışmalar
da yapılmaktadır. Ancak bu örnekler, oldukça sınırlı sayıdadır ve sıklıkla bu durumun tam tersi olan dil inkarı ve dil ölümü tablosuyla karşılaşılır. İrlanda Cumhuriyetinin resmi dili olan Kelt dilini örnek alacak olursak, Keltçenin konuşulması
anlamındaki büyük hükümet desteğine rağmen nüfusun büyük çoğunluğu Keltçe
yerine İngilizce konuşmayı tercih etmektedir.
İnsanları kendi ana dillerinde konuşmaya ve gelecek nesillere aktarmaya ikna etmenin imkânsız olduğu belli durumlarda dil inkârının geri dönüşü olmayan
bir noktaya geleceği söylenebilir. Dengeyi bozan ve dil’in gerilemesine sebep
olan başka bir etken coğrafi ve sosyal çevrenin değişimdir. Bu anlamda Dağıstan
ve Kafkaslardaki dilsel durum oldukça öğreticidir. Burada dünyanın tüm diğer
bölgelerinin tersine en küçük dilsel gruplar bile dillerini inkâr etmemekte, dolayısıyla dilleri sürekli bir büyüme eğilimi göstermekte ve tüm bunlar çok dilli bir
çevrede ve hatta kendilerinden daha büyük komşu dillerin varlığının baskısına
rağmen gerçekleşebilmektedir. Ancak bu durum, burada yaşayan toplulukların
dağ köylerinden ayrılıp ovalara yerleşmeleriyle değişmektedir. Ovalarda farklı bir
coğrafi ve sosyo-ekonomik yerleşimde, topluluklar kendi dillerini konuşmayı
bırakıp kendilerine komşu olan dilleri konuşmaya başlamışlardır. Bu sebeplerle,
dilin olağan işlevlerini etkileyebilme potansiyeline sahip etkenleri ve mekanizmaları bilmek oldukça önemlidir. Bu bilgi, tüm bu etkenlerin olumsuz etkilerine
karşı vakitli önlemler alınmasına yardımcı olabilir. Ancak pek tabiî ki bu hiçte
kolay bir iş değildir.
Bu kısa genel girişten sonra, şimdi Kafkas dillerinden bahsedeceğim.
2) Kafkasya’da Konuşulan Diller
Kafkasya’da Hint-Avrupa, Türki ve Sami dillerinin belirmesinden çok önce
genetik olarak üç farklı yerel dil grubu konuşulmaktaydı. Bunlar Kuzey Batı Kafkaslarda ve Batı Trans Kafkasya’da konuşulan Abhaz-Adıge (Batı Kafkas), Kafkasya’nın orta kuzey ve kuzey doğusunda konuşulan Nahçi- Dağıstan (Doğu-
30
Kafkas) ve güney Kafkasya’da konuşulan Kartvel (Güney Kafkas) dil gruplarıdır.
Batı Kafkas ve Doğu Kafkas kollarının genetik olarak ilişkili oldukları ve birlikte
Kuzey Kafkas Dil ailesini oluşturdukları (Rus dilbilimciler S. Trubetzkoy, S.
Starostin, S. Nikolayev and A. Abdokov çalışmalarında) doğrulanmıştır. Diğer
yandan, Kuzey Kafkas ve Kartvel dil ailelerinin genetik olarak bir ilişkilerinin
olmadığı da açıktır.
Bu yerli lehçelerin yanı sıra, Hint-Avrupa dilleri, Asetince, Ermenice, Tat dili,
Taliş, Kürtçe ve Rusça gibi Azeri Turkçesi, Anadolu Türkçesi, Karaçayca, Balkarca, Kumukça ve Nogoyca’da bulunmaktadır. Bunlara Hint-Avrupa Yunancası,
Sami Neo-Aramaic (Kafkas Aysor’unda kullanılan)de eklenebilir. Aşağıdaki tablo,
Kafkasya’daki dilleri ve bunların genetik bağlantılarını göstermektedir.
Tablo 1. Kafkasya’da konuşulan Diller.
Dil Ailesi
Bölüm
Kartvel (ya da
Güney Kafkas)
Kuzey
Batı
Kafkas
Grup
Doğu Kartvel
Batı Kartvel
Svan
Abhaz
Çerkes
Ubıh
Avar
Andi
Kuzey
Kafkas
Kuzey
Doğu
Kafkas
Tsez
Lak
Dargi
Lezgi
İran
Hint-Avrupa
Ermeni
Slav
Doğu Slav
Yunan
Kuzey
Kuzey-Batı
(Kıpçak)
Güney Batı
(Oğuz)
Türk
Afro- Asya
Khinalug
Nah(Vaynah)
Kuzey Doğu
Kuzey Batı
Güney Batı
Sami
Batı-Merkez
Dil (ler)
Gürcüce
Migrelce, Lazca
Svanca
Abhazca, Abazaca
Adıgece, Kabardeyce
Ubıhça
Avarca
Andi, Ahvah, Karata, Botlih, Godoberi,
Bagvala (Kuandal), Kamala , Tindal
Tsez (Dido,Tsunta, Hvarşi, Bejta
(Kapuça), Hunzib (Hunzah, Nahadal)
Lakça
Dargice (Kubaçi, Megeb,vb.)
Lezgice, Tabasaran, Agul, Rutul, Tsahur,
Udi, Krız, Buduh, Arçi
Khinalaug
Çeçence, Inguşca, Batsbiy
Asetince
Taliş, Kürtçe
Tat
Ermenice
Rusça
Pontça, Yunanca, Salka-Alaverdy (<
Kapadokya)
Karaçayca-Balkarca, Kumukça, Nogayca
Azerice, Türkçe
Neo-Armaik (Aysor)
31
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
2) Abhaz-Adıge Dilleri:
Batı-Kafkas dilleri, ya da Abhaz-Adıge dil grupları, bildiğimiz gibi beş dilden
oluşmaktadır: Abhazca, Abazaca, Adıgece, Kabardeyce ve Ubıhça. Bu dilleri konuşanlar, 19. yy'a kadar kuzey-batıdaki Kuban nehrinden, güney doğudaki Inguş
nehrine ve kuzey doğudaki Mozdak şehrine uzanan batı Transkafkasya’ya bitişik,
Kuzey-Batı Kafkaslarda yerleşiktiler. Karadeniz bu etno-dilsel bölgenin sınırını
oluşturmaktaydı. Bu bölgenin Kuzey batısında Adıge, Şapsığ, Abzeh, Temirgoy,
Bjeduğ ve Natukoy kabileleri yaşarken, Kabardeyler kuzey doğuda, Abhazlar
güney doğuda yerleşiklerdi. Abhazlar ve Şapsığlar arasında, Soçi olarak bilinen
bölgede Ubıhlar yaşamaktaydılar. Son olarak da, büyük Kafkas sahasının kuzey
eteklerinde Abazalar bulunmaktaydı.
O dönemlerde, Batı-Kafkas dillerini konuşanların sayısının 1 milyon (hatta
daha fazlası) olduğu söylenirken, bu sayının büyük bir bölümünü (Batı ve Doğu)
Çerkesler oluşturmaktaydı. Adıgelerin sayısının (Batı Çerkesler'i) 19.yy’da
700.000 -750.000 olduğu belirlenmişti. (Paris 1974: 17'den aktaran Pokrowski
1958). Besleneyler'i de içeren Doğu-Çerkesler ise 55.000 civarındaydı. (Balkarov
1959: 15). Bu sebeple, tüm Çerkesler'in sürgünden önceki toplam sayısı
800.000 dolaylarında olmakla birlikte, bazı araştırmacılara göre göçten önceki
bu rakam bir milyonun üzerindeydi. (Dzidarija 1982: 212). Abazalar'ın (Tapanta
ve Aşkharuva) sürgün öncesi sayısı 40.000–50.000 olarak ölçülmüştü. Tarihsel
belgelere göre, 30.000 – 40.000 Abaza göç ederken (Dzidzarija 1982: 161,
213, 289) göç öncesi Abhazlar'ın sayısı 130.000 den fazlaydı (Dzidzariya 1982:
161, 213, 289). Bu sebeple göçten önce Batı Kafkasya da 170.000–180.000
Abaza ve Abhaz dil ve diyalektlerinin konuşucusunun olduğunu söyleyebiliriz.
Ubıhlar'ın ise göçten önceki rakamları 30.000 – 40.000 olarak ölçülmüştü.
Çarlık Rusya’sı döneminde, ateş ve kılıçla onlarca yıl süren Kuzey Kafkasya’nın fethini amaçlayan Korkunç Kafkas savaşı, Batı Kafkas bölgesinin etnodilsel yapısını dramatik bir şekilde değiştirdi. Çoğu Abhaz ve Adıge Osmanı İmparatorluğu’na göç etmek zorunda kaldılar ve bu da yıllarca sürecek, binlerce insanın açlıktan ve bulaşıcı hastalılardan öldüğü bir göçe ve tarihsel ikametlerindeki
Abhaz-Adıge nüfusunun da azalmasına sebep oldu. Bir önceki yüzyılın ortalarındaki 1 milyonluk Çerkes nüfusunun aksine, Kafkas savaşından sonra Kafkaslarda bu sayı 100.000’e düşmüştü (Dzidzariya 1982: 212). Göç sonrası Tapanta ve
Aşkaruva sayısı ise 10.000 civarındaydı. 1897 deki Rus sayımında, Abhazya’da
58.697 Abhaz bulunduğu iddia edilmektedir (Dzidzariya 1982: 447). Ubıh’lara
gelince batılı Abhaz kabileleri Sadz ve Tswidzchi ve dağlı Abhaz kabileleri
Ahchipsi, Aibga, Pskhwi, Guma, Abzhaqwa, Dal-Tsabal’ın tamamı Türkiye’ye sürülmüşlerdi.
Günümüzde, Rusya Federasyon’undaki Kabardeyler’in sayısı 2002 yılındaki
Rus nüfus sayımına göre (Kabardey-Balkar daki, Karaçay-Çerkesk’deki ve Rusya
Federasyonu'ndaki tüm diğer Kabardeyler dahil) 580.475, Rusya Federasyonundaki Adıgece (Temirgoy, Bjeduğ, Şapsığ, Abzeh) konuşanların sayısı 131.769
ve yine Rusya Federasyonunda Abazaca konuşanların sayısı 37.942 olarak ölçülmüştür. 100.000 dolayındaki Abhaz'ın, Abhazya Cumhuriyeti’nde, dışında ve
genel olarak Rusya da yaşadıkları bilinmektedir.
Şimdi diaspora toplumunun durumuna bir göz atalım. Bildiğimiz gibi, Batı
Kafkas diaspora topluluğunun en büyük bölümü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşa-
32
maktadır. Kesin rakamlar bilinmemekle birlikte, Türkiye’de Kafkaslarda yaşayandan daha fazla Çerkes ve Abaza bulunmaktadır. Kimilerine göre Adıge dilini
konuşanların sayısının iki-üç milyon ve Abhaz-Abaza dillerini konuşanların sayısının 200-500 bin arasındadır. Sayıları 15-20 bin arasına olduğu düşnülen Ubıhlar
ise Adiğe dilleri (Şapsığ yada Abzeh) ve Türkçe’yi iki dilli olarak konuşmakta ve
kendilerini Adıge olarak tanımlamaktadırlar.
Türkiye dışında Suriye ve Ürdün’de geniş Çerkes toplulukları bulunmakla birlikte daha küçük Çerkes ve Abhaz gruplarının Orta Doğu, Batı Avrupa ve Amerika’da yerleşik oldukları bilinmektedir.
Dilsel anlamda Tapanta/Aşuva ve Abaza dilleri arasında ve Adıge-Kabardey
dilleri arasında karşılıklı anlaşılabilirlik olduğu için Abhaz-Abaza, Çerkes-Adıge, ve
Ubıh olmak üzere üç Batı Kafkas dilinden bahsedebiliriz. Bu sebeple bu diller
Abhaz-Abaza ve Çerkes dillerinin diyalektleri olarak düşünülebilinir. Fonolojik,
dilbilgisel ve sözcüksel olarak bakıldığında Ubıhça Abhaz ve Çerkes dilleri arasında bir konumda bulunmaktadır.
Kafkasların Dilsel Haritası (© J. Gippert).
4) Batı Kafkasya’da Dil Kaybı Tehlikesi
Dil kaybı tehlikesi çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Genellikle, belli bir dil, bu
dili konuşan sadece birkaç kişi kaldığı zaman yok olma tehlikesi altındadır. Örneğin, günümüzde Avrupa ve Asya’da 90 kadar dil, bu dilleri konuşan sadece
birkaç yaşlı insan kaldığı için yok olmak üzeredir. Başka bir durum ise, bir dilin
halen birçok konuşmacısı olmasına rağmen bu konuşmacıların kendi ana dillerini konuşmayı ve kendilerinden sonra gelen nesillere aktarmaya bırakmaları ve
başka bir dilde konuşmayı tercih etmeleridir.
33
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Batı-Kafkas dillerine dil kaybı anlamında nasıl yaklaşılmalıdır. Hepimiz Ubıh
dilinin trajik sonunu biliyoruz. Ubıhça dilini son konuşucusu Tevfik Esenç 88
yaşında 7 Ekim 1992 senesinde Türkiye’nin batısındaki Hacı Osman Köyü’nde
hayatını kaybetmiştir. Tesadüfi olarak, Tevfik Esenç ile tanışıp 1 gün süresince
birlikte çalışma şansına sahip olmuştum.
Kafkasya’da Ubıh’ın kardeş dilleri olan Kabardeyce ve Doğu Çerkescenin gelecekte var olma olasılığı anlamında daha “şanslı” olduklarını söyleyebiliriz.
Kabardeyce, Kabardey Balkar Cumhuriyeti’nde de 2002 nüfus sayımına göre
nüfusun %55.32 si ni oluşturan 498.702 ve ayrıca Karaçay- Çerkesk Cumhuriyetinde nüfusun %11.28’ini oluşturan 49.591 kişi tarafından konuşulmaktadır.
Adıgelerin küçük bir azınlığı oluşturduğu Adıge Cumhuriyeti’nde konuşulan
Adıgece (nüfusun % 24.1'ini oluşturan 108. 115 kişi) bu anlamda daha az güvenli bir gelecek arz etmekte ve Rus dilinin büyük (nüfusun %64.48’i) baskısı
altında kalmaktadır. Karaçay-Çerkesk’te 32.346 kişi tarafından konuşulan
(cumhuriyet nüfusunun %7.6’sı ) Abazacanın durumu da hem Kabardeyce hem
de Rusçanın etkileri sebebiyle güven telkin edici değildir (cumhuriyetin %33.65’i
Rus’tur)
Abhaz dillerinin durumu daha da dramatik bir durum arz etmektedir.
Abhazca ülkenin resmi dili olmakla beraber Abhaz kreşleri, okulları, üniversite
kursları, Abhaz TV si, radyosu ve basın yayın organı olduğu için bu durum çelişkili
gözükmektedir. Ancak, Abhazcanın asıl sorunu bu dili konuşanların şehirlerdeki
sayılarını yetersizliği ve Rusçanın ülke genelinde lingua-franca (ortak dil) olarak
benimsenmiş olmasıdır. Rusça Abhazca üzerinde büyük bir baskı teşkil etmekte,
sokakları, şehirleri, pazarları domine etmekte ve bürokrasinin, hükümetlerin,
parlamentonun, okulların, basının ve iş dünyasının dili olarak kabul görmektedir.
Son yıllarda, Abhazcanın prestijinin ve ebeveynlerde çocuklarına ana dili öğretme konusundaki bilincin dikkat çekici bir şekilde yükselmesine rağmen, Rusça kentsel bölgelerde halen son derece etkilidir ve bu da anadile yönelik olumlu
eğilimleri etkisiz hale getirmekte, Abhaz genç nesillerinin dil yetisi kazanmasının
olumsuz yönde etkilemektedir. Çoğu Abhaz kentli aile Abhazca konuşma yetisine
sahip olmakla beraber Rusça konuşmayı tercih etmektedirler.
Birçok Abhaz ailesinin çocuklarını Abhaz okullarına gönderdikleri ve bu okullarda birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar eğitim dilinin Abhazca olduğu doğrudur.
Rusça konuşan Abhaz kentli ailelerinin çocukları ana dillerini, seçimsiz olarak,
okulda öğrenmektedirler ve bu yöntemin sonuçları oldukça başarılıdır. Ancak
öğretim dilinin Abhazcadan Rusçaya dönüştüğü dördüncü sınıfta bu durum tamamen değişmektedir. Abhazya’da eğitim süresince Abhazca eğitim veren hiç
bir okul bulunmamaktadır. Dördüncü sınıftan itibaren öğrenciler kendi ana dillerini eğitim süreçlerinde kullanmayı bırakmakta bunu yerine ana dil ve edebiyat
haftada bir ya da iki derse indirgenmekte ve Rusçaya bir dönüş yaşanmaktadır.
Bir diğer olumsuz etken kırsal kesimlerdeki istenmeyen ekonomik durumdan ötürü birçok Abhaz’ın köylerini terk edip şehirlere taşınmak zorunda olması
ve Rusça konuşmaya zorlanmalarıdır. Köylerden gelen ve kendilerini Rusçanın
konuşulduğu şehirlerde yetersiz hisseden Abhazlar çocuklarına iyi Rusça öğretmeye çalışmakta ve örneğin Rus okullarına göndermektedirler. Bu durum
Abhazcanın durumunu ve işlevsel kullanımını olumsuz olarak etkilemektedir.
Abhaz köylerinde Abhazcanın halen tek dil olarak kullanılmasına rağmen, ailele-
34
rin çalıştığı yerlerde Rus eğitim sistemi ve her an el altında olan televizyon Rusçanın kırsal bölgelere de girmesini sağlamaktadır.
Bu alarm veren durum, Abhaz toplumu için bir tehdit oluşturmaktadır. Bu
noktada özellikle belirtmek isterim ki, Abhazya’daki diğer etnik grupları –Ruslar,
Ermenler, Gürcüler ve diğerleri- Abhazca konuşmaya zorlamanın herhangi bir
yolu yoktur. Ancak en büyük sorun kentli Abhazlar'ı kendi dillerini konuşmaya ve
aynı zamanda çocuklarına öğretmeye motive etmektir.
Sanırım tarif edilen durum Abhazcanın kardeş dillerine oranla daha büyük
bir tehlike altında olduğunu işaret etmektedir. Kesin olan şudur ki, negatif akımları bertaraf edip eğitim ve bürokrasiyi de içen bir çerçevede Abhazca tam işlevsel bir hale dönüştürülüp, geleceği yeni nesillere emanet edilmek üzere güvence
altına alınmalıdır.
5) Diasporadaki Dil Kaybı Tehlikesi
Diasporadaki durum çok daha ciddi bir şekilde alarm vermektedir. Halen Batı Kafkas dilleri yetkinliğine sahip bir çok konuşmacı olmasına rağmen 20-30 yıl
öncesinden başlayarak bu dili konuşanların çoğunluğu ana dillerini çocuklarına
öğretmeyi bırakmışlar ve bu durum mükemmel düzeyde ana dil konuşan ebeveynler ve neredeyse sıfır düzeyde ana dil kullanan çocuklar sonucunu doğurmuştur ki bu diasporadaki durumun paradoksal olduğunu göstermektedir. Bu
durum kırsal kesimde az çok daha olumlu bir portre çizmekle birlikte, yine de
diasporada hem kentsel hem de kırsal alanın genel özelliğidir. Maalesef, tasvir
edilen bu durum bir akım ya da eğilim değil baskın olan olgudur. Adıge ya da
Abhaz çocuklarının ana dillerini konuşması alışılmışın dışında bir durum olarak
algılanmaktadır. Bu tarz bir dil inkârı dilin sahipleri kendi dillerinin varlığını sürdürmemeye ve yeni nesillere geçirmeyip başka bir dili kullanmaya karar verdiklerinde “dilsel intihar” olarak adlandırılabilinir.
Elimizdeki somut göstergeler ve bazı özel çalışmalar göstermektedir ki, diasporada Adıgece ile Abhazca büyük bir tehlike altındadır ve hızlı bir gerileme
sürecinden geçmektedir. Kesin olan şudur ki, özel önlemler alınmadığı sürece bu
dillerin kaçınılmaz sonucu, kaybolup gitmek olacaktır. Türkiye’deki durumdan
bahsedecek olursak, ülke onlarca yıl öncesinden başlamak üzere hızlı bir kentleşme ve modernleşme sürecinden geçmekte ve buda Türkçenin hayatın her
alanında mükemmel bir seviyede kullanılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Bir
diğer genel etken, geleneklerin, sosyo-kültürel yapının ve ana dilin korunması
anlamında daha ideal ortamlar olan köylerden, ekonomik sebeplerle, kentlere
göç ve sonrasında daha geniş alanlara yerleşimlerdir. Tam olarak Adıge ve Abhaz
topluluklarını ilgilendiren bu süreç dil değişikliğini de ivmelendirmektedir. Bir
diğer etken ise en uzak noktalara dahi rahatça ulaşan, azınlık katili televizyondur.
Türkiye’deki Batı Kafkas dilleri ile ilgili genel kötümser tablo Adıge ve
Abhaz/Abaza toplulukları üzerinde gerçekleştirilen sosyo-ekonomik ve istatistiksel çalışmalarla da desteklenebilir. Bu tarz önemli çalışmalardan biri de, Cahit
Aslan tarafından hazırlanan ve Adana Kafkas Derneği tarafından basılan (2005)
“Doğu Akdeniz’deki Çerkesler” kitabıdır. Bu noktada bu kitaptan Adana’da
Abhaz-Adıge topluluklarında ana dil yetisi ile ilgili olarak bazı istatistiksel alıntılar
vermek istiyorum.
35
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Tablo 2. Dil Yetisi Seviyesi (Aslan 2005: 51).
Etnik
Grup
Adıge
Abaza
Sıfır
Yetkinlik
%
953 15.9
109 19.0
Anlıyor
1104
124
%
18.4
21.6
Konuşuyor
3758
334
%
62.9
58.2
Yazıyor
93
6
%
1.5
1.0
Toplam
5968
573
%
100.0
100.0
Bu veriler durumun o kadar da kötü olmadığı izlenimimi yaratabilir çünkü
sonuç olarak toplumun %63’ü dil yetisine sahip konuşmacılar olarak gözükmektedirler. Ancak, bu durum dil yetisine sahip insan sayısının yaş parametrelerine
baktığımızda değişmektedir.
Tablo 3. Yaş Aralığına Göre Dil Yetisi Düzeyi (Aslan 2005: 53).
Yaş
Aralığı
0-10
11-20
21-30
31-40
41-50
51-60
60 ve
üstü
Tüm
Yaşlar
Sıfır Dil Yetisi
419
454
326
152
126
91
%
62.3
33.9
24.0
15.8
11.8
9.8
49
1617
Anlıyor
176
523
349
137
119
56
%
26.1
39.0
25.7
14.3
11.1
6.0
4.8
29
22.1
1389
Konuşuyor
74
343
656
654
783
761
%
11.0
25.6
48.4
68.2
73.6
82.0
2.8
910
18.9
4181
Yazıyor
Toplam
3
19
22
15
35
19
%
0.4
1.4
1.6
1.5
3.2
2.0
672
1339
1353
958
1063
927
%
100.0
100.0
100.0
100.0
100.0
100.0
90.8
14
1.3
1002
100.0
57.1
127
1.7
7314
100.0
Bu tablolar açık bir şekilde dil inkarı ve genç ve yaşlı kuşak arasında dil yetisi anlamında büyük bir farklılık olduğunu göstermektedir. (60 yaşın üzerinde
oran %90.9 iken 10 yaşına kadar çocuklarda %11). Bu istatistiklerin ardından
Adana’da yaşayan Adıge ve Abhazlar'ın ana dillerini çocuklarına geçirmedikleri
gibi bir genel sonuca da ulaşmak mümkündür.
Muhtemel durum şudur ki Türkiye’nin bölgeleri arasındaki durum burada tanımlanan duruma benzer ve hatta daha da kötüdür. Örneğin, Anadolu’nun merkez kuzeyinde yaşayan Abhaz toplumu ele alındığında, 10 yaş altı çocukların ana
dil yetisi Adana’daki oranlardan daha düşüktür. Türkiye’nin bu bölümünde daha
yoğun olarak dilsel ve folklorik malzeme toplamak amacıyla seyahatler yaptım ve
ziyaretlerim süresince, bir istisna dışında, bundan 25 yıl öncesinin tersine, hiçbir
ailenin çocuklarını ana dilleriyle büyüttüklerine şahit olmadığımı söyleyebilirim.
Bu sebeple Abhazcanın en genç konuşmacıları şu anda 30 yaşlarındalar ve bu
nesil tam dil yetisine sahip son nesildir. Diasporada da Abhazca kardeş dilleri ile
karşılaştırıldığında daha büyük bir tehlike altında.
36
6) Ne yapılmalıdır, Ne Yapılabilir?
Türkiye'deki Kafkas disaporasının organize ettiği bu konferans toplum üyelerinin ana dilin korunmasına verdikleri önemi ve önceliği göstermektedir. Aslan’ın
(2005:57) çalışmasında deneklerin %43.5’i ana dili öğrenmenin önemli olduğunu düşündüklerini ifade etmişlerdir. Bu sebeple, ana dilin korunmasına ve genç
nesillere iletilmesine dair en azından sözle ifade edilen bir motivasyonun varlığından bahsedebiliriz. Ancak somut öneri anlamında neler sunulabilinir ve Batı
Kafkas dillerinin geleceğini Kafkasya ve Diaspora’da ne güvence altına alabilir.
Kafkaslar’da gerçekleştirilmesi mümkün önerilerden bazıları aşağıdaki gibidir:
—Ana dilin prestijinin yükseltilmesi
—Okul öncesi, ilköğretim, lise ve üniversitede ana dilde eğitimin daha geliştirilmesi. Örneğin; ana dilde okuma süresinin arttırılması. Özel olarak Abhazya’da,
Abhaz eğitim sisteminin tamamıyla Abhazcaya dönüştürülmesinin kısa vadede
gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağını göz önünde bulundurarak, en
azından şu an Rusça öğretimi yapılan bazı disiplinlerin Abhazca öğretilmeye
başlanmasının bir çözüm olabileceğini düşünüyorum. Bu tamamen Abhazca
öğretim yapılan ilk 3 yıl ile sonraki 8 yıl arasında devamlılığı sağlayacak ve gençlerin Abhazcadaki genel dil yetisini geliştirme motivasyonu sağlayacaktır.
— Ana dilde eğitim yapan okulların finansal desteklerinin arttırılması, özellikle kırsal kesimde çalışan ana dil öğretmenlerinin maaşlarının arttırılması.
— Devlet kurumlarının kullandığı dilin kısmen resmi dile dönüştürülmesi.
— Yöresel TV istasyonlarının finansal olarak desteklenmesi ana dilde yayın
saatlerinin arttırılması ve bu programların kalitesinin arttırılması.
Diğer önlemlere gelince, kırsal bölgelerde küçük yatırımlar yapılması ve fabrikalar kurularak genç insanların bu bölgelerde iş bularak büyük şehirlere gitmelerinin önüne geçilmesi faydalı olacaktır. Bir diğer etken, yine genç nüfusun büyük şehirlere gitmesini engellemek amacıyla, kırsal kesimlerde kültürel ve sportif
faaliyetlerin geliştirilmesi. Abhazya özelinde iki ya da daha fazla çocuğu olan
genç aile’lere materyal desteği sağlanması cumhuriyetin demografik yapısındaki
istenmeyen durumu olumlu olarak etkileyecektir. Bunlar ve diğer önlemler
Abhaz, Abaza, Adıge ve Kabardey dillerinin yaşamın tüm alanlarında kullanılan
tam işlevsel diller olarak kullanılmasına katkıda bulunacaktır.
Diaspora
Koşulların Kafkasya’dan doğal olarak oldukça farklı olduğu Diasporada yöntemlerimiz durumu iyileştirebilmek için gereklidir. Genel olumsuz tabloya rağmen, diaspora toplumunun çabaları ile durumun tersine çevirebilecek etkenler
olduğunu düşünüyorum. Bu olumlu etkenleri aşağıdaki gibi sıralayabilirim:
— Halen hatırı sayılır miktarda ana dil yetisine sahip konuşmacılar bulunmaktadır.
— Dilin canlandırılması anlamında ulusal ve uluslararası yeni finansal kaynak olasılıkları vardır.
— Diasporada genç nüfusun ana dilini öğrenme motivasyonu vardır. Genç
Kafkasların birçoğu vasat ve hatta bazen vasatın üzerinde bir düzeyde ana dil
yetisine aile içindeki iletişim yoluyla sahip olduğunun altı çizilmelidir.
37
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
— Kafkas anavatanından entellektüel, teknik ve finansal destek sağlanabilmektedir.
Tüm bunlar durumun dramatik olmakla birlikte umutsuz olmadığını göstermekte ve finansal destekle birlikte sürekli çabalar olumsuz durumu iyileştirebilecektir. Her şeyden önce, Türk hükümetinin etnik azınlıkların dilleriyle ilgili olarak
yeni yürürlüğe koyduğu fırsatlardan maksimum düzeyde faydalanılması gerekmektedir. Durumu iyileştirme amacıyla gerçekleştirilebilecek somut önlemler
arasında aşağıdakiler sayılabilir.
— Pazar günlerine has anadil okulların ( Moskova da işlevsel olan okullar gibi) ve hatta resmi eğitim programıyla ana dil ve edebiyatı eğitimini birleştiren
geniş kapsamlı özel okulların açılması.
— TV de ilginç ana dil programlarının yaratılması
— Ana dilin öğretmensiz öğrenilmesine olanak sağlayabilecek bilgisayar
programlarının geliştirilmesi.
— Ana dilde resmi dile paralel Internet sitelerinin tasarlanması
— Kafkasya’ya öncelikle gençlerin yoğunlaştırılmış dil kursları alacağı, ana dil
ortamının yaşama koşullarını öğrenecekleri eğitsel turların düzenlenmesi.
Kesin olan şudur ki, hem Kafkasya, hem de Diaspora’da bilimsel araştırma
yapmak dil kaybı tehlikesinin gerçek dinamiklerini ortaya çıkarmak ve olumsuz
eğilimleri bertaraf etmek açısından önemlidir.
Buna ek olarak, Abhaz ve Adıge dillerinin tarih ve folklorunun belgelenmesinin önemini vurgulanmakta fayda vardır. Bu anlamda birçok çaba gösterilmiş
olmakla birlikte, bu çabalar daha organize ve sistematik bir karakter kazanmalıdır. Diasporada kişisel arşivlerin, el yazmalarının, kitapların, gazetelerin, dergilerin, kaset ve videoların ve diğer dokümanların toplanıp saklanacağı, sergileneceği ve yayımlanacağı müzeler açılması düşünülebilinir.
Bunlar diasporada özellikle genç kesimde dil yetisini kabul edilebilir bir düzeye çekmeye ve dil inkârı sürecini yavaşlatmaya yarayacak bazı olası önlemlerdir. Bu hedeflere ulaşabilmek için diaspora toplumu, Türk hükümetinin sağladığı
finansal, eğitsel, ve diğer olanaklardan, azınlık dillerinin ve kültürlerinin desteklenmesi için yaratılan uluslar arası fonlardan faydalanmalı ve son olarak ta Kafkasya’daki devlet ve özel kurumlarla işbirliği içerisinde finansal, teknik, ve entelektüel kaynaklarını diasporada ana dil programlarının geliştirilmesi için seferber
etmelidir.
7) Alfabe
Çok kısa olarak değinmek istediğim son konu, Abhaz ve Adıgeler’in ortak kullanabileceği bir alfabe oluşturulması sorunudur. Bu tür bir alfabenin, Kiril yazımına mı yoksa Latin alfabesine mi dayalı bir alfabe olması gerektiği çokça tartışılan bir konu olmuştur.
Türkiye’deki Batı-Kafkas toplumunun sayısını göz önünde bulundurarak, birçok meslektaşım gibi ben de bu tür ortak bir Latin temelli alfabenin Türk alfabesine dayandırılması gerektiğine inanıyorum. Ben, Abhaz ve Adıgelerin ortak kullanımı için bu tür bir Latinleştirilmiş Türkçe temelli bir sistem hazırladım ve yayına hazırlıyorum. Bazı diğer versiyonlar George Hewit ve Dr. Moica Howlig tarafından önerilmiştir. Ayrıca Kafkasya’da Latin temelli Türk yazımına uygun olmayan
38
alfabeler yaratmaya yönelik çabalar da mevcuttur. Ancak bunlar benim kişisel
olarak desteklemediğim çabalardır.
Diaspora toplumu içinde tüm Abhaz ve Adıgeler için tek tip bir alfabe oluşturulmasının işlevselliği hakkında ateşli tartışmalar gerçekleşmektedir. Aslında,
Abhaz ve Adıgeler gibi birbirlerine çok yakın kültürlerin birliğinin gelişmesine ve
Kafkasya ile diaspora arasında iletişimi kolaylaştıracak olması anlamında ortak
bir Latin temelli alfabe oldukça anlamlı gözükürken, böyle bir amacın gerçekleşmesi bir çok güçlüğü beraberinde getirecek, bazı finansal sonuçlar doğuracak, köklü bir edebi geleneğin varlığına zarar verebilecek ve kuşaklar arasında
istenmeyen bir iletişim boşluğu yaratabilecektir.
Aslan (p.57) ın sayımlarındaki verilere göre Adana’daki Abhaz-Adıge toplumundaki 1766 denekten %63’ü Latin temelli bir sistemin desteklerken sadece
%31.8’i Kiril temelli bir sistemi desteklemektedir. Bu çelişkiyi çözmede tasarlanabilecek bir öneri olarak Moldova örneğinde olduğu gibi, hem Kafkasya’da hem
de diasporada birbirine paralel alfabelerin getirilmesini öneriyorum. Zaman Latin
temelli bir alfabenin Kiril alfabesiyle girdiği mücadeleyi kazanıp kazanmayacağını
gösterecektir.
8) Sonuçlar
Küreselleşme çağında, küçük ya da büyük her ulus için kendi kültürel değerlerini nasıl koruyacağı ve kendi karakterini kaybetmeden nasıl modernleşeceği
bir sorun olarak gözükmektedir. Azınlık kültürlerinin temsilcileri için bu sorun
büyük finansal kaynaklar ve toplumun tamamının çabalarını gerektirdiği için
neredeyse aşılması güç bir engeldir. Ancak, bildirimin başında da dile getirdiğim
iyimser örnekler, gayretli çalışmalar olumlu sonuçlar doğurmakta ve halen dillerini konuşma yetisi ve motivasyonu olan bunca insan varken savaşın henüz kaybedilmediğini göstermektedir. Kuzey Kafkas toplumunun durumu düzeltme anlamında ortaya koyacakları çabalar, Türk hükümeti ile uyum içinde gerçekleştiği
takdirde bu dil kaybı süreci yavaşlatılabilir ve hatta umarım, süreç tersine çevrilebilir.
Kaynakça.
* Aslan, C. - 2005 , Doğu Akdeniz’deki Çerkesler. Adana: Adana Kafkas Kültür Derneği, 178 pp.
* Balkarov, B.X. – 1959, Jazik besleneevcev [The language of the Besleneys]. Nal6čik: KabardinoBalkarskoe knižnoe izdatel6stvo.
* Dzidzariya, G.A. - 1982
Maxadžirstvo i problemy istorii Abxazii XIX stoletiya [The Muhadjir
Movement and the Problems of the History of Abkhazia of the 19th century]. Suxum: Alašara.
* Hewitt, G. - Devlet ve Dil 7 p. (Yayında).
* Pokrovskiy, M.V. – 1958, Adygeyskie plemena v konce XVIII – pervoy polovine XIX veka [The Adyghey
tribes at the end of the 18th – the first half of the 19th century]. In: Kavkazskiy etnografičeskiy sbornik,
vol. II, Moskva, p. 91-138.
39
Bir Dilin Kayıtlarda
Yaşaması
Ubıhçanın Yaşam
Öyküsü
Prof. Dr. SUMRU ÖZSOY
Boğaziçi Üniversitesi
Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü
Sözlerime 27 Ekim 1992’de Cumhuriyet Gazetesi'nde yayımlanmış olan bir
yazımdan alıntı yaparak devam etmek istiyorum. Bu yazıma şöyle başlamıştım:
“8 Ekim 1992 saat 07.35’te bir dil öldü. 8 Ekim 1992 saat 07.35’te Tevfik
Esenç son nefesini verdi ve bu son nefesle birlikte dünya yüzünden bir dil sonsuza dek silindi. Bundan sonra Ubıh dili ancak Tevfik Bey’le çalışmış olan birkaç
dilbilimcinin doldurmuş olduğu kasetlerde, yazmış olduğu yazı ve kitaplarda ve
onu dinlemiş olan kişilerin belleklerinde yaşayacak.
Ubıh neden kayboldu? Bir dil neden yaşamını yitirir? Bu sorunun nedenlerinden bir kısmı tarihsel, sosyal ve siyasal niteliktedir. Ancak Türkçe kökenli olmayan birçok dilin konuşulmasının, bu dillerde yayınlar yapılmasının serbest olduğu
ülkemizde Ubıh’ın yok olmasına sosyal ve politik gibi dil dışı etkenlerin neden
olduğunu düşünmek olanaksız ve yersizdir. 1860’larda Kafkasya’nın Rus çarlığı
tarafından işgal edilmesinden sonra, en yakın Müslüman ülke olan Osmanlı
İmparatorluğu’na sığınan ve sultanın izni ile Anadolu’ya ve o zaman tümü Osmanlı toprakları içinde olan Orta Doğu’nun çeşitli yerlerine yerleşmelerine izin
verilen Kafkas toplumları içinde Ubıhlar’ın özel bir konumları vardı. Sayıları çok
az olan Ubıhlar’ın tümü Kafkasya’dan ayrılmışlar, Osmanlı topraklarına yerleşmişlerdi. Böylece Kafkasya’da Ubıh dilini konuşan hiçbir toplum/kişi kalmamış,
Ubıh dili Osmanlı İmparatorluğu ve sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
yaşayan ve sayıları zaten çok az olan bir toplumun iletişim aracı olarak kullanılan
bir dil olma özelliğine sahip olmuştu.”
Ben bu konuşmamda Kafkas dillerinin ve özellikle Ubıhçanın batı bilim dünyası ve özellikle dilbilimciler tarafından ‘keşfedilmesi’ üzerinde durmak istiyorum. Bu süreç artık dünya yüzünde konuşulmayan diller arasına girmiş olan
Ubıhçanın betimlenmesini dilbilim alanına kazandırmış ve Ubıhçanın yalnızca
41
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
ses kayıtlarında olsa da bilim dünyasında yaşayamaya devam etmesine yol açmış olması bakımından büyük önem taşımaktadır.
Peki, Ubıhlar kimlerdi? Kafkas toplumları arasındaki konumları neydi? Dillerinin bugün dünya yüzünden yok olmuş diller arasına girmesine yol açan nedenler neydi? Bu süreç durdurulamaz ya da geri çevrilemez miydi? Bu ve benzeri
soruların cevabını verebilmek için sorulara birçok açıdan yaklaşmak gerekmektedir.
II. Kafkas dilleri ve Ubıhçanın dil özellikleri
Soruyu cevaplayabilmek için önce Kafkas dilleri ve bunlar arasında da
Ubıhçanın dil özelliklerine bir göz atmak gerekmektedir. Kafkas dil ailesi nedir?
Kafkas dil ailesi denilen diller topluluğu, Kafkasya bölgesinde konuşulan dillerden oluşan bir dil ailesidir. Prof. Catford’ın 1977’de yayımlanan ‘Mountain of
Tongues: The Languages of the Caucasus’ adlı çalışmasında, bu dil topluluğuna
ait 37 dil olduğunu belirtilmektedir. Prof. Catford, bu dillerin Kafkasya yöresinde
yaklaşık 4000 yıldır konuşulmakta olduğunu belirtmektedir. Kafkas dil ailesine
ait 37 dilden birçoğu günümüzde artık Kafkasya dışında da konuşulmaktadır.
Sergiledikleri dil özelliklerine bağlı olarak Kafkas dil ailesi 3 alt gruba ayrılmaktadır:
- Doğu Kafkas dilleri
- Güney Kafkas dilleri
- Kuzey-batı Kafkas dilleri
Bu alt grupları oluşturan dillere bir göz atacak olursak, bunları oluşturan bazı
dilleri şöyle sıralayabiliriz:
Doğu Kafkas dilleri: Çeçen, Avar, İnguş, Batsby, Andi
Güney Kafkas dilleri ya da Kartvel dilleri: Gürcüce, Svan ve de Lazca’nın da
bir lehçesini oluşturduğu Zan dili
Kuzey-batı Kafkas dilleri: Abhaz-Abaza, Kabartay, Adıge ve Ubıh
Dil özellikleri bakımından Kafkas dil ailesinin bazı ortak yönleri kısaca şöyle
özetleyebiliriz:
I. Ses yapısı: Kafkas dilleri, gerek ünlü ve ünsüzlerinin sayısı gerek bu iki ses
birimi grubunda bulunan seslerin sayısının birbirlerine oranı bakımından dünyada konuşulan diğer dillere göre büyük farklılıklar göstermektedir. Kafkas dilleri
arasında da Ubıhçanın bu bakımdan özel bir yeri vardır. Ubıhça 80 ünsüzü ve
yalnızca 2 ünlüsü ile ses yapısı olarak çok girift bir yapı sergiler. Ubıhça, son
zamanlarda Kongo’da konuşulan bir dilin bulunmasına kadar, en fazla sesbirim
sayısı olan dil olarak biliniyordu.
Sözcük yapısı: Kafkas dilleri, sözcüklerin sonuna eklenen çok sayıda sonekleri ve başına eklenen ön-ekleri ile biçimbirimsel açıdan çok zengin olan bir dil
ailesidir. Örneğin, Ubıhçada özne, nesne ve dolaylı tümleçler önek olarak eylemlerin başına eklenmekte, zaman ve olumsuzluk gibi ekler ise sonek olarak eylemin sonuna eklenmektedir.
3. Sözdizimsel yapı: Tümce içinde sözcüklerin dizimi bakımından Kafkas dilleri eylem-son denilen bir dizime sahiptir, eylem tümcenin en sonunda bulunmaktadır. Ayrıca, tümce içindeki adların üzerinde bulunan durum ekleri açısın-
42
dan, Türkçe gibi bir dilden farklı özellik gösterir. Ubıhçada geçişsiz eylemlerin
özneleri ile geçişli eylemlerin nesneleri aynı durum ekini alırken, geçişli eylemlerin özneleri başka bir ek almaktadır. Türkçe gibi dillerde ise, geçişli ve geçişsiz
eylemlerin özneleri aynı eki alırken, geçişli eylemlerin nesneleri ayrı bir ek almaktadır.
III. Bilim dünyasında Kafkasya, Kafkas Toplumları ve Ubıhça
Bilim dünyasının Kafkaslar ve Kafkas dilleriyle tanışması aslında oldukça
geçtir. Ubıhlar’a batı tarih kayıtlarında ilk olarak 19.yy’ın ilk yarısında Kafkas
güçlerinin Rus kuvvetlerine karşı koyuş mücadelesi sırasında rastlanmaktadır.
Batı dünyası 18.yüzyıla kadar Kafkasya bölgesinde yaşamakta olan toplulukların
varlığından yalnızca Amasyalı Strabon (ölümü MÖ 58) ve Prokopius gibi Yunan
tarihçi ve coğrafya bilginlerinin eserlerinden haberdardı. Bölge ve burada yaşayan halk hakkında başka temel kaynak olabilecek Arap çalışmaları oldukça geç
bir tarihte ortaya çıkarılmıştır. Ancak bunlar halen daha kapsamlı bir biçimde
incelenmeyi beklemektedir.
Bilim adamlarının bir toplum üzerinde bilimsel nitelikli bir çalışma yürütürken, o topluma değişik açılardan yaklaşmaları bilimin doğasında olan bir yaklaşımdır. İncelenecek toplumun sosyolojik, tarihsel, kültürel, ekonomik yönleri
mercek altına alınıp, o toplumun ilgili alanlarda diğer toplumlarla ortak yönleri
saptanır ya da o toplumlardan ayrıldığı noktaların niteliği belirlenmeğe çalışılır.
Ubıhlar üzerine yapılan çalışmalar ise bu genel eğilime karşı çıkan bir nitelik
sergilemektedir, çünkü Ubıhlar üzerine yürütülmüş en eski çalışmalardan başlamak üzere yapılan çalışmaların büyük bir oranının Ubıhçanın dil özellikleri üzerine odaklandığını görmekteyiz. Bunun nedeni toplum yapısı açısından olsun,
tarihsel boyutuyla ilgili olsun, ekonomik ve kültürel açılardan olsun, Ubıhlar'ın
Kafkas dillerini konuşan diğer toplumlara benzer özelliklere sahip olmasında,
onlardan ayrıldıkları noktanın dil olmasında aranmalıdır.
Ubıhlar ve Ubıhça hakkında bilinenler, temelde kendilerini Kafkas çalışmalarına adamış bir dizi araştırmacının kayıtlarından, incelemelerinden ve araştırmalarından kaynaklanmaktadır. 19. yüzyıldan itibaren bu araştırmacıların çalışmalarıyla, Ubıh dilinin özellikleri ortaya çıkarılmağa başlanmış, dilin yapısı betimlenmiş ve sözcük dağarcığı kısıtlı da olsa kaydedilmiştir.
3.1. İlk çalışmalar
Kafkasya hakkında araştırmalar 18. yüzyılın ikinci yarısında II. Katerina döneminde araştırmacıların Rusya’nın güney sınırlarının ötesini incelemek ve Kafkas toplumları ve dilleri üzerine çalışmalar yapmak üzere görevlendirilmesi ile
başlamıştır. Kafkasya bölgesi hakkında ilk ayrıntılı bilgiler, bu dönemde Rus
Bilimler Akademisi üyesi olarak Kuzey Kafkasya ve Gürcistan'ı gezmekle görevlendirilmiş olan Baltık Almanlarından Johann Anton Güldenstadt’ın (1745-1781)
bu gezi sırasında tutmuş olduğu günlük ve keşif gezisi sonuçlarından elde edilmektedir. Güldenstadt’ın günlüğü kendisi de Rus Bilim Akademisi üyesi olan
Peter Simon Pallas (1741-1811) tarafından, Güldenstadt’ın ölümünden sonra
yayımlanmıştır.
Ubıhlar hakkında daha geniş kapsamlı bir çalışma Polonyalı bir Kont olan
Jan Potocki’nin (1761-1815) 1796’da Viyana’da yayımlanan ‘Karadeniz’de yeni
43
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
bir Yolculuk üzerine Anılar’ (“Mémoire sur un nouveau periple du Pont-Euxin”)
başlıklı çalışmasıdır. Ancak Norveçli Kafkasolog Hans Vogt’un da belirttiği gibi,
Potocki bu çalışmada Ubıhların etnik kökenlerinin, bir Iran kökenli göçer grubuna
uzandığını öne sürerek büyük bir yanlışlık yapmıştır.
Bundan sonra Kafkaslar ve özellikle Çerkesler hakkında geniş kapsamlı bilgiye Kafkasya’da Çerkesler arasında 3 yıl yaşamış olan İngiliz asıllı J.S. Bell'in
1840'da yayımlanmış olan "1837, 1838 ve 1839’da Çerkesler Ülkesinde İkametin Günlüğü” ya da Türkçeye çevrildiği biçimde "Çerkesya’dan Savaş Mektupları"
adlı eserinde erişilmektedir. Bell’in çalışması, Kafkasya’nın Rus idaresine girmeden önceki döneminde Çerkeslerin toplumsal yapıları ve yaşamları hakkında
geniş bilgi içermesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu kitap yörede konuşulan dillerden örnekler vermesi ve Bell tarafından Abaza dili olarak nitelendirilen bir dilden de 40 sözcüklük bir liste sunuyor olması açısından da önem taşımaktadır. Sonradan yürütülen dil çalışmaları sonucunda, Bell’in Abaza olarak
nitelendirdiği sözcüklerin aslında Ubıhça olduğu anlaşılmaktadır. Bell’in bu çalışması Ubıhçanın sözcük dağarcığı üzerinde yapılan ilk çalışma olması bakımından önemlidir.
İlk Fransızca-Çerkesce sözlük 19.yy’ın ortalarında Fransız kökenli Rus Lullié
tarafından hazırlanmıştır. Çalışmasını 1846’da yayımlayan Lullie, sözlükte
Ubıhlar’dan ve Ubıhçadan da söz ederken dilin yalnızca 1-2 köyde konuşulduğuna, toplumdaki bir çok kesimin artık yalnızca Çerkesce konuştuğuna dikkat çekmiş ve dilin ölmek üzere olduğunu belirtmiştir. O tarihteki Ubıhça konuşanların
sayısı hakkında bir bilgi veriyor olması açısından bu çalışma ayrı bir önem taşımaktadır.
Kafkasya’nın Rus idaresi altına girdiği 1840 ve 50’lere kadar, Ubıhlar hakkında bu birbirinden bağımsız ve dağınık bilgilerden başka daha geniş bilgi elde
edilememektedir. Dilin sistemli bir biçimde incelenmesinin başlangıç noktasını
bölgenin geçirdiği tarihsel toplumsal ve politik değişim oluşturmaktadır. Bu tarihlerde Kafkasya’ya giren Rus ordusunda Kafkasya’ya ve Kafkas halkına ilgi duyan
Pjotr Alexandrovich Uslar (1816-1875) adında bir subay bulunmaktaydı.
3.2. 1860’lar ve sonrası
Rus ordusunun bölgeye girmesinden kısa bir müddet sonra Uslar ordudan
ayrılmış ve 1875’teki ölümüne kadar yaşamının son 25 yılını Kafkasya’da geçirmiştir. Kafkas toplumlarını yakından tanımağa çalışan Uslar, bölgenin etnografyası ve konuşulan dilleri hakkında çok sayıda eserler vermiştir. Uslar, Ubıhça ve
Ubıhlar hakkında bilgi elde edebilmek için yaptığı çalışmaları ve toplamış olduğu
bilgiyi 1861’de Abhaz Dilbilgisi adlı kitabında toplamıştır. Kitap ancak Uslar’ın
ölümünden sonra 1887’de yayımlanmıştır. Buradan anlaşıldığı kadarıyla, kendisi Ubıhça bilen birisini bulmakta epeyce zorlanmış ve sonunda bir Çerkes ailenin
yanındayken, yine tamamıyla rastlantılara bağlı olarak, ailenin Berzeg boyundan
bir Ubıh olduğu anlaşılan 14 yaşındaki yeğeni ile karşılaşmıştır. Bu çocukla bir
haftalık çalışma sonucunda Uslar, Ubıhçanın geniş kapsamlı, ana hatlarını betimleyen 25 sayfalık ilk dilbilgisi kitabını yazar ve 60-sözcüklük bir liste hazırlar.
Uslar 1868’de yayınlanan bir gazete makalesinde Kafkasya’da artık bir tek
Ubıh bile kalmadığını belirtir. 1861’deki olaylar Ubıhlar’ın bölgeden ayrılmasına
ve Çerkesler, Çeçenler ve Lezgiler'le birlikte toplam 300,000’i bulan Osmanlı
44
İmparatorluğu’na göç etmelerine neden olmuştur. Burada Ubıhlar ve Ubıhça için
önemli olan nokta, göç eden diğer Kafkas toplumlarından bazı ailelerin Kafkasya’da kalmış olmasına karşın Ubıhlar’ın hepsinin bölgeden ayrılmış olması ve
Kafkasya’da hiç bir Ubıh’ın kalmamış olmasıdır. Bu durum, Ubıhçanın varlığını o
tarihten itibaren başka bir dil ailesine bağlı olan Türkçenin konuşulduğu ortamda
sürdürmesine yol açmıştır.
Bu tarihsel gelişmeler sonucunda, Ubıhlar üzerinde yürütülen çalışmalar
zamanın Osmanlı İmparatorluğu toprakları, günümüzün Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içine kaymıştır. 1891’de Danimarkalı araştırmacı Aage Meyer
Benedictsen (1866-1927) Kırkpınar köyünde 3 hafta geçirmiş ve çalışmalarını
kaydetmiştir. Benedictsen bu çalışmalarını zamanın Kuzeydoğu Kafkas dilleri
uzmanı olarak bilinen ve Kafkasya Eğitim Müdürlüğü’nde görevli olan
Lopatinsky’e yollar. Vogt’a göre, L. Lopatinsky de büyük bir olasılıkla
Benedictsen’in defterlerini 1913’te Petersburg’daki Rus Bilimler Akademisi tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşamakta olan Kafkaslar’ın dillerini ve
Ubıhlar’ın hala yaşayıp yaşamadıklarını araştırmakla görevlendirilen Alman
Kafkasolog Adolf Dirr’e (1867-1930) vermiştir.
Bu defterlerden edindiği bilgi çerçevesinde İzmit’in Kırk Pınar köyüne giden
Dirr burada kaldığı süre içinde Ubıhçanın 40-sayfalık dilbilgisi kitabını yazar, 6
sayfalık metin derler ve 800-sözcüklük bir sözcük listesi hazırlar. Çalışmalarını
içeren Ubıhların Dili başlıklı kitabını 1914’ün başlarında bitiren Dirr, kitabı yayımlanmak üzere Benedictsen’in çalışmalarıyla beraber, arkadaşı Lopatinsky’e yollar. Ancak I. Dünya Savaşı’nın çıkması sonucu metinler hiç bir zaman yerine
varmaz. Kaybolan çalışmasını tekrar kaleme almak zorunda kalan Dirr, çalışmayı ancak 1926 yılında, yani ilk yazılmasından 13 yıl sonra, kendi çıkardığı
Caucasica başlıklı dergide yayımlama fırsatı bulacaktır.
3.3. 1930’lar ve sonrası
Ubıhça üzerine yürütülen çalışmalar, bu tarihten itibaren iki ayrı araştırmacının birbirlerinden habersiz eşzamanlı çalışmaları ile sürer. Araştırmacılardan biri
Dirr’in kitabının eline geçmesiyle Kafkas kültürüne duyduğu ilgisi artan, o zamanlar İstanbul Üniversitesi’nde dinler tarihi öğretmekte olan Georges Dumezil’dir
(1898–1986). Diğeri ise Macar asilzadelerinden Julius von Mészaros’tur.
Julius von Mészaros 1930 ve 1931 yazlarını Manyas Gölü’nün güneyindeki
Hacı Osman ve Hacı Yakup köylerinde geçirir ve çalışmasının sonucunu 1936’da
Chicago Üniversitesi yayımlanan ‘Paky-Dili’ adlı kitabında toplar. Mészaros bu
kitabında Ubıhçanın seslerini oldukça doğru bir biçimde kaydetmiş olmasına
karşın kullandığı ses sembolleri Ubıhçanın tüm seslerini yansıtmak açısından
yetersiz kalmıştır.
Diğer taraftan, Dirr’in kitabını eline geçiren Dumezil, İzmit’in Kırkpınar beldesine gider ve burada veri toplamağa başlar. Ancak çalıştığı kişilerin büyük bir
çoğunluğunun yaşları ileridir ve bundan dolayı Dumezil konuşurken çıkardıkları
sesleri anlamakta büyük zorluk çeker. İstanbul Su İşleri’nde çalışan bir kişi ile
tanışması bu soruna bir çözüm getirir. Dumezil 1931 yılında 110 sayfalık dilbilgisi incelemesi ve 40 sayfalık metin derlemesi içeren Ubıhların Dili (La Langue
des Oubykh) adlı kitabını tamamlar ve yayımlar.
45
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Dumezil, Mészaros’un çalışmasının yayımlanmasından birkaç yıl sonra bu kitabı ele geçirir ve daha önceden varlığından haberdar olmadığı yeni bir Ubıh
yerleşim merkezini öğrenmiş olur. Ancak bu arada 2. Dünya Savaşı başlamıştır.
Bundan dolayı Hacı Osman ve Hacı Yakup köylerine o tarihte gidemez. Ancak 20
yıl sonra 1954’te Meszaros’un ziyaret ettiği iki köyü ziyaret etme fırsatı bulan
Dumezil, burada Tevfik Esenç’le de tanışır. Bu tanışma, Ubıhçanın bilimsel açıdan tutarlı bir biçimde incelenebilmesini sağlayacak bir gelişme olacaktır. Bu
tanışıklık, takip eden yıllarda dilbilime büyük katkı sağlayacak bir rastlantı olarak
nitelendirilebilir. Uzun yıllar sürecek olan bu çalışmaların sonucunda, Ubıhçanın
sesbilgisi en ayrıntılı bir biçimde betimlenebilmiş, yapısal özellikleri ise büyük
ölçüde incelenebilmiştir.
Hacı Osman ve Hacı Yakup köylerine gittikten sonra, Dumezil’in yaptığı çalışmalardan biri kendisinin 1931’de yayımlanan Ubıhlar'ın Dili adlı çalışmasını ve
A. Dirr’in 1927’de Caucasica dergisinde yayımlanmış olan dört metni düzeltmekti. Bu çalışmalardaki ses ve yapı yanlışlarının düzeltilmesi onları bilim dünyası
tarafından araştırma amacıyla kullanılmalarını sağlayacaktı. Dumezil yayımlanmış çalışmalardaki yanlışları düzeltme sürecini Ubıhçada Eylem (Le Verb
Oubykh) adlı kitabının giriş bölümünde şöyle anlatmaktadır:
…… “(Adı geçen bu çalışmalar) dilbilimciler için hemen hemen hiç kullanılamaz biçimdeydi; dilin sesbilgisel yapısı henüz tamamıyla çözülmemiş, kullanılan semboller dakik değil, tutarsız ve çelişkiliydi. Gerekli düzeltmeler bir kere
yapıldıktan sonra, onlar dil için iyi bir kaynak oluşturacaktı. Hacı Osman Köyü ve
Hacı Yakup Köyü’ne gittiğimde, onlardan benim 1913 ve 1930’da Adapazarı
ilinde kayıt etmiş olduğum notlardan birkaçını okumalarını rica ettim. …….
Böylece, önce metinlerim ve Ubıhlar'ın Dili kitabımdaki notları anlaşılabilir kılmak
için Tevfik Esenç tarafından İstanbul’da 1955 ve 1958’de yapılan düzeltmeleri
(temizlemeleri) yayımladım. Ses düzeltmeleri sırasında, Tevfik metinlerde bir
takım değişiklikler de yaptı- bunlar kendisinin titizliğinden dolayı dilbilgisi hatası
olarak gördüğü Türkçeden alınmış sözcük ve deyimler ve o günün Ubıhçasında
bulunan Çerkesce’den geçmiş oldukça büyük sayıda sözcüklerdi.”
Dumezil’in 1957’den sonraki çalışmaları, metin çalışmaları açısından yeterli
malzeme elde ettiğine karar vermiş olduğundan, Ubıhçanın dilbilgisel betimlemesi üzerine yoğunlaşmıştır ve bunun sonucu olarak da Ubıhça üzerine çok
sayıda inceleme yapmıştır.
Ubıhçanın en kapsamlı sözlüğü Profesör Dumezil’in daveti üzerine 1958’de
5 hafta için Tevfik Esenç Bey’le çalışmak ve Hacı Osman Köyü ile Hacı Yakup
Köyü’nü ziyaret etmek için Türkiye’ye gelen Norveçli dilbilimci Hans Vogt tarafından yayımlanmıştır. Hans Vogt 1959’da Tevfik Esenç’i beraber çalışmak üzere
Norveç’e davet etmiş ve onu rahatsız edilmeden çalışabilmeleri için şehirden
uzak bir dağlık bölgeye götürerek 6 hafta gibi kısa bir zamanda halen elimizde
bulunan en kapsamlı Ubıhça-Fransızca sözlük olan çalışmasını tamamlamıştır.
1986 yılında Prof. Ian Catford’la Hacı Osman Bey’i ziyaret edip Tevfik Esenç
Bey’le tanışmak fırsatı buldum. Bundan sonraki 6 yıl içinde Tevfik Bey’le
Ubıhçanın gerek tümce yapısı gerek metin derlemesi alanlarında çalışma olanağı
bulmuş olmaktan gurur duymaktayım.
Tarihsel bir bakış açısı içinde özetlemeye çalıştığım çalışmaların sonucu olarak, bugün elimizde Ubıhça ile ilgili olarak yukarıda adı verilen çalışmalar, sözcük
46
listeleri ve metin derlemeleri kalmıştır. Bunun yanı sıra Dumezil’in ve benim
yapmış olduğumuz ses kayıtları bulunmaktadır.
IV. Sonuç
Bilim dünyasının Ubıhlar ve Ubıh dili peşine düşmesinin tarihçesine böyle kısaca bir göz attıktan sonra, sözlerimi yine 27 Ekim 1992 tarihli yazımdan bir
alıntı ile bitirmek isterim:
“Ünlü Fransız dilbilimci Georges Dumezil’in incelemelerinde görüldüğü gibi,
Ubıh dili gerek ses yapısı gerek biçimbirimsel özellikleri açısından çok girift bir
yapıya sahiptir. 80 ünsüz ve 2 ünlü ile sözcük yapısını sesbilimsel açıdan çok
zorlaştıran Ubıhçanın aynı zamanda gerek biçimbilimi gerek sözdizimi özellikleri
açısından dünya dileri arasında ayrıcalıklı bir yeri vardır.”
Ubıhçanın gizemi dilbilimcileri 150 yıla yakın bir zaman peşinden koşturmuştur. Şu anda bu gizem artık ses kayıtlarında donup kalmıştır.
Burada Ubıhça’yı bilim dünyaya veren Tevfik Esenç’i, Orhan Alpaslan’ı, Hüseyin Koşan’ı, Süreyya Yarasa’yı, Göğen ailesini, Aktamur ailesini, Özaltun ailesini ve adlarını burada sıralamak imkânsız olan nice Ubıhça konuşurunu saygıyla
anmak isterim.
Kaynakça:
Catford, I. 1977. Mountain of Tongues: The Languages of the Caucasus. Annual - Review of
Anthropology. 6:282-314.
Dumezil, G. 1931. La Langue des Oubykh. Paris: Honoré Champion.
_________. 1959. Études Oubykh. Paris: Adrien Maisonneuve.
_________. 1960. Documents anatoliens sur les langues et les traditions du Caucase, I. Paris: Adrien
Maisonneuve.
__________. 1962. Documents anatoliens sur les langues et les traditions du Caucase, II. Paris: Institut
d’ethnologie.
__________. 1965. Documents anatoliens sur les langues et les traditions du Caucase, III. Paris: Institut
d’ethnologie.
__________. 1975. Le verb Oubykh. Paris: Imprimerie Nationale/Librairie Klincksieck.
Özsoy, A. S. 1997. Proceedings of the Conference on Northwest Caucasian Languages. Oslo: Novus
Vorlag.
Vogt, H. 1963. Dictionnaire de la langue oubykh. Oslo: Universitetzforlaget.
________1988. “In Search of an Unknown Language,” Linguistique caucasienne et arménienne.
Norwegian University Press. Oslo: 449-457.
47
Avrupa Bağlamında
Kafkas Dillerinin
Zenginliği
Doç. Dr. KARİNA VAMLİNG
Malmoe Üniversitesi
İsveç
Dilsel farklılıklar?
Dilin zenginliği veya dilin farklılıkları hakkında birkaç cümle ile başlamak istiyorum. Konuyu iki farklı açıdan ele almak mümkündür.
1. dilin farklılığı= dillerin yaygınlığı
2. dilin farklılığı= farklı tip dillerden oluşan diller
Biz neden dünyanın dilsel farklılığını korumaya istekliyiz? Neden dillerin muhafaza edilmesi önemli?
Bir başlangıç noktası olması ve bu sorulara bir yanıt içermesi açısından dilin
bireyin kendi tanımlaması üzerindeki etkisine vurgu yapan şu alıntıya bakalım.
"Birçok azınlık için dil, diğer kişilik belirleyiciler kadar olmasa da
(örneğin ortak tarih ve din), bireyin kendisini tanımlaması ve bir grubun bütünlüğü anlamına gelmektedir.
Azınlık kültürünün korunması fikirleri, gelenekleri ve diğer kültürel belirleyicileri kendi dilinde özgürce aktarabilmeye odaklanırlar.” (osce bölgesinde yaşayan
ulusal azınlıkların dilsel haklarına dair rapor, s. 3)
Tabiî ki bu kişinin sadece bir kimliği olduğu anlamına gelmez. Modern ve küreselleşmiş toplumlarımızda, birey birden çok, birbiri içine geçmiş kimliklere
sahip olabilir. Bir örnek olarak, ben İskandinav lokal diyalektine sahip güney
İsveç'ten bir İskandinav'ım. Diğer bir taraftan, Danimarkalıları ve Norveçlilerı
dikkate aldığımız bir ortamda, ben kendimi farklı bir seviyede dilsel ve kültürel
benzerliklerden dolayı bir İskandinav olarak tanımlayabilirim. Bizler, farklı içerik
ve rollere bağlı pek çok kişiliği sahip olabiliriz - ve bu içerik ve roller de genelde
farklı dillere sıkıca bağlanmış durumdadır.
Genel Dünyadaki Dilsel Çeşitlilik
Çerkes (güney Rusya, kuzey Gürcistan ve Türkiye'deki birçok göçmen tarafından kullanılan bir grup dil) dillerine ayrıntılı bir şekilde bakmadan önce, dünya
üzerindeki dilsel farklılıklara ait istatistikleri sunmak istiyorum.
49
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Dünya etnoloji veritabanına göre dünya üzerinde yaklaşık 7 bin civarında dil
bulunmaktadır.
Bu diyagramda, farklı dillerin %34'ü barındırarak Asya'nın bu konuda en zengin olduğu, onu %30’la Afrika, %19’la Pasifik ve %14’le Amerika'nın takip ettiği
görülmektedir. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta dünya üzerinde kullanılan
farklı dillerden sadece %3’ün tarihsel dağılımı Avrupa'da bulunmaktadır.
Avrupa’daki Dilsel Farklılık:
İlk diyagramda gördüğümüz gibi, Avrupa'daki diller diğerlerine oranla daha
azdır. Avrupa-tipinde - benim de çalıştığım, Avrupa dilleri hakkındaki büyük bir
proje de- içlerinde bütün Kafkas dillerinin de bulunduğu 150 dil bulunmuştur.
İkinci diyagramda, dil grupları ve ailelerine bağlı bir dağılım görmekteyiz. Eğer dil
sayılarına odaklanırsak, Kafkas dillerinin oranın dörtte bir ile baskın İndoAvrupalı dillerinin ardından ikinci geldiğini görürüz.
Bazı dil aileleri iki kıtada dağılım göstermektedir, Altaic ve Semitik diller ve
tabiî ki İndo-Avrupa dilleri.
Kafkas dilleri coğrafi açıdan daha sınırlı tarihsel dağılım göstermektedirler.
Belirtmek istediğim nokta şudur ki bir taraftan Avrupa'nın dilsel dağılımı diğerlerine kıyasla düşükken diğer taraftan Kafkas dilleri tahminlerin çok daha
üzerinde olacak şekilde burada kapsamlı bir katkıya sahiptir.
Kafkas Dilleri ve Avrupa’nın Dilleri:
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, dilsel farklılıkları anlatmanın iki yolu vardı;
Dilin farklılığı= dillerin yaygınlığı
Dilin farklılığı= farklı tip dillerden oluşan diller
Kafkasya Avrupa'nın en yüksek dilsel farklılığa sahip bölgesidir. Sadece Kafkas dillerinin toplamı 40’dır.
Daha önemli ve dikkat çekici konu ise Kafkas dillerin 2. madde bağlamındaki dilsel farklılığa kayda değer bir katkıda bulunmasıdır. Örneğin bu diller diğer
50
birçok Avrupa ülkesinde konuşulan dillerden belirgin şekilde farklılık göstermektedir.
Bu bağlamda ben, Çerkes dillerine odaklanmak istiyorum. İlk olarak, bu açıdan önem verdiğim bazı alanlara değineceğim, daha sonra bu alanlarda kendi
yaptığım araştırmaları dile getireceğim.
Fonolojik Eşsizlik:
Tüm Kuzeybatı Kafkasya dillerinin ses sistemlerinin çok zengin olduğu genel
olarak bilinen bir gerçektir. Ubıh dili 80 ünsüz sesbirimi ile 70 civarı ünsüz sesbirimine sahip bu gruptaki diğer diller arasında ilk sırada gelir ki bu dünyada en
yüksek sayıdır. Bu örnek İngilizce ile kıyaslandığında İngilizce bunun yarısı kadardır.
Tek ilgi çekici olan yüksek sayıdaki sessel farklılık değildir, bunu yanı sıra alışılmadık telaffuz kombinasyonlarının bulunmasıdır, örnek olarak hem
glottalization hem labialization ın aynı seste olması verilebilir.
Morfolojik Eşsizlik:
Benim kişisel olarak bu dillere ilgimi arttıran ilk şey, ses sisteminin değil fiil
formlarının karmaşıklığıydı.
Birkaç yıl önce, Lund Üniversitesi’nde genel dilbilimi öğrencisi iken, Rusça
yazılmış sansasyonel bir kitapla karşılaştım; 1941’de Yakolev ve Ashkhamaf
tarafından yazılmış Adıge Gramer kitabı. Adıge fiil formları karşısında o kadar
etkilendim ki doktora dönemimde bu konuda odaklanma kararını aldım. Bu aldığım kararı gerçekleştirebilmek çok zordu çünkü o zamanlar Sovyet dönemi olunduğundan, bir yabancı olarak Kabardey-Balkar veya Adıge Otonom Bölgesi'ne
gitmek, en azından uzunca bir süre için, oldukça zordu. Bundan dolayı tezim için
Kuzey Kafkasya yerine Tiflis'e gidip Gürcüce üzerinde çalıştım. Fakat 1988'de
Tiflis'de olmam sayesinde birkaç haftalığına Maykop'a gidebilecek izni alabilmiştim ve hem Adıge dilini hem de Sovyet baskılarına rağmen Çerkes geleneklerinin
korunduğunu görmek benim için büyük bir tecrübe olmuştu.
Çok Şahıslılık (polypersonalism):
Gramatik olarak karmaşık yapılı Kafkas dili fiil formlarının beni en çok meraklandıranı çok şahıslılıktı. Birçok dilde ayrı olarak ifade edilen kelimeler Kafkas
fiil yapılarında bir aradaydı. Avrupa dilleri hakkında geçmişi olan biri olarak bu
çok ilginç geldi.
Eğer bir Kafkas fiil yapısını ele alırsanız, onu anlamı koruyarak İngilizceye
ancak tam bir cümle olarak çevirebilirsiniz:
wafjestƒ∞ ‘Ben seni onlar için (onların iyiliği için) ona verdim’
Bu fiil formunu anlamlı parçalara bölerseniz çok karmaşık bir yapı ortaya çıkar. Fiilin kökü olan -tƒ- ‘vermek’ kısmının başına bir seri şahıs öneki getirilmiş.
Ben, sen, o, onlar kısımları aşağıdaki fiilde işaretlendi.
w-a-f-je-s-tƒ-∞
Ben seni onlar için ona verdim
51
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
Bundan dolayı zamir kullanımı gerekli değildir, fakat vurgulama amacıyla
kullanılabilir.
Se we aß' a≈em wafjestƒ∞
Ben seni onlar için ona verdim
Birçok Avrupa dilinde edatlar veya fiil önüne yerleştirilen ekler ile ifade edilen ilişkiler Kafkas dilinde genelde fiil çekimi içinde yer alır. Bunlara iki örnek
olarak versiyon ve comitativedir. Versiyon “için” anlamı vermek, comitative “birlikte” anlamı vermek için kullanılır.
Versiyon:
Se we
ps'as'e-≈e-m
w-a-qƒ-≈˚ƒ-z-o-ße-ø
‘Ben seni kızlar için taşırım’
Comitative:
Se fe
sabƒj-≈e-m
f-a-de-s-ße-n-s'
‘Ben sana çocuklar ile birlikte liderlik yapıyorum’
Morfolojik Olumsuzluk:
Olumsuzluk tek başına bağımsız bir kelime olarak değil fiilin bir parçası olarak karşımıza çıkar.
Ps'as'e-m mƒ-r
ø-ƒ-s'’e-ne-p
‘Kız onu yapmayacak’
Koordinasyon:
"Ve" kelimesi fiilde bir sonek olarak bulunur.
S'’alƒ-m
ps'as'e-r
‘Oğlan kızı gördü ve kaçtı’
ø-jƒ-fia∞˚-ri
ø-s'’ec’ƒve-÷-a-s'
Edilgenlik:
Yaklaşık olarak dünyada konuşulan dillerin %25’i edilgen yapıdadır. Günümüzde Avrupa'da az rastlanır – Bask ve Kafkas dillerinde bulunur. Örneklerde
görüldüğü gibi bunun karakteristik özelliği geçişsiz fiilin öznesi ve nesne aynı
şekilde iken geçişli fiilin öznesinin farklı şekilde olmasıdır.
Sabƒj-r
me-∞e-ø
‘The child cries’
S'˚ƒzƒ-m sabƒj-r ø-je-hƒ-ø
‘Kadın çocuğu taşır’
wƒ-k’o-a-s'
‘sen gittin’
wƒ-z-®e-k’o-a-s'
‘Ben senin gitmeni sağladım’
Kafkas Dilleri Hakkındaki Kendi Araştırmam
52
Gürcistan sözdizimi hakkındaki tezimi bitirdikten sonra, Çerkes dillerine geri
dönmek istedim. Moskova'da bulunan Rusya Bilim Akademisinden Prof.
Mukhadin Kumakhov ile ortaklaşa bir araştırmaya başladık. Konu olarak benim
çok ilgimi çeken Çerkes dillerindeki alt cümle yapılarının nasıl oluşturulduğunu
ya da bunlara neyin karşılık geldiğini seçtik çünkü bunlar Avrupa dillerinde karşılaşılan yapılardan oldukça farklıydı. Bu yapılar Avrupa dillerinde başka alt cümleler olarak yer alırken, Çerkes dillerinde birçok farklı yapılarda karşımıza çıkmaktadır.
Bu araştırma birçok makale olarak sonuçlandı. Örneğin;
* Kumakhov, M. & K. Vamling 1993. Complement types in Kabardian.
Working Papers 40, Lund University, Department of Linguistics, 115-131.
* Kumakhov, M. & K. Vamling 1994. Kabardian non-finite forms with
arbitrary subject reference. Working Papers 42, Lund University, Department of
Linguistics, pp. 75-83.
* Kumakhov, M. & K. Vamling 1995. On root and subordinate clause
structure in Kabardian. Working Papers 44, Lund University, Department of
Linguistics, 91-110.
* Kumakhov, M. & K. Vamling 1997. The obligative construction in
Kabardian. In: S. Özsoy. Proceedings of the Conference on Northwest Caucasian
Linguistics. Studia Caucasologica III: 114-127.
* Kumakhov, M., Vamling, K. & Z. Kumakhova, 1996. Ergative case in the
Circassian languages. Working Papers 45, Lund University, Department of
Linguistics, pp. 93-111.
* 1998’de Lund Üniversitesi’nde yayınlanan bilimsel makalemiz
"Complementation in Kabardian" ı yazdık. Hem çalıştığımız dil olduğu hem de
Rusya ve Kabardey'de okunabileceği için bu makale Rusça olarak yayınlandı.
Uzun süredir üzerinde çalıştığımız bir diğer alan Çerkes dilindeki edilgenlik
konusudur. Yeni bir bilimsel makale şu an basım aşamasındadır.
Makaleleri okumak isteyenler, "Öresund Üniversitesi Kafkas Çalışmaları
Merkezi" sitesinde "Yayınlar" kısmından pdf dokümanı olarak indirilebilir:
http://195.178.225.22/caucasus/publicationsb.html
Bu Dilin Korunmasının Önemi Nedir?
Sonuç olarak, "bu dillerin korunması önemlidir?" sorusuna geri dönüyorum.
Bu bölümde bazı cevaplar bulmak amacıyla birkaç konu hakkında öneride bulunacağım.
Hepsinden önce, dilin korunması, içerisine kavramlar, kategorisel ve kültürel
boyutlar kodlandığı için o dili konuşan insanlar için önemlidir. Her dil, o dili konuşan halkın kültürünün aynası ve mirasıdır. Küçük bir çocukken öğrendiğiniz dil
kendinizi en iyi ifade edeceğiniz araçtır,
Çerkes dilleri, dünya üzerindeki diğer dillerin sahip olmadığı pek çok özelliğe
sahip olduğu için dilbilimi açısından da teorik bir öneme sahiptir. Ses birimlerinin
çokluğu ve ses sistemi, çok şahıslılık ve fiil yapılarının karmaşıklığı bunlara örnek
olabilir.
Avrupa'daki dilsel farklılıklara baktığımızda, Kafkas dillerinin dörtte bir gibi
yüksek bir oranla bu çeşitliliğe katkı sağladığını görmekteyiz. Dahası, Kafkas
dilleri, diğer Avrupa dillerinin hiçbirinde olmayan gramatik özellikleri ile de bu
53
YOK OLMA TEHLİKESİ ALTINDAKİ DİLLER ve ADIGE-ABHAZ DİLLERİNİN KONUMU
çeşitliliğe katkıda bulunuyor. Şunu belirtmekte hiçbir sakınca görmüyorum ki,
Kafkas dilleri olmasaydı, Çerkes dilleri olmasaydı, Avrupa dilsel zenginliğini ve
farklılıklarını kaybetmiş olacaktı.
Prof. Zainab Kerasheva (resimde sağ tarafta) ile buluşma ayrıcalığına sahip oldum ve İsveç
dilinde yazmış olduğum kısa bir Adıgey gramer yazısında bana danışmanlık etti.
Bu Dilin Korunmasının Önemi Nedir?
Sonuç olarak, "bu dillerin korunması önemlidir?" sorusuna geri dönüyorum.
Bu bölümde bazı cevaplar bulmak amacıyla birkaç konu hakkında öneride bulunacağım.
Hepsinden önce, dilin korunması, içerisine kavramlar, kategorisel ve kültürel
boyutlar kodlandığı için o dili konuşan insanlar için önemlidir. Her dil, o dili konuşan halkın kültürünün aynası ve mirasıdır. Küçük bir çocukken öğrendiğiniz dil
kendinizi en iyi ifade edeceğiniz araçtır,
Çerkes dilleri, dünya üzerindeki diğer dillerin sahip olmadığı pek çok özelliğe
sahip olduğu için dilbilimi açısından da teorik bir öneme sahiptir. Ses birimlerinin
çokluğu ve ses sistemi, çok şahıslılık ve fiil yapılarının karmaşıklığa bunlara örnek olabilir.
Avrupa'daki dilsel farklılıklara baktığımızda, Kafkas dillerinin dörtte bir gibi
yüksek bir oranla bu çeşitliliğe katkı sağladığını görmekteyiz. Dahası, Kafkas
dilleri, diğer Avrupa dillerinin hiçbirinde olmayan gramatik özellikleri ile de bu
çeşitliliğe katkıda bulunuyor. Şunu belirtmekte hiçbir sakınca görmüyorum ki,
Kafkas dilleri olmasaydı, Çerkes dilleri olmasaydı, Avrupa dilsel zenginliğini ve
farklılıklarını kaybetmiş olacaktı.
54
Download