İçindekiler

advertisement
1950-1960 Liberal
Dönem
Hedefler
Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
1950-60 dönemi iktisat politikalarını açıklayabilecek,
1954 yılında liberalizmden devletçiliğe geri dönüşün nedenlerini analiz
edebilmeniz,
hedeflenmektedir.
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
İçindekiler
Liberal Dönem

1950’lili Yıllarda Dünyadaki Gelişmeler

1950-54 Hızlı Büyüme Dönemi

1954-58: Krizi Hazırlayan Koşullar

Krize Karşı Alınan Tedbirler

1958 Kambiyo Krizi ve Devalüasyon

GSMH’daki Gelişmeler

Sektörel Gelişmeler
3
I. 1950’LERE GENEL BAKIŞ
Dünya ekonomisi 1950’li yıllarda her bakımdan 1930’lardan çok farklıydı. İkinci Dünya
Savaşı’nın öncesi ve sonrası yıllar arasındaki farklılık, hem 1930’lardan alınan dersleri hem
de savaşın getirdiği etkileri ve dersleri yansıtmaktaydı. Bir kere dünya iki kampa bölünmüş,
kampların biri ABD, diğeri SSCB önderliğinde bloklaşmıştı; bu ikisi dışında kalan ülkeleri
her blok önderi kendi yanına çekmek için her alanda taviz dağıtıyor, “büyüme-kalkınma”
hedefine dönük çabalar harcamaktan da geri kalmıyordu. ABD’nin dağıtılmasına katkı
yaptığı büyük sömürge imparatorluklarının doğurduğu yoksul yeni ülkeler ile geçmişten
kalanlar üzerinde “nüfuz” kurmak için, iki blok arasında ciddi bir mücadele sürüyordu.
Ayrıca 1930’lu yılların öğrettiği dersler ve getirdiği yeni kurumlar, (sosyal devlet, işsizlikle
mücadele için kamu müdahalesi gibi) ABD önderliğindeki Batı blokunun politikalarına şekil
veriyor; buna karşılık o dönemde “ekonomiyi dışa kapatma”nın ve otoriter rejimlerin
yarattığı sakıncaların aşılmasına çalışılıyordu. ABD kendi önderliğinde kendi blokunda
demokrasiyi ve dışa açık politikaları savunurken, savaşı hemen izleyen yıllarda da bir dizi
dünya kurumu (IMF, Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası / Dünya
Bankası, GATT gibi) çerçevesinde kendi bloku için bunları gerçekleştirecek düzeni
kurmuştu. Savaşta yanıp yıkılan ülkeler bir yandan, kalkınması gereken çok sayıda ve
imparatorluklar dağılırken sayıları giderek artan yoksul ülkeler diğer yandan, “resmi
yardım” programlarıyla ABD tarafından desteklenmeye almıyor, böylece kendi bloku için bir
“çekim” noktası yaratıyordu.
1930’ların durgunluğu neo-klasik iktisadın yetersizliğini gösterdiği için, savaş sonrası J. M.
Keynes’in kuramı Batı blokunun gelişmişleri için, İktisadi Kalkınma kuramı da yoksulları
için temel politikaların üretildiği çerçeve oldu. Resmi yardım programları kadar söz konusu
uluslararası kurumlar ile bu kaynaklardan üretilen politikalarda da temel etken güç
ABD’ydi. ABD kendi parası ABD doları, kendi sermayesi ve kendi politik hedeflerinin
egemenliğini sağlamak üzere, bütün yapılanmaları oluşturdu.
Resmi yardımlardan pay almak kadar yaratılan kurumlara katılmak da ABD’nin getirdiği
yeni düzene uymayı gerektirmekteydi. Büyüyen dünya pazarı, yüksek yatırım düzeyi ve
düşük faizler, sabit kurların sağladığı belirlilik ve güven, bol dış yardımlar, Batı blokunun
önderi ABD’nin yarattığı düzenin cazip noktalarıydı. Bu düzene katılmanın şartı
demokrasiyi ve serbest pazar ekonomisini benimsemekti.
Bu dönem Türkiye için siyasal ve ekonomik açıdan bir dönüm noktası niteliği taşımaktadır.
1946 yılı Türkiye için tek parti rejiminden çok partili parlamenter demokratik rejime geçiş
yılı olması yönüyle artık geniş halk kitlelerinin seçim mekanizmasıyla iktisat politikalarının
oluşmasında belirleyici bir faktör haline geldiği önemli bir siyasi dönüşümün başlangıcıdır.
Diğer yandan yıllardır kesintisiz sürdürülen dışa kapalı, korumacı, iç pazara yönelik
sanayileşme ve dış dengeye önem veren bir iktisadi modelin yerine; ithalatın
serbestleştirilerek hızla artırıldığı ve dolayısıyla dış açıkların kronikleşmeye başladığı, dış
yardım, dış kredi ve yabancı sermaye bağımlılığının ortaya çıktığı, dış pazara dönük,
sanayiden çok tarım, madencilik, inşaat ve alt yapıya öncelik veren bir iktisadi modele
geçilmiştir.
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
Demokrat parti dönemi piyasa ekonomisine geçiş denemesinin karma ekonomi ile
sonuçlanmasıdır. Bu yüzden dönem iki alt bölüme ayrılmaktaydı: 1950-1960 döneminde
iktisat politikaları 1954 Yılı’na kadar liberalizasyon, 1954 Yılı’ndan sonra devletçilik ve
müdahalecilik.
DP döneminde Adnan Menderes 1950,1951, 1954, 1955 ve 1957’de beş hükümet
kurmuştur. 14 Mayıs 1950 seçimleri sonrası ilk hükümet programını dönemin başbakanı
Adnan Menderes Meclis’te açıklamıştır. Menderes 29 Mayıs 1950 tarihli konuşmasında
öncelikle devraldıkları ülke ekonomisinin vaziyetini incelediklerini söylemiş, ardından da
güncel ekonomik göstergeleri rakamsal ve nisbi boyutta açıklamıştır. Yapılan konuşmaya
göre bütçedeki 174 milyon liralık açığın 155 milyon lirası Marshall Yardımı’ndan, geri kalan
19 milyonu da iç borçlanmadan kapatılacaktır.
Programın amacı, hayat pahalılığını önlemek, piyasa maliyetlerini dünya seviyesine
yaklaştırmak, üretim hacmini artırmaktır. Bunun için devlet müdahalelerini asgariye
indirmek, devlet sektörünü daraltmak, özel teşebbüsün faaliyet sahasını genişletme lüzumu
vardır. Devlet, çok zaruri olmadığı sürece sosyal hizmetler hariç olmak üzere, doğrudan
herhangi bir sektöre giriş yapmamalıdır. Vergi ve gümrük tarifeleri yeniden gözden
geçirilecek, vatandasın bütçesini zorlayan vergiler, özellikle alış-veriş vergisi yeniden
düzenlenecek, gümrük tarifeleri de ülke şartlarının gereklerine göre belirlenecektir.
Menderes’in okuduğu hükümet programında tarımsal gelişme ağırlıklı iktisat politikası
tercihini “DP, ülkenin ekonomik faaliyetlerinin yüzde 80’inin esas itibarıyla tarım
kesiminden oluştuğunu” ifade ederek ortaya koymuştur. İktisat politikalarının önceliği,
tarımsal sanayilere de ağırlık veren sanayileşme hedeflerine dayanmaktadır.
Türkiye’de önceki dönemlerden bir kopma niteliği taşıyan 1950-1954 alt döneminde
uygulanan liberal içerikli politikaların temel nedeni, siyasi iktidarı oluşturan Demokrat
Parti’nin Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının ve ulusal refahın artışının dünya ekonomisi
ile bütünleşmeden geçtiğine inanmasıdır. Demokrat Parti, 1950-1954 döneminde ithalatı %
60 oranında serbestleştirmiş, gümrük vergilerini düşürmüş ve ithalat kontenjanlarının
birçoğunu kaldırmış, döviz kazandırıcı ihracat işlemlerini teşvik etmek için prim sistemini
getirmiştir. Demokrat Parti’nin ithalat ve ihracat işlemlerini serbestleştirmeden beklediği
yarar, Türkiye’de özel kesimin dış rekabete alışması ve böylece piyasa sisteminin
kurallarının ülkede yerleşiklik kazanmasıydı.
II.1950-1954 Hızlı Büyüme Dönemi
Demokrat Parti iktidarının ilk iktidar dönemi sayılan 1950-1954 Yılları arasındaki
dönemdeki ekonomik gelişmeler ve uygulanan iktisadi politikalar aşağıda incelenmiştir.
Özel Sektörü Desteklenmesi ve TSKB Kurulması
İktidara gelen DP, ekonominin liberalizasyonunu hızlandırmıştır. Özel sermayenin
yatırımlarını desteklemek için alt yapı yatırımlarına hız verilmiş, özel kesimin finansman
sorunlarını giderecek kredi faizlerinin 1951 Yılı’nda % 12’den % 8.5’e çekilmesi, Sınai
Kalkınma Bankası’yla Marshall Yardımı Özel Teşebbüs Fonu’ndan özel kesime kredi tahsisi
5
gibi araçlardan faydalanılmıştır. Özel sermaye yatırımlarının toplam yatırımlar içerisindeki
payının 1950-1954 Dönemi’nde % 57 ila % 61 gibi yüksek bir orana yükseldiği görülmüştür.
1920’li yıllardaki Sınai Kredi Bankası’nın başarılı olmayan denemelerinden sonra Türkiye’de
özel sektöre kaynak sağlayan kurumlar gelişmemişti. Sümerbank yalnız kamu kesiminin
yatırımlarına ve ortaklarına kaynak aktarıyordu. O günlerde özel girişimin yurt dışında
kredi bulma olanağı da yoktu.
Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB); İkinci Dünya Savaşı sonrası Truman Doktrini ve
Marshall Planı çerçevesinde Dünya Bankası'nın (özellikle)
fikri ve mali desteğiyle
oluşturulmuş ve özel kesim yatırımlarına finansal destek sağlamayı amacıyla 1950 yılında
kuruldu. Hükümet bunun bir devlet bankası olmasını isterken buna karşılık Dünya
Bankası ve Amerikalar özel banka olmasını talep ettiler. Dünya Bankası'nın desteği, T.C.
Merkez Bankası ve ticaret bankalarının işbirliği ile ilk özel yatırım ve kalkınma bankası
olarak kuruldu. Bankaya ait tahvilinin Merkez Bankasına satılması ile 12.5 TL milyon TL
sermaye ile kurulan bu bankaya ayrıca Dünya Bankası 9 milyon dolar kredi vermiştir.
Böylece Türk özel teşebbüsü KİT’lerin yatırım bankaları olan Sümerbank ve Etibank
karşısında, bir özel yatırım bankasına sahip olmuştu.
ABD bazı yardımlarını TSKB’sı aracılığıyla kredilendirmesini sağlayarak Türkiye’deki iktisadi
örgütlenmeyi ve piyasa ekonomisine geçişi sağlamak için çabaladı. Banka Türk özel
teşebbüsüne sabit kıymetlerinin en çok yüzde 60’ına kadar ipotek karşılığı kredi
vermekteydi.
TSKB Türkiye’de üretim ilişkilerin değiştirilmesinde yani devletçilikten piyasa ekonomisine
(kapitalizme) geçişte önemli bir rol oynadı. Devletçiliğin kuruluşunda Sovyetlerin
kurdurduğu Sümerbank ve Etibank ikilisinin oynadığı rolü piyasa ekonomisine geçişte
TSKB oynadı.
Dünya Bankası ve Amerikalılar sadece TSKB ile özel teşebbüsün kredi vermekle kalmadı,
Amerikalı personel atanmasını sağlayarak hem bankanın özerk olmasını sağladılar hem de
yatırım bankacılığını öğrettiler.
Vergi Reformu ve Uygulanması
1925 yılında Osmanlı İmparatorluğundan devralınmış bir vergi olan aşarı kaldıran ve İkinci
Dünya Savaşı dönemini bazı olağanüstü vergi uygulamalarıyla geçiren Türkiye, Cumhuriyet
döneminin ilk vergi reformunu 1950 yılında gerçekleştirmiştir. Alman Profesör Fritz
Neumark'ın da bulunduğu bir bilirkişi komisyonu vergi reformu çalışmalarına başlamış,
anılan yıldan itibaren gelirlerin vergilendirilmesinde gelir ve kurumlar vergisi uygulanmaya
başlanmıştır. Vergi usul kanunun kabulü suretiyle vergi sistemine “batılı bir hukuki çerçeve”
verilmiştir. Yabancı sermaye yatırımcıları için Batılı vergi sistemi bir güvence
oluşturmaktadır.
Yapılan vergi reformlarının en büyük eksikliği, tespit etme güçlüğü gerekçe gösterilerek zirai
kazançların Gelir Vergisi kapsamına alınmaması, dolayısıyla da Gelir Vergisinin üniter
yapıya kavuşamamasıdır. Ancak Milli gelirin % 40'nı zirai kazançların oluşturduğu bir
dönemde bu kazançların vergi dışı bırakılması, milli gelirin 2/5'ini vergi dışı bırakmakta,
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
sistemin teknik mekanizmasının işlemesini aksatmaktaydı.
DP hükümeti ekonomide popülizme kaymış oluyordu. DP hükümeti bu dönemde iki
mekanizmayı kullanarak ekonomide popülizme kaydı: [a] tarım kesimini gelir vergisi
kapsamı dışında tutması, yani seçmen çoğunluğunun vergi mükellefi olmaması [b] Vergi
gelirlerinin seçmenlere transferini sağlayan bütçe ve KİT’ler.
DP hükümeti seçmen çoğunluğunu oluşturan çiftçilere Taban fiyat ve destekleme alımları ile
gelir transferi yaparken, diğer taraftan seçmen taleplerine bağlı olarak tarıma dayalı sanayi
işletmeleri devletçe kurulmaya/geliştirilmeye devam ediliyordu. [Şeker şirketi, Gübre
fabrikaları, Et ve Balık, Çaykur, Türkiye Yem Sanayi]
Hükümet programında öngörülen, fakat uygulamada tam tersi olmak üzere doğrudan
vergilerin artırılmaması, bilakis tarımdan alınan doğrudan vergilerin kaldırılması ve böylece
bütçe içerisinde vergi gelirlerinin payının iyice düşmesi, bütçe açığına yol açan nedenler
olmuştur. Bütçe harcamalarının sadece % 10 ila % 25 arası yatırım harcamalarına, geriye
kalan % 50-60’ı cari harcamalara, % 25-30’u transfer harcamalarına gitmiştir.
Dış Yardımlar
Bu dönem iktisat politikalarının dış belirleyicisi ABD ve öncülüğünü yaptığı uluslararası
kuruluşlardır. Savaş sonrası ilişkilerde birinci güç durumuna gelen ABD dış yardımda
bulunduğu ülkelerin serbest ticarete açık, özel girişim ve rekabete dayalı Pazar ekonomisi
politikası izlenmesini istiyor ve vereceği yardım ve kredilerin dağıtımında böyle politikalar
izleyen ülkelerin öncelik alacağını belirtiyordu. Bu çerçeve de Sovyet yardımları nasıl
devletçiliğin yerleşmesine katkı sağladıysa, Amerikan yardımları da bu devletçi yapıyı
çözmeye, özel teşebbüsü geliştirmeye ve piyasa ekonomisine geçişi hedeflemiştir. ABD
yardım talepleri karşısında Türkiye’ye bir kalkınma modeli verebilmek için dört konu
üzerinde yoğunlaşmışlardır:
[1] Kalkınmayı yürütecek piyasa ekonomisini örgütlemek ve bunu yönetecek müteşebbis bir
sınıfı finanse etmek [Türkiye Sınai Kalkınma Bankasının Kurulması]
[2]Piyasa ekonomisinin alt yapısını kurmak: Kısaca altyapı yatırımlarını başlatarak
yönlendirmek [EİE, TEK, DSİ, KGM Kurulması]
[3]Kalkınmayı yani yatırımları finanse edecek iktisadi fazlanın tarımda mekanizasyon
aracılığıyla üretim artışı ve tarıma dayalı sanayi ile oluşturulması [Türk traktör işletmesinin
kurulması]
[4] Kalkınmayı projelendirecek ve projeleri fonlayarak ve uygulamaları izleyecek bir yerel
gözlemci örgüt kurmak [Ekonomik Koordinasyon Bakanlığı]
DP hükümeti ise dış yardım sağlayarak aşağıdaki amaçlara ulaşmayı hedeflemiştir:
[a] Bu iktisadi yardımlar ile hem kalkınma için kaynak temini bulunmuş, hem de kalkınma
projelendirilmiş ve kadrolar eğitilmiş olacaktı. Dolayısıyla kalkınmanın dışarıdan
finansmanı, projelendirilmesi ve yürütülmesi ile kalkınma, tek parti yönetimi’nin demiryolu
siyasetinin aksine halka ek vergi yükü getirmeksizin mümkün kılmaktadır.
7
[b] Askeri yardımlar ile hem ordunun modernleşmesini için kaynak, eğitim ve işbirliği
sağlamak hem de kamu fonlarının sivil harcamaların finansmanı için serbest kalabilmesini
mümkün kılmak
[c] Batı ve Uluslararası Kurumlarla olan işbirliği, ek dış kaynak ve ekonomik danışmanlık
hizmeti sağlanması.
Amerikan Yardımları 1945-1960 arası dönem esas alındığında; üçe ayrılabilir.
Birinci Dönem (1945-1950): Türkiye 1945 yılı sonunda iktisadi ve savunma ihtiyaçları
gerekçesi ile ABD’den 500 milyon dolarlık yardım talebinde bulundu. Ancak Türkiye, 194547 döneminde bu tutarın yüzde 10 kadarını yaklaşık 53 milyon alabildi. Bu yardımların 25
milyon doları yenileme yatırımları için malzeme, 11 milyon dolar havaalanlarının
iyileştirilmesi ve gemilerin tamiri, 7 milyon dolarlık gemi satın alımı, 10 milyon doları ise
Amerikan savaş malzemesi fazlası için kullanıldı.
İkinci Dönem (1950-1955): Bu dönemde ABD, IBRD ve EECC çevrelerinden elde edilen
yardımlar ödemeler bilançosu açıklarının finansmanı için kullanıldı. 1952 yılında 183
milyon dolarlık dış açığın, 74 milyon doları, 1953 yılında 136 milyon dolarlık açığın 78
milyon doları, 1954 yılında 159 milyon dolar açığın 54 milyon doları dış yardımlar ile
finanse edilmiştir.
Üçüncü Dönem (1955-1960): Bu yıllar, Türkiye ile ABD ve uluslararası kuruluşlar arasında
sürekli bir kriz dönemi olmuştur. Krizi yaratan DP’nin kalkınma programı ve enflasyonist
finansman modeliydi. ABD ve uluslararası kuruluşlara göre DP hükümeti mukayeseli
avantajlarının ihmal ederek, alt yapı yatırımlarına ve kamu sektörüne yani KİT’lere yatırım
yapmak istemekteydi. KİT yatırımlarının yol açtığı sermaye israfına ek olarak; zorunlu
tasarrufların enflasyon vergisi ile kavranmak istenmesine karşı çıkmaktaydılar. Buna karşın
DP hükümeti ise, ülkenin stratejik önemi dolayısıyla dış açığın dolayısıyla iktidarının; ABD
tarafından finanse edilmesini talep etmekteydi.
Dış yardımların genel bir değerlendirilmesi yapıldığında DP hükümetinin yardımların
tutarından memnun olmadığı, buna karşılık ABD hükümetinin ise verilen yardımların israf
edildiği kaygısını taşıdığı görülmektedir. DP hükümeti dış yardımlarla kalkınmak ve sosyal
transferlerle iktidarını sürdürmek hevesinde iken, bu politika ABD hükümetince
anlaşılmakla birlikte rasyonel karşılanmıyordu. Ayrıca yardımlar ile DP hükümetinin
iktidarını ve kalkınma programını ABD dış politikası tarafından kontrol ediyordu.
Baker Raporu
Menderes hükümeti, ekonomide liberalizmin sağlanması için başta ABD olmak üzere, Batılı
demokratik devletlerle daha sıkı bir işbirliği yapılacağını açıklayarak bir girişimci sınıfının
doğmasını sağlamayı hedefliyordu. Bunda yabancı uzmanların önemli payı vardır. Bu
uzmanlar, ABD veya temsil ettikleri uluslararası kuruluşların temsilcisi olarak hazırladıkları
raporlarla Türk ekonomisine yön vermeye çalışmışlardır. DP’nin iktidarı devraldığı 1950
yılından itibaren izlediği ekonomik politikaların çoğu Barker Raporu olarak bilinen
Milletlerarası İmar ve Kalkınma Bankasının Menderes hükümetiyle yaptığı işbirliği
sonucunda hazırlanmış olan rapora dayanıyordu. Raporda, Türkiye'nin ekonomik yapısı,
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
geçmişte uygulanmış politikalar ve gelecekte uygulayabilecek ekonomik politikalar üzerinde
duruluyordu.
Barker Raporu’dur. Rapor, Türkiye’nin 1 Şubat 1947’de üye olduğu IBRD (International
Bank for Reconstruction and Development/ Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası) veya
kısa adı ile Dünya Bankası tarafından hazırlanmıştır.
Dünya Bankası heyeti, 1950 seçimlerinden önce CHP hükümeti tarafından davet edilmiştir.
Seçimlerden sonra iktidara gelen Menderes Hükümeti (DP), daveti yenilemiştir. Heyet, heyet
başkanı Barker’ın adıyla anılan Barker Raporu veya Dünya Bankası Raporu olarak bilinen
raporu hazırlamak üzere Türkiye’ye gelmiştir.
Raporda, Türkiye’nin iktisadi ilerlemesini yavaşlatan nedenler şöyle sıralanmıştır
1. Reel gelirin (kişi başına düşen) düşük olması yatırımlar için gerekli kaynakların
sağlanmasını, büyük ölçüde sınırlamaktadır.
2. Sınai kalkınmaya, tarımın zararına olarak gereğinden fazla önem verilmektedir.
3. Yatırımların en uygun alanlara yönetilmesine yol gösterecek yeterli bir mekanizmadan
mahrum kalınmıştır.
4. Devletin izlediği mali politika serbest mübadeleyi engellemektedir.
5. İşgücünün üretim verimliliğindeki ve genel verimliliğindeki artış, sanayi ekonomisinin ve
devlet yönetiminin artan ihtiyaçlarına ayak uyduramamıştır.
Türkiye’nin kapitalist dünya ile iktisadi ilişkilerinin gelişiminde kapitalist dünyayı temsil
eden Dünya Bankası ile halen süren yakın temasının ilk en önemli adımlarından biri olarak
ortaya çıkan Barker Raporu’nun içerdiği öneriler, Türkiye’nin kalkınma çizgisinde ve bunun
bir parçası olan sanayileşme anlayışında uluslararası ve giderek uluslarüstü olması gereken
bir kuruluşun eğilimlerini yansıtması açısından önemlidir. Sanayi yoluyla kalkınmak
isteyen bir ülkenin tarım ve tarıma dayalı alanlarda uzmanlaşması önerilmektedir.
1950 sonrası gelişmelerin yönünü belirlemede etkili bir belge olan rapor, devlet
yatırımlarının, özel girişimin özendirilmesi için gerekli olan ve özel girişimcilerin
girmeyecekleri ulaşım, haberleşme, enerji gibi alanlarda yoğunlaşmasını önermektedir.
Raporda, sanayi, özel yatırımların ana genişleme alanı olarak görülmekte ve bu alandaki
kamu yatırımlarının hızla azaltılmasını öngörmektedir. Yabancı sermaye konusunda da,
Türkiye’nin yabancı sermayeyi ülkeye çekmek yoluyla gelişmesinin hızlanabileceği, yabancı
sermayenin ülkeye yalnız döviz değil, aynı zamanda, Türkiye’nin gereksindiği teknoloji ve
yönetim bilgisini de getireceği ayrıca Türkiye’nin aşırı devletçi uygulamalar döneminin
zararlı sonuçlarını gidermesi gerektiği ifade ediliyor. Türkiye kalkınmasını yurtiçi
tasarruflarını daha etkin kullanarak finanse etmelidir. Yatırım programlarının hacmi
enflasyona sebep olmayacak büyüklükte seçilmelidir. Yatırımların tahsisinde etkinliği
sağlayacak bir mekanizma (piyasa) kurulması gerektiği belirtilmektedir.
9
Tarım Devrimi
İkinci Dünya Savaşı’ndan en çok etkilenen sektör tarım sektörü olmuştur. Önceki
dönemlerde ihmal edilen tarım sektörü bu dönemde Marshall Yardımı Programı ile sağlanan
tarımsal araçların ve traktörün girmesiyle önemli bir dönüşüm sürecine girmiştir.
Makineleşmeye ekili alanların genişlemesine ve üretimin artmasına yol açarak tarımın
yaygın ve hızlı bir gelişme sürecine girmesini sağlamıştır. Sektör yıllık yüzde 10’un üzerinde
bir büyüme ivmesi yakalamıştır.
Demokrat partinin seçim kampanyasında başlayarak oy çoğunluğunu elinde bulunduran
köylü-çiftçi halkın kalkınmasına öncelik veren bir program uygulayacağını vaat etmesinin
yanında tarım alanında büyük bir atılım gerçekleştirilmesi için gerekli koşullarda
oluşmuştu. Genellikle ihmal edilmiş büyük bir çiftçi nüfusu vardı. İşlenmeyen geniş ekim
alanları bulunuyordu. Geri olan tarım teknolojisinde kolaylıkla ilerleme sağlanabilirdi.
Makineli, sulamalı ve gübreli tarımın geliştirilme potansiyeli büyüktü.
DP hükümetinin tarım sektörünü destekleme siyasetinin temel araçları, çiftçiye ucuz kredi
sağlanması ve tarım ürünleri fiyatlarının TMO sayesinde yüksek tutulmasıydı.
Çok iyi giden hava koşullarına dünyada Kore Savaşı ile tarımsal hammadde talebinin artışı
da eklenince DP yönetiminin ilk üç yılında tarım ürünleri bollaştı; tarım gelirleri hızlı bir
şekilde arttı. Bu dönemde sanayi ürünleri karşısında tarım ticaret hadleri gerilemiş olmakla
beraber, tarımsal ürünün toplam hacmi bunu telafi etmişti. Tarım kesimindeki bu
büyümenin öncülüğünde, ekonomi bir bütün olarak yüzde 11-13 gibi hızlı bir oranda
büyüdü.
Altyapı Atılımı
DP Hükümeti geniş bir altyapı programı hazırladı. Amerika örgütü model alınarak ve dış
yardımında desteği ile Devlet Karayolları Müdürlüğü (KGM) kuruldu, geniş bir karayolu
şebekesi planlandı ve yatırımlar ile yol bakım hizmetleri hızlandırıldı. Enerji ve sulama
alanlarında da girişimler arttı. DP hükümetinin altyapı yatırımlarına önem vermesinin bir
nedeni de artan tarımsal üretimin pazara ulaşımını sağlamaktı.
Bütçe Açıkları ve Fiyat Değişmeleri
Dönem içerisinde genel olarak genişlemeci para ve maliye politikaları uygulanmış, bütçe
denkliği üzerinde durulmamıştır. İç borçlanma ve TCMB kaynaklarından yararlanma,
olağan finansman yolları haline gelmiştir. İlk yıllarda içerde üretim artışları ve ithalat
artısının etkisiyle fiyat artışları olağan düzeyde kalmıştır.
Fiyat artışları 1950-1953 arası % 2,2 oranında olmuştur. 1950-1953 Dönemi’nde büyüme
hızı arttığı için, toplam harcamalar ve para arzı artmakla birlikte üretim de genişlediği için
enflâsyon olmamıştır. Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, enflâsyon ılımlı bir seyir
izlemiştir.
İthalatın Serbestleşmesi ve Döviz Bağımlılığı
1950 Haziranında 11704 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ilan edilen ithalat rejimi ile üç yıl
0
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
boyunca gümrük tarifeleri dışındaki koruma önlemleri büyük ölçüde kaldırılarak, dış
ticarette korumacılıktan uzaklaşılmıştı.
İktidarın ilk yıllarında ekonomide serbestliği artıracak yönde bazı adımlar atılmıştır. İthalat
1950’de %60-65 oranında serbestleştirilmiş, fiyat kontrolleri kaldırılmış, banka kredi faizleri
düşürülmüş, özel kesimin daha fazla kredi kullanmasına olanak sağlanmak istenmiştir.
İktidar sürecinin ilk altı ayında Hükümet, OECD’nin dış ticaretin libere edilmesi politikasına
uyarak ithalat rejimine serbest ithalat listesini eklemiştir. Döviz ihtiyacını planlayıp ithal
isteklerini düzenlemek amacıyla da Bakanlıklararası Döviz Komitesini kurmuştur. Sabit kur
sistemi ve artan liberalizasyon neticesinde ithalat hızla gelişmiş ve 1952’de %100 oranında
artmıştır.
İhracat 1950-1952 Dönemi’nde büyük ölçüde serbestleştirilmiştir. İhraç mallarından tütün,
krom, bakır, afyon, zeytinyağı, ülke ekonomisinin ihtiyaçları, iç ve dış piyasa şartları, satışın
yapılacağı piyasanın durumu, ihracat yapılan ülkelerin Türkiye ile ticari ve ekonomik
ilişkileri göz önünde bulundurularak lisansa bağlanmıştır. İhracatında zorluk olan malların
ihracatına karşılık ithal hakkı tanınmıştır. Bu yıllarda Kore Savası’nın dünyada sağladığı
yüksek konjonktür ve tarımda elverişli iklim koşulları nedeniyle gerçeklesen büyük hasılat
sayesinde, ihracat da yükselmiştir. Fakat ihracat, ancak % 37 oranında artmıştır.
Dış ticaret açığı bu nedenle genişlemiş ve ihracat, ithalatın ancak % 50’sini
karşılayabilmiştir. Hükümetin elindeki döviz rezervleri bir iki yıl içinde tükenince ithalâtın
liberalizasyonundan 1953’te vazgeçmek zorunda kalmıştır. Dış açıkları da bir müddet dış
krediler ve bağışlarla kapatılmaya çalışılmıştır. Demokrat Parti hükümetlerinin
yönetimindeki Türkiye 1955 Yılı’na kadar dış ticaret açığını karşılayan ABD yardımları ile
sıkıntıyı hissetmemiştir.
Türkiye, 1950-1954 alt döneminde dış ticaretini liberalize etmiştir. Bu dönemde ithalat
yaklaşık olarak % 60 oranında serbestleştirilmiştir. Dış ticaretteki bu serbestleşme
neticesinde, ulusal üretim ile karşılanamayan yurt içi talep ithalat ile karşılanmış ve ithalat
artmıştır. Söz konusu alt dönemde iklim şartlarının olağanüstü iyi gitmesi ve Kore
Savaşı’nın getirmiş olduğu yüksek konjonktürün de etkisi ile ihracat da artmıştır. Ne var ki,
ithalatın ihracattan daha fazla artması nedeni ile dış ticaret açıklan büyümüştür. Dış ticaret
açıklarının büyümesi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında sahip olduğu döviz
rezervlerinin de azalmasına yol açmış ve Türkiye 1923-1950 döneminde izlediği “dış borç
almama” politikasını değiştirerek Batılı kapitalist ülkelerden yoğun bir şekilde dış kredi
temin etmiştir.
III. SERBESTLEŞME PROGRAMININ KRİZİ HAZIRLAYAN UYGULAMA SONUÇLARI:
1954-1958
1954 yılına gelindiğinde Türkiye’de, makroekonomik istikrarsızlıklar yaygınlaşmıştır. Bunun
üzerine hükümet, 1954 yılında ithalatın liberalizasyonundan vazgeçerek, dış ticarete yeni
sınırlama ve kontroller getirmiş, özel kesimin genişleyen iç talebi karşılayamaması nedeniyle
şeker, çimento, demir-çelik alanında yeni KİT’ler kurmuştur. Buna karşılık Türkiye’de, 1954
yılından itibaren liberal ekonomi politikalarından geri adım atmış ve tekrardan devletçi
politikalara geri dönüş yapılmıştır.
11
Dış Ticaret Açıkları ve Döviz Rezervlerinin Erimesi
Ekonomide 1954 Yılı’ndan itibaren, özellikle dış ticarette bunalım belirtileri görülmeye
başlamıştır. Dış ticarete yönelik elverişli koşullar, 1954 yılında Kore savaşından sonra
ortadan kalkmıştır. Savaş Türkiye'nin geleneksel ihraç maddesi olan tarım ürünlerine olan
talebi ve dolayısıyla bunların dünya piyasalarındaki fiyatlarını arttırmışken, savaşın sona
ermesi hem talebi hem de fiyatların düşmesi sonucunu doğurmuştur.
1950’de 65 milyon dolar olan dış ticaret açığı artı dış borç anapara ödemeleri 1952’de 220
milyon dolara yükselirken, İkinci Dünya Savaşı’nda biriken döviz rezervleri eriyip gitmişti.
Ayrıca tüketim malları ithalatı toplam ithalatın % 25’ine varmış, büyümek için yatırım malı
ve ara malları gereksinimi olan ülkede, döviz kaynaklan giderek lüks tüketim mallarına
ayrılır olmuştu.
Tarımsal Üretimin Düşmesi ve DTH’lerinin Aleyhe Dönmesi
DP tarım sektörünü ciddi ekonomi politikalarıyla desteklenmişti. 1950’de Gelir Vergisi
Kanunu yürürlüğe girerken, tarım vergi dışı tutulmuştu. Ayrıca, başta hububat (buğday),
üretimini artırma amacını gerçekleştirmek için ürünlere ve girdilere destekleyici fiyat ve faiz
politikaları uygulanıyordu. Ne var ki, traktörün tarıma girmesiyle ekili alanlar hızla
artarken, tarımın doğal şartlara bağlılığı sorunu çözümlenmemişti.
1954’e gelindiğinde olumsuz doğal şartlar 1953’e oranla tarım üretimini % 14 oranında
düşürdü; DTH’deki aleyhe gidişle birlikte ihracattaki düşüş bunu izledi. GSMH % 3
oranında reel anlamda düşmüş; eşanlı olarak enflasyon % 12’ye, dış ticaret açığı artı
anapara ödemeleri 250 milyon dolara fırlamıştı. Kore Savaşı’nın dünyada yarattığı spekülatif
fiyat artışları 1953’te bitmiş, DTH’daki bozulma da bunu yansıtma yoluna girmişti. Tarımda
üretim yavaşlarken DTH’nin olumsuza dönmesiyle birlikte, ihracat geliri 1953’teki doruğa
1962’ye kadar tekrar ulaşamadı.
1954-1958 arasında tarımın ortalama yıllık büyüme hızı % 4’e düşünce, sanayideki hızlı
gelişmeye rağmen (yılda % 9.3), GSMH’nin büyüme hızı yavaşladı, yılda ortalama % 5.1’e
geriledi. Bu arada yıllık enflasyon da % 15’i aşarak, sabit kur sistemini sarsmaya başladı;
ihracat bu kanaldan da darbe alır oldu.
Parasal Genişlemenin Enflasyonist Baskılara Neden Olması
1950’li yıllarda ekonomide hem iç tasarruf oranını hem iç yatırım oranını önemli ölçüde
artırma olanakları (dış yardım ve içeride gelir artışları sayesinde) ortaya çıktı; dönemin
başında GSMH’nin % 8.3’ü kadar olan birinci oran ve % 9.6 kadar olan ikinci oran, kaynak
dengesi açığını GSMH’nin % 1.3’ü gibi düşük bir düzeyde tutmuştu. Bunun bir ayağı olan
bütçe açığıysa, 1954’e kadar düşük düzeyde kaldı. Ancak önemli kamu harcaması yaratan
(başta tarımı destekleme) ekonomi politikalarının doğrudan Merkez Bankası finansmanı
yoluyla çözüme bağlanması, bunların etkisinin bütçeye yansıtılmasını engelliyordu. DTH
aleyhe dönerken iç ticaret hadlerini tarım lehine döndüren destekleme politikasıysa, para
arzı genişlemesiyle finanse edilirken, enflasyonun da başlıca kaynağı oluyordu.
2
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
Reel gelirin azalısı karsısında parasal genişlemenin hızı devam etmiş, bu da parasal ve reel
sektörler arasındaki dengenin bozulması ve fiyatların artması sonucunu doğurmuştur.
Bunun üzerine hükümet parasal araçlarla para ve kredi arzlarını daraltmak istemiş ve
reeskont oranlarını yükselterek, kredi tavanları oluşturmuştur. Bunlara rağmen, bütçe
açıkları, kamu iktisadi teşebbüslerinin finansmanı, hazine avansları ve fiyat destekleme
politikaları gibi nedenlerle para arzı genişlemeye devam etmiştir. Genişlemeci para ve maliye
politikası ile beslenen iç talep artışı diğer olumsuz gelişmelerle birlikte, enflasyonist
baskıları artırmıştır.
Yüksek Enflasyonun Ortaya Çıkışı
1954 yılında hava koşullarının olağanüstü kötü gitmesi sonucu tarım üretimi 1953’ten
1954’e yüzde 20 düşmüştü. 1954 yılından başlayarak enflasyon hissedilir hale gelmiş,
yüzde 20’lere doğru tırmanmaya başladı. Enflasyonun hızlanma nedeni sadece 1955-1957
arasında para arzındaki hızlı artış değildi. Bu dönemde enflasyonun temel kaynakları (a)
döviz kurundaki dengesizlik (b) tarımın marjinal topraklara yayılması sonucu verimin
düşmesi (c) KİT’lerin zararları d) Dış ticaret açığının küçülmesi için kısılan ithalatın yarattığı
mal darlıkları da fiyatlara artmasına ve her alanda karaborsa fiyatları oluşmasına neden
oldu.
Siyasal Çalkantılar ve Otoriter Devlet Anlayışına Dönüş
Ekonomik sıkıntıların oluşmasında sadece ekonomik nedenler değil iç siyasal gelişmelerin
de etkisi oldukça fazladır. 1955 yılının 6-7 Eylül gecesi Kıbrıs bahanesi ile İstanbul’da
meydana gelen ayaklanma zaten çok sıkışık olan iktisadi durumun iyice kötüleşmesine yol
açtı. 6-7 Eylül olayları iç piyasayı ürküttüğü gibi dış piyasada da hükümetin siyasi ve mali
itibarını çok zayıflatmıştır. Ayrıca gayrimüslimlere ait pek çok işyerinin yerle bir edilmesi,
ekonomide mal kıtlığı büsbütün arttırdı. Artık Meclis içerisinde de hükümete karşı tepki
başlamıştı. Hükümet istifaya zorlandı, fakat çok gerilimli geçen tartışma, kavga ve
pazarlıklardan sonra Başbakan Menderes kabinenin birkaç bakanını feda ederek kendi
durumunu kurtardı. Bir yandan da sıkıyönetim ilan edildi. Bundan sonra üç yıl daha, artan
sıkıntılar, siyasal ve iktisadi baskılar altında geçti. Perakende denetlemeler peş peşe dizildi,
sendikalar kapatıldı.
Sanayi Sektöründe Yaşanan Durgunluk
Türkiye’de 1954-1958 alt döneminde sanayi sektöründe yaşanan durgunluğun en temel
sebebi, “döviz darboğazı nedeniyle ithalat olanaklarının tıkanmasıdır”. Türkiye, 1950 yılının
başında ithalat ve ihracat işlemlerini serbestleştirmiştir. Bunun sonucunda hem ihracat
hem de ithalat artmıştır, ancak ithalattaki artış ihracattaki artıştan daha fazla olduğundan
dış ticaret bilançosu açık vermiştir. Dış ticaret bilançosu açıklarındaki artış, ulusal altın ve
döviz rezervleri ile karşılanmıştır. Ancak, 1953 yılının sonunda ulusal altın ve döviz
rezervlerinin bitmeye yüz tutması nedeniyle döviz darboğazı yaşanmaya başlamıştır. Döviz
darboğazı ise, Türkiye'de ithalat işlemlerinin sınırlandırılmasının gerekliliğini ortaya
çıkarmıştır. İthalat işlemlerinin sınırlandırılması ise, ulusal sanayinin ihtiyaç duyduğu ara
ve yatırım mallarının temin edilememesi olgusunu ortaya çıkarmıştır. Sanayi sektörünün
üretim için gerekli olan ara ve yatırım mallarını ithal edememesi, sanayi sektöründe
yaşanan durgunluğun en temel sebebidir.
13
IV. Krize Karşı Alınan Tedbirler
Enflasyonun, 1950-1953 arasında göreli çok yavaş seyrederken, ekonomi sıkışmaya
başlayınca giderek hızlanması, geçmişte (1946) yapılan devalüasyonun etkisinin giderek
kaybolmasına yol açıyor, TL “aşırı değerli” duruma giriyordu. Bu da, ihracatı artırmayı
önlediği gibi, ithalatı patlatıyordu. Resmen devalüasyon yapmaktan hükümet kaçınıyordu;
bunun için zaten IMF onayı gerekiyordu.
İşte bu gidiş, devalüasyonu ikame edecek kurumsal önlemleri devreye soktu, yeni kurumlar
ortaya çıktı; serbest piyasa ekonomisi yerine devlet müdahaleciliği devreye girdi. Başlıca
telafi edici kurumlar şunlar oldu:
(a) Milli Korunma Kanunu'nun Uygulamaya Konulması
Serbest dış ticaret rejiminin sebep olduğu dış açıklardan kurtulmak adına ve IMF’nin
dayattığı devalüasyon, deflasyonist önlemler ve dış ticaret liberalizasyonu gibi politikaların
aksine ve kâr oranları ile fiyatların kontrolü amacıyla mevcut liberal anlayışın daha devam
edemeyeceğini düşünen DP Hükümeti tarafından, 1940 Yılı’nda yürürlükten kaldırılmış
olan Milli Koruma Kanunu 1956 Yılı’nda yeniden yürürlüğe konulmuştur. Bu yasa
piyasaları daha iyi denetleyebilmek stokçuları ve karaborsacıları şiddetle cezalandırmak için
06 Haziran 1956 tarihinde çıkarılan bir yasadır. Görünüşe bakılırsa Tek parti dönemindeki
ekonomik uygulamaları eleştiren hükümet, ekonomideki kötü gidişin çözümünü aynı
yöntemle çözmeye çalışmıştır.
Bu kanunla birlikte hükümet, ithalatta, toptan ve perakende ticarette kâr marjlarını ve
komisyonları tespit yetkisine sahip olmuştur. Fiyat kontrolleri yaygınlaştırılmış, serbest
piyasa ekonomisi vaatleri, yerini plansız programsız devlet müdahaleciliğine ve polisiye
tedbirlere bırakmıştır. Sonuçta fiyat ve piyasa kontrolleriyle tarım burjuvazisine yönelik
popülist politika uygulamalarındaki kararlılık devam etmiştir. Bu tedbirlerin iki yıl
uygulanması sonucunda dış ticaret açığı kısmen azalmış olsa da, karaborsa artmış ve
fiyatlar genel düzeyi artmıştır.
(b) Dış Ticarette Kontrole Dönüş
Ekonomideki kötü gidişin önüne geçmek için hükümet dış ticarette bir takım önlemler de
almıştır. 1954'den itibaren döviz darboğazı yüzünden DP'nin kuruluşundan itibaren
vurguladığı liberalizme kısıtlama getirildi. DP’nin ikinci iktidar Dönemi’ndeki ilk ekonomi
politikası 1954 Temmuz’unda yürürlüğe konan ve korumacılığa dayanan dış ticaret
rejimidir. Bu çerçevede gümrük vergisinde değer esasına geçilmesi, gümrük tarifelerinin
yükseltilmesi, ithal malları fiyat kontrol dairesinin kurulması biçiminde önlemler alındı.
Tevzin Fonu (1.9.1953 tarihli) ithalattan prim alıp, ihracata prim verme yoluyla bir çeşit gizli
devalüasyon sağlıyordu.
Döviz Komitesi (26.12.1955 tarihli) kamu ve özel kesimlerin döviz ihtiyacına göre, döviz
harcama listeleri düzenleyecek, döviz talebini sınırlayacaktı.
4
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
İthal Malları Fiyat Komitesi (6.7.1956 tarihli) ithal malları fiyatlarını denetleyen bürokratik
bir kurumdu.
Türk Parasını Kıymetini Korumaya ilişkin 14 no.lu kararla (1.3.1957) da tam olarak döviz
kontrol rejimine geçildi.
Alınan tüm bu önlemlere rağmen dış ticaret açığının sürmesi üzerine hükümet, çoğu
sosyalist ülkelerden oluşan bazı ülkelerle ikili kliring anlaşmaları yaptı. Bunun sonucunda
dış ticaretin % 30 civarındaki bölümü 1955’teki kliring anlaşmalarıyla yapılabilir bir
duruma geldi. Ayrıca bir kısım Avrupa ülkesiyle ikili anlaşmalar yapılarak, bu ülkelerin
Türkiye’den yapacakları ithalatın döviz karşılığının bir bölümünün, bizim bu ülkelerden
yapacağımız ithalatın finansmanının karşılanmasında kullanımı gerçekleştirildi.
Tüm müdahaleci ve düzenleyici uygulamalara rağmen dış ticaretin daralması ve ekonomik
bunalım engellenemedi. Üretim ve hizmetlerin gerçekleşebilmesi, ithalatla sağlanan
girdilerle mümkün olabiliyordu. Bu nedenle ithalat tüm müdahalelere rağmen
kısıtlanamıyordu. Hızlı kentleşme, artan gelir ve iç talep neticesinde de ihracat ürünleri iç
piyasaya kanalize olduğu için ihracatın artısı da sınırlı kalıyordu.
(c) KİT’lerin Yeniden Önem Kazanması
Demokrat Parti’nin liberalleşme konusundaki diğer bir çalışması da KİT’lerin özel sektöre
devri, yani özelleştirmeydi. Ancak iktidar döneminde bu konuda hiçbir atılım yapılamadı.
Bilâkis 1954’ten sonra KİT’ler yeniden önem kazanmıştır. Hükümet de özelleştirme
konusundaki tutumunu değiştirmek zorunda kalmış ve kamu kesiminin ekonomideki
fonksiyonlarını KİT aracılığıyla sürdürmeyi benimsemiştir. Böylece mevcut KİT’in
sermayeleri artırılmış, yeni KİT’ler kurulmuştur. Yine de özel kesim azımsanmayacak bir
gelişme göstermiştir. Fakat kamu kesimine ait sınaî kuruluşlar da geliştiği için kamunun
sanayi sektöründeki payında önemli bir düşüş olmamıştır.,
Tarım gelirlerindeki hızlı artış, karayollarının hızlı gelişmesi sonucu hızlanan geçim
ekonomisinden para ekonomisine geçiş, sanayi ürünleri talebini hızla arttırmaya başladı.
1950’lerin ilk yıllarının döviz bolluğu döneminde ithalatla karşılanan bu talep artışı, ticaret
açığının sürdürülemez düzeye çıkıp, ithal malları kıtlığı yaratmasıyla enflasyoncu baskılar
yaratmaya başladı. Bir yandan düzensiz ve sistemsiz uygulanan ithal ikamesine dayalı
sanayileşme politikaları, bir yandan da özel kesimde henüz yeterli bir sanayi girişimcisi
sınıfın ve sermaye birikiminin ortaya çıkmamış olması nedeniyle özel kesimin sanayi
yatırımları büyüyen talebi karşılamada yetersiz kaldı. Bu yüzden hükümet yeni KİT’ler
kurmaya ve sanayi kesiminde kamu yatırımlarını arttırmaya başladı. İkinci olarak özel
sanayi pek az istihdam yaratmakta ve tarımdaki hızlı makineleşme ve diğer nedenlerle
boşalan işgücüne iş sağlamakta yetersiz kalıyordu. Yaratılan istihdamda özellikle İstanbul
ve Marmara Bölgesi’nde gerçekleşiyordu. Özel sanayinin yeterli istihdam sağlayamaması ve
İstanbul dışına yayılamaması, DP’nin siyasal tabanını teşkil eden kitlelerin desteğini
kaybetmesine yol açabilecek nitelikteydi. Üçüncü olarak DP yöneticilerinin bazıları
Devletçilik döneminde başarılmış olan sanayileşme atılımının içinde önemli görevler almış
kimselerdi ve özel kesim sanayinin gelişmesini hızlandırmak için devlet sanayi yatırımların
artmasının ne kadar yararlı olduğunu yakından biliyorlardı. Ayrıca uygulanan politikaların
sonucunda kamu girişimciliğinin özel girişime büyük dışsal yararlar yaratabileceği ortaya
15
çıkmıştı. Kamu girişimlerinin ürettikleri malların maliyetin altında fiyatla satılması böylece
özel sanayiye, ucuz ve bol ara mal ve hizmet sağlamanın, eğittikleri işgücünün özel kesime
eğitilmiş emek hazırlaması, özel girişime düşük faizle kredili satışları bunların en
önemlileriydi.
Devlet işletmelerini özel sektöre devretmek üzere iktidara gelmiş olan Demokrat Parti, bu
dönemde kamu yatırımlarını genişletmek zorunda kalmıştır. Enerji, kömür, çimento, seker
gibi üretim kollarında, kamu kesiminin öncülüğünü üstlendiği önemli gelişmeler olmuş,
kamu yatırımlarının milli hâsıla içindeki payı belirgin biçimde artmıştır. Ancak bu dönemde
özel sınai üretimde de önemli bir genişleme gerçekleşmiştir. Hatta tarım dışı faaliyetleri bir
bütün olarak ele alırsak bu kesimlerde özel işyerlerinde çalışan isçilerin artış hızı, kamu
işyerlerindeki isçilerin artış hızından fazla olmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda düzensiz
kentleşme ve gecekondulaşma yıllarıdır. Kentli nüfus içinde ücretli-maaşlı grupların payı bu
dönem boyunca azalmış, düzensiz, marjinal faaliyetlerde kendilerinde bir hayat alanı bulan
grupların payı ise artmıştır.
Demokrat Parti, kamu yatırımlarının ve devlet işletmeciliğinin özel sermaye birikimi lehine
ne kadar hayati bir rol oynayabileceğini keşfetmiştir. Böylece, sanayileşmenin öncü gücü
olan devletçi modele kamu kesimi kurumlarının sayısal çokluğu bakımından benzeyen;
ancak devlet kesiminin özel sektöre destek niteliğinin ön plana çıkması nedeniyle ondan
farklılaşan yeni bir “karma ekonomi” anlayışı yerleşmiştir. Bu anlayış içerisinde 1942
Yılı’nda süresi biterek yürürlükten kaldırılan Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun yerine ulusal
sanayi ya da ihracatı teşvik edecek yasal bir düzenleme getirilmemiştir.
Bu dönemde KİT'in özel sektöre devredilememesinin birçok nedeni vardır: Özel kesimin
elinde KİT'leri devralacak sermaye yoktur. Ayrıca özel kesim KİT'i satın almak yerine onların
sunduğu mal ve hizmetleri ucuza satın almayı daha kârlı bulmaktadır. Öte yandan,
genişleyen iç talebi karşılamak konusunda özel sanayi yetersiz kalmıştır. Sermaye piyasaları
gelişmemiş olduğundan ve sermaye piyasasında el değiştiren hisseleri bulunmadığından
satış değerleri saptanamamaktaydı. Bu nedenle, devlete ait iktisadi kuruluşları genişletmek
zorunlu hale gelmiştir.
(d) Yabancı Uzman Raporları: Chenery Raporu
Demokrat Parti iktidarı süresince yabancı finansman yardımları ile ödemeler bilançosu
finanse edilmiştir. Marshall yardımından sonra çok azalan dış yardım yerini ithalat
kredilerine ve Türk ithalatçıların büyük teçhizat ithalatında resmi garantörlük uygulamaları
almıştır.
Dış krediler Dünya Bankası üzerinden alınmakta iken banka ile DP hükümeti arasında
anlaşmazlık çıkmıştır. Hükümet Dünya Bankası uzmanlarının önerilerini ülkenin içişlerine
karışmak seklinde algılamışlardır. Bunun üzerine ABD tarafından Türkiye’ye kredi
ihtiyaçlarının belirlenmesi üzere ünlü iktisatçı H. B. Chenery başkanlığında bir heyet
gönderilmiştir. Chenery Raporu’nda Türkiye’ye 1954 Yılı’ndan itibaren aşamalı bir istikrar
politikası önerilmiştir. Ancak Demokrat Parti’nin 1954 seçimlerinde oyların büyük
çoğunluğunu alması üzerine hükümet, bu önerilerden tarıma yüksek destekleme
ödemelerini yapmama önerisini göz ardı etmiştir. Bunun üzerine 1955 Yılı Mayıs Ayı’nda
borç istemek için ABD’ne giden Türk heyeti umduğunu bulamadı. Dünya Bankası, Türkiye
6
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
heyetini persona non grata ilan ederek 1960 darbesine kadar Banka ile ilişkileri kesmeyi
göze alıyordu.
Chenery raporunda, 1948 -1953 döneminde Türkiye’de iç tasarrufların oldukça yüksek bir
büyüme hızını mümkün kılacak bir düzeyde olduğunu belirtiyordu. Fakat bir yandan artan
yatırımların yaratacağı ithalat talebi diğer yandan artan üretimin küçük bir bölümünün
ihraç edilebilir üretim olması Türkiye’yi bir döviz darboğazına sürükleyerek ekonomik
büyümeyi yavaşlatacaktır. Yani Chenery raporunda, tasarruf yatırım açığı yanında bir de
döviz açığının [ikiz açık-two gap] iktisadi önünde engel olduğunu ortaya koyuyordu.
Chenery, döviz açığının giderilmesi için Türk lirasının yüzde 30 civarında devalüasyonunun
diğer birçok tedbirle birlikte uygulanması durumunda ekonominin uzun vadeli büyümesini
güvence altına almaya yaracağını belirtiyordu.
V.1958 KAMBİYO KRİZİ, 4 AĞUSTOS DEVALÜASYONU VE IMF İSTİKRAR PROGRAMI
Türkiye 1956-1958 arası dışa giderek kapandı. İstikrar programı uygulaması için baskı
yapmak üzere, dışarıdan verilen program kredileri azaltıldı. Zaten Dünya Bankası’ndan
uzun zamandır yeni proje kredisi alınamıyordu. Verildiği kadarıyla dış yardım ve kısa vadeli
kredilerle iş idare edilmeye çalışılsa da, idare edilir gibi değildi. Dış borç servisinin ihracatın
% 30’unu aşmasına devalüasyon bekleyişlerinin yol açtığı yurt dışına sermaye kaçışları
eklenince, bir ara karaborsadaki döviz kuru 20 TL = 1 dolara kadar yükselmişti. Kaçakçılık
da iyice artmış, “resmi işlemler” yanında ikinci bir “yeraltı ekonomisi” oluşturmuştu.
Hükümet bir istikrar programına gitmemek için, dış kaynaktan yoksun kalmak pahasına,
iki yıl diretirken ekonominin gidişi iyice kötüleşmişti.
İstikrar Programının İçeriği ve Koşulları
1958’de Türkiye’nin vadesi geçmiş önemli tutarda ödenmemiş ve birikmiş dış borcu
bulunuyordu. Bu borçları ödemedikçe, ne uzun vadeli program kredilerinin artma, ne de
kısa vadeli ticari kredilerle günü idare olanağı vardı. Hükümet, geçmişteki ithalat
liberasyonunun ve giderek kötüleşen dış ticaret hadlerinin, büyüyen kamu açıklarının, mal
darlıkları ve enflasyonun bozduğu dengeleri, yeni dış kaynak bulmadıkça düzeltemiyordu.
Tüm bunların sonucunda borç ödeyemez duruma düşmek, yani “moratoryum” ilânı
olmuştu.
1958 Ağustos ayında hükümet, çaresizlik sonucu, IMF güdümünde bir istikrar programı
uygulamayı kabul etti. IMF' in güdümünde ve OECD ile yürütülen görüşmeler sonucu
Türkiye'nin ticari borçlan konsolide edilerek takside bağlanmış, vadesi gelen borç taksitleri
ertelenmiş ve yeni kredi açılmıştır. Bu dış desteği arkasına alan Türkiye Ağustos 1958'de
istikrar tedbirleri adıyla anılan programı yürürlüğe koymuştur. İstikrar Programının belli
başlı altı öğesi vardı. Devalüasyon; dış borç ertelemesi; Yeni dış krediler; Para ve maliye
politikasına kısıtlamalar, dış ticaretin serbestleştirilmesi, KİT fiyatlarının serbestleştirilmesi.
Son olarak Eylül 1946'da ayarlanan döviz kuru, döviz arzının döviz talebi karşısında yetersiz
kalması ve ülke içindeki enflasyon oranının dış alem fiyat artışlarının üstünde olması
nedeniyle aşırı değerlenmiş hale gelmiştir. Resmi döviz kurundan yapılan işlemler iyice
kısırlaşmıştır. Paranın dış değerini bir prestij göstergesi sayan ve dış ekonomik ilişkiler
durma noktasına gelmesine karşılık devalüasyona yanaşmayan Hükümet sonunda Ağustos
17
1958 de çoklu kur rejimini genelleştirerek, TL'yi fiilen % 68.9 oranında devalüe etmiştir.
Ancak TL’nin resmi dolar kuru tüm döviz alımı ve satımı işlemleri için birden 1 doJar= 9 TL
olarak saptanmamıştır. Döviz kuru yine 1 dolar = 280 kuruş olarak bırakılmış fakat döviz
alım satımında prim ödenmesi ve vergi alınması yolu ile çoklu kur uygulamasına geçilmiş,
kademeli bir devalüasyona gidilmiştir. Tütün, afyon, krom ve bakır ihracatından kazanılan
döviz için 210 kuruş, fındık, kuru üzüm ve incir ihracatından kazanılan döviz için 280
kuruş prim ödemesi başlatılmıştır. Merkez Bankası diğer döviz alımı işlemlerinde 620 kuruş
prim ödemiş, döviz satımlarında ise 620 kuruş vergi uygulamıştır. Bu durumda, ihracat,
sermaye ve diğer döviz işlemlerinde bir dolar karşılığı (2.80 +6.22=)9.02 ödenecekti. Kararı
izleyen iki yılda döviz kuru farklılıkları aşamalı olarak kaldırıldı ve 1960 Ağustos’unda
devalüasyon tüm boyutlarıyla benimsendi.
İthalata yeniden serbesti getirilmiş, ithalat üçer aylık programlara bağlanmıştır. İhracat ve
ithalat izni verilmesi ile ilgili işlemler kolaylaştırılmıştır. Ara ve yatırım malları ithalatına
öncelik verilmiştir.
İstikrar programı çerçevesinde emisyon kısıtlanmış, banka kredileri dondurulmuştur. Kamu
harcamalarında tasarrufa gidilmesi ve bütçe dengesinin sağlanması kararlaştırılmıştı. Bütçe
açığı, bütçe harcamaları, Merkez Bankası Kredileri, KİT’lerin cari ve yatırım harcamaları gibi
büyüklüklere sınırlar konmuş, bu sınırların ancak IMF!nin oluruyla aşılabileceği Türk
hükümetince kabul edilmişti. fakat bütçe dengesi konusunda başarı sağlanamamıştır.
KİT ürünlerinin fiyatlarına yüksek oranlı zam yapılmıştır. KİT ürünleri fiyatlarının,
maliyetlerini karşılayacak düzeye getirilmesi ve işletme zararlarının kapatılması
amaçlanmıştır.
1958 istikrar tedbirlerinin uygulanması ile dış ekonomik ilişkilerdeki tıkanıklık giderilmiştir.
420 milyon dolar tutarında dış borç ertelenmiş, 359 milyon dolar taze kredi sağlanmıştır.
Dış kredilerin açılması ve ithalatın artması sonucu ekonomi yeniden canlanmıştı. 1959'dan
itibaren ihracatta artmaya başlamış ve dış ticaret hacmi yeniden genişlemiştir. Fakat
ithalattaki artış ihracattaki büyümenin üzerinde seyrettiği için dış ticaret açıkları da
artmıştır.
İstikrar Programı ve Durgunluk: 1958-1961
Döviz darboğazının ekonomiyi yavaşlattığı 1956-58 yıllarına, 1958’de IMF stand-by
anlaşmasıyla uygulamaya giren programın etkileri eklendi. İthalat darboğazının kalkmasına
rağmen, istikrar programının etkisiyle durgunluk yoğunlaşarak sürdü. Artan döviz fiyatı ve
faiz haddine, sıkı para politikası çerçevesinde artırılan KİT fiyatları ve kaldırılan fiyat
denetimi; Merkez Bankası kredileri ve ticari kredilere getirilen “kredi tavanı” kısıtlamaları
eklenince, ekonomi daralmaya girdi. Aslında enflasyonu düşürmeye dönük bu önlemlerin
durgunluk yaratması olağandı. Bu daralma süreci 1958-61 arasında büyüme hızını,
enflasyon hızla düşerken yılda ortalama % 3.5’a düşürdü. Bunu, 27 Mayıs 1960’ta bir
askeri darbe izledi.
Daralma süreci, çok sayıda bankayı (27 Mayıs 1960’taki siyasi değişimden sonra) tasfiyeye,
birçok şirketi de iflasa götürdü. Birçok banka özel şirketlerin daralması ya da tasfiyesi
üzerine geri dönmeyen krediler ve zayıf yapıları dolayısıyla tasfiye edilmek durumunda
8
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
kaldı. Bankalardaki mevduat ve kredi hacmi ciddi biçimde daraldı. Bu bankaların tümü,
1950’li yıllarda yaşanan banka sahibi olma furyasında kurulmuşlardı; on yıllık ömürlerini
tamamlayamadan istikrar programını izleyen daralma sürecinde sahneyi terk etmişlerdi.
İthalat darlığının getirdiği olanaklarla kurulan fakat kriz ve durgunluk dolayısıyla iflas eden
birçok özel ticari/sınai firma da, zaten, banka batışlarında rol oynayan başlıca etkenlerden
biriydi.
İthalat darlıklarına ve devalüasyona rağmen 1958’de % 4.5 oranında büyüyebilen ekonomi,
enflasyonu düşürme ve ekonomiyi daraltma sürecinde her ikisinin birlikte düştüğüne tanık
oldu. Enflasyon 1959’da devalüasyonun etkisiyle % 19.8’e fırladı, fakat izleyen yıllarda hızla
düştü (1960’ta % 5.4 ve 1961’de % 2.7); reel GSMH artışıysa sırasıyla % 3.4 ve % 2’ye
düştü. Kamu açığı ve ekonominin kaynak açığı devalüasyonu izleyen birkaç yılda sürse de,
izleyen planlı dönemde büyüme de, dengeler de rayına oturdu.
VI.3.1950-960 Döneminde GSMH' da, Sektörel Hâsılalarda ve Halkın Refah Düzeyinde
Gelişmeler
1950-60 döneminde GSMH, 1968 faktör fiyatları ile yılda ortalama % 6.3 oranında
büyüyerek 15867 milyon TL. den 26836 milyon TL. ye yükselmiştir. Bu dönemi ekonomik
gelişme bakımından iki alt döneme ayırarak değerlendirmek yerinde olur. İ950-1953
dönemini kimi iktisatçılar Türkiye ekonomisinde bir altın çağ olarak değerlendirmektedirler.
Gerçekten bu dönemde GSMH sabit fiyatlarla yılda ortalama % 1.1,3 oranında büyümüş,
kişi basma gelir % %-% 8.5 oranında yükselmiş, dört yıl içinde ihracat % 48.8 oranında
artarak 263.4 milyon dolardan 392 milyon dolara yükselmiştir. Bu gelişmenin bir kaç
nedeni vardır. Birinci neden üst üste dört yıl devam eden fevkalade iyi iklim koşullarıdır.
1950-1953 yıllarında bu koşullarda tarımda rekor sayılabilecek hasat elde edilmiştir,
Türkiye bir anda dünyanın sayılı buğday, pamuk ve tütün ihracatçısı ülkeleri arasında
sayılmaya başlanmıştır. İkinci olarak, Kore Savaşının yarattığı konjonktürde dünya
piyasalarında tarımsal ve madensel hammadde fiyatları yükselince ihracat gelirlerinde,
yukarıda ifade edildiği gibi, çok kısa sürede % 50'ye varan bir artış gerçekleşmiştir. Tarımsal
üretimin ve ihracat gelirlerinin artması iç talebin ve yatırımların genişlemesine, ekonominin
canlanmasına olanak sağlamıştır. Yatırımların artmasında ve ekonominin iyiye gidişinde bir
başka olumlu etken ABD'de sağlanan dış kredilerdir. Türkiye, 1948-1953 döneminde
ABD’den 420 milyon dolar gibi, GSMH'un % 3'üne varan bir dış kaynağı kredi ve hibe olarak
almıştır. Yatırımların önemli bir bölümü ve dış ticaret açıkları bu yardımlar ile finanse
edilebilmiştir.
1950-1960 döneminin başında GSMH' nın sektörel birleşiminde tarımın %42.6, sanayinin
%14.5 ve hizmetlerin %42.9 oranında payları vardı. Dönemin bütününde, ilk yıllardaki
olağan üstü iyi iklim koşullarındaki bol hasada rağmen, tarım, sanayi ve hizmetler
sektöründen daha düşük bir oranda (% 68) büyümüştür. Bu gelişmenin doğal sonucu
olarak, tarımın GSMH' daki oransal payı 3.1 puan gerilerken sanayi ve hizmet kesimlerinin
payları sırasıyla 2.4 ve 0.7 puan yükselmiştir. Başka deyişle, dönemin sonlarında
sektörlerin GSMH 'ya katkıları değişmiş yani milli hasılada yapısal bir değişme meydana
gelmiştir. Büyüme hızları GSMH 'nın büyüme hızından yüksek olan sektörlerin nispi payları
artmıştır. Bu yapısal değişime karşılık, Türkiye'de bu dönemde tarımın ekonomideki ağırlığı
hâlâ çok yüksekti. Dönemin sonunda hâlâ sanayi sektörü hasılası tarımsal hasılanın
19
yarısından daha azdı.
Tarımsal hasıla iklim şartlarına karşı çok fazla duyarlıdır. Bu, bir yandan tarımdaki üretim
birleşiminde bitkisel üretimin payının yüksek olması ile bir yandan da üretim teknolojisinin
geriliği ile açıklanabilir. 1950-953 yılları arasında iklim şartlarının olağanüstü iyi geçmesi
sonucu tarımsal hasılada yılda ortalama % 12 civarında büyüme olmuş, bu da GSMH’ ya
yansımıştır. Buna karşılık, 1954'de GSMH % 3,2 oranında gerilemiştir. Sanayi ve hizmetler
sektörleri sırasıyla % 9.2 ve % 5.2 oranlarında büyürken, GSMH' daki bu gerileme, kötü
iklim şartları nedeniyle tarımsal hasılada bir önceki yıla göre % 14 oranında meydana gelen
düşmeden kaynaklanmıştır.1950-960 döneminin sonunda tarım sektörü GSMH' daki payı bakımından hizmetler
sektörünün 4.8 puan gerisinde kalmıştır. Ancak tarım sektörü istihdamdaki payı itibariyle
mutlak hâkim durumundadır. 1950'de işgücünün % 85.7'si tarım sektöründe istihdam
edilirken bu oran 1960'da % 75'e gerilemiştir. Tarımsal nüfusun payının yüzde hesabı ile 10
puan gerilemesi, köylerden kentlere göçün hızlanması ve sanayi ve hizmetler sektörlerinde
istihdamın artması ile açıklanabilir. Hizmetler sektörü inşaat, ticaret, ulaştırma,
haberleşme, mali hizmetler, konut gelirleri, serbest meslekler, bankacılık ve hükümet
hizmetlerini içermektir. Başka ifade ile, hizmetler sektörü, tarım ve sanayi sektörleri
dışındaki tüm iktisadi faaliyetleri kapsamaktadır.
Türkiye'de bu dönemde halkın refah düzeyinin ne durumda olduğunu görmek için
bulabildiğimiz bazı verilere dayanarak uluslararası bir karşılaştırma yapalım: Y. Tezel'e göre,
1950'de Türkiye'de ABD dolan cinsinden kişi başına GSMH 203 dolardır. 1950'de ABD'de
kişi başına GSMH yaklaşık 2350 dolar, Yunanistan'da, ise 300 dolar civarındadır. DİE'nin
verilerine göre, 1958 yılında Türkiye'de kişi başına gelir 265 dolar, gelişmiş ülkelerde
ortalama GSMH 1930 dolar, Güney Amerika ülkelerinde 210 dolar, Sovyet Blokunda 410
dolar ve az gelişmiş ülkelerde 108 dolardır. Bu veriler Türkiye'nin Yunanistan'dan daha geri,
Latin Amerika ülkelerinden daha ileri bir refah seviyesinde olduğunu göstermektedir. Açıktır
ki bu veriler anlamlı bir refah karşılaştırması yapmak için yeterli değildir. Bununla birlikte,
1950-1960 döneminde Türkiye'de kişi başına GSMH' nın % 35- % 40 civarında yükselmiş
olduğu söylenebilir.
VII. 1950-1960 Döneminde Ekonomide Yapısal Değişmeler
Sanayi Sektöründe Gelişmeler
Bu dönemde ithal ikameci sanayileşme politikası sürdürülmüştür. Sanayi sektörü hasılası
1950-1960 döneminde global olarak % 119.6 ve yılda ortalama %8.3 oranında büyümüştür.
Bu büyüme oranı GSMH büyüme oranının üstünde olduğundan sanayinin GSMH'daki
büyümeye nispi katkısı artmıştır. Bu sektörün GSMH'daki payı dönem başında (1950-1953)
ortalama % 13.7 civarında iken dönem sonunda (1957-1960) % I6.9'a ulaşmıştır.
Sanayi sektöründeki büyümeyi etkileyen önemli etkenleri ve bu sektörün yapısında gözlenen
değişmeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
Türkiye'de mevcut sanayi yapısı, temelleri 1930'lu yıllarda atılan temel tüketim mallarının
ithal ikamesine dayalı bir sanayidir. Büyük ölçüde yerli tarımsal ve madensel hammaddeleri
0
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
işlemeye yöneliktir. Sanayinin bu yapısı 1950-1960 döneminde büyük bir değişikliğe
uğramamıştır. Bu yapısından dolayı sanayi 1957'ye kadar iç talebin genişlemesi sayesinde
oldukça canlı bir gelişme göstermiştir. İç talepteki genişleme çeşitli etkenlere bağlanabilir.
Marshall Plânı çerçevesinde tarımda yaşanan hızlı makineleşme ve pazara açılma olayı iç
piyasayı canlandırmıştır. 1950-1953 döneminde üst üste iyi hasat yılları geçirilmesi, Kore
konjonktürü dolayısıyla tarımsal ürünlerin dünya fiyatlarının yükselmesi, tarım sektörüne
açılan kredilerin artırılması köylünün satın alma gücünün artmasına imkân sağlamıştır.
Öte yandan tarımda bir uyanışın başlaması köyden kente göç olayını gündeme getirmiştir.
Kısaca, büyük ölçüde tarımdaki değişmelerden kaynaklanan iç piyasa genişlemesi sanayide
oldukça yüksek oranlı büyümeye imkân vermiştir.
İç piyasadaki genişlemede Hükümetin uyguladığı liberal dış ticaret politikasının ve
genişlemeci para ve maliye politikalarının da önemli rolü olmuştur. Öte yandan, 1956'ya
kadar ithalatta bir darboğaz ile karşılaşılmamıştır. İhtiyaç duyulan ara ve yatırım malları
aksamadan temin edilebilmiştir. Bu sayede sanayide arka arkaya yüksek büyüme oranlan
gerçekleştirilebilmiştir. 1950-1957 döneminde sanayinin yıllık ortalama büyüme hızı % 9- %
10 civarında seyretmiştir.
1954'de başlayan ve 1956'dan sonra ciddi boyutlara ulaşan ekonomik istikrarsızlık ve döviz
dar boğazı, dış ticarette tıkanıklığa yol açtı ve sanayi sektörünü olumsuz yönde etkiledi.
İthalatın tıkanması sanayide ara ve yatırım malları sıkıntısı yaratmıştır. Enflasyonist
baskıların artması ise yatırımların dağılımında üretken sektörler aleyhine bir gelişmeye
neden olmuştur.
İthal ikamesine dayalı sanayileşmenin ekonomiyi dışa bağımlılıktan kurtaramadığı
anlaşılmaktadır. Bu bağımlılık ara ve yatırım mallarına bağımlılık şeklinde kendini
göstermektedir. 1950’li yılların ikinci yarısında ithalatın yaklaşık % 90'ı yatırım mallan ve
hammadde ithalatından oluşmuştur. İthalatın yapısı takip edilen sanayileşme modelinin
özelliklerini ve sanayileşmede ulaşılan aşamayı yansıtmaktadır. Dönemin sonlarına doğru
temel tüketim mallarında yüzde yüze yakın ithal ikamesi gerçekleştirildiğinden tüketim
malları ithalatı iyice daralmış, toplam ithalatın % 10'nun altına inmiştir.
1950'li yıllarda özel kesim küçümsenmeyecek bir gelişme göstermiştir. Fakat kamu
kesiminin sanayideki yeri daralmamıştır. Özel kesim tek başına artan iç talebi karşılayacak
bir düzeye ulaşamamıştır. Bu durum karşısında mevcut kamu sınai kuruluşları
genişletilerek artan talep karşılanmıştır.
Bu dönemde kamu kesiminin mevcudiyeti özel kesimi olumsuz yönde etkilememiştir. Bu iki
kesim aralarında rekabete girişmemişlerdir. Aksine, sanayide bu iki kesim arasında
kendiliğinden bir işbölümü ve bütünleşmenin gerçekleştiği gözlenmiştir. Özel kesim
yatırımlarını iç talep yönlendirmiştir-.Özel kesim sanayileşmede öncü bir rol oynamak yerine
faaliyetlerini zaman zaman kapasite fazlası yaratacak şekilde bilinen alanlarda
yoğunlaştırmıştır. Örneğin, şeker, çimento, pamuklu ve yünlü dokuma sanayilerinde aşırı
kapasite yaratılmıştır. Bu alanlarda fazla sayıda küçük cesametli kuruluşlar iç pazarın
korunmuş olması sayesinde etkin olmayan bir tarzda faaliyette bulunmuşlardır.
Sanayileşme sürecinin ileri aşamalarını temsil eden sınai tesisleri oluşturmada kamu kesimi
öncü bir rol oynamıştır. Bizi bu yargıya götüren husus şudur: İmalat sanayinde ara ve
21
yatırım malları üreten sanayi alt dallarında kamu kesiminin nispi payı özel kesimin
payından daha yüksektir. Öte yandan, bu konudaki veriler özel kesime ait sınai işyerlerinin
daha küçük ölçekli, daha az kapitalistik olduklarını göstermektedir. Kamu ve özel kesim
sınai kuruluşları arasındaki bu yapısal farklılık bu iki kesim arasında bir işbirliğini ve
bütünleşmeyi yaratmıştır. Özel kesim kamu sınai kuruluşlarının ürettiği ara malları ve
yatırım mallarını kullanmıştır. Fakat bu bütünleşmenin bir başka cephesi daha vardır. Bu
işbirliği biraz da KİT'in fiyatlama politikaları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Özel kesim KİT
ürünlerini maliyetinin altında fiyatlardan satın alarak parasal dışsal ekonomi elde etmiştir.
1950-1958 döneminde toplam yatırımların yaklaşık % 21.7'si sanayiye tahsis edilmiştir.
Sanayi sektörü içinde de ara malları ve tüketim mallan üreten alt dallarda yoğunlaştığı
tespit edilmiştir. Fakat 1956'dan sonra, özel kesim yatırımları imalat sanayinde tüketim
malları ve yatırım malları alt sanayilerinde hem mutlak hem de nispi olarak daralmıştır. Bu
daralma o dönemde % 20'lere ulaşan fiyat artışlarına bağlanmaktadır. Sınai yatırımları
olumsuz yönde etkileyen diğer bir etken de ithalat tıkanıklığı olmuştur.
Bu dönemde sanayi sektörünün hâkim özelliği olarak tüketim malları üretiminin nispi
ağırlığını koruması gösterilebilir. Tüketim malları üreten sanayilerin büyük sınai işyerleri
katma değeri içindeki nispi payı 1960'da hâlâ % 65 civarındadır. Bu oran I950'de % 73 idi.
Bu dönemde imâlat sanayinde asıl önemli gelişme ara malları üretimi yapan alt dallarda
gerçekleşmiştir. Bu alt grubun imalat sanayi üretim değeri ve katma değeri içindeki nispi
payları yükselmiştir. Buna karşılık, yatırım malları ve dayanıklı tüketim malları üreten
sanayi alt dallarının nispi paylarında bir değişme olmamıştır. 1950-1960 döneminde sınai
üretimdeki genişleme, daha çok temel tüketim malları ve ara malları üreten sanayilerdeki
gelişmeden kaynaklanmıştır. İmalat sanayinin yapısı ekonominin sanayileşme düzeyinin de
bir göstergesi sayılabilir. Türkiye 1950'lerin sonunda sanayileşme sürecinin ilk aşamasını
tamamlamak üzeredir. Yani temel tüketim mallarının ithal ikamesi büyük ölçüde
gerçekleştirilmiştir.
Bu alt seksiyonu bitirirken üzerinde durmak istediğimiz bir husus da sanayide etkinliğin
artmamış olmasıdır. Bu husus kısmen kamu sanayi sektörünün zaafları ile açıklanabilir.
Kamu sanayi kuruluşlarının kuruluş yeri seçiminden yönetimine ve üretilen malların
fiyatlandırılmasına kadar politik baskılar altında olması etkinliklerini azaltan önemli bir
etkendi. Öte yandan, Özel kesimde de rasyonel bir yatırım plânlaması yapıldığı söylenemez.
Özel kesim sınai kuruluşlarında ortalama işyeri ölçeği küçük, teknoloji geri, sermaye
yetersizdir.
1950-60 dönemi sanayi sektöründeki gelişmeleri özetleyecek olursak: Türkiye’de 1950-1960
döneminde sanayi sektörü büyük ölçüde temel tüketim mallarının ithal ikamesine yönelik
üretim yapmaktaydı. Bu tercih de hem özel kesimin elinde ara ve yatırım mallan üretimi için
gerekli sermayenin, nitelikli emek gücünün ve teknolojinin olmaması hem de devletin bu
yöndeki teşvikleri etkili olmuştur. Yine 1950-1960 döneminde, Demokrat Parti’nin seçim
programında öngördüğü KİT’lerin özelleştirilmesi olgusu gerçekleştirilememiş ve sanayi
sektöründe KİT’lerin ağırlığı artarak devam etmiştir. Söz konusu dönemde Türkiye’de sanayi
üretimi, iç talepteki değişmelere bağlı olmuştur. Dönemin başında (1950-1953) tarımda
iklim koşullarının iyi gitmesi, dünya piyasalarında Kore Savaşı nedeniyle tarımsal ürünlere
yönelik talebin artması ve dış dünyadan sağlanan krediler nedeniyle ara ve yatırım
2
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
mallarının ithal edilebilmesi sonucunda sanayi sektöründe üretim miktarı artmıştır. Ancak
1955 yılından itibaren artan enflasyon ve döviz darboğazı sonucunda ithalat imkânlarının
tıkanması sonucunda dönemin sonuna doğru sanayi kesimi üretiminde önemli bir azalma
yaşanmıştır. Dolayısıyla Türk sanayi sektöründe 1950-1960 döneminde marjinal
sermaye/hasıla oranının yükseldiğini söyleyebiliriz. Marjinal sermaye/ hâsıla oranının
yükselmesinin anlamı, sanayi kesiminde üretim için ihtiyaç duyulan sermayenin arttığı
anlamına gelmektedir. Türkiye’de 1950-1960 döneminde sanayi kesiminde istihdam oranlan
tarım ve hizmetler kesimine göre artmıştır. Bunda tarımda makineleşme ile birlikte ortaya
çıkan açık işsizlerin, köyden kente göç etmesinin ve 1950-1960 döneminin ilk yansında
sanayi üretiminin artmasının büyük payı vardır. Bütün bunlara karşılık, Türkiye’de 19501960 döneminde sanayi sektörüne yapılan yatıranlar rasyonel bir yatırım planlaması
olmadan yapılmıştır.
Tarım Sektöründe Gelişmeler
Türkiye'de Cumhuriyetin ilk yıllarından İkinci Dünya Savaşının sonuna kadar geçen
dönemde ekonomik sektörler arasında denge gözetmeyen bir iktisadi kalkınma politikası
hâkim olmuştur. Hızlı sanayileşme tutkusu ile tarım sektörü ihmal edilmiş ve gerekli ilgiyi
görmemiştir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında da en büyük hâsıla düşüşü tarımda olmuştur.
Bu dönemde tarım sektöründe yaşayanların hayat standardında daha fazla düşüş olduğu
ileri sürülmektedir. Savaştan sonra gelişen iç ve dış şartlar sonucu, Türkiye için tarımda
büyük potansiyel olduğu ve geliştirilmesi gerektiği anlaşılmıştır. Bu konuda dış kredi
çevrelerinin ve yabancı uzmanların çok etkili olduklarına değinmiştik.
Hükümet savaştan sonra tarım sektörünü kalkındırmak, tarımı ekonominin dinamik bir
sektörü haline getirmek için bazı girişimlerde bulunmuştur.
1945 yılında topraksız ve az topraklı çiftçileri topraklandırmak, iyi işlenmeyen büyük
arazileri parçalayarak daha etkin işlenmesini sağlamak amacıyla Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu çıkarılmıştır. Fakat bu kanun kısa sürede geçirdiği değişikliklerle bir toprak
reformu kanunu olmaktan çıkmıştır. Bu kanuna dayanarak kamu toprakları topraksız ve az
topraklı köylülere dağıtılmıştır. Bu kanun toprak mülkiyetinin dağılımında yapısal bir
değişiklik, bir iyileştirme getirmemiştir; fakat ekime açılan alanların meralar aleyhine
genişlemesinde çok etkili bir rol oynamıştır.
Ekime açılan toprakların genişlemesi sadece Çiftçiyi Topraklandırma Kanuna bağlanamaz.
1948 yılında Marshall Yardım Programının uygulanmaya başlaması ile birlikte tarım
sektöründe son derece hızlı bir makineleşme sürecine girilmiştir. Türkiye tarımında traktör
sayısı 1948'de 1756 idi. Bu sayı 1950'de 16 bini, 1955' de 40 bini aşmıştır. Bu çok süratli
makineleşmenin tarım sektörü üzerinde birçok etkisi olmuştur. Bu etkiler çeşitli kriterler
dikkate alınarak değerlendirilebilir.
Tarımda makineleşme büyük ölçüde ABD dış yardımı sayesinde gerçekleştirilmiştir. ABD
yardımlarının, bu dönemde yarısının tarımsal makineleşmeye ayrıldığı tespit edilmiştir.
Tarımda hızlı makineleşmenin ilk gözlenen etkisi ekilişe açılan arazinin genişlemesi ve
tarımsal üretimdeki artış olmuştur. Tarımda bitkisel üretim, özellikle 1953'e kadar, çok
elverişli iklim şartlarının da etkisi ile, olağanüstü yüksek oranlarda artmıştır.
23
Bu dönemde dikkatimizi çeken bir husus da tarımda sermaye kullanımının artmış
olmasıdır. Bu dönemde tarımsal sabit sermaye yatırımlarının toplam sabit sermaye
yatırımlarına oranının % 22'ye kadar yükselerek sanayinin nispi payına eşitlendiğine
değinmiştik. Ancak makineleşme gibi tarımsal yatırımlar da dönemin ilk yarısında
yoğunlaşmıştır. 1956'dan sonra ortaya çıkan ekonomik bunalım tarımdaki gelişmeyi
yavaşlatmıştır. Bu duruma yabancı sermaye girişinin yavaşlaması da etkili olmuştur.
Üretimdeki artış ile ekili alanların genişlemesi arasında sıkı bir ilişki vardır. Fakat
üretimdeki artış sadece ekiliş alanlarının genişlemesinden ileri gelmemiştir. Özellikle, 195155 döneminde ortalama hektar veriminde önemli yükselme olmuştur. Bu dönemde verim
artışını etkileyen birinci faktör iklim şartlarının iyi gitmesidir. Fakat verim artışı tamamen
iyi iklime bağlanamaz. Nitekim, iklim şartlarının normale döndüğü 1956-1960 döneminde
ortalama ha. verimleri yükseldikleri seviyeyi korumuş, hatta biraz daha yükselmiştir. Bu
durum gübre, ilaç ve sulama gibi verim artırıcı girdilerin kullanımındaki artışla
açıklanabilir.
Tarımda makineleşme ile diğer girdilerin kullanımı arasında bir denge, bir uyum gözetildiği
söylenemez. Tarımda makineleşme Marshall Yardımı sayesinde, bir kaç yıl içinde, baş
döndürücü bir hızda geliştiği için özümsenememiştir. Köylünün teknik bilgi seviyesi aynı
süratle geliştirilememiştir. Verim artırıcı girdilerin kullanımı aynı süratle artırılamamıştır.
Bu nedenle, tarıma giren makineler etkili kullanılamamış, çoğu bir kaç yıl içinde kullanım
dışı kalmıştır. Eğer tarımda makineleşme diğer girdilerdeki artışla birlikte daha dengeli
yürütülebilseydi, kuşkusuz verim artışı daha yüksek olurdu.
Bu dönemde tarım, taban fiyatları ve destekleme alımları politikasının genişletilmesi ile de
desteklenmiştir. Bir yandan destekleme alımı kapsamına giren ürün sayısı artmış, bir
yandan da satın alınan ürünlere yüksek taban fiyatları uygulanmıştır. Kurumun ödediği
fiyatlar çok zaman ürünün ihraç fiyatının üstünde kaldığından Kurum zarar etmiştir; bu
zararları hazineden ödenmiştir. Dönemin ikinci yarısında ortaya çıkan enflasyonist baskının
bir nedeni de budur.
Tarımda taban fiyatı uygulamasının iki önemli mahzuruna işaret etmek gerekir. Taban fiyatı
uygulaması özellikle bazı ürünlerde üretim alanlarının aşırı genişlemesine ve üretimin
marjinal topraklara kaymasına neden olmuştur. Bu durum bitkisel üretimin meralar ve
hayvancılık aleyhine genişlemesine, marjinal toprakların üretime açılmasına, ortalama
verimin düşmesi ve maliyetlerin yükselmesine yol açmıştır. Taban fiyatı uygulamasının diğer
bir olumsuz sonucu tarımda gelir dağılımını bozmasıdır. Taban fiyatları ve destekleme
alımları yolu ile tarıma gelir transferi yapılmış olmaktadır. Transfer edilen bu gelirin
dağılımını işletme büyüklükleri ve her işletme büyüklüğünde pazarlanan ürünün üretime
oranı belirlemektedir. Büyük işletmelerde ürünün pazara çıkma oranı daha yüksek,
geçimlik tarım işletmelerinde ise öz tüketimin oranı daha yüksektir. O halde, sektör içinde
gelir dağılımında toprak mülkiyeti dağılımındaki eşitsizlik belirleyici olmaktadır. Gelir
dağılımı eşitsizliği artan oranlı, etkili bir vergi politikası ile ve diğer sosyal politikalarla
azaltılabilirdi ki Türkiye'de ne 1950'li yıllarda ne daha sonraki dönemlerde tarımda böyle bir
vergi politikası uygulanmamıştır.
Özetlemek gerekirse, 1950-1960 döneminde tarımda belirli ölçülerde nitel ve nicel gelişmeler
4
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
elde edilmiştir. Başta makineleşme olmak üzere, çağdaş üretimin büyümesine imkân
vermiştir. Tarım daha fazla pazara açılmıştır. Tarımın pazara açılması köylünün refah
seviyesinde iyileşme ile birlikte köyden kente göçe neden olmuştur. Kentlerde nüfusun
çoğalması, başta açık işsizlik olmak üzere bir dizi sosyal problemlerin su yüzüne çıkmasına
yol açmıştır. Bu dönemde tarımda üretim organizasyonunda hissedilir bir değişme
olmamıştır. Buna karşılık, tarımın pazara açılması ve tarımsal hammadde işleyen
sanayilerin gelişmesi ile tarımsal üretim birleşiminde bir takım değişiklikler olmuştur.
Bitkisel üretimin tarımsal hasıladaki payı hayvancılık üretiminin aleyhine bir miktar
genişleyerek % 60'a kadar çıkmıştır. Bitkisel üretim içinden de sınai bitkilerin ve ihraç
ürünlerinin payı yükselmiştir. Bu değişme tarımın piyasa talebine daha duyarlı hale
geldiğini gösterir. Ancak hayvancılık sektörünün görece gerilemesi bu gelişmenin çelişkili ve
olumsuz yönüdür.
Bu dönemde her şeye rağmen tarımsal üretim iklim şartlarının etkisine çok fazla duyarlıdır.
İklim şartlarındaki değişmeler tarımsal hasılada ve milli hasılada oldukça geniş
dalgalanmalara neden olmuştur. Tarımdaki dalgalanmalar GSMH 'yi ve sınai hasılayı
etkilemiş, ekonomide istikrarsızlığın önemli bir nedeni olarak kalmıştır.
1950-1960 Döneminde Dış Ekonomik İlişkilerde Gelişmeler
Türkiye'de 1950'li yıllarda iktisat politikasında ortaya çıkan en çarpıcı ve somut değişiklikler
dış ekonomik ilişkilerde gözlenmiştir.
1950'de iktidara gelen Demokrat Parti Hükümeti ithalatı % 60 oranında libere ederek işe
başlamıştır. İthalat kısa sürede çok büyük ölçüde yükselmiştir. Bu yıllarda, Kore Savaşının
dünyada sağladığı yüksek konjonktür ve tarımda elverişli iklim dolayısıyla gerçekleşen iyi
hasat sayesinde, ihracat da yükselmiştir. Buna karşılık, dış ticaret açıkları, 1950'den
1956'ya kadar büyüyerek devam etmiştir. Hükümetin elindeki döviz rezervleri bir iki yıl
içinde tükenince ithalatın liberasyonundan daha Eylül 1953' de vazgeçmek zorunda
kalmıştır. Temmuz 1954 de ise, dış ticarete yeni kontroller ve sınırlamalar getirilmiştir. Dış
açıklar bir süre dış krediler ve bağışlarla kapatılmaya çalışılmıştır. Ancak, 1953-54'den
itibaren ithal edilen bazı malların bedeli transfer edilememiştir. Böylece iktisadi
literatürümüzde Gecikmiş Borçlar (Dettes Arrierees) veya Satıcı Kredisi adıyla geçen borçlar
yerini almıştır. 1951-1960 yılları arasında Türkiye bu kanaldan dışarıya 5cS4 milyon dolar
borçlanmıştır. Bu borçlar Türkiye'nin borçlarını ödeyememesi üzerine OECD tarafından
kurulan konsorsiyumun çalışmaları sonucu 1958'de konsolide edilerek takside
bağlanmıştır.
1956'dan itibaren dış ticaret hacmi daralmaya başlamıştır. İç ve dış fiyatlar arasındaki
makasın açılması sonucu TL. aşırı değerlenmiştir. Buna karşılık Hükümet devalüasyon
yapmaya ve uluslararası mali kuruluşların önerdikleri diğer istikrar tedbirlerini almaya
yanaşmamıştır. Bu nedenle ihracat yapmak güçleşmiştir. Türkiye dışarıya mal satamaz hale
gelmiştir. Bu arada dış yardım çevreleri Türk Hükümetini istikrar tedbirlerini almaya
zorlamak için kredileri de kısmışlardır. Döviz darboğazına girilmesi, ithalatın da
daralmasına neden olmuştur. İthal malları darlığı içerde sınai üretimi ciddi biçimde
olumsuz etkilemiştir. Mal darlığı mevcut olan enflasyonist baskıyı daha da arttırmıştır.
Fiyatlar genel seviyesi 1956'da % 13.2 ve 1957'de % 19.6'ya ulaşmıştır. % 60 - % 70
25
oranındaki fiyat artışlarına alışmış olanlar için % 20 oranındaki fiyat artışları çok ılımlı
gözükebilir. Fakat, o dönem için % 20 bir enflasyon ekonomide çok ciddi bir istikrarsızlığın
göstergesi idi. Bu istikrarsızlığın diğer bir göstergesi de ödemeler bilançosu açığı ve döviz
darboğazı idi. Enflasyonla ödemeler bilançosu problemi arasında sıkı bir ilişki olduğu
açıktır.
1948'den sonra dış sermaye kullanımı Türkiye ekonomisinin işleyişinde vazgeçilmez, temel
bir öğe olmuştur. 1923-1947 döneminde iktisadi kalkınmasını kendi öz kaynakları ile
gerçekleştirmeye çalışan Türkiye 1948'den sonra yoğun biçimde yabancı kaynaklara
açılmıştır. Dönem süresince daha fazla dış kaynak kullanımı kuşkusuz, üretim ve gelir
artışını olumlu yönde etkilemiştir. Fakat, ekonominin dış kaynaklara bağımlılığının artması
dış borçların süratle büyümesine ve başka olumsuz gelişmelere neden olmuştur. Bu
dönemde, borç ertelemeleri dışında, toplam 2311 milyon dolar yabancı sermaye girişi
olmuştur. Bu dış kaynakların 1416 milyon doları resmi kredi ve bağış, geri kalan 895
milyon doları özel yabancı sermayedir. Resmi kredi ve bağışların 1107 milyon doları ABD
tarafından sağlanmıştır. Bunun 728.2 milyon doları bağıştır. Bu dönem de ABD dış ticarette
de Türkiye'nin en önemli partneri haline gelmiştir.
Takip edilen sanayileşme politikası ile dış ticaretin yapısı arasında sıkı bir ilişkinin
varlığından söz etmiştik. Gerçekten de Türkiye'nin sanayileşme politikası ve sanayileşme
sürecinde bulunduğu aşama ithalat ve ihracatının yapısına yansımıştır. Türkiye 1950-1960
döneminde temel tüketim mallarının ithal ikamesini hemen hemen tamamlamıştır. Dönemin
sonunda dayanıklı tüketim malları üretimi aşamasına geçme durumuna gelmiştir.
İthalatın mal birleşimine baktığımızda şunu görüyoruz: 1950-1960 döneminde ithalatın
değer olarak yaklaşık % 85'i yatırım malları ve hammaddelerden, % 15'i tüketim
mallarından oluşmaktadır. Tüketim mallarının toplam ithalat değerindeki nispi payı
dönemin başında ortalama % 20- % 22 civarındadır. Bu oran giderek dönemin sonunda %
10'un altına inmiştir. Bu düşme tüketim malları yerli üretiminin artmasından çok, döviz
sıkıntısı dolayısıyla tüketim mallan ithalatına getirilen kısıtlamalara bağlanabilir. İthalatın
kısıtlanması sonucu iç talep yerli üretime kaymıştır. Yatırım malları ithalatı toplam ithalat
değerinin % 50'sini aşmaktaydı. Bunun da % 39'u makine, % 12'si yapı malzemelerinden
oluşuyordu.
İthalatın yapısı bize ekonominin giderek daha fazla dışa bağımlı hale geldiğini, tüketim
mallarında ithal ikâmesi sağlamanın sanıldığı kadar döviz tasarrufuna imkân vermediğini
göstermektedir. 1950-1960 döneminde yatırımların ithalata bağımlılığı 0.284'dür. Başka
deyişle, 1000 TL. tutarında yatırım yapmak için 284 TL. yatırım malı satın almak
gerekmiştir.
Öte yandan, döviz tasarrufu amacıyla ithalatın kısıtlanması içeride etkin olmayan, yüksek
maliyetle çalışan, dış rekabetten korunduğu için iç piyasada tekel kârları elde eden bir
sanayi yapısının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
1950-1960 döneminde Türkiye'nin ihracat gelirleri yine mutlak olarak tarım ürünlerine
bağlıdır. İhracat gelirlerinin % 80-% 85'i beş-altıyı geçmeyen bitkisel ürünlerin ihracatından
elde edilmiştir. Sınai ürünlerin ihracat gelirlerindeki payı % 5'in altındadır. Sanayi ürünleri
adı altında sınıflandırılan bu maddeler çok basit dönüşümden geçirilmiş tarımsal
6
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
ürünlerdir. İhracat gelirleri içinde madencilik ürünlerinin % 5 civarında bir payı vardır. Bu
dış ticaret yapısına bakarak, Türkiye'nin 1950-1960 döneminde, tarımsal ve madensel
hammaddeler ihracatçısı, yatırım mallan ve ara mallan ithalatçısı ve henüz sanayileşme
sürecinin başında bir ülke olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
5.5. Para ve Maliye Politikası ve Ekonomik İstikrara Etkisi
Bu dönemde para ve maliye politikaları konusunda önceki dönemlere göre önemli yaklaşım
farklılıkları sergilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı yıllan bir yana bırakılırsa, Türkiye
Cumhuriyetinde hükümetler 1950'li yıllara kadar sıkı para ve denk bütçe ilkelerinden
ayrılmamışlardır. Para arzı ile fiyatlar genel seviyesi ve paranın değeri arasında sıkı ilişki
olduğunu savunan klasik görüş doğrultusunda hareket edilmiştir. Paranın değerini istikrarlı
tutmak için para arzı istikrarlı tutulmaya çalışılmıştır. Çünkü milli paranın değerine çok
fazla önem verilmiştir. Türkiye'de emisyon hacmi ile bütçe dengesi arasında çok sıkı bir
ilişki hep olagelmiştir. 1950'den önce denk bütçe ilkesi takip edilmiştir. Hükümetler
harcamalarında bütçe gelirlerini aşmamaya özen göstermişlerdir. Dolayısıyla, emisyon artışı
makul ölçüler içinde istikrarlı bir seyir takip etmiştir.
1950'den sonra bu muhafazakâr para ve maliye politikası değişmiş, genişlemeci para ve
maliye politikaları takip edilmiştir. Hükümet, iç ve dış kaynak kullanımına ve iç talep
genişlemesine dayalı hızlı ekonomik büyüme stratejisini uygulamaya koymuştur.
Ekonomide marjinal tüketim meyli yükselmiştir.
1950'den sonra devletin altyapı yatırımları ile ilgili harcamaları, KİT 'in işletme zararları ve
tarımsal ürünler destekleme alımları yükselmiştir. KİT 'in işletme zararlarının bir kısmı
devlet bütçesinden ödenmiş, bir kısmı doğrudan TCMB kredileri ile karşılanmıştır. Yine bu
dönemde TMO'nun destekleme alımları yükselmiştir. Kurumun alış ve satış fiyatları
arasındaki negatif farktan dolayı karşılaştığı zararlar TCMB kaynakları ile karşılanmıştır.
Kurumun 1950-1960 döneminde toplam net zararları 312.3 milyon TL. civarında olmuştur.
KİT deki yönetim, yatırım, istihdam ve fiyat politikası bu kuruluşları işletme zararları ile
karşı karşıya bırakmıştır. İşletme zararlarım kapatılmak için KİT ürünlerine yüksek oranlı
zamlar yapılınca enflasyon üzerinde ciddi baskı ortaya çıkmıştır. TMO, Tekel, Tarım Satış
Kooperatiflerinin tarım ürünleri destekleme alımları da TCMB kredileri ile finanse edilmiştir.
Desteklenen ürün sayısı sürekli artmış, destekleme alımlarının kapsamı sürekli
genişlemiştir. Tarımsal destekleme alımları bu dönemde enflasyonist baskıyı artıran temel
etkenlerden birisi olmuştur.
1950-53 döneminde banka kredilerinin % 10,6'sı kamu % 89,4'ü özel kesim tarafından
kullanılmışken 1954-60 döneminde kamu kesiminin banka kredilerindeki payı % 21,5'e
yükselmiştir. Öte yandan, kamu kesimine açılan kredilerin ilk dönemde %4,7 si KİT, %
95,3'ü mali sektör tarafından kullanılmışken, 1954-60 döneminde KİT'in payı % 49,4'e
ulaşmıştır. Devlet, KİT in işletme sermayelerini ve zararlarını karşılamak için banka
kredilerine daha fazla baş-vurmak zorunda kalmıştır.
Bu dönemde bankacılık sistemine kamu bankaları hâkimdir. Bankacılık sistemi etkin
çalışmamaktadır ve hizmet maliyeti yüksektir.
27
Hükümet, devletin ekonomideki yerini küçülteceğini vaat etmesine rağmen bunu
gerçekleştirememiştir. Aksine, özel kesimin genişleyen iç talebi karşılayamaması KİT'in
üretimine olan ihtiyacı artırmıştır. Bu dönemde yeni KİT kurulmuş, mevcut KİT'in üretim
kapasiteleri genişletilmiştir. Örneğin, şeker, çimento, demir çelik tesisleri için devlet
bütçesinden yeni yatırımlar yapılmıştır. Devletin bu yatırım harcamaları artışı ile birlikte
cari ve transfer harcamaları da yükselmiştir. Kamu harcamaları 1950-1960 döneminde %
606 oranında artarak yılda, 1682.3 milyon TL. den (1950), 10190.4 milyon TL/ye (1960)
yükselmiştir. Bu dönemde kamu harcamalarının GSMH' ya oranı sürekli yükselme eğilimi
göstermiş ve donem ortalaması % 21.4 olmuştur.
Kamu harcamalarındaki bu artışa karşılık, kamu gelirleri daha düşük bir oranda
yükselmiştir. 1952'den itibaren harcamalar gelirleri sürekli aşmış, bütçe açıkları sürekli
büyümüştür. 1950-1960 döneminde toplam 15392.9 milyon TL. kamu açığı ortaya
çıkmıştır. Kamu gelirlerinin kamu harcamalarını karşılama oranı yaklaşık %70'dir.
Hükümet, bu açıklan, iç piyasaya borçlanarak ve TCMB kaynaklarına başvurarak
karşılamıştır.
Türkiye'de vergi sistemi bugün olduğu gibi geçmişte de de etkin olmak-tan uzaktı ve pek çok
boşlukları vardı. Doğrusu, 1950'den itibaren vergide artan oranlığı sağlayacak yasal
mevzuat oluşturulmaya çalışılmıştır. Fakat vergi uygulamasının etkin olmaması vergi
sisteminin yapısını ideal olmaktan çok uzaklaştırmıştır. 1950'li yıllarda vergi tabanının çok
dar olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'de geleneksel olarak vergi sisteminin yapısı
vatandaşların vergi ö deme kabiliyetleri ve niyetlerinden çok, hükümetlerin vergi toplama
becerisi ve mahareti ile belirlenmiştir.
1955 yılı verilerine dayanılarak yapılan bir hesaplamaya göre, vergilendirilebilir gelirin %
29'unu kazanan ücretli ve maaşlılar vasıtasız vergilerin % 40'ını, vergilendirilebilir gelirin %
24'ünü kazanan zengin çiftçiler ve toprak ağaları ise vasıtasız vergilerin sadece % 2'sini
ödemişlerdir.
1950-1960 döneminde kamu gelirlerinin yaklaşık %72'si vergilerden, %II.2'si monopol
gelirlerinden oluşmuştur. Vergi gelirlerinin de %40.3'ü vasıtasız vergilerden %57'si vasıtalı
vergilerden, harçlardan ve gümrük vergilerinden toplanmıştır.
Bir vergi sisteminin devlete ihtiyacı olan gelirleri sağlaması ilk işlevidir. İkinci işlevi ise
vergiden sonraki gelir dağılımını daha adil hale getirmesidir. Türk vergi sistemi bu iki
işlevini de tam yerine getirememiştir. 1950-1960 döneminde Devletin harcamaları gelirlerini
% 29.3 oranında aşmıştır. Devlet, bu açığın önemli bir bölümünü Merkez Bankası
kaynaklarından karşılamaya kalkışınca para politikasının çehresi de kendiliğinden belli
olmuştur.
1949-1960 döneminde para arzında, banka kredilerinde ve fiyatlar genel seviyesindeki
gelişmelere bakıldığında, bu dönemde emisyon hacmi 3.1 kat banka mevduatları 4.4 kat,
banka kredileri 4.1 kat yükselmiştir. Ekonomideki bu parasal genişlemeye karşılık GSMH'
deki reel büyüme 1.8 kat civarında gerçekleşmiştir. Reel ve parasal büyümeler arasındaki
bu fark ekonomide kaçınılmaz olarak bir enflasyonist baskı yaratmıştır. 1951-1953 alt
döneminde yılda ortalama % 2.9 civarında olan fiyat artışları, 1954-1956 alt döneminde %
11.7, 1957-1959 alt döneminde ise % 17.8 olmuştur. En yüksek enflasyon sırasıyla % 19.5
8
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
ile 1959'da ve 18.7 ile 1957 yılında yaşanmıştır. 1960 yılında enflasyon oranı % 5.3'e
düşmüştür.
Türkiye’de 1950-1960 döneminde gözlenen enflasyonda kamu harcamalarının artması, yeni
KİT’lerin kurulması, para arzının artması ve banka kredilerinin genişlemesi nedeniyle
toplam talebin artmasıdır. Artan toplam talep ise, aynı ölçüde bir toplam arz artışı ile
karşılanamadığı için fiyatlar üzerinde bir baskı oluşmuş ve böylece enflasyon oranlan
yükselmiştir. Kısaca,
ekonomide toplam talebin genişlemesi enflasyon oranlarını
yükseltmiştir.
Para arzı artışı ile fiyatlar seviyesindeki artış arasında aynı yönlü bir ilişkinin olduğu
görülmektedir. Parasal genişleme ile enflasyon arasındaki ilişkinin derecesini saptayabilmek
için daha teknik analizler yapmak gerekmektedir. Türkiye'de bu konu ile ilgili çalışmalar
yapılmıştır. Türkiye'de 1954-1959 döneminde yaşanan enflasyonla bu dönemde ortaya
çıkan parasal genişlemenin sıkı bir ilişkisi olduğuna inanıyoruz. Fakat fiyat artışları sadece
para arzı artışından kaynaklanmamıştır. GSMH' deki düşük reel büyüme ve ithalattaki
gelişmeler de enflasyonu etkilemiştir. Örneğin dönemin ilk yıllarında da para arzı yılda
ortalama % 16.5 oranında artmıştır. Fakat, bu yıllarda GSMH yılda ortalama % 11 'in
üstünde büyüdüğü ve ithalat sürekli arttığı için fiyat artışları yılda ortalama % 5.4 civarında
kalmıştır. Oysa 1954' den sonra ithalattaki daralmaya ve GSMH büyüme oranındaki
düşmeye rağmen para arzındaki genişleme devam edince enflasyonist baskı yükselmiştir.
Hükümet başlangıçta para arzını daraltmak yerine enflasyonun görüntüsüne saldırmıştır.
Fiyatları ve kâr marjlarını kontrol altında tutmaya çalışmıştır, 1958'e kadar parasal
genişleme durmamıştır. 1958 yılında uygulamaya konan istikrar programı çerçevesinde
para arzı ve banka kredileri bir süre kontrol altında tutulmuştur. KİT ürünlerine zam
yapılarak KİT"in işletme zararları ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Yine bu program
çerçevesinde dış kredilerin açılması ile ithalat tıkanıklığı ortadan kalkınca fiyat artışları
1960'dan itibaren normal düzeyine inmiştir.
Türkiye’de 1950-1960 döneminde uygulanan “maliye politikası” anlayışı, toplam talebi
artırmaya yönelik “talep yanlı” bir politikadır. Talep yanlı maliye politikası ise, kamu
harcamalarının artırılmasına ve bütçe açığı verilmesine dayanır. Dolayısıyla Türkiye’de
1950-1960 döneminde uygulanan maliye politikasının, 1923- 1950 döneminde uygulanan
“muhafazakâr maliye politikası” ve “denk bütçe politikası" ilkelerinden çok uzak olduğu
söylenebilir. Türkiye’de 1950-1960 döneminde uygulanan maliye politikası, “açık finansman
politikası” anlayışına denk düşmektedir. Çünkü bu dönemde maliye politikası, bütçe açığı
verilmesine dayalı olarak ve denk bütçe-mali istikrar ilkelerinden uzak bir şekilde
uygulanmıştır.
Kaynakça
Kepenek, Yakup ve Nurhan Yentürk (2008), Türkiye Ekonomisi, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Şahin, Hüseyin (2006), Türkiye Ekonomisi, Bursa: Ezgi Kitabevi.
Ekzen, Nazif (2009), Türkiye Kısa İktisat Tarihi, Ankara: ODTÜ Yayıncılık.
Coşar, Nevin(2005), “ Demokrat Parti Dönemi Maliye Politikası”, Ankara Üniversitesi SBF
29
Dergisi, 60(1), 29-58.
Kazgan, Gülten (2008), Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2001), İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Yenal, Oktay [2003], Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, İstanbul: Homer Kitabevi.
Sorular.
1. Aşağıdakilerden hangisi 1950 yılında kurulan Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın
amaçlarından biri değildir? [TODAİE, 2006]
[a] Yerli ve yabancı ortaklıkları desteklemek
[b] Özel kesimin gelişmesini desteklemek
[c] Kamu kesiminin gelişmesini desteklemek
[d] Özel kesime dış kaynaklı kredi sağlamak
[e] Hisse senedi ve tahvillerin özel kesime geçmesine yardım etmek
2. Aşağıdakilerden hangisi 1950’li yıllarda yabancı özel
hızlanmasına neden olan düzenlemeler arasında yer almaz?
sermaye
girişlerinin
[a] Petrol Yasası
[b] Yerli sermayenin olmadığı sektörlere girmesine izin verilmesi
[c] Yabancı yatırımcıların kâr transferine izin verilmesi
[d] Yabancı sermayenin döviz olarak getirilmesine izin verilmesi
[e] Yabancı sermayenin patent ve lisans hakkı şeklinde gelmesine izin verilmesi
3. Aşağıdakilerden hangisi 1950'li yılların başlarında Türkiye ekonomisinde yaşanan
yapısal dönüşüm sırasında gerçekleşmiştir? [Kaymakamlık, 2011]
[a] Kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi
[b] Ekonominin dışa açılmasının desteklenmesi
[c] Serbest döviz kuru rejimine geçilmesi
[d] Dış ticaret dengesinin fazla vermesi
[e] Tarımsal üretimin artmasıyla kırsal kesimden kentlere olan göçün durması
4. Aşağıdakilerden hangisi 1950’li yıllarda uygulanan ekonomik politikalardan biridir?
[TODAİE, 2010]
[a] KİT’lerin özel sermaye ile olan ortaklıklarının tasfiye edilmesi
[b] KİT’lerin sermayelerinin artırılması ve yeni KİT’lerin kurulması
[c] Yabancı sermaye girişleri üzerindeki her türlü kontrol ve kısıtlamaların kaldırılması
0
Türkiye Ekonomisi Ders Notları
[d] KİT’lerin sermayelerinin azaltılması
[e] Tarımsal kredilerin kısıtlanması
5. Aşağıdakilerden hangisi 1950'li yıllarda Türkiye’de tarımsal üretimi artıran
nedenlerden biri değildir? [TODAİE, 2011]
[a] Tarımsal kredi olanaklarının genişlemesi
[b] Traktör sayısının artması
[c] Tarım ürünleri fiyatlarının desteklenmesi
[d] Et ve Balık Kurumuna ait arazilerin özelleştirilmesi
[e] Topraksız köylülere toprak dağılması
6. Türkiye 1950’de dış ticarette liberalizasyon kararı aldı ancak 1952 yılında bu
karardan vazgeçmek zorunda kaldı. [KOSGEB, 2008]
Bunun en önemli sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
[a] Dış ticaret açığının hızla yükselmesi
[b] İçeride sanayiyi koruma gereğinin ortaya çıkması
[c] Liberalizasyona karşı toplumsal tepkilerin çok yükselmesi
[d] Liberalizasyon karan alınırken yeterli miktarda döviz olmaması
Cevaplar: 1. C
2. B
3. B
4. B
5.D
6. B
KONUNUN ÖZETİ
14 Mayıs 1950'de Demokrat Partinin seçimi kazanması ve iktidarın el değiştirmesinden
sonra, 1930’lardan beri uygulanan devletçi planlı sanayileşme siyasetinden uzaklaşıldı.
1950-54 yıllarında savaş yıllarının yol açtığı iktisadi gerilemenin telafi edilmesi amacıyla
sınai ve özellikle tarımsal üretim arttı. Bu dönemde liberal dış ticaret rejiminin etkisiyle dış
ticaret açığı hızla arttı. IMF bu açığı karşılamaya yardım etme şartı olarak, devalüasyona
ekonomiyi daraltıcı tedbirlere ve dış ticareti serbestleştirmeye devam edilmesi hususunda
hükümete baskı yaptı.
Türkiye 1954 yılından sonra liberalleşme politikasına son vererek ithalat üzerine yeniden
kontroller kurmak zorunda kaldı. 1954 yılında çıkarılan kararnamelerle Milli Korunma
Kanunu’nu yeniden tekrar yürürlüğe koydu. Fiyat ve piyasa kontrollerini ve piyasa
kontrollerini canlandırdı, ithal ikameci yatırımları arttırdı, köylünün ürünlerini destekledi.
Hükümetin ithalatı kontrol altına alması sayesinde tüketim mallarının toplam ithalat
içindeki payı azaldı. Dış ticaret açığı azaldı.
Bu dönemde 1954-1955 yılı ekonominin gidişinde bir dönüm noktası oldu. Bu yıldan sonra
Kore Savaşı dolayısıyla ihraç mallarımıza olan talebin düşmesi sonucu bir ölçüde
31
liberalleştirilen dış ticaret sonucu artmış olan ithalat düzeyini sürdürme olanağı kalmamıştı.
Bir yandan dış ödemeler dengesi açık veriyor, öte yandan devletin izlediği bütçe politikasının
açık vermesi enflasyonist baskılar yaratıyordu. Devlet enflasyonu bir ölçüde kontrol
edebilmek için ucuz döviz politikası izliyordu. Bu ucuz döviz politikası içinde ihracat
azalıyor, dış ödemeler dengesi daha çok açık veriyordu. Bunun çıkardığı sorunları aşmak
için bir tür katli kur uygulanıyor, ama döviz fiyatı ayarlaması yapılmıyordu. Bu ayarlama
Hükümet için adeta bir hassasiyet sorunu olarak görülüyordu. 1957 yılına gelindiğinde, ilaç
gibi en hayati ithal mallarını ödeyecek döviz bulunamıyordu. Türkiye 1958 yılında IMF'e
başvurarak bir istikrar programı uygulamaya başladı. Doların değeri 2,80 TL'den 9,00 TL'ye
yükseldi.
Türkiye bu dönemde çalkantılı bir büyüme göstermesine karşın birikim düzeyini önemli bir
ölçüde geliştirebilmiştir. GSMH içinde sabit sermaye yatırımlarının payı 1950 yılında yüzde
10,3'e, 1955 yılında yüzde 15,7'ye, 1960 yılında yüzde 17,5'e yükselmiştir. Tabii bu
dönemde yükselen birikim oranlarında sağlanan dış kaynakların da önemli payı olmuştur.
Türkiye yeni ekonomik politika tercihleri doğrultusunda yabancı sermayeyi çekebilmek için
Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Kararnamelerde değişiklik yapılmış, Yabancı
Sermayeyi Teşvik Yasası ve Petrol Yasası çıkarılmıştır. Bu gelişmelere karşın, Türkiye bu
dönemde sınırlı miktarda yabancı sermaye çekebilmiştir. İzlenen ekonomik politikaların en
önemli sonucu Türkiye'nin hızlı bir kentleşme yaşamaya başlaması olmuştur.
Download