PowerPoint Sunusu

advertisement
• Hukukun Kadına Yönelik Şiddete Yaklaşımı
Hukuk bir toplum içindeki
devletin temel yapısıyla ilgili
kurumları, işleyişlerini,
kurumlarda yer alanların yetki
ve ödevlerini ve hepsinden
önemlisi vatandaşların hak ve
ödevlerini belirleyen normlar
sistemi olarak, hepimizin
yaşamlarında belirleyici ve
etkili olmaktadır.
Tarihsel olarak bakıldığında
kendisine kanun koyucu denilen
hukuk kurallarını yaratanların ve
bu kuralları uygulayanların, yani
polisler, savcılar ve diğer hukuk
uygulayıcılarının ataerkil ideoloji
çerçevesinde hareket ettikleri
görülmektedir. Bu nedenle,
kadına yönelik şiddetin haklı
gösterilmesi ve maruz
görülmesinde toplumsal kültür
yanında, hukuki düzenlemeler de
başlıca rolü oynamaktadır.
Örneğin hukuk kuralları
kadınlara erkeklere göre ya hiç
veya çok az hak tanımış ve açıkça
kadının kocaya bağımlılığını
meşrulaştırmıştır.
Diğer yandan hukukun kadına
yönelik şiddete ilişkin tutumu
değişmeye başlamıştır. Bu
değişimde feministlerin
etkilerini görmek mümkündür.
1970’lerde feminist hareketin bir
parçası olarak kadınlar kendi
yaşamlarındaki şiddeti dile
getirmişlerdir. Feminist hareket,
kadına yönelik şiddetin kamusal
alanın dışında bırakılarak özel
alan meselesi olarak
görülmesine karşı başlamıştır.
Bu amaçla dile getirilen
reformların , kadına karşı
şiddeti hoşgören kültürel ve
siyasal ideolojiye yönelik
yapılması isteniyordu.
Devletin pozitif ödevi
çerçevesinde kadına
yönelik şiddeti önlemek
için yapılması gerekenler
üç noktada
toplanmaktadır. Bunlar,
• kadına yönelik
şiddete engel olma,
• şiddete uğrayanı
koruma-destekleme
• şiddet uygulayanı
yargılamacezalandırmadır.
Türkiye’deki hukukla ilgili düzenlemelere bakıldığında, kadına
yönelik şiddete ilişkin değişen tutum anlayışının 1990’lardan itibaren
ortaya çıkmaya başladığı ve 21. yüzyılın başından itibaren de devam
ettiği görülmektedir.
TC Anayasasında yer alan devletin şeklinin sosyal devlet olması ve
yine anayasada belirtilen eşitlik ilkesi, devletin kadına yönelik şiddeti
önlemede pozitif yükümlülüğüne ilişkin dayanılacak başlıca
hükümlerdir.
Kadına yönelik Şiddet ve Ev-İçi
Şiddeti Önleme ve Mücadele
Etme Avrupa Konseyi
Sözleşmesi’ne göre ev-içi şiddet,
şiddete uğrayanın şiddet
uygulayanla aynı evi paylaşıp
paylaşmamasına bağlı olmayan,
eski veya şimdiki eşler veya
partnerler arasında meydana
gelen her türlü fiziksel, cinsel,
psikolojik ve ekonomik şiddet
anlamına gelmektedir.
Ev içi şiddet ile aile-içi şiddet
aynı anlamda değildir. Ev-içi
şiddet daha kapsamlı olup, aile
içi şiddeti de kapsamaktadır.
Ataerkil toplumun dayattığı rol modelleri ev- içinde
kendini göstermekte ve ev reisi olarak erkek, kadını
bağımlı kılmak amacıyla şiddet uygulamaktadır. Bu
yöndeki şiddet, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle
ilgilidir.
Hukuk alanında kadına yönelik aile içi şiddeti
görünmez kılınmasının nedenlerinden en
önemlisi kamusal- özel alan ayrımıyla ilişkili
olup, aile içi şiddetin özel alan konusu olarak
görülmesine dayanmaktadır. Esasen liberal
feministlerin savunduğu kamusal alan ve özel
alan ayrımı, özel alanın ev-içi alan olarak
tanımlanmasıyla, kadının aile içinde uğradığı
şiddeti yok sayılmasına yol açmıştır. Ev içi alana
dokunulmaması gerektiği, özel yaşamın
dokunulmazlığı ve aile içi yaşamının
mahremiyeti gibi düşüncelerle de
desteklenmiştir.
Ev- içi şiddetin önemi kavranıp hukuk kurallarıyla düzenlemeler
yapılmaya çalışılsa da, iki önemli konuda ataerkil direnme kendini
göstermektedir. Bunlardan
ilki, ev-işi şiddetin kamusal bir mesele olduğunu anlamaya
ilişkin direnme vardır. Bu direnme ev-içi alana müdahale etmeme
şeklinde ki yaklaşımı, hukuk uygulayıcıları, yani polisler, savcılar,
avukatlar ve hakimler düzeyinde sürdürmektedir.
İkinci direnme ise ev- içi
şiddeti sadece bireysel
düzeyde anlamayla ilgilidir.
Bu noktada sadece şiddet
uygulayanın davranışları
düzeltilmeye çalışılmaktadır.
Oysa ev-içi şiddet, toplumsal
cinsiyet eşitsizliği
sorunudur. Dolayısıyla
toplumsal cinsiyet eşitliğini
sağlamadan, ev-içi şiddeti
önlemek de pek mümkün
değildir.
Tecavüzün psikolojik
anlamda veya toplumsal
anlamda başka zararlarından
söz edilebilirse de esas olarak
cinsellikle ilişkili fiziksel
bütünlüğün veya vücut
dokunulmazlığının ihlal
edilmesiyle ilgilidir. Tecavüzü
suç haline getiren şey rızanın
olmaması olarak
belirtilmektedir.
Tecavüze ilişkin hukukun yaklaşımına
bakıldığında ataerkil kültür çerçevesinde belirlenen
anlama paralel şekilde tecavüz suçunun
düzenlendiği görülmektedir. Kadın bir babanın kızı
olarak ya da bir erkeğin karısı olarak onun
mülkiyeti altında kabul edilmekte, kadına yönelik
herhangi bir cinsel saldırı erkeğin mülkiyetine zarar
verdiği için hukuki olarak suç olarak kabul
edilmekte ve cezalandırılmaktadır.
Örneğin 765 sayılı eski Türk Ceza Kanununda
tecavüz suçu ‘’Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine
Cürümler ‘’ başlığı altında düzenlenmiştir. Burada
korunan, genel ahlak ve aile düzenidir. Genel ahlak
tecavüz konusunda ataerkil bakış açısını onaylamakta ve
desteklemektedir. Dolayısıyla söz konusun hukuksal
düzenlemede korunan özerk bir birey olan kadının
cinsel dokunulmazlığı değil, kadını erkeğin mülkiyeti
altında nesnesi olarak kabul eden genel ahlak
anlayışıdır.
Namus cinayetleri de kültürel
şiddetin başlıca örneği olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Namus saikiyle işlenen
cinayetlere namus cinayeti
denilmektedir. Ancak literatürde
namus cinayeti olgusu farklı
kavramlarla da tanımlanmaktadır.
Töre, şeref, haysiyet öldürmeleri
bunlar arasındadır. Namus
cinayeti olgusu toplumsal
cinsiyete dayanan şiddet
türlerinden birisi olup, hatta bir
tür yargısız infaz olduğu da ileri
sürülmektedir.
Birleşmiş Milletler Nüfus
Fonu’nun tahminlerine göre
her yıl dünyada 5000’dedn
fazla kadın namus saikiyle
öldürülmektedir. Namus
cinayetlerinin genelde
ülkelerin Müslüman nüfusları
içinde daha yoğun olarak
işlendiği görülmektedir.
Ancak namus cinayetleri ve
İslamiyet arasında doğrudan
ilişki kurmak hatalı bir
yaklaşım olacaktır.
Zira sorunun nedeni
ataerkil toplumsal yapısı
olup, bunun kökeni
İslamiyet öncesine
dayanmaktadır. Namus
cinayetlerinin nedeni olan
ataerkil sistem, yine bu
cinayetlerle mevcut erkek
egemen yapının
sürdürülmesine hizmet
etmektedir.
Türk Ceza Kanunun 82. Maddesinde töre cinayetinin insan
öldürmenin ağırlaştırıcı nedenleri arasında olduğu
belirtilmiştir.
Diğer yandan cezaların ağırlaştırılması da yeterli
olmamaktadır. Zira toplum baskısı ağır basmakta ve insanlar
namusu korumak adına hapis cezasına razı olmaktadır.
Bu bağlamda toplumsal cinsiyet algısının değiştirilmesi ve
gerekli önlemlerin alınması, yani namus cinayetine ilişkin
olarak, ev-içi şiddette belirtildiği gibi devlet politikası
oluşturulması gerekmektedir.
Download