Alkolle Gelen Şiddet Serpil Kızıltaş Günyüz Uzman Psikolog Şiddet

advertisement
Alkolle Gelen Şiddet
Serpil Kızıltaş Günyüz
Uzman Psikolog
Şiddet. Son dönemlerde giderek arttığına her türlü medya iletişim aracı yardımıyla daha sık
tanık olduğumuz, hakkında sürekli konuşulan ve fikir üretilen ancak yine de bitmeyen
gündem maddesi. Hepimiz, savaşın olmadığı bir yerde her zaman barışın hüküm sürdüğü
sanısına kapılmışızdır; oysa ülkelerin savaş ilan etmediği her durumda barış, huzur, refah
içinde yaşamıyoruz; kendi içimizde yaşanan gelgitleri, çekişmeleri, konuşmaları ya da
savaşları da hiç hesaba katmayalım. Haberlerde sık sık okuduğumuz ya da dinlediğimiz gibi,
kadına, yaşlılara, çocuklara, erkeklere, gençlere yönelik şiddet haberleri sürüp giderken
savaşın olmadığını söylemek mümkün değil elbette. Bunlar, yalnızca medya işçileri
tarafından ele alınıp evlerimize kadar getirilmiş şiddet haberleri; oysa işin bir de görünmeyen
yüzü var.
Tehlikenin büyüklüğünü kavrayabilmek için Dünya Sağlık Örgütü'nün yakın zamanda yaptığı
bir açıklamayla bir yılda 1,6 milyondan fazla sayıda insanın şiddet gördüğü gerçeğine bakmak
bir fikir oluşturabilir. Şiddetin bu kadar yaygın hale gelmesi, aslında bir anlamda ona sessiz
kalınmasının yanında şiddeti nasıl tanımladığımız ya da ne tür bir davranışın şiddet olarak
adlandırılacağını bilememekten de kaynaklanıyor.
Şiddeti evde, okulda, stadyumda, kitle iletişim araçlarında, iş yerinde, sokakta, kısacası insan
insana etkileşimin olduğu her yerde görmek mümkün. Dünya Sağlık Örgütü 2002 yılındaki
raporunda şiddeti “Fiziksel güç ya da kuvvetin, amaçlı bir şekilde kendine, başkasına, bir
gruba ya da topluluğa karşı fiziksel zarara ya da fiziksel zararla sonuçlanma ihtimalini
artırmasına, psikolojik zarara, ölüme, gelişim sorunlarına ya da yoksunluğa neden olacak
şekilde tehdit edici biçimde ya da gerçekten kullanılmasıdır.” olarak tanımlıyor. Şiddet
deyince akla ilk önce cinayet, tecavüz, gasp, yaralama, aile içi şiddet, darp etme/dövme,
kavga, terörizm ve savaş gibi olaylar gelir. Bu tür davranışların şiddet olduğu doğrudur, ancak
bunlar şiddet davranışının yalnızca fiziksel ve cinsel olan kısmıdır. Sıklıkla atlanan, çoğu
zaman şiddet olarak algılanmayan, belki şiddet olarak adlandırılmadığı için de olağan bir
davranış olarak kabul edilen, hatta boyun eğilen şiddet türlerinden biri ise duygusal şiddettir.
İş yerinde, evde, sokakta, arkadaş ortamlarında aslında farkına varmadan maruz kaldığımız bu
şiddet türü, kendisini aşağılama, dışlanma, hakaret, eleştirilme, yok sayılma gibi yineleyici
biçimde gösterebilmektedir. Fiziksel, cinsel, duygusal şiddetin yanı sıra toplumumuzda
özellikle kadınlara yönelik olmak üzere toplumun “zayıf” olarak değerlendirilen her kesimine
uygulanan diğer şiddet türü ise ekonomik şiddettir ve paranın ve ekonomiyi oluşturan her
türlü kaynağın, kadınlar, çocuklar ya da ihtiyacı olan her insan üzerinde bir yaptırım aracı
olarak kullanılması durumudur.
Saydığımız bütün bu fiziksel, cinsel, ekonomik ve duygusal şiddetin toplumda kendisini
sıklıkla gösterdiği alanlardan birisi ailedir. İlkokul sıralarından beri öğrenegeldiğimiz şekilde
toplumun temel taşını oluşturan ailede gözlenen bu şiddet, toplumda, aslında bireysel olarak
yaşanan acıların hepsinin toplamından daha büyük acılara neden olmaktadır. Pek çok davranış
gibi, şiddet davranışı da adeta nesilden nesile aktarılmakta, bir anlamda nesiller arasında ortak
bir bilinçdışı aktarılması ile bu davranışın sürdürülmesi sağlanmaktadır.
İnsan, bedeni ve ruhsal yapısıyla bir bütün olarak ele alınması gereken bir varlıktır. Bedeninde
ya da ruhsal yapısında meydana gelen herhangi bir aksaklık, tıpkı bir mekanik aksamda yer
alan dişlilerden birinin sıkışması sonucu tüm aksamın bozulması ya da durması gibi, insanda
bütün olarak bir bozulmaya yol açabilmektedir. Şiddet de, bu aksamın bozulmasına neden
olan eylemlerden biridir; çünkü şiddet, insanın beden ve ruhsal yapısının bütünlüğüne karşı
yapılmış bir saldırıdır. Bu saldırı neticesinde kişide meydana gelen ilk duygu ise, kendi hayatı
üzerinde kontrolünü kaybetmiş olma duygusu olacaktır. Sonuçta kişinin yaşam kalitesi
bozulur, yardım arayışında ya da sağlık hizmetlerini kullanma oranında artış gözlenir,
çocuklarının ruhsal gelişimleri üzerinde de doğrudan olumsuz etkilere neden olabilir.
Aile içi şiddetin dünyada ve Türkiye’de önemli bir sağlık sorunu olduğu bilinen bir gerçek.
Literatürü incelediğimizde, son 15-20 yılda, dünyanın her yerinde, eş şiddetiyle ilgili çok
sayıda araştırma yapıldığını görüyoruz. Tüm dünya nüfusunu temel alan 48 çalışmanın
verilerine göre, Dünya Sağlık Örgütü, kadınların eşleri ya da partnerleri tarafından şiddete
uğrama oranını % 10-69 arasında bildirmektedir. Tahminlere göre tüm dünyada üç kadından
biri yaşamlarının bir döneminde dövülmekte, cinsel ilişkiye zorlanmakta ve diğer yollarla
taciz edilmektedir. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nun yaptığı araştırma
sonuçlarına göre; aile içi şiddet ülkemizde de yaygındır. Ailelerin % 34'ünde fiziksel şiddete,
%53'ünde ise sözel şiddete rastlanmaktadır. Aynı araştırmada çocuklara yönelik şiddetin de
%46 oranında olduğu, cinsel şiddet ve tacize rastlama oranının ise %9 olduğu belirtilmektedir.
Şiddete maruz kalanların %80'i yapacak fazla bir şey olmadığına inanıyorlar. Bu durum daha
önce de bahsedildiği üzere, çaresizliğin kabulü anlamına geliyor ve şiddete maruz kalan
kişinin giderek daha da pasif kalmasına neden oluyor.
Peki, şiddet bu kadar artmışken, ya da zaten hep böyleyken nedir şiddeti destekleyen
unsurlar? Ne oluyor da şiddeti uygulamak bu denli kolaylaşıyor? Elbette şiddetin nedenselliği
üzerine hep konuşuldu ve şiddet hala üzerine fikirler üretilen, araştırmalar yapılan bir konu.
Nedenselliğinden ziyade şiddet uygulamayı kolaylaştıran etkenlere değinmek istiyorum bu
kez. Bu kadar kolay bir şey midir bir insanı hırpalamak, canını yakmak, onu tehdit etmek,
savunmasız bırakmak?
Ekonomik koşullar, bireysel patolojilerin/sorunların varlığı ve şiddeti, eşler arası aldatma,
ailelerin ve eşlerin eğitim düzeyi, kıskançlık, dedikodu ve/ya intikam alma gayretleri, eşlerin
prestij ve statüye verdikleri önem, eşte madde kullanım bozukluğu ve/ya ruhsal hastalık
varlığı, namus kavramına ilişkin algılar, alkolün kullanım miktarı ve sıklığı, çocukluk
yaşantılarında şiddet görmüş olma gibi pek çok faktör, çoklu ya da tekil olarak şiddeti hem
doğuran ama aynı zamanda sürdürülmesine de katkı sağlayan durumlar arasında yer alır.
Bütün bu şiddeti doğuran, tetikleyen ya da kolaylaştıran etkenler arasında, çok yaygın olarak
gözlenen durumlardan biri de alkol kullanımıdır. Alkol kullanım oranı, kişinin hem sosyal
bağlamına hem de bireysel patolojilerine göre farklılaşır. Kadın ve erkeklerin alkol kullanım
oranlarına dair az sayıda yapılan çalışmalar, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de erkekler
arasında alkol/madde kullanımının daha yaygın olduğuna, ancak kadınlar arasında alkol
kullanımının hızla yaygınlaştığına da dikkat çekmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, Türkiye’de alkol tüketimi giderek artmaktadır.
Erişkin nüfusta alkol kullanımının yaygınlığına dair sağlıklı veriler bulunmamakla beraber,
alkol üretim ve tüketiminin son 20 yılda büyük artış gösterdiği bildirilmektedir (TUBITAK
2003). Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verileri de bu bulguları desteklemektedir.
Ülkemizdeki alkollü içecek tüketimi 1997 yılında 867.9 milyon litre iken, 2006 yılında 968.9
milyon litreye yükselmiştir.
Sosyal ortamlarda alkol kullanımından farklı olarak alkol bağımlılığı, bireyin beden ve ruh
sağlığını, aile ilişkilerini, sosyal ve iş uyumunu bozacak derecede alkol alma ve alkol alma
isteğini durduramama şeklinde ortaya çıkan bir ruhsal sorun olarak karşımıza çıkar.
Alkolün şiddet davranışını kolaylaştıran ve/ya hızlandıran bir etki yaptığını söylemek
mümkündür. Alkol bağımlılığı birey ve aileyi çok yönlü etkilemekte olup, bir yandan bireyde
ağır ruhsal ve bedensel sorunlara, diğer yandan bireyin kişiler arası ilişkilerinde, aile
yaşamında bozulmaya, ev içi şiddete, aile içi sorunların artmasına, eşler arasında
anlaşmazlıklara neden olur. Alkol alındıktan sonra evde şiddetin uygulanması durumunda, o
evde yaşayan her birey, bu şiddetten ve huzursuzluktan nasibini alır. Özellikle şiddetin
kuşaktan kuşağa aktarılmasında evde yaşanan bu şiddet davranışlarının da payı büyüktür.
Gençlerin şiddet davranışını kazanmalarında ailesel kaynakların bu denli önemli olmasının
nedeni, ailenin ilk temel sosyalleşme işlevini gören kurum olmasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü çocuğun okul öncesi aile içindeki gelişimi veya sosyalleşme biçimi, çocuğun gelecekte
şiddete olan yönelimini önemli ölçüde belirler. Bu çerçevede şiddet davranışı gerçekleştiren
bireylerin, şiddet davranışını sergilemeyenlere nispeten daha çok aile içi şiddete maruz
kaldıkları veya daha çok şiddet davranışının sergilendiği ortamlarda büyüdükleri söylenebilir.
Alkol bağımlılığı, çocuklar üzerinde gözlenen bu etkilerin yanı sıra, alkol alan bireyin ve
ailesinin sosyal ilişkilerinde azalmaya, cinsel ilişkilerde bozulmalara ve sapkınlıklara, aile
içinde ve sosyal çevrede kişiler arası iletişim sorunlarına, gündelik işlerin yapılmasında
güçlüklere, güvensizliğe, problem çözme hususunda başarısızlıklara ve bunların yanı sıra
ekonomik olarak da zorluklara neden olur. Ayrıca alkol alan bireyin içinde yaşamakta olduğu
aile içinde oldukça güç durumlar meydana gelmekte; eşler ya da aileler psikosomatik
hastalıkların yanı sıra depresyon, çaresizlik, yeme bozuklukları, sosyal geri çekilme gibi
sorunlar deneyimlemektedirler.
Alkol ve beraberinde getirdiği şiddet, hem ülkemizin hem de dünyanın süregelen önemli
sorunlarından biri olarak hala güncelliğini korumaktadır. Alkolün bireysel olarak yol açtığı
sorunların yanı sıra toplumun en küçük birimi olarak aileye de kalıcı ve çoğu zaman geri
dönüşümsüz hasar verdiği, gelecek nesilleri de derinden etkilediği unutulmamalıdır.
Download