DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN) İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ........................................................................................................................................................... III ÖNSÖZ .......................................................................................................................................................................... V KISALTMALAR ........................................................................................................................................................ VII GİRİŞ ............................................................................................................................................................................ 1 KUR’AN’A GENEL BİR BAKIŞ ................................................................................................................................. 1 A- Kuran’ın Tarifi: 1 B- Kur’an’ın Delilliği: 1 C-Kur’an’ın Özellikleri: 2 1- Kur’an Arap Dilinde İndirilmiştir:.............................................................................................................. 2 2- Kur’an Allah Katından İndirilmiştir: ......................................................................................................... 3 3- Kur’an Tevatür Yoluyla Nakledilmiştir: .................................................................................................... 3 D-Kuran’ın Tarihsel Yorumu: 3 1- Tarihselciliğin Tarifi: .................................................................................................................................... 4 2- Tarihsel Yorumun Tarifi:............................................................................................................................. 4 BİRİNCİ BÖLÜM ........................................................................................................................................................ 5 DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN İLİMLERİ(TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN) ... 5 A- Kur’an Kıssaları 6 B- Nasih-Mensuh 11 C- İ’cazu’l-Kur’an 21 D- Mekkî-Medenî 27 E- Emsalü’l-Kuran 30 F- Nüzul Sebepleri 34 İKİNCİ BÖLÜM ......................................................................................................................................................... 40 DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN AYETLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN)40 A. İnançların Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi 41 B- Geleneklerin Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi 43 Zıhar Ayetlerinin Değerlendirmesi _______________________________________________________ 43 C- Sosyal Statüleri Aktarması Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi 45 Kuran Ayetlerinin Köleliği Değerlendirmesi _______________________________________________ 45 D- Zamanın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi 47 El Kesme Cezası nın Değerlendirilmesi ____________________________________________________ 50 E- Kuran Ayetlerinin Tarihsel Yorumla Değerlendirilmesi 55 Kuran’ın tarihsel yorumu: ______________________________________________________________ 55 F- Kuran Ayetlerinin Evrensel Yorumla Değerlendirilmesi 57 G- Anlamın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi 61 SONUÇ ___________________________________________________________________________________ 66 BİBLİYOĞRAFYA __________________________________________________________________________ 68 ÖNSÖZ Kur’an ‘’tarihte’’ kalmış bir kitap değildir. O, İslam toplumunun doğuşundan bugüne kadar Müslümanların hayatına yön verdiği gibi bugün ve yarın da yön vermeyi sürdürecektir. İşte tarih boyu peygamberlerin ve nihayet Kur’an’ın getirdiği temel evrensel yaşam prensipleri, insanın bu yapısına uygun ve insanı iyiye ve güzele yönlendirecek ilkelerdir; bu ilkelerin tarihin değişik zaman ve mekanında vaz edilmiş olması onları, yerel veya tarihsel yapmaz. Her zaman Karun-Firavun mevcut olabilir. Her zaman sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen olabilir. Her zaman Lut, Hud, Şuayb, Nuh kavminin gösterdiği davranışları gösteren topluluklar olabilir. Yine aynı şekilde her dönemde zina yapan, tefecilik yapan, hırsızlık yapan insanlar olabilir. Yeryüzünde halife olarak yaratılan insan, diğer varlıklardan farklı kılınmış, kendisini yaratanı tanıyıp ona kul olmakla sorumlu tutulmuştur. Allah, insana akıl vermiş, gönderdiği vahiy ile ona yol göstermiştir. Artık insanlık nihai bir mesaj ve değişen şartlar ile karşı karşıya kalmıştır. Yapılabilecek şey son vahyi yorumlamaktır. Bu konuda ilk yorumcu Hz. Muhammed (s.a.v.)’dır. O, tebliğ ve beyan görevlerini yerine getirerek hem bu mesajın başka toplumlara ve devirlere ulaşabilmesini sağlamış hem de yaşantısı ve açıklamaları ile Allah’ın mesajlarını yorumlamıştır. Onun vefatından sonra her geçen gün yeni problemler ile karşılaşan Müslümanlar, Kur’an’ın yorumuna daha fazla ihtiyaç duymuşlardır. Böylece Kur’an muhtelif açılardan ele alınarak yorumlanmış, her dönemde farklı yöntemler ve bakış açıları ile Allah’ın muradını anlama gayretleri ortaya konmuştur. Kültürlerin ve anlayışların birbirine karıştığı, teknolojinin ve bilimsel gelişmelerin hızla yayıldığı çağımızda, beşeritoplumsal alandaki problemler hızla artmış, değişerek gelişmiştir. Değişen karşısında sabit olan Kuran’ın bu sorunlara ve ihtiyaçlara ne denli cevap verebileceği önemli bir sorun olmuştur. Bu tartışmalar çerçevesinde âlimler arasında klasikler ve modernistler diye iki farklı grup ortaya çıkmıştır. Biz de bu farklı gruplardan yola çıkarak çağımız problemlerini çözme hususunda ilk dönemlerdeki Kur’an’ı anlama yani tarihsel yorumu kullanarak evrenselliğe ulaşma metodunun nasıl olması gerektiği hususunda çalışarak, ‘’Metni indiği dönemde anlamak, nihai gaye değil, amaca götüren ilk adımdır’’ görüşünden hareket ederek bu çalışmayı başlattık. Kur’an-ı Kerim hakkında böyle bir çalışma yapmak, bizim için zor, fakat zor olduğu kadar da zevkli bir çalışma konusu oldu. Çalışmaya başladığımızda konunun çok geniş olması sebebiyle Kur’an’ı hangi yönüyle çalışmamız gerektiği hususunda sıkıntı çektik, konuyu belirledikten sonra zamanımızın kısıtlı olduğu bilinciyle giriş bölümünde Kur’an’ın tarifini yaparak Kur’an hakkında ve Kuran’ı anlamada tarihsel yöntem hakkında kısaca bilgi vererek çalışmaya başladık. Birinci bölümde ise, konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz Kur’an ilimlerinden bazılarını bu metotla birlikte incelemeye çaba sarf ettik. İkinci bölümde ise, yaşadığımız çağda ortak tartışma mevzuu olan bazı konuları zaman ve mekan çerçevesinde değerlendirmeye çalıştık. Bu çalışmamım her aşamasında bana fikirleri, bilgisi ve yönlendirmeleriyle öncülük eden ve her türlü desteği veren, kendisinden çok şey öğrendiğim Değerli Hocam Temel KACIR’a ve üzerimdeki emeklerinden dolayı başta Müdürümüz Sayın Zeki Yavuz YILMAZ olmak üzere tüm hocalarıma teşekkürlerimi arz ederim. Başarı Allah’tandır, O’nun gücü her şeyin üstündedir. En iyi dost ve yardımcı O’dur. Kerim Şükrü ÜNLÜ TRABZON–2006 2 KISALTMALAR a.g.e. Adı geçen eser b. b. İbn c. Cilt Hz. Hazreti r.a. Radiyallahu anhu, Radiyallahu anha s. sayfa s.a.v. Sallallahu aleyhi ve selem T.D.V. Türkiye Diyanet Vakfı trc. Tercüme, tercüme eden ts. Tarihsiz İFAV Marmara üniversitesi ilahiyat fakültesi vakfı yayınları v.s Ve saire v.b Ve benzeri ö Ölüm tarihi b.k.z Bakınız h. Hicri AÜİFD. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi D.İ.B. Diyanet İşleri Başkanlığı O.M.Ü Ondokuz Mayıs Üniversitesi 3 GİRİŞ KUR’AN’A GENEL BİR BAKIŞ A- Kuran’ın Tarifi: Kuran, yüce Allah’ ın Hz. Muhammed (s.a.s)’ e Arapça indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, Mushaflarda yazılı, Fatiha süresi ile başlayıp Nas süresi ile sona ermiş kelamdır.1 B- Kur’an’ın Delilliği: Kur’an, şeraitin küllü esaslarını teşkil eder. İslam ümmetinin bel kemiğini oluşturur. O, hikmet pınarı, peygamberlik mucizesi, gözlerin ve kalplerin nurudur; Allah’a ondan başka giden yol yoktur, onsuz kurtuluş imkânsızdır, ona muhalif bir şeye yapışmak yoktur. Bütün bunlar delil ikamesine ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik şeylerdir. Müslümanlar arasında hiç ihtilafsız kabul edilmektedir ki, kitapta mevcut Zekiyyüddin ŞABAN, İslam Hukuk İlminin Esasları, terc.. İbrahim Kafi DÖNMEZ, T.D.V.ANKARA 1999, s.51 1 4 hükümle amel etmek farzdır ve kendisinde hükmü bilinmek istenen olayın hükmü bulunduğu sürece onu bırakıp başka delile yönelmek caiz değildir. Çünkü Kuran’ın doğruluğu şüphe götürmez. Müslüman inancına göre Kur’an, hiçbir şekilde batılın yaklaşamayacağı Allah kelamıdır; engin hikmet sahibi, en güzel övgülere layık yüce Allah tarafından indirilmiştir. Allah onu insanları hakikate ve doğru yola ileten bir düstur olsun diye indirmiştir. Hiç şüphesiz kitabın aslına uygun olarak bize ulaşmış olduğu kesindir. O, tevatür yoluyla bize ulaşmıştır ve mütevatir nakil, nakledilen şeyin doğruluğu hakkında kesin bilgi sağlar. Kur’an’ın hükümlere dalaleti bazen kat’ı bazen zannı olabilir. Bu da, kitabın lafızlarında ihtimalliğin bulunup bulunmayışına göre değişir. Şayet kitaptaki bir lafız birden fazla manaya ihtimalli değilse kitabın hükme delaleti kesindir.2O, Allah Teala tarafından bütün insanlığa hidayet ve rehber olması için gönderilmiş ilahı bir mesajdır. C-Kur’an’ın Özellikleri: 1- Kur’an Arap Dilinde İndirilmiştir: Bu özelliği ile Kur’an Yüce Allah’ın Tevrat ve İncil gibi önceki kitaplarından ayrılmaktadır. Çünkü onlar Arap dilinde indirilmemiş, sonradan arapçaya ve başka dillere tercüme edilmiştir. İster harfi tercüme, ister harfi olmayan tercüme olsun, 3 Kur’an tercümesine dayanarak hüküm istinbat edilemez. Kur’an’ın zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur’anîn açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Allah: ‘’Andolsun ki: ‘Muhammed’e elbette bir beşer öğretiyor’ dediklerini biliyoruz buyurduktan sonra onların bu iddialarına: ‘’Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur’an ise fasih arapçadır’’ 4 buyurarak reddetmiştir. ŞABAN, a.g.e., .63. NEVEVİ, İmam Ebi Zekerıya Muhyıddın bin Şerefi Kitabul Mecmua Şerhul Muhezzeb Darul ihya Li’t–Turasıl Arabi, Beyrut,1995,c.III, s.279. 4 Nahl, 16/103. 2 3 5 2- Kur’an Allah Katından İndirilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu konudaki vazifesi bunları Yüce Allah'tan alıp insanlara tebliğ etmek ve açıklanması gereken yerlerini insanlara açıklamaktır. Bu özelliği ile Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadır olan gerek kutsi gerekse nebevi hadislerden ayrılır. 3- Kur’an Tevatür Yoluyla Nakledilmiştir: Tevatür: Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluğun aynı özellikteki bir topluluktan yaptığı rivayettir. Kur’an, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirildiği andan itibaren günümüze kadar geçen bütün devirlerde hem yazılı hem de sözlü olarak tevatüren sabit olmuştur. Şöyle ki: Kur’an’ı Hz. Peygamber (s.a.v.)’den bir vahiy kâtipleri grubu yazmış ve bu yazılanı sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde aynı özellikteki topluluklar birbirlerinden naklede ede hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, hiçbir ilave ve eksiltme yapılmadan Mushaflarda yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Son dönem âlimlerinin Kuran bağlamında bir tarihsel yorumdan sıkça bahsettiklerini görmekteyiz. Bizde burada tarihselcilik ve tarihsel yorumun tarifini yaparak, konumuzu iki aşamalı olarak, tarihsel yorum ve evrensellik çerçevesinde işlemeye çalışacağız. D-Kuran’ın Tarihsel Yorumu: Değişen şartlar karşısında Müslümanların ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları sorunu, geçmişte problemlerin vahye arz edilmesi şeklinde çözülmüş, her dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeni yorum yöntemleri geliştirilmiştir. Gelişimin daha hızlı olduğu yaşadığımız çağda ihtiyaçlar daha fazla artmış ve buna yönelik olarak değişimi esas alan ve beşeri alandaki her şeyin kendi tarihselliğinde anlaşılması gerektiğini öngören tarihsel yorum gündeme gelmiştir. Bu konuda ilk olarak tarih kelimesi ele alınmalıdır. Tarih anlayışının İslam dünyasındaki gelişimi batıdakinden farklı olmuştur. İslamiyet’le ve özellikle Hz. 6 Peygamber (s.a.v.)’in vefatıyla birlikte hukuki problemlerin çözümü bağlamında geçmiş uygulamaların önemi ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak bir tarih anlayışı gelişmiştir. Tarihsel yorumla ilgili en temel kavramlar, tarihsel, tarihsellik, tarihselcilik düşüncesi ve tarihsiciliktir. Bu kavramlar birbiri ile ilişkili olmakla beraber kullanım yerleri farklıdır. Bizim konumuzun en temel kavramı tarihselcilik ve buna bağlı olarak tarihsel yorumdur. 1- Tarihselciliğin Tarifi: Tarihin önemini vurgulayan şeylerin her zaman tarihsel gelişme seyirleri içinde görülmesi gerektiğini savunan görüşler için kullanılan ortak addır.5 2- Tarihsel Yorumun Tarifi: Tarihselcilik düşüncesinin, beşeri bilimlerin yöntemi olarak benimsediği, muayyen bir zaman ve mekanda var olan her türlü beşeri faaliyete, kuruma, esere, topluma ve ferde dair anlamı, kendi dönemindeki değerler ve yaşam bütünlüğü muvacehesinde elde edebileceğini varsayan tarihsel bağlamları kurmak suretiyle anlamı elde etmeye çalışan ve bu anlamın yorumcusunun kendi tarihselliği içinde bir anlam olduğunu kabul eden bir yorum yöntemidir. 5 Ahmet CEVİZCİ, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1996. 7 BİRİNCİ BÖLÜM DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN İLİMLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN) Bu bölümde tarihsel yorum ve evrensellik çerçevesinde değerlendireceğimiz Kur'an ilimleri tabiri, ilk dönmelerde farklı şekillerde ifade edilmiş olmakla beraber kısaca Kur'an'ı muhtelif yönleriyle konu edinen ilimlerdir. 6 Kur’an ilimleri, Kur’an’ı gerek oluşumu ve üslubu açısından ele alan, gerekse anlaşılması için gerekli bilgileri ihtiva eden ilimlere verilen bir isimdir. Kuran ilimleriyle bugün tarihsel süreç içinde değişen ve kapsamı değişen bir tabir ile Kur’an’ı temel alarak üç açıdan ele alan ilimlerin kastedildiğini söyleyebiliriz. Birincisi inişi, yazılması, toplanması, tertibi gibi Kur’an’ın oluşumuyla ilgili konulardır. İkincisi; Mekkî - Medenî ayetler, huruf-u mukatta’a, sure başlangıçları yeminler tekrarlar, meseller, sualler, hitaplar gibi Kur’an’ın üslubu ile ilgili konulardır. Üçüncüsü ise; Kur’an’ın anlaşılması ile ilgili Muhammed Abdülazim ez-ZURKANİ, Menahilü’l- İrfan fi Ulumi’lüKur’an,Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1995, s.29, 36. 6 8 nüzul sebepleri, nasih mensuh, muhkem müteşabih, müşkilü’l-Kur’an, garibü’l-Kur’an gibi konulardır.7 Kısaca; Kur’an ilimleri, Kur’an’ı gerek oluşumu ve üslubu açısından ele alan, gerekse anlaşılması için gerekli bilgileri ihtiva eden ilimlere verilen bir isimdir. Biz bu ilimler arasından konumuzla ilişkili olduğunu düşündüğümüz, Kur’an Kıssaları, Nasih ve Mensuh, İ’cazü’l-Kur’an, Mekkî- Medenî ayırımı, Emsalü’l- Kur’an ve Nüzul Sebepleri’ne ayrı başlıklar altında yer vereceğiz. A- Kur’an Kıssaları Kur’an, kıssaları çeşitli ifade biçimleriyle aktarmıştır. Bu ayetlerin bazılarında, yasalar bütün olarak ve ana hatlarıyla verilmiş, bazı ayetlerde ise bir takım olaylarla, örnek uygulamalarla birlikte anlatılmıştır. 8 Allah, bir hidayet kitabı oluşuna uygun olarak Kur’an’da bir yandan insanlara, yapılması ve kaçınılması gerekli hususları yargı bildiren üslup ile bildirirken diğer yandan bu emir ve yasakların gereğinin nasıl olacağını ortaya koymuştur. Birinci şekilde Kur’an zamandan ve mekândan mücerred iken verili şartlardaki gerçekleştirme, tamamen insanidir.9 İkinci şekil ifade tarzı olan Kur’an kıssaları iki açıdan konumuzu ilgilendirmektedir. Bir yandan anlatılan kıssaların Kur’an’ın indiği toplumun ihtiyaçları, yönelimleri ile ilişkili olması ve ilk muhatapların bilgi ve birikimleri gözetilerek anlatılması yönüyle Kur’an’ın tarihsel yorumunu ilgilendirirken diğer yandan bu kıssaları bugün anlamak için evrensel bir bakış açısına duyulan ihtiyaç nedeniyle evrensel yorumu ilgilendirmektedir. Şimdi kıssaları bu iki açıdan ele alacağız. Kur’an’ın bütünlüğü ve diğer deliller Kur’an’da anlatılan kıssaların gerçek olduğunu göstermektedir. Yani Kur’an tarihte varolan yasaları geçmişte yaşanmış gerçek olayları anlatarak aktarmaktadır. Bu açıdan Kur’an kıssalarında tarihsel alanda yasalar olduğu fikrinin bulunduğu görülmektedir. Kıssa üslubuna bu muhatapların aşinalığı ve anlatılan olayların ilk muhataplar tarafından bilinen konular olup olmadığıyla ilgili sorular bizim konumuzla ilgilidir. ez-ZURKANİ, a.g.e., s.23; Muhammed Ali es-SABUNİ, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Dersaadet, İstanbul, trs. S.12. 8 Muhammed Bakır es-SADR, Kur’an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, 2. Baskı, Fecr Yayınları, Ankara, 1995, s.5. 9 es-SADR, a.g.e., s.41. 7 9 Acaba kıssa üslubu Kur’an’ın indiği dönemde bilinen bir anlatım tarzı mıydı? Cahiliye devrinde Arapların hayatına, edebiyatına ve şiirlerine baktığımızda, adeta fert ve millet olarak yaşadıkları tarihlerini, vakıaya uygun gerçeklerini, saf hayatları yansıttıklarını gözlemek mümkündür. Her vesile ile kıssalarını anlatıp, kimi zaman ibret konusu, bazen iftihar kaynağı, bazen de şecaatlerini ortaya koyma vesilesi olarak yâd etmişlerdir. Öyle ki, Arapların günlük hayatında kıssacılık ve kıssa anlatma normal bir adet haline gelmiştir. Bu nedenle Araplar arasında şairlerle beraber kıssa anlatan anlamında ‘’kaass’’lar da vardır. Hatta her Arap kabilesinin şairi aynı zamanda bir ‘’kaass’’dır. Cahiliye devri tarihçiliğinin ensab ilmi ve çok eskilere dayanan genellikle kabileler arasında cereyan eden harpler ve gösterilen kahramanlıkların anlatımı olan10 Eyyamü’l-Arap'tan ibaret olması kısaca, Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda sözlü geleneğin yaygın olması ve başlarından geçen olayları gerek şiir gerekse nazım yoluyla anlatmaları, 11 ilk muhatapların bu tarz anlatıma aşina olduklarını kanıtlamaktadır. Ayrıca kutsal kitap geleneğinde, yani hem Tevrat hem de İncil’de bu üslubun kullanılması bu görüşümüzü teyit etmektedir. Ancak şunu ifade edelim ki; bununla Kur’an’ın kıssalarının anlatım üslubu ile o dönemdeki kıssa anlatım tarzının aynı olduğunu söylemiyoruz. Kur’an’ın kıssa anlatımı genel ilkelerin edebi bir tarz ile aktarıldığı farklı bir yapı arz etmekle beraber ilk muhatapların tinselliğine de uygun bir anlatım tarzıdır. Görüldüğü gibi Kur’an’ın kullanıldığı kıssa anlatımı üslubu, amacı ve özellikleri farklı da olsa mahiyet itibariyle o günkü toplumun aşina olduğu bir anlatım çeşididir. Kur’an onlar tarafından bilinen bir anlatım tarzını kullanarak, ilk muhataplara tarihsel alana dair yasaları içeren mesajlarını ulaştırmıştır. Kısaca bunun anlamı, Kur’an’ın oluşumu ile o günkü toplumun edebi anlayışı arasında bir yabancılık olmadığıdır. Bu hususta üzerinde durulması gereken diğer bir konu Kur’an’ın aktardığı kıssaların o günkü toplum tarafından bilinip bilinmediğidir. Acaba üslup gibi muhteva da ilk muhataplara yabancı değildi diyebilir miyiz? Bize göre bu kıssalar genel olarak Seyyide İsmail KAŞİF, İslam Tarihinin Kaynakları ve Araştırma Metotları, Çev: Mehmet ŞEKERRıza SAVAŞ- Ramazan ŞİMŞEK, İl-Vak Yayınları, İzmir, 1997, s.21-23. 11 Şemseddin GÜNALTAY, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Sad: Mahfuz SÖYLEMEZ,- Mustafa HİZMETLİ, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997, s.14. 10 10 kaydını, bazı kıssaların anlatımı esnasında metinde geçen ‘’Bu olaylar sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne de kavmin….’’ 12 ve ‘’İşte bunlar sana vahiy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i hangisi himayesine alacak diye kalemleriyle kur’a çekerlerken sen yanlarında değildin’’13 ve benzeri ifadeler sebebiyle koyduk. Bu tarz ayetleri incelediğimizde bu ayetlerin, ‘’Şüphesiz biz onların -mutlaka ona bunu bir insan öğretiyor- dediklerini biliyoruz’’ 14 ayetinde belirtilen Kur’an’ın kaynağı ile ilgili ilk dönem inkarcıların iddialarının15 red sadedinde geldiğini görürüz. 16 Bu ifadelerin amacı, kıssaların onlar tarafından bilinip bilinmediğinden ziyade, vahyin ilahi olduğunu kanıtlamaktır. Ayrıca ‘’sen orada değildin, bu gayb haberidir’’ gibi ifadeler de üslup açısından incelendiğinde, bununla bütün kıssaların değil, sadece bu olayların kastedildiği görülecektir. Yani burada kastedilen ya sadece bu kıssa ya da kıssada geçen ve daha önce bilinmeyen özel bir konudur. Kıssaların çoğunun başta ehl-i kitap olmak üzere o günkü toplum tarafından bilindiği, nüzul sebebi olarak aktarılan bir rivayetten de anlaşılmaktadır. Bu rivayete göre, Yahudiler ‘’Sen bize İbrahim’i, Musa’yı, İsa’yı ve bazı peygamberleri anlatıyorsun. Çünkü onlarla ilgili haberleri zaten bizden işittin. Eğer öyle değilse Tevrat’ta sadece bir kez geçen peygamberin kim olduğunu söyle demişler, Hz. Peygamber de ‘’Zülkarneyn’’dir 17 şeklinde cevapladığı bu rivayetten onların bu kıssaları bildikleri anlaşılmaktadır. Ayrıca tarihi malumatlarda, eski Arap kabileleri olan Ad, Semud, Cürhüm ve Amelika ile ilgili haberler, Harut-Marut, Ashab-ı Kehf gibi kıssaların o günkü toplum tarafından bilinen ve anlatılan kıssalar olduğunu göstermektedir. 12 Hud, 11/49. Yusuf, 12/102. 14 Nahl, 11/103. 15 Müsteşriklerin bir kısmının bu iddiaları savunduğu görülmektedir. bkz. Rudi PARET, ‘’Kur’an’da Tarih’’, Kur’an Üzerine Makaleler, Çev. Ömer ÖZSOY, Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995, s.54,72; Ayrıca krş. Abdülaziz HATİP, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil yayınları, İstanbul, 1997; Selahaddin SÖNMEZSOY, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998. 16 Muhammd Reşid RIZA, et-Tefsiru’l-Menar, c.III, s.301. 17 Şihabuddin Mahmud el-ALUSİ, Ruhu’l-Meani fi Tefsiri’l-Kur’an’il-Azim ve’s-Sebi’lMesani, Daru’lFikr, Beyrut, 1994, c. XVI, s.35. 13 11 Kur’an kıssalarının o günkü toplum tarafından bilinmesi, anlaşılabilmesi ve ibret alınabilmesinin de bir gereğidir. Bütün kıssaların o günkü toplum tarafından bilinmediğini söylemek, Kur’an’ın ilk dönem muhataplarınca anlaşılmadığını kabul etmek anlamına gelecektir. Bu da genelde Kur’an’ın, özelde hidayet vasfına sahip oluşları ile çelişecektir. O halde doğru yaklaşım, bilinmediğine dair bir kaydı olmayan kıssaların, ilk muhataplar tarafından Kur’an’ın anlattığı şekliyle olmasa da özü itibariyle bilindiğini kabul etmektir. Ayrıca Kur’an’ın bazı ifadeleri ile o dönem muhataplarınca bilinen kıssalardaki bilgi yanlışlarını tashih etmesi18 ve bu kıssaların benzerlerinin diğer kutsal kitaplarda yer alması da bu görüşümüzü teyit etmektedir. Kıssaların ilk muhataplar tarafından bilinmesi, Kur’an’ın onlara ‘’O halde yeryüzünü gezin, Hakkı yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bakın’’ 19 tarzı ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Zira bu kıssalar en azından onların gezip dolaşarak görebilecekleri bir mekânda gerçekleşmiş olmalıdır ki bu tavsiyeye muhatap olabilsinler. Bu tespitlerimizden Kur’an kıssalarının üslup ve muhteva açısından o günkü topluma yabancı olmadığı anlaşılmaktadır. Yani Kur’an tarih üstü bir karakterde toplumun hiç bilmediği bir üslupla tamamen yabancı oldukları konuları anlatmamıştır. Kur’an kıssaları ile o günkü toplum arasındaki bir diğer ilişki kıssaların anlatılış amacıdır. Tarihsel bağlam olarak da tanımlayabileceğimiz bu ilişki açısından Kur’an kıssalarının anlatılmasındaki amaçlara baktığımızda, kıssaların öncelikle indiği toplumun ihtiyaçlarını gidermeyi (Hz. Peygamberi, sahabeyi teselli etme, teyid etme vs.) amaçladığını görürüz. Mesela; ‘’Demek onlar bu söze inanmazlarsa onların peşinden (üzüle üzüle kendini helak edeceksin.’’ 20 İfadesinden sonra Ashab-ı Kehf kıssası anlatılmış, Hz. Peygambere bu olayı düşünerek üzülmemesi mesajı verilmiş yani teselli edilmiştir. Kur’an’ın tarihe kıssalar ile yer vermesi, bir tarih kitabınınkinden farklıdır. Kur’an, kıssalarda bir dönemi ya da ırkı derinlemesine ele almayı değil, genel olarak Kur’an özellikle o dönemde yaşayan ehl-i kitabın yanlışlarını da düzeltmiştir. Mesela: Hıristiyanların Hz. İsa ile ilgili anlatılarını Nisa 4/157,158 ile düzeltmiştir. Ayrıca İsrailoğulları’nın ihtilaf ettikleri bazı konuları aydınlatması da bu bağlamda değerlendirilebilir. bkz. Neml 27/76 19 Al-i İmran, 3/137. 20 Kehf, 18/6. 18 12 toplumsal çöküş adalet vs. gibi ahlaki prensipleri öğretmeyi hedefleyerek ele almış tarihten kesitler aktarmıştır. Kur’an’ın tüm tarihi anlatmayı hedeflemediği ve anlatmadığı vahiy olgusunun geçmişten gelen bir olgu olduğunun anlatıldığı bir bağlamda Peygamberimize Hitaben, ‘’…daha önce sana kendilerinden bahsettiğimiz elçilere ve bahsetmediğimiz elçilere…’’ 21 denilmesinden ve bir başka bağlamdaki ‘’Muhakkak ki; biz senden önce de elçiler gönderdik. Bunların bir kısmından sana bahsettik bir kısmından ise bahsetmedik’’22 gibi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Karakteristik özelliği, tarihsel olayları gereksiz ayrıntılara yer vermeden aktarmak olan Kur’an’ın tarih anlatımı ile genel tarih arasındaki diğer bir fark da Kur’an’ın kıssaları anlatmadaki gayesidir. Zira Kur’an, tarihi bilgi vermeyi değil, toplumları hidayete ulaştırma gayesine uygun olarak toplumsal alanda geçerli olan yasaları aktarmayı amaçlamıştır.23 Bu nedenle Kur’an bize tarihi olayları tüm yönleriyle anlatıp herhangi bir etnik gurubun siretini tasvir etmemiş, daha derinlere giderek, bu milletlere iktidar ve refahı getiren veya onu çöküntüye götüren ve yok olmalarına neden olan ideolojik ve psikolojik esaslarla, oradan kaynaklanan ahlaki tavır ve alışkanlıkları tahlil etmiştir.24 Kur’an kıssalarının sahip olduğu bu işlevsellik ile konumuz arasında önemli bir ilişki vardır. Çünkü Kur’an, tarihsel alana dair yasaları aktarırken yalan ve yargı bildiren bir üslubu değil, öğüt verici bir tarzı tercih etmiştir. Mesela; İlahi tebliğ karşısında insan karakterinin ve davranışının ortak olduğu benzer tezahürleri temsil eden Hz. Musa ve Firavun modeli gibi. Bu olay, olmuş bitmiş ve bir daha tekrarlanmayacak, benzeri olmayan bir model ya da örnek değildir. Bilakis tarih boyunca hep tekrarlanan bir modeldir.25 Yani kişi kendini bu olayın içine sokabilmekte ve o anı yeniden yaşayabilmektedir. Kıssalar üslubu itibarıyla tek anlamlı değildir. Muhtelif dönemlerde, ortak özellikleri olan birçok durumu kavramak için verilmiş 21 Nisa, 4/164. Ğafir, 40/78. 23 Mazharuddin SIDDIKİ, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev: Süleyman KALKAN, Pınar Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1990, s.35. 24 SIDDIKİ, a.g.e. s. 61. 25 Hayati HÖKELEKLİ, ‘’Muzakereler’’ Kur’an Kıssalarının Anlam ve Değeri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998, s.80-81. 22 13 modellerdir. Bu ayetler nazil oldukları dönemde oldukları gibi bugün yaşayan insanlar için de kimi zaman nerede ise kendini tasvir ediyormuş gibi algılanabilmektedir. Ayrıca çoğu kıssanın başında yer alan ‘’iz’’ edatı veya ‘’üzkur’’ emri de bu kıssaların muhatabın zihninde yeniden inşa edilmesi gerektiğini göstermektedir. Zira bu kalıp ifadelerle, ister muhatabın içinde olduğu, isterse bildiği, duyduğu ve başkasından öğrenmiş olduğu bir olay olsun muhataba geçmişteki bir hadise hatırlatılmak istenmektedir. Kısaca toparlarsak Kur’an, kıssaları anlatırken üslup ve konuları itibarıyla o günkü toplumun birikimini gözetmiştir. Bu nedenle Kur’an ile tarihsel ortam arasında bir yabancılaşma söz konusu değildir. Ayrıca tıpkı diğer ayetler gibi kıssaların da o günkü toplumun yaşantısı, anlayışı ve ihtiyaçları ile ilgili bir bağlamı vardır. Bu bağlam, yaşayan kitle için yaşam bütünlüğü içinde kurulup tabii olarak anlaşılırken okuyan kitle için tarihsel bir bağlam haline dönüşmüş olup bu bağlamı kurabilmek için evrensel yoruma başvurmak gerekmektedir. Kur’an kıssaları çoğunlukla geçmiş Peygamberler ve gönderildikleri toplumla olan ilişkilerini konu edinmiştir. Ancak kıssalar sadece bunlardan ibaret değildir. Kur’an aynı zamanda indiği dönemde yaşayan olayları da anlatmıştır. Bu konular, ilk muhataplar açısından bakıldığında kendileri tarafından yaşanan olaylar olması nedeniyle kıssa özelliği taşımazken daha sonraki okuyan kitle için bu konular, tıpkı diğer kıssalar gibi geçmişte kalan olaylardır. Bu nedenle okuyan kitle, bu olaylarda verilmek istenen mesajları da kıssalar gibi değerlendirmek durumundadır. B- Nasih-Mensuh Terim olarak ‘’nesh’’ dini (şer’i) bir hükmün, zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir delil ile kaldırılması demektir. 26 Ayrıca neshden bahsedilmesi için şu hususların gerçekleşmesi lazımdır. 1- Nasih de, mensuh da şer’i bir hüküm olmalı. Ebu İshak eş-ŞATİBİ, el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeri’a( I-IV), Daru’l-Marife, Beyrut, 1417/ 1997, c.III, s.99,100. 26 14 2- Nasih zaman itibarıyla sonra inmiş olmalı 3-Aralarında çatışma bulunmalı yani ikisini uzlaştırma mümkün olmamalıdır.27 Ancak, neshin ıstılahi manası ile ilgili olarak farklı yorumlar yapılmaktadır. M. Sait Şimşek’in de belirtmiş olduğu gibi, ‘’Tarihi seyri içerisinde ıstılah anlamının uğradığı faklılıkları kesin olarak ortaya koymak, daha kapsamlı ve derinlikli bir çalışmayı gerektirir. Belki de bunun için Kur’an ilimleriyle ilgili bütün yazmaların gün yüzüne çıkmasına ihtiyaç vardır. Ancak elimizdeki mevcut kaynaklar muvacehesinde şunu söyleyebiliriz ki: İlk dönemlerde neshin anlamı çok daha kapsamlı idi.’’ Elimizdeki mevcut kaynaklarda Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabın yaşadığı dönemlerde ‘’nesh’’in klasik usulde kullanıldığı dar anlamından daha geniş anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Mesela İbn Abbas (ö. 68/687)’den nakledilen ve İbn Mes’ud (ö. 67/686) tarafından da desteklenen bir görüşe göre, müteşabih ayetler mensuh, muhkem ayetler ise nesih olarak kabul edilmektedir.28 Bu konuda eş-Şatibi (ö. 790/1388) de sahabe ve tabiin dönemlerindeki nesh anlayışının usulcüler tarafından kabul edilen nesh anlayışından daha geniş ve kapsamlı olduğunu belirtmektedir. Onun naklettiğine göre gerek ashap, gerekse tabiin tarafından ‘’mutlak’ın takyidi, muttasıl veya munfasıl bir delil ile ‘’amm’ın tahsisi, ‘’müphem’’ ve ‘’mücmel’’in beyanı, şer’i bir hükmün sonradan gelen başka şer’i bir delil ile kaldırılması ‘’nesh’’ olarak kabul ediliyor ve nesh kelimesi bütün bunlar için müşterek olarak kullanılıyordu. 29 Selef âlimlerinden Dahhak (ö. 106/ 723)’a göre ‘’nesh’’ unutturma, İbn Ebi Hatim (ö.327/928)’e göre ise Peygamberimize indirilmeyip terk edilen anlamındadır. 30 Özellikle ilk dönemlerde olmak üzere çoğunluk neshi, Kur’an’da yer alan bazı ayetlerin hükümlerinin daha sonra gelen aynı konuda fakat öncekinin aksi bir yargıya sahip olan bir başka ayet tarafından kaldırılması veya değiştirilmesi olarak anlamışlardır. Bu genel yaklaşımlardan ikincisi fıkıh usulü ve fıkıh kitaplarında, Kur’an’ın sünneti, sünnetin Kur’an’ı neshetmesi ya da metni baki, hükmü mensuh gibi farklı yönlerden tasnif Muhammed b. Abdulazim ez-ZÜRKANİ, Menahilu’l-İrfan fi Ulumi’l-Kur’an, Daru’l-Kitabi’l-İlmiyye, 1. baskı, Beyrut, 1409/ 1988, c.II, s.196. 28 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-TABERİ, Camiu’l-Beyan an Te’vil’i Âyil’l-Kur’an, ( I-XX), Daru’lFikr, Beyrut, 1415/ 1995, c.III, s.234. 29 eş-ŞATİBİ, a.g.e., c.III, s.99,100. 30 İmaduddin Ebu’l-Fida İsmail İBN KESİR, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, (I-VII), Daru’l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1385/ 1966, c.I, s.261. 27 15 edilerek ele alınmıştır.31 İslam dünyasında Kur’an’da neshin olduğunu kabul edenler var olduğu gibi kabul etmeyenler de vardır. Her iki taraf da kendi görüşlerini kitap ve sünnete dayalı deliller ile savunmaktadırlar. Biz bunların ayrıntılarına girecek değiliz. Bizim maksadımız, neshi tartışmak değil bilakis nesh olgusu ile Kur’an oluşumu arasındaki ilişkiyi ele almaktır. Nasih ve mensuhu bilmenin Kur’an’ı anlamadaki önemini vurgulayan çeşitli rivayetlerden, Kur’an’ın ilk muhatapları olan ashabın bu konuyu bildikleri anlaşılmaktadır. 32 Ancak onların neshe yükledikleri anlam ile neshin kavramlaşmasından sonraki anlamı arasında farklılıklar vardır. Buna göre önceleri mücmel mübeyyen, mutlak mukayyet gibi hususlar da nesh kelimesi ile ifade edilirken33 daha sonra şer’i bir hükmün kendisinden sonra gelen yine ‘’şer’i bir hüküm ile ortadan kaldırılması’’ şeklinde kavramsallaşmıştır. Başlangıçta çoğunluk bu anlamda bir neshin Kur’an’da olduğunu kabul etmişken ilk defa Ebu Müslim el- İsfehani bu anlamda bir neshin Kur’an’da olduğunu kabul etmeyerek itiraz etmiştir. Mu’tezile’ye mensup olan İsfehani’ye göre bu anlayış Kur’an’daki ‘’Ona ne önünden ne ardından batıl yaklaşır’’ 34 ayeti ile çelişmektedir.35 Onun neshi reddedişindeki neden, Kur’an’daki bu ayet ile nesh arasında kurduğu bir çıkarımdır.36 Bu yaklaşıma benzer bir itiraz da Kur’an’ın indiği dönemde, kıble tahvili üzerine, inanmayanlardan gelmiş ve onların ‘’Muhammed ashabına bir şeyi emrediyor, sonrada onu yasaklayıp aksini emrediyor. Bu gün söylediğinden yarın vazgeçiyor. O halde Kur’an Muhammed’in sözünden başka bir şey değildir. Kendisi uydurduğu için onun bir kısmı bir kısmını nakzediyor’’ demeleri üzerine Allah, ‘’Biz herhangi bir ayeti nesheder ya da unutturursak bundan daha hayırlısını yahut benzerini getiririz. Allah’ın her şeye gücünün yettiğini bilmez misin?’’37 ayetini indirmiştir.38 Bu ayete göre Allah’ın bir ayeti neshetmesi batıl değil bilakis Allah’ın dahilinde bir iştir. Ayetin sonundaki ‘’ Allah’ın her şeye gücünün 31 bkz. ez-ZÜRKANİ, a.g.e., c.II, s.163. İbrahim b. Musa eş-ŞATİBİ, el-Muvafakat, Da’ru’l-Marife, 2. Baskı, Beyrut, 1975, c.III, s.109/117. 33 Bu konu ile ayrıntılı bilgi için bkz. eş-ŞATİBİ, a.g.e. c.III, s.110-117. 34 Fussilet, 41/42. 35 Suphi es-SALİH, Kur’an İlimleri, s.271-272. 36 Mutezilenin çoğu bu görüşü paylaşmaktadır. Ayrıntı için bkz. Ahmet HASAN, İslam Hukuk Biliminin Gelişimi, Çev. Haluk SONGUR, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999, s.92. 37 Bakara, 2/106. 38 Ali b. Ahmed el- VAHİDİ, Esbabü’n-Nüzul, Necati TETİK- Necdet ÇAĞIL, 1997, İstanbul, s.57; Abdülfettah el-KADİ, Eshabü’n-Nüzul, Çev. Salih AKDEMİR, Fecr Yayınları, Ankara, 1986, s.33. 32 16 yettiğini bilmez misin?’’ ifadesi değişikliği Allah’a yakıştıramayanlara karşılık olarak her şeye gücü yeten Allah’ın böyle bir değişiklik de yapabileceğini ifade etmektedir. Diğer yandan Allah’ın gönderdiği geçmiş şeraitlere bakıldığında bir değişimin olduğu açıkça görülmektedir.39 ‘’Biz sizden her biri için bir şeriat ve minhac verdik’’40 ayetinde her dönemde belirli bir değişmenin olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Kur’an’a bakıldığında kendinden önceki şeriatlarda olan bazı hükümlerin Kur’an’da değiştirildiği de görülmektedir.41 Mevcut durum böyle olduğuna göre, Kur’an’da neshin olmadığını söylersen bunun Allah’ın tasavvuru ile ilişkilendirilerek bir nakısa olarak addedilmesi42 ile Allah’ın gönderdiği şeriatlarda değişiklik yapması arasında bir çelişki oluşmaktadır. Bu nedenle neshi, Allah’a yakıştırmama temayülüne sahip olanlar, ya geniş ölçekte yani şeriatlarda da bir neshin ( hem iptal hem de değişim anlamında) olmadığını kabul etmelidirler ya da Kur’an’daki neshi başka bir gerekçe ile neshetmelidirler.43 Zira Kur’an’ı gönderen de geçmiş şeriatların sahibi olan da Allah’tır. Eğer ortamın değişmesine göre şeriatında bir değiştirme yapıyorsa, 23 yıllık bir süreçte değiştirme yapması bir eksiklik olmamalıdır. Buna göre Kur’an’da neshin olabilmesi Allah tasavvuruna ve vahyin tutarlılığına bir halel getirmemektedir. Zira nesh ‘’gizlilikten sonra açıklık’’ yani bilmediğini sonradan öğrenme anlamına gelen ‘’beda’’44 değildir. Bilakis nesh, mutlak ilim sahibi olan Allah tarafından gönderilen her vahyin gönderildiği beşeri ortamda o günün tarihsel bağlamını gözeterek oluştuğunu göstermektedir. Allah, diğer şeriatları ortamın değişmesi ile nasıl değiştirmiş, bazı hükümleri devam ettirmiş, bazılarını kaldırmışsa aynı şeyi Kur’an’da da yapmış, vahyi toplumsal değişimlerinde bir olamayacağı gerçeğini de gösterecek bir şekilde insanların sosyal, psikolojik durumlarını gözeterek 23 yıllık bir süreçte tedricen indirmiştir. Bu durumda kimi zaman önce vahyettiğini sonradan değiştirmiş, kimi zaman da muradını bir defada değil birkaç Burada inanç esasları ve temel ilkeler değişmemiştir. krş. eş-ŞATİBİ, a.g.e., c.III, s.117. Maide, 5/48. 41 Enam, 6/146. 42 Sait ŞİMŞEK, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yayınları, Konya, 1995, s.165/169. 43 Bu tutarlılığı gösterip her iki şekilde de neshi olduğunu kabul edenler de olmuştur. Cemaleddin elKASİMİ, Tefsir İlminin Meseleleri, Çev. Sezai ÖZEL, İz Yayıncılık, İstanbul, 1990, s.29. 44 Ali b. Muhammed el-CÜRCANİ, et-Ta’rifât, I. Baskı, Daru’l-Kitabi’l-Mısri, Beyrut, 1991, s.58; İsmail CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, s.122. 39 4040 17 defada tedrici olarak indirmiştir.45 Bunlardan birincisi, başta da söylediğimiz gibi herkes tarafından kabul edilmemekteyken ikincisi, yani vahyin tedriciliği hakkında neredeyse bir ittifak oluşmuştur. Biz bu tartışmalara girmemek için, nesh konusunu tedricilik bağlamında işleyeceğiz. Çünkü bize göre hem nesih hem de tedricilik, işin özü itibariyle vahiy ile değişen ortam arasındaki ilişkiyi göstermektedir. Aradaki tek fark değiştirmede, iki nass arasındaki zıtlık, yani bir arada uygulanamama açık bir şekilde görülmesine karşılık, tedricilikte zıtlığın bu denli açık olmayışıdır. Hâlbuki sonuç itibariyle tedricilikte de bir tezat, yani iki hükmü bir arada uygulayamama vasfı vardır. Mesela; bazılarına göre nesh, bazılarına göre de vahyin tedricen inişi olarak kabul edilen içki ayetini ele alalım. Öncelikle anlamı ilk indiği ortamda, yani ilk muhataplar açısından düşünelim. Nüzul sebebine göre, sahabeden bir grup, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelerek, ‘’bize içki ve kumar hakkında fetva ver’’ diye istekte bulunurlar,46 bunun üzerine sana şarabı ve kumarı soruyorlar deki: ‘’Bu ikisinde büyük bir kötülük ve insanlara bazı faydalar vardır. Ancak kötülükleri faydalarından daha büyüktür’’47 ayeti inmiştir. Burada sorunun kastı, içki hakkındaki hükmü öğrenmektir.48 Allah’ın verdiği cevap, daha önce de bir örneğini gördüğümüz üslubu hakim ile doğrudan isteneni değil o an için bilmeleri gerekeni o günün şartlarını gözeterek herhangi bir yasaklama bildirmeyen49 de ki: ‘’Bu ikisinde büyük bir günah ve insanlara bazı yararlar vardır. Ancak günahları yararlarından daha büyüktür’’ şeklinde olmuştur. Bu cevap üzerine sahabenin bazısı, ayetin ‘’Ancak günahları yararlarından daha büyüktür’’ kısmına dayanarak içkinin yasaklandığını zannederken diğerleri cevapta nehyin olmadığından hareketle yasaklanmadığını düşünmüşlerdir. 50 Bu ayetten daha sonra inen ‘’Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar; cünüp iken de - yolcu olmanız hariç- guslünüzü edinceye kadar namaza yaklaşmayın’’51 ayeti ile namaza yaklaşmamalarının istenmesi de ilk inen ayetin onlar tarafından yasaklanma olarak algılanmadığını göstermektedir. Nitekim ilk ayetten sonra sahabenin bir kısmı Suphi es-SALİH, Kur’an İlimleri, s.267. el-VAHİDİ, a.g.e., s.47. 47 Bakara, 2/219. 48 Rivayette ‘’efta’’ fiilinin kullanılması bunu göstermektedir. 49 Muhammed b. Ömer Fahruddin er-RAZİ, Mefatihu’l-Gayb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye 1. Baskı, Beyrut, 1990, c.VI, s.36. 50 el-KADİ, Esbabu’n-Nüzul, s.165-166. 51 Nisa, 4/43. 45 46 18 içki içmeye devam etmişler, bu halde iken arkadaşlarına akşam namazını kıldıran bir sahabenin namazda ayetleri yanlış okuması üzerine Allah bir öncekinden daha ağır hüküm taşıyan söz konusu ayeti indirmiştir. 52 Şimdi ilk muhatapların sorularına aldıkları cevap dolayısıyla vahyin bir onayı olarak görüp içmeye devam etmelerinin hata olduğunu söyleyebilir miyiz? eğer diyemeyeceksek onlar açısından bu ayet, yaptıkları işi onaylayan bir yargı ifade etmiştir. Bu nedenle de ardından gelen yasak ayetleri, bu hükmün iptali olacaktır. Bunu aynı şekilde ikinci aşama hakkında da düşünebiliriz. İçkili iken namaza yaklaşmama emrinden haklı olarak mutlak bir yasaklamanın olmadığı sonucuna ulaşan ve namaz dışında içmeye devam edenler, şer’i açıdan yanlış bir davranış içinde olmadıklarına göre, daha mutlak olarak içki yasağını getiren ‘’ Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?53 hükmü önceki ayetlerden anlaşılan namaz dışı içmenin serbestliği hükmünü iptal etmiş olacaktır. Tarihsel perspektifle bu ayetler üzerinde yaptığımız bu değerlendirme bize nihai hükmün, mevcut şartlar bağlı olarak tedricen indirilmesinin de aslında bir değişim olduğunu göstermektedir.54 Dileseydi vahyini, nihai hükmünü belirten bir şekilde tek defada getirebilecekken orijinal bir üslup ile toplumu eğitip, yani etkileyip mesajına hazır hale getiren Allah, vahiyde o günkü şartları hiçbir zaman göz ardı etmemiştir. Mesela; ‘’Ey Peygamber müminleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa iki yüz kişinin üstesinden gelir ve eğer sizden yüz kişi olursa o küfredenlerden binini alt eder. Çünkü onlar, gerçeği kavrayamayan anlayışsız bir topluluktur’’ 55 ayetinin hükmünü Müslümanlar gelişip kuvvetlenince Allah, ‘’Şimdi Allah, sizin yükünüzü hafifletti ve sizde bir zaaf bulunduğunu bildi. Şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa, iki yüz kişiyi alt eder. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye üstün gelir. Allah, sabredenlerle beraberdir’’56 ayeti ile değiştirmiş ve sayıyı düşürmüştür. SUYUTİ, Lübabü’n-Nükul fi Esbabi’n’Nüzul, Daru İbn Kesir, 2. Baskı, Beyrut, 1990, s.80-81 Maide, 5/90. 54 Bu konuda Şatibi, Mekkî ayetlerde neshin olmadığı veya az olduğunu belirttiği kendi paradigması gereği hakkında bir hüküm bulunmayan yani mübah olan içki, kumar gibi konularda sonradan gelen yasağın nesh sayılmayacağını söylemektedir. eş-ŞATİBİ, a.g.e.,c.III, s.107. 55 Enfal, 8/65. 56 Enfal, 8/66. 52 53 19 Netice itibariyle, nesh kavramına bu şekilde birbirinden çok farklı anlamlar verilmesi nedeniyle, mensuh ayetlerin sayısı hem âlimden âlime değişmiştir. Hem de söz konusu ayetlerin sayısı çoğalmıştır. Mesela, bu ayetlerin sayısını Suyuti 20’ye indirirken, Şah Veliyyullah Dehlevi (ö.1176/1762?), Suyuti’nin 20’ye indirdiği ayetlerin sayısını 5 ayete kadar indirmiştir. Bu konuya son vermeden önce şunu belirtmeliyiz ki, ‘’Kur’an neshi destekleyen değil onu reddeden delillerle doludur. Kur’an’ın birbirini destekler olduğunu bütünüyle bir birlik ve bütünlük arzettiğini bildiren ayetlerin hepsi, nesh iddiasının aleyhinde delillerdir. 57 Nitekim Suphi es-Salih’in de belirttiği gibi nesh aşıkları, zannı ahad haberlerden çıkardıkları hükümlerle mensuh ayetlerin sayısını çoğaltmışlar, hatta daha da aşırı giderek nâsihin de nesh edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Görüldüğü gibi Kur’an ayetlerindeki ‘’mekâsıd’’ kavranamazsa bu tür tuhaf olan fikirler ortaya çıkmaktadır. Mademki mensuh olduğu iddia edilen ayetler Kur’an ayetlerinde vardır, bu ayetlerin uygulanacağı bir zaman gelebilir. Bu nedenle burada Kur’an’ın ‘’Tedricilik’’ esasına değinmemiz gerekir. Kur’an bütün olarak ve derinlemesine tetkik edilip, üzerinde ciddiyetle düşünüldüğünde, özellikle bazı ahkam ayetlerinde tedricilik esasına riayet edildiği müşahede edilir. Mesele; kölelik, çok evlilik ve içki tüketiminin aşama aşama kaldırılması gibi olgular bu bağlamda değerlendirilebilir. Kur’an gelmeden önce mevcut olan bu olguları, bir anda ortadan kaldırmak yerine, tıpkı ayetlerin tencimi(parça parça indirilmesi) 58 gibi aşama aşama ilerlemek suretiyle bu olguların, Kur’an’ın getirdiği evrensel ahlaka uygun hale getirilmesini istemiştir. İşte ahkam ayetlerinin gerisindeki mekâsıddan birisi bu esastır. Fazlur Rahman’ın vukufiyetle tesbit etmiş olduğu gibi bir anda çok evliliği kaldırmak mümkün olmadığı için, getirilen kısıtlamalar toplumun yönelmesi hedeflenen ahlaki ideale uygun iken, çok evliliğe belli şartlar dahilinde ŞİMŞEK, (M.S.), a.g.e., s.124. Kur’an’ın parça parça indirilmesi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Mevlüt GÜNGÖR, Kur’an’ın Peyderpey İndirilmesindeki Hikmetler, Diyanet Dergisi, (Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi), (Temmuz, Ağustos, Eylül 1988), Ankara, 1988, sayı 3, c. XXIV, s. 3-23. 57 58 20 verilen izin 59 hukuki bir düzeydedir. Aynı şekilde bir hamlede kaldırılması imkansız olan kölelik kurumunu, Kur’an yasal olarak kabul etmemiştir. Fakat kölelerin serbest bırakılmasını ‘’Sarp yokuşun ne olduğunu sana bildiren ne? (Kölelik zincirinden) bir boyunu kurtarmaktır’’60 gibi ayetlerle tavsiye etmiş, hatta Müslümanlara özgürlüklerini satın alabilmeleri için kölelerine izin vermeleri emredilmiş, ayrıca bunun için kolaylık göstererek borçlarını taksitle ödemelerini temin etmeleri istenmiştir. 61 Hâlbuki klasik İslam hukukçuları bunu bir emir olarak değil de tavsiye olarak anlamışlardır.62 İçkinin yasaklanması da aynı tedricilik esasına göre uygulanmıştır. 63 Bu uygulama günümüz insanı için daha bir önem kazanmıştır. Çağımız genellikle insan psikolojisinin öne çıktığı ve bireylerin tek tek değerlendirildiği bir çağdır. Bu bakımdan alkolik olan veya uyuşturucuya alışmış olan bir kimseyi, bu alışkanlıklarından vazgeçirmek hemen hemen imkansızdır. Nitekim sigara ve uyuşturucu gibi alışkanlıkların bir anda bırakılmasının son derece zor olduğu düşünüldüğünde, Kur’an’ın getirdiği bu tedricilik esası daha iyi anlaşılacaktır. Kur’an’da mensuh olduğu iddia edilen ayetler üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde mesela ‘’Lekum Dinikum Veliyedin’’ (Sizin dininiz size benim dinim bana) 64 ayetini, günümüzde mensuh saymamız mümkün müdür? Zira, ‘’Herhangi bir ayetin metni Kur’an’da yer aldığı müddetçe mutlaka uygulama alanı vardır. İşte nesh problemini bu açıdan değerlendiren E. H. Ebu Zeyd’e göre mensuh olduğu iddia edilen ayetlerin Kur’an’ın metni içerisinde kalmasının bir anlamı vardır. O da ilgili hükmün uygulanabileceği yeniden oluşma ihtimalidir.65 N. H. Ebu Zeyd tıpkı Zerkeşi’nin belirtmiş olduğu gibi, ileride aynı şartlar oluştuğunda mensuh hükmün yeniden yürürlüğe girmesinin mümkün olacağını, bu nedenle ulemanın, Müslümanların kafirlerin yaptıkları eziyetlere sabretmekle emrolunmaları ile onlara karşı savaş emrinin verilmesi konusunda Kur’an’ın takip ettiği stratejiyi değerlendirirken, bu durumun farkına vardıklarını böylece, şartların 59 Nisa, 4/3. Beled, 90/12-13. Ayrıca bkz. Mücadele, 58/3. 61 Nur, 24/33. 62 FAZLUR RAHMAN, Ana Konularıyla Kur’an, Çev. Alparslan AÇIKGENÇ, Ankara Okulu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996, s.102-103. 63 İçki ile ilgili ayetler şu nüzul sırasını takip etmiştir: Önce Nahl, 16/67. ayet sonra Bakara, 2/129. ayet sonra Nisa, 4/43. ayet ve nihayet Maide, 5/90-91. ayetler 64 Kafirun, 109/6. 65 Ömer ÖZSOY, Nasr Hamid Ebu Zeyd’in Nass-Olgu İlişkisi Bağlamında Ulumu’l-Kur’an’ı Eleştirisi, İslami Araştırmalar, Yaz-Güz Dönemi, Ankara, 1994, s. 3-4, c.VII, s.244. 60 21 değişmesine bağlı olarak geçici bir süreyle yürürlükten kaldırılmış hükümlerin daha sonra şartlar önceki duruma döndüğünde, ertelenen hükmün de işlev kazanacağını belirttiklerini zikreder.66 Mensuh olduğu iddia edilen uygulanabileceği, hatta bazı durumlarda bu uygulamanın zorunlu olacağı ortam ve şartların tekrar zuhur etmesi ihtimali her zaman için mümkündür.67 Kur’an’ı baştan sona dikkatlice okuyarak üzerinde düşünen objektif bir kimse, Kur’an’da uygulaması tamamen yürürlükten kalkmış her hangi bir ayetin olmadığını görecektir. Durum bu olmasına rağmen -hangi gerekçeyle olduğunu bilmediğimiz- mensuh ayet sayısını artırma yarışını anlamakta güçlük çekmekteyiz. Kur’an’da hükmü kalmamış geçersiz hiçbir ayet olmadığına göre Kur’an’ın bütün ayetleri geçerlidir, hükümleri bakidir. Her ayetin uygulanacağı bir toplum vardır. Hatta her ayetin bir anda tek bir topluma uygulanma şartı yoktur. Her ayet bir toplumun bile değişik şart ve zamanlarına uygun düşebilir. Bir topluma uygulanmayan bir ayet, başka bir topluma uygulanabilir veya aynı topuma başka bir zamanda uygulanabilir. Bundan dolayı bazı ayetlerin bir toplumda uygulanma imkanı bir zaman içinde yoksa o toplumu dinden çıkmış ve Kur’an’dan ayrılmış saymak yanlıştır. O toplum, mensuh sayılan ayete uygun davranmış olabilir. O ayeti mensuh sayarsanız, o ayete göre hareket eden insan ve toplumu dine aykırı hareket etmekle suçlayabilirsiniz. Ama ayeti inkar etmeyip geçerli sayarsanız, pek çok insanı ve toplumu İslam dairesi içinde görürsünüz.68 Burada belirtmemiz gereken önemli hususlardan birisi de şudur: Neshi kabul edenler, tarihselliğe karşı çıkarken, Kur’an’da mensuh ayet yoktur diyenlerde ise, Kur’an’ın ezeliliğini nefyetme gibi bir paradoksal durum söz konusudur. Nesh-tarihsellik bağlamında diyebiliriz ki: Kur’an’dan önceki kitapların yürürlükten kaldırılan hükümleri açısından tarihsellik söz konusu edilebilir. Zira Hz. Adem ile başlayıp Hz. Peygamber ile son bulan vahyin bir takım hükümleri iptal edilmiştir. Belli bir zaman ve mekân için indirilen bu hükümlerde tarihsellik söz konusudur. Çünkü bu hükümler tarihin bir diliminde bağlayıcı olmuş ve ardından 66 Nasr Hamid EBU ZEYD, A.G.E., S.156. ÖZSOY, a.g.m., s.144. 68 Hüseyin ATAY, Kur’an’a Göre Araştırmalar I-III, Atay Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1997, s. 67-68. 67 22 kaldırılmışlardır. Hatta Kur’an’da mensuh ayetlerin var olduğunu söyleyenler açısından mensuh olan ayetlerde bir tarihselliğin olduğu da söylenebilir. 69 Ayrıca tarihsellik olsa olsa sadece Peygamberi ilgilendiren ayetlerde söz konusu olabilir.70 Bunların Kur’an’da yer almaları Peygamberliğin dinde çok önemli bir yere haiz olması nedeniyle olsa gerektir. Gerek peygamberimizle ilgili meseleler, gerek önceki peygamber ve toplumlarla ilgili kıssalar, mantıkları itibarıyla değil, mefhumları yönüyle bize hitap ederler. Bunlar uygulanma ya da uygulanmamaya medar olan şeyler değillerdir. İbret alınacak şeylerdir.71 Kur’an ısrarla kendisini çelişkilerden ve eğriliklerden uzak bir kitap olarak tanıtmasına rağmen, Kur’an’ı bir bütün olarak değil, parça parça yorumlamaktan kaynaklanan yanlış değerlendirmeler sonucu, Kur’an’ın içinde mensuh ayet bulunduğu kanaati, geleneksel olarak kabul edile gelmiştir. Bu geleneksel kabule karşı çıkanlar, başta Ebu Müslim el-İsfehani olmak üzere, kıyasıya eleştirilmiştir. Ancak zamanla Kur’an, bütün olarak incelendikçe -iddia edildiği gibi- mensuh ayet olmadığı kanaati yaygınlık kazanmıştır. Bu konuda bilimsel eserler de te’lif edilmeye başlanmıştır. Netice itibariyle, Kur’an’da mensuh ayetlerin varlığına dair ileri sürülen görüşleri hicri ikinci, üçüncü asırlarda ortaya çıktığı söylenebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.)’in her hangi bir ayetin mensuh olduğuna dair bir hadisi yoktur. Buna bağlı olarak, nesh kelimesine verilen anlam, ıstılahta kullanıldığı anlamdan daha geniş anlamda kullanılmıştır. Sahabe arasında bile bu geniş kapsamlı kullanımdan kaynaklanan ihtilaflar olmuştur. Bu ihtilafların tabii bir sonucu olarak, mensuh olduğu iddia edilen ayetlerin sayısında, Kur’an’da mensuh ayetlerin mevcudiyetini kabul edenler arasında bile, bu güne kadar bir ittifak sağlanmış değildir. Nesh türleriyle ilgili olarak aktarılan rivayetler açısından probleme bakıldığında, bu rivayetlerin mesnedden yoksun olduğu da ortadadır. Bütün bu bilgiler çerçevesinde diyebiliriz ki: Nesh kelimesinin şümullü anlamda kullanılışı hicri 3. yüzyılda, İmam Şafii’nin neshi, takyit, tahsis, istisna gibi kavramlardan ayırmasına kadar sürmüştür. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi hala âlimler arasında neshe verilen anlam hakkında ihtilaf sürmektedir ŞİMŞEK M.S., Günümüz Tefsir Problemleri, s.239. Mesela Mücadele, 58/12-13. ayetlerde olduğu gibi. 71 ŞİMŞEK M.S., a.g.e., s.268-269. 69 70 23 Ayrıca tarihsellik çerçevesinde, problem irdelendiği zaman, mensuh olduğu iddia edilen ayetlerden sadece Hz. Peygambezr (s.a.v.)’i ilgilendiren hükümlerde ve Kur’an’dan önceki kitapların ilga edilen hükümleri açısından nesh ve tarihsellikten söz edilebilir. C- İ’cazu’l-Kur’an Peygamberler Allah’ın elçileri olduklarını kendilerine verilen mucizeler ile teyit ederler. İcaz ile aynı kökten gelen mucize, gönderdiği elçilerin nübüvvetini ispat etmek amacıyla, Allah’ın gerek fiziki, gerekse beşeri alanda koyduğu kuralların işleyişi dışına çıkarak (harikulade haller ile) peygamberlerine diğer insanların benzerini yapamayacağı bazı halleri vermesidir. 72 Bu açıdan bakıldığında bütün peygamberlere kendi dönemlerinde revaçta olan bir konuda mucize verildiği görülmektedir.73 Mesela: Tıbbın revaçta olduğu bir dönemde Hz. İsa’ya bazı hastalıkları iyi etme gücünün, 74 sihrin yaygın olduğu bir zamanda Hz. Musa’ya sihirbazların sihrini yok eden bir asanın verilmesi75 gibi örnekler, mucizenin çeşidi ile kendilerine meydan okunan muhatapların yaşadıkları dönem kültürü arasında bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.76 Mucizelerle verildikleri dönem arasındaki bu ilişki incelendiğinde, her zaman o dönemde revaçta olan bir konuda peygamberlere mucize verildiği görülmektedir. Böyle bir tercih ile mucizenin etkinliği ve muhatapların güçsüzlüğü en çarpıcı bir şekilde ortaya konmuş, kendilerini ifade ettikleri hatta övünüp üstünlük vesilesi saydıkları bir konuda bile peygamberlerin getirdikleri mucizelere mukabelede bulunamamaları nedeniyle inkarcıların acziyetleri çok açık şekilde ortaya konulmuştur. Cahilliye döneminin en önemli kültürel faaliyeti olarak görülen şiirin bu denli revaçta olduğu bir ortamda yaşayan bir topluma, Hz. Peygamber vasıtasıyla Kur’an vahyi gönderilmiştir. İnanmayanlar ilk tepki olarak Hz. Peygamberi getirdiği vahiy Ömer b. Abdullah Sa’duddin et-TAFTAZANİ, Şerhu’l-Mekasid, Alemü’l-Kütüp, 1. Baskı, Beyrut, 1989, c.IV, s.11. 73 Menna Halil el-KATTAN, Mebâhis fi Ulumi’l-Kur’an, Kahıre, 1990, s.264–265. 74 Al-i İmran, 3/49; Maide, 5/110. 75 A’raf, 7/107; Yunus, 10/80; Şuara, 26/41. 76 SUYUTİ, el- İtkan, c.II, s.1006. 72 24 sebebiyle mecnun, 77 Kur’an’ı sihir 78 olarak tanımlamışlardır. Ancak diğer taraftan da Kur’an’ın eşsiz belagatı karşısında kendilerini onu dinlemekten alıkoyamamışlardır.79 Kur’an karşısında genel olarak böyle bir konum ve davranış sergileyen Arapların ‘’dilersek biz de bunun benzerini söyleriz’’80 demeleri üzerine Allah onlara meydan okuyarak bir benzerini getirmelerini istemiştir. ‘’Tahhaddi’’ terimi ile ifade edilen bu meydan okuma üç aşamada olmuştur.81 Önce, ‘’Eğer sözlerinde doğru iseler, Kur’an gibi bir söz getirsinler’’82 ile bir kayıtlama olmadan, onlardan yapabileceklerse bir benzerini getirmeleri istenmiş ardından ‘’Deki, o halde on sure getirin ve Allah’ın dışında kendilerine taptıklarınızı da bu iş için yardıma çağırın’’83 ayeti ile on sure, son olarak da ‘’ o halde tek sure getirin’’84 ifadesi ile sadece bir sure getirmeleri istenmiştir. Bütün bu meydan okumalar karşısında şairleri ile övünen Araplar bu tehaddiye karşılık verememişlerdir. Bununla beraber, ona nazire yapmaya yeltenenler, hatta bunu başardıklarını zannedenler olmuşsa da bunların yaptıkları nazirelere bakıldığında Kur’an’ın kötü bir taklidi ve mana ile üslubun birlikteliğinin olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Bunlar Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Yemame’de peygamberliğini ilan eden ve kendisine vahy geldiğini iddia edem Museylemetü’lKezzab, el Esved el-Ansi diye tanınan zü’l-Hımar lakaplı Ablehe b. Ka’b, önce Müslüman olup daha sonra peygamberlik iddia eden sonunda yine islama dönen Tuleyha b. Huveylid el-Esedi, Secah Binti’l-Haris bi Süveyd et-Temimiyye, en-Nadr İbnü’l-Haris, İbnü’l-Ravendi diye tanınan Ebu’l-Huseyn Ahmed b. Yahya, ve Ebu’tTayyib el-Mütenebbi’dir.85 Bunu yapamayacakları ‘’Deki: Şayet insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, bu konuda birbirlerine yardımcı olsalar bile onun bir benzerini getiremezler’’86 ayeti ile de belirtilmiştir. 77 Saffat, 37/36. Zuhruf, 43/30. 79 İsmail CERRAOĞLU, Tefsir Usulü, s. 160-161. 80 Enfal, 8/31. 81 Mustafa Sadık er-RAFİÎ, İ’cazu’l-Kur’an, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, Beyrut, 1990. s.30-31. 82 Kasas, 28/49. 83 Hud, 11/13. 84 Yunus, 10/38; Bakara, 2/23-24. 85 Nedim YILMAZ, İ’cazu’l-Kur’an, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1984, s.21. 86 İsra, 17/88. 78 25 Kur’an i’cazının bir ifadesi olan tehaddi konusuna tarihsellik açısından baktığımızda, öncelikle onlara yöneltilen meydan okuma ile anlamadıkları bir şey ortaya konarak bunun bir benzerini getirmelerinin istenmediğini söyleyebiliriz. Bu konuda Şatibi, ‘’İslam şeraiti Arapların anlayamadıkları bir şey olsaydı bu onlar için mucize olmaz bu durumda onlar aciz bırakılma kapsamından çıkarlardı. Zira onlar ‘’bu söz bizim anlayacağımız bir şey değil, kendi sözlerimizi anlıyorken bunu anlamıyoruz diyerek mazeret belirtirlerdi’’ 87 sözleriyle peygamberlere verilen mucizelerin anlaşılabilir olması gerektiğini belirtmektedir. Kuran’ın mucize olarak gönderilmesi ve tehaddi ile onlardan benzerini getirmelerinin istenmesi de bu prensip gereğince, beşeri özellikler açısından onların gücünü aşan türden bir şey değildir. İlk muhatapların ‘’istersek biz de bunun bir benzerini söyleriz’’ 88 sözleri de bunu göstermektedir. Sathi bir bakışla Kuran’ın ifadeleri ile şairlerin söylediği sözlerin benzer olduğunu zannetmişlerse de onların önde gelen edipleri ve şairleri Kuran’ın nazım anlam bütünlüğü arz eden üslubu karşısında bir benzerini getirmekte aciz düşmüşlerdir. Bu şairler genel olarak Kuran’da kullanılan edebi üsluba aşina oldukları halde bunların Kuran’da bir arada ve bir ahenk içinde kullanılmasından dolayı beğenilerini gizleyememiş ve benzerini getirmenin imkânsızlığını görmüşlerdir. Yani onların güç yetiremeyişlerinin nedeni, tamamen yabancı oldukları ve anlamadıkları, tarih üstü karakterde bir hitapla karşılaşmaları değildir. Nitekim rivayetlerde, o dönemdeki ediplerin, bu şaheserliğin farkına vararak, Kuran’ın ifadeleri karşısında kendilerini Kuran’ı dinlemekten alıkoyamadıkları, 89 kimilerinin de Kuran’ın şaheserliği karşısında secdeye kapanıp, övündükleri şiirlerinin Kur’an karşısında değersizliğini görerek Kâbe duvarlarından indirdikleri 90 anlatılmaktadır. bu ve benzeri olaylar, onların anlayamadıkları, değerlendiremedikleri bir şey ile değil bilakis anlayabildikleri bir sözün benzerini getirmekle karşı karşıya kalıp bunu yapamadıklarını destekleyen yaşanmış olaylardır. O halde anlayıp, kıymetini takdir edebildikleri halde Kuran’ın bir benzerini getirememeleri, vahyin hem tarihsel eş-ŞATİBİ, el-Muvafakat, I, s.70-71. Enfal, 8/31. 89 Velid b. Muğıre’nin böyle bir tavır sergilediği hatta Müddessir, 74,/ 11- 24 arası ayetlerin onun hakkında indiği anlatılmaktadır. bkz. es-SUYUTİ, el-İtkan, c.II, s.1003; krş. Hakim Muhammed b. Abdillah en-NİSABURİ, el-Müstedrek, Tefsiru Sureti’l-Müddessir, c.II, s.506. 90 CERRAHOĞLU, Tefsir Usulü, s.160-161. 87 88 26 hem de aşkın olduğunu gösteren en önemli delilidir. Çünkü anlamaları ve edebi kıymetini takdir etmeleri Kuran’ın tarihselliğini, benzerini getiremeyişleri de aşkınlığını göstermektedir. Bu tespitlerden sonra şunu ifade edelim ki; biz Kuran’ın icazı konusunda bu çerçevede, yani o dönem muhatapları tarafından bilinenlerin, aşkın bir üslup ile dile getirilmesi yönüyle önem veriyoruz. Üslubunda sadece edebi anlatım, yani sanat için sanat değil, anlamın da gözetildiği, manaların en güzel şekilde üstün bir edebi anlayış ile aktarıldığı kabul edilen Kuran’ın icazı hakkında çalışma yapan ilim adamları, onun icazını, anlatım özellikleri (edebi icaz ), gaybi haberler (gaybi icaz), bilimsel konularda ters düşmemesi (ilmi icaz) ve emir ve nehiylerinin geçerliliği (hükmi icaz) olmak üzere muhtelif yönlerden ele alarak incelemişlerdir. Kuran’ın icazı ile ilgili eserler incelendiğinde daha açık bir şekilde görüleceği üzere Kuran’da öyle bir üslup kullanılmıştır ki, bir bedevinin bile anlayabileceği açıklığa sahip iken en edip şairler tarafından taklit edilememiştir. Kuran’ın üslubu, tam anlamıyla ancak geniş kapsamlı bir çalışma ile ortaya konulacağını düşünmekle beraber onun edebi icazını en genel hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz: 1- Araplar arasında mevcut üslupları kullanmakla beraber hiç birine tam olarak benzememektir. 2- Kelimelerin seçimi ve birbirleri ile olan münasebeti bir gayeye yönelik olup herhangi bir ayetten bir kelimeyi çıkarıp yerine başka bir kelime konulsa, o ahenk ve anlam bütünlüğü kaybolmaktadır. 3- İfadeleri, hem kolay anlaşılabilir bir yapı arz ederken hem de araştırıldıkça fark edilen bir derinliğe sahiptir. 4- Anlatımlarda yer zaman gibi ayrıntılara değil, mesajın anlaşılmasına önem verilmiştir. En güzel özellikleri bunlar olan Kuran’ın üslubundaki aşkınlığı, geleceğe dair verdiği gaybi haberlerden anlaşılmaktadır. Bu gaybi haberler arasında Kuran’ın kıssaları da zikredilmektedir. Ancak biz daha ziyade geleceğe dair ya da o anda insanların iç 27 yüzünü bilmedikleri olaylar hakkındaki haberleri kastediyoruz. Mesela Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bazı münafıkların iç yüzlerini açığa vurma suretiyle gaybdan haber vermiştir. 91 Bunun yanında daha ileriye yönelik gerçekleşecek gaybi haberlerden de bahsetmiştir. Mesela Kur’an, o dönemlerde Bizanslılar, Sasaniler’e mağlup olunca, Bizanslıların bir daha toparlanabileceklerini kimse düşünmezken yakın bir zamanda Bizanslılardın Sasaniler’e üstün geleceğini bildirmiş ve ayetten yedi sene sonra bu galibiyet gerçekleşmiştir.92 Yine ilmi gelişmeler ve keşiflerle, Kuran’ın verileri arasında bir çelişkinin olmaması da ondaki aşkınlığı göstermektedir. Biz bunlar arasında ilmi gelişmelere dayalı olana dair misaller vererek, gerek kelimeleri seçişi, gerekse anlatım teknikleri itibariyle Kuran’ın hem indiği dönemde hem de daha sonraki dönemlerde anlaşılır oluşunu, yani aşkınlığını ele alacağız. Tarihsellik içindeki evrensellik olarak tanımladığımız, Kuran’ın bu üslubunu, gerek gelişimin daha net ve açık gözlemlenebildiği bilimsel gelişmelerle ilgili ayetlerde gerekse sosyal gelişmelerle ilgili ayetler hakkındaki araştırmalarda görebilmekteyiz. Ancak kanaatimizce teknolojik, bilimsel gelişmeler, beşeri alandaki gelişmelerden daha açık bir şekilde gözlemlenebildiği için Kuran’ın evrenselliği ile ilgili olarak daha ziyade bu tarz ayetler tercih edilmektedir. Hâlbuki beşeri alanda da aynı üslubun sergilendiğini söylemek hiç de zor değildir. İnsanın anne rahmindeki yaratılışını konu edinen ayetlere bakıldığında, Kuran’da anne rahmindeki yaratılışın birden fazla safhada gerçekleştiğinin belirtildiği ve bu safhalardan her birinin farklı kelimelerle ifade edildiği görülmektedir. İşte safhalardan birisini ifade etmek için kullanılan "alaka" kelimesinin semantik tahlili, embriyoloji ilminin verileri ile birlikte değerlendirildiğinde, ayetlerin anlamı daha geniş bir şekilde anlaşılmaktadır. Buna göre diyebiliriz ki; hitabın kaynağı, zamandan ve mekândan münezzeh mutlak ilim sahibi olan Allah olduğu için Kur’an metninin tarihsel ortam ile olan ilişkisi, zaman ve mekândan soyutlanması mümkün olmayan tarihsellikle malul bir beşerin yazdığı metnin tarihsel ortam ile olan etkileşiminden farklı olmaktadır. Birisinde hitabın 91 92 Bakara, 2/204. Rum, 30/1-5. 28 göndereni ve alıcısı da insan olduğu için iki taraflı bir tarihsel bağımlılıktan söz edilirken diğerinde sadece alıcısının tarihselliği söz konusudur. Bu nedenle hitabında alıcıları ve onların tarihselliklerini gözetmekle beraber geleceğe uygun olarak evrensel bir üslup sergilenmesi Allah için muhal değildir. Bu yaklaşım aynı zamanda çok temel bir kural olan hitabı oluşturanın özelliklerinin bir şekilde hitabına yansıması gerektiği prensibine de uygundur. Buna göre eğer tarihsellik ile zaman ve mekan bağımlılığını kastediyorsak ve İslami paradigma içinde kalacaksak, yani Kuran’ı zaman ve mekandan kayıtsız olarak Allah’ın gönderdiğini kabul ediyorsak, bu inancımızın gereği olarak Allah’ın insanlara ulaştırmak istediği evrensel mesajını ve Allah’ın aşkınlığının izlerini eserinde görmemiz gerekmeyecek midir? Kaynağı itibariyle ilahi olan bu hitap, ilk muhataplarına seslenmekle beraber üslubu ile de her dönemde anlaşılmaya müsait bir yapıda gönderilmiştir. O halde metnin her dönemde üslubuna uygun olarak doğru bir şekilde anlaşılması için hem filolojik çözümlemelerinin yapılmasına hem de tarihsel bağlamların kurulduğu bir tarihsel yoruma ihtiyaç vardır. Yani birinci adımda semantik tahlillerden faydalanabilirken ikinci adım, tarihsel yorum ve Allah’ın aşkınlığı çerçevesinde evrensel bir yorum ile gerçekleştirilebilir. Ayrıca şunu ifade edelim ki; vahiy gibi geçmişte yaşanan mucizeler de tarihsel oldukları için bu mucizeleri bu günün anlayışı, birikimi ve gelişmeleri ile değil gösterildikleri zamana göre anlamak gerekir. Aksi takdirde mesela Hz. İsa’nın bir abras= alaca hastasını iyileştirme mucizesi, bu hastalığın tıbbi gelişmeler neticesinde insanlar tarafından iyileştirilebildiği bir dönemde, Hz. İsa zamanındaki gibi harikulade bir olay olarak görülebilir mi? bu açıdan Kuran’ı da indiği dönem içinde değerlendirmek gerekir. Kuran’ın mucize oluşunu edebi zevkin zirvede olduğu bir dönem içinde değerlendirdiğimizde, yani tarihsel yorum ile yaklaştığımızda daha gerçekçi olarak kavrayabileceğimizi düşünmekteyiz. Zira bugün Arap şiirine karşı duyulan zevk ya da beceri ile o günkü şiir zevki arasında fark olmadığını söylemek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Kur’an öncesi Arapça hakkında bilgi eksikliğimiz ve edebi zevki o dönem insanları kadar hissetmeyişimiz gibi nedenlerle Kuran’ın edebi mucizesini o günkü toplum kadar iyi idrak edebildiğimizi söyleyebilir miyiz? 29 İ’cazu’l-Kur’an konusu bu şekilde ele alındığında vahiy-ortam ilişkisinin tarihsellik içinde bir aşkınlık olduğunu göstermektedir. Bu tanımlamamız, vahyin olayları ve ortamı gözettiği ancak nihai programın Allah’ın dilediği tarzda oluştuğu, yani vahyin yönlendirilemediği şeklindeki görüşümüzle de örtüşmektedir. D- Mekkî-Medenî Kuran’ın tek bir defada değil, 23 yıllık bir süreçte inmiş olması, ona dair oldukça önemli özelliklerin kavranmasını sağlamıştır. Bu süreç içinde farklı şekillerde inen ayetler, başta iniş mekânını esas alarak Mekkî-Medenî olmak üzere, hadari- seferi, leyli-nehari gibi tasniflere tabi tutulmuştur. Bu tasniflerden Mekkî-Medenî tasnifi daha fazla rağbet görmüştür. Ayetler arasında görülen tearuzların giderilmesine yönelik çalışmalardaki işlevselliği bu konuya ilgi gösterilmesine neden olmuştur. Mesela; mutlak-mukayyet mücmel-mübeyyen ve en önemlisi nesih konusundaki ayetlerin inişindeki öncelik ve sonralığın belirlenmesinde bu ayetlerin Mekkî ya da Medenî oluşunu bilmenin önemli bir rolü vardır. Mevcut Kur’an ilimleri literatüründe bu işlevi nedeniyle ilgi gören MekkîMedenî ayrımı hakkındaki çalışmalar, Kuran’ın oluşum sürecinde vahyin-ortam ile ilişkisi ve değişim hakkında da önemli bilgiler sunmaktadır. Böyle bir ayrımın yapılması, farklı dönemlerde inen vahyin farklı özelliklere sahip olduğu fikrinin kabul edildiğini göstermektedir. Mekkî-Medenî ayrımında mekân isimlerinin yer alması nedeniyle ilk bakışta bu ayrımda, mekânın esas alındığı zannedilse de, çoğunluk bu ayırımda hicreti esas almıştır. Hicretten önce inen ayetler Mekkî, hicretten sonra inenler Medenî olarak kabul edilmiştir. Bu durumda, Mekke’nin fethinden sonra Mekke’de inen ayetler yine Medenî olarak değerlendirilmiştir. 93 Mesela; Hucurat suresi 13. ayeti, Mekke’nin fethinden sonra inmiş, yani mekân olarak Mekke’de indiği halde Medenî ayet olarak kabul edilmiştir. Bu hususa özellikle dikkat çekmek istedik. Zira söz konusu edilen bu iki grup ayet arasındaki konu ve üsluba dair farklılıklar, bu ayırıma göre coğrafi özelliklerden değil beşeri-toplumsal ortamın farklılaşmasından kaynaklanmaktadır. Toplumu Bedrüddin Muhammed b. Abdullah ez-ZERKEŞİ, el-Burhan fi Ulumü’l-Kur’an, Daru’l-Marife, 1. Baskı, Beyrut, 1990, c.II, s.274 ; es-SUYUTİ, el-İtkan, c.I, s.26; ez-ZÜRKANİ, Menahil, c.I, s.159-160. 93 30 oluşturan ırkî ve dinî gurupların yapısı, ekonomik ve siyasi ortam gibi pek çok tarihsel şart bu farklılıkların oluşumunda etkili olduğu gibi vahyin 23 yıllık oluşum sürecinin başlangıcının Mekke’de gelişiminin ise Medine ‘de olması da, yani nüzulün tedriciliği de bir etken olarak ayetlerin farklı özelliklerinin meydana gelmesine neden olmuştur. Bu konuyu biraz açmak gerekirse, mesela Mekke’de müşriklerle aynı ortamı paylaşan ve azınlık olan müminler, Medine’de Yahudi ve Hıristiyanlar ile bir arada yaşamışlardır. Yine Mekke’de dini ilk defa tanıyan bir muhatap kitle varken Medine’de bu dini yaşamaya başlayan, bu nedenle artık davranışlarını din çerçevesinde düzenleyen bir toplum vardır. Kısaca Mekke ile Medine dönemi arasında bu ve benzeri birçok siyasi, sosyal, iktisadi, psikolojik şartların belirlediği bir ortam değişikliği gerçekleşmiştir. Tabi ki; bu değişikliğin çok kapsamlı ve mutlak anlamda olmadığını söylemek gerekir. Ayrıca iki dönem arasında var olduğu görülen bu farklılık aniden ve kesin hatlarla bir değişim şeklinde değil, bir süreç içinde olmuştur. Hangi ayetin Mekkî ya da Medenî olduğuna dair en sağlam tespit, yaşayan kitlenin (sahabe) bilgisi ile elde edilebilmektedir. Sahabenin bu konuya ehemmiyet verdiği rivayetlerden anlaşılmaktadır. Mesela Abdullah İbn Mes’ud’un " Allah’ın kitabında hiçbir sure yoktur ki, nerede indiğini bilmeyeyim" 94 ifadesi bunu göstermektedir. Buna göre muhteva açısından Mekkî surelerde inançla ilgili konuların ele alınıp, müşriklerle tartışıldığı ve sahih bir Allah tasavvuru yerleştirilmeye çalışıldığı görülür. Bu bağlamda geçmiş toplumların kıssaları anlatılarak bu mücadelenin diğer boyutu olan şeytan ve şeytani güçlere dair anlatımlara yer verilir. Medenî ayetlerde ise inanca dair konular daha detaylı ve uygulama ile ilintili olarak ele alınmakla beraber, kişinin Allah ve toplumla olan ilişkilerini düzenleyen, ibadet, muamelat gibi konular ele alınmış, yaşanan olaylarla bağlantılı olarak savaş ahkamı, ehl-i kitap ile ilişkiler vs. söz konusu edilmiştir. 95 Daha önce de değindiğimiz gibi bu konular, kesin bir şekilde birbirinden ayrılmamaktadır. Sözgelimi ibadete dair hiçbir konunun Mekkî ayetlerde yer almadığı ya da Medenî ayetlerde inanç konularına hiç değinilmediği söylenemez. 94 95 Buhari, Fedailü’l-Kur’an 8; Müslim Fedailü’s-Sahabe 110. Suphi es-SALİH, Kur’an İlimleri, s. 190-194. 31 Mesela; Mümtehine suresi tümüyle Medine’de indirilen bir sure olduğu halde, muhtevasına bakıldığında Mekkelilere hitap ettiği görülmektedir. Bu nedenle ayırımda Medenî olmakla beraber, muhatapların Mekke ehli olması surenin yapısına yansımıştır.96 Mekkî ve Medenî ayetler arasındaki konu farklılığının en genel hatlarıyla bu şekilde olduğunu belirttiğimiz iki grup ayet arasındaki bu farklılık, belagatın ve Kuran’ın icazının bir gereği olarak üsluba da yansımıştır. Kabul edilen bir prensiptir ki; hitabın üslubunu muhatabın durumu belirlediği gibi konunun da üslup üzerinde etkisi vardır. Mekkî ayetlerin muhatapları genel itibarıyla fesahat ehli olduğu için bu ayetlerde ifadelerin daha kısa ve özlü olduğu, kullanılan tabirlerin daha hararetli ve duygulu olduğu görülmektedir. yine Mekkî ayetlerde inanç bağlamında müşriklerin iddiaları, münakaşa tarzında ele alındığı için bu ayetlerde de buna uygun bir üslup kullanılmıştır. Mesela cümle içindeki kullanımına bağlı olarak (hayır öyle değil) ya da (gerçek şu ki;) gibi ifadelerle Türkçe’ye çevirebileceğimiz, içinde azarlama anlamı da barındıran "kel la" kelimesi sadece Mekkî ayetlerde kullanılmıştır. Mekkî ayetlerde muhataplar inatçı ve kaba oldukları için, onları tehdit edici ve davranışlarında ölçülü olmaya davet edici bir mana taşıyan bu kelimenin kullanılmasına gerek duyulurken müslümanların daha güçlü, muhatapların daha yumuşak bir karakterde olduğu Medenî surelerde ise böyle bir ifadeye gerek duyulmamıştır. 97 Muhatabın değişmesinin vahyin üslubuna yansıdığını gösteren bir başka husus da hitaplardır. Mekke döneminde "Ey insanlar" şeklinde bir hitap tarzı tercih edilirken, Medine döneminde "Ey inananlar" ifadesi kullanılmıştır.98 Yine Mekkî surelerde yeminlerin daha fazla kullanılmış olması ve giderek yeminlerin azalmış olmasını da bu çerçevede, muhatabın zihni durumu ve beyan tarzı arasındaki ilişki ile açıklamak gerekir.99 Aynı şekilde muhatap ve konunun üsluba etkisini, Medenî ayetlerde yalın ve uzun bir anlatımın tercih edilmesi olarak görmek mümkündür. Medenî ayetlerde ahkamın fazlaca yer alması, muhatapların çoğunlukla dini kabul eden kimseler olması 96 es-SUYUTİ, el-İtkan, c.I, s.39. ez-ZÜRKANİ, Menahil, c.I, s.174. 98 Bu konunun istisnaları Mekkî olan Hacc Suresinde ‘’Ey iman edenler’’in kullanılması (Hacc 22/7) ve Medenî olduğu bilinen Nisa Suresinde ‘’Ey insanlar’’ın kullanılmış olmasıdır. (Nisa 4/1). 99 Suphi es-SALİH, Kur’an İlimleri, s. 190. 97 32 tabii olarak üsluba yansımış, ifadeler edebi anlatım yerine hukuk diline daha uygun olan yalın anlatıma dönüşmüş, kesik ve kısa cümleler yerine daha uzun ve detaylı anlatıma yer verilmiştir. Medenî ayetlerde, Mekke’de inen ayetlerde icmalen anlatılan dini hakikatlerin ayrıntılarına girilmiş, Mekke’de esasları belirtilen konular takviye edilmiştir.100 Muhataplar inananlar olduğu için hitap tarzı ve ikna usulü de değişmiştir. Mekke’de Müslümanları teselli eden üslup, Medine’de cesaretlendirme şeklini almıştır. İslam davetinin teşri’ tarihini, tedrici bir şekilde olaylara hikmetle yaklaşımını tespit etmek, Mekke’de ve Medine’de yaşayanlarla nasıl bir ilişki kurduğunu kavramak, müminlere, müşriklere, ehl-i kitaba hitap tarzlarını belirlemek için önem verilen Mekkî Medenî ayetlere dair malumatlar101 tarihsel yorumun ehemmiyetini de göstermektedir. Çünkü bu yorum sayesinde geçmişte tarihin içinde oluşan ve olaylarla anlam kazanan bir metnin muhtelif pasajlarının iniş zamanları bilinecek, bu sayede tarihsel bağlamlar daha doğru kurularak, metnin anlamının geniş bir perspektifle ele alınması temin edilerek evrensel bir bakışa ulaşılacaktır. E- Emsalü’l-Kuran Atasözü anlamındaki meseller, genellikle bir toplumun kendi kültürü içinde yaşanmış bir olaya atfen ortaya çıkmıştır. Yaşanan olayın kendisi değil, olayı hatırlatan veciz bir sözün halk arasında yaygınlaşması ile oluşan atasözlerinin bu nedenle bir kültürel arka planı vardır. Söz konusu edilen atasözünün hangi olay üzerine söylendiğini bilmek mananın daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Mesela; Araplar arasında kullanılan "fi’s-sayfi dayyaati’l-leben yada es-sayfe dayyaati’l-leben" "sütü yazın kaybettin" sözü her şeyi elinden kaçırıp da sonra onun peşinden koşan kişi için kullanılmaktadır. Bu atasözünün arka planında yaşanan olay ise kısaca şöyledir: Bir kız, kendisinden çok yaşlı varlıklı birisiyle evlenmiş, fakat bazı nedenlerden dolayı kısa bir müddet sonra bir yaz günü kocasından ayrılmıştır. Daha sonra yakışıklı genç birisiyle eş-ŞATİBİ, el-Muvafakat, c.III, s.105; el-KASİMİ, Tefsir ilminin Meseleleri, s.141. Suat YILDIRIM, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, 4. Baskı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1996.s.45; Suphi es-SALİH, Kur’an İlimleri, s.176. 100 101 33 evlenen bu kadın, kıtlık zamanında ayrıldığı ihtiyar kocasına giderek ondan sütlü bir koyun isteyince zengin ihtiyar: ‘’Sütü yazın kaybettin’’ cevabını vermiştir.102 Bu tarz mesellerin (atasözlerinin), kullanıldıkları kültür ortamı ile çok sıkı bir ilişkisi vardır. Bu nedenle kimi zaman bu sözler başka bir kültür ortamına tercüme yoluyla aktarıldığında aynı anlamı ifade etmemektedir. Bu özelliği nedeniyle mesellerin anlamı, oluştuğu ortam ile aralarındaki tarihsel bağlamın kurulması ile elde edilmektedir ki; bu durum mesellerin tarihsel olduğunu göstermektedir. Meselin diğer tarzında da benzer ilişkiyi görmek mümkündür. Teşbih-i temsili ya da istiare-i temsiliyye anlamında temsil getirme, bir olayın benzetme yapılarak anlatılmasından ibarettir. 103 Benzetmeye dayalı olarak yapılan bu tarz temsilde de, anlatılan olayın anlatıldığı dönemdeki muhataplar tarafından bilinen ve anlaşılabilen şeyler olması gerekmektedir. Zira temsilde maksat, soyut manaları somutlaştırarak, mevzuyu daha anlaşılabilir hale getirmek olduğu için, meseller hayatın içinde cereyan eden tekerrürü mümkün hadiselerle yapılmalıdır. 104 Burada asıl olan, tıpkı teşbihteki gibi, benzetilenin benzeyenden daha açık ve bilinebilir olmasıdır.105 Toplum ve kültür ile böylesi bir ilişki ve etkileşim içinde olan mesellerin her iki çeşidi de Kuran’da kullanılmıştır. Kimi zaman kısa ve veciz sözler temsil olarak kullanılırken çoğunlukla da ya açıkça mesel kelimesi zikredilerek ‘’bunun örneği şudur’’ tarzı bir ifade ile ya da mesel kelimesi kullanılmadan, bir olay, ayetin siyak ve sibakı ile ilgili bir bağlamda benzetme yapılarak örnek olarak verilmiştir. Birinci tarz atasözü şeklindeki mesellerde, Kuran’ın indiği dönemdeki Araplar arasında kullanılan atasözlerine atıfta bulunduğu görülmektedir. Mesela; Nahl 16/92’de ‘’Ve ipliği ile örgü ördükten sonra sökmeye çalışan kadın gibi olmayın’’ ifadesi ile yeminini bozan kimsenin durumu anlatılmak istenmiştir. Ayette geçen ve metinde bir kadın olduğu anlaşılan bu kişinin davranışı, Araplar tarafından "boşuna çalışan kimseler Ahmed b. Muhammed b. İbrahim el-MEYDANİ, Mecmeu’l-Emsal, Matbaatu İsa el-Halebi, Kahire, 1979, c.I, s.434. 103 Ancak kıssa ile bu tarz temsil arasında fark vardır. Kıssada olay, gerçek yani yaşanmış bir hadise iken, meselde böyle bir şart yoktur. Bu tarz temsil ile teşbih arasındaki fark ise (vechü’ş-şebeh) benzetme yönünün birden fazla olmasıdır. 104 SUYUTİ, el-İtkan, c.II, s.1041. 105 Ali el-CÂRIM- Mustafa EMİN, el-Belagatü’l-Vâzıha, s.54. 102 34 için" kullanılan "Harka bir yün buldu" deyimini hatırlatmaktadır. Ayetteki tarihsel bir öğe olan "ve ipliği ile örgü ördükten sonra sökmeye çalışan kadın" ifadesi, bu meselenin tarihsel arka planının anlaşılması ile daha canlı hale gelmektedir. Rivayetlere göre, bu ayette bahsedilen olay Kureyş kabilesinden Rabta binti Sa’d et-Teymi’nin sabahtan akşama kadar bulduğu yünü eğirmesi ve sonra da geri bozması ile ilgilidir. Onun yaptığı bu iş, daha sonra Araplar arasında, anlamsız iş yapmayı ifade etmek için kullanılan bir atasözü olmuştur.106 Araplar arasında kullanılan atasözlerine atıfta bulunan ayetlere nispetle Kuran’da teşbih-i temsili tarzında mesellere daha çok yer verildiği görülmektedir. Bir olayın benzetme yapılarak anlatımı olan bu tarz temsillerde kullanılan nesneler, kurguda yer alan unsurlar incelendiğinde, Kuran’ın indiği dönemin, sosyal yapısı, coğrafi şartları gibi o günkü toplumu yansıtan öğeler olduğu görülecektir. Mesela; inanmayanların "Allah’ı bırakıp da, göklerden ve yerlerden kendilerine verecek hiçbir rızka sahip olmayan ve olma ihtimali bulunmayan şeylere tapmalarının" konu edindiği bir bağlamda, iki mesel verilmiştir. Bunlardan birincisinde "Allah şu misali getirdi: Bir yanda hiçbir şeye gücü yetmeyen başkasına bağımlı bir köle, diğer yanda tarafımızdan güzel bir rızk verdiğimiz, ondan gizli, açık olarak harcayabilen bir insan, bunlar hiç eşit olur mu?"107 ayetinde hiçbir şeye sahip olmayan kişiyi ifade için "köle"nin seçilmesi, o güne gidilerek anlaşılmaya çalışıldığında, kendi başına bir şey yapma yetkisine sahip olmamayı en iyi ifade eden kişinin köle olduğu, bu nedenle de Kuran’ın böyle bir benzetme yapmayı tercih ettiği görülür. O gün köle ile yapılan benzetme bugün farklı kültürlerde farklı kişiler tarafından daha başka şeylere benzetilerek yapılabilir. Ancak, hangi dönemde hangi kültürde olursa olsun metnin tarihsel bağlamı kurulduğunda bu temsildeki anlam canlı bir şekilde bugün ortaya çıkacaktır. Be nedenle meseller metinlerdeki en temel kültür öğeleridir. Bölgenin sosyal ve coğrafi özelliklerine uygun temsillerin yapılmasının yanında hakkın daimliği ile batılın geçiciliğinin örneklendiği bir bağlamda ‘’Gökten bir su indirdi de vadiler kendi hacimlerine aktılar; sel ise yüzeydeki çeri çöpü yüklenip 106 107 Şihabuddin Mahmud el-ALUSİ, Ruhu’l-Meani, c. XIV, s.327. Nahl, 16/75. 35 götürdü. Tıpkı süs eşyası ya da bir alet yapmak için ateşte eritilen madenlerin üstünde oluşan köpüklü tortular gibi. İşte Allah, hak ile batıla böyle bir misal veriyor. Çer çöp, köpük yok olup gider, insanlara faydalı olanlar ise yeryüzünde sapasağlam kalır…’’108 ayetindeki ‘’ süs eşyası ya da bir alet yapmak için ateşte eritilen madenlerin üstünde oluşan köpüklü tortular’’ ifadesi o günkü yaşantının ve alet yapımının mesellere yansıdığını göstermektedir. Detaylarına giremediğimiz bu misaller incelendiğinde, mesellerde, o günkü yaşantıdan alıntılar olduğu, yani ilk muhatapların bildikleri, gördükleri şeylerin daha öz bir ifade ile kendi hayatlarından kesitlerin misal olarak verildiği görülecektir. 109 Kuran’da yer alan mesellerde indiği dönem muhatapları tarafından bilinen unsurların kullanılması, vahyin tarihsel ortam ile olan ilişkisini göstermektedir. Kuran’da yer alan mesellerin çoğunlukla sade ve doğal hayattan seçilen kesitler olması, insanın fıtri yönüne hitap etmeyi sağlamış, her dönemde insanlar tarafından yorumlanabilmesini sağlamıştır. Bir insanın bağının, bahçesinin olması, rüzgar v.s.’nin onları yok etmesi, ticarette bazı kazançlar elde etmesi, uygun bir davranışla bunun sümbüller gibi çoğalıp artacağı, verimli toprak ve verimsiz toprağın farklı oluşu gibi sahneler, yeryüzünde yaşayan insanların gözleri önünde cereyan eden olaylardır. Teknolojiye dayalı örnekler eskiyebilirken bu tarz örnekler her dönemde anlaşılabilir canlılığa ve tazeliğe sahiptir. Bununla birlikte verilen örneklerin verildiği andaki toplum için nasıl bir mana ifade ettiğini tespit etmek anlamın daha da gerçekçi ve tüm yönleriyle kavranmasını sağlamaktadır. Mesela; gururlanacak kadar bir zenginliğe sahip olmanın, ‘’Onlardan birine her türlü üzümün olduğu iki bağ vermişiz, bu bağların etrafını hurmalıkla çevirmişiz. Ayrıca iki bağın arasına da bir ekinlik yerleştirmişiz. İki bağın ikisi de yemişlerini vermişler hiçbir eksiklik olmamıştır. İkisinin ortasından bir de nehir akıtmışız’110 şeklinde tasvir edilmesi, coğrafi ve ekonomik şartlar düşünüldüğünde, bugün için ülkenin en büyük şirketlerinden birine sahip olan kişinin tasviri gibidir. Ra’d, 13/17. Bu bakışla olmasa da Kur’an’daki meseleleri inceleyen klasik eserler olduğu gibi, son dönemlerde yapılan çalışmalarda da meselelerin benzetme yönlerini beyan, orak özelliklerine göre tasnif gibi bakış açıları ile ele alındığı görülmektedir. bkz. Abdurrahman Hasan el-MEYDANÎ, Emsalü’l-Kur’an, Daru’lKalem, 2. Baskı, Dımeşk, 1996. 110 Kehf, 18/32-34. 108 109 36 Şimdiye kadar ele aldığımız bütün konularda, vahyin ilk dönem muhatapları tarafından anlaşılabilir olmasını sağlayacak bir oluşumla gönderildiğini, bu nedenle tarihsel ortamı gözettiğini, öncelikle ilk muhatapların duygu, düşünce ve hayat ortamını dikkate alarak hitap ettiğini örneklerle ele aldık. Bu çerçevedeki incelemelerimiz, bize vahyin tarihsel bir karakter taşıdığını, yani tarihin içinde oluştuğunu gösterdi. Fakat biz Allah’ın evrensel bir mesaj olarak indirdiği Kuran’ı, o zamanı anlayarak, misallerin isimleri değişik olsa da bu günün insanının karşı karşıya kaldığı misallerle aynı olduğunu düşündüğümüzü belirtmek istiyoruz. Tarihsel bağlamın ve evrensel mesajın en güzel örnekleri olan bu olaylara dair rivayetler nüzul sebepleri olarak isimlendirilmektedir. Şimdi konumuz açısından oldukça önemli olan bu konuyu ele alacağız. F- Nüzul Sebepleri Kur’an Hz. Peygamber’e yaklaşık 23 yılda indirilmiştir. İnişi uzun bir sürece yayılan Kur’an, indiği ortamda yaşanan olaylarla karşılıklı bir iletişim içinde olmuştur. Bir kısım ayetler, bazen toplumdan Hz.Peygamber’e gelen talebeye cevap olarak, bazen de bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ya da o dönem toplumunun başına gelen bir hadisenin ardından indirilmiştir. Tanımlamak gerekirse nüzul sebebi: ‘’Nüzul ortamında meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin, hadiseyi, soruyu kapsayan nitelik ve özellikleri içermek, cevap vermek veya hükmünü açıklamak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hadiseye denmektedir.’’111 Kur’an ayetlerinin bir kısmının iniş ortamını resmeden bu tür nüzul sebeplerine sahip olması, Kur’an’ın soyut bir düşünce veya düşünme biçimi değil, yaşanmış, yaşanabilir ve yaşanacak bir hakikat ve hüküm kitabı olduğunu göstermektedir. Ayrıca Kur’an’ın oluşumu esnasında yaşanan olaylara dair bu bilgiler, Kur’an’a hem ilk muhataplar hem de her dönem okuyucusu tarafından anlaşılma imkânı sağlamaktadır. ez-ZÜRKANİ, a.g.e., s.89; Ahmed Nedim SERİNSU, Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzulün Rolü, Şule Yayınları, İstanbul, 1994, s.68. 111 37 Bu ilim çerçevesinde yapılan çalışmalarda birbirinden oldukça farklı değerlendirmelere rastlanmaktadır. Bir tarafta Hasan Hanefi gibi, ayetlerin inişi esnasında yaşanan olayları, o ayetin inişini gerektiren zorunlu bir sebep olarak algılayanlar varken diğer yanda buradaki sebep kelimesinin, zorunluluk anlamı taşıdığını, sadece inişi tasvir eden olaylar olduğunu ileri sürenler olmuştur. Ayrıca bazıları tarafından açıkça olmasa da, her ayetin bir nüzul sebebi olduğu ya da harici bir neden olmadan inen ayetlerin sayısının az olduğu ifade edilmiştir. 112 Sağlıklı bir anlayışa ulaşmak için bu farklı görüşlerin, mevcut nüzul sebepleri malzemeleri çerçevesinde vakıa ile olan mutabakatları açısından değerlendirilmeleri gerekmektedir. Çalışmamızın bu kısmında, tarihselcilik ve evrensellik çerçevesinde nüzul sebeplerini, Kur’an’ın oluşumu ve Kur’an’ın anlaşılması açılarından ele alacağız. Önce Kur’an’ın tarihselciliği bağlamında, nass-tarihsel ortam ilişkisi yönüyle Kur’an’ın indiği dönemdeki olayların, Kur'an'ın oluşumunu ne denli etkilediğini araştıracak, sonra da nüzul sebeplerinin evrensel yorumla olan ilişkisini inceleyeceğiz. Önce Kur’an’ı tarihselciliği, yani oluşumu açısından ele alalım. Özelde nüzul sebeplerinin varlığı genelde Kur’an’ın muhtevası, Kur’an’ın ilk dönem muhataplarından, onların yaşantılarından kopuk tarih dışı bir kitap olmadığını göstermektedir. Kur’an ayetleri ile o günkü toplum arasında Kur’an’ın anlaşılabilmesini sağlayacak ilişkiler sürekli var olmuştur. Bu ilişki sayesinde Kur’an ilk muhataplar tarafından anlaşılmış, yaşanmış, bunun neticesinde Kur’an, indiği toplumda bir değişim meydana getirmiştir. Kur’an ile indiği ortam arasındaki bu ilişki, kimi zaman yaşanan bir olay üzerine ayetin gelmesi tarzında kurulurken (nüzul sebepleri), çoğu zaman da böyle bir sebep olmaksızın, onların gerek Allah ile gerekse toplum içindeki ilişkilerini konu edinen ayetlerin gelmesi ile kurulmuştur. Bu nedenle herhangi bir hadise ya da soru sonrasında gelmeyen ayetlerde vardır. İlk muhatap toplum ile Kur’an arasındaki ilişkinin boyutunu bu dengede anlamayanlar, Kur’an’ın oluşumunun tamamen olgusal ve tarihsel olduğunu iddia ederek hemen her ayetin bir nüzul sebebi bulunması gerektiğini düşünmüşlerdir. Hâlbuki bu gerekli olmadığı gibi, mevcut nüzul sebepleri literatürü de ayetlerin inişini 112 Nasr Hamid EBU ZEYD, İlahi Hitabın Tabiatı, S.126. 38 anlatan haberlerin bu denli çok olmadığını göstermektedir. Çünkü Kur’an ilk dönem muhataplarına yaşadıkları ortamda hitap ederken herhangi bir ayetin gelmesi için yaşanacak bir olayı beklememiş, Allah’ın mutlaka inecek ayete uygun bir olayı yaratması gibi bir gereklilik söz konusu olmamıştır. Ayrıca Kur’an ile tarihsel ortam arasındaki ilişki daima bir nüzul sebebi bağlamında oluşmuş olsaydı Kur’an’ın, bir tarih kitabı gibi tümüyle o dönemi anlatması gerekirdi ki, Kur’an’ın bütününe bakıldığında bunu doğrulamanın imkânsız olduğu görülmektedir. Zira Kur’an, ibadet gibi müteal olan emirler ve ahiret ahvali gibi metafizik konulardan da bahsetmiştir. O dönem insanının, gelmeden önce hakkında bir şey bilmediği, başta ibadetler olmak üzere bu tarzdaki bir kısım konuların Kur’an’daki varlığı, olgunun vahyi değil, vahyin olguları yarattığının bir delilidir. Görüldüğü gibi tarihsel ortam-nass ilişkisi, hassas bir denge ile ele alınması gereken bir konudur. Bize göre mevcut durumdan kopuk olmayan Kur’an, ilk dönem muhataplarına yaşadıkları ortamda hitap eden bir kitaptır. Be nedenle gerek spesifik bir olay ya da soru üzerine gelen ayetlerin, gerekse diğer ayetlerin, bu toplumla tarihsel bir bağlam ilişkisi vardır. Ancak, Kur’an bir yandan onların bu anlayış dünyasını gözetirken diğer yandan da her dönemde anlaşılabilmesini sağlayacak bir anlatım üslubu ile indirilmiştir. Nüzul sebeplerine evrensellik açısından baktığımızda Kur’an ile o dönem olayları arasındaki ilişki, nedensellik şeklinde olmamıştır. Yani olgu ya da olay, yönlendiren ya da etkileyen, vahiy ya da etkilenen bir diğer ifade ile tabi olan konumda değildir. Şayet böyle olmuş olsaydı, Kur’an’ın bütün isteklere istendiği şekilde cevap vermiş olması gerekirdi. Hâlbuki vakıa böyle değildir. Mesela; muhtelif zamanlarda meydana gelen bazı olaylardan dolayı Peygamberimizden isteklerde bulunulmuş, ancak vahiy onların beklediği anda onların isteklerine, istedikleri şekilde cevap vermemiştir. Netice olarak Kur’an, indiği ortamda meydana gelen hadiseleri sürekli gözetmiş, dikkate almış, ancak mutlak anlamda her zaman o dönemdeki herhangi bir istek ve olay Kur’an’ın iniş zamanını ve şeklini tayin etme durumunda olmamıştır. Yani nüzul 39 sebepleri, belirleyici ve zorlayıcı anlamda bir sebep olmayıp, ancak vahyin planına uygun olaylar ile vahyin inişinin birbiri ile eş zamanlı olmasından ibarettir. Ayetlerde sebep sonuç ilişkisini savunanların yaptıkları diğer bir hata da nüzul sebeplerinin miktarıdır. Onlara göre neredeyse Kur’an’ın her bir ayetinin bir nüzul sebebi vardır. Hâlbuki hakikat böyle değildir. Elimizdeki nüzul sebeplerine dair rivayetler bir olay ya da bir soru üzerine inen ayetlerin genele, yani böyle bir olaya bağlı olmaksızın inen ayetlere nispetle daha az olduğunu göstermektedir. Yani ayetlerin büyük bir kısmı, herhangi bir olay olmadan nazil olmuştur.113 Bu da ayetlerin her zaman olaylar tarafından tayin edilmediği anlamına gelmektedir ki bu durum, vahyin mevcut durum karşısındaki evrensel konumunu ifade etmesi açısından oldukça önemlidir.114 Tarihsel ortam-evrensellik ilişkisini ifade eden nüzul sebeplerine dair rivayetlerin kaynağı, ilk dönem muhatapları (sahabe)’dır. 115 Gerek vahyin öncelikle onların anlayışına sunulması gerekse vahiy ortamını bizzat yaşamaları sebebiyle Kur’an yorumunda, rivayetlerine önem verilen ashap116 bu konuda bazen doğrudan ‘’şöyle bir olay oldu, ardından da falan ayet indi’’ demelerinin yanında, bazen bir ayetin doğrudan nüzulu ile ilgili olmayan geçmişte yaşanmış bir olay ile ayet arasında zihinlerinde bir ilişki kurarak bu olayı nüzul sebebi gibi anlatmışlardır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur’an’ın bir defada değil, bir süreç içinde peyderpey inmesi, onun, indiği dönemin olguları ile ilişki içinde oluşmasını temin etmiştir. Bu durum, Kur’an’ın her zaman bu ilişkileri kurabilecek bir yöntem sayesinde anlaşılabilme imkânını sağlamış, tarihsel verilerin içindeki prensiplerin, evrensel olarak uygulanabilmesini temin etmiştir. Nüzul sebeplerinin ilk dönemlerden itibaren usulde kullanılması ve bu arada ortaya konan ‘’sebebin hususiliğine değil, mananın umumiyetine itibar olunur’’ prensibi, evrensel yoruma oldukça yakın bir anlama yeteneğinin İslam dünyasında varlığını göstermesi açısından önem arz etmektedir. ez-ZÜRKANİ,a.g.e., c.I, s.89. Tahsin GÖRGÜN, Kur’an’ın Vahyedilmesi ve İslam Toplumunun Ortaya Çıkışı Arasındaki Alakanın Tahliline Mukaddime, III. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu Tebliğleri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998, s.149. 115 Suphi es-SALİH, Hadis ilimleri ve Hadis Istılahları, Çev:Mehmet Yaşar KANDEMİR, D.İ.B. Ankara, 1988, s.181. 116 Muhammed Hüseyin ez-ZEHEBİ,et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Daru’l-Kütübi’l-Hadise, 2. Baskı, Kahire, 1976, c.I, s.58. 113 114 40 Nüzul sebepleri konusunu ele alırken vakıadan uzak bazı düşüncelerle Kur’an’ın tarihsel ortam ile bağımlı olduğunu ileri sürmek de yanlıştır. Fakat vahiy her zaman indiği ortamı gözetmiş, ancak hiçbir zaman bu ortamın ya da bir olgunun etkisi altında yönlendirilmemiştir. Ancak usul literatüründeki uygulamada, ‘’hususilik’’ ile ayetin herhangi bir kişi hakkında inmesi, Mesela: Mülâane olayı ile ilgili ‘’Kendi hanımlarına zina suçu atıp da kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimselerden her biri kendilerinin doğru söylediklerine dair dört defa Allah’a yemin ederek şahitlik etmelidir. Beşinci defa eğer yalan söyleyenlerden iseler Allah’ın lanetinin kendi üzerlerinde olmasını ifade etsinler’’117 ayetinin Hilal b. Ümeyye hakkında indiği ancak hükmün sadece ona ait olmadığı bu davranışta bulunan herkesi kapsadığı söylenmiştir.118 Bu açıdan baktığımızda Kur’an ayetlerinin iniş sebepleri, oldukça önemli bir malzemedir. Ayetin oluştuğu bireyselliğe dair bilgi veren bu nüzul sebepleri ancak bunun o toplumda ne anlama geldiğini tespitle anlaşılabilmektedir. Bu amaçla, nüzul sebeplerinden tikel olaylardan tümel sonuçlar çıkarmak mümkün olmaktadır. Mesela; ‘’Onlar sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar için ve hac için vakit ölçüleridir. İyilik evlere arkalarından girmeniz değil gerçek iyilik Allah’tan hakkıyla sakınmaktır. O halde evlere kapılarından girin….’’119 Ayetinin ikinci kısmında yer alan ‘’eve arkadan girme’’ ifadesi o gün yaşananlara müracaat ettiğimizde, ayetin bir kısmının, rivayetlerde bazı farklılıklar olsa da, Arapların ihramlı iken ya da seferden dönerken evlerine kapılarından girmeme âdetiyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir gün bu âdete uyması gereken bir kişinin kapıyı kullanması üzerine toplum tarafından kınanması üzerine bu ayet inmiştir. Nüzul sebebinden o günkü toplumun bu âdeti, bir iyilik yani kendisinden hayır beklenen güzel bir davranış olarak benimsediği anlaşılmaktadır. Bu bilgilerle ayete döndüğümüzde Kuranın bu davranışı onaylamadığı ve bu davranışın bir iyilik olmadığını belirttiğini görmekteyiz. Bu bilgilerden sonra ayeti nasıl anlamamız gerektiği sorusu ile karşı karşıya geliriz. Zira bu olayı, tarihi bir bakış açısıyla düşündüğümüzde o dönemde yaşanmış ve 117 Nur, 24/6,7 Es-SUYUTİ, el-İtkan, c.I, s.95. 119 Bakara, 2/189. 118 41 bitmiştir. Artık bugün gerek kültür farklılığı gerekse zamanın değişmesi gibi nedenlerden dolayı bu olayın aynen bir daha tekrar etmesi mümkün değildir. O halde bu ayet bugün yaşayan muhatabına ne demektedir. Yapmamız gereken şey önce elde ettiğimiz bilgilerle o ortamı anlamaya çalışmaktır. İlk, tespitimiz, o ortamda Arapların kendilerine eziyet vererek yaptıkları bu davranışın herhangi bir dini temele dayanmadığı için Ku’an’ın da bu tarz bir iyilik anlayışını geçersiz saydığıdır. Bu tespitimizin doğruluğunu Araplar arasında bu tür davranışların olduğunu gösteren benzer ayetlerle de teyit edebiliriz.120 Elde ettiğimiz bu anlamı, bugüne taşıyarak, din adına uydurulmuş benzer hurafelerin Kur’an tarafından onaylanmadığını söyleyebiliriz.. Görüldüğü gibi ayetin nüzul sebebinin olması, kısmi de olsa bize bu ayeti, tarihsel yorum ile ele alıp evrenselliğe taşıma imkânı sağlamaktadır. Kur’an ilimleri ile ilgili bu kısmı genel olarak değerlendirmek gerekirse, vahyin o zamanki ortamı göz ardı etmeyip önemsediğini, bu nedenle kimi ayetlerin durum ile eş zamanlı olarak gönderildiğini, yaşayan kitle ile vahiy arasında bir diyalogun bulunduğunu, sorulan sorularına cevap alabildiklerini, ancak her soruya istendiği şekilde mutlak cevap verilmediğini, bu konuda ilk muhataplara nasıl diyaloga geçmeleri gerektiğinin öğretildiğini tespit ettik. Ortamdaki değişmelerin vahyi etkilediğini, bu nedenle tıpkı daha önceki şeriatların gönderilmesinde uygulanan tedriciliğin Kur’an vahyinin inişinde de uygulandığını gördük. Bu değişimin bir yansıması olarak Mekkî ve Medenî ayetler arasında gerek konu gerekse üslup açısından farklılıklar oluştuğunu örnekleriyle ele aldık. Buna göre Kur’an, indiği ortamı gözeten, ilk muhatapları tarafından anlaşılan bir üslup ile onlara hitap etmiştir. Ortam ile vahyin arasında açıkça görülen bu birliktelikte ortam dikkate alınmış, ancak mutlak ilim sahibi olan Allah’tan gelen vahiy bu ortamın bir mahkûmu olmamıştır. Kuran’ın kendine has üslubu ve oluşum tarzı, bu üslubun ve oluşumun farkında olan sonraki muhataplarınca, evrensel bağlamların kurulması ve üslubun incelenmesi ile her dönemde anlaşılabilir bir özellik kazanmıştır. Nitekim zıhar gibi ya da ‘’putlara hayvanlardan ve ekinlerden pay ayırmak’’ gibi cahiliyye inançlarının ne kadar temelsiz olduğunu gösteren ayetlerde bu husus vurgulanmıştır. Bkz. En’am, 6/144’de bu tür inanışların ilimden yoksun olduğuna dikkat çekilmiştir. 120 42 İKİNCİ BÖLÜM DELİL OLMASI AÇISINDAN KUR’AN AYETLERİ (TARİHSEL YORUM VE EVRENSELLİK AÇISINDAN) Bilindiği gibi dil gerek kelimelerin vaz’ı gerekse mantık örgüsü açısından tarihseldir. Oluşum yönünden tarihsel olan dil, tarih içinde bir organizma gibi değişir ve gelişir, bunun neticesinde her dönemin kendisine mahsus bir dil yapısı oluşur. Bu nedenle herhangi bir döneme ait dil içinde yer alan bazı kelimeleri özellikle deyimleri ve edebi sanatları anlamak için o dilin dönemini, sözün söylendiği ortamı bilmek gerekir. İşte bu tür öğelerin varlığı o sözün unsurlarını ihtiva eder ve tarih içinde organizmasını tamamlayan şer’i dil evrensel bir boyut kazanarak ortak bir lisan haline gelir. İkinci bölüm olarak çalışacağımız bu aşama ayetlerdeki bu unsurların bazısını tespit etmeye çalışmaktır. Sözgelimi ayet Kur’an’ın indiği dönemin sosyal yapısı ile ilgili ise buna yönelik kaynakların, inançlar ile ilgili ise o dönem inançlarını ihtiva eden kaynakların 43 verilerine müracaat edilecektir. Mesela, ele alınan bir ayette, indiği dönemde var olan inanç söz konusu ediliyorsa, öncelikle bu inancın ne olduğu ve o gün bu inanç ile ne kastedildiği ile ilgili olarak Arap şiiri, tarihi kaynaklar vs.ye başvurularak onlardan yardım alınarak ayet bu çerçevede anlaşılmaya çalışılarak bu güne ulaşılacaktır. Şayet ele alınan ayette indiği toplumun barınma şartları ile ilgili bir unsur varsa yine bu şartları açıklığa kavuşturacak tarihi, arkeolojik vs.nin verilerine dayanarak bir bağlantı kurulacak ve ayetin anlamı evrensel bir yorumla insanlığın hizmetine sunulacaktır. Allah, Kur’an vasıtasıyla ilahi mesajlarını, topluma belirli bir zaman ve mekânda beşeri imkânları gözeterek anlaşılabilir bir dil ile aktarmıştır. Zengin bir anlatım çeşitliliğine sahip olan Kur’an’da, yalın ve estetik anlatımlara yer verilmiş, mesajlar kimi zaman doğrudan, kimi zaman Kur’an’ın indiği dönemde yaşanan bir olay örnekliğinde nakledilmiştir. Kur’an ayetlerinde bazen ilk muhatapların sahip oldukları inanç, gelenek görenek gibi yerel unsurlar kullanılmış, bazen de bunlardan soyutlanmış yalın ifadeler tercih edilmiştir. A. İnançların Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi Kur’an’ın temel konularından en önemlisi Allah inancını yerleştirip, bunun karşısındaki diğer inançların geçersizliğini ortaya koymaktır. Özellikle Mekke dönemindeki ayetlerin ağırlıklı konusu budur. İndiği toplumun puta tapıcılığının yanlışlığını ortaya koyan Kur’an, bu esnada o toplumun inançların dan da bahsetmiştir. Kur’an’ın üslubu gereği ayrıntılarına girilmeyen bu ayetlerin anlamını tam olarak kavramak için bu dönem inançlarını bilmek gerekmektedir. Mesela; ‘’Allah ne bahire, ne saibe, ne vasile ne de ham’ı meşru kılmıştır. Buna mukabil inkarcılar, bu konuda Allah’a iftira ediyorlar. Onların çoğu akletmezler.’’121 Bu ayette yer alan bahire, ‘’saibe, vasile, ham’’ kelimeleriyle neyin kastedildiği bilinmeden ayetin manası açığa çıkmamaktadır. En genel manada geçmişten gelen122 yanlış inanışların onaylanmadığını belirten bu ayeti anlamak için Kur’an’ın indiği 121 122 Maide, 5/103. Maide, 5/104. 44 dönemde neyin kastedildiğinin bilinmesi gerekmektedir. Kur’an’ın indiği dönemde var olan cahilliye dönemine ait bir inancı temsil ettikleri için bu dönem inançlarına dair verilere ihtiyaç duyulmaktadır. Ayetin ikinci kısmında yer alan ‘’İnkarcıların Allah adına yalan uydurup iftira attıkları’’ ifadesi de bu tür inançların asılsız bir şekilde Allah’a izafe edildiğini belirtmektedir. Böyle bir olayın olup olmadığını tarihi verilere bakarak araştırdığımızda Hz. İsmail’den gelen dini değiştiren ilk kişi olan Amr İbn Luhay el-Huzai’nin Mekke’ye melik olunca putlar yaptırdığı bahire, saibe, vasile ham inancını da bu kişinin icat ettiğini tespit etmekteyiz. İbn Abbas ‘’Yalan olarak bu inancı Allah’a isnad eden inkarcılar…’’ sözü ile Amr İbn Luhay ve arkadaşlarını kastettiğini zira onların ‘’bu hayvanları Allah haram kıldı ‘’diye iftira ettiklerini söylemektedir. Bu belirlemelerden sonra diyebiliriz ki, bu ayette toplumun ileri gelenlerinden bir kısım kimseler hakkında ilahi bir bilgi olmadığı halde çeşitli amaçlara yönelik olarak dini inanç ihdas ettikleri ve bunları rağbet görmesi için Allah’a isnat ettikleri anlaşılmaktadır. Bu bütünlük ile baktığımızda cahilliye döneminde bir Allah inancının olduğunu ve önde gelen bazı kimselerin bunu istismar ederek çeşitli inançları Allah’a izafe ettiklerini görmekteyiz. Akletmeyen insanların da bu inançlara aldandıkları anlatılmaktadır.123 Araplarda bu tür inançların olduğu, benzer şekilde En’am suresinde de konu edinilmiştir. Kendi döneminde ve metin bütünlüğünde böyle bir anlamı taşıyan bu ayet literal bir şekilde okunduğunda sadece bu inançların, yani söz konusu hayvana ait inançların kaldırıldığı söylenebilir. Buna göre ayetin anlamı o günkü toplum için geçerli olmakta ve vahiy indiği dönemde var olan bu inançları ortadan kaldırmaktadır. Aynı inançlar tekrar ettiğinde ayet yeniden işlerlik kazanacaktır. Ya da ayet ancak bu tarz inançların var olduğu mesela hint inanışlarında bazı hayvanların kutsanması gibi toplumlar için bir anlam ifade edecektir. Er-RAZİ, Mefatihu’l-Gayb, c.XI, s.9; Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dli Akçağ yay. Ankara, 1995, c.III, s.285 123 45 Bizim toplumumuzda yer alan bir kişinin bu ayeti anlaması ile Budistlerin bu ayeti algılamaları arasında fark vardır. Hayvanlarla ilgili bir hurafeye sahip olmayan bir toplumda yaşayan bir kimse ise bu ayeti daha farklı anlayacaktır. Bu örnekte görüldüğü gibi Kur’an başta inançlar olmak üzere muhtelif konularda cahilliye dönemine atıflarda bulunmaktadır. Bu nedenle söz konusu ayetlerin anlaşılması için tarihsel bağlamı kurarak anlamın kavranması ve günümüze taşınması gerekmektedir. B- Geleneklerin Anlatılması Nedeniyle Kur’an Ayetlerinin Değerlendirilmesi Bir arada yaşamanın gereği olarak toplumların içine yayılan bir takım kabuller nesillerden nesillere aktartılarak devam etmiştir. Kur’an, indiği toplumda yaşayan bu tür gelenekleri yansıtmıştır. İbrahim’i din anlayışının kalıntıları ile bedevi hayat anlayışının bir karışımı olan bu geleneklerin bir kısmı Kur’an tarafından onaylanmıştır. Fıkıh kitaplarında ‘’şer u men kablena’’ olarak ele alınan bu konuları Kur’an, genellikle ‘’la cünahe’’ gibi ifadeler ile ele almıştır. Buna mukabil bir kısmını da reddetmiş ya da düzenlemiştir. Her iki şekilde de bu hususların yer aldığı Kur’an ayetlerinin anlaşılması bu geleneklerin ne olduğunun bilinmesi ile ortaya çıkmaktadır. Ziharı konu edinen ayet bu tür bir yorumu içermektedir. Zıhar Ayetlerinin Değerlendirmesi Araplar arasında kişinin hanımı için kullandığı bir tabirden muktebes olan zıhar kelimesi ile bu dönemde var olan boşanma ile ilgili bir anlayış ele alınmaktadır. Bu konu Kur’an’da iki yerde geçmektedir.124 O dönemde yaşanan ve Mücadele suresine de ismini veren bu olay bu surenin ilk dört ayetinde konu edinilmiştir. ‘’Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir. İçinizden zıhâr yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin bir laf ve yalan söylüyorlar. 124 Ahzab, 33/5-40. 46 Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhâr ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Buna imkân) bulamayan kimse, hanımıyla temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Resûlüne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir azap vardır.’’125 Zıhar cahilliye döneminde kabul gören bir tür boşama şeklidir. Buna göre bir kişi karısını, ‘’sen bana anamın sırtı gibisin’’ deyip 126 karısını bakılması haram olan arkası ve karnı gibi bir uzvuna benzetmesi 127 sonucunda karısını boşamış sayılmakta artık ebedi olarak karısına dönememekteydi. Yani boşadığı hanım tıpkı soy, emzirme, hısımlık suretiyle evlenilmesi ebediyen haram olan bir kadın gibi olmaktaydı. Yukarıdaki ayetlerde bu konu ele alınmış ve cahilliye dönemindeki bu ayet kaldırılarak zıhar yapanlara kefaret ödemekle hanımlarına dönebilecekleri bu sözü söylemekle hanımının kendi annesi gibi olmayacağı belirtilmiştir.128 Böyle bir arka plana sahip olan zıharın Kur’an’da yer aldığı bu ayetlerin içeriğinden anlaşılacağı üzere bu ayetler, yaşanan bir olayı anlatmaktadır. Ayet, aslı olmayan, yani vahye dayanmayan hiçbir inancın dinen bir geçerliliği olmadığını o ortamdaki bir örnekle ortaya koymaktadır. Ancak bu âdeti hüküm olarak geçersiz kılmakla beraber uygulamaya devam edenlerin tekrar hanımlarına dönebilmelerini kefarete bağlamıştır. Bu husus dikkat çekicidir. Zira madem zıhar yapmakla kimsenin hanımı ananesi gibi olmayacaktır, öyleyse bu sözü söyleyenlerin hanımlarına dönebilmeleri için neden kefaret gerekmektedir.? Bu soru keffaretin öngörülmesini toplumda yaygın olan bir âdeti kaldırmak için uygulanan eğitici bir yöntem olarak algılamakla cevaplanabilir. Ayetin ilk indiği dönemde elde ettiğimiz bu anlamı bu güne taşıdığımızda Kur’an’ın bu ayetlerle sadece zıharı değil, herhangi bir 125 Mücadele 58/1-4. Şemsüddin es-SERAHSİ, Şemsul Eimme Muhammed b. Ahmet,el Mebsud, , Beyrut/Lübnan,1986 c.VI, s.223-224. 127 BİLMEN,Ömer Nasuhi,Hukuki islamiyye ve İstilahat-i Fıkhiyyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi c.II, s.179,İstanbul , trs. 128 es-SERAHSİ, a.g.e. c.VI, s.223-224. 126 47 toplumda var olan ve ilahi vahye dayanmayan bu tarz sözlü kabullere dayalı gelenekleri kaldırdığı bu tür sözlerin hakikati ifade etmediği şeklinde aktarılabilir. Buna göre mesela bizim toplumumuzda var olan beşik kertmesi gibi adetler ve bu hususta söylenen ve verilen sözler de geçersizdir. C- Sosyal Statüleri Aktarması Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Kur’an’ın inmiş olduğu toplumda var olan sosyal yapı, çeşitli şekillerde Kur’an’a yansımıştır. Bunun en açık gözlendiği ayetler, kölelerin ve cariyelerin konu edinildiği ayetlerdir. Kur’an indiği toplumda köleliğin varolması nedeniyle bunlarla ilgili konulara da değinmiş, bu olguyu kendi prensipleri doğrultusunda düzenleyerek köleliğin kalkmasını sağlayacak bir sosyal yapı oluşturmuştur. Kuran Ayetlerinin Köleliği Değerlendirmesi İslamın ilk dönemlerinden başka dönemlerde bulunmaması muhtemel olan kölelik, cariyelik 129 ve efendilik kavramları, Kur’an’da muhtelif bağlamlarla konu edinilmiş, bunlarla ilgili hükümler belirtilmiş, 130 azat edilmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.131 Kur’an’ın indiği dönemde yeryüzünün hemen her yerinde olduğu gibi Arap yarımadasında da kölelik vardı. Savaşta esir alma, adam öldürme ve zina gibi ağır suçları işleyenleri cezalandırma, borcunu ödeyememe ve ailenin çocuklarını satması ile hür insanlar köle haline getiriliyordu. Cahilliye döneminde savaşların yaygın oluşu kölelerin artmasına neden olmuştur.132 Bu dönemde kumar nedeniyle de borçların fazla olduğu bu nedenle insanların köleleştirildiği nakledilmektedir. Ebu Leheb’in As b. Hişam’ı kumar borcu sebebiyle köle yaptığı ve develerini güttürdüğü nakledilmektedir. Ancak İslam kumarı yasakladığı için artık kimse kumar borcundan dolayı köle haline dönüştürülememiştir. Araplar da Rum ve Fars komşuları gibi savaş esirlerine 129 Nisa, 4/24-25-36; Nur, 24/32-33-58. Bakara, 2/178. 131 Hasan Tahsin FENDOĞLU, İslam ve Osmanlı Hukukunda Kölelik ve Cariyelik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996, s.195-234. 132 Muhammed HAMİDULLAH, İslamda Devlet İdaresi, Çev. Kemal KUŞÇU, İstanbul,1969, s.45. 130 48 insanlıktan uzak bir şekilde davranırlardı. Cahilliye döneminde köleyi satın alan boynuna bir ip takıp onu götürürdü. Bu toplumda başkasına köle hediye etme âdeti de vardı. 133 Buna mukabil İslamiyet hür bir kimsenin borcundan veya herhangi bir sebepten dolayı köle yapılmasını yasaklamış, zekât, sadaka gibi uygulamalar ile borçlulara yardım etmeyi tavsiye etmiş gerektiğinde borcunu ödeyemeyenlere beytülmalden yardım edilmiş, bunların köle yapılması engellenmiştir. 134 Kur’an’da zekât verilecek kimseler arasında borçlular ve köleler de zikredilmiştir.135 İslam hukukunda köleliğin, savaş esirliği dışındaki tüm kaynakları kurutulmuştur. Savaş esiri de mutlaka köle yapılacak diye bir şart yoktur. Alınan esir, bir karşılık alınarak ya da karşılıksız olarak serbest bırakılabilir. Esirler mübadele edilebilir. Bunlar olmazsa köle ve cariye olurlardı. Ancak esirlerin köle edinildiği savaşların toprak kazanma ve kahramanlık gibi sebeplerle değil de sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yapılması136 gerekmektedir.137 Bu konunun önemli bir yönü de Kur’an’ın bazı davranışların kefareti olarak köle azadını öngörmesinin138 köleliğin olmadığı dönemlerde nasıl anlaşılması gerektiği sorunudur. Köle azadının kefaret olarak öngörüldüğü suçlar, hatayla bir mümini öldürmek, yemini bozmak, zıhar yapmaktır. Tarihsel yorumu gerektiren bu konu geçmişte problem olarak görülmemiştir. Muhammed Esed konuyu bugüne taşıyarak‘’bir kölenin veya tutsağın özgürlüğünü satın almak yahut onu serbest bırakmak, köleliğin az veya çok ortadan kaybolduğu modern çağlarda tahriru rakabe kavramı, sanırım, bir insanı büyük bir borç yükünün veya yoksulluğun tutsağı olmaktan kurtarmayı içine alacak şekilde genişletilebilir 139 demektedir. Esed’in bu yorumu gerek Kur’an’ın bütünlüğü gerekse cahilliye döneminde insanların borçları nedeniyle köleleştirilmesi gibi tarihsel ortamı gözeterek yapılanın göz ardı edilmemesi gereken bir yorumdur. Ancak ‘’güç yetiremezse’’ tabiri yerine köle azadı hakkında ‘’bulamazsa’’ ifadesinin Nihat ENGİN, Vecdi AKYÜZ, ‘’Asr-ı Saadette Kölelik ve Cariyelik’’, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam İçinde, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994, c.I, s.493. 134 BUHARİ, İcare 9; İBN MACE, Ruhun 4. 135 Tevbe, 9/60. 136 Enfal, 8/67. 137 FENDOĞLU, a.g.e., s.17-19. 138 Nisa, 4/92; Maide, 5/89; Mücadele, 58/3. 139 Muhammed ESET, a.g.e., s.1121. 133 49 tercih edilmesi, bize göre getirdiği projelerle kölelik müessesinin biteceğini önceden kestiren vahyin köleliğin olmayacağı bu günü de gözettiğini ve bunun alternatifi olarak orucu teklif ettiğini göstermektedir. Bu nedenle kölenin olduğu ilk dönemlerde köle azadı yoksa diğer alternatifleri uygulama vahyin bilinçli bir tercihidir. D- Zamanın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Değişme, İslam dünyasında nas ve hayat arasındaki ikilem içinde doğmuş, üzerinde ittifak edilemeyen önemli bir problemdir. ‘’Nesiller ve bölgeler değiştikçe naslardaki ameli ve hukuki ahkamı, yaşadıkları devrin değişen şartları karşısında artık kabil-i tatbik görmeyenler çıkmış, başlıca üç fikir ortaya çıkmıştır. Ya zamanın getirdiği zaruretler dikkate alınmayarak mezkur nasların mutlak değişmezliği üzerinde ısrar edilecek yahut dünyevi vasıfta nasların din olmadığı görüşünden hareketle laik düşünceye gidilecek, son olarak da, dünyevi naslarda değişebilmenin İslam’a uygunluğu kabul edilerek İslam hukukuna devamlılık kazandırılacak, İslam’ın dünya-ahiret birliği korunacak, dinin içtimai geçerliliği yitirilmemiş olacaktı. Bu üç görüşten ikincisine İslam âlimleri arasında sahip çıkanların mevcudiyeti hakkında herhangi bir bilgimiz yoksa da, birinci ve sonuncu anlayışların tohumlarının İslam dünyasının ilk asırlarına kadar inebildiği, özellikle kendi memleketimizde kesin hatlarıyla mücadelenin verildiği devirlerin, İslam âleminin batı karşısında düşmüş olduğu durumdan kurtuluş çarelerinin arandığı son iki asır olduğu malumdur.’’140 Bizim izahına çalıştığımız yorumda değişmenin tespiti ayetin muhtevasına ve tekabül ettiği alana ve zamana bağlıdır. Bir diğer ifade ile tarihsel alternatifsizliğin olup olmadığının araştırılması ve mananın taşınacağı tarihsellikte yeni imkanlar doğrultusunda teklif edilen anlam ile mukayese edilerek belirlenecektir. Mesela, Kur’an, indiği topluma bugünün teknolojisi ile sahip olduğumuz DNA testi gibi metotlarla anne rahminin boş olup olmadığının tespitini izah edemezdi. Ya da sınırları çizilmiş, vatandaşlık anlayışlarının hakim olduğu bir devlet anlayışı vs. söz konusu edilemezdi. Diğer yandan vadeli alışverişte, çek, senet gibi evrak hatta kredi kartı gibi uygulamaları Mehmet S. HATİPOĞLU, ‘’İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine’’, İslami Araştırmalar Dergisi, s.1, Temmuz , Ankara 1986, s.10. 140 50 ön göremezdi. Söz konusu hususlarda, vahiy indiği dönem toplumunun algı dünyası ve bilgi birikimlerini gözeterek muradını ifade etmiştir. Bu nedenle ele alınacak ayet böyle bir özelliğe sahip ise içinde yer aldığı ayetin başka bir tarihselliğe aktarılmasında da gerekli değişmenin yapılması gereklidir. Ayrıca tespit edilen tarihsel ifadenin tekabül ettiği alan ile değişmeyi gerektiren şartlar arasında ilgi kurulacak, nihai olarak da bu değişmenin beşeri alana ait olup olmadığı üzerinde durulacaktır. İfade etmeye çalıştığımız yöntemin değişme ile ilgili en temel prensibi, anahtar kavramı ‘’tarihsel alternatifsizliktir’’. Bu yöntem, genel olarak değişme unsuru taşıdığı tespit edilen bütün ayetlere uygulanabilmekle beraber bize göre tekabül ettiği alan itibariyle ibadetler başka bir kategoride değerlendirilmelidir. İbadetler ne kadar tarihsel öğe içerse de özü itibariyle değiştirilmesi teklif edilemez. Mesela, haç ibadeti hem mekânın, Kur’an’ın indiği ortamda olması, hem de indiği toplumda bu geleneğin bulunması gibi nedenlerle birçok açıdan tarihsel öğe taşımaktadır. Hac mevsiminin panayır dönemi yapılması, safa-merve arasında sa’y yapılması, hedy kurbanının kesilmesi gibi unsurlar bu ibadetin uygulamasında da değişim unsurlarının olduğunu göstermektedir. Buna rağmen biz ibadetlerde değişimden bahsedilemeyeceği kanaatindeyiz. Bunun bazı örnekleri vardır. Öncelikle ibadetler, özü itibariyle kulların Allah’a bağlılıklarını gösteren semboller olup kul ile Allah arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. İnsan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen ibadetlerle ilgili hükümlerde değişmeye gerek yoktur. Çünkü öyle de olsa böyle de olsa insan ibadet ile imtihan edilmektedir. Bu nedenle şeklin sorgulanması bir anlam taşımamaktadır. Diğer yandan her ne kadar dünyada icra edilse de ibadetlerin sonucu ahirete yöneliktir. Değişme talepleri ise dünyevi alandaki değişme ve gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle değişme bağlamında aralarında ortak bir nokta yoktur. Farklı alanlara tekabül etmeleri nedeniyle eskinin yerine ikame edilecek yeniyi belirleyecek bir akıldan söz etmek de zordur. Zira fıkıh disiplininin iadesi ile, ibadetlerin hikmetlerini tam anlamıyla bilmek mümkün değildir. İbadetler, teabbudi hükümlerdir. Yani Allah tarafından nasıl konulmuşsa o şekilde ifa edilmesi gerekmektedir. 141 Yalnız şunu 141 eş-ŞATİBİ, el-İ’tisam, Beyrut, 1986, c.I, s.49. 51 belirtmekte fayda vardır ki, ibadetlerin ifasında teknolojinin getirdiği yeni imkânların ve aletlerin kullanımı ile değişimi birbirinden ayırmak gerekir. 142 İbadet mahallerinde tabana önceleri kum iken çakıl döşetme, daha sonraları halı, kilim serme, aydınlatma şekilleri, mikrofon kullanma vs. gibi konular konumuzla ilgili değildir. İbadetlerin dışında değişmeyeceğini düşündüğümüz konulardan bir diğeri de Kur’an’ın indiği dönemde var olup da, Kur’an’ın kaldırdığı uygulamalardır. Değişim ismi altında yeniden bunlara dönülmesi, Mesela; faiz Kur’an’ın indiği dönemde var olan bir uygulama iken Kur’an tarafından kaldırılmıştır. Herhangi bir dönemde faizin yeniden uygulama alanına ulaşması söz konusu değildir. Değişmenin tespitinde önemli bir perspektif de Kur’an’ın üslubudur. Bu üslubun tam olarak elde edilemediği durumlarda değişmenin nasıl olacağı konusunda ihtilaf çıkmaktadır. Ancak ayetin asli anlamı kendi içinde yalın bir anlatımla zikredilmişse bu problem yaşanmamaktadır. Mesela; ‘’Sizler de onlara karşı güç yetirebildiğiniz her çeşit kuvveti, savaş için beslenen atları hazırlayın, bunlarla hem Allah’ın hem sizin düşmanınızı, hem de sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutabilirsiniz….’’143 Ayetinde olduğu gibi mutlak anlam yalın olarak ifade edilmiş, değişime konu olan nesnede de örnek olarak verilmişse burada değişme ilgisi kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu örnekte değişme, tarihsel öğe olan at ile bunun asli anlamı olan düşmanı korkutacak ve güç yetirilebilecek savaş aracı arasındaki ilgi ile tespit edilebilmektedir. Buna göre anlam, tıpkı Kur’an’ın indiği dönemde at gibi tedarikine güç yetirilebilecek her çeşit kuvvetin başka dönemlerde de savaş için hazırlanmasıdır. Görüldüğü üzere farklı dönemlerde atın yerine konulacak araçların ayette zikredilen vasıfları taşıması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Harp dünyevi bir iş olduğu ve harp araçları da teknolojiye bağlı olarak geliştiği için bu ayette geçen at hazırlamanın değişmesi gerektiği hususunda akl-i selim olan herkes ittifak etmektedir. Söz konusu nedenlerden dolayı bu ayet değişmenin en kolay şekilde algılanabildiği bir örnektir. Diğer ayetlerde değişimin bu denli kolay tespit edilebildiği söylenemez. Mehmet ERDOĞAN, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İ.F.A.V. Yayınları, İstanbul 1990, s.128129. 143 Enfal, 8/60. 142 52 Metotların spesifik örnekler üzerine bina edilmesi doğru olmadığına göre spesifik olan bu örnekten sonra şimdi değişme hususunu daha önce belirttiğimiz ve Kur’an’ın indiği dönemi kavramaya dayalı olan ‘’tarihsel alternatifsizlik’’ yöntemi ile değerlendirmeye çalışalım. Burada açıklamaya çalıştığımız görüşümüz Şatibi’nin ‘’İslam şeraiti ümmidir’’ sözü ile ifade ettiği Kur’an’ı anlamak için Arap’ın ümmiliğine sahip olmak gerektiğini belirttiği yaklaşımı ile örtüşmektedir. Şatibi, el-Muvafakat adlı eserinin Kitabu’l-Makasid adlı bölümünde şeraitin konuluş maksadının anlaşılmak olduğunu açıklarken Kur’an’ın ilk muhatapları ümmi olduğu için şeraitin de ümmi olduğunu söylemiştir. 144 Bu bölüm okunduğunda onun ümmilik ile ilk muhatapların bilgi birikimi ve ilgi dünyalarını kastettiği anlaşılmaktadır. Onun yaklaşımı aynı zamanda Kur’an’daki ifadelerin Arapların anlayacağı şeylerden müteşekkil olduğu anlamına gelmektedir. Yani Allah, isteklerini o günkü arabın anlayışı ve algılayışını gözeterek ifadelendirmiştir. Buna göre murad-ı ilahi, başka bir dönemde farklı şekillerde ifade edilebilir olup, değişim muhtemeldir. Ancak bunu her ayet için söylemek mümkün müdür? Bunu tespit için öncelikle aynı maksadı ifade ettiği iddiasıyla farklı bir dönemde yaşayanlar tarafından teklif edilen yeni ifadelerin Kur’an’ın indiği dönem toplumu tarafından bilinebilir, algılanabilir olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Bu konu özellikle hüküm bildiren ayetlerde daha fazla önem kazanmaktadır. Hükmün bağlı olduğu öğenin yerine aynı işlevi göreceği düşünülerek teklif edilen şeyin Kur’an’ın indiği dönem muhataplarınca bilinemez yani algılanmaz ya da uygulanamaz oluşu hükmün değişimini gerektirecektir. Bunun en açık örneği teknolojik gelişmelerdir. Diğer yandan teklif edilen uygulama Kur’an’ın indiği dönemde var olduğu halde Allah tarafından tercih edilmemişse değişimin olduğu düşünülemez. Bunu el kesme cezası ile örnekleyebiliriz. El Kesme Cezası nın Değerlendirilmesi ‘’Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının suçları sabitleşince yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin…’’ 145 ayetinde yer alan el kesme cezası, yaşadığımız çağın kabulleri ile 144 145 eş-ŞATİBİ, el-Muvafakat, c.II, s.69. Maide, 5/38. 53 bağdaştırılamadığı için problem edilmekte bu cezanın ayetin indiği dönemle ilgili olduğu söylenerek bugün farklı şekilde olması gerektiği ileri sürülmektedir.146 Bu görüşte olanlar iddialarını genelde aynı gerekçelere dayandırmaktadırlar. Mesela Cabiri, ‘’…hırsızın elinin kesilmesi, Arap yarımadasında islamdan önce de uygulanan bir ceza şekliydi. İkincisi, el kesme cezası, develeri ve çadırlarıyla bir yerden diğerine göç eden bedevi bir toplumda uygulanmıştır. Böyle bir toplumda hırsızın ‘’hapis’’ cezasına çarptırılması mümkün değildi. Zira o zaman ne hapishane, ne duvar ne de mahkûmların kaçmasını önleyecek otorite, ne de onların iaşe ve ikamesini sağlayacak bir teşkilat vardı. Öyle ise, yegâne çözüm yolu bedensel ceza olmaktadır. Böylesi bir toplumda hırsızlığın çoğalması, kaçınılmaz bir biçimde o toplumun varlığının yok olmasına sebep olacaktır. Çünkü o zaman ne sınırlar, ne duvarlar, ne de servetin korunduğu güvenli yerler vardı. Dolayısıyla şu iki hedefi amaçlayan bedeni ceza, zorunlu olarak kendisini ortaya koymaktadır: Tekrar çalma imkânını nihai olarak ortadan kaldırmak ve insanların kolayca hırsızları tanıyacakları bir alameti kişide sürekli olarak bulundurmak. Kuşkusuz, elin kesilmesi de bu iki amacı birlikte gerçekleştirir. Netice itibariyle, çölde bedevi olarak yaşayan bir toplumda hırsızın elinin kesilmesi anlamlı ve makul bir tedbirdir. İslamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi, kendinden önceki durumdan pek farklı değildir. İslam öncesi toplumda geçerli olan tedbirler, örfler ve semboller arasında, hırsızlık suçunun bir cezası olarak el kesme cezasını da İslam aynen korumuştur. Böylelikle, İslam’i karakteristiğe katılan bu ceza, artık örfi bir uygulama olmaktan çıkıp şer’i bir hüküm hüviyetini kazanmıştır147 diyerek bu cezanın cahiliye dönemindeki varoluşunu irdelemiş bu cezanın ön görülmesini, bu gün için alternatifi olabilecek hapis cezasının o dönemde uygulanamaz oluşu ile gerekçelendirmiştir. Garaudy ise, sosyal adaleti egemen kılmanın önemine değindiği bir bağlamda dönüşü olmayan bir ceza olan el kesme cezası ile sonsuz merhamet sahibi olan Allah Mehmet DAĞ- Mehmet AYDIN, ‘’Önsöz’’ (Fazlurrahman, İslam içinde), Ankara Okulu yayınları, Ankara, 1999, s.14. 147 Muhammed Abid el-CABİRİ, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Çev. Ali İhsan PALA- Mehmet Şirin ÇIKAR, Kitabiyat, Ankara 2001, s.59. 146 54 tasavvurunu birbiri ile bağdaşır bulmamaktadır.148 Garaudy’nin yaklaşımında yaşadığı tarihselliğin etkisi açık bir şekilde görülmektedir. Biz de konuya bakış açımız çerçevesinde ayeti yorumlamaya gecelim. Birinci aşamada herhangi bir hükmü Kur’an’a onaylatmak kastı olmadan hırsızlık karşısında Kur’an’ın tavrı nedir? sorusu sorulur. Bu sorunun cevabı, Kur’an’ın hırsızlığa karşı bir ceza öngördüğü ve Maide 38'de bunu ele aldığıdır. İkinci aşamada bu ayeti anlamaya geçilir ve öncelikle tarihsel bir özellik taşıyıp taşımadığına bakılır. Burada üslup açısından bakıldığında Ayet, salt kelime bilgisi ile anlaşılabilmektedir. Ancak yukarıda dediğimiz gibi bu konuda el kesmenin o günkü toplumun bildiği ve uyguladığı bir konu olduğu, bu nedenle tercih edildiği ve sosyal ve fiziki şartların bu cezayı gerektirdiği gibi iddialar vardır. Bu nedenle tarihsel anlamı kavrama çerçevesinde bu iddiaların ne denli etkili olduğunu ve ‘’tarihsel alternatifsizliğin’’ olup olmadığını araştırmak gerekmektedir. Tarihsel alternatifsizlik ile anlamın ya da hükmün toplum tarafından algılanamaması veya uygulanamamasını kastediyoruz. Bu açıdan el kesme cezasını inceleyelim. Tarihsel ortamla ilgili Cabiri’nin açıklamaları bu cezanın Kur’an’ın indiği dönemde var olduğu tarafıyla doğrudur. Zira kaynaklar da cahiliye döneminde hırsızlık yapanın sağ elinin kesildiği nakledilmektedir. 149 Bunun yanında kesinlik arz eden bir tarzda hapis cezasının o dönemde uygulanamayacağı ile ilgili ifadeleri tarihsel verilere dayanarak tartışılmalıdır. Önce kendisinin de alternatif olarak gördüğü hapis cezasının o dönem açısından algılanabilirliği, sonra da uygulanabilirliği üzerinde duralım. Hapis cezasının, Kur’an’ın indiği cahiliye döneminde bilindiğini gösteren rivayetler vardır. Mesela: Cahiliye döneminde hırsızların el kesme dışında hapsedildiği birkaç kat fazlasını ödemek ile cezalandırıldığı, kabilenin himayesinden dışlandığı, dövüldüğü de nakledilmektedir. 150 İslami dönemde de hapis cezası bilinmektedir. Nitekim farklı suçların cezası olmak üzere mescide bağlamak ve bir hücreye kapatmak Roger GARAUDY, ‘’Şeriat’’, İslamiyat Dergisi, Çev. Salih AKDEMİR, c.I, S.IV, Ankara 1998, s.2223. 149 Ali Osman ATEŞ, İslama Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul 1996, s.446. 150 ATEŞ, a.g.e., s.445. 148 55 şeklinde uygulandığı görülmektedir.151 Bu nedenle şayet Allah’ın muradı el kesme değil de hapis cezası olsaydı bunu ifade etmesinin önünde vahyin muhatapları itibarıyla herhangi bir engel yoktu. İkinci husus, hapis cezasının Kur’an’ın indiği toplumda uygulanabilirliğinin tarihi veriler ile değerlendirilmesidir. Cabiri’nin açıklamaları hatırlandığında o, sosyal ve fiziki çevre açısından hapis cezasının uygulanamaz oluşunu söylemekteydi. Cabiri’nin yaptığı sosyal hayat ile ilgili tasvirleri cahiliye dönemi ile ilgilidir. Tarihi kaynaklara baktığımızda bunun doğrulanamadığını görmekteyiz. Cabiri’nin söylediği çadırlarda yaşama hali Kur’an’ın indiği toplumun umumunu kapsamamaktadır. Bilakis Kur’an yerleşik bir hayatın hakim olduğu Mekke ve Medine şehirlerinde indirilmiştir. Medine döneminin sonlarına doğru inen bu ayetin, indiği dönemde toplu göçebe hayatı değil, çoğunluk itibarıyla yerleşik bir hayat yaşamaktaydı. 152 O halde hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla el kesme cezası olarak öngörüldüğünü aslında muradın hapis cezası olduğunu, ancak şartlar gereği bu cezanın emredilemediğini söylemek kendi içerisinde bir çelişkidir. Diğer yandan onun islamın doğuş dönemindeki toplumsal gelişmişlik düzeyi kendinden önceki durumdan pek farklı değildir ‘’sözleri de izaha muhtaçtır. Bununla hapis cezasının İslami dönemde de uygulanamaz oluşunu ifade etmektedir. Hâlbuki bir kısım rivayetler, hapis cezasının İslami dönemde uygulandığını göstermektedir. Mesela, ‘’Hicaz ahalisinden bir grup arasında münakaşa çıkmış ve bir kişi öldürülmüştür. Hz. Peygamber (s.a.v.) gönderdiği bir emir ile bunları hapsettirmiştir.’’153 Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde bazı kimselerin hapsedildiği anlaşılmaktadır. 154 Ayrıca yine bu sürede yer alan hirabe suçunun cezası olarak gelmiş olan ‘’yeryüzünden sürmek’’ ifadesinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından hapis cezası olarak uygulandığı Muhammed HAMİDULLAH, İslam Peygamberi, c.II, s.932. Muhammed HAMİDULLAH, a.g.e., c.I, s.27. 153 Ömer Nasuhi BİLMEN, Hukuki İslamiyye ve İstilahati Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi, İstanbul, trs. c.III, s. 33. 154 EBU DAVUD, Akdiye 29; TİRMİZİ, Diyat 20; NESAİ, Sarık 2; İbn Rüşd Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed el-KURTUBİ, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayatu’l- Muktesid, c.II, s.246; Hayretin KARAMAN, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınevi, İstanbul, 1991, c.III, s.161. 151 152 56 söylenmektedir. 155 Nitekim buna dayanarak Ebu Hanife de ayeti bu şekilde anlamıştır. 156 Bunlar bize hapis cezasının farklı suçların cezası olarak az da olsa uygulanması nedeniyle o gün için bu cezayı uygulamanın asgari şartlarının var olduğunu göstermektedir. Hicri 10. yılda indiği bilinen Maide suresinde yer alan bu ayetin cahiliye dönemindeki şartlar dolayısıyla hapis cezası olarak değil de el kesme cezası olarak öngörüldüğünü söylemek bir çelişki olmakla beraber vahyin hiçbir şeyi değiştiremediği yani toplumun hayat şartlarını oluşturmada rolü olmadığı gibi hakikat ile uyuşmayan bir anlamı da içermektedir. Şayet Allah, el kesme cezasını değil, hapsi murad etseydi Medine döneminde birçok sorunu halletmiş olan İslam toplumu bunun için gerekli altyapıyı oluşturabilirdi. Nitekim el kesme emrini içeren ayetin inişi düşünüldüğünde aralarında çok uzun bir zaman geçmeden halifeler döneminde farklı suçların cezası için hapishanelerin oluşturulmaya başlandığı görülmektedir.157 Bu açıdan baktığımızda el kesme cezasının alternatifsiz olmadığı bilakis hapis cezasının o gün için bir alternatif olduğu halde ayette al kesme olarak belirtilmesi murad-ı ilahi olarak algılanmalıdır. Bu nedenle el kesme cezasının bütün dönemlerde uygulanması gerekmektedir. Hirabe suçunda olduğu gibi bir suç için ayetin metninde farklı alternatiflerin sayılmayıp158 sadece el kesme cezasının ön görülmesi de bunun tarihsel bir zorunluluk olmadığını bilakis irade-i ilahiye olduğunu teyit etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde uygulandığı bilinen159 bu cezanın sadece indiği dönemde değil, diğer ilahi dinlerde de uygulandığının bilinmesi cezanın yerel olmadığını kanıtlamaktadır.160 155 EBU DAVUD, Akdiye 29. Er-RAZİ, Mefatihu’l-Gayb, c.XI, s.169. 157 Muhammed HAMİDULLAH, a.g.e., c.II, s.934. 158 Maide, 5/33. 159 BUHARİ, Hudud, 11-12, Megazi 53; MÜSLİM, Hudud 8-9; EBU DAVUD, Hudud 4-9-21; TİRMİZİ, Hudud 6-20; NESAİ, Kat’us-sarık 15-16; İBN MACE, Hudud 21-29; Adnan KOŞUM, ‘’İslam Hukukunda Hırsızlık Konusunda Yeni Yaklaşımlar’’, Diyanet İlmi Dergi, c.XXXVII, S.3, Ankara 2001, s.98-99. 160 Şah Veliyyullah ed-DIHLEVİ, Huccetullahi’l-Baliğa, Terc. Mehmet ERDOĞAN, ANKARA, 2003, c.II, s.403. 156 57 Garaudy gibi hümanist düşüncelerle bu cezanın Allah’ın rahmetiyle bağdaşmaz telakki edilmesi, bu cezanın caydırıcılığı yanında, suçun toplumun düzenini bozan oldukça çirkin bir davranış oluşu, önü alınmadığı takdirde mal emniyetinin sağlanamayacağı161 gibi hususlar düşünülünce daha nötr hale geleceği kanaatindeyiz. E- Kuran Ayetlerinin Tarihsel Yorumla Değerlendirilmesi Kuran’ın tarihsel yorumu: Kur’an bağlamında bir tarihsel yorumdan bahsedildiğinde, Kur’an’ın tarihsel olup olmadığı, tarihsel ise nasıl bir tarihselliğe sahip olduğu, anlamın farklı bir tarihselliğe taşınmasını gerektiren bir öğenin varlığı ve buna bağlı olarak değişmenin hangi prensiplerle belirleneceği gibi sorunlarla karşılaşılmaktadır. Kur’an’ı ilk muhatapların anladığı gibi anlama, tarihsel yorumu tam anlamıyla ifade etmemektedir. Çünkü metni sadece ilk muhataplar gibi anlamak hedeflenmiş olsaydı sahabe tefsirini tespit etmek yeterli olurdu. Hâlbuki bu tespit tek başına yeterli değildir. Bu nedenle tarihsel yorumun birinci adımını, Kur’an’ın ‘’ilk muhataplarına hangi ortamda nasıl bir bağlam ile ne demek istediğini kavramak’’ şeklinde tanımlamak daha doğru olacaktır. Metni indiği dönemde anlamak, nihai gaye değil, amaca götüren ilk adımdır. Bu şekilde bakıldığında tarihsel yorumun metni kendi tarihselliğine hapsetmediği bilakis metnin anlamını başka dönemlere taşıyarak ona canlılık kazandıracağı anlaşılacaktır. Kur’an’ın inişi oluşumu, üslubu ve konuları onun indiği dönem muhataplarının anlayış ve bilgi birikimlerini gözettiğini ortaya koymaktadır. Ancak vahiy kesildikten sonra, yani Allah, ‘’size bugün dininizi tamamladım’’162 buyurduktan sonra yeni bir vahiy gelmeyeceği için değişen hayat karşısında değişmeyen vahyin nasıl yeterli olacağı ve anlaşılacağı önemli bir sorun olmuştur. Değişen şartlar karşısında Müslümanların ihtiyaçlarını nasıl karşılayacakları sorunu, geçmişte problemlerin vahye arz edilmesi şeklinde çözülmüş, her dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yeni yorum yöntemleri geliştirilmiştir. Kıyas, maslahat, istihsan gibi fıkıh usulünün yöntemleri Muhammed Ebu ZEHRA, İslam Hukukunda Suç ve Ceza: İbrahim TÜFEKÇİ, Kitabevi, İstanbul 1994, c.II, s.82.; Ahmed ŞERBASİ, Yeselüneke fi’d-dini ve’l-Hayat, Beyrut, 1981, c. VII,s.559. 161 Şura, 42/38; Al-i İmran, 3/159. 161 162 Maide, 5/3. 58 geliştirilerek, değişim sebebiyle karşılaşılan sorunları gidermek için Kur’an’dan ve diğer naslardan hüküm istinbatına çalışılmıştır. 163 Bu süreçte çoğunlukla kıyas yöntemine başvurulmuştur. Bütün bu yöntemlere rağmen, Batı kültürünün hakim olduğu bir coğrafyada yaşayan Şatibi’nin karşılaştığı problemleri mevcut fıkıh metotları ile çözemeyince ‘’makasıd’’ anlayışına başvurması, değişmenin yeni yöntem arayışlarını doğurduğunu göstermektedir. 164 Kısaca her dönemde, o dönemin tarihselliğine uygun yorum yöntemleri ihdas edilerek, ihtiyaçlara vahye dayalı çözümler üretilmeye çalışılmıştır. Yani her yöntem kendi tarihselliğinin bir yansımasıdır. Değişimin daha hızlı olduğu yaşadığımız çağda ihtiyaçlar daha fazla artmış ve buna yönelik olarak değişimi esas alan, beşeri alandaki her şeyin kendi tarihselliğinde anlaşılması gerektiğini ön gören tarihsel yorum gündeme gelmiştir. Hatta Kuran’ın indiği ilk dönemlerde bu yönteme başvurulmuş, fakat bu dönemdeki tarihsel mesafe, zaman farklılığından ziyade kültür farklılığından kaynaklanmıştır. Bu nedenle mesela farklı lehçelere sahip olan ilk muhataplara Kur’an’ı yedi harfle okuma fırsatı verilmiştir.165 Tarihsel yorum fıkıh perspektifiyle ele alındığın da, fıkıh usulü içinde yer alan hükümle illet, sebep ve hikmet arasındaki bağlar ile ilişkilendirilmektedir. Doğduğu ortamda tanımlanmamış, uygulanmak istenen ortama uygunluğu sorgulanmamış olan tarihsel yorum muamması çerçevesinde yapılan tartışmalarda, genellikle ‘’Kur’an evrenseldir, bu yorum metodu Batı’dan alınmıştır, Batılıların muharref kutsal kitaplarını anlamak için ihdas ettikleri bir yöntem Kur’an’a uygulanamaz, bu yöntem İslam dünyasında modernizmin dayatmaları sonucu ortaya çıkmıştır, bu yöntem aracılığıyla Kur’an’ı anlama faaliyetine pozitivist düşünce hakim olacaktır’’ gibi söylemler dile getirilmiş,166 yine bugün dile getirilen ‘’fıkıh yöntemleri bize yeter, maslahat-istihsan gibi yöntemler varken tarihsel yoruma ihtiyaç yoktur’’ söylemleri mevcut olmuştur. Ömer ÖZSOY, ‘’Kur’an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar’’ Tezkire, S.11,12, Vadi Yayınları, Ankara, 1997, s.72. 164 el-CABİRİ, Çağdaş İslam-Arap Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, s.51-53. 165 bkz. Abdurrahman ÇETİN, Kur’an’ın Farklı Yorumlanmasında Kıraatlerin Rolü, Diyanet İlmi Dergi, c.37, s.4. Ekim- Kasım- Aralık, 2001. 166 ; Yakup ÇİÇEK, İslamı Anlamayı Engelleyici İki Tuzak: Mealcillik Ve Tarihselcilik, s.48. Kur’an ve Tarihsellik Soruşturması, Haksöz Dergisi, Haziran 1997. 163 59 İslam âlimleri her dönemde tarihsel yorumu kullanmışlardır. Bu başvurulacak çarelerden biridir. Örnek olarak çok evlilik sorununu ele alalım. Kur’an’ın, kadının statüsü ve haklarını genel hatlarıyla geliştirdiği doğrudur. Yine Kur’an’ın; erkekler, eğer eşler arasında adaleti sağlayabilmekten korkarlarsa, birden fazla eşle evlenemezler, ayrıca kategorik olarak ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar erkekler, muhtelif eşleri arasında adaleti sağlamaya muktedir olamayacaklar, dediği de doğrudur. Bununla birlikte, Kur’an’ın dört eşe kadar evlenebilme iznini verme hususu aynı derecede doğrudur. Bir bütün olarak Kur’ani ifadelerin anlaşılmasının tek yolu şunu söylemekten geçer: Aile hayatında maksimum mutluluğu amaçlayan Kur’an bu ideal için tek eşli evliliklerin normal olduğunu açıklamıştır. Ne var ki, bu hedef yedinci yüzyıl Arap toplumunda oldukça derin köklere sahip olan çok eşli evliliklere karşı bir taviz ve uzlaşmadan öte gitmemiştir. Çok eşliliği hukuken kökünden kazıyıp atamamıştır; ama bizatihi ahlaki hedefi tamamen devre dışı bırakmanın cezasını da belirtmiştir. Bundan dolayı Kur'an, hukuki bazda çok eşliliği kabul etmiş ve sınırlamıştır.167 F- Kuran Ayetlerinin Evrensel Yorumla Değerlendirilmesi İslam hukuku belli bir zamana ait olmayıp bütün zamanların hukukudur. Pek çok ayete168 göre İslam hukuku eski şeriatların bir uzantısı ve tekâmülüdür. Bu itibarla değişmez esasları olması gerekir. Zira değişken yapıya sahip olan bir sistemin zaman süreci içersinde tamamen değişmesi mukadderdir. Oysaki İslam’ in ilahi oluşu buna engeldir. İslam hukuku sosyal bir hukuk değildir. İlahi bir hukuktur. Öbür taraftan her asrın ihtiyaçları farklıdır bu da ideal bir hukukun bu arada da İslam hukukunun değişken olmasını gerektirir. Mesela: Kur’an şura prensibini koymuş, 169 fakat bunun şeklini, tatbik keyfiyetini belirlememek suretiyle bir esneklik getirmiştir. Böylece her asrın ihtiyaç ve gereğine göre Müslümanlar bu prensibi işletebileceklerdir. Kırtas olayında170 da olduğu gibi, Hz. Ömer’in Kitabullah’ı yeterli görmesi de muhtemelen genel prensipler açısından olmalıdır. Mevlüt UYANIK, Kur’an’ın Tarihsel ve Erensel Okunuşu, Fecr Yayınıvi, Ankara, 1997, s.28. Embiya, 21/25; Nahl, 16/36; Yunus, 10/72,84; Bakara, 2/28,132; Yusuf, 12/101; Araf, 7/136; Neml, 27/31. 169 Şura, 42/38; Al-i İmran, 3/159. 170 BUHARİ, İlim 39, Megazi 83, Merda 17, itisam 26; MÜSLİM, Vasiyet 22. 167 168 60 Allah, adaletle hükmetmeyi emretmiştir. 171 Ama bunu gerçekleştirmek için belli bir mahkeme sistemi veya muhakeme usulü belirtmemiştir. Dolayısıyla ilk önceki uygulamalardan farklı olarak dereceli mahkemelerin ihdası, ceza ve hukuk mahkemelerinin ayrılması gibi pek çok yenilik mümkün olmaktadır. Nitekim muhakeme usulünde de pek çok gelişmeler meydana gelmiştir.172 Yine satış akdiyle ilgili Kur’an da be’y akdi sadece dört ayetle düzenlenmiştir. 1)Be’yin helal ribanın haram kılındığı173 belirtilmiş. 2)Karşılıklı rıza şartı ileri sürülmüş.174 3)Alış-veriş muamelelerinde şahit tutulması istenmiş.175 4) Cuma vakti alış-veriş yapılmaması176 istenmiştir. Kur’an ahkamının ta’lili konusunda tek düze bir üslup kullanılmamış, pek çok yollarla hükmün illeti ve gözetilen maslahat belirtilmiştir.177 Kur’an’ın genelde hükümleri talil etmesi ve mümkün mertebe taabbudi sınırını dar tutması178 neticesinde hükümlerden maksadın mücerred kulluk ve inkiyad olmadığı; aksine, kulların maslahatlarının temini olduğu dolayısıyla da hükmün uygulanırken gözetilen maslahatı ortaya koyup koymadığına bakmanın gereği doğmuştur. Kur’an kendisinin son ve evrensel mesaj olduğunu ifade etmektedir. 179 Hz. Muhammed (s.a.v.)’in son peygamber oluşu180 da, mantıken Kur’an’ın son mesaj olup bu mesajın evrensel olmasını gerektirmektedir. Vahyin sona ermesi ile bütün Kur’an lafızları muhkem özelliği kazanmış ilga edilmesi ve değiştirilmesi ihtimali ortadan kaldırılmıştır. İslamın bir millet ve bölge dini olmadığı gerçeği hesaba katılarak, İslam’ın ilahi kaynakları olan hukuksal nitelikli emir ve yasaklarının her ortamda hiçbir 171 Nisa, 4/58; Maide, 5/49. İBN AŞUR, Mekasid, s.202. 173 Bakara, 2/285. 174 Nisa, 4/29. 175 Bakara, 2/282. 176 Cuma, 62/9. 177 ŞELEBİ, Ta’lil, s.14. 178 İBN AŞUR, Makasid, s.46-47. 179 A’raf, 7/158. 180 Ahzab, 33/40. 172 61 değişikliğe uğramadan geçerliliğini koruması gerektiği düşüncesi, İslam âlimlerinin çoğu tarafından benimsenmiştir. 181 İnsan ve toplumların maslahatı, her zaman ve zeminde, bu hükümlerin uygulanmasını ve bunları değişim rüzgarlarına karşı korunmasını gerektirir. Aksi takdirde hükümlerin değişime feda edilmesi toplumdaki düzenin bozulmasını zorunlu kılacaktır. Kur’an çağımız için yeterli değildir diyenler bu iddialarını Müslümanların geri kalmış olmalarının ötesinde ne bilimsel ne de tarihi bir delil ile temellendirmiş değillerdir. Müslümanların hali hazırdaki durumlarının sebebi de Kur’an’ı gerçek anlamda yorumlayamamalarının sonucudur. Nitekim aynı Kur’an’a sahip olan Müslümanların görkemli bir tarihe sahip olmaları da bunun tarihi bir kanıtıdır. Vahyin bizzat kendisi de bir değer olmakla birlikte gereği gibi okunup, anlaşılmadığında ilerlemeye engel olmaktadır. Bu engellik, vahyin özünde değil onu okuyanların gözündedir. Nasların içerdiği zaman ve mekan unsurlarını bizatihi kendilerinin değil, onların arkasında bulunan ilke ve manalarının iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu bağlamda tarihi gibi görünen nasların dahi bir metot vermeleri, ilkelere ışık tutmaları bakımından korunmaları ve değerlendirilmeleri gerekmektedir.182 Şeriatte tekamül vardır. Kur’an’ın getirdiği son şeriat, dinin en mükemmel şeklidir. Mükemmelliğinin sebebi; ilke, esas ve amaç bakımından çerçeve boşluğuna meydan vermemesi, bu çerçevede akla geniş bir yer ve rol vermesi, aklı ve vahyi günümüze taşıyıcı araç görmesidir. Muamelat alanında asl olan maslahattır. Ancak neyin maslahat olduğunun ölçülerini bizzat vahiy koyar. Akıl adil bir terazidir. Fakat kime ne kadar tartacağını, yani hakkın ölçülerini kendisi koyamaz. Akıl ve tecrübeye dayalı bilim ise özünde değer hükümleri taşımaz. Kur’an’ın her zamanda ve mekanda evrenselliği, değiştirilmesi asla istenmeyen kimlik göstergeleri, kıble ve bazı haramlar gibi ibadetler, Kur’an’da yer alan cezai hükümler ve benzeri olmazsa olmaz rüknü kabilinden olan şeylerin korunmasıyla olur. Bunların uygulaması sırasında kavmi ve coğrafi renk tonlarına sahip olması tabidir. Vahiy kaynaklı bu hukuki yapı Medeniyet Nihat DALGIN, Değişim Stratejisi Açısından Hukuk ve İslam Hukuku ,Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakultesi ,Dergisi, S.16 Samsun ,2003,s.87. 182 Mehmet ERDOĞAN, Akıl Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İstanbul, 1995, s.66. 181 62 yolunda ilerlerken ayağımızı sağlamca basabileceğimiz sabit bir zemine sahip olmamız gerekir.183 Elbette bugüne kadar yapılan bütün beşeri yorumlarda olduğu gibi bu dönemde yapılacak yorumlarda da hata bulunacaktır. Fakat bu hataları belli esaslara riayet ederek en aza indirmek mümkün ve hatta gerekli olmalıdır. Kuran hakkında yorumlar yapılırken uyulması gereken prensiplerden biri de aşırı bir müdafaa ve güzel gösterme isteği içerisine girmemektir. Günümüzde özellikle İslam ceza hukukundaki bazı uygulamalar konusunda iyi niyetle yapılan yorumları buna örnek gösterebiliriz. Zannediliyor ki, İslam hukukundaki bir takım cezalar İslam’ı anlatma konusunda bazı problemler doğuracaktır. Bunu önleme düşüncesi ile Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemindeki bazı uygulamalar görmezlikten geliniyor veya Kur’an’daki bazı hükümler zorlama yorumlara tabi tutuluyor. Kur'an'ın cezalandırma sisteminin bu günkünden farklı olduğu aşikârdır. Ancak hangi sistemin suçları önlemede daha etkili olduğu üzerinde önemle durulmalıdır. Eğer İslam cezalandırma sistemi suçları önlemede daha etkili ise, oradaki bazı uygulamaların ilk bakışta sert görünmesi, bizi farklı yorumlara itmemelidir. Unutmamak gerekir ki, bu cezalar suçsuz insanlara verilmemektedir. Eğer biz Kur’an’ı doğru anlatabilirsek İslam kendisini en iyi şekilde müdafaa eder ve sahip olduğu tabii güzellikler, insanları kendisine çekmek için yeterlidir. İslam toplumunun tarihi tecrübesi içinde, Kur’an’ı her anladığımız çağ ve durumda araya tarih, toplum ve kültür giriyorsa, şimdiden sonra yaşayanlar onu bizim anladığımızdan farklı anlayacaklar demektir. İşte bu anlamanın sınırlarının iyice belirlenmesi gerekmektedir. Eğer nesh olayını Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanına hasretmeyip günümüze bunu taşıyacak olursak, o zaman kafalara şöyle bir soru takılıyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında bir hükmün kalkması gerektiği zaman, Yüce Allah bunu Peygamberi vasıtasıyla yapıyordu. Yani o zaman kalkan hükmün yerine gelecek yeni hükmün şari’ i Allah idi. Ama bugün aynı işlemi tekrar ettiğimiz zaman şarii kim olacak. 183 ERDOĞAN, a.g.e., s.67. 63 G- Anlamın Değişmesi Nedeniyle Kuran Ayetlerinin Değerlendirilmesi Hadislerde daha belirgin gözükmekle birlikte Kur’an’da da izlenen dini bir siyasetin olduğunu görüyoruz. İslam kendisine inananlar ile inanmayanları kesin olarak ayırmak için dini merkez Mekke olmakla birlikte, geçici bir süre için inananlarını Kudüs’e doğru kıbleye yöneltmişti. 184 ‘’Senin yöneldiğin yönü, peygambere uyanları cayacaklardan ayırmak için kıble yaptık’’185 ayeti bunu açıkça ifade etmektedir. Kur’an’ın bize bildirdiği bir ilke de Allah, insan hayatını kolaylaştırmayı ve zorluklardan kurtarmayı hedefler. Bu teminat, yüce yaratıcı tarafından açık bir şeklide bildirilmiştir. O, bize, insanlık için zorluklar yaratmak istemediğini, her şeyi kolaylaştırmak istediğini açıkça bildirmektedir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: ‘’Allah sizler için kolaylık diler, zorluk dilemez’’186 Peygamberimizin ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: ‘’ed-Dinü yusrun’’ yani din kolaylıktır. Hanefi fıkıhçılarından son dönem âlimleri bu konuyla ilgili ayet ve hadisleri kendi dönemlerindeki tarihi süreç çerçevesinde değerlendirerek; örf değiştiği ve zaruretler gerektirdiği takdirde bazı konularda ‘’zahiru rivaye’ye’’ aykırı fetva verilebileceğini onaylamışlardır.187 Şimdi bu fetvalardan bazı misaller vermek istiyorum. İslam’ın ilk dönemlerinde öğreticiler için yeterli ödenek vardı. Bundan dolayı Ebu Hanife ve iki öğrencisi Kur'an vb. şeylerin öğretiminden dolayı ücret almayı yasaklamışlardı. Ancak öğreticilerin ödeneği kesilince örfün değişmesinden dolayı mezhebin sonraki devir ileri gelenleri bu işten ücret alınabileceğine fetva verdiler. Yine sonraki devir hukukçuları, Hanefi ekolündeki "yararların tazmin edilmeyeceği" kaidesine aykırı olarak, bir yetime ya da bir vakfa ait akarı gasp edenin bu kardan edindiği yararı tazmin etmesi gerektiğine fetva verdiler. Bir başka örnek ise: Önceleri evler tek bir tarzda yapılıyordu. Müşteri evin odalarından birini gördüğünde Hanefi mezhebinde, kendisine tanınan görme muhayyerliğini düşürecek şekilde alım FAZLURRAHMAN, İslam, 5. Baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1999, s.23. Bakara, 2/143. 186 Bakara, 2/185. 187 İBN ABİDİN, Neşru’l-Arf, Suriye, 1301, s.17. 184 185 64 satımın konusu hakkında yeterli bilgi sahibi addedilirdi. Ancak sonraki devir ileri gelenlerinin zamanında binaların eski durumu değişti ve binalar yeknesak olma özelliğini yitirdi. Bu alimler de, tek bir tarzda yapılmayan evlerde, satımdan önce evin her odasını görmek gerektiğine fetva verdiler. Mecelle de bu hükmü benimsedi. 188 Kur’an’ın 7. asırda inmiş olduğu ve o devrin cahilliye Arap toplumunu muhatap aldığı bir gerçektir. Kuran nasıl ki Arapların dillerini kullanıyordu ise, aynı şekilde mesela; cennet, huri tasvirlerinde Arapların güzellik anlayışına itimat etmiş, cehennemlikleri tasvir ederken de düşman imajlarına dayanarak, onları gök gözlü olarak tavsif etmiştir.189Zira Araplarda gök gözlülük düşman imajının en belirgin bir vasfıdır ve onu büyük bir uğursuzluk sayarlardı.190 Yine içerdiği çeşitli tarihi olaylara atıflarda bulunması, sorulan sorulara cevap vermesi, keza onun zaman ve mekan unsuru içeren bazı öğeleri içinde bulunduruyor olması birer hakikattir. Tarihsel şartlardan doğan ve tamamen tarihin 14 asır öncesinin toplumsal şartları gözetilerek vaz edilmiş hükümleri vardır. Ancak bu hükümlerin bulunması o ayetlerden bugün bizler için rehberlik edebilecek ilkeler çıkarmamıza engel olmamalıdır. Buradan hareketle nassa dayalı hükümler nassın dışında bir faktörle değiştirilebilir mi? bu sorunun cevabı kritik bir açıklamaya muhtaçtır. Şayet nas din ve ibadet konularına aitse ‘’yer yer olarak, gök de gök olarak kaldığı müddetçe’’ hükümleri sabittir. Zira dinin ana esasları, tevhit ve iman kuralları ezeli ve ebedi tek bir hakikattir. Bu hususta boyun eğme ve nassa bağlanma gerekir. Sabit olan ebediyen her zamanda, her mekanda ve her durumda sabittir.191 Ancak nas dünyevi işlemlerle ilgili ise burada asl olan, hikmetlere yönelmek ve hükümlere temel oluşturan illetleri anlamaktır. Bu nokta tüm hukukçuların ittifak noktasıdır. Hz. Ömer’in, İslamın şevket dönemine girildiğini gerekçe göstererek müellefei kuluba zekattan pay vermemesi, şartlardaki değişiklikten İslami hükümlerin nasıl Osman ÖZTÜRK, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s.926. Taha, 20/102. 190 KURTUBİ, c.XII, s.224. 191 İBN HAZM, el-İhkam, c.V, s.5. 188 189 65 etkilendiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İslam’ın her dönem insanının ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, o dönemin şartları ışığında yeniden yorumlanması ile mümkündür. Ayrıca, hükümlerin değişmesi kaidesini uygulamaya koymanın nasları değiştirmek anlamına gelmediğini vurgulamak gerekmektedir. Naslar kutsaldır. Herhangi bir şekilde onlara dokunulması mümkün değildir. Değişimden kastedilen zaruretin, nassa temel teşkil eden adetlerin ve illetlerin değişiminin veya nassın uygulanması için gerekli şartların bulunmayışının ışığında bu naslara dayalı içtihat ve yorumun değişmesidir. Ahkâmın değişmesine karşı çıkanlar, her ortaya çıkan maslahat ve farklı ortam gereği hükümler değiştirilecek olursa, bir zaman sonra ‘’şeriat’’ diye bir şey kalmayacağı ve bu tutumun şer’i hükümleri rey yolu ile nesh etmek olduğunu söylemişlerdir. Hiçbir zaman ‘’değişme’’ şeriatın ortadan kaldırılmasına sebep olabilecek mahiyet arz etmediği gibi aksine onu ebedi yürürlükte kılmak için zaruri bir görünüm de arz eder. 192 Hukukta değişiklik gerek aklen ve gerekse şer’an zaruri gözükmektedir. Zaruri olan bu değişikliği, genel hukuki çerçeveyi bozmadan kabullenmemek, tıkanmalara ve hukukun tümden yaşanılan hayattan uzaklaştırılmasına neden olacaktır. Oysaki İslam hukukunun amacı donmak ya da hayatı dondurmak değil, hayata hem ayak uydurmak hem de yön vermektir. Hiçbir zaman özden, genel çerçeveden uzaklaştırılmamak kaydıyla İslam hukukunun hayatiyetini temin edecek değişikliğe şer’an da zaruret vardır. Bir vacibin varlığı için zaruri olan şeyler de vaciptir193 prensibi de bunu gerektirir. Geçen zaman süreci içerisinde her şey değişmektedir. Değişmeden olduğu gibi kalan hemen hemen hiçbir şey yok gibidir. Bunun bir istisnası varsa, belki o da değişme kanunudur. 194 Dünyada, tarihte hiçbir hukuki hükmün değişmeden kaldığı görülmemiştir. Geçmişte mevcut bütün kanunlar değişmiş, yerlerine başkaları Mehmet ERDOĞAN, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, , İFAV, Yayınları, İstanbul 1990, s.95. AMİDİ, İhkam, c.I, s.96. 194 HATİPOĞLU, İslamın Aktüel Değeri Üzerine, İslami Araştırmalar, S.1, s.12. 192 193 66 konulmuştur. Kanun ihtiyacı tanzim için tedvin edilir. Yoksa ihtiyaçlar eski kanunlara uydurulmaz.195 İslam hukuku da şüphesiz teşri ve tedvin dönemlerindeki ihtiyaçları düzenlemek için konulmuştur. Zamanla hukukun tedvinini gerektiren alt yapı değişmişse -ki değişmiştir- ilgili hükümlerin de değişmesi zaruridir. Öyle ise, zaman faktörü mevcut konumu değiştirdiği gibi ilgili hükümleri de değiştirir. 196 Mesela; Kur’an’ın indiği dönemdeki ilk muhatapları onların anlayış ve birikim sınırlarını aşarak bugünün birikimleri ile bilinebilecek nükleer teknoloji gibi konulardan bahsetmiş olsaydı, Kur’an onlar için anlaşılmaz olacaktı. Nitekim bir başka perspektiften bakıldığında huruf-u mukattaa böyle bir yapı arz etmektedir. Hz. Ali’nin ve Hz. Ebu Bekir’in anlayışları ile her kitabın bir sırrı ve özü vardır. Kur'an'ın sırrı da huruf-u mukattaa’dır.197 Dil198 başkenti (Ümmü’l-Kura)199 harem bölgesi seçimi Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların yenilmemesi 200 gibi değişmez hükümlerin yanında, sadece Arap müşriklere has olmak üzere ‘’ya ölüm, ya da İslam!’’ parolasının kabul edilmesi 201 muhtemelen iktisadi güvenliğin temini için haram aylar 202 telakkisine belli bir süre katılınması, Müslüman kadınların azlığı ve cihat zarureti yüzünden Müslümanların kendi yurtlarından ayrı kalmaları; ayrıca diğer din salikleri arasında da dine davet ve neşri zaruretinden dolayı ehl-i kitap hanımları ile evlenmeye izin verilmesi203 müellefe-i kuluba zekattan bir fon tahsis edilmesi, 204 özellikle de hukuki olmaktan çok siyasi amaçlı olan Bedir esirleri hakkındaki ayetler 205 kılıç zoruyla fethedilmekle beraber HATİPOĞLU, a.g.m. s.12. Mehmet ERDOĞAN, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İFAV, İstanbul 1990, s.16. 197 ez-ZERKEŞİ, el-Burhan, c.I, s.262; es-SUYUTİ, el-İtkan, c.I, s.657. 198 ŞATİBİ, Muvafakat, c.II, s.64-65. 199 En’am, 6/92-124; Şura, 42/7. 200 Bakara, 2/173; Maide, 5/3; Enam, 6/145; Nahl, 16/15. 195 196 EBU YUSUF, Kitabu’l -Haraç, 2. Baskı, (Çev. Ali ÖZEK) İstanbul, 1973.s.185; İBN SA’D, Tabakat, c.II, s.242;HAMİDULLAH, İslam Devlet İdaresi, s.77. 202 HAMİDULLAH, ‘’İslamdan Önce Mekke’nin İktisadi Münasebetleri’’, AÜİFD, 1961, c.IX, s.221. 203 Maide, 5/5; ŞELEBİ, Ta’lil, s.45. 204 Tevbe, 9/60. 205 Enfal, 8/67. 201 67 Mekke’nin taksimine gidilmemesi 206 muhtemelen Kur’an’ın geçici siyaseti ile ilgili olmalıdır. Nitekim uygulamaların da bu doğrultuda tezahür ettiğini görüyoruz. Artık islamın güçlü olduğu gerekçesi ile müellefe-i kuluba hisse vermeyen Hz. Ömer 207 yine siyaset icabı Huzeyfe’nin Yahudi bir kadınla evlenmesine müdahale etmiştir.208 Tabiin fukahasından Ata’nın (115/733) konuya yaklaşımı ise daha açıktır. Şöyle diyor: ‘’Yahudi, Hıristiyan hanımlarla evlenmeyi Allah Teala o zamanlar müsaade etmişti. Çünkü Müslüman hanımları azdı. Şimdi ise, sayılarına bereket gelmiştir. Ötekilere ihtiyaç kalmamıştır. Dolayısıyla da ruhsat zail olmuştur.’’ 209 Kılıç ayetinin 210 hükmünü sadece Arap müşriklerine hasretmek de yine dini siyasetin bir gereği idi. Bedir esirleri hakkındaki istişarede hepsinin boynunun vurulmasını isteyen aynı Hz. Ömer yarımadadaki dini siyasi bütünlüğün temininden sonra aynı tavrı fethedilen ülkelerin ahalisine göstermemiş; onları köleleştirmemiş, boyunlarını vurmamış, haklarında tamamen yeni bir statü belirlemiştir. Ali ŞAFAK, Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul, 1997, s.87. Mehmet ERDOĞAN, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İFAV, İstanbul, 1990, s.76. 208 CESSAS, Ahkamu’l-Kur’an, c.III, s.323; Hayrettin KARAMAN, İslam Hukukunda İctihad, İFAV, İSTANBUL, 1996, S.67. 209 HATİPOĞLU, İslamın Aktüel Değeri Üzerine, s.25. 210 Tevbe, 9/36. 206 207 68 SONUÇ Bugün insanımızın Kuranla barışması için Kuran hakkında söz söyleyen ilim adamlarına önemli görevler düşmektedir. Bu görevlerden birisi de Kur’an’a dayanan İslam’ı öğretiyi bugünkü insanın ihtiyacını karşılayacak şekilde yeniden yorumlamaktır. Bu Kuran’ın değişmez esaslarının olmadığı, her döneme göre şekil değiştirdiği anlamına gelmez. Tam tersine Kuran’ın temel esaslarının değişmediği bir gerçektir. Ancak onun şartlar değiştiğinde değişikliğe uğrayan ve özü değişmemek ve koruduğu maslahat aynı kalmakla birlikte, şekli ve uygulanış biçimi değişen bir kısmının bulunduğu da bir vakıadır. ‘’Ezmanın teğayyuru ile ahkamın teğayyuru inkar olunamaz’’ derken bu gerçek ifade edilmektedir. İdeal bir ümmet yaratmak için var olan Kur’an’ın nüzule başladığı zaman karşısında yaşayan bir toplum vardı. Bu toplumun töresi, kültür birikimi, estetik ve sanat anlayışı, kendisine has bir hayal dünyası, imajları… vb. bulunuyordu. Hiç şüphesiz Kur’an’ın ulaşmak istediği bir netice vardı. Ancak hâlihazırda bulunan muhatapların durumu buna müsait değildi. Bu yüzden içtimai, siyasi, idari vb. münasebetleri düzenlemeye başladığı Medine döneminde İslam bir taraftan "tedric" metoduna başvururken diğer taraftan da "nesh" usulünü uygulamıştı. Kur’an’ın tarihsel yorumla değerlendirilmesi düşüncesi, onun evrensel olmadığını değil, tarih üstü bir karakterde olmadığını ifade etmektedir. Tarihsel yorumda elde edilen anlamın, yorumcunun kendi tarihselliği içinde oluştuğu kabul edilmektedir. Buna göre belirli bir tarihsellikte yaşayan bir yorumcunun elde ettiği bu anlam başka bir tarihsellikte değişebilir, farklılaşabilir. İmam Şafii’nin Mısır’daki görüşlerinin farklılaşması bu konuda bir örnektir Bu belirlemeye göre Kur’an merkezli çalışmalarda Kur’an’ın tarihselliği sözü ile onun evresel olmadığı değil, Kur’an’ın oluşumunda indiği toplumun ve değerlerin gözetildiği kastedilmektedir. Nitekim Kur’an’ı tarihsel olarak yorumlamanın amacı da Kur’an’ın kendi tarihselliğindeki anlamını başka tarihselliklere taşımaktır. Bu nedenle Kur’an ayetleri tarihsel ayetler ya da evrensel ayetler şeklinde değil, tarihsel mesafe nedeniyle tarihsel taşımayan ayetler şeklinde sınıflandırılabilir. 69 öğe taşıyan ve Kur’an vahyinin iniş ortamının zaman ve mekan değişmesine bağlı olarak değiştiğini gösteren ve geçmiş ulema tarafından da kabul edilen en önemli delil ayetlerin Mekkî- Medenî olarak ayrılmasıdır. Buna göre ayetlerin Mekke ya da Medine’de inmesi muhteva ve üslup bakımından toplumun ve muhatapların durumuna bağlı olarak değişmiş, Mekkî ayetler Medenî ayetlerden farklı bir üslupla indirilmiştir. Burada şu hususa da işaret etmemiz gerekiyor. Sabit olan naslarda asıl olan, devamlılıktır. Yani bu naslar geçici bir meseleyi halletmek muvakkat ve mahalli durumları nazarı itibara almak üzere gelmemiş, bilakis bunlar kıyamete kadar bütün ümmet için değişmez hükümler ve daimi yasalar koymak üzere gelmişlerdir. Bunun içindir ki, "naslar, geçici meseleleri halletmek, mevzii ve muvakkat durumları ele almak üzere gelmiştir, şartlar ve durumlar değişince buna bağlı olarak hükümler değişir" gibi bir iddia ile, sabit nasları bir kenara itme tehlikesine karşı uyanık olmanın gerekliliğini vurgulamak istiyorum. Esasen bu konu birçoklarının ayaklarının kaydığı, anlayışlarının saptığı bir konudur. 70 BİBLİYOĞRAFYA ALUSİ, Şihabuddin Mahmud, Ruhu’l-Meani fi Tefsiri’l-Kur’an’il-Azim ve’sSebi’lMesani, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994. AMİDİ, Ali b.Muhammed, el İhkam fi usul’il Ahkam, Taha’lul Arabiyye lit– Tabakat, 1967. ATAY, Hüseyin, Kur’an’a Göre Araştırmalar I-III, Atay Yayınevi, 2. Baskı, Ankara, 1997. ATEŞ, Ali Osman, İslama Göre Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri, Beyan Yayınları, İstanbul 1996. BUHARİ, Abdullah Muhammed b. İsmail, el-Camiu’s-Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiyye ve İstilahati Fıkhiyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi, İstanbul, trs.(VIII) CABİRİ, Muhammed Abid, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, Çev. PALA, Ali İhsan - ÇIKAR, Mehmet ŞİRİN Kitabiyat, Ankara 2001. CARIM, Ali - EMİN, Mustafa, el-Belagatü’l-Vazıha, Daru’l-Ulumu’l-Hadis Dımeşk, 1999. CERRAHOĞLU, İsmail, Tefsir Usulü, TDV. Yay.II .Baskı, Ankara,1997. CESSAS, Ahmed b. Ali er-Razi, Ahkamu’l-Kur’an, Daru İhyai’t-Turasi’lArabi, Beyrut, 1400. CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara, 1996. CÜRCANİ, Ali b. Muhammed, et-Ta’rifât, I. Baskı, Daru’l-Kitabi’l-Mısri, Beyrut, 1991 71 ÇETİN, Abdurrahman, Kur’an’ın Farklı Yorumlanmasında Kıraatlerin Rolü, Diyanet İlmi Dergi, c.37, s.4. Ekim- Kasım- Aralık, 2001. ÇİÇEK, Yakup, Kur'an ve Tarihsellik Soruşturması, ,Kuranı Anlamayı Engelleyici İki Tuzak: Mealcillik Ve Tarihselcilik, Haksöz Dergisi, Haziran 1997. DAĞ, Mehmet - AYDIN, Mehmet ‘’Önsöz’’ (Fazlurrahman, İslam içinde) Ankara Okulu yayınları, Ankara, 1999. DALGIN, Nihat, Değişim Stratejisi Açısından Hukuk ve İslam Hukuku, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat, Fakültesi Dergisi, S. 16, Samsun, 2003. DIHLEVİ, Şah Veliyyullah ed- , Huccetullahi’l-Baliğa, Terc. Mehmet ERDOĞAN, Ankara, 2003. EBU DAVUD, el-Hafız Ebu Davud Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistani, Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. ENGİN, Nihat, AKYÜZ, Vecdi, ‘’Asr-ı Saadette Kölelik ve Cariyelik’’, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam İçinde, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994. EBU ZEYD, Nasr Hamid, İlahi Hitabın Tabiatı,Çev. M.Emin Maşalı,Kitabiyyat,Ankara,2001. EBU YUSUF, Kitabu’l Haraç, 2. Baskı, Çev. Özek, Ali, İstanbul, 1973. ERDOĞAN, Mehmet, Akıl Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İstanbul, 1995. ----------– İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İ.F.A.V Yayınları İstanbul 1990. ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı, İşaret Yayınları, Çev. KOYTAK, Cahit, ERTÜRK, Ahmet, İstanbul, 1999. FAZLUR RAHMAN, Ana Konularıyla Kur’an, Çev. AÇIKGENÇ, Alparslan, Ankara Okulu Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1996. 72 ----------– İslam, 5. Baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1999. FENDOĞLU, Hasan Tahsin, İslam ve Osmanlı Hukukunda Kölelik ve Cariyelik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996. GARAUDY, Roger, ‘’Şeriat’’, İslamiyat Dergisi, Çev. AKDEMİR, Salih, c.I, S.IV, Ankara 1998. GÖRGÜN, Tahsin, Kur’an’ın Vahyedilmesi ve İslam Toplumunun Ortaya Çıkışı Arasındaki Alakanın Tahliline Mukaddime, III. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu Tebliğleri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998. GÜNALTAY, Şemseddin, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Sad: Mahfuz SÖYLEMEZ,- Mustafa HİZMETLİ, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997. GÜNGÖR, Mevlüt, Kur’an’ın Peyderpey İndirilmesindeki Hikmetler, Diyanet Dergisi, (Dini, İlmi, Edebi Üç Aylık Dergi), (Temmuz, Ağustos, Eylül 1988), Ankara, 1988. HAMİDULLAH Muhammed, ‘’İslamdan Önce Mekke’nin İktisadiMünasebetleri’’, AÜİFD, 1961. ------------İslam Peygamberi, İrfan Yayıncılık, Terc. TUĞ, Salih, İstanbul, 2003. -------------İslamda Devlet İdaresi, Çev. KUŞÇU, Kemal, İstanbul,1969. HASAN, Ahmet, İslam Hukuk Biliminin Gelişimi, Çev. Haluk SONGUR, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999. HATİPOĞLU, Mehmet S., ‘’İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine’’, İslami Araştırmalar Dergisi, s.1, Temmuz , Ankara 1986. HATİP, Abdülaziz, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil yayınları, İstanbul, 1997. 73 HÖKELEKLİ, Hayati, ‘’Muzakereler’’ Kur’an Kıssalarının Anlam ve Değeri, Fecr Yayınevi, 1. Baskı, Ankara, 1998. İBN AŞUR, Muhammet Tahir b. Mekasidu şeriat’ul islamiyyet , Dar’un Nefais,Ürdün,2001. İBN ABİDİN, Neşru’l-Arf, Suriye, 1301. İBN HAZM, Ali b. Ahmed b. Said , el-İhkam fi Usuli’l-Aham, Daru’lHadis, Kahire,1998. İBN KESİR, İmaduddin Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, (IVII), Daru’l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1385/ 1966. KADİ, Abdülfettah, Eshabü’n-Nüzul, Çev. Salih AKDEMİR, Fecr Yayınları, Ankara, 1986. KARAMAN, Hayretin, Mukayeseli İslam Hukuku, Nesil Yayınevi, İstanbul, 1991. --------------– İslam Hukukunda İctihad, İFAV, İSTANBUL, 1996. KASİMİ, Cemaleddin , Tefsir İlminin Meseleleri, Çev. ÖZEL, Sezai, İz Yayıncılık,İstanbul, 1990. KAŞİF, Seyyide İsmail, İslam Tarihinin Kaynakları ve Araştırma Metotları, Çev: Mehmet ŞEKER- Rıza SAVAŞ- Ramazan ŞİMŞEK, İl-Vak Yayınları, İzmir, 1997. KATTAN, Menna Halil, Mebâhis fi Ulumi’l-Kur’an, Beyrut, 1986. KOŞUM, Adnan, ‘’İslam Hukukunda Hırsızlık Konusunda Yeni Yaklaşımlar’’, Diyanet İlmi Dergi, c.XXXVII, S.3, Ankara 2001. KURTUBİ, İbn Rüşd Ebu’l-Velid Muhammed b.Ahmed Müctehid ve Nihayatu’l- Muktesid, Daru İbn Hazm, Beyrut, 1990. 74 , Bidayetü’l- MEYDANÎ, Abdurrahman Hasan, Emsalü’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, 2. Baskı, Dımeşk, 1996. MEYDANÎ, Ahmed b. Muhammed b. İbrahim, Mecmeu’l-Emsal, Matbaatu İsa el-.Halebî, Kahire,1979. MÜSLİM, İmam-ı Ebi Huseyn Müslim b. el-Haccac, Sahih-i Müslim, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. NASUHİ, BİLMEN, Hukuk-i İslamiyye İstilahat-i Fıkhiyyye Kamusu, Bilmen Basım ve Yayın Evi, İstanbul NEVEVİ, İmam Ebi Zekariyya Muhyiddin b. Şerefi, Kitab’ul-Mecmua Şer’ul–Muhezzeb, Dar’ul –İhya li’t-Türasi’l-Arabi, Beyrut, 1995. NESAİ, Abdurrahman Ahmet b. Şuayb, Sünenü’n-Nesai, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. NİSABURİ, Hakim Muhammed b. Abdillah, el-Müstedrek, Tefsiru Sureti’lMüddessir,Darul marife,Lubnan 1998. ÖZTÜRK Osman, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973. ÖZSOY, Ömer, ‘’Kur’an ve Tarihsellik Tartışmalarında Gözden Kaçırılanlar’’ Tezkire, S.11,12, Vadi Yayınları, Ankara, 1997. ---------- Nasr Hamid Ebu Zeyd’in Nass-Olgu İlişkisi Bağlamında Ulumu’lKur’an’ı Eleştirisi, İslami Araştırmalar, Yaz-Güz Dönemi, Ankara, 1994. PARET, Rudi, ‘’Kur’an’da Tarih’’, Kur’an Üzerine Makaleler, Çev. Ömer ÖZSOY, Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. İBN SA'D, Muhammed, Kitab'ul Tabakat’ul Kebir, Mektebet’ül Nebi,2001. İBN MACE, el-Hafız Ebu Abdullah Muhammed b. Yezid, Sünen-ü İbn Mace, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. 75 RAFİÎ, Mustafa Sadık, İ’cazu’l-Kur’an, Daru’l-Kitabu’l-Arabi, Beyrut, 1990. RAZİ, Muhammed b. Ömer Fahruddin, Mefatihu’l-Gayb, Daru’l-Kütübi’lİlmiyye 1. Baskı, Beyrut, 1990. RIZA, Muhammd Reşid, et-Tefsiru’l-Menar, Daru’l-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1935. SADR, Muhammed Bakır, Kur’an Okulu, Çev. Mehmet Yolcu, 2. Baskı, Fecr Yayınları, Ankara, 1995. SALİH, Suphi, Hadis ilimleri ve Hadis Istılahları, Çev: KANDEMİR, Mehmet Yaşar, D.İ.B. Ankara, 1988. SERAHSİ, Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed (ö.485/1090),Kitab’ul Mebsut, Beyrut ,ts. (I-XXX) SERİNSU, Ahmed Nedim, Kur’an-ı Kerim’in Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzulün Rolü, Şule Yayınları, İstanbul, 1994. SIDDIKİ, Mazharuddin, Kur’an’da Tarih Kavramı, Çev: Süleyman KALKAN, Pınar Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1990. SÖNMEZSOY, Selahaddin, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yayınları, Ankara, 1998. SUYUTİ, Lübabü’n-Nükul fi Esbabi’n’Nüzul, Daru İbn Kesir, 2. Baskı, Beyrut, 1990. ŞATİBİ ,Ebi İshak İbrahim b. Musa b. Muhammed eş, el-İ’tisam, Daru’l Marife Beyrut/Lübnan 2000. ----------– el-Muvafakat fi Usuli’ş-Şeri’a( I-IV), Daru’l-Marife, Beyrut, 1417/ 1997. ŞABAN, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları, terc.. İbrahim KafiDÖNMEZ, T.D.V.ANKARA, 1999. 76 ŞELEBİ, Muhammet Mustafa, Ta'lil'ul Ahkam, Huru Nuhdet’ul Arabiyyet, Beyrut, ts. ŞİMŞEK, Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, Esra Yayınları, Konya, 1995. TABERİ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vil’i Âyil’lKur’an, ( I-XX), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1415/ 1995. TAFTAZANİ, Ömer b. Abdullah Sa’duddin, Şerhu’l-Mekasid, Alemü’lKütüp, 1. Baskı, Beyrut, 1989. TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevda, Sünenü’t-Tirmizi, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992. UYANIK, Mevlüt, Kur’an’ın Tarihsel ve Erensel Okunuşu, Fecr Yayınıvi, Ankara, 1997. VAHİDİ, Ali b. Ahmed, Esbabü'n-Nüzul, Terc. TETİK Necati-ÇAĞIL Necdet, , İstanbul, 1997. YAZIR, Elmalılı Hamdi , Hak Dini Kur’an Dili Ankara., 1995. YILMAZ, Nedim, İ’cazu’l-Kur’an, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1984. YILDIRIM, Suat, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, 4. Baskı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1996. ZEHEBİ, Muhammed Hüseyin,et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Daru’l,Kütübi’lHadis, 2. Baskı, Kahire, 1976.. ZEHRA, Muhammed Ebu İslam Hukukunda Suç ve Ceza TÜFEKÇİ İbrahim, Kitabevi, İstanbul 1994. ZERKEŞİ, Bedrüddin Muhammed b. Abdullah, el-Burhan fi Ulumü’l- Kur’an, Daru’l-Marife, 1. Baskı, Beyrut, 1990. 77 ZÜRKANİ, Muhammed Abdülazim, Menahilü’l- İrfan fi Ulumi’lüKur’an, Daru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1995. 78