Ultra lüks hayatlar istiyoruz!

advertisement
On5yirmi5.com
Ultra lüks hayatlar istiyoruz!
Yayın Tarihi : 28 Haziran 2010 Pazartesi (oluşturma : 10/20/2017)
Hayatımıza haber vermeden mi geldi yoksa bangır bangır bağırarak gelip tebelleş mi oldu
bilmiyorum ama bir şekilde hepimizin hayatına kuruluverdi “lüküs hayat” takıntısı… Bir zamanlar aza
kanaat etmeyi en büyük zenginlik, en büyük erdem bilen insanımızın omuzladığı hayat anlayışı,
yaşam tarzı şimdilerde yerini doymak bilmez, gençlerin önünü açtığı bir “özgür yaşa, takıl hayata”
akımı olarak değişime uğradı. Kaddi bükülmüş dedelerimizin, ninelerimizin uyum sağlamakta bir
hayli zorlandığı, son iki neslin ise zorlanmadan benimsediği bu “yeni hayat”, diğer tabirle “lüküs
hayat”; kökü geçmişte olan kadim ağacımızın gövdesine giren bir kurt gibi kemirdikçe kemirdi
dimağlarımızı, içi sevgiden boşaldıkça kalplerimiz, daha bir şişti cüzdanlarımız ve doyma bilmeyen
iştihamız…
Evinin ya da kendisinin asgari ihtiyaçlarını televizyonların ve medyanın pompaladığı bohem hayat
üzerine temellendiren Müslümanlar nerede yanlış yaptık diyedursunlar… Bir gizli elin hayatımızdan
söküp aldığı “fakr” ve “acz” gibi, “mahviyet” gibi, anlamları sözlük yardımı olmadan bulunmayan
Peygamberî değerlerden uzağa savrulduk. Yarışır olduk birbirimizle ve yarıştırır olduk çocuklarımızı.
Kendine ölçü olarak Efendiler Efendisinin yaşayışını örnek alan Hazreti Ali, İslam’ın en ihtişamlı,
namlı günlerinde bile evine arpa ekmeğinden özge bir ekmek, buğday aşından pişmiş bir çorbadan
başka yemek, kuru hasırdan başka yatak sokmamıştı. Gerek halifelik günlerinden önce gerek sonra
aynı eski ve partal çarığı giymişti. Yeni bir çarık almak için hakkı olan parayı almak için elini bir defa
dahi devlet hazinesine uzatmamıştı. Onu elinde koca bir çuvaldız ile çarığının yırtık yerlerini yama
yaparken, dikerken görenler hiç de az değildi.
Ne oldu da o asırlara yaslanan tevazuyu, kanaat duygusunu bir anda yitiriverdik?
Çöl sıcağında önüne getirilen bir tas soğuk suyu içmeyi reddederek herkesin içtiği çamurlu ve sıcak
sudan içmek istemesi nedendi Rasul Dostu Ebu Bekir’in (ra)?
Çoklarının aklına bile gelmeyen, hayal burçlarına dahi çıkamamış bir hayatın zebunu olduk. O,
“çokları” diye nitelediğimiz kimseler ki taşı yastık, deriyi katık yapmış, Efendiler Efendisinin iki
dudağı arasından sadır olacak kelimeye bakıyordu. Ne yiyecek yemekleri vardı kaç gündür ne de
içecek suları. Yemek neyse de susuzluk dizlerinden dermanı, gözlerinden feri alıp götürüyordu çölün
uçsuz bucaksız tenhalığına. İşte bu ahval içinde Efendiler Efendisinin ellerinden, mübarek
avucundan su içme saadetine, bahtiyarlığına eren sahabe-yi kiram elbette ki şen ve mutlu idi. Tüm
açlığa, yorgunluğa, uykusuzluğa rağmen mutlu ve huzurlu idiler. Hudeybiye Savaşında bulunan bin
beş yüz sahabenin her biri Efendiler Efendisinin ellerinin çeşme misali akıttığı sudan kana kana içti.
Ne mutlu onlara!
Tüm bu yorgunluk işte bu iltifat, bu mucize karşısında uçup gitmişti.
Ve daha kim bilir kaç gün gözleri uyku görmeyecekti bu, her biri gökteki yıldızlar hükmünde olan
insanların…
İslam’ın en ihtişamlı günlerini, en zengin yıllarını gören Emevi halifesi “dört halife”nin beşincisi
olacak incelikte, takvada idi, Hazreti Ömer bin Abdülaziz… Halası bir gün yeğeni Ömer b. Abdülaziz’i
görmek için sabah vakti evine gider. Onu mutfakta bir küçük çanağın önünde kahvaltı yaparken
bulur. Hazinenin ağzına kadar taştığı, her yanda bolluk ve bereketin olduğu zamanın halifesi
önündeki küçük çanağın içine birazcık zeytinyağı koymuş ve elindeki bir parça ekmeği banarak
kahvaltı yapıyor…
İşin özü ve özeti onların istedikleri; arzuladıkları bütün güzelliği ile karşılarında temessül eden
dünya değildi.
Çorba kâsesine boş gidip gelen kaşıkların şakırtısı bugünlere erişemeyecek kadar geride kaldı.
Günde üç öğün önümüze inip kalkan sofraların altında ezilir olduk.
Hayatına nice kare sığdıran insanoğlu kaç kareyi Allah Rasulüne ayırdı acaba?
Efendiler Efendisine hasretliğimiz ne ölçüde acaba?
Kaç gece bekledik O’nu rüyalarımızı bir defa şenlendirsin diye?
Uğruna mücadele ettiği, canını Uhud’un dağlarına taktığı, kanını akıttığı Kitab’ı kaç gece haşyet
duyguları ile elimize alıp okumaya, anlamaya çalıştık?
Bir defasında Efendimiz, hizmetkârı Sefine’yi İslam’ın Yemen Valisi Muaz bin Cebel’e gönderir. Yolda
Sefine bir aslana rast gelir. Sefine aslana; “Ben Allah Rasulünün hizmetkârıyım” der. Bu söz yeter
aslana. Aslan, uzaklaşır Sefine’den, ilişmez ona.
Efendiler Efendisinin bu dünyadan ayrılıp öteler ötesine gittiği demleri kendine zehir
sayan bir Adbâ vardı. Efendimizin devesiydi Adbâ… Efendimiz vefat edince kimse bu mübarek
deveye ne bir şey yedirebildi ne de su içirebildi? Kederinden yemeyen içmeyen Adbâ ölümü tadınca
Efendiler Efendisine kavuştu…
Efendiler Efendisinin hayatını anlatan siyer kitaplarından öğrendiğimize göre; Hz. Bilâl Habeşi bir
daha ezan okumuyor efendimiz veda ettiği için bu dünyaya…
Geçmişini merak etmeyen, daha doğrusu bilmeyi istemeyen yaşadığı günü de sadece anlık zevklerin
ve gel-git duygularının oyuncağı yapan, geleceğini düşünüp tasalanmak yerine kafayı dağıtmak için
yalancı dostlara sığınan bir nesil inşa edildi farkında olunmadan. Şiddetin, terörün, nefretin ve her
türlü yıkımın tek adresi olarak başıboş kalabalıkları işaret etti durdu etkili ve yetkili ağızlar
televizyonlardan. Çözüm adına ortaya konan devalar da merhem olmaktan ziyade yarayı daha da
azdırıcı endikasyonlar içeriyordu.
Ömer Hayyam’ın;
Bir geçmiş günü beyhûde yâd etme;
Bir gelecek gün için feryâd etme,
Geçmiş gelecek masal hep,
Eğlenmene bak, ömrünü berbâd etme
şiirini, hayat felsefesi olarak benimseyenlerin bugün dünyayı içine çektiği girdaptan binlerce feryâd
yükseliyor maalesef. Her hayatın başka bir hayata eklemli olduğu günümüzde umarsız, hesapsız
giriveriyoruz bir düzine işin içine…
Ecdâdını hatırla! Unuttuğun yeter artık, kalk da temizle çapak tutmuş kalbini… Yıllarca yudumladığın
boz bulanıp sulardan fayda ummayı bir kenara bırakıp Efendiler Efendisinin kendi elinden ikram
ettiği âb-ı hayatı iç kana kana…
Bu dökümanı orjinal adreste göster
Ultra lüks hayatlar istiyoruz!
Download