NUTUK - e-kitap özetlerimizi kullanabilir ve bize yorumlarınızı

advertisement
M. Kemal ATATÜRK
Baykent Bilgisayar
&
Danışmanlık
N U T U K (1919-1027)
(Kitap Özeti)
Düzenleyen:
Dr.Tuğrul BAYKENT
w.ekitapozeti.com
1. BÖLÜM: KURTULUŞUN STRATEJİSİ (Ana Metin S. 1 - 6)
1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Genel durum ve görünüş şuydu:
Osmanlı Devleti'nin içinde yer aldığı grup Dünya Savaşında yenilmiş, koşulları ağır bir
ateşkes anlaşması imzalanmıştı. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi
canlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlardı. Padişah ve Halife olan Vahdettin,
soysuzlaşmış, yalnızca kendini ve tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler
araştırmaktaydı. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet, düşkün, onursuz, korkak, yalnız
padişahın isteğine bağımlı durumdaydı ve Onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi
bir duruma boyun eğmiş bulunuyordu.
İtilaf
Devletleri,
ateşkes
antlaşması
hükümlerine
uymaya
gerek
görmüyorlardı.
Donanmalarıyla askerleri İstanbul'daydılar. Adana ili Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep
İngilizlerce işgal edilmişti. Antalya ve Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da
İngiliz askerleri bulunuyordu. 15 Mayıs 1919'da, yani Samsun'a çıkışımızdan 4 gün önce de
Yunan ordusu İtilaf Devletlerinin onayıyla İzmir'e çıkarılmıştı.
Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar Dünya Savaşının bunca sıkıntı
ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlamakta;
gözleri önünde derinleşen yıkım uçurumunun kıyısında kafaları çıkar yol, kurtuluş yolu
aramakta.
Farkında olmadan başsız kalmış bulunan ulus, karanlık ve belirsizlikler içinde, olupbitecekleri bekliyor. Yıkımın korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, içinde
bulundukları ortama göre kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvuruyorlar.
Ben, Üçüncü ordu müfettişi olarak karargâhımla birlikte Samsun'a çıkmıştım ve doğrudan
doğruya buyruğum altında iki kolordu bulunuyordu.
Benim yetkim, bu iki kolorduya komuta etmekten daha genişti. Ankara'daki 20. Kolordu,
Konya'daki 3. Ordu Müfettişliği, Diyarbakır'daki Kolordu ve bütün Anadolu'daki valilerle
iletişim ve ilişki kurabilecektim.
Beni İstanbul'dan sürüp uzaklaştırmak isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine
şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler.
Benim her ne olursa olsun İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe,
"Samsun ve yöresindeki güvensizliği yerinde görüp önlemek için Samsun'a kadar gitmek" idi.
Ben, bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı olduğunu öne
sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O sırada Genelkurmay'da bulunan ve benim
amacımı bir ölçüye dek sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetkiye
ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Öyle ki, Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu
2
yönergeyi okuduktan sonra imzalamaktan çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir biçimde
mühürünü basmıştır.
Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o
makamda oturan kişiye karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla boyun eğmiş
durumda. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun.
İstanbul'daki kadın-erkek bir takım önde gelen kişiler gerçek kurtuluşu Amerika'nın güdümü
altına girmekte görüyorlardı. Bu görüşte olanlar düşüncelerinde çok direndiler; en doğru
tutumun bu görüşü benimsemek olduğunu kanıtlamaya çok çalıştılar.
Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel
ilke sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen
bütün kafalarda yer etmişti. Özellikle seçkin denilen insanlar böyle düşünüyordu.
Efendiler, bu durum karşısında alınacak bir tek karar vardı. O da, ulusal egemenliğe dayalı,
tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmaktı.
İşte daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğüm ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak
basar basmaz uygulamağa başladığım karar, bu olmuştur.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şuydu:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam
bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlıktan
yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan daha yüksek bir işlem görmeğe layık
olamaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlük
ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.
Oysa Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus
tutsak yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir!
ÖYLEYSE YA BAĞIMSIZLIK, YA ÖLÜM!
İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.
Ayrıca Osmanlı soyunu ve saltanatını sürdürmeğe çalışmak, kuşkusuz Türk ulusuna karşı en
büyük kötülüğü yapmak demekti. Çünkü ulus her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını
sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlığın güvencede olduğu düşünülemezdi.
Halifeliğe gelince, bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında bunun gülünç
sayılmaktan başka bir niteliği kalmış mıydı?
Görülüyor ki verdiğim kararın uygulanmasını sağlamak için, ulusun henüz hazır olmadığı
sorunlara değinmek gerekiyordu..
3
Osmanlı hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak ve
bütün ulus ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türkün bağımsızlığına
saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahla karşı çıkmak ve savaşmak
gerekiyordu.
2. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELENİN ÖRGÜTLENİŞİ (Ana metin S. 6 - 23)
Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu.
21 Mayıs 1919'da Erzurum'da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel
durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu, bu son görevi ulusa ve yurda
karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi belirttim;
bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi söyledim.
Edirne'deki Kolordunun komutanı Cafer Tayyar Paşa'ya 18 Haziran 1919 günü şifreyle
verdiğim yönergede şunları vurguladım:
"Ulusal bağımsızlığımızı boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerine yol açan İtilaf
Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz.
Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir."
Dikkate değer ki ulus, yurdun işgali ve varlığına vurulan bu korkunç darbe karşısında
herhangi bir üzüntü ve yakınma ortaya koymuş değildi. Bu durum ulus adına olumlu olarak
yorumlanamazdı. Onu uyarıp harekete geçirmek gerekiyordu. Bu amaçla 28 Mayıs 1919 günü
Havza’dan valilere, mutasarrıflıklara ve ordu komutanlıklarına şu genelgeyi gönderdim:
"Ülke bütünlüğümüzün korunması için ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi ve
sürdürülmesi gerekir. Bütün ulus kan ağlamaktadır. Katlanması olanaksız bu olayların hemen
önlenmesini beklediğimizi belirtmek üzere, köylere varıncaya dek her yanda büyük ve coşkun
toplantılarla gösterilerde bulunulması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıali'ye etkili
telgraflar çekilmesi çok gereklidir."
Verdiğim bu yönerge üzerine her yerde gösteriler yapılmağa başlandı.
O sırada Sadrazam Ferit Paşa barış görüşmeleri için Paris'e çağrılmış bulunuyordu. Bu
görüşmelerde ulusun nasıl temsil edilmesi gerektiği konusundaki düşüncelerimi belli başlı
bütün komutanlarla sivil yöneticilere ivedi bir şifre telgrafla bildirdim:
"Ulusumuzun kesinlikle savunulmasını istediği haklar özellikle iki noktada önem kazanır:
Birincisi devlet ve ulusun tam bağımsızlığının kesinliği, ikincisi de yurtta çoğunluğun
azınlıklara feda edilmemesi ilkesidir.
Bu konuda Paris'e gitmeğe hazırlanan kurulun görüşü ile ulusal vicdanın kesin isteği arasında
tam bir uygunluk bulunması şarttır. Oysa Sadrazam Paşa hazretleri demecinde bir Ermeni
özerkliği ilkesini kabul etmiş olduğunu bildirdi. Buna karşı Sadrazam Paşa Hazretlerine ve
doğrudan doğruya Padişah Hazretlerine tel yazılarıyla başvurularak tam bağımsızlıkla ulus
çoğunluğu haklarının korunmasının ulusun temel koşulu olduğu bildirilmelidir. Böylece İtilaf
Devletleri bu ilkelerin ulusun isteği olduğunu bilecek ve daha büyük önemle göz önünde
tutacaktır."
Bu genelgemden beş gün sonra, yani 8 Haziran 1919 günü Harbiye Nâzırı beni İstanbul'a
çağırıyordu; ben de Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'yla saptamış olduğumuz gizli şifre
aracılığıyla, İngilizlerin isteği üzerine çağrıldığımı ögreniyordum.
Artık girişim ve işlemlerimin bir an önce kişisel nitelikten çıkarılarak bütün ulusu temsil
edecek bir kurul adına yapılması çok gerekliydi.
Bu nedenle Anadolu ve Rumeli'deki ulusal örgütleri birleştirip bir merkezden yönetmek ve
onlar adına iş görmek üzere Sivas'ta genel bir ulusal kongre toplamak zamanı gelmişti.
Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey'e 21-22 Haziran gecesi Amasya'da yazdırdığım
bildirgenin başlıca noktaları şunlardı:
1- Yurdun bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
4
2- İstanbul'daki hükümet, sorumluluğunun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum,
ulusumuzu yok olmuş gösteriyor.
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kararlılığı ve direnişi kurtaracaktır.
4- Ulusun haklarını dünyaya duyurmak için, her türlü etki ve denetimden bağımsız bir ulusal
kurul kesinlikle gereklidir.
5- Anadolu'nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas'ta
ulusal bir kongrenin
toplanmasına karar verilmiştir.
6- Bunun için her sancakta halkın güvenini kazanmış üç delegenin hemen yola çıkarılması
gerekmektedir.
7- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da Erzurum'da bir kongre toplanacaktır.'
Böylece dört gün önce Trakya'ya bildirmiş olduğum kararı, şimdi Anadolu'ya da
bildiriyordum.
Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul'da bulunan Abdurrahman
Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle
gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım. Bu mektupta
özetle şu noktaları vurguladım:
1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
2. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa
kurtarıcı olur.
3. İstanbul artık Anadolu'ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
4. Size düşen özveri pek büyüktür."
Bir haftalık sıkıntılı bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz 1919 günü, halkın ve
askerin gerçekten içten gelen gösterileri arasında Erzurum'a vardık. Komutan, vali ve Doğu
İlleri Ulusal Haklarını Savunma Derneği Erzurum Şubesi ile görüştüm. İstanbul hükümetince
görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit Beyler, bana katılmak
üzere Erzurum'da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle Onbeşinci Kolordu Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve
karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir
görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan
davranış yolunu anlattım. Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her
olasılığa karşı göze alınması zorunlu özverileri açıkladım. "Ulusal amaç için ortaya
atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray, İstanbul hükümeti ve yabancılardır; ama
bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de gözönünde tutmak gerekir.”
dedim. Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri, ülkede
barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi
sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların
işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış
olurlar.
Ayrıca, söz konusu görev, artık resmi makam ve üniformaya sığınarak el altından
yürütülemez. Açıkça ortaya çıkıp ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun
bu sese katılmasını sağlamak gerekir.
Benim görevden alındığıma ve her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğuma kuşku yoktur.
Benimle açıkça işbirliği yapmak, o sonuçları şimdiden kabul etmek demektir. Ayrıca, söz
konusu durumun gerektirdiği adamın ille benim olabileceğim gibi bir iddia da yoktur. Yalnız,
her halde bu ülke çocuklarından birinin ortaya atılması zorunlu olmuştur. Benden başka bir
arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden istediği yolda
davranmayı kabul etsin" dedim.
Hemen gelişigüzel bir karar almak uygun olmayacağından, bir süre düşünüp özel konuşmalar
yapılabilmesi için görüşmelere son verdiğimi bildirdim.
5
Yeniden toplandığımızda, arkadaşlar işin başında benim bulunmamı istediler. Ben, görevden
ve askerlikten ayrıldıktan sonra da, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi üst komutanmışım gibi
buyruklarımın yerine getirilmesinin başarı için temel koşul olduğunu belirttim. Bu da tam
olarak benimsenip onaylandıktan sonra toplantıya son verildi.
Erzurum'a varışımın ilk günlerinde Kongre'nin toplanmasını sağlayacak önlemleri almaya
önem verildi. Sonunda on üç günlük gecikme ile yeterli delegenin toplanması başarıldı.
Biz bu işlerle uğraşırken, İstanbul'da Harbiye Nâzırlığı ve Padişah İstanbul'a dönmemi
sağlamaya çalışıyordu. "Gelemem!" dedim. En sonunda, 8/9 Temmuz gecesi, Sarayla açılan
bir telgraf başı konuşmasında perde birdenbire kapandı ve bir aydır süren oyun sona erdi.
İstanbul o dakikada resmi görevime son verdi; ben de o dakikada, önce Harbiye Nâzırlığına,
sonra da Padişah'a, görevimle birlikte askerlik mesleğinden de çekildiğimi bildirdim.
Durumu ordulara ve ulusa kendim bildirdim.
Efendiler, Erzurum Kongresinin köklü ve geniş kapsamlı ilke ve kararlarını izninizle
belirtmek isterim:
1- Ulusal sınırlar içinde yurt bir bütündür, parçalanamaz.
2- Her türlü yabancı işgal ve karışmasına karşı ulus direniş ve savunmasını bir bütün olarak
yapacaktır.
3- Osmanlı hükümetinin yurdu ve bağımsızlığı korumaya gücü yetmezse, bu amacı
gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.
4- Ulusal güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.
5- Hristiyan azınlıklara siyasal üstünlük ve toplumsal dengemizi bozacak ayrıcalıklar
verilemez.
6- Yabacı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul olunamaz.
7- Millet Meclisinin hemen toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclisin denetiminde
yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.”
Bu ilke ve kararlar, temel nitelikleri hiç değiştirilmeksizin uygulanabilmiştir.
Sivas Kongre'sinin gündeminde, Erzurum Kongre'si tüzük ve bildirisinin, bir de bizden önce
Sivas'a gelen yirmibeş kadar üyece düzenlenmiş bir önerinin görüşülmesi vardı.
Erzurum Kongresi Tüzüğünü görüşerek hemen sonuca bağladık. Çünkü bu tüzükte yapılacak
değişiklikleri önceden görüşmüş ve üyelerden gerekli olanları aydınlatmıştık.
8 Eylül günü de az önce sözünü ettiğim öneri üzerinde konuşuldu. Bu öneride başlıca
Amerikan güdümü söz konusu ediliyordu.
Efendiler, Sivas Kongresinde yabancı güdümü üzerine birçok kişi söz aldı. Vasıf Bey, "Bir
kez ilke olarak güdümü kabul edelim de, koşulları üzerinde sonra görüşürüz." diyordu.
Ben Başkanlık yerinden şunları söyledim: "Sanırım bu raporda iki görüş var. Birincisi,
devletin iç ve dış bağımsızlığından vazgeçmeyeceği; ikincisi ise devlet ve ulusun dış baskılar
karşısında bir yardım ve desteğe gereksinimi olup olmadığı. Herhalde iç ve dış
bağımsızlığımızı yitirmek istemiyoruz."
Refet Bey ise, bir yandan "Söz olarak güdüm ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir"
derken, öbür yandan şunları ekliyordu: "Diyelim ki biz içerde ve dışarda tam bir bağımsızlık
isteriz. Ama acaba kendi başımıza yapabilecek miyiz? Ondan da önce, acaba bizi kendi
başımıza bırakacaklar mı? Her halde bir Amerika kefilliğini kabul etmek zorundayız.”
9 Eylül Salı günkü Kongre toplantısında da Rauf Bey söz aldı ve aynen şunları söyledi: ‘Yüce
kurulunuz dış yardım ilkesini kabul buyurduysa da, bu yardımı kimden isteyeceğimiz
belirtilmedi. Amerika olduğu üstü örtülü olarak anlatılıyorsa da, bence doğrudan doğruya
adının söylenmesinde bir sakınca olamaz.’
Efendiler, pek uzun ve tartışmalı geçen bu yabancı güdümü görüşmeleri, güdüm isteyenleri
susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi. Hem de bu yolu öneren, yine Rauf
Bey oldu: "Amerika'da bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların yol açtığı
düşünce akımlarını düzeltmek için, her şeyden önce Amerikan Kongresinden ülkemizi
6
inceleyecek ve gerçeği görecek bir kurulu çağırmak." Bu öneri oybirliği ile kabul edildi.
Kongre Başkanlık Kurulunun imzalarıyla bu yolda bir mektup taslağı yazıldığını
anımsıyorsam da, mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi anımsamıyorum. Doğrusu bu
mektuba özel bir önem vermiş de değildim. Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi
boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri kalmıyordum. Ancak, aldığım bütün bilgileri
olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta yarardan çok sakınca görüyordum. İstanbul
hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas'a vali atadığı Ali Galip'i etkisiz kıldık ve
kaçmak zorunda bıraktık. Kısa süre sonra da, ulusal direnişi boğmak amacıyla bu hainlikleri
yapan İstanbul'daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik.
3.BÖLÜM: İSTANBUL’UN ANADOLU’YA BAĞIMLI KILINMASI (ANA METIN,
S.30 - 33)
Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri
kalmıyordum. Ancak, aldığım bütün bilgileri olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta
yarardan çok sakınca görüyordum. Bence en önemli sorun, her güçlüğe ve tehlikeye göğüs
gererek, Sivas Kongresi görüşmelerini bir an önce sonuç verici kararlara ulaştırmak ve bu
kararları ülkede uygulamağa girişmekti. Bu isteğim gerçekleşti. Bütün ülkeyi kapsayan ulusal
örgüt tüzüğünün ve Genel Kongre bildirisinin hemen basılıp dağıtılması için gerekli işler
yapıldı. İstanbul hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas'a vali atadığı Ali Galip'i
etkisiz kıldık ve kaçmak zorunda bıraktık. Kısa süre sonra da, ulusal direnişi boğmak
amacıyla bu hainlikleri yapan İstanbul'daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik.
Efendiler, kaçmakta olan Ali Galip ve işbirlikçilerini izletirken elimize geçen belgeler,
İstanbul hükümetinin yaptığı kötülükleri her türlü açıklamadan daha iyi ortaya koyacak
niteliktedir.
Bu hainliğe girişenlere karşı alınması gerekli tutum bellidir. Ancak açık saldırıdan elden
geldiğince kaçınmak o günün gereği olduğu gibi, gücümüzü birçok hedefe birden çevirmek
yerine bir noktada toplamak da uygun olacaktı. Bu nedenle saldırılacak hedef olarak yalnız
Ferit Paşa hükümetini seçtik ve Padişah'ın da bu işin içinde olduğunu bilmezlikten geldik.
Ferit Paşa hükümetinin gerçekleri Padişah'a bildirmeyerek O'nu aldattığı tezini tuttuk. Bu
düşünceyle Padişaha bir telgraf hazırladık. Burada hükümetin Kongreyi basmaya ve
müslümanlar arasında kan dökmeğe kalkıştığını söyledik; para karşılığında Kürdistan'ı
ayaklandırıp yurdu parçalatmaya giriştiğini anlattık. Ulusun artık İstanbul hükümetine inan ve
güveninin kalmadığını, "Namuslu kişilerden oluşan adaletli bir hükümet kuruluncaya değin,
İstanbul hükümeti ile hiçbir ilişki kurmamaya karar vermiş olduğunu belirttik; ordunun da bu
yolda ulustan ayrılmayacağını bilgisine sunmak zorunda kaldığımızı" yazdık. Telgraf kolordu
komutanlarınca da imzalanmıştı.
11 Eylül günü ve özellikle 11/12 Eylül gecesi, kolordu komutanları her yerde telgrafhanelere
el koymuş, İstanbul'la haberleşmeye çalışıyorlardı. Ama Sadrazam ortadan kaybolmuş
gibiydi. Sonunda Kongre Genel Kurulu adına kendisine şu telgrafı çektik:
"Sadrazam Ferit Paşa'ya,
Yurdun ve ulusun haklarıyla kutsal varlıklarını ayaklar altına alan ve Padişah hazretlerinin
yüksek şeref ve onurlarını kıran aymazca girişim ve davranışlarınız saptanmıştır. Ulusun
Padişahımızdan başka hiçbirinize güveni kalmamıştır. Hükümetiniz ulus ile Padişah arasına
bir dıvar gibi giriyor. Bu yoldaki direnmeniz bir saat daha sürecek olursa, ulus tüm yurdun
yasa dışı hükümetinizle ilgi ve bağını kesecektir. Bu, son uyarımızdır."
Efendiler, bunun üzerine kimi hafif, ama kimi de oldukça ağır karşıt görüşler , direnmeler,
karşı girişimler, dahası gözdağı vermeler oldu.
Meclisin nerede toplanabileceği düşüncesi kafalarımızı uğraştırıyordu.
7
Bu arada hükümet temsilcisi Salih Paşa'yla 20 Ekim 1919 günü Amasya'da görüşmeye
başladık. Biz, ulusal örgütlerin ve Temsil Kurulu'nun İstanbul hükümetince resmi olarak
tanınan bir siyasal varlık olduğunu, görüşmelerimizin resmi olduğunu ve her iki yanı da
bağladığını açıkça ortaya koymak istiyorduk.
Efendiler, Amasya görüşmelerinde Millet Meclisinin İstanbul'da toplanmasının doğru
olmadığı yolundaki görüşümüzü Salih Paşa'ya kabul ettirip onaylattık. Bu görüşü hükümete
kabul ettirmeğe çalışacağını, başaramazsa hükümetten çekileceğini söyledi. Salih Paşa bu
konuda başarı sağlayamamıştır.
Bu arada ulusal örgütün İstanbul merkezinden Kara Vasıf ve Şevket Beyler Meclis'in
kesinlikle İstanbul'da toplanmasını zorunlu görüyorlardı. 7 Kasım'da Kara Vasıf Bey'e ivedi
olarak Sivas'a gelmesini yazdım. O ise 19 Kasım günlü şifresinde "Meclis'i Anadolu'da
toplamak düşüncesinden vazgeçmek bir yurt ödevidir.” diyordu.
Efendiler, çok önemli olan bu toplantı yeri konusunda gerçek eğilimi anlayıp uygulanabilir
olan kararı almak zorunda bulunuyordum. Bu nedenle 15., 20., 12. ve 3. Kolordu
Komutanlarını Sivas'ta bir toplantıya çağırdım. Günlerce süren görüşme ve tartışmalar
sonunda şu karara varıldı:
“Sakınca ve tehlikelerine karşın, hükümet istediği için ve ülkede sarsıntıya yol açmaktan
kaçınmak düşüncesiyle, Millet Meclisinin İstanbul'da toplanması zorunluluğunun kabulü;
ancak Meclis'te ulusal örgütün ilkelerini savunacak güçlü bir grubun oluşturulması, örgütün
hızla güçlendirilmesine çalışılması gibi koşullarla.”
Ben, Meclis'in İstanbul'da saldırıya uğrayacağını ve dağılacağını kesinlikle bekliyordum.
Böyle bir durumda başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve
düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara'da toplanmak..
Efendiler, Meclis 12 Ocak 1920 günü açılmıştı. Yaklaşık 10 gün sonra, Harbiye Nazırı Cemal
Paşa'dan ivedi bir telgraf aldım. İngilizlerin, kendisiyle Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa'nın
görevden alınmasını istediklerini, hükümetin şiddetli biçimde olmaz demekle birlikte boyun
eğdiğini bildiriyor, Anadolu'da da hükümeti güç duruma sokacak davranışta bulunulmamasını
istiyordu.
Sadrazama şunları bildirdim: "İngilizlerin Harbiye Nazırı ile Genel Kurmay Başkanının
değiştirilmelerini istemeleri, devletin bağımsızlığına kesin bir saldırıdır. .. Bu açık saldırıyı
devletçe kabul eder, ulusça da susarsak, siyasal varlığımızla ilgili en kötü kararlara ve işlere
kendimiz yol açmış olacağımıza kuşku yoktur."
Aynı gün durumu bütün komutanlıklara ve bütün milletvekillerine şifreyle şu bildirimi
yaptım: “Devletin siyasal bağımsızlığına karşı kesin bir saldırıda bulunulduğu, Barış
Konferansına, Avrupa uluslarına, islam dünyasına ve yurdun her yanına duyurulmalıdır.
İngilizler saldırıdan vazgeçmezlerse, Meclisin ödevi Anadolu'ya gelmek ve ulusal iradeyi ele
almaktır. Şimdiden gerekli önlemler alınmıştır."
Temsil Kurulu'nun ve Kuvva-yı Milliye'nin çalışmalarını sürdürmesi konusunda kamuoyunu
yoklamak gerekliydi. Kâzım Karabekir Paşa bu konuda, ‘Temsil Kurulu, alınması gerekli
kararları Millet Meclisi'nin namusuna ve yurtseverliğine bırakıp, olayların gidişine bağlı
kalmalıdır.’ diyordu.
Efendiler, biz kuşkusuz olayların gidişine bağlı kalamazdık; yani kendimizi, başımıza ne
gelirse katlanmak gibi bir kaderciliğe bırakamazdık.
İstanbul'da bulunmasını gerekli gördüğüm İsmet Paşa'dan bir şifre telgraf aldım. Telgraf,
şimdiki hükümetin düşürülmesi, Meclisin dağıtılması ve Kuvva-yı Milliye'nin ortadan
kaldırılması gibi amaçlarla, İstanbul'da İngilizlerle birlikte bir dernek kurulduğunu
bildiriyordu; Anadolu'daki Anzavur girişimlerinin bu çalışmalara dayandığını yazıyordu.
3 Mart 1920 günü Rauf ve Kara Vasıf Beyler de, şifre telgraflarında Meclisin dağıtılmasının
kesin olduğunu bildiriyorlar ve Padişah katında etkili olacak önlemlerin Temsil Kurulu'ca
alınmasını istiyorlardı.
8
Efendiler, 1920 Mart'ının 16. günü, şöyle bir tel verildi:
"Ankara'da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Bu sabah Şehzadebaşı'ndaki Mızıka Karakolu'nu İngilizler basmış ve oradaki askerlerle
çarpışmalar olmuştur; şimdi İstanbul'u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize sunulur. Manastırlı
Hamdi"
Efendiler, 16 Martta İstanbul işgal edilir edilmez aldığım önlemlerin en önemlisi, olağanüstü
yetkilere sahip bir meclisin Ankara'da toplanmasıdır.
Açılışının ilk günlerinde Meclis'e, Türkiye'nin izlemesi gereken siyasal ilke konusundaki
görüşlerimi sundum.
Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi. Ben, bu
yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım.
Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar içinde tutup güçlü
bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası,
ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir
gerçektir. İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığı tarihte görülebilmiş değildir.
Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ‘ulusal siyaset'tir: ulusal sınırlarımız
içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak; ulus ve ülkenin
gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve ulaşılamayacak istekler ardında
ulusu uğraştırıp zarara sokmamak; uygar dünyadan uygar ve insanca davranış, karşılıklı
dostluk beklemek.
Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve
halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu
olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve
eğilim, henüz halife-padişahın özürlü olduğu yolundaydı. Meclis'te hemen halife-sultan
makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı.
Hükümet kurulması konusunda bunları gözönünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan
önerimi yazılı olarak Meclis'e sundum. Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye
bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:
1- Hükümet kurmak zorunludur.
2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.
Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği yasal
ilkeler içindeki yerini alır.”
Efendiler, bu ilkelere dayalı bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir: bu, ulusal
egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin
neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi.
Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan
genel güvenini gösterdi. Ayrıca kısa süre içinde Vatan Hainliği Yasasıyla İstiklal
Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.
4. BÖLÜM: ULUSAL BİRLİK VE DAYANIŞMA KORUNARAK İÇ
AYAKLANMALARIN BASTIRILMASI (ANA METIN: S. 50 - 53; 57 - 63)
İstanbul'un işgalinden sonra başlayan yıkıcı akımlar ve ayaklanmalar, hızla yurdun her
yerinde görüldü ve sürdü. İstanbul'da Damat Ferit Paşa yeniden işbaşına getirilmişti. Bu
hükümetin bütün yıkıcı ve hain örgütlerle, bütün düşmanlar ve Yunan ordusuyla yaptığı
işbirliğine de, yurdun her yanına yağdırılan Halife-Padişah fetvası yön veriyordu.
Hainlik, cahillik, kin ve bağnazlık dumanları bütün yurdu koyu karanlıklar içinde bırakıyordu.
Ayaklanma dalgaları Ankara'da karargâhımızın dıvarlarına kadar çarptı. İzmir'den sonra Batı
Anadolu'nun önemli bölgeleri de Yunan saldırıları ile çiğnenmeğe başladı.
9
Ayaklanmaları, Amasya'daki 5. Kafkas Tümeni, Antep bölgesinden getirilen Kılıç Ali Bey
komutasındaki bir ulusal birlik, Sivas'taki 3. Kolordu güçleri, Eskişehir'deki Ethem Bey birliği
ve Bolu dolaylarındaki İbrahim Bey birliği ile bastırmaya çalıştık.
Efendiler, kimi kapalı sorunların kolaylıkla açıklanmasına yarayacağını sandığım için, yüce
kurulunuza bir "Yeşil Ordu"dan söz edeceğim:
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin ve hükümetinin kuruluşundan sonra, Ankara'da "Yeşil
Ordu" adıyla bir dernek kuruldu. Derneğin ilk kurucuları, pek yakın ve bilinen arkadaşlardı.
Amaçları, Osmanlı ordusunun kalıntısı denilebilecek o günlerdeki yorgun, bezgin, devrim
ülküsüne göre yetişmemiş birlikleri bilinçlendirmek, böylece askerlerin halife fetvaları gibi
kışkırtmalara kapılmalarını önlemekti.
Yeşil Ordu örgütünün kurucuları arasına, milletvekili olan Çerkez Reşit Bey'le Çerkez Ethem
ve kardeşi Tevfik Bey de girmişler. Ayrıca, kendilerine bağlı bütün adamları da Yeşil
Ordu'nun sanki temelini oluşturmuşlar.
Çerkez Ethem, bir ulusal birlikle Anzavuru kovalamada, Düzce ayaklanmasını bastırmada
başarılı kimi hizmetler yaptı; bu nedenle Yozgat'a gitmek üzere Ankara'ya çağrıldığında,
hemen herkesçe beğenildi ve övüldü. Kendisini abartılı biçimde öven de kuşkusuz olmuştur.
Ethem Bey ve kardeşlerinin bu alkış ve övgülerden dolayı büyüklendileri, kimi düşlere bile
kapıldıkları, sonraki davranışlarından anlaşıldı. Yozgat ayaklanmasını bastırmağa uğraşırken,
askeri ve ulusal birlik komutanlarına küçültücü ve saldırgan biçimde davrandığı görüldü. Biz
bütün bunlara karşın, bu kardeşleri her zaman yararlanılabilecek durumda bulundurmayı
yeğledik.
Efendiler, bu sırada, bizim düzenli ordu kurma görüşümüze karşı, "milis" örgütü kurma
görüşünü genel bir akıma dönüştürme çabaları ortaya çıktı. Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler,
"Kuvva-yı Seyyare" adındaki güçlerine dayanarak, bu yolda çok ateşli biçimde çalışıyorlardı.
Kuvve-i Seyyare, yani Gezgin Güç komutanlığı, Karacaşehir'de kendine bağlı "Karakeçili"
adında gizli bir birlik kurmuştu; Cephe komutanlığının bundan bilgisi yoktu. Rastlantı sonucu
öğrenip bilgi istediğinde de Ethem Bey cephe komutanının buyruğunu yerine getirmedi.
Cephe komutanlığının, sivil işlere, geri hizmetlere karışılmaması için verdiği genel buyruğa
da uymuyor, Kütahya bölgesinde her şeye karışıyordu.
Cephe komutanı, halkın yakınmaları konusunda kendisine gelen raporların ışığında bir buyruk
yayınlamıştı. Buyrukta, "Hainlikleri ne denli gerçek olursa olsun, hiçbir köy yakılmayacak,
halktan hiçbir kimse, hiçbir birlikçe, hiçbir suçtan ötürü öldürülmeyecektir." deniyordu.
Umum Kuvva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey bu buyruğa da karşı geldi.
Reşit Bey'i yanıma getirttim ve ne istediklerini sordum. "Cephe komutanlarını değiştiriniz"
dedi. "Yerine koyacak adamlarımız yoktur" dedim. "Beni atayınız, ben daha iyi yaparım' dedi.
Ethem ve kardeşlerini izlemek gerektiğini İsmet ve Fahrettin Paşalara bildirdim.
22 Aralık 1920 günü, Reşit Bey'le bakan ve milletvekili arkadaşlardan on beş kişiyi yanıma
çağırdım. Toplantı sonunda Kuvva-yı Seyyare'ye son ve kesin olarak şunların bildirilmesi
karara bağlandı:
"1. Kuvva-yı Seyyare, öbür birlikler gibi emir ve komutaya tam olarak uyacak ve yasa dışı her
türlü taşkınlıktan kaçınacaktır.
2. Kuvva-yı Seyyare kendiliğinden hiçbir yerde ve hiçbir yolla adam toplamayacaktır."
Efendiler, Ethem Bey, bu kararları bildirmek üzere gönderdiğimiz kurulun üyelerini tutuklattı
ve onların adıyla çektiği telgrafta kendi isteklerini yineledi. Bunun üzerine cephe
komutanlarına Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girmelerini emrettim.
Efendiler, bu kardeşler, askerliği çapulculuk, devlet kurup yönetmeyi de şunun bunun suçsuz
çocuklarını kurtulmalık dilenmek için dağa kaldırma haydutluğu sanıyorlardı; utanmaz,
kendini bilmez, herhangi bir düşmanın boğaz tokluğuna casusluğunu, uşaklığını yapacak
kadar alçak ve aşağılık yaratılışlı bu kardeşler, şarlatanlıkları ve yaygaralarıyla bütün bir Türk
yurdunu tedirgin ediyor, Türk ulusunun Büyük Meclisini kendileriyle uğraştırıyorlardı; onları
10
ellerindeki bütün kuvvetler ve dayandıkları düşmanlarla birlikte tepeleyip yola getirmek ve
böylece devrim tarihimizde herkese ders olacak bir örnek vermek zorunlu göründü.
Efendiler, Meclis'in açıldığı günlerde cephelerin durumu ise şöyleydi:
İzmir Yunan cephesinde, iki alaylı 56. tümen, özellikle kolordu komutanı Nadir Paşa'nın
buyruğuyla, onur kırıcı bir biçimde Yunanlılara teslim edilmişti. Bu alaylardan birinin
komutanı olan ve o sırada Ayvalık'ta bulunan Ali Bey, 28 Mayıs 1919 günü Yunan
birliklerine karşı ilk kez cephe kurup savaşa girişti. Bunun üzerine Soma, Akhisar ve
Salihli'de ulusal cepheler kurulmaya başladı. Böylece oluşmaya başlayan Kuzey Cephesinin
komutanlığını Albay Kâzım Bey üstlendi.
Aydın bölgesinde de asker ve halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyorlardı. Bunlar
içinde ad ve kılık değiştirerek o bölgeye gelmiş olan Celal Bey'in çaba ve özverisi anılmaya
değer. Bu arada Ali Bey'in birlikleri Bergama'daki Yunan işgal güçlerini bir baskınla ortadan
kaldırınca, Yunanlılar dağınık ve zayıf birliklerini toplamak gereğini duydular ve Nazilli'yi de
boşalttılar. Böylece 1919 Haziran ortalarında Aydın cephesi de kuruldu. Tümen komutanı
Albay Mehmet Şefik Bey, Kuvva-yı Milliyenin başı ise Demirci Mehmet Efe idi.
Güneyde Fransızlara karşı Adana cephesi açılmış ve ulusal güçler kurularak yiğitçe işe
başlamışlardı. Tufan Bey adıyla eylem yapan Yüzbaşı Osman Bey'in yiğitlikleri anılmaya
değer.
Maraş, Antep ve Urfa'da da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal güçleri
buralardan çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarıların kazanılmasında Kılıç Ali ve Ali Saip
Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım.
Efendiler, bir hafta kadar sonra Kocaeli Komutanlığından aldığım bir telgrafta, "ülkenin
yüksek çıkarlarına ilişkin bir konuda Sadrazam Paşa'nın benimle telgraf başında görüşmek
istediği" bildiriliyordu. Ben, Tevfik Paşa'nın bana değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne
başvurması durumunda dileğinin kabul edilebileceğini bildirdim. Bunun üzerine Tevfik Paşa,
27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bana açık bir telgraf
gönderdi. Telgrafında, "İtilaf Devletleri, 21 Şubatta Londra'da toplanacak konferansa,
Osmanlı delegeleri yanında Ankara'nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar" diyor,
yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu. Tevfik Paşa, ekli şifre telgrafında ise,
Yunanlıların Londra konferansında etkin olmak için İzmir'e ek kuvvetler yolladığı, yakında
bir saldırıda bulunacaklarını bildiriyordu.
Tevfik Paşa'ya şu yanıtı verdim: "Ulusal iradeye dayanarak Türkiye'nin alınyazısını eline
alan yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara'da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet
Meclisi'dir. Türkiye ile ilgili bütün sorunları çözmekle görevli olan ve her türlü dışişlerinde
başvurulması gereken yer, işbu Meclis'in Bakanlar Kurulu'dur. İstanbul'da herhangi bir
kurulun hiçbir bakımdan yasal ve hukuksal niteliği yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan
görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara'da
olduğunu kabul edip bildirmektir."
Tevfik Paşa'ya özel olarak da şu telgrafı çektim: "Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek
iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak
anladığına inanıyoruz.
"Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni
tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin
durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk,
önceden kestirilmesi olanaksız tüm sonuçlarıyla birlikte, doğrudan doğruya Padişah
Hazretlerinin olacaktır.”
Tevfik Paşa bu telimize verdiği yanıtta, ulusun egemenlik haklarını korumak için
harcadığımız emekleri takdir etmekle birlikte, konferansa dolaylı olarak çağrılmamızın doğal
olduğunu bildiriyordu. Birleştiğimiz kamuya duyurulursa, delegelerimizin de ayrı değil,
birleşik sayılacağını savunuyordu. Görüldüğü gibi Tevfik Paşa ve hükümeti, Anadolu’yu
11
eskiden olduğu gibi İstanbul’a bağlamak ve tutsak etmek istiyordu. Tevfik Paşa'ya şu yanıtı
verdim: "Durumun önemi ve koşulların ağırlığı dolayısıyla, sizi ve sayın arkadaşlarınızı ve
özellikle Padişah Hazretlerini her bakımdan bir kez daha aydınlatmamız bir görev oluyor.
Bunun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce konulup uygulanan Anayasanın temel
maddelerini olduğu gibi bildiriyorum: 1- Egemenlik kayıtsız ve şartsız olarak ulusundur.
Yönetim yöntemi, halkın kendi geleceğini doğrudan doğruya kendisinin yönetmesi ilkesine
dayalıdır. 2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük
Millet Meclisi'nde belirir ve toplanır. 3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir.
5. BÖLÜM: TOPYEKÜN SAVAŞ (Ana metin: s. 63; 72-77)
Artık Ethem olayı kalmamıştı. Ordumuzun içinde bulunan düşman, kovularak kendi
cephesine sürülmüştü. Gerçekten de bir gün sonra, yani 6 Ocak günü Yunan ordusunun tümü,
bütün cephede her noktadan saldırıya geçti. Bizim Gediz’deki önemli güçlerimiz, Eskişehir
üzerinden bu düşman birliklerini karşıladı ve yendi. Devrim tarihimize Birinci İnönü zaferini
yazdı.
27 Şubat - 12 Mart 1921 arasında toplanan Londra Konferansı olumlu hiçbir sonuç vermedi.
İtilaf Devletleri, yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda
iken, Yunanlılar bütün ordusuyla, bütün cephelerimizde saldırıya geçti. Şimdi izin verirseniz
size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım:
İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi birliklerimiz Eskişehir'in kuzey-batısında toplanmıştı.
Kararımız, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti. 28 Mart günü sağ kanadımıza saldıran
düşman, önemli yerel başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bunlar
da düşman yararına sonuçlandı.
Bundan sonra sıra bize geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı
yenerek geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü
zaferi yazıldı.
İkinci İnönü Savaşından üç ay kadar sonra, Yunan ordusu, 10 Temmuz 1921 günü yeniden
genel saldırıya geçti. Bu süre içinde genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek,
makineli tüfek ve top sayısı bakımından bizim ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. İç olaylar,
bizim genel seferberlik yapmamıza ve ulusun tüm kaynaklarını düşman karşısında toplamaya
elvermemişti. Bu nedenle askerlik açısından temel ödevimiz, yine "her Yunan saldırısı
karşısında direnerek, saldırıyı durdurmak ve boşa çıkartmak"tı. Bu düşünceyle 18 Temmuz
1921 günü İsmet Paşa'nın Eskişehir güneydoğusundaki karargâhına giderek durumu
inceledim ve İsmet Paşa'ya şu genel talimatı verdim: "Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde
topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya büyük aralık bırakalım ki, orduyu toparlayıp
güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya'nın doğusuna dek çekilebilirsiniz. Bu yolda
davranmamızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi düşmana bırakmaktan
dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz
başarılarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini duraksamadan
uygulayalım; başka türden sakıncalara karşı koyarız."
Efendiler, düşündüğüm manevi sakıncalar gerçekten de hemen görüldü. İlk etkiler Meclis'te
belirdi. Özellikle karşıtlarımız, karamsarlık dolu söylevlerle "Ordu nereye gidiyor? Ulus
nereye götürülüyor? Bu durumun sorumlusu yok mu? O nerededir?" diye bağırmaya
başladılar. "Bugünkü acıklı ve korkunç durumun gerçek sorumlusunu ordunun başında
görmek isterdik!" diyorlardı.
Bunların anlatmak istedikleri kişinin ben olduğum kuşku götürmezdi. Bunu anlar anlamaz, 4
Ağustos 1921 günü yapılan gizli oturumda kürsüye çıkarak, üyelerin bana gösterdikleri
yakınlık ve güvene teşekkür ettim ve başkanlık katına şu önergeyi verdim:
"Meclis'in saygıdeğer üyelerinin genel istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul
ediyorum. Bu görevi kişisel olarak üstlenmemin sağlayacağı yararları en kısa zamanda elde
12
edebilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkilerini eylemli olarak kullanmak
koşuluyla üstleniyorum. Yaşamım boyunca ulusal egemenliğin en sadık bir hizmetkârı
olduğumu ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle
sınırlanmasını ayrıca isterim."
Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünenlerin gizli düşüncelerini açığa
vurmalarına yol açtı. Hemen karşı çıkışlar başladı. "Bir kez Başkomutanlık sanını vermeyiz."
diyorlardı. Ben, direndim. Durum olağanüstü olduğuna göre, benim alacağım kararların ve
yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması gerekeceği kuşku götürmezdi. 5 Ağustos
1921 günü oybirliğiyle kabul edilen yasa, bana şu yetkiyi veriyordu:
"Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek ölçüde arttırmak ve yönetimini
bir kat daha sağlamlaştırmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bununla ilgili yetkisini
Meclis adına eylemli olarak kullanabilir."
Bu maddeye göre, benim vereceğim buyruklar yasa olacaktı.
Bunun üzerine yaptığım konuşmanın bir iki cümlesini yinelememe izin vermenizi rica ederim.
Dedim ki:
"Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan
inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu tam inancımı yüce
kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilân ederim."
Efendiler, Başkomutanlığı eylemli olarak üzerime aldıktan sonra, ordunun insan ve taşıt
gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri
almak üzere Ankara'da bir kaç gün çalıştım. 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde "Ulusal Vergi
Buyruğu" adı altında yaptığım bildirimleri, bir savaşın kazanılabilmesi için ne denli küçük
şeyleri bile dikkate almak gerektiğini anlatabilmek amacıyla, bilginize sunmaya değer
görürüm:
Bu buyruklarımla örneğin her ilçede birer "Ulusal Vergi Kurulu" kurdum. Yurtta her evin
birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Ulusal Vergi Kuruluna vermesini
emrettim. Tüccar ve halkın elindeki çamaşırlık bez, kaput bezi, pamuk, yün ve tiftik, her türlü
kışlık-yazlık kumaş, kösele, astarlık, meşin, çarık, potin, demir, çivi, nal ve nal demiri, yem
torbası, yular, belleme, kaşağı, semer ve urganların yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere
elkoydum. Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık
hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumun yine yüzde kırkına,
parası sonradan ödenmek üzere elkoydum.
Buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemelerini
Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme
kurdurdum.
12 Ağustos 1921 günü de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı'da
cephe karargâhına gittim.
Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara'nın 50
kilometre güneyine değin çekilmişti. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma çizgilerimiz
yer yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın yerde yeniden oluşturuluyordu. Bunun
için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı ve bunda diretip üstelemeyi yararlı ve etkili
buldum. Dedim ki:
“Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı
yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük, her birlik
bulunduğu yerden atılabilir; ama küçük, büyük, her birlik ilk durabildiği noktada yeniden
düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.”
İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre, her adımda en büyük özveriyi gösterdi ve üstün
düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu saldırıyı sürdüremeyecek bir duruma
düşürdü.
13
Savaş durumunun bu aşamasını sezinler sezinlemez, hemen karşı saldırıya geçtik. Yunan
ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı. 13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının
doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı. Böylece 23 Ağustostan 13 Eylüle değin
yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız süren Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı, yeni Türk
devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan büyük bir meydan savaşı örneği yazdı.
Bilirsiniz ki savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün maddi ve
manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için Türk ulusunu,
düşüncesi ve duygusuyla, cephedeki ordu kadar savaşla doğrudan doğruya ilgilendirmeliydim.
Yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında olan bütün ulus bireyleri,
silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti. Bütün
maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına adamakta ağır davranıp özen göstermeyen
uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başaracaklarına inanmış sayılamazlar.
6. BÖLÜM: SÖMÜRGECİLERİN ULUSAL DİRENİŞİ TANIMASI (Ana metin: s.: 6465; 70; 77-78)
Tevfik Paşa, 27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bana açık bir
telgraf gönderdi. Telgrafında, "İtilaf Devletleri, 21 Şubatta Londra'da toplanacak konferansa,
Osmanlı delegeleri yanında Ankara'nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar" diyor,
yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu.
Tevfik Paşa'ya şu yanıtı verdim: "Ulusal iradeye dayanarak Türkiye'nin alınyazısını eline alan
yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara'da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet
Meclisi'dir. İstanbul'da herhangi bir kurulun hiçbir bakımdan yasal ve hukuksal niteliği
yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına
başvurulacak yasal hükümetin Ankara'da olduğunu kabul edip bildirmektir."
Tevfik Paşa'ya özel olarak da şu telgrafı çektim: "Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek
iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak
anladığına inanıyoruz.
"Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni
tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin
durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk,
önceden kestirilmesi olanaksız tüm sonuçlarıyla birlikte, doğrudan doğruya Padişah
Hazretlerinin olacaktır.”
Tevfik Paşa 27 Ocak günlü telgrafındaki görüşleri yeniden bildirince, Bakanlar Kurulu adına
Fevzi Paşa imzasıyla verdiğimiz yanıtta şunları istedik:
"1- Londra Konferansına katılacak Türkiye Delegeler Kurulu, yalnız Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümetince seçilip gönderilecektir.
2- Bizim göndereceğimiz bu kurulun, bütün Türkiye çıkarlarını temsil edecek tek kurul
olduğunu da İtilaf Devletlerine bildireceksiniz.
3- Bu kesin ve değişmez kararlara uymazsanız, ülkenin ve ulusun esenliği adına doğacak
tarihsel sorumluluk tümüyle kurulunuzun olacaktır."
Efendiler, Dışişleri Bakanı olan Bekir Sami Bey'in başkanlığında bağımsız bir delegeler
kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere
Roma'ya gönderildi. Kurul, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, konferansa resmi
olarak çağrıldığımız kendilerine bildirildikten sonra, Londra'ya gitmiştir.
Efendiler, Londra Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul
Başkanı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet
adamlarıyla buluşup konuşmuş, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış
bulunuyordu. İtilaf Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri
hükümetimizin uygun görüp onaylaması olanaksızdı.
14
Açıkça söylemeliyim ki, Bekir Sami Bey'in bu sözleşmelerle Ankara'ya dönmüş olması, beni
olağanüstü şaşırtmıştır. Kendisi, imzaladığı sözleşmelerin ülkenin yüksek çıkarlarına uygun
olduğunu söylüyor, bunu Meclis'te de savunup kanıtlayabileceğini öne sürüyordu. Görüşünün
yanlış ve mantıksız olduğunda kuşku yoktu. Meclis'te onaylanmak şöyle dursun, kendisinin
Dışişleri Bakanlığından düşürüleceği kesindi. Ama o günlerin koşulları, Meclis'i siyasal
görüşme ve tartışmalara boğmaya elvermediği için, Bekir Sami Bey'e görüşlerinin yersizliğini
kendim söyledim ve bakanlıktan çekilmesini istedim. Bekir Sami Bey bu önerimi kabul etti ve
çekilme yazısını verdi.
Efendiler, Sakarya zaferinden sonra Batı ile kurduğumuz olumlu ve verimli ilişki, 20 Ekim
1921'de imzalanan Ankara Anlaşması'dır. İkinci İnönü zaferinden sonra Rusya ile Moskova
Anlaşması imzalanmış ve Doğudaki durumumuz açıklığa kavuşmuştu. İtilaf devletlerinden de
ilkelerimizi kabul edebileceklerle anlaşmayı istiyorduk. Özellikle Adana, Antep ve dolaylarını
yabancı işgalinden kurtarmak bizim için önemliydi.
Bu illerimizi işgal eden Fransızların da türlü nedenlerle bizimle anlaşma eğiliminde oldukları
anlaşılıyordu. Bu başarılar üzerine Fransızlar 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki
kurup görüşme yolları aradılar. Fransa hükümeti, eski bakanlarından Bay Franklen-Buyon'u
önce özel olarak Ankara'ya gönderdi. İlk toplantımızda kendisine, bizim için temel noktanın
Ulusal And'ın kapsamı olduğunu bildirdim. "Yeni bir Türkiye devleti doğmuştur; bu yeni
Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır." dedim
Uzun görüşme ve tartışmalardan sonra Ulusal And'ın tüm maddeleri birer birer okunarak
görüşüldü ve tartışıldı. Üzerinde en çok durulan madde, yabancılara tanınmış olan
ayrıcalıkların kaldırılarak tam bağımsızlığımızın tanınması maddesi oldu. Franklen-Buyon, bu
sorunların incelenip düşünülmeğe değer olduğunu söyledi. Buna yanıt olmak üzere özetle
şunları söyledim: "Tam bağımsızlık, bizim bugün bütün ulusa ve tarihe karşı üstlendiğimiz
görevin asıl ruhudur. Bütün ulus bireyleri, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanıp, sonuna
dek kanını akıtmağa karar vermiştir: O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanıp korunmasıdır.
"Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, mali, ekonomik, yargısal, askeri, kültürel, vb. her
alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde
bağımsızlıktan yoksun olmak, ulusun ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından
yoksun olması demektir."
Bay Franklen-Buyon bu sözlerim karşısında ciddi ve içtenlikli olarak kimi görüş ve
düşünceler belirtti; bunun bir zaman sorunu olduğunu söyledi. Ankara'ya gelen bir Fransız
kuruluyla önce 20 günlük bir ateşkes anlaşması yaptık.
Ne bekleniyordu? Belki de beklenen, Türk ulusal varlığının Birinci ve İkinci İnönü'den sonra,
daha büyücek bir başarı ile pekiştirilmesiydi. Gerçekten de Bay Franklen-Buyon'un
imzalayacağı Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Savaşı'ndan 37 gün sonra, 20 Ekim
1921'de oluşan bir belgedir.
Bu anlaşma ile siyasal, ekonomik, askeri ve öbür alanların hiçbirinde, bağımsızlığımızdan
hiçbir ödünde bulunmaksızın yurdumuzun değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu
anlaşmayla Batı devletlerinden biri, ilk kez olmak üzere, ulusal isteklerimizi tanıyıp
onaylamış oldu.
Büyük Millet Meclisi hükümetinin dışişleriyle ilgili ilk kararı da, Moskova'ya bir kurul
göndererek Rusya ile ilişki kurmak olmuştu. Moskova Antlaşmasının ön imzası 24 Ağustos
1920'de yapılmış, kesinleşmesi ise 16 Mart 1921'e kalmıştır.
7. BÖLÜM: İLK ZAFER: DOĞU ANADOLU’NUN KURTARILIŞI (Ana metin, s.: 5456)
Efendiler, yüce kurulunuza Doğu cephemizden de biraz bilgi vereceğim: Büyük Millet
Meclisi İkinci Başkanı ve Erzurum Milletvekili olan Celalettin Arif Bey, 15 Ağustos 1920
günü, sürekli başağrısı gerekçesiyle Meclis'ten iki ay izin aldı. Erzurum milletvekillerinden
15
Hüseyin Avni Bey'in de kendisiyle birlikte gönderilmesini istiyordu. Hüseyin Avni Bey'in
herhangi bir özrü yoktu; kendisini ben özel bir görevle gönderdim.
Erzurum'a varan Celalettin Arif Bey, bana, 10, 15 ve 16 Eylül günlerinde, Erzurum halkı
arasında büyük kaynaşma olduğunu bildiren şifre telgraflar göndermeğe başladı. Doğudaki
kolordumuzda korkunç bozulmalar ve yolsuzluklar varmış. Halk, kendisinin oraya gitmekte
olduğunu öğrendiği için beklemeğe başlamış. Yakınmalar dikkate alınmazsa Ankara'ya olan
güven ortadan kalkabilirmiş. Buna karşı halk ile görüşerek eski Adana valisi Nâzım Bey'in
Erzurum valiliğine getirilmesine karar vermişler; bu hükümetçe onaylanıncaya kadar da vali
vekilliğini kendi üzerine almış
Doğrusu Efendiler, ben bu bildirilenlere hiç inanmadım. Celalettin Arif ve Hüseyin Avni
Beylerin birer yol bulup Ankara'dan Erzurum'a gitmeyi sağlamış olmalarını anlamlı buldum
ve şaştım. Üstelik ayni günlerde Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa da,
Celalettin Arif Bey'in Doğu İlleri Valiliğine atanmasını önermekteydi; bu kişinin, kendi
komutasındaki ordunun büyük yolsuzluklara ve bozukluklara batmış olduğunu söyleyerek
kendi tutumundan yakındığını bilmiyor görünüyordu.
Efendiler içinde bulunduğumuz durum çok önemli ve ağırdı. Durumu asıl ağırlaştıran neden,
ayni günlerde Doğu Cephesinde Ermenilere karşı saldırıya geçmeğe karar vermiş ve hazırlığa
geçmiş olmamızdı. Bunun için hazırlanmakta ve önlemler almakta idik. Doğu Cephesi
Komutanına da gerekli buyruklar verilmişti. Hükümetin Adalet Bakanı ise, ileriye yürütülen
bu ordunun sözde hırsızlığını, görevlilerinin yolsuzluklarını ortaya çıkarmak üzere ve yasadışı
bir yolla vali-vekilliğini üstleniyordu! Beraberinde götürdüğü Erzurum milletvekili Hüseyin
Avni Bey ise, Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur'a gönderdiği şifre telde şunları söylüyordu:
"İslam halkına zulüm yapan Ermeniler karşısında ordunun yüreksizlik göstermesi ve
yolsuzluklara meydan verilmesi, pek kötü etki yapmış ve her özveriye katlanan Erzurum
halkını ayaklanmaya götürmüştür. Kâzım Paşa'da Doğu işlerini yönetebilecek güç
bulunmamaktadır."
Efendiler, Celalettin Arif Bey, ancak Büyük Millet Meclisi ordusunun Ermenilerle yapılan
savaşı kazandığını gözleriyle gördükten sonra, Hüseyin Avni Bey'le Erzurum'dan ayrılmıştır.
Meclis'te de karşıt tutum takınarak ve Kâzım Karabekir Paşa'ya saldırılarda bulunarak Meclisi
çok oyalamışlardır.
Efendiler, Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde yaptıkları
genel saldırıda başarı sağladılar. Doğu Cephesinin bu hoş olmayan raporunu okurken,
Celalettin Arif Bey'in de ayni günlü ultimatomunu alıyordum!
Ermeniler geri püskürtüldüler. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri yürüyüşe geçti. O gün de
Erzurum'dan elli imzalı telgraf Ankara'ya saldırıyordu. Ne kötü rastlantı!.. Sanki bu baylar,
bize karşı Ermenilerle sözleşmiş gibi!..
Ordu 29 Eylülde Sarıkamış'a girdi; Göle alındı. Ama bir ay burada kaldı. Buna Celalettin Arif
Bey ve arkadaşlarının yarattığı durumun yol açtığını kestirebilirsiniz. Nitekim Kâzım
Karabekir Paşa, 30 Eylül günlü şifresinde, Celalettin Arif Bey'e aynen şunları yazacaktır:
"Erzurum halkı adına kırk-elli imzayla çekilen açık telgraf, dış düşmanların milyonlar
harcayarak elde edemeyeceği bir belgedir!"
Efendiler, savaş alanında buyruk bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim günü Kars üzerine
yürüdü. Düşman direnmeksizin Kars'ı bıraktı. 7 Kasım'da birliklerimiz Arpaçay'a kadar olan
bölgeyi ve Gümrü'yü aldı. Ermeniler bir gün önce savaşı bırakmak ve barış yapmak için
başvurmuşlardı. Görüşmeler sonunda Gümrü Andlaşması imzalandı. Bu, Ulusal Hükümet'in
yaptığı ilk andlaşmadır. Ermenistan, Gümrü andlaşmasıyla, Osmanlı Devleti'nin 1877
savaşında yitirmiş olduğu yerleri de bize, ulusal hükümete bırakmış ve aradan çıkarılmıştır.
8 Şubat 1921 tarihinde de Türkiye - Gürcistan andlaşması için görüşmeler başladı ve
verdiğimiz kesin bir ültimatom üzerine Ardahan ve Artvin'i geri aldık.
16
8. BÖLÜM: ULUSAL MÜCADELENİN LİDER KADROSU
(Ana metin, s.: 6-7; 11; 9-10; 18-20; 32; 40-41; 50; 70)
Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu.
21 Mayıs 1919'da Erzurum'da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel
durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu bildirdim; bu son görevi ulusa
ve yurda karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi
belirttim; bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi, bir an önce Erzurum'a gitmek
istediğimi söyledim; beni şimdiden aydınlatacak konular varsa bildirilmesini rica ettim.
23 Mayıs 1919 günü Ankara'daki 20. Kolordu Komutanına, Samsun'a geldiğimi, kendisiyle
daha sıkı ilişki kurmak istediğimi bildirdim.
Trakya'daki askeri güç ve komuta durumunu bilmiyordum. Edirne'deki Kolordunun komutanı
Cafer Tayyar Paşa'ya 18 Haziran 1919 günü şifreyle verdiğim yönergede şunları vurguladım:
"Ulusal bağımsızlığımızı boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerine yol açan İtilaf
Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz.
Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir.”
“Trakya ve Anadolu'daki ulusal örgütleri birleştirmek ve ulusun sesini bütün gürlüğü ile
dünyaya duyurmak üzere güvenilir bir yer olan Sivas'ta birleşik ve güçlü bir kurul
oluşturulması kararlaştırılmıştır.
Bağımsızlığa ulaşıncaya değin bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma and içtim. Artık
benim için Anadolu'dan ayrılmak söz konusu olamaz."
27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum'a doğru yola çıkıldı.
25 Haziran'a dek Amasya'da kaldım. O günlerde İçişleri Nazırı olan Ali Kemal Bey, benim
görevime son verildiğini, artık hiçbir isteğimin yerine getirilmemesini bildiren bir şifre
genelge yayınlamıştı; ulusal direniş örgütlerinin de halkı haraca kesen, boş yere kırdıran, yasa
dışı kurullar olduğunu söylüyordu.
Ali Kemal Bey'in genelgesi görevlilerin ve halkın kafasını gerçekten karıştırmıştı. Ulusal
girişimi baltalayıcı gösteri ve etkinliklerin en önemlisi Sivas'ta düzenlenmeye başlamıştı.
İstanbul hükümetinin Elazığ valisi olarak gönderdiği Kurmay Albay Ali Galip, Sivas'ta benim
'hain, başkaldırmış, zararlı bir kimse' olduğum yolunda dıvarlara yaftalar yapıştırmış. Vali
Reşit Paşa'ya da, ben Sivas'a gelir gelmez kollarımı bağlayıp tutuklaması gerektiğini
söylemiş.
25 Haziran günü Sivas'ta bir takım uygunsuz olaylar olduğunu öğrendim. Beşinci Tümen
Komutanının seçme subay ve erlerden kurulu bir atlı piyade birliği hazırlayıp Sivas'a
göndermesini sağladım. Oraya gidişimizin hiçbir yere bildirilmemesi, Amasya'da da
açıklanmaması için gerekli önlemi aldım. Öyle ki Sivas'a hareket ettiğimi bildiren telin de,
ben Sivas'a vardığım sırada valinin eline geçecek bir saatte çekilmesini düzenledim.
Sivas'ta Ali Galip Beyle Reşit Paşa, bana karşı ne yapılması gerektiğini tartışırlarken, Reşit
Paşa'ya Sivas'a geldiğimi bildiren telgrafımı verirler. Reşit Paşa teli Ali Galip Bey'e uzatır ve
"İşte kendisi geliyor; buyurun tutuklayın!" der. Ve saatine bakarak ekler: "Geliyor değil,
gelmiş olacaktır!"
Bunun üzerine Ali Galip, "Ben tutuklarım dedimse, kendi ilim içinde tutuklarım demek
istedim." deyince toplantıda bulunanları bir heyecan kaplar. Hep birden, "Haydi öyleyse
karşılamaya gidelim!" diyerek toplantıya son verirler.
Sivas'a vardığımızda, caddenin iki yanı büyük bir kalabalıkla dolmuş, askeri birlikler tören
duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek askeri ve halkı selamladım.
Bu görünüş, Sivas'ın saygıdeğer halkının ve Sivas'ta bulunan yiğit subay ve erlerimizin bana
ne denli bağlılık ve sevgi duyduğunu gösteren canlı bir tanıktı.
Sivas'ta örgütlenme ve nasıl davranılacağı konularında gerekenlere yönerge verdikten sonra,
hiç uyumadan geçen 27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum'a doğru yola çıkıldı.
17
İstanbul hükümetince görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit
Beyler, bana katılmak üzere Erzurum'da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle On beşinci Kolordu
Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı
Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey
arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel
durumu ve tutulması zorunlu olan davranış yolunu anlattım. Bu arada en elverişsiz durumları,
genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa karşı göze alınması zorunlu özverileri açıkladım.
"Ulusal amaç için ortaya atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray, İstanbul
hükümeti ve yabancılardır; ama bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de
göz önünde tutmak gerekir. Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri,
ülkede barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi
sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların
işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış
olurlar.”
Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul'da bulunan Abdurrahman
Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle
gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım. Bu mektupta
özetle şu noktaları vurguladım:
"1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
2. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa
kurtarıcı olur.
3. İstanbul artık Anadolu'ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
4. Size düşen özveri pek büyüktür."
25/26 Temmuz tarihinde Bekir Sami Bey, Amasya'dan bana bir görüşünü iletiyordu. Bekir
Sami Bey diyordu ki "Bağımsızlık istenmeğe ve yeğ tutulmağa değer. Ancak tam bağımsızlık
isteyecek olursak, ülkemizin birçok parçalara ayrılacağı kesindir. Belli bir süre için
Amerika'nın güdümünü istemeği, ulusumuz için en yararlı çözüm yolu olarak kabul
ediyorum. "
Derken Efendiler, Kara Vasıf Bey bir kez daha söz alarak "Bütün devletler bizi bağımsız
bırakacaklarını söyleseler bile yine güdümsüz yapamayız” dedi.
Efendiler, Meclis'in toplanma yeri konusunda o güne değin örgütümüzden gelen yanıtlar dört
görüşün varlığını gösteriyordu: İstanbul dışında, İstanbul'da, İstanbul yakınlarında ve
hükümet uygun bulursa İstanbul dışında.
Ben, Meclis'in İstanbul'da saldırıya uğrayacağını ve dağılacağını kesinlikle bekliyordum.
Böyle bir durumda başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve
düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara'da toplanmak..
İşte bu görevi yaparken, ulusun yanlış anlamasına yol açmamak için bir önlem de
düşünmüştüm: Meclis başkanlığına seçilmek. Amacım, dağıtılacak olan milletvekillerini,
Meclis Başkanı niteliği ve yetkisiyle yeniden toplanmaya çağırmaktı.
Gerçekte İstanbul'a gitmeyecektim. Ama bunu açığa vurmadan zaman kazanacaktım.
Bana bu yolda çalışacaklarına söz vererek İstanbul'a giden arkadaşlardan bir-ikisi dışında
hiçbirisi bu konudan söz bile etmediler.
Efendiler, o günlerde Trakya'nın durumuna da bir göz gezdirelim:
Derneğimizin Trakya Merkez Kurulu'na ve oradaki Kolordu Komutanına verdiğimiz yönerge,
Trakya'nın geleceğinin bütün ülkenin geleceğiyle birlikte düşünülebileceği ilkesine dayalıydı.
Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, yalnız orası için önerilecek hiçbir çözüm yolu
kabul edilmeyecekti. Trakya'daki komutanın kararının da böyle olduğu bildirilmekteydi. Ama
son zamanlarda komutan Cafer Tayyar Paşa, yabancıların verdiği güvence üzerine yapılan bir
18
çağrıyı kabul edip İstanbul'a gitmiş, ancak dönüşünden sonra durumu bize bildirmişti.
Anlaşıldığına göre, Doğu Trakya'nın yalnız başına varlığını koruyamayacağı, ancak Batı
Trakya'yla birlikte bir yabancı yönetim altında yaşayabileceği düşünceleri aşılanmıştı.
Herhalde moral yıkıcı bir takım propagandalar yapılmıştı.
Cafer Tayyar Paşa da Trakya'ya döndükten sonra kolordunun komutasını üzerine almamış.
Böylece Trakya'nın geleceği, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.
20 Temmuz'da Tekirdağ'a bir tümen çıkarıp Edirne yönünde yürümeğe başlayan Yunan
ordusu, birlikleriyle daha önce Edirne'ye gelmiş olan Şükrü Naili Bey'in uyanıklık ve
direnciyle durdurulabildi. Ne var ki Cafer Tayyar Paşa, kendi birlikleriyle ilişki kurmadı;
kendisi Havza yakınlarında atla dolaşıyorken, birliklerinin bir bölümü ile düşmana tutsak
oldu; geri kalan birlikleri ise Bulgarıstan’a sığındı. Trakya da baştan başa Yunanlıların eline
geçti.
Efendiler, Trakyanın özel güçlükler ve koşullar içinde bulunduğuna kuşku yoktu. Ama bu
özellik ve güçlükler, hiçbir zaman Trakya'daki ordunun, askerliğin ve yurtseverlik namusunun
gereklerini yerine getirmesine engel olamazdı. Eğer bu yapılmamış ise, ulus ve tarih önünde
bunun tek sorumlusu Cafer Tayyar Paşa'dır. Tarihte bütün bir yurdu, çok üstün düşman
güçleri karşısında, son avuç toprağına değin yiğitçe ve namusluca savunup, yine de varlığını
koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta
edenlerde, komutanlık etme niteliği bulunsun! Lafla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine
kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz.
Efendiler, bir komutanın tutsak düşmesi de anlayışla karşılanabilir; ancak askerlik görev ve
gereklerini yapıp uygulamakta elindeki gücü, son süngü ve son soluğa dek kullandıktan sonra,
kendi kanını akıtmak fırsatını bulamadan düşman eline düşerse...
Bir Türk komutanının, herhangi bir kötü rastlantı ve şanssızlık sonucu bile olsa, ordusunu
kullanmaksızın düşmana tutsak olmasını biz anlayışla karşılasak da, tarih bunu hiç bağışlamaz
ve bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek kuşaklara ileteceği sözler ve uyarmalar
işte budur!
Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve
halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu
olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Efendiler, Londra
Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul Başkanı ve Dış İşleri
Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup
konuşmuş, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu. İtilaf
Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri hükümetimizin uygun
görüp onaylaması olanaksızdı.
9. BÖLÜM: TBMM’NİN AÇILMASI VE YENİ DEVLETİN ÖRGÜTLENİŞİ
(Ana metin, s.: 49-50; 71; 66)
Efendiler, açılışının ilk günlerinde Meclis'e, Türkiye'nin izlemesi gereken siyasal ilke
konusundaki görüşlerimi sundum.
Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi. Ben, bu
yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım.
Osmanlı Padişahları hem Avrupa'yı, hem İslam dünyasını buyruğu ve yönetimi altına almak
amacını güttü. Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar
içinde tutup güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır.
Dahası, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu
bir gerçektir. İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığı tarihte görülebilmiş
değildir.
Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ‘ulusal siyaset' tir: Ulusal
sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak;
19
ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve
ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak; uygar dünyadan
uygar ve insanca davranış, karşılıklı dostluk beklemek.
Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve
halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu
olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve
eğilim, henüz halife-padişahın özürlü olduğu yolundaydı. Meclis'te hemen halife-sultan
makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı.
Hükümet kurulması konusunda bunları göz önünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan
önerimi yazılı olarak Meclis'e sundum. Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye
bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:
“1- Hükümet kurmak zorunludur.
2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.
3- Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir güç yoktur.
Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis'in düzenleyeceği yasal
ilkeler içindeki yerini alır.”
Efendiler, bu ilkelere dayalı bir hükümetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir: bu, ulusal
egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin
neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi.
Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan
genel güvenini gösterdi. Ayrıca kısa süre içinde Vatan Hainliği Yasasıyla İstiklal
Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.
Efendiler, bütün grupların ve Meclis üyelerinin çoğunun bu iki ilke üzerinde birleşmelerini
sağladım. Ama ikinci noktayı anlamlı bulanlar oldu. Bunlar, düşüncelerini açığa vurmamakla
birlikte, bu noktadaki anlam ve amacın gerçekleşmemesi için hemen işe koyulmakta
gecikmediler. Erzurum milletvekili Hoca Raif Efendi ve kimi arkadaşları örgütümüzün
Erzurum Merkez Kurulu'nun adını "Muhafaza-i Mukaddesat", yani “Kutsal Değerlerin
Korunması” derneği olarak değiştirmeye kalkıştılar. Ben bunu öğrenince hemen Doğu
Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'nın dikkatini çektim ve adı geçenleri bu tür
girişimlerden vazgeçirmesini rica ettim.
Meclis, açıldıktan dört ay sonra, "Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluş ve Niteliğine İlişkin
Yasa" başlıklı bir tasarı hazırladı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni olağan dışı
koşulların ürünü, dolayısıyla geçici sayıyordu. Kimi Meclis üyeleri daha da ileri giderek,
Meclis'in yetki ve görevlerini belirten birinci maddeye "Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına
.. değin" yolunda açıklık getirilmesini istiyorlardı. 'Halife ve Padişah vardır ve var olacaktır.
Bu makam işler duruma getirilinceye kadar, Ankara'ya toplanmış olan bir takım kişiler, geçici
önlemlerle çalışacaklardır' demek istiyorlardı.
Buna karşı olan görüşte ise açıklık yoktu. "Padişahlık ulusa geçmiştir; Padişahlık kalmamıştır.
Halifelik de Padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur" diye
apaçık konuşulamıyordu. Otuz yedi gün süren tartışmalar sonunda, 25 Eylül 1920 günü, bir
gizli oturumda bu konuda kimi açıklamalar yapmayı yararlı gördüm ve başlıca şu düşünceleri
belirttim: "Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi olan yüce Meclis'in, yurt ve ulusun
bağımsızlığını, yaşamını güvenceye almaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla bu denli çok
ilgilenmesi sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha bağlılığı dile getirmek ise, bu
kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları araçtır. ‘Öyleyse
O'nu yerinden indirip hemen başkasını seçeriz’ demek istiyorsanız, bugünkü halife ve padişah
haklarından vazgeçmeyerek bildiğiniz çalışmalarını sürdürebilir; o zaman ulus ve yüce
Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunuyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye çağını mı
yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir; çözümü bugünün işlerinden
değildir."
20
10. SEVR VE LOZAN KARŞILAŞTIRMASI (Ana metin, s.: 96 -98)
24 Temmuz 1923 günü Lozan'da imzalanan andlaşma, 24 Ağustos 1923 günü Meclis'te
onaylandı.
Efendiler, Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra, düşman devletler Türkiye'ye dört kez barış
önermişlerdir. Bunların birincisi Sevr tasarısıdır. İkincisi, Birinci İnönü Savaşından sonra
yapılmıştır ve büyük ölçüde Sevr tasarısını olduğu gibi yineleyen öneridir. Üçüncü öneri,
Sakarya zaferi ve Türk - Fransız Ankara Anlaşmasından sonra yapılmıştır. Sevr'den yola
çıkma ilkesinden vazgeçmekle birlikte, ulusal amacımızı gerçekleştirecek nitelikten uzaktı.
Dördüncü barış önerisi ise Lozan Andlaşmasının imzasıyla sonuçlanmıştır. İtilaf devletlerinin
Türkiye'ye uygulamak istedikleri koşullarla, ulusal eylem sonunda elde ettiğimiz sonuç
arasındaki farkı açıkça belirtmek için, Sevr ile Lozan arasında bir karşılaştırma yapmak
yararlı olacaktır:
Ülke sınırları açısından, Sevr Trakya sınırımızı Çatalca yakınından geçiriyorken, Lozan'da
Meriç nehri sınır oldu. Sevre göre İzmir bölgesinde Türkiye egemenlik hakkının
kullanılmasını Yunanistan'a bırakacak, bölge meclisi de beş yıl sonunda İzmir bölgesini
Yunanistan'a katabilecekti. Lozan'da böyle bir şeyin sözü bile edilmemiştir. Suriye sınırı,
Sevre göre Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Gaziantep, Urfa ve Mardin'in epey
kuzeyinden geçiyordu. Lozan'da, 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması'ndaki gibi kaldı.
Sevr, Kafkasya'da Türk Ermeni sınırının saptanmasını Amerikan Cumhurbaşkanı Vilson'a
bırakmış, O da Giresun'un doğusundan, Erzincan'ın batı ve güneyinden Bitlis ve Van gölü
güneyine giden çizgiyi sınır olarak göstermişti. Lozan'da bu sorun ortadan kalkmıştır.
Sevr, Boğazlarda asker bulundurma ve askeri hareketler yapma yetkisini yalnız İtilaf
Devletlerine tanıyordu. Lozan'a göre hiçbir yerde İtilaf devletlerinin işgal kuvveti kalmadı.
Sevr, Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Suriye ve Irak arasında bir özerk Kürt bölgesi
öngörüyordu. Lozan'da elbette söz konusu ettirilmemiştir.
Sevr, Fransa ve İtalya'ya sömürü bölgeleri tanımaktaydı. Lozan'da söz konusu bile
edilmemiştir.
Sevr, andlaşma doğru uygulanmazsa İstanbul'un bile bizden alınmasını kabul ediyordu.
Lozan'da böyle bir şey söz konusu değildir.
Sevr İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, hatta Ermenistan ve Yunanistan'a yargısal, ekonomik
ve mali ayrıcalıklar tanıyorken, Lozan bu gibi bağlayıcı hükümlerin tümünü kaldırmıştır.
Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Andlaşması, Türk ulusuna yüzyıllardanberi hazırlanmış ve
Sevr Andlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastin yıkılışını anlatan bir belgedir.
Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir!
11. CUMHURİYET’İN YAPILANMASI (1) (Ana metin, s.: 85 - 87; 92; 100-101)
İtilaf Devletleri bizi 28 Ekim 1922'de Lozan'da barış konferansına çağırdılar. Ama hâlâ
İstanbul'da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa çağırıyorlardı.
Bu ortaklaşa çağrılma olayı, kişi saltanatının kaldırılması işlemini kesin bir sonuca
bağlamamıza yol açtı.
Efendiler, bilindiği gibi saltanat ve Halifelik, önemli sorunlardan sayılmaktaydı. Bunu
doğrulayan bir anımı bilginize sunayım: 1 Kasım 1922 gününden önce, Meclis çevrelerindeki
karşıtlarımız, benim saltanatı kaldıracağım yolunda kaygılı ve heyecanlı propaganda
yapıyorlardı. Bir gün Rauf Bey, benimle önemli bir takım işleri görüşmek istediğini, akşam
Refet Paşa'nın Keçiören'deki evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf
Bey'in önerisini kabul ettim. Rauf Bey özetle şunları söyledi: 'Meclis, saltanatın, belki
halifeliğin de kaldırılmak istendiği kaygısı içinde üzgündür. Sizden ve sizin gelecekte
21
alacağınız durumdan kuşkulanmaktadır. Bu nedenle Meclise ve ulus kamuoyuna güvence
vermeniz gerektiğine inanıyorum.'
Rauf Bey'e saltanat ve halifelik konusundaki düşüncesinin ne olduğunu sordum. "Ben" dedi,
"saltanat ve halifelik makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam
Padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin önde gelen adamları arasında yer almıştır.
Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye
bağlı kalmak ise eğitimimin gereğidir. Bir de bizde toplumu düzen içinde tutmak güçtür; bunu
ancak herkesin gözünde erişilemeyecek kadar yüce bir makam sağlayabilir. O makam da
saltanat ve halifeliktir. Bu makamları kaldırıp yerine başka nitelikte bir varlık koymak, yıkıma
yol açar."
Karşımda oturan Refet Paşa'ya düşüncesini sordum. O da "Bizde Padişahlık ve Halifelikten
başka yönetim biçimi söz konusu olamaz. Rauf Bey'in bütün düşünce ve görüşlerine
katılırım" dedi.
Fuat Paşa ise Moskova'dan yeni geldiği için konu üzerinde kesin bir düşünce öne
süremeyeceğini söyledi.
Ben kendilerine, "Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis'te kimilerinin kaygı
ve heyecan duymasına da yer yoktur." dedim.
Efendiler, Rauf Bey, belki de kimi kişilerin gözünde üstlenmiş olduğu görevi yapmıştı. Ben
de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin aşamasını, açıkladığım gibi yerine getirmiştim.
Ama genel görevimin gerektirdigi asıl işi yapma zamanı geldiğinde hiç duraksamadım.
Saltanatı halifelikten ayırıp önce saltanatı kaldırmaya karar verdiğim zaman, Rauf Bey'i
Meclis'teki odama çağırdım ve Keçiören'deki toplantıda sabahlara dek dinlediğim görüşlerini
hiç bilmiyormuşum gibi, kendisinden şunu istedim: 'Halifeliği ve saltanatı birbirinden
ayırarak saltanatı kaldıracağız! Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!" Rauf
Bey'le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine aynı
amaçla çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı yolda konuşmasını rica
ettim.
Efendiler, Rauf Bey kürsüde bir iki kez konuştu ve dahası, saltanatın kaldırıldığı günün
bayram kabul edilmesini de önerdi.
Konu üzerinde 30 Ekim 1922 günü Meclis'te görüşmeler başladı. İstanbul'da hükümet adını
takınan adamların Vatan Hainliği Yasasına göre cezalandırılmasını isteyen önergeler verildi.
Sonunda Efendiler, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını, yeni bir Türkiye Devletinin
doğduğunu, Anayasa gereğince egemenlik haklarının ulusta olduğunu belirten bir önerge
hazırlanıp seksenden çok arkadaşa imzalatıldı. Bu önergede benim de imzam vardır.
1 Kasım 1922 günü konu, Anayasa, Din işleri ve Adalet komisyonlarının bir arada
yapacakları karma komisyona verildi. Din İşleri Komisyonundan gelen hoca efendiler,
herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak Halifeliğin Padişahlıktan ayrılamayacağını öne
sürdüler. Bu savları çürütüp tersini savunacak özgür düşünceliler ortaya çıkar görünmedi.
Sonunda Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üzerine çıkarak yüksek
sesle şunları söyledim: "Efendim, egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye,
bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik, saltanat, güçle, erkle,
zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı.
Şimdi de Türk ulusu, bu saldırganlara artık yeter diyerek, ayaklanarak, egemenlik ve
saltanatını doğrudan kendi eline almış bulunuyor. Burada toplananlar, Meclis ve herkes
konuyu doğal görürse, kanımca uygun olur. Yoksa gerçek yine yolu yordamıyla anlatılacaktır.
Ama belki bir takım kafalar kesilecektir." Bunun üzerine Ankara milletvekillerinden Hoca
Mustafa Efendi, "Bağışlayınız efendim," dedi, "biz konuyu başka açıdan düşünüyorduk;
açıklamalarınızdan aydınlandık." Konu Karma Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı.
Saygıdeğer Efendiler, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla uzun söyleşiler
yaptım. 7 Aralık 1922 günü de Ankara basını aracılığıyla "Halk Fırkası" adında bir siyasal
22
parti kurmak istediğimi bildirerek, program konusunda bütün yurtseverlerle bilim adamlarının
yardım ve katkılarını diledim. Sonunda 8 Nisan 1923'te, görüşlerimizi dokuz ilkede saptadım.
Bu program bugüne değin yapıp sonuçlandırdığımız bütün sorunları içeriyordu. Ancak
programa yazılmamış kimi önemli sorunlar da vardı. Örneğin Cumhuriyet'in ilanı, Halifeliğin
ve Din İşleri Bakanlığının kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi..
gibi.
Bakanlar Kurulunun hergün temelsiz bir takım nedenlerle düzenli çalışmaktan
alıkonulduğunu görünce, uygun zamanını beklediğim bir düşünceyi uygulamaya sıra geldiğini
anladım. Kemalettin Sami ve Halit Paşa'ları akşam yemeğine çağırdım. İsmet Paşa ile Milli
Savunma Bakanı Kâzım Paşa'ya ve Fethi Bey'e de benimle gelmelerini söyledim. Çankaya'da
beni görmek için bekleyen Rize Milletvekili Fuat ve Afyon Milletvekili Ruşen Eşref Beyleri
de yemeğe alıkoydum.
Yemek yenirken, "Yarın Cumhuriyet ilân edeceğiz!" dedim. Oradaki arkadaşlar hemen
düşünceme katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan başlayarak nasıl davranılacağı
konusunda kısa bir program saptayarak arkadaşlara görev verdim.
İsmet Paşa Çankaya'da konuktu. O'nunla yalnız kalınca bir yasa tasarısı hazırladık. Bu
tasarıda 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa'nın devlet biçimine ilişkin maddelerini şöylece
değiştirmiştim:
Birinci maddenin sonuna, "Türkiye Devleti'nin hükümet biçimi cumhuriyettir." cümlesini
ekledim.
Üçüncü maddeyi şöyle değiştirdim: "Türkiye devleti, Büyük Millet Meclisi'nce yönetilir.
Meclis, hükümetin yönetim dallarını bakanlar kurulu aracılığıyla yürütür."
8. ve 9. maddeler şöyle olacaktı: “Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Genel Kurulunca ve kendi üyeleri arasından, bir seçim dönemi için seçilir.”
"Cumhurbaşkanı, başbakanı Meclis üyeleri arasından seçer. Öbür bakanları da başbakan, yine
Meclis üyeleri arasından seçtikten sonra, hepsini Cumhurbaşkanı ve Meclis'in onayına sunar."
Saygıdeğer Efendiler, önerimi 29 Ekim günü Halk Fırkası Meclis Grubu Genel Kurulu
toplantısında açıkladım.
Önerimin niteliği anlaşıldıktan sonra tartışmalar başladı. Konuşanlardan muhalif olanlar,
“Anayasa'yı değiştirme yetkimiz yoktur; öneri parti grubunda değil, genel kurul açık
oturumunda ve özgürce görüşülmelidir" diyorlardı. Yunus Nadi, Vehbi, Halil, Hamdullah
Suphi ve Seyyit Beyler, Anayasa'da değişiklik yapmaya yetkili olduğumuzu söylediler. İsmet
Paşa, “Bütün dünya bizim bir hükümet biçimini görüştüğümüzü biliyor. Bunu bir sonuca
bağlamamak, güçsüzlüğü ve dağınıklığı sürdürmekten başka bir şey değildir.”dedi; “Ulus,
egemenliğine ve geleceğine kendisi el koymuştur. Öyle ise bunu yasa ile belirtmekten niçin
çekiniyoruz?“ diye sordu.
Rahmetli Abdurrahman Şeref Bey de konuşmasında, "'Egemenlik sınırsız ve koşulsuz olarak
ulusundur' dedikten sonra, kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyettir. Ama bu ad kimilerine
hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!" dedi.
Tasarı Meclis Genel Kurulunda ivedilikle görüşülerek, birçok milletvekilinin "Yaşasın
Cumhuriyet!" diye alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi. Ondan sonra Cumhurbaşkanı
seçimi yapıldı. Oylamanın sonucunu Başkanlık makamında bulunan İsmet Bey şöylece
bildirdi: "Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı seçimi için yapılan oylamaya 158 kişi katılmış ve
Cumhurbaşkanlığına yüz elli sekiz üye oy birliğı ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal
Paşa Hazretlerini seçmişlerdir."
Efendiler, seçimden hemen sonra Mecliste yaptığım konuşmada, şunları vurguladım:
"Saygıdeğer arkadaşlarım, ulusumuzun dünya çapında olağanüstü olaylar karşısındaki gerçek
uyanıklığının belgesi olan Anayasa değişikliği tasarısını kabul etmekle, Türkiye devletinin
ötedenberi dünyaca bilinen, bilinmesi gereken niteliğini, uluslararası adıyla adlandırdınız..
23
Efendiler, yüzyıllardan beri Doğuda haksızlığa ve kıyıma uğratılan ulusumuz, Türk ulusu,
doğasından gelen niteliklerden yoksun sayılıyordu. ... Ulusumuz sahip olduğu nitelikleri ve
değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına daha kolay gösterebilecektir. Türkiye
Cumhuriyeti, dünyadaki yerine yaraşır olduğunu başaracağı işlerle kanıtlayacaktır."
Meclis'in Cumhuriyeti kabul kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 8.30'da verildi. Durum o
gece bütün ülkeye bildirildi ve her yerde, gece yarısından sonra 101 kez top atılarak halka
duyuruldu.
Efendiler, Cumhuriyetin ilânı bütün ulusu sevindirdi. Her yerde parlak gösterilerle sevinçler
açığa vuruldu. Yalnız İstanbul'daki iki - üç gazete ile İstanbul'da toplanan bir takım kişiler,
ulusun içten gelen sevincine katılmakta duraksadılar; kaygıya düştüler; Cumhuriyetin ilanına
önayak olanları eleştirmeğe başladılar.
Efendiler, Rauf Bey de bu konuyla ilgili olarak gazetecilerle bir konuşma yapmıştı. Rauf Bey,
"Ad değiştirmekle ya da üst tabakada biçim değiştirmekle gerçek gereksinimler karşılanmış
olmaz." diyerek Cumhuriyetten söz etmek bile istemiyordu.
Efendiler, bireysel saltanat kaldırılınca, devlet başkanlığının Halifelik makamında sürmekte
olduğu görüş ve inancında olanlar, Cumhuriyetin ilânı gününe kadar umut içinde
yaşamaktaydılar. Bundan dolayı Rauf Bey'in, devlet başkanlığını Halife'de saydığına kuşku
yoktur. İşte Cumhuriyetin ilânı üzerine, Rauf Bey'i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa ve
tepkiye götüren gerçek neden, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının getirilmiş
olmasıdır.
O günlerde İstanbul'da bulunan ordu müfettişlerimiz de gazetelere demeçler vererek, türlü
nedenlerle düzenlenen ziyafetlerde söylevler çekerek duygularını belirtiyorlardı.
Cumhuriyetin ilânı üzerine İstanbul'da kimi kişiler Halifeye de bir rol yaptırmak hevesine
kapıldılar.
Tanin Gazetesi yazarı Lutfi Fikri Bey şunları yazıyordu: "Şaşarak ve üzülerek görüyoruz ki,
bugün Türkü çekemeyen dışardan kimseler değil, biz Türkler kendimiz, bu Halifelik
hazinesini elimizden temelli çıkaracak girişimlerde bulunuyoruz! Gönlünde gerçek ulusluk
duygusu olan her Türk, halifeliğe dört elle sarılmak zorundadır." Oysa Efendiler, yabancılar
Halifeliğe saldırmıyorlardı; ama Türk ulusu saldırıdan kurtulamıyordu. Çanakkale'de,
Suriye'de, Irak'ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar Müslüman
uluslardı. Türk ulusuna daha kolay saldırabilmek için Halifeliğin devamı tercih ediliyordu.
12. CUMHURİYET’İN YAPILANMASI (2) (Ana metin, s.: 103-109)
Efendiler, her sorunda ve her uygulamada kendisinden söz ettiren Halifeye ve Halifeliğe bir
kez daha değineceğim. 1924 yılı başında yapılacak ordu savaş oyunları dolayısıyla iki aya
yakın süreyle İzmir'de kaldım.
22 Ocak 1924 günü İsmet Paşa'dan aldığım şifre telgraf, Halife adına kendisine bir başvuru
yapıldığını bildiriyordu. Bu başvuruda kimi gazetelerin Halifenin kişiliğine ve makamına
yönelik eleştirilerinden yakınılmaktaydı; İstanbul'a giden hükümet ileri gelenlerinin ve resmi
kurulların Halifeyi ziyaret etmemesinden üzüntü duyulduğu bildirilmekteydi.
Bu tele aynı gün makina başında verdiğim yanıtta şunları belirttim: "Basındaki olumsuz
yayınlar, Halifenin kendi tutum ve davranışından ileri gelmektedir. Cuma alayları, yabancı
devlet temsilcileriyle ilişki kurma, gösterişli geziler ve saray yaşamı bunun örnekleridir.
“Türkiye Cumhuriyeti ileri gelenlerinin ya da resmi kurullarının kendisiyle görüşmesini
istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık saldırıdır. Halife ve bütün dünya kesin olarak
bilmelidir ki, Halifelik makamının gerçekte ne din ne de siyaset açısından hiçbir varlık nedeni
yoktur.”
Bu yazışmadan sonra İsmet Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa da İzmir'e
gelmişlerdi. Zaten orada bulunan Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa'nın da katılımıyla
toplandık. Hepimiz Halifeliğin kaldırılması gerektiği görüşünde birleştik. Aynı zamanda
24
Dinsel İşler ve Vakıflar Bakanlığı da kaldırılacak, eğitim ve öğretim de birleştirilecekti. 1
Mart 1924 günü Büyük Millet Meclisi'nin beşinci çalışma yılı dolayısıyla yaptığım
konuşmada bu üç noktayı vurguladım.
3 Mart günü Meclis'e üç yasa tasarısı sunuldu:
1- Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına çıkarılması önerisi;
2- Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genel Kurmay Bakanlığı'nın kaldırılması önerisi;
3- Eğitim ve Öğretimin birleştirilmesi önerisi.
Öneriler görüşülmege başlandığında ilk karşı çıkış Kastamonu Milletvekili Halit Bey'den
geldi. Ona bir iki kişi daha katıldı. Önerileri destekleyen pekçok milletvekilleri de görüşlerini
belirttiler. Rahmetli Seyyid Bey'le İsmet Paşa'nın bilimsel ve inandırıcı konuşmaları her
zaman için okunmaya değer. Görüşme ve tartışmalar beş saate yakın sürdü ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi 429, 430 ve 431 sayılı yasaları kabul etti.
Bu yasalarla:
"Türkiye Cumhuriyetinde insanlar arası ilişkileri düzenleyecek yasaları yapıp yürütmeğe
Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkili" kılındı; Din işleri ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı.
Türkiye'deki bütün bilim, eğitim ve öğretim kurumları, bütün medreseler Milli eğitim
Bakanlığına bağlandı.
Halife yerinden indirildi, Halifeliğe son verildi; yerinden indirilen Halife ile Osmanlı
Hanedanının bütün üyelerinin, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı sonsuza değin
kaldırıldı.
Efendiler, Halifeliğin korunmasında dinsel ve siyasal yarar bulunduğunu sanan kimi kişiler,
Halifelik görevini kendi üzerime almamı önerdiler. Bu gibilere hemen, gerekli olumsuz yanıtı
verdim. Bunlardan Antalya Milletvekili Rasih Efendi de, gezdiği ülkelerdeki müslüman
halkın benim Halife olmamı istediğini söylüyordu. Kendisine şunları söyledim: "Siz din
bilginisiniz. Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kıralları,
imparatorları bulunan uyrukların, bana getirdiğiniz dilek ve önerilerini nasıl kabul edebilirim?
Kabul ettim desem, onların başındaki kişiler bunu kabul eder mi? Yapacak işi ve anlamı
olmayan, kuruntu ürünü böyle bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?"
Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslüman halkı, önem ve anlamdan yoksun
bir Halife konusuyla uğraştırıp kandırmaya çalışanlar, yalnız ve ancak müslümanların,
özellikle de Türklerin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik
ve aymazlık belirtisidir. Müslümanları ve Türk ulusunu bu düşük düzeyde saymak ve
Müslümanlık dünyasının vicdan temizliğinden, yaratılış inceliğinden alçakça ve canice
amaçlar için yararlanmayı sürdürmek, artık o kadar kolay olmayacaktır. Utanmazlığın da bir
sınırı vardır!
13. BÖLÜM: MİLLİ MÜCADELE İÇİNDE MİLLİ EGEMENLİK KARŞITLARI (Ana
metin, s.: 94-95; 90-92)
Meclis, açıldıktan dört ay sonra, "Büyük Millet Meclisi'nin Kuruluş ve Niteliğine İlişkin
Yasa" başlıklı bir tasarı hazırladı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni olağan dışı
koşulların ürünü, dolayısıyla geçici sayıyordu. Kimi Meclis üyeleri daha da ileri giderek,
Meclis'in yetki ve görevlerini belirten birinci maddeye "Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına
.. değin" yolunda açıklık getirilmesini istiyorlardı.
Buna karşı olan görüşte ise açıklık yoktu. "Padişahlık ulusa geçmiştir; Padişahlık kalmamıştır.
Halifelik de Padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur" diye
apaçık konuşulamıyordu. Otuzyedi gün süren tartışmalar sonunda, 25 Eylül 1920 günü, bir
gizli oturumda bu konuda kimi açıklamalar yapmayı yararlı gördüm ve başlıca şu düşünceleri
belirttim:
"Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi olan yüce Meclis'in, yurt ve ulusun bağımsızlığını,
yaşamını güvenceye almaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla bu denli çok ilgilenmesi
25
sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha bağlılığı dile getirmek ise, bu kişi haindir;
düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları araçtır. ‘Öyleyse O'nu yerinden
indirip hemen başkasını seçeriz’ demek istiyorsanız, bugünkü halife ve padişah haklarından
vazgeçmeyerek bildiğiniz çalışmalarını sürdürebilir; o zaman ulus ve yüce Meclis, asıl
amacını unutup halifeler sorunuyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye çağını mı yaşayacağız?
Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir; çözümü bugünün işlerinden değildir."
Efendiler, bu açıklamamdan bir hafta önce, 13 Eylül'de ben de Meclis'e bir tasarı vermiştim.
İşte siyasal, toplumsal, yönetsel ve askeri görüşleri özetleyen bu tasarı, bundan dört ay sonra
kabul edilecek olan ilk Anayasanın kaynağı olmuştur.
Muhaliflerimiz saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü alamıyorlardı.
Bütün Meclisi ve ulusu bize karşı kışkırtmak istiyorlardı.
2 Aralık 1922 günü, Meclis’te İkinci Başkan Dr. Adnan Bey, Seçim Yasası Komisyonunun
görüşülmeğe değer bulduğu bir değişiklik önergesi bulunduğunu bildirdi. Kimi üyeler
okunmasını istediler. Başkan ise, 'okunmadan komisyona gönderilmesi geleneğimiz gereğidir'
diyordu. Ben önergede yazılı olanları öğrenmiştim. Başkandan söz isteyerek şunları söyledim:
"Bu yasa tasarısı özel bir amaç gütmekte ve doğrudan doğruya beni ilgilendirmektedir.
Öneriye göre Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilebilmek için, Türkiye'nin bugünkü sınırları
içindeki yerler halkından olmak ya da seçim çevresi içinde yerleşmiş olmak gerekir. Göçmen
olarak gelenler ise, bir yere yerleştirilmelerinin üzerinden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler."
"Ne yazık ki doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim
bölgesinde beş yıl oturmuş da değilim. Doğum yerim bugünkü ulusal sınırların dışında
kalmıştır, ama bunda benim hiçbir sorumluluğum yoktur. Eğer düşmanlar amaçlarına tam
olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan Efendilerin doğum yerleri de
sınırlar dışında kalabilirdi.
"Bundan başka, beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da bu yurt
uğrunda yaptığım hizmetler yüzündendir. Eğer bir yerde beş yıl oturmak zorunda
bulunsaydım, İstanbul'u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafartalar savunmalarını
yapmamam gerekirdi; Bitlis ve Muş'u aldıktan sonra Diyarbakır'a doğru yayılan düşmanın
karşısına çıkmamam, Bitlis'i ve Muş'u kurtarmak gibi bir önemli yurt ödevimi yapmamam
gerekirdi; Suriye'yi boşaltan orduların yıkıntısından Halep'te bir ordu kurarak düşmana karşı
savunmamam ve bugün "ulusal sınır" dediğimiz sınırı eylemli olarak çizmemem gerekirdi.
"Sanıyorum ki ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilmektedir. Sanıyordum ve sanıyorum ki
yabancı düşmanlar bana suikast yapmak yoluyla da beni yurdumdaki hizmetimden
alıkoymaya çalışacaklardır. Ama Yüce Meclis'te, iki - üç kişi bile olsa, aynı düşüncede kişiler
bulunabileceğini hiçbir zaman ne düşünebilir, ne de tasarlayabilirdim. Bunun içindir ki, ben
anlamak istiyorum, bu efendiler seçim bölgeleri halkının gerçekten düşünce ve duygularını mı
dile getiriyorlar? Ulus bu efendilerle aynı düşüncede midir? Efendiler, beni yurttaşlık
haklarımdan yoksun kılmak yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen,
yüce kurulunuza, bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve yanıt
istiyorum!"
Bu sözlerim ajansta ve basında yer aldı. Yurdun bütün seçim bölgelerindeki gerçek
seçmenler, yani halk, hemen Meclis Başkanlığına protestolar yağdırdılar.
Meclis, 1 Kasım 1922 günü, kişisel egemenliğe dayalı hükümet biçiminin 16 Mart 192O'den
başlayarak sonsuza değin tarihe karıştığını bildirmişti. Bunun üzerine bir takım Şükrü
Hoca'lar, "Halifelik demek hükümet demektir" savını ortaya atmışlardı. Meclis'in, ulusun
ortadan kaldırdığı kişisel egemenliği, halifelik makamında sürdürmek, halifeyi padişah yerine
koymak tutkusuna kapılmışlardı.
26
Efendiler, Halife bulunan kişiyi de umuda düşürecek bu açık bağlılık gösterileri dikkati
çekiyordu; gizli olarak ulaştırılan bağlılık bildirimleri ise daha çokmuş. Bunlara bir örnek,
İstanbul ve Trakya'daki görevli temsilcimiz Refet Bey'in, Halife'ye "Konya" adlı bir at
sunmak üzere O'nunla şifreli iletişim kurmasıdır. Refet Bey'in şifre telgrafındaki şu cümleler
ilginçtir: "Kendilerine bağlı bir eski asker olarak bu savaş armağanının kabul edilmesini, rica
ederim... En içten kulluk duygularıyla ellerinden öptüğümün Halife Hazretlerine
duyurulmasını dilerim."
Halife adına verilen yanıtta da şunlar vardı: "Halife Hazretlerine Peygamberin Vekili
olduğunu bildirdiğinizden dolayı.. Tanrı gölgesi ve Peygamber Vekilinin özel selamını ve
hayır dualarını müjdelerim efendim."
Efendiler, yüzyıllardanberi olduğu gibi bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından
yararlanarak, bin türlü amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanlar ne
yazık ki bulunuyor. İnsanlıkta dine ilişkin duygu ve bilgiler, her türlü anlamsız inançlardan
arınarak, gerçek bilim ve tekniklerin ışıklarıyla dupduru olup yetkinleşinceye kadar, din
oyunu oynayanlara her yerde rastlanacaktır.
Halifelik konusunda her gittiğim yerde halka açıklamalarda bulundum ve kesin olarak dedim
ki: "Ulusumuzun kurduğu yeni devletin geleceğine, işlemlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa
olsun hiç kimseyi karıştırmayız. Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını
koruyor ve sonsuza kadar koruyacaktır."
"Ulusumuz yüzyıllarca bu boş görüşlerle hareket ettirildi. Ama ne oldu?" diye sordum. "Her
gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu
çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Suriye'yi, Irak'ı korumak için, Mısır'da barınabilmek
için, Afrika'da tutunabilmek için kaç insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu,
görüyor musunuz?” Ulusa şunu da söyledim ki, kendimizi dünyanın egemeni sanmak
aymazlığı artık sona ermelidir. Dünyadaki gerçek yerimizi, dünyanın durumunu tanımamak
aymazlığı yüzünden ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir!
14. BÖLÜM: CUMHURİYET’E KARŞI KOMPLO (Ana metin, s.: 109-116)
Şimdi saygıdeğer Efendiler, isterseniz size büyük bir komployu anlatayım.
26 Ekim 1924 günü geç vakit, Birinci Ordu Müfettişi Kâzım Karabekir Paşa'nın görevinden
çekildiğini bana bildirdiler. Müfettiş Paşa çekilme dilekçesinde, görevini milletvekili olarak
daha büyük bir vicdan rahatlığı içinde yapabileceğine inandığından, Ordu Müfettişliğinden
çekildiğini belirtiyordu.
30 Ekim günü de Fuat Paşa'nın Ankara'ya geldiğini öğrendim. Kendisini akşam yemeğine
Çankaya'ya davet ettim; geç vakte kadar bekledimse de gelmedi. Kendisini aratırken
öğrendim ki, Fuat Paşa'yı Ankara'ya varışında Rauf Bey karşılamış. Genel Kurmay Başkanı
Fevzi Paşa'yla görüştükten sonra, çıkarken emir subayına "Milletvekilliği görevime
başlayacağımdan, İkinci Ordu Müfettişliği görevimden bağışlanmamı dilerim" diyen
dilekçesini bırakmış.
Milletvekilliğinden çekildiğini Meclis Başkanlığına bildirmiş olan Refet Paşa'nın bu
başvurusu ise Rauf Bey tarafından geri aldırılmıştı.
18 Ekim günü, birbuçuk ay süren bir yurt gezisinden Ankara'ya dönüşümde beni karşılayanlar
arasında Rauf ve Adnan Beyleri görememiştim. Oysa dargınlık belirtisi sayılabilecek böyle
bir davranışlarını beklemiyordum.
Efendiler, bir komplo karşısında bulunduğumuzu düşünmekte bir saniye bile duraksamadım.
Durum şuydu: Bir yıldan beri, yani Rauf Bey'in Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekilişinden
beri, Rauf Bey'le Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşa'lar ve başkaları arasında bir düzen
düşünülmüştür. Bunda başarı sağlayabilmek için orduyu ele almak gerekli görülmüştür. Bir
yıl, ordular üzerinde kendi görüşlerine göre çalışıp orduları yanlarına kazandıklarını sandılar.
Bu bir yıl içinde Cumhuriyet'in ilânı, Halifeliğin kaldırılması gibi işlemlerimiz, ortaklaşa
27
düzen kuranları birbirlerine daha çok yaklaştırdı ve birlikte çalışmalarına yol açtı. Eyleme
siyaset yoluyla geçeceklerdi. Uygun zaman ve fırsatı bekliyorlardı. Siyasal alandaki ve
ordudaki hazırlıklarını yeterli görüyorlardı. Ülke içinde birtakım gizli örgütler de kurmaya
başladılar. İstanbul'da Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf ve Adana'da Toksöz gibi
gazetelerle işbirliği yaptılar. Kamuoyunda genel bir görüş-ayrılığı yarattılar.
Hakkâri bölgesinde Nasturi ayaklanmasını bastırmaya çalışırken İngiltere de bize bir
ültimatom vermiş, Meclis olağanüstü toplanarak savaş olasılığını göze almıştık.
İşte sözü geçen kişiler, bir yabancı devletin bize saldırabileceği bu çetin günlerde, kendileri de
bize saldırarak hedeflerine kolayca ulaşabilecekleri düşüne kapıldılar. Savaşa hazır durumda
bulundurmak zorunda oldukları ordularını başsız bırakıp, daha önce sevmediklerini
söyledikleri siyaset alanına koştular.
Efendiler, bu komployu öğrendikten sonra, önlemini bulmak güç olmadı.
Meclis'te gensoru görüşmelerinin başladığı 30 Ekim akşamı, yemeğe beklediğim Fuat Paşa
gelmedi. Ama İsmet Paşa ile Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa geldi. Çok kısa bir görüşme
sonunda komploya karşı tutulacak yol kararlaştırıldı.
Hemen, milletvekili de olan Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretlerinden,
milletvekilliğinden çekildiğini Meclis Başkanlığına bildirmesini telefonla rica ettim. Daha
önce de bu düşüncede olduğunu bildiğim Paşa, ricamı hemen yerine getirdi. Milletvekili olan
komutanlara da şu şifre telgrafı çektirdim:
"Bana olan güven ve sevginize dayanarak, gördüğüm önemli bir gereklilik üzerine, hemen
milletvekilliğinden çekilme yazınızı Meclis Başkanlığına telle bildirmenizi öneririm. Gerekçe
olarak, tüm varlığınızı önemli olan askerlik görevine kayıtsız, koşulsuz bağlamak istediğinizi
belirtmeniz yerinde olur. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa da, önerim üzerine çekilme
yazısını vermiştir."
Efendiler, milletvekili olan Genel Kurmay Başkanı ve komutanlar, orduda siyasetle uğraşan
kimselerin bulunmasındaki sakıncayı anlayarak önerimi iyi karşıladılar ve bana karşı
güvenlerini eylemleriyle gösterdiler. Milli Savunma Bakanlığı, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat
Paşalara verdiği buyrukla, yerlerine atanan kişilere askeri görevlerini, yöntemine uygun
olarak devir ve teslim etmelerini istedi; ancak bundan sonra Meclis'e girebilecekleri bildirildi.
Meclis'e girmiş olan Kâzım Karabekir ve Fuat Paşalar, istenen işlemleri tamamlayıncaya
kadar Meclis'ten çıkarıldı. Milletvekilliğinde kalmak isteyen iki ordu komutanının ordu ile
ilişkisi kesildi. Böylece komplo kuranların, orduya dayanarak Meclis'e ve kamuoyuna karşı
yapmak istedikleri blöf ortaya çıkarıldı.
Meclis'te başlayan gensoru görüşmelerinde de Başbakan İsmet Paşa yaptığı öneriyle sahnenin
perdesini kaldırdı: “Gensorunun önem ve kapsamının hiçbir bakımdan kısıtlanmamasını
öneriyorum. Ben 'güzel taktik'i severim!" dedi.
Hükümet, açıkça ve cepheden çarpışmayı kabul etmekle, komplocuların oyunlarını
çabuklaştırdı.
Efendiler, hükümetten yana ve ona karşıt olmak üzere otuza yakın millletvekili söz aldı. Söz
sırası karşıt görüşlülerden Rauf Bey'e gelmişti. Rauf Bey, konuşmasında döndü, dolaştı, en
sonunda "ilke" sorununa dayandı: "Tutumumuz, yolumuz, sınırsız ve koşulsuz ulusal
egemenlik ilkesidir." dedi.
Yunus Nadi Bey'in sesi işitildi: "Cumhuriyet!" Rauf Bey yanıt vermedi. Cümlesini şöyle
tamamladı: "Ulusal egemenliğin belirdiği biricik makam, Büyük Millet Meclisi'dir."
"Cumhuriyet!" sesleri bütün Meclis salonunu doldurdu. Söz alan Recep Bey, "Sayın
arkadaşlar, dedi, yurdun yükselişini kesinlikle sağlayacak olan bu dâvâyı, bugüne değin
boğazımıza kadar kan içinde yoğrularak yürütegeldik; bundan sonra en büyük yanlışlık,
duraksamalar, kuşkular, açık olmayışlardır. Bunların nereye varacağını kimse bilmez."
28
Efendiler, Rauf Bey, hükümete neden karşıt olduğunu iyi anlatabilmek için, şöyle bir
açıklama yapmaya gerek gördü: "Efendiler, dedi, değil halifeci ya da sultancıya, bu makamın
haklarını alabilecek herhangi bir makama karşıyım."
Rauf Bey, halifeci ve sultancı olmadığını söylerken, Cumhurbaşkanlığı makamına,
Cumhurbaşkanına karşı olduğunu açıklayıp ilân ediyordu. Daha önce söylediğim gibi Rauf
Bey, "Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti" biçiminde diretiyordu.
Niçin? Çünkü, Cumhurbaşkanlığı makamı, Halifelik ve saltanat makamının haklarını
alabilirmiş.
Efendiler, bunlar Recep Bey'in dediği gibi "boş sözler" değil de nedir? Bu gibi sözlerle
kurulan mantık, "aldatma" değil de nedir?
Efendiler, görüşmelerin yeterliği önergesi kabul edildikten sonra "Meclis Soruşturması"
önergesi oylandı ve 19 oya karşı 148 oyla reddedildi.
Efendiler, bu gensoru oyunundan sonradır ki, karşıtlarımız maskelerini atmak zorunda
bırakıldılar. Bilindiği gibi "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" diye bir parti kurdular. Gizli
ellerin düzenlediği parti programını da ortaya attılar.
"Cumhuriyet" sözcüğünü ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün
boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye "Cumhuriyet", hem de "İlerici Cumhuriyet" adını
vermeleri, nasıl ciddi ve ne kadar içtenlikli sayılabilir? Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları
parti, "Tutucu" adı altında ortaya çıksaydı, belki anlamı olurdu.
"Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır" ilkesini bayrak olarak eline alan kişilerden iyi
niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak yüz yıllardan beri bilgisizleri, bağnazları ve boş inançlara
saplanıp kalanları aldatarak özel çıkarlar sağlamaya kalkışmış kimselerin taşıdığı bayrak değil
miydi? Türk ulusu yüzyıllardanberi sonu gelmeyen yıkımlara, içinden çıkabilmek için büyük
özveriler isteyen pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?
Yeni parti, dinsel düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, "Biz Halifeliği yeniden isteriz;
biz yeni yasalar istemeyiz; bize Mecelle yeter; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler,
müritler, bizimle birlik olunuz! Çünkü Mustafa Kemal'in partisi sizi gâvur yapacak, size şapka
giydirecek!" demiyor muydu?
Efendiler, yaşanan olgu ve olaylar da açıkça gösterip kanıtladı ki, "Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası" programı, en hain kafaların ürünüdür. Bu parti, yurtta suikastçilerin, gericilerin
sığınağı ve umut dayanağı oldu; dış düşmanların yeni Türk devletini, taze Türk
Cumhuriyet'ini yıkmağa yönelik planlarının kolayca uygulanmasına yardım etmeğe çalıştı. Ne
oldu Efendiler? Hükümet ve Meclis olağanüstü önlemler almaya gerek gördü. Takrir-i Sükûn
yani Dirlik-Düzenliği Sağlama Yasasını çıkardı. İstiklâl Mahkemelerini çalıştırdı. Ordunun
savaşa hazır sekiz tümenini, ayaklanmaları bastırmak için uzun süre görevlendirdi.
"Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası" denilen zararlı kuruluşu kapattı.
15. BÖLÜM: CUMHURİYET’İN GENÇLİĞE EMANET EDİLMESİ (Ana metin, s.:
114 - 117)
Sonunda elbette Cumhuriyet başarı kazandı. Ayaklananlar yok edildi. Ama Cumhuriyet
düşmanları, büyük komplolarının sona erdiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişimde
bulundular. Bu da, İzmir'de düzenlenen suikast biçiminde belirdi. Cumhuriyet
mahkemelerinin eli, bu kez de Cumhuriyeti suikastçilerin elinden kurtarmayı başardı.
Efendiler, aldığımız olağanüstü önlemleri, onlara gerek kalmadığı görüldükçe, kaldırmakta
duraksamadık.
Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte ve İstiklâl Mahkemelerinin çalışmakta olduğu süre içinde
yapılan işleri göz önüne getirecek olursanız, Meclis'in ve ulusun güveninin tam yerinde
kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır.
Ülkede büyük ayaklanma ve suikastler önlenerek sağlanan dirlik ve düzenlik, elbette kamuyu
sevindirmiştir.
29
Efendiler, ulusumuzun, giymekte olduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve
uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görünen "fes"i atarak, onun yerine bütün uygar dünyanın
kullandığı şapkayı giymesi ve böylece kafa yapısıyla da uygar toplumlardan hiçbir farkı
olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte bulunduğu
sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama bunu, yasanın yürürlükte
oluşu da kolaylaştırdı denirse, bu çok doğrudur. Gerçekten de böylece kimi gericilerin
kamuoyunu geniş ölçüde zehirlemesine meydan bırakılmamıştır.
Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik,
çelebilik, falcılık, büyücülük, türbecilik gibi birtakım sanların yasak edilerek kaldırılması da
Takrir-i Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmıştır.
Bir takım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından
sürüklenen ve talihlerini, yaşamlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların
ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluk, uygar bir ulus olarak görülebilir mi? İşte
biz Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte oluşundan yararlandıksa, ulusumuzun alnını, olduğu
gibi, açık ve temiz göstermek için; ulusumuzun bağnaz ve orta çağcıl olmadığını kanıtlamak
için yararlandık.
Efendiler, ulusumuzun toplumsal, ekonomik, kısacası uygar yaşamla ilgili bütün işlem ve
ilişkilerinde verimli sonuçlar getiren yeni yasalarımız da, kadın hak ve özgürlüklerini
sağlayan ve aileyi sağlamlaştıran Medeni Kanun da, bu dönemde yapılmıştır. Şunu
söylemeliyim ki, biz her araçtan, yalnız ve ancak bir düşünceyle yararlanırız. O düşünce
şudur: Türk ulusunu uygar toplumlar içinde yaraştığı yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini
sarsılmaz temeller üzerinde her gün daha çok güçlendirmek; bunun için de zorbalık
düşüncesini öldürmek...
Saygıdeğer Efendiler, günlerce zamanınızı alan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonunda tarih
olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve
uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebildiysem, kendimi mutlu sayacağım.
Burada söylediklerimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını
nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayalı ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl
kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, yüz yıllardan beri yaşanan ulusal yıkımların yarattığı bilincin
ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk
gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci ödevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini
sonsuzluğa dek korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik
temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de seni bu
hazineden yoksun kılmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün
bağımsızlık ve Cumhuriyeti savunmak zorunluğuna düşersen, göreve
atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını
düşünmeyeceksin. Bu olanak ve koşullar çok elverişşiz bir nitelikte
belirebilir. Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini yıkmak isteyecek düşmanlar,
bütün dünyada benzeri görülmemiş bir üstünlük elde edebilirler. Zorla ve
aldatmayla sevgili yurdun bütün kaleleri alınmış, bütün gemiliklerine
girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesi düşman eline
geçmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı ve daha korkunç olmak
üzere, ülkede yönetimi elinde bulunduranlar, aymazlık, sapkınlık ve hatta
hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu yöneticiler, kişisel çıkarlarını, ülkeye
30
giren düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus yokluk ve
yoksulluk içinde yıkılmış, bitkin düşmüş olabilir. Ey Türk geleceğinin
çocuğu! İşte bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve
Cumhuriyetini kurtarmaktır! Gerekli olan güç, damarlarındaki soylu
kanda vardır!
31
Download