ATAUM E-BÜLTEN Mart 2009 Sayı:5 İçindekiler -Almanya’da Savaşın Mirası Almanya’da Savaşın Mirası Zafer ÖRNEK Zafer ÖRNEK -Lizbon Antlaşması’na bir Darbe de Almanya’dan Şubat ayı Almanya’da II. Dünya Savaşı mirasını tekrar su yüzüne çıkardı. Nazlı Seza ONAT -Avusturya, FPÖ ve Irkçılık Üzerine Merve KORKMAZ -Belçikalı Gençler Artık Karışık Liselerde Okuyacak Nagehan ŞEN -Britanya’da Din Savaşları Özge DOĞAN İlk olarak, savaştan sonra yetiştirme yurtlarına konan Alman vatandaşları yurtlarda kendilerine kötü muamele edildiğini gündeme getirdiler. Aileden sorumlu Devlet Bakanı Ursula Leyen, iddiaların araştırılacağını dile getirmekle yetindi şimdilik. İkinci olarak da, 1945-47 arasında Doğu Avrupa’dan kovulan Almanları anma amacıyla Berlin’de kurulacak müzenin yönetim kuruluna Polonya karşıtlığı ile tanınan Erika Steinbach’ın getirilmesi komşuda büyük tepki yarattı. Hayatta kalmayı başaran toplama kampı esirlerinden olan ve Polonya’nın Almanya ile -Çekler Cinsel Suçluların Kısırlaştırılma(ma)sını Tartışıyor ilişkiler özel temsilciliğimi yürüten Wladyslaw Bartoszeski, Steinbach’ın Zahide Tuğba ŞENTERZİ müzede -Fransa’nın Denizaşırı Topraklarında Sorunlar Nagehan ŞEN görevlendirilmesi halinde Polonya’nın Almanya’yı boykot edeceğini birkaç kez ilan etti. Eski defterler -İspanya'da Ava Giden Avlandı Ceren DÖNMEZ -Lizbon Antlaşması ve Yarattığı Tartışmalar Eylül Başak TUNCEL Yaşadıkları topraklardan 1945 sonrası zorla kovulan Almanlar, Doğu Avrupa için önemli bir sorun teşkil etmeye devam ediyor. Bazı kaynaklara göre yaklaşık 10 milyon civarında Alman, bu dönemde göçe zorlanmıştı. Yahudi soykırımı ve Nazi geçmişi nedeniyle Almanya’da bu konu görece -Avrupa’da Krize Karşı Dayanışma Var, Uzlaşma Yok az gündeme getirildiyse de, son dönemde Almanya televizyon dizilerinde Esra AKGEMCİ konu sıklıkla işlenir ve seçim dönemi yaklaştıkça kamuoyunda tartışılır -Avrupa Efsanesi ve Türkiye hale geldi. Erdem GÜNEŞ -Portre: İspanya Başbakanı Zapatero Yeşim ÖZTÜRK Almanya ve Polonya, işbirliği yaparak Berlin’de kuracakları müze ve anıt konusunda Nisan 2008’de uzlaşmaya vardı. Kaczynski kardeşlerin muhafazakar ve milliyetçi hükümetinin ardından 2007 sonlarında görevi devralan Donald Tusk başkanlığındaki liberal Polonya hükümetinin bu uzlaşıda rolü büyük. Tusk hükümeti, müze ve anıt için resmi bir katılım öngörmese de Polonya’daki tarihi belgelerin kullanılmasına ve Polonyalı tarihçilerin de projede yer almasına izin verdi. Nitekim çalışmalar hızla ilerledi ve müze yönetim kurulu atamaları gündeme geldi. Polonya karşıtı Steinbach Polonya, Şansölye Angela Merkel’in kendi partisi Hıristiyan Demokratlar’dan parlamento üyesi Erika Steinbach’ın müzenin yönetim kuruluna atanmasına karşı çıkıyor. Zira Steinbach, savaş sonrası dönemde göçe zorlanan Almanların ve yakınlarının kurduğu Alman Mültecileri Derneği’nin (Bundes der Vertriebenen, BvD) başkanlığını yürütmekte ve bu çevrenin açıkça Polonya karşıtı olduğu biliniyor. Ayrıca, bu karşıtlığı bizzat Steinbach’ın kişiliğinde görmek de mümkün. 1990’larda Almanya-Polonya sınırını teşkil eden Oder ve Neisse nehirleri hattını tartışma konusu eden Steinbach, 2000’lerde de Polonya’nın Avrupa Birliği üyeliğine şiddetle karşı çıkmış ve Polonya’nın AB üyesi olmasını istemeyen muhafazakar çevrelerden destek almıştı. Bu ise Polonyalıların Steinbach’ın adını duyduklarında yüzlerini ekşitmelerine yetiyor. Mevcut durumda her iki hükümet de zor durumda aslında. Almanya’ya kuşkuyla yaklaşan bir yönetime muhalefet ederek işbaşına gelen şimdiki Tusk Hükümeti, Steinbach’ın atanması durumunda ilişkilerin gelişmesinin yolunu açacağı için Polonya kamuoyundaki desteğini yitirebilir. Diğer taraftan, Merkel yönetimi, muhafazakar seçmenin desteğini alan, kendi partisinden bir parlamento üyesinin atanmasına engel olmak istemez gibi gözükmekte. Zira Eylül ayında Almanya’da genel seçimler yapılacak. Muhalefet partilerinden Sol Parti de anıtın ve müzenin kendisinin problem yarattığı ve bunun Alman aşırı sağına desteği artıracağı gerekçeleriyle projenin iptali gerektiğini vurguluyor. İktidar ortağı Sosyal Demokrat Parti ise bu konuda bölünmüş durumda. Partiden Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in Steinbach’ın atanmasına karşı çıkacağı biliniyor. Steinbach ise bütün tartışmanın bizzat Sosyal Demokrat Partili Wolfgang Tierse ve Markus Meckel tarafından yaratıldığını ve olan bitenin bir siyasi komplodan başka bir şey olmadığını dahi iddia eder durumda. Görünen o ki muhafazakar oyların bir kısmını kaybetmek ve Polonya ile ilişkilerin bozulması seçenekleri arasında kalan Merkel’in kararı zor olacak. Şubat sonu veya Mart başında Tusk ve Merkel konuya son noktayı koymak için bir görüşme yapacaklar. Fakat, yine de, konunun Almanya’da artık alışıldık bir yaklaşımla seçim sonrasına ertelenmesi de kuvvetli bir ihtimal. Yetiştirme yurtları Almanya, savaş sonrası dönemde yurtdışındaki Alman kökenlilere yapılanları dikkate alır ve önemli bir komşusu ile anlaşmazlığa düşerken başka bir gelişme ile de yüz yüze kaldı. Savaşta ailelerini kaybeden ve yetiştirme yurtlarında kalan dönemin çocukları, günümüzün yetişkinleri Federal Dilekçe Komisyonu’na başvurarak kötü muamele gördüklerini öne sürdüler ve kendilerinden özür dilenmesini ve maddi tazminat ödenmesini talep ettiler. Basına yansıyan dilekçelerdeki bazı iddialara göre yetiştirme yurtlarındaki yüz binlerce çocuk dövüldü, cinsel istismara ve kötü muameleye maruz kaldı; aylık 7.2 Alman Markı gibi komik bir ücretle günde 12 saat zorla çalıştırıldı. Bir başka çarpıcı iddia da, bazı büyük Alman şirketlerinin de o dönem yetiştirme yurtlarındaki çocukları zorla çalıştırmış olması. Mağdurlar temel haklarının çiğnendiğinin kabul edilmesini ve bunun tazmin edilmesini talep etmekteler. Savaş sonrası dönemde Doğu Avrupa’daki Alman kökenlilerin yaşadığı acıların Berlin’de kurulacak müze ile anılmaya çalışıldığı bir dönemde, bizzat Almanya’nın kendi sınırları içindeki çocuk vatandaşlarına yaşattığı iddia edilen acılar çok çarpıcı… Dilekçeleri değerlendirecek Komisyonun çalışmalarına Katolik ve Protestan Kilisesi üyesi din adamları da katılacak. Hatta Protestan Kilisesi iddiaları kabul ederek o yıllarda yaşananlardan dolayı üzüntü duyduklarını ve yurtlardaki çocukların çektikleri acıları paylaştıklarını bir basın açıklaması ile duyurdu. Bunun, komisyonun çalışmalarını ve vereceği kararı etkileyeceği düşünülüyor. Polonya ile ilişkilerin mülteciler anıtı ve müzesi nedeniyle bozulması ve savaş sonrası yetim kalan çocuklara Almanya yurtlarında kötü muamele edildiği iddiası, Almanya’yı zor durumda bırakacak gibi görünüyor. Lizbon Antlaşması’na bir Darbe de Almanya’dan Nazlı Seza ONAT Avrupa Birliği’nde siyasi ve idari açıdan pek çok köklü yeniliği öngören ve 2008 yılında Avrupa Birliği içinde en çok tartışılan konulardan şüphesiz bir tanesi olan Lizbon Antlaşması, Almanya’da da Federal Anayasa Mahkemesi’nin başlıca gündem maddelerinden biri oldu. İrlanda’da yapılan referandumda reddedilen, Polonya Devlet Başkanı Lech Kachzynski tarafından imzalanması “anlamsız” bulunan bu Antlaşma, geçtiğimiz Şubat ayında zorlu bir süreci atlatarak Çek Cumhuriyeti’nde parlamentodan geçmeyi başarmış ve onay sayısı 23’ü bulmuştu aslında. Ancak -Almanya’da olduğu gibi- artan tartışmalar, Antlaşma’nın akıbeti konusunda hala bir belirsizlik olmasını kaçınılmaz kılıyor. Diğer adıyla Reform Antlaşması, 2008 yılının Nisan ayında, Alman Federal Meclisi’nde yapılan oylamada % 90 çoğunlukla onaylanmıştı. Ama onay sürecinin tamamlanması için Cumhurbaşkanı Köhler’in de onayı gerekiyor ve ülkede yaşanan tartışmaların Antlaşma aleyhine Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmasına kadar uzaması nedeniyle şimdilik süreç askıya alınmış durumda. Almanya’da Lizbon Antlaşması’na karşıt görüş besleyenlerin temel argümanları, Antlaşma’nın demokratik olmadığı ve ulusal parlamentoların gücünü kısıtladığı fikri üzerine kurulu. Alman Federal Mahkemesi’ne Antlaşma’ya yönelik pek çok şikâyet başvurusunda bulunulmuş durumda. En dikkat çeken argümanlar, Antlaşma’nın yeterince demokratik olmaması, üye ülkelerin meclislerinin gücünü azaltması ve onay için halkların görüşüne (referendum) başvurulmaması. Sol Parti Meclis Grubu ve Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi milletvekili Peter Gauweiler tarafından Federal Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruda, Antlaşma’nın Almanya’nın egemenliğini ve ulusal çıkarlarını zedeleyeceği dile getiriliyor. Parti Meclis Grubu Başkanı Gregor Gysi de Antlaşma’yı şu sözlerle eleştirmekte: “Bir örnek vereyim: Avrupa’da gelecekte ceza hukuku normlarına dair kararlar alınabilecek ve bu normlar Almanya’da da geçerli olacak. Yani Alman Meclisi’nde çoğunluk, bir eylemi suç olarak görmek istemez ancak Avrupa bunun bir suç olduğunda ısrar ederse, Almanya’da da kovuşturma gerekecek. Bu noktada büyük bir soru işareti var.” Yeşiller’e göreyse Lizbon Antlaşması her şeye rağmen mevcut hukuk sistemine göre tercih edilebilir düzenlemeler öngörüyor. Antlaşma, kimi çekincelere rağmen Hür Demokrat Parti tarafından da destekleniyor. Antlaşma’ya muhalefet eden kimi yargıçlar da Antlaşma’nın ceza hukukunda getireceği düzenlemelerin huzursuzluk yaratacağını ve Alman Anayasası’nın bir takım maddelerinin tartışmalı hale geleceğini savunuyor. Lizbon Antlaşması’nın Almanya’da bu kadar çok irdelenmesinin bir sebebi de metnin oldukça anlaşılmaz bulunması. Yeşiller Partisi milletvekili Hans-Christian Ströbele’nin ifadesiyle, antlaşma metninin bir milletvekilinin hatta bir hukukçunun bile anlaması güç bir dille yazılmış olması Antlaşma’ya karşı büyük bir antipati yaratmış durumda. Schäuble: “Brüksel’in kazancı, demokrasinin kazancı” Tüm bu itirazlar bir yana, Alman hükümeti başından beri Antlaşma’nın Avrupa bütünleşmesi için kaçınılmaz olduğunu savunmakta. Alman Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier ve İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble, Anayasa Mahkemesi’ndeki duruşma günü yaptıkları açıklamada, söylendiğinin aksine Almanya Federal Cumhuriyeti Anayasası’na hiçbir şekilde aykırı olmadığını ileri sürdükleri Antlaşma’nın Avrupa bütünleşmesi için çok önemli olduğunu savundular. Schäuble, “Brüksel’in kazandığı her zaferin, Alman egemenliğine bir darbe olduğu” gibi temel bir yanılgı olduğunu ve Lizbon Antlaşması değerlendirilirken bu yanlış kanıdan uzak durulması gerektiğini vurguladı. Görünüşe göre Lizbon Antlaşması’nın geleceği pek de aydınlık değil. Üstelik yalnızca Almanya’da değil, Avrupa’nın çoğu ülkesinde Antlaşma’nın, daha önce reddedilmiş olan AB Anayasası’nın aslında farklı bir şekle sokulmuş halinden ibaret olduğu kanısı yaygın. Almanya’da özellikle anayasal tartışmalardan ötürü uzayacak olan bu süreç sonucunda, belki de Antlaşma AB Anayasası’yla aynı kaderi paylaşacak ve sonuca ulaşmamış bir derinleşme çabası olarak anımsanacak. Avusturya, FPÖ ve Irkçılık Üzerine Merve KORKMAZ Bilindiği gibi, 3 Ekim 1999’da yapılan Avusturya seçimlerinde, aşırı sağcı bir parti, Freiheitliche Partei Österreichs (FPÖ), % 26.9 oy aldı. Bu, 1945’ten beri Batı Avrupa’da yapılan seçimlerde böylesi bir partinin aldığı en yüksek oy oranıydı. Partinin tabanı esas olarak ırkçılardan, göçmen karşıtlarından ve güçlü bir ulusal pazar çizgisinde yer alan Avrupa karşıtlarından oluşuyordu. Seçimde, FPÖ bir ana akım partisi olan muhafazakar çizgideki Hıristiyan Demokrat Parti’den birkaç yüz oy daha az alarak burun farkıyla ikinci parti oldu. Bu, Avusturyalılar ve diğer Batı Avrupalılar için bir şok oldu. Kimse nasıl bir tepki göstermesi gerektiğinden dâhi emin değildi. Daha sonra 28 Eylül 2008’de gerçekleşen genel seçimler merkez sağ partiler için büyük bir hezimet olurken, aşırı sağ iki parti büyük oy artışı gerçekleştirdi. Bu iki partiden biri 1999 seçimlerinde Jörg Haider liderliğinde koalisyona ortak olan FPÖ iken diğeri de yine Jörg Haider’in daha sonra FPÖ’den ayrılarak kurduğu BZÖ (Avusturya’nın Geleceği İçin İttifak) oldu. Nazi yanlısı ırkçı tutumunu hiçbir zaman gizlemeyen bu liderin kurduğu iki partinin de bu oranda başarıya ulaşması tabi ki tesadüf değildi. Haider, Avusturya’nın Nazizm ile olan mitsel bağını ustaca kullanmış ve her platformda bu mirastan kaynak olarak yararlanmıştı. Seçim kampanyalarında ana tema olarak göçmenleri ve onların yarattığı “tehlike”yi işledi. Göçmenlerin kontrol altında tutulabilmesi için elektronik kelepçe takılması talebinde bulundu. Avusturya, aşırı sağ partilerin seçimlerde kazandığı başarının getirdiği şoku bir şekilde atlattı belki ama Nazizm’in “nostaljik simgeleri”yle olan bağları koparmak bu kadar kolay görünmüyor. Yeni hükümetin (SPÖ-ÖVP koalisyonu) konuya olan hassasiyetine rağmen ülkede ırkçı eylemler artış gösteriyor. Anti-semitizm, İslamofobia, FPÖ… Avusturya gündemi son birkaç aydır bu üç başlık altında şekilleniyor. Ülkede artan ırkçı eylemlere her gün bir yenisi ekleniyor. Eylemlerin biçimi değişmekle birlikte içerik genellikle aynı oluyor. Kimi zaman duvarlara yazılan İslam ve Müslüman karşıtı hakaretler gündeme otururken kimi zaman da derste anti-semitist propaganda yaptığı gerekçesiyle bir öğretmene ceza verilmesi tartışılıyor. Viyana’da yaşayan Yahudiler tarafından kurulan çeşitli kültür örgütlenmeleri tüm bu eylemlerin ve söylemlerin müsebbibi olarak FPÖ’nün yaptığı propagandayı görüyor ve tek bir platformda birleşerek FPÖ’yü kınıyor. Avusturya’nın Nazizm ve başta FPÖ ve daha sonra BZÖ eliyle ateşlenen ırkçılıkla olan ilişkisi, bugün yaşananları anlamlandırmakta tek başına yeterli değil. Çünkü ırkçılığın var olan sistem içindeki merkeziliğinden söz etmeden Avusturya’daki mevcut durumu tartışmak pek de kolay değil. Bugün Avrupa’da Protestan ülkelerdeki anti-katolisizm gibi antisemitizm de bir tabu olabilir ve görüldüğü anda büyük tepki çekebilir fakat Müslümanlara, Asyalılara veya Doğu Avrupalılara gönderme yapan ırkçılık, pratikte var ve dahası sadece Avusturya’da da yaşanmıyor. Avrupa Birliği üyesi ülkelerde düzenlenen Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarı kazanarak AP’ye seçilen aşırı sağ partilerden oluşan Avrupa Ulusları İçin Birlik (UEN), toplam 44 milletvekiline ulaşmış durumda. Bir başka örnek de Danimarka’daki aşırı sağ parti olan Danimarka Halk Partisi’nin 25 milletvekiliyle ülkenin üçüncü en büyük partisi konumunda olması. Avusturya örneğinden yola çıkarak artan ırkçılık, belki diğer Avrupalı ülkelerin kendilerini yeniden gözden geçirmelerinin bir başlangıcı olabilir ya da küresel ekonomik krizin olumsuz etkileriyle -dünyada birçok yerde olduğu gibi- ırkçılık ve yabancı düşmanlığı yeni bir sıçrama evresine girebilir… Belçikalı Gençler Artık Karışık Liselerde Okuyacak Nagehan ŞEN Belçika’nın eğitim sistemi, içinde bulunduğumuz 2008-2009 öğretim yılında ciddi bir değişime uğradı. Artık, anne-babaların gelir düzeyleri ne olursa olsun, maddi durumları iyi olan öğrenciler ile kötü olan öğrenciler aynı okullara gidecek. Olayın perde arkasında okul yetersizliği gerçeği yer alsa da, kimse sorunun kökenine inmiyor. Belçika eğitim sisteminde önemli bir değişim yaşanıyor. Çıkarılan yeni bir kararnameyle, maddi durumlarına bakılmaksızın lise öğrencilerinin bir arada okutulması öngörülüyor. Lise çağına gelmiş öğrencilerin adları bir listeye yazılacak ve kimin hangi okulda okuyacağı kura ile belirlenecek. Böylelikle de farklı sosyal geçmişlerdeki öğrencilerin kaynaşmaları hedefleniyor; en azından açıklanan hedef bu… Önümüzdeki yıl lise öğrenimine başlayacak öğrenciler bu uygulamanın ilk örneğini oluşturacak ve herkes şansına neresi çıkarsa okulu orada okuyacak. Gerek veliler, gerekse öğrenciler bu duruma tepkili. Veliler, böyle bir kararnameyle eğitim kalitesini düşeceğinden endişeli. Brüksel Eğitim Bakanı Sosyalist Partili Dupont’un fikir babası olduğu kararname, okul seçme özgürlüğünü kısıtladığı gerekçesiyle de eleştiriliyor. Dupont ise böyle bir özgürlüğü kısıtlamak istediklerini zaten saklamıyor ve kısıtlamayla sosyal ayrımcılığın önüne geçmeyi planladıklarını söylüyor. Öğrenciler, daha lise düzeyinde farklı sosyal konumlardan arkadaşlar edinerek ileride sosyal ayrımcılıkla mücadelede etkin bir rol oynayacaklar. Ayrıca, “iyi okul-kötü okul” ayrımı da böylelikle sona erecek. Eğitim sendikalarıysa başta bu yönetmeliğe destek vermişlerdi. Söz konusu yönetmelikle bazı liselerde uygulanan elitist mülakatların önüne geçileceği tahmin ediliyor, bu tahmin de OECD’nin yaptığı bir araştırmaya dayandırıyorlardı. Söz konusu araştırmaya göre, Belçika’daki Fransız topluluğu, eğitim kurumlarında başarı konusunda en fazla uçurumun olduğu birim seçilmişti. Sendikalar, kararnamenin bu uçurumun azalmasına da yardımcı olacağını düşünüyorlardı. Daha doğrusu, açıklanan amacı ve belirlenen hedefi onaylamışlar ama uygulanan yönteme pek sıcak yaklaşmamışlardı. Bu da eğitim sendikalarıyla velilerin arasında bir anlaşmazlığa yol açtı; zira veliler ve öğrenciler, okul seçme haklarının ellerinden alınmasına tümüyle karşılar. Muhalefetteki merkez sağ MR partisi de velilere hak vermiş durumda. Ancak, bu kararnameye karşı çıkanlar, eğitim alanında yaşanan “apartheid”in devam etmesinden yana olmakla suçlanıyor. Tüm bu tartışmalar bir yana, yeni düzenlemenin arkasında okul yetersizliği sorunu dikkat çekiyor. Zira ülkede okul sayısı sabit ama öğrenci sayısı giderek artıyor. Verilen istatistiklere göre, sadece Brüksel’de ilkokula başlayan öğrenci sayısı 1996-97’den 20062007’e kadar geçen 10 yılda 2.062 kişi arttı ve giderek de artmaya devam ediyor. Lisedeyse bu rakam 3.748’e kadar ulaşıyor. Britanya’da Din Savaşları Özge DOĞAN Washington’da Şubat başında düzenlenen Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda eski Britanya Başbakanı Tony Blair’in dini referanslarla dolu bir konuşma yapmasından, otobüs reklamları üzerinden süren ateistlik tartışmalarına, 21. yüzyıl Britanyası’nda “din savaşları”. “Dinin dünyaya rehberlik edeceği günler yakın”. Bu sözler, yeni ABD Başkanı Barack Obama’nın Washington’da düzenlediği Ulusal İbadet Kahvaltısı’nda, eski Britanya başbakanı ve aynı zamanda sıkı bir Bush müttefiki olan Tony Blair tarafından sarf edildi. 1953’ten bu yana Kongre tarafından düzenlenen, giderek siyaset ve iş dünyasının buluştuğu bir forum halini alan, devletle kilisenin birbirine karıştırılmasından dolayı ABD’deki Ateist kuruluşların eleştiri oklarına hedef olan Ulusal İbadet Kahvaltısı, her yıl olduğu gibi bu yıl da Şubat ayının ilk Perşembesi (ve 1980’den beri olageldiği üzere Washington’daki Hilton Oteli’nde) düzenlendi. “Uluslararası dini, siyasi ve sosyal hareketleri ortak bir zeminde birleştirme ülküsünü İsa’nın öğretilerinden şaşmayarak” uygulamaya geçirmeye çalışan ve elbette sıradan kahvaltılardan bu nitelikleriyle ayrılan Ulusal İbadet Kahvaltısı, 2009 yılı itibariyle Obama-Blair buluşmasına da vesile oldu. Kahvaltının yukarıda değindiğimiz özellikleri bakımından dini referanslarla dolu olacağı öngörülebilirdi; fakat Blair’in kahvaltıda yaptığı konuşma, onun “vaiz” diye nitelendirilmesine yol açacak kadar din vurguluydu. Babasının ateist olmasından hicap duyduğunu, bu durumu çocukken öğretmenine anlatmakta ne kadar zorlandığını, öğretmenin onu “Sorun değil, Tanrı ona inanıyor” diye teskin etmesiyle içinin rahatladığını aktaran Blair, bugünkü dünyanın durumunu da değerlendirmekten geri durmadı. Bush dönemindeki Britanya-ABD ittifakından azade olarak değerlendirilen “dünya ahvali”, Blair üslubuyla yine anti-seküler bir bakış açısıyla ele alındı. Kahvaltıda yaptığı konuşmada, 21. yüzyılı “inanç bakımından en zayıf olunan dönem” olarak tanımlayan Blair’in bu sözleri Britanya vatandaşlarına ve pek tabii dünya kamuoyuna pek de yabancı gelmedi. Zira, Blair’in başbakanlıktan istifa ettikten sonra dini içerikli konulara fazlaca değindiği hala hafızalarda. Bu eğilimini ilk olarak, Başbakanlığı bıraktıktan hemen sonra Anglikan Kilisesi’ni terk edip Katolik mezhebine geçtiğini açıkladığında belli etmişti. Ayrıca, 2006’da Britanya askerlerini Irak’a gönderip göndermeme konusunda karar verirken Tanrı’ya çok dua ettiğini (nedendir bilinmez) açıklama ihtiyacını hissetmişti. Irak ve Afganistan’ı “diktatörlerin elinden kurtardığını” vurguladığı Alman Die Zeit dergisiyle röportajında İslam’a da göndermeler yapmayı ihmal etmemiş, her gün Kuran okuduğundan dem vurup Hz. Muhammed’in “çok uygar bir lider olduğu”na değindiği röportajını “inanç her şeydir, size güç verir” sözüyle sonlandırmıştı. “Bir gün İslamiyet’e geçer misiniz?” sorusunu ise, “Hayır, lütfen bu konuya girmeyelim” diyerek telaşlı bir dokunuşla pas geçmişti. Britanya’daki bir diğer dini tartışmaysa bu sefer siyasi elitler arasında değil, toplum içinde yer buluyor. “Muhtemelen Tanrı yok, üzülmeyi bırakın ve hayatın tadını çıkarın” yazılı reklamlar bir süre önce Britanya’daki otobüslerde boy göstermeye başladı. Kampanya, Tanrı Yanılgısı isimli kitabıyla tanınan Richard Dawkins ve İngiliz Hümanist Birliği tarafından desteklenmişti. Dawkins, kampanyaya desteğini şu sözlerle açıklamıştı: “Tüm Britanya, sadece Hıristiyanlık değil diğer dinlerle ilgili de bir bombardıman altında. Lordlar Kamarası’nda hala piskoposlar yer alıyor ve dini çıkarlar hala çok baskın durumda.” Ateistlerin bu kampanyasına ilk tepki, ülke içindeki Hıristiyan guruplardan geldi. Ateist kampanya sloganına dokundurma yapılarak oluşturulduğu aşikar olan “Bir Tanrı var. İnanın ve hayatınızı yaşayın” ya da “Kesinlikle Tanrı var. Partimize katılıp hayatın tadını çıkarın” gibi sloganlar, 175 otobüste dolaşıma sokuldu. Otobüsler üzerinden yürüyen bu mücadelenin önümüzdeki günlerde daha ileri bir aşamaya taşınıp taşınmayacağıysa merak konusu. Din, öyle görünüyor ki, 21. yüzyıl Britanyası’nda toplum ve devlet katmanında tartışma ve mücadele konusu olmaya devam edecek. Çekler Cinsel Suçluların Kısırlaştırılma(ma)sını Tartışıyor Zahide Tuğba ŞENTERZİ Cinsel suçları önleme yöntemleri tartışılırken bu konuda başarılı olduklarını iddia eden Çekler, çözüm yolu arayan Avrupa’nın eleştiri oklarına hedef oluyor. Daha önce de Avrupa Konseyi raporlarına konu olan cinsel suçlardan mahkûm edilmiş cinsel sapkınların kısırlaştırılması yöntemi, bu sene de Avrupa Konseyi Anti-İşkence Komisyonu raporunda yer aldı. Şubat başında açıklanan ve Mart’ta yayımlanacak olan raporun tam metni henüz netleşmiş değil ama şimdiden çok konuşulan ve daha da konuşulacak olan bir rapor olacağı kesin. Çek Cumhuriyeti, cinsel suçları önlemek ve azaltmak için 1966 yılında çıkartılan Halk Sağlığı ve Bakımı Kanunu’nu uyguluyor. Suç teşkil eden şiddet eylemleri işleyen kişiler (özellikle cinsel suçlar) seksoloji uzmanı tavsiyesi, uzman heyet kararı, kişinin kendi yazılı beyanı ve mahkeme kararı alınarak kısırlaştırılabiliyor ve sonrasında özgürlüklerine kavuşabiliyorlar. Devlete göre, bu yöntem hem cinsel suçları önlüyor hem de suçluların tehlike oluşturmaksızın tekrar topluma kazandırılmasına yardımcı oluyor. Aslında istisnai bir yöntem olduğu belirtilen hadım etme, 2000 yılından itibaren 300 kişiye uygulanmış. Bunlardan 200’ü kimyasal olarak kısırlaştırılırken, 50’si cerrahi olarak hadım edilmiş. İstatistiklere bakıldığında ve Çek Cumhuriyeti’nin 10 milyonluk bir ülke olduğu göz önüne alındığında, işlemin aslında istisnaiden çok genel olarak uygulandığını görebiliyoruz. Peki, suçlular tarafından bakıldığında olay nasıl görülüyor? Aslında, Avrupa Konseyi’nin eleştirileri tam da bu noktada devreye giriyor. Kişiyi küçük düşüren ve geri alınamaz psikolojik ve fizyolojik etkileri olan bir operasyondan bahsedildiğinin altını çizen Komisyon raporu, cerrahi operasyonun yalnızca kişinin kendi isteği ve talebi üzerine gerçekleştirilebileceğini vurguluyor. Çek Cumhuriyeti’nde ise bunun söz konusu olmadığını belirten rapora göre, ülkede suçlulara genellikle iki seçenek sunuluyor: Cezaevi veya tedavi merkezinde ömür boyu yaşamak ya da kısırlaştırılarak zaman içerisinde “normal hayata” geri dönmek. Çok fazla bilgilendirilmeyen suçlular ise, genellikle özgürlük yolu olarak gördükleri bu uygulamayı kabul ediyorlar. Çeklerin en büyük haber ajansı olan ČTK`nın bir haberine göre cerrahi kısırlaştırma sadece Çek Cumhuriyeti’nde değil birçok ülkede etik olmaması nedeniyle tartışılıyor. En uygun alternatif olarak ise kimyasal kısırlaştırma gündeme geliyor. Habere göre özellikle Polonya, Britanya ve Fransa uzun vadede kemoterapi yöntemi düşünüyor. Kimyasal testlerin bugüne kadar Norveç ve Danimarka’da da denendiğini yazan ajans[1] aynı zamanda ABD’de de 6 eyaletin kimyasal kısırlaştırmayı önleyici araç olarak kullandığını belirtiyor. Ancak Komisyonun yayınladığı raporun dayanaklarını yetersiz bulan Çekler, cerrahi kısırlaştırma uygulamasının kaldırılmasının şimdilik söz konusu olmadığını söylüyor. Sadece Çek Cumhuriyeti İnsan Hakları Bakanı Michael Kocáb tarafından “olumlu” sayılabilecek küçük bir adım atılmış durumda: Kimyasal kısırlaştırmanın cerrahi yöntemle aynı sonuçları sağlaması halinde tamamen kimyasal yönteme geçilebilecek! Siyasiler gibi ülkedeki seksoloji uzmanları da cerrahi kısırlaştırmanın kaldırılmasına karşı. Cerrahi kısırlaştırmanın şiddet içerikli cinsel saldırıların tekrarlanma oranını düşürdüğünü savunan uzmanlar, operasyonun zanlıların yaşam standardını yükselttiğinin altını çiziyor. Kısacası, uygulamayla cinsel sapkınlara bir çeşit yardım eli uzatıldığı kanaati oldukça yaygın. Aslında, maliyeti daha yüksek olan kimyasal kısırlaştırmaya da kimi uzmanlar sıcak bakmıyor. En iyi ve en güvenli yöntemin cerrahi yöntem olduğunu düşünenler, sonuçlarının güvenilir olmaması ve başka organlara da zarar vermesi riski nedeniyle kimyasal kısırlaştırmayı sakıncalı buluyor. Peki ya halk? Bu sorunun cevabını öğrenmek için internette yapılan anket sonuçlarına bakabiliriz. “Cinsel sapkınlığı nedeniyle cinsel saldırılarda bulunan kişiler, hastalıkları dolayısı ile kısırlaştırılsın mı?” şeklinde formüle edilen anket sorusuna 29934 kişi katıldı. Çek Cumhuriyeti’nin en yaygın internet portalında gerçekleşen bu anket çalışmasına göre, katılımcıların % 90.3’ü “sapkınlar”ın her halükarda kısırlaştırılması gerektiğini düşünürken, % 7.9’u kendi onayları ile kısırlaştırılmaları gerektiğini, % 1, 8’i ise kısırlaştırılmamaları gerektiğini belirtmiş. Sonuç itibariyle siyasiler, halk ve uzmanlar arasında bu denli geniş çaplı bir fikir birliği mevcutken Avrupa Konseyi’nin taleplerinin değişiklik getireceği pek olası görünmüyor. [1] Haberde kemoterapinin suçu sabit zanlılarda, özellikle pedofillerde, gönüllülük esas alınarak denendiği belirtiliyor. Fransa’nın Denizaşırı Topraklarında Sorunlar Nagehan ŞEN Fransa’da birilerini grev yaparken görmek her gün mümkün. Bu kural, Fransa’nın denizaşırı topraklarından Guadeloupe’ta da geçerli. Ancak, kendi vergileriyle denizaşırı toprakların ve vilayetlerin finanse edilmesinden rahatsız olan bazı Fransız vatandaşlar, “ver-kurtul” politikası izlemek istiyor. Fransa’nın, sömürgeci döneminden kalma birçok denizaşırı vilayeti mevcut. Bunlardan Güney Amerika’daki Guadeloupe’ta geçen aydan beri süregelen bir grev var. Valilik, grevle başa çıkabilmek için adadaki tüm sendikaları barındıran Denizaşırı Sömürüye Karşı KolektifLKP sendikasıyla masaya oturmayı kabul etmiş, görüşmeler de başlamıştı ancak bir sonuç alınamayınca genel greve gitme kararı alındı. Grev, hayat pahalılığına karşı yapılıyor, zira Guadeloupe’ta yaşayanlar özellikle de son ekonomik küresel krizden sonra hayatlarından pek de memnun gözükmüyor. Bankalardan futbol ligine kadar adadaki her sektörün çalışanları greve gitmiş durumda. Bu da haliyle adanın ekonomisini kötü etkiliyor. Adadaki dükkanlar, marketler ve okullar kapalı. Ulaşım çalışmıyor. Turizme dayalı Guadeloupe ekonomisi çökme arifesinde. Özellikle de benzin istasyonlarının da kapanması, benzin sıkıntısı yaratıyor. Fransa’daki merkezi hükümet, grevlerin devam etmesi üzerine denizaşırı vilayetlerden sorumlu Devlet Bakanını Jégo’yu adaya gönderdi. Jégo, yaptığı müzakerelerle birkaç gün içinde bazı temel ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarını % 10 düşürmeyi başarmış olsa da, bu ada sakinlerini grevden vazgeçirmeye yetmedi. Guadeloupe’ta grevciler, ücretlerde sağlanacak 200 euroluk bir artışın devlet tarafından finanse edilmesini talep ettiler; ancak bu istek Başbakan Fillon tarafından reddedildi. Merkezi hükümetin atadığı arabulucular, denizaşırı vilayetlere bir umut zerreciğiyle gitmiş olsalar da, müzakerelerin sonuçsuz kalması, onlara yönelik tepkilerin de artmasına neden oldu. Kısacası, artık denizaşırı vilayetlerde, Paris’ten gelen atanmışlar çok da sıcak karşılanmıyor. 20 Ocak’tan beri devam eden grev, toplumsal barışı da tehdit ediyor. Grev sürdükçe şiddet olayları artıyor; özellikle grevciler ve jandarma arasında çatışmalar yaşandığı yönünde haberler gelse de, ölü/yaralı sayısına ulaşmak mümkün değil. Şiddetin iyice tırmanmasına yol açan son damla, bir sendikacının öldürülmesi oldu. Fransa’nın aldığı önlem ise, Antiller bölgesine daha fazla kuvvet gönderme kararı almak oldu. Dahası, Sarkozy’nin ulusa sesleniş konuşmasında greve ya da son cinayete hiç değinmeyip sadece Fransa anakarasında yaşanan mali kriz için alınan önlem paketini açıklaması, Antiller’de yaşayanları en hafif tabirle bir “terk edilmişlik” duygusuna bürüdü. Tepkiler üzerine krizin 29. gününde Guadeloupe’la ilgili bir toplantı yapan Sarkozy, Antiller’e 150 milyon Euro’luk yardım yapılacağını duyurdu. Guadeloupe’taki hareketlilik, uluslararası ilişkilerde meşhur bir teori olan “domino etkisini” de hatırlatıyor, zira Guadeloupe’tan sonra Fransa’nın bölgedeki diğer iki vilayeti olan Martinique’te ve Réunion’da da grevler başladı. Martiniqueliler özellikle “yardım değil iş istiyoruz” pankartlarıyla sokaklara döküldü. Martinique’teki patronlar ise meşhur 200 euroluk artışın devlet tarafından finanse edilmesini istedi; ancak bu öneri Paris tarafından kabul görmeyince, patronlar da göstericilere katıldı. Başbakan Fillon’un bu net ve sert reddi, hem Guadeloupe’ta hem de Martinique’te çok olumsuz karşılandı ve grev hareketi sertleşti. Réunion ise kelimenin tam anlamıyla fokurdayan bir yanardağın üstünde oturuyor. Komşuları kadar büyük sosyal hareketler olmasa da, burada da memnuniyetsizlik had safhada ve her an her şey olabilir mantığıyla dikkatleri üzerine çekmiş durumda. Özellikle ücretler, lojmanlar ve iş konusunda merkezi Paris hükümetine tepkiler sert. Adada olanlar, Fransa’daki siyasi partileri de böldü. Sosyalist Parti Genel Başkanı Ségolène Royal, Guadeloupe’ta olan bitenleri 1789 Fransız Devrimi’ndeki halk ayaklanmalarına benzetirken, bir yandan da Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin adayı ziyaret etmemesini eleştirdi ve durumun metropol Fransasına da yansıyabileceğini belirtti. Fransız Meclisi’nde konuyla ilgili yaşanan ateşli tartışmalara bakılırsa, Royal haklı gibi de gözüküyor. Aşırı solcular ise, % 1’lik bir nüfusun toplam sanayi zenginliğinin % 90’ına ve toprakların % 52’sine sahip olduğu Guadeloupe’ta yaşananların son derece “normal” olduğunu vurguladı. Paris’te düzenlenen geniş bir gösteride, “Sömürgecilik bitti!” “Antiller, yes we can!” pankartları dikkat çekti. Ayrıca, Antiller’de yaşananları kendilerine örnek aldıklarını belirtmeyi de ihmal etmediler. Fransız solu, genel olarak olaylara destek verirken, Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin konuya ilgisizliği de eleştiriliyor. Bu ilgisizliğin, sömürge döneminden kalma bir “ukalalık” olduğunu belirten Fransız solu, sağın Antiller’de yaşayanları tam anlamıyla Fransız vatandaşı olarak görmediklerini de vurguladı. Antiller’de de Fransa halen sömürgeci güç olarak görülüyor. Hukuken Fransa devletinin bir parçası olsalar da bu üç ilde yaşayanlar kendilerini Fransa’nın “üvey evladı” gibi hissettiklerini belirtiyor ve tam anlamıyla eşitlik istediklerini söylüyorlar. Kesin olan bir şey var ki, o da uzakta küçücük üç il de olsalar, bu bölgelerin Fransa için hala önemi var: Hem genel seçimler için hatırı sayılır bir oy deposu oldukları için, hem de ucuz işgücü kaynağı… Belki de bu yüzden Fransa’daki politikacılar bir türlü buradan “kurtulmak” istemiyor. Antiller’de de bağımsızlık isteği olduğunu söylemek güç. Yani karşılıklı çıkar ilişkisi sonucunda bir anlaşmaya varılacak gibi gözüküyor. İspanya'da Ava Giden Avlandı Ceren Dönmez İspanya tarihinde ilk kez greve giden hakimlerle aylardır yaptığı müzakerelerle son zamanlarda gündemden hiç düşmeyen Adalet Bakanı Mariano Fernando Bermejo, istifa etti. Bu istifada en önemli rolü oynayan ise, ilginç bir “av partisi”. El Mundo’nun yayınladığı resimlere göre, Tarihi Bellek Yasası dahil bir çok hukuki konuda “cesur” ve “tartışmalı” girişimlerde bulunan Ulusal Mahkeme hakimlerinden Baltasar Garzón’la Adalet Bakanı Bermejo, hem de Garzon’un doğduğu bölgede izinsiz avlanmışlar. El Mundo’ya demeç veren Bermejo, her ne kadar yargıçla orada “tesadüf eseri” karşılaştıklarını açıklasa da, muhalefetteki Halk Partisi (PP) içindeki yolsuzlukların ortaya çıkarılması süreciyle “yakından” ilgilenmekte olan sosyalist bakan, muhalefet karşısında oldukça zayıf düştü. Dinmeyen tepkiler üzerine durumu “kabul edilemez” bulduğunu açıklayan Başbakan José Luis Rodriguez Zapatero, Madrid Moncloa Sarayı’nda Bermejo’nun istifasını kabul etti. Kişisel meselelerin politikaya karıştırılmasını “hayret verici” bulduğunu söyleyen Bermejo’ya ise “bu durumda görevini bir başkasına devretmeyi en yerinde davranış olarak gördüğünü” açıklamak düştü. Böylelikle Bermejo, Zapatero’nun kabinesinde muhalefetin baskısıyla istifa eden ilk bakan oldu. Muhalefetteki Halk Partisi’nin lideri Mariano Rajoy, bu gelişmeyi “çok iyi bir haber” olarak değerlendirirken yeni bakana herşeyden önce İspanya için “bol şans” diledi. Ayrıca, Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı Soraya Saenz de Santamaria’nın başını çektiği kongredeki Halkçı grup, Bermejo ve Garzón’un izinsiz avlanmasına bir süre gösterilen müsamahalı sessizlik hakkında açıklama beklediklerini belirtmeyi de ihmal etmedi. Muhalefetin Bermejo’ya yönelttiği eleştirilerden bir diğeri de greve giden “yargı karmaşası”na bir çözüm getirememiş olması. Öte yandan, geçen dönem Adalet Bakanlığı yapan ve 27 Mart’ta Irak işgali nedeniyle yargılanacak olan Halk Partisi’nin mevcut Adalet Sözcüsü Fernando Trillo, TVE’ye bakanın istifasının hemen ardından verdiği demeçte oldukça iddialıydı: “İlk parça yerinden edildikten sonra ateş etmeye devam etmeli.” Av partisinde avlanan bir diğer kişi ise, Halk Partisi’nin Madrid Yönetimi başta olmak üzere tüm örgütlenmelerine yayılmış bulunan yolsuzluk ve rüşvet skandallarını ortaya çıkarmak için “Gürtel Operasyonu” adıyla anılan operasyonu başlatan yargıç Baltasar Garzón. Halk Partisi, Garzón’un söz konusu davalarda “yetkisiz” sayılması için dava açmayı düşünüyordu ama Garzón, çıkan haberlerden sonra yüksek tansiyon şikayetiyle Madrid Ruber Kliniği’ne kaldırıldı. Bilindiği gibi, yargıç Baltasar Garzón, Franko dönemi suçlularını yargılamayı öngören Tarihi Bellek Yasası’yla ve içlerinde Federico Garcia Lorca’nın da bulunduğu Franko dönemi mağdurlarının mezarlarını açma girişimleriyle tanınıyor. Her ne kadar birkaç ay sonra “her nedense” bu konuda yetkili olmadığını açıklamış ve yargılamaları yerel mahkemelere devretmiş olsa da. Ayrıca Garzón, geçtiğimiz senelerde Şilili diktatör Augusto Pinochet’yi de darbe sonrasında İspanyol vatandaşlarına karşı işlediği suçlardan dolayı yargılatmak istemişti. Yine Halk Partili Aznar hükümeti döneminde, 2003'te, ETA'yla bağlantılı olduğu gerekçesiyle Bask partisi Herri Batasuna'ya üç yıl siyasi faaliyet yasağı getirmiş sonra da partiyi illegal ilan ettirmişti. “Cesur” yargılama girişimleriyle gündeme gelen Garzón’un lisanssız avlanmasına hayvan hakları savunucularından gelen protestolar bu bağlamda ziyadesiyle anlamlı aslında: “Garzón: seni kimler yargılasın?” “Público” gazetesi köşe yazarı Manolo Saco’ya göre, sosyalist hükümetin yaptığı “fazla demokratik” davranmak. Zapatero’nun bakanın istifasını hemen kabul etmesinin, PP’nin yargıç Baltasar Garzón’u yerinden etme girişimlerine onay vermek anlamına geldiğini söyleyen Saco, Halk Partisi lideri Mariano Rajoy’un bir taşla iki kuş vurduğunu söylüyor! Görüldüğü gibi, İspanya, ekonomik krizin rahatlayacağı söylenen 2010’a doğru tam bir karmaşa içinde yürüyor. Muhalefetin siyasette bu kadar yaptırım gücü olması bazı çevrelerce “fazla” bulunsa da, Başbakan Zapatero bu değişimi olumsuzdan çok olumlu gördüğü şeklinde bir görüntü çizmeye devam ediyor. Lizbon Antlaşması ve Yarattığı Tartışmalar Eylül Başak TUNCEL AB Anayasası’nın 2005’te yapılan referandumlarda Fransa ve Hollanda halkları tarafından reddedilmesinin ardından yaşanan krizin benzeri tekrar gündemde. Bu kez itiraz edilen belge, Lizbon Antlaşması. AB kurumlarına köklü değişiklikler getiren, siyasi ve idari yapıyı önemli ölçüde değiştiren Lizbon Antlaşması, 18-19 Ekim 2007’de Lizbon’daki AB Liderler Zirvesi’nde şekillendirildi, 13 Aralık 2007’de de imzalandı. 1 Ocak 2009 itibariyle yürürlüğe girmesi planlanan Antlaşma, Haziran 2008’de İrlanda’da reddedilmesinin ardından sıkıntılı bir sürece girdi. Her ne kadar Şubat 2009 itibariyle 27 üye devletten 23’ünde onaylanmış olsa da, bu süreci henüz tamamlamayan devletler olması Antlaşma’nın yürürlüğe girmesini de erteliyor ve hatta belki de imkânsız kılacak. Peki, Lizbon Antlaşması’nın getirdiği yenilikler neler? Öncelikle pek çok kişinin reddedilen anayasanın çok az değiştirilmiş hali olduğunu söylediğini belirtelim; ufak tefek değişikliklerle aynı maddelerin tekrarlandığı yaygın kanaat. Anayasa’dan farklı olarak, Reform Antlaşması fazlasıyla teknik ve hukuki bir dille yazılmış, bu da vatandaşların anlayıp onaylamalarını güçleştirmekte. En belirgin fark ise, pek çok üye ülke vatandaşını rahatsız ettiğinden olsa gerek, “Anayasa” yerine “Antlaşma” sözcüğünün tercih edilmiş olması. Bu önemliydi, çünkü kafalarda oluşan süper-devlet imgesi iddialı olduğu kadar korkutucuydu da ve ortadan kaldırıldı. Aynı sebeplerle, ortak marş ve ortak bayrak gibi simgesel unsurlar da terk edildi. Avrupa Konseyi için altı ayda bir değişen dönem başkanlığı uygulaması yerine 2,5 yıl görevde kalacak bir başkanın seçilmesi; Avrupa Komisyonu’nun üye sayısının azaltılması; Avrupa Komisyonu’na, Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa Adalet Divanı’na içişleri konusunda ek yetkiler tanınması da değişiklikler arasında. Tüm bunlarla AB’nin daha da güçlendirilmesi ve dünya siyasetinde çok daha etkin bir rol kazanması hedefleniyor. Antlaşma, şüphesiz karar alma süreçlerini hızlandıracak, ülkeler arası işbirliğini artıracak ve bu sayede Birliği güçlendirecek. Getirilen AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi görevi ile dış politikada tüm üye ülkelerin uyum içinde olmaları sağlanacak; öngörülen daha yakın askeri işbirliği ile ortak savunma politikası yürütülecek; her şeyden önce Birlik’te tekseslilik sağlanarak bütünlük garanti altına alınacak. AB’nin kendi iç ilişkilerini güçlendirme ve derinleştirme çabası anlaşılabilir, ancak tek sesliliği arama çabaları pek çok üye ülke vatandaşını rahatsız etmekte. Antlaşmaya muhalefet edenler, ulusal meclislerin Brüksel’e karşı söz söyleyebilme ve itiraz edebilme haklarının olması gerektiğini belirtirken, antlaşmayı destekleyenler bunun Avrupa’da refahın, istikrarın ve barışın garantisi olacağına inanıyorlar. AB, serbest ticaretin yaygınlaşmasını ve küreselleşen dünyada önemli bir aktör olmayı istiyor. Daha fazla iş imkanı yaratmak, halklarının yaşam düzeyini artırmak, kıtada kalıcı barış ve düzeni sağlamak ve değişen iklim koşullarına uygun yeni enerji politikaları üretmek hedefleri arasında ve tüm bunları gerçekleştirebilmek için Lizbon önemli bir araç. O kadar önemli ki, halkların “hayır” deme ihtimalini ortadan kaldırarak bir daha 2005 tecrübesini yaşamamak adına anayasası gereği her durumda referanduma gitmek zorunda olan İrlanda dışındaki ülkelerde parlamento onayını yeterli kılan “antlaşma” yöntemi tercih edildi -ki aslında İrlanda referandumunda da Avrokratların korktuğu oldu ve “hayır” çıktı. Olumsuz tutumundan korkulan halkların onayını gerektirmeyecek yöntemler seçmek, AB’nin bir grup elit tarafından halklardan uzak bir şekilde yönetildiği görüşünü hatırlatıyor ve AB’nin demokrasi anlayışını sorgulatıyor. Almanya’da da karşı çıkılan noktalardan biri bu değil miydi? Fikri sorulmayan halka antlaşmanın dayatılması… Peki Almanlar, AB’ye güvenmiyor mu? Daha fazla entegrasyona, daha fazla işbirliğine karşı olmalarının sebebi ne? AB’nin güçlenmesinin kendi güçlerini azaltacağından endişe ediyor ya da egemenliklerinden taviz vermek istemiyor olabilirler mi? AB’nin varlık nedeninin (İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik yıkım, komünizm-SSCB korkusu) ortadan kalktığı düşüncesiyle daha fazla bütünleşmenin artık pek de gerekmediği düşünülüyor olabilir mi? Yetkilerin devredilmesi ile daha da güçlenecek bir Birlik’in ileride içişlerine müdahale edebileceği çekincesiyle ulusal egemenliğin daha fazla paylaşılması istenmiyor olabilir mi? Sonuç olarak, Lizbon Antlaşması pürüz çıkartan birkaç üye devlet yüzünden rafa kaldırılamayacak kadar önemli bir belge olarak görülüyor AB’de. Belki de bu yüzden, Almanya’daki teknik ve hukuki problemlerin çözülmesi ve İrlanda’nın hassas olduğu konulara (askerlik, vergi, kürtaj yasağı, ötenazi) özen gösterilmesiyle sorunların giderileceği ve en kısa sürede (en erken 2010) antlaşmanın yürürlüğe gireceği yaygın kanı. Avrupa’da Krize Karşı Dayanışma Var, Uzlaşma Yok Esra AKGEMCİ Avrupa’nın en büyük ekonomilerinin liderleri, aralarındaki görüş ayrılıklarına rağmen el birliğiyle küresel krize karşı ortak bir pozisyon almaya çalışıyor. 2 Nisan’daki G-20 zirvesi öncesinde Berlin’de bir araya gelen AB liderleri, Sarkozy’nin arzuladığı “güçlü uzlaşmaya” henüz varamadılar. Toplantıda finans piyasaları ve yatırım araçlarının denetlenmesi konusunda anlaşıldı. Ancak Avrupalı liderlerin dayanışmasından uzun ömürlü bir işbirliği çıkacak mı, bunu zaman gösterecek. Geçen yılın kasım ayında Washington’da düzenlenen ilk Dünya Finans Zirvesi’nin ardından, G-20 ülkeleri 2 Nisan’da Londra’da bir kez daha masaya oturmaya hazırlanıyor. G-20’nin Avrupalı ülkeleri ise hazırlıklarına şimdiden başladı. Avrupalı liderler ve maliye bakanları G20 zirvesi öncesi bir eylem planı belirlemek için Berlin’de buluşarak çözüm önerilerini tartıştılar. Liderler küresel kriz karşısında birlik mesajı verse de AB’nin takınacağı tutum konusunda Fransa ve Almanya arasında yaşanan görüş ayrılıkları devam ediyor. Korumacılık AB imajını zedeler mi? Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, korumacı tedbirlerin artırılması ve Birlik çapında bir kurtarma planının oluşturulması yönündeki önerilerini uzun zamandır dile getiriyordu. Sarkozy, Berlin’deki toplantıdan önce de görüşlerini açıkça ifade etmekten kaçınmadı ve Avrupa’nın “zayıf bir uzlaşma” içinde olmasını kabul etmeyeceğini söyledi. “Kapitalizme en baştan başlamak” için bir kez daha çağrıda bulundu. Diğer taraftan, Sarkozy’nin hazırladığı kurtarma paketleri, sadece Almanya’nın değil diğer AB üyesi ülkelerin de huzurunu kaçırmaya başladı. Fransa’nın ardından İtalya ve İspanya’nın da zor durumdaki otomotiv şirketlerini korumak için ulusal tedbir planları hazırlaması, korumacılığın yaygınlaşacağına dair endişe yaratıyor. Times’ın haberine göre, Sarkozy’nin Fransız otomotiv sanayisi için hazırladığı 6 milyar euro’luk kurtarma paketini, diğer AB üyeleri şüpheyle karşılıyor. Aynı haberde, Sarkozy’nin Çek Cumhuriyeti’nde araba üreten Fransız şirketlerine sadece Fransız parça üreticilerini kullanmalarını tavsiye ettiği ve bu durumda Avrupa Komisyonu’nun söz konusu kurtarma paketini veto edilebileceği de belirtiliyor. Financial Times ise korumacılığın yaygınlaşmasının AB’nin “tek pazar” imajına zarar verebileceği ve tartışmaların birleşik bir Avrupa cephesi oluşturulmasına engel olabileceği konusunda sık sık uyarılarda bulunuyor. “Küresel antlaşma” için ilk adım Almanya Başbakanı Angela Merkel, tüm bu görüş ayrılıklarına rağmen G-20 Zirvesi öncesinde AB içinde ortak bir tavır oluşturabilmek için Berlin’de AB liderlerini toplamayı başardı. Merkel, üç saatlik toplantı sonrasında alınan sonuçtan memnun olduklarını ve krizin ancak “küresel bir antlaşma” ile aşılabileceğini söyledi. Antlaşmanın ne kadar “küresel” olacağı ve sonunda kimin taviz vermek zorunda kalacağı belirsiz. Yine de Avrupa’da bu yönde hevesli bir adım atılmış gibi görünüyor. Çevrecilerin isyanı Toplantının yapıldığı Başbakanlığın önünde toplanan çevreciler de “Banka olsaydık, bizi şimdiye kadar çoktan kurtarmıştınız” yazılı pankartlar açarak devlet başkanlarını protesto etti. Liderler finansal krizin ekonomide açtığı yaraları sarmaya çalışadursun, kriz zamanlarında toplumsal ve çevresel sorumlulukları hatırlatmak da yabana atılmaması gereken bir konu olarak ortada duruyor. Avrupa Efsanesi ve Türkiye Erdem GÜNEŞ Avrupa kelimesinin kökenini hiç düşünmüş müydünüz? Efsaneye göre Tanrıların tanrısı Zeus, bugünkü Lübnan topraklarında yaşamış olan Finikelilerin prensesi Europa’ya âşık oluyor. Onu Girit adasına kaçırıyor; ancak Europa o kadar güzel bir genç kadın ki Güneş ardı sıra onu takip ediyor. Derler ki o gün bugündür Lübnan’da Güneş’in batışını izleyenlerin gözleri aslında kayıp Prensesleri Europa’yı ararmış… Öyle ki Arapça ve İbranicedeki “gün batımı” anlamına gelen “ereb” ile Avrupa kelimelerinin kökeni Prenses Europa’ya dayanırmış. Efsane bu ama, Avrupalıların buna pek tamah edeceklerini zannetmiyorum. Kafalarındaki Avrupalı kimliğini iyiden iyiye karıştıracaktır çünkü… Evet, Avrupa’nın o “büyük soru”su hala bir yanıt bulmadı: Avrupa’nın sınırları nerede bitiyor? Avrupa Birliği’nin Genişlemeden Sorumlu Komisyon Başkanı Olli Rehn, 4 Şubat’ta Avrupa genişlemesi konusunda sürpriz bir açıklama yaptı. Rehn, Hırvatistan’la 2009 sonuna kadar müzakerelerinin sonuçlandırılabileceğini, Hırvatistan’la birlikte İzlanda’nın da 2011’de üye olabileceğini belirtti. Asıl sürpriz ise 2009 yılında Arnavutluk, Bosna Hersek, Makedonya ve Karadağ’ın adaylık sürecinin değerlendirilecek olması. Komisyondaki diğer yetkililer ise bu ülkelerin tam adaylığının 2014’te gerçekleşebileceğini söylüyor. Evet, aynı Komisyon ve aynı AB! Türkiye’nin adaylık süreci ile ilgili bir tarih vermekten ödü kopan, bin dereden su getiren… Daha önce 2009’un Türkiye-AB ilişkileri açısından çok olumlu olacağına inandıklarını söylemiş olan Komisyon yetkililerinin görüşü 3 ay içinde oldukça değişmiş. Bu sürprizlerden sonra Türkiye’nin durumunu soran gazetecilerin aldığı yanıt bunu gösteriyor: “Türkiye için gerilimli bir yıl olacak.” Görünen o ki, Aralık 2008’de olumlu olan bakışlar, 3 ay içerisinde gerilimle dolmuş! Nedenleri ise tahmin edilebilir: Kıbrıs sorunu, ek protokol ve reform sürecindeki yavaşlık. 2009 yılı Türkiye’ye ne getirecek bekleyip göreceğiz ancak AB için bu kadar anlamlı olmasının elbette nedenleri var. Doğu Avrupa ülkeleri AB’ye tam üye olalı 5, Berlin Duvarı yıkılalı 20 yıl oldu. Bu arada, Türkiye AB’ye adaylık başvurusu yapalı da tam 50 yıl oldu. Türkiye’nin 50. yılında aldığı rapor, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu’nda kabul edildi bile. 4 “hayır” 1 “çekimser” oya karşın 65 oyla geçen raporda öncelikle reform sürecindeki yavaşlama ve Türkiye’nin limanlarını Rum bandıralı gemi ve uçaklara açmaması eleştiriliyor. Ankara’dan Aralık 2009’a kadar yükümlülüklerini yerine getirmesi ve Türkiye’nin çözüm sürecine destek vermek amacıyla, adadan asker çekmesi isteniyor. Bugünlerde samimiyeti epeyce tartışılan TRT-6’nın övüldüğü raporda, Ergenekon davasının titizlikle takip edildiği ve mahkûmların sağlığından endişe edildiği vurgulanıyor. Raporu kaleme alan Hollandalı Hıristiyan Demokrat üye Ria Oomen-Ruijten, bu raporun “adil” olduğunu ve Türkiye’nin bu raporu aynası olarak görmesi gerektiğini söylüyor. Oomen-Rujiten bu çok standartlı politikalarına rağmen AB’nin Türkiye kadar kendisine de bir ayna tutmasının zorunlu olduğunu hiç düşünmüyor mu acaba? Ya da şöyle soralım, AB kendisine ayna tutabilecek kadar güçlü mü? Portre: İspanya Başbakanı Zapatero Yeşim ÖZTÜRK Jose Luis Rodrigues Zapatero, İspanya’nın “cesur” başbakanı… 14 Mart 2004’te genel seçimleri kazanmasının ardından, Irak’tan İspanyol askerlerinin çekilmesini sağlamış ve böylece seçim öncesi verdiği sözü tutmuştu. Başbakana uygun görülen “cesur” sıfatının bir diğer nedeni ise gerçekleştirdiği köklü reformlarla İspanya’da özgürlüklerin önünü açması oldu. 1979’da İspanya Sosyalist İşçi Partisi’ne (PSOE) katıldığında, hevesinin kırılmasını istemediği için bunu ailesinden gizleyen başbakan, o yıllarda besbelli ki sosyalist bir partiyle olan bağlarını ailesine açıklayacak cesarete sahip değildi. Bir partiye üye olmak ve siyasete adım atmak için çok genç olduğu yönünde eleştiriler duymak istemiyordu. Cumhuriyetçi bir albay olan büyük babası Juan Rodríguez y Lozano’nun İspanya İç Savaşı’nda milliyetçi Franco yandaşları tarafından idam edilmiş olması, Zapatero’nun siyasi tavrını etkilemişti. İdam mangasının önüne çıkmadan 24 saat önce son isteklerini yazıya döken büyükbaba Lozano, ailesinden adını temize çıkarmalarını istemiş ve bir barışsever olarak hatırlanmak istediğini belirtmişti. Zapatero babasının ve ağabeyinin siyasetle ilgili sohbetlerini dinleyerek ve büyükbabasının yaşadıklarından haberdar olarak büyüdü. 1982’de León Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduğunda, şehrin sosyalist gençlik organizasyonunun lideri haline gelmişti. Genç yaşına rağmen 1986’da İspanya Sosyalist İşçi Partisi’nin León bölgesi adayı oldu ve bu durum 2000’de parti genel sekreteri olmasıyla taşındığı Madrid’ten aday olduğu 2004 seçimlerine dek sürdü. Partisinin 2004 seçimlerinde oyların % 43’ünü almasıyla da hükümeti kurma hakkını elde etti. Zapatero’nun 2004’teki seçim zaferi kimi çevrelerce muhafazakar Halk Partisi lideri Aznar’ın İspanyol halkı tarafından cezalandırılması olarak algılandı. 11 Mart 2004’te El Kaide’nin Madrid’de gerçekleştirdiği terör eyleminin halkın gözündeki sorumlusu, Irak’a asker gönderdiği için Aznar’dı. Ve halk seçimlerden 3 gün önce meydana gelen bu terör olayına, Irak’tan asker çekme sözü vermiş olan Zapatero’yu seçerek tepki verdi. Ancak 2008 seçimleri gösterdi ki Zapatero’nun başarısı halkın anlık bir tepkisi değildi. 9 Mart 2008’de gerçekleştirilen seçimlerde oyların % 43.6’sını alarak birinci olan İspanya Sosyalist İşçi Partisi, 350 sandalyelik mecliste 169 milletvekiliyle 2004 başarısını tekrarladı. Buradan Zapatero reformlarının İspanyol halkının çoğunluğu tarafından desteklendiği sonucu çıkarılabilir. Yapıcı, olumlu ve diyaloga açık bir muhalefetten yana olduğunu belirten Zapatero, Halk Partisi iktidarı boyunca ETA’yla mücadelede izlenen yola tepkilerini dile getirmişti. Ona göre terörü bitirmenin yolu ETA’yla ile görüşmeler yapmaktan geçiyordu. İktidara geldikten sonra, sağ muhalefete rağmen parlamentodan ETA’yla diyaloga onay alan başbakanın çabası sonucu, ETA-Madrid ilişkileri yeni bir boyuta girmişti. Ancak barış süreci 30 Aralık 2006’da ETA’nın ateşkesi bozarak Madrid’deki Barajas Havaalanı’na düzenlediği bombalı eylem ile son buldu. Zapatero’nun terörle mücadele planı da kökten değişti. Zapatero, 15 Ocak 2007’de mecliste düzenlenen oturumda “İspanyollar önünde hata yaptığımı kabul etmek istiyorum,” diyerek politikasında meydana gelen köklü değişimin ilk sinyallerini vermiş, ETA ile masaya oturma konusunda yanıldığını kabul etmişti. 2008 yılına gelindiğinde Zapatero’nun söylemleri dönüşmüştü: “ETA'nın sonu gelinceye kadar operasyonlar sürecek.” İspanya’da terörü bitirmek adına düzenlenen operasyonların, diyalog alternatifine göre ne kadar başarılı olduğu halen bir muamma; ancak kesin olan bir şey var ki İspanya’nın diyalogdan yana olan tek başbakanı da bu politikasını terk etti. Başbakan Zapatero, diğer konularda, iktidara geldikten sonra tavrını aynen korudu ve yapacağını vaat ettiği her şeyi bir bir yapmaya başladı. Bunların başında elbette Irak’tan asker çekmek geliyordu. İkinci olarak, İspanyol askerinin Afganistan’daki rolü sınırlandı. Ayrıca Avrupa Birliği genelinde tartışılan bir sorun olan göçmenlerle ilgili de olumlu gelişmeler yaşandı ve İspanya’ya yerleşen göçmenlerin hakları genişletildi. 2008 seçimlerinden sonra 17 bakanlıktan 9’unu kadın milletvekillerine vermesi de Zapatero’nun attığı önemli adımlardan. Savunma bakanlığına 37 yaşındaki Carme Chacon’un getirilmesi İspanya tarihinde bir ilk. Daha önce hiç kadın savunma bakanı olmayan İspanya, Carme Chacon’un 7 aylık hamileyken gerçekleştirdiği Afganistan ziyareti ile çalkalanmıştı. 2008 Nisan ayında, Afganistan’daki İspanyol askerlerini denetlemek için yapılan bu ziyaret dünya gündeminde de ilk sıraya oturmuştu. İspanya, tarihinde ilk kez bu kadar kadın bakanın bir arada olduğu bir kabine görüyor ve bu da Zapatero’nun eseri. Eğitim sistemindeki laik reformlar, okullarda Katolik inanç ve ibadetinin öğretilmesine son verilmesi, Katolik Kilisesi’nin yasakladığı boşanma ve kürtaja izin veren yasaların kabulü… Daha önce kürtajın lafının bile edilmediği İspanya’da ardı ardına gelen bu değişiklikler Kilisenin Zapatero’ya karşı tavır almasına neden oldu. Kilise, 2008 seçimleri öncesinde Zapatero’ya oy verilmemesi çağrısında bulundu. Eşcinsellere evlenme ve evlat edinme haklarının verilmesiyse hükümetin en özgürlükçü ve bir o kadar da cesur hamlesiydi. Tüm bu nedenlerle, Kilise Zapatero’yu tanrısızlıkla ve tanrısız bir toplum yaratmaya teşebbüs etmekle suçladı. Kardinal Antonio Canizares, “Tanrının hiçbir şekilde hesaba katılmadığı gerçek bir kültürel devrim yapılmak isteniyor. Laikliğin temelinde toplumumuzu engellemek yatıyor” derken tepki nedenlerini özetlemiş oluyordu: Gerçek Kültürel Devrim. Zapatero hükümeti, Ekim 2007’de çıkardığı “tarihi bellek” kanunuyla 1936-39 arasındaki İspanya İç Savaşı’na ve savaşın ardından 40 yıl süren General Franco diktatörlüğüne ait bütün simgeleri, sokak adlarını, tabelaları yasakladı. Bu dönemde öldürülenlerin saygıyla anılmaları, baskı görenlerin ise haklarının genişletilmesi öngörülüyordu. Franco rejimi açıkça lanetlenmişti. Mart 2005’te Madrid’teki son Franco heykeli kaldırılmış, 2006’da da Zaragoza meydanlarındaki heykeller kaldırılmıştı. 2007’de Santander şehrinde 1964’ten beri bulunan Franco heykelinin işçiler tarafından kaldırılarak belediyenin ambarına konulmasıyla birlikte kamuya ait alanlarda hiçbir Franco heykeli kalmadı. Zapatero dış politikada da uyum ve işbirliği yönünde bir tavır sergileme iddiasında. Bir taraftan AB içinde İspanya’nın etkin bir güç olması için uğraşırken bir taraftan da AB dışı ülkelerle ilişkileri iyi tutuyor. Özellikle öncülüğünü yaptığı Medeniyetler İttifakı projesi, Türkiye’nin de katılımı ile bu ülke ile ilişkilerine ivme kazandırdı. Berlusconi’nin “fazla kızıl” olarak nitelendirdiği ve neredeyse her fırsatta çattığı Zapatero, kendi ülkesinde yaptığı reformların yanı sıra uluslararası alanda da diyalogu artırmaya yönelik projeler ortaya atarak AB’nin “öncü liberal” lideri olmayı hedefliyor.