Siyasal İslam. (1)

advertisement
Rıza Heybetoğlu
Siyasal İslam. (1)
19.yüzyılda başlayan ve elan hayatımıza etki eden Siyasal İslam
fenomeni nedir?
Nurculuk hareketinden İhvan-ı Müslimin’e, Cemaat-ı İslami’den
Rabıta’ya kadar Müslüman ülkelerde boy gösteren yapıların fikri
alt yapıları nelerdir, kimlere dayanır?
1400 yıl boyunca eşine, benzerine ve uygulamalarına şahit
olmadığımız türden bir din anlayışının son yüzyılda
Müslümanları klanlara bölmesinin ardında yatan motivasyon
nedir?
Sanki ortadünya halkları, 1400 yıldır Müslüman değillermiş gibi,
yeniden onları dinle buluşturma heves ve gayreti, nasıl ve niçin
ortaya çıktı?
Bilinen tüm gelenekleri evirip, hayali bir “asrısaadet” anlayışı
çerçevesinde, bireyi, toplumu ve dolayısıyla devleti, yeniden
dizayn etme arzusu nasıl sonuçlar doğurmuştur?
Türkiye, Mısır, Pakistan gibi önemli Müslüman ülkelerdeki
siyasal İslami hareketlerin ilk muharrikleri kimlerdir ve neyi
hedeflemişlerdir?
Bu, yüzyıllık “modernite” girişimleri, ortadünya halklarını
“modernite” ile buluşturmak yerine ortaçağın karanlık
dehlizlerinde yok olmaya doğru yuvarlaması çelişkisini ne ile
izah ede biliriz?
Bu ve bundan sonraki birkaç yazımda, İslam ülkelerini ciddi
anlamda etkisi altına alan cemaatleri irdeleyeceğim.
Fikri arka planlarını, amaçlarını ve karizmatik liderlerini
sorgulayacağım. Arap baharının baş aktörleri olan bu
cemaatlerin sorgulanmasının, ortadünya halkları için artık bir
gereklilik olduğu açıktır. Ortadünya’nın kadim halklarının
kimyalarını değiştirecek operasyonlara her gün şahit
olduğumuz bir ortamda, damgasız biri olarak, haklı ve elzem
sorular sormayı tarihi bir vazife addediyorum.
İmdi,
İslam’ın ve onu temsil eden Osmanlı İmparatorluğunun, batı
medeniyeti karşısındaki yenilgileri ve gerilemesi, İslam
toplumlarında haklı bir soruyu da gündeme getirmişti. “Biz
neden geri kaldık?”
Oysa Batı, 500 yıl öncesinden beri, “kâfirler”, yani Araplar ve
sonrasında Türkler, karşısında geri kalmalarının nedenlerini
sorguluyorlardı.
Kilise babalarının, “Tanrının yolundan sapmamız ve günahlarla
http://www.mgkmedya.com
yoğrulmamız nedeniyle Tanrı bizi cezalandırıyor.
Eğer Mesih’in ipine sıkı sıkı sarılır, ibadet ve dualarımızı
arttırırsak Tanrının rahmet ve yardımına nail olabiliriz” yolundaki
vaaz ve yazılarını, Avrupa kütüphanelerini dolduran on binlerce
yazmadan öğreniyoruz. Bu anlayışın en acıklı tezahürü, “çocuk
haçlı seferleri” ile yaşandı belki de. Haçlı seferlerinin
başarısızlıklarla sonuçlanmasının nedenini,” günahkârlıkla”
açıklayan kilise kafası, masum ve günahsız çocukların bir haçlı
seferi düzenlemesi halinde Tanrı’nın yardımına mazhar
olabileceklerini varsaydı. Bu sebeple Avrupa’nın, özellikle daha
cahil ve tutucu iç ve kuzey bölgelerinden, on binlerce çocuğu
toplayıp gemilerle Kudüs’e gönderdiler. O çocukların bir kısmı,
fırtına sebebiyle batan gemilerde Akdeniz’in sularında
kayboldular, diğerleri ise korsanlar tarafından kuzey Afrika
limanlarındaki köle pazarlarında satıldılar. Bu örneği, yobazlığın,
toplumların çıldırma çıtasını nerelere vardıracağının kanıtı olsun
diye hep veririm.
Ve bu kilise kafasına sahip batı dünyası, yüzyıllarca, Müslüman
doğu karşısında, şişmanladıkça tembelleşen ve tembelleştikçe
de şişmanlayan bir obezite sarmalına tutulmuş gibi, yenildikçe
dindarlaştı ve dindarlaştıkça da yenildi. Araplar İspanya
üzerinden Pireneler’e kadar, Türkler ise Viyana’ya kadar
ilerlediler.
Ta ki, batı dünyasında ölümü göze alarak rasyonel cevaplar
arayan insanlar çıkana kadar. Yenilgilerinin sebeplerinin, mistik
açıklamalarda değil rasyonel izahlarda aranması gerektiğini
savunan cesur ve aydın kişilerdi bunlar. Bu entelektüeller
yüzyıllarca kilisenin “adil” sorgularında can verdiler. Dünya, Tanrı
temsilcilerinin nasıl canavarlaştığına, daha önce hiç bu şekilde
şahit olmamıştı. Ama bu işkence ve katliam sancıları döngüyü
tersine çevirdi. Batı, dinden ve dini temsil edenlerden nefret
ettikçe ilerledi ve ilerledikçe de daha da nefret etti. Batı insanı
geri kalmışlığın nedeninin felsefeden, bilimden ve salt aklın
doğrularından uzak kalmak olduğunu anlamıştı. Bir daha bu tür
bir akıl tutulmasını yaşamamak için de muhkem kavramlar
geliştirdi. Hayatı ve beyinleri kuşatmak isteyen bağnazlık
hastalığına karşı ilaç olacak kavramlardı bunlar. “Liberté, égalité,
fraternité” ("Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik"). Buna bağlı olarak
Laiklik ve demokrasi. Bu haplar batı insanını, kilisenin yaydığı
beyin mantarı hastalığına karşı koruyacaktı.
18.Yüzyıl, sadece batının değil tüm insanlığın kaderini
değiştirmiş ve insan denen varlık, evriminde bir üst basamağa
geçmişti. İnsanlığın 18. Yüzyıla kadar ki tüm birikimi artık
katlanarak devam edecekti. Dini düşünce biçimi geride kalmıştı.
Doğu aklı ise yaklaşık 700 yüzyıl öncesinde bir yara almıştı.
“Gazzali”. Yeni Müslüman olmuş, hayatı askerlikten ibaret
Perşembe, Temmuz 18, 2013 - Sayfa 1 / 2
Rıza Heybetoğlu
Siyasal İslam. (1)
olduğundan, sorgulamadan itaat etmeyi genlerinde taşıyan
göçebe/savaşçı Türklerin de desteği ile Gazzali, felsefeyi haram,
felsefeyle uğraşanları da kâfir ilan etti. Nizamiye medreseleri ile
–ki hala güneydoğuda mevcuttur- felsefesiz bir eğitim anlayışı
özellikle Sünni dünyaya hâkim oldu. Endülüs bir müddet bu
duruma direndiyse de, onlar da Hıristiyan yobazlığına
direnemedi. Tek tük bireysel çıkışlar olsa da, siyaset ve toplum,
o dehaların arkasında yer almadığından, İslam toplumları
bilimsel düşünme şeklini kurumsallaştıramadılar. Aklın elinden
felsefe alınınca olacak olan kaçınılmaz olandır. Sonraki yüzyıllar
boyunca İslam medeniyetinde tek orijinal eser çıkmadı. Şerhler,
şerhlere şerhler, şerhlerin şerhlerine haşiyeler. Akıl durunca,
bilim de durdu, teknoloji de. Bu gün insanlığa katkı sunan tek
bir bilim adamımızın olmaması, bilimsel düşünüşün
kurumlarının
ve
dayanaklarının
olmamasından
kaynaklanmaktadır.
sadece cinselliktir-noksanlığı gösteren “din adamları” kimlerdir
acaba? Bu insanları anlamadan Müslüman coğrafyalardaki akıl
tutulmalarını anlayamayız. Bu yazı dizisinde bu siyasal İslam
öncülerini bir bir ele alacağız. Ve o zaman neden geri kaldığımızı
belki daha iyi anlayacağız.
(Bir sonraki yazı, siyasal İslam’ın ilk akıl hocası olarak bilinen
“Cemaleddin Afgani”.)
Bu kez dharma’nın şeriat tekerleğinde kısırdöngü sırası kadim
doğuya musallat olmak üzereydi. Batı, aklı merkeze alıp felsefe
ile uğraştıkça, bilim ve teknolojinin kapıları ardına kadar
açılmıştı. Tanrı, sanki bilgi ağacını insanlığa doğru uzatmıştı.
İnsanlık evriliyor ve evrildikçe ilerliyordu. Bu zihinsel ve bilimsel
çığ, eski dünyanın dayandığı tüm temel ve argümanları yerle bir
etti. Doğunun olup biteni anlaması ve ne olduğunu sorgulaması
yüzyıllar sürdü. Ve 19. Yüzyılda o kutsal soruyu bu kez doğu
soruyordu, “Biz neden geri kaldık?”
Bu sancılı dönem belki, Müslüman toplumlarda batıda olduğu
kadar uzun sürmeye bilirdi. Doğu, doğru cevabı daha erken bula
bilirdi. Lakin ne siyaset ne de toplum böyle bir arayış içine
girmedi. Entelektüel bir kriz yaşamadı beyinler. Dinin insanı
mest eden ütopyası ve Tanrının yardımının geleceği beklentisi
Batı’nın yaşadığı değişimi analiz etmeye izin vermiyordu.
Doğunun kadim halkları, Batının devrimini tamamlamış aklı
karşısında bir bir devriliyorlardı. Şehirleri düşerken Mikail’i
bekleyen Bizans papazları gibi ulema, seyretmek zorunda kaldı
olup biteni. Tüm dünya, yüzyıllarca kazıklarda yanarak canlarıyla
bedel ödemiş ve Tanrının bilgelik pınarından içmeyi hak etmiş
batı aklı karşısında secde ediyordu.
Evet, batı neredeyse her yıl çağ atlarken “Biz neden geri
kalmıştık”.
Soru çok çabuk ve kolay bir cevap buldu. Erken doğum yaptı.
Kilise babalarının yüzyıllar önce toplumlara kan kusturan virüsü,
Müslüman beyinleri ele geçirmişti. Ve “biz neden geri kaldık”
sorusuna “Allah’ın ipini bıraktığımız, günahlara ve bidatlere
daldığımız için” cevabı verildi kolayca. Neden?
Müslüman coğrafyalara, yenilmelerinin ve geri kalmışlıklarının
nedeni olarak, ibadet ve ahlaktaki- ki ahlak derken anladıkları
http://www.mgkmedya.com
Perşembe, Temmuz 18, 2013 - Sayfa 2 / 2
Download