Yigit Usta TURK 102 Kızıl Dağların Ardında Çoğu sanat dalı gibi resim de hayatımızda çok büyük bir rol oynuyor, fakat rolü çoğu insan için bir evin duvarını süslemekten fazla bir şey ifade etmiyor. Fakat bazılarımız resimden gereğinden fazla etkileniyor ve belki de görmememiz gereken şeyleri görüyoruz. Bunun gibi bir tablo hayata bakış açımızı değiştirebilir mi, değiştirecek olsa bile böyle bir tablonun insanı etkilemesi için ne gibi şeyler içermesi gerekir? Bana göre bu sorunun cevabı aslında çok da karışık bir formül içermiyor, solgun mavi ve uğursuz bir gün doğumunu sade bir biçimde anlatan Kanchendzonga (1944) bunu garip bir şekilde başardı. Doğu Asya’da yaşamış olan Nicholas Roerich bir şeyi gördüğünde, olduğundan farklı bir şekilde görebildiği belliydi. Bundan dolayı tablolarını daha büyük bir dikkatle incelemeye karar verdim. Saatler saatleri izleyip aklımda resimden başka bir şey kalmadığı anda, resme bakarken sisin kapladığı bomboş araziyi, dağların gölgelerinin ardındaki toprağı ve gökyüzünü aklımda dolduruyordum. Nicholas Roerich’in ne yapmak istediğini o an anlamıştım, aslında çizdiklerinden çok; çizmediklerini göstermek istiyordu. Bizlere aklımızda doldurmamız için fersahlarca boş alan bahşetmiş, yaratıcılığımızın sınırlarını zorlayacak bir fırsat sunmuştu. Yigit Usta TURK 102 En başta dağların ardından kuşların şakıması ve kurt yavrularının annelerine aç olduklarını belirten seslenmeleri, ardından rüzgârda salınan ağaçların rahatlatıcı sesinin boş vadiyi dolduruşu aklımda biçim almaya başladı. Seslerin ardından görüntüler de çok geç kalmadan belirdi, baktığım yer artık bomboş bir arazi değil, cennetten bir parçaymışçasına göz alıcı, insan elinin değemediği, insanlardan saklanmış, sınırları göz alabildiğince uzanan sıradağlardı. Neslinin tükendiğini sandığımız hayvanların bile mutlulukla yaşadığı bu diyar, bizim yıkımımızdan uzak durmayı amaç edinmiş güzelliklerin son kalesiydi. Hayranlık içerisinde bizden uzak kalmış sıradağları izlerken, güzelliklerin son kalesi akıl almayacak derecede şiddetli bir yıkımla yerle bir oldu. Yeryüzünün yarılmış çatlaklarından tablonun uğursuz gün ışığını daha da uğursuz kılacak yaratıklar çıktı, bu yaratıklar gizemli dağların güzellik ardında sakladığı maskesinin düştüğünü açıkça belli ediyordu. Cayır cayır yanan ve ölmekte olan bir yıldız gibi son kudretiyle parlayan ormanın arasında yürüyen ve kötülüğü akıl sır almayacak bu canlıların düşüncesi bünyemi daha fazla düşünmekten alıkoydu. Buna benzer bir anı hayatımda daha önce ve olaydan sonra da uzun süre yaşamadım. Akıl ve hayal gücü meşale gibi karanlık bir köşede beklerken, o an geliyor ve tablo aklınızdaki meşaleyi bir anda yakıp aklınızı ardı arkası kesilmeyen binlerce düşüncenin kontrol edilemeyen bulutuyla dolduruyor. Hayatımda bir ilk olduğu için hem rahatsız edici, hem de güzel bir histi. Sanki aydınlanmış, güzel ve çirkinin yan yana durabildiği ilham saraylarının kapılarını aralamış gibiydim. Aradan çok zaman geçmeden elime kâğıt ve kalemi alıp o düşüncelerin, hayallerin hepsini teker teker kâğıtlara doldurmak istedim ama nafile. Eğer gördüğüm şey cennetin şelaleleri olsaydı, belki hepsini yazabilirdim, ama gördüğüm şey cennet ve cehennemi kendi içerisinde barındırıyordu. Bu yazımın sonunda size bir tavsiyede bulunabileceğimden emin değilim, çünkü insanların içindeki hayal gücü meşalesini bir şarkı ya da sokakta gördüğünüz bir kedi bile ateşleyebilir. Hayal gücü kendisini göstermek için doğru zamanı sabırsızlıkla bekler ve harekete geçtiği zamandan itibaren hayat eskisi gibi olmaz, bakış açısı kökünden değişikliğe uğrar. Bu tablo içimdeki o ateşi yaktıktan sonra okuduğum her kitap, dinlediğim her şarkı farklı geldi bana; hepsi birer yapboz gibi, anlatılmayan parçaları teker teker dolduruyor ve yorumluyorum.