CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE SANAYİLEŞME POLİTİKALARI 2 CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE SANAYİLEŞME POLİTİKALARI I. SANAYİLEŞMEMİZİN TARİHİ A. CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM B. CUMHURİYET DÖNEMİ 1. MÜDAHALECİ LİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ (1923-1980) a) 1923-1929 Dönemi : - İş Bankası - Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası - Sanayi Teşvik Kanunu - Gümrük Tarife Kanunu - Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi Kredi Bankası b) 1930-1939 Dönemi : - Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı - İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı c) 1940-1945 Dönemi d) 1946-1949 Dönemi e) 1950-1960 Dönemi f) 1961-1980 Dönemi - Birinci Beş Yıllık (1963-1967) Kalkınma Planı - İkinci Beş Yıllık (1968-1972) Kalkınma Planı - Üçüncü Beş Yıllık (1973-1977) Kalkınma Planı 2. LİBERAL-NEOLİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ (1980 ve sonrası) - 24.Ocak.1980 Ekonomik İstikrar Kararları - 1981 Türkiye İkinci İktisat Kongresi - 1987 Birinci Sanayi Şurası - 1992 Türkiye Üçüncü İktisat Kongresi - 5.Nisan.1994 Ekonomik İstikrar Kararları - 11-12.Şubat.1994 Birinci Sanayi Yüksek Konseyi - 15.Haziran.1995 İkinci Sanayi Şurası C. CUMHURİYET DÖNEMİ İLE İLGİLİ GENEL BİR DEĞERLENDİRME II. GÜNCEL SANAYİ SORUNLARI, KÜRESELLEŞME VE ULUSAL SANAYİ STRATEJİLERİ 3 CUMHURİYETİN KURULUŞUNDAN GÜNÜMÜZE SANAYİLEŞME POLİTİKALARI I . SANAYİLEŞMEMİZİN TARİHİ : A. CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM Türklerin Anadolu’ya gelişi 11’inci yüzyılın ikinci yarısı başlarındadır. Selçuklular, 1040 yılından hemen sonra batıya hareketle İran’ı ele geçirip, o zaman Rey adıyla anılan şimdiki Tahran’ı kendilerine başkent yapmışlar, bir kısmı İran’da kalmış, diğer kısmı 1071 yılında Bizanslılarla yapılan savaşı kazandıktan sonra Anadolu’nun içerlerine yürümüşlerdir. Selçuklu Türkleri büyük bir çoğunlukla göçebeydiler. Yavaş yavaş köylere, kasaba ve şehirlere yerleştilerse de şehirlerde sanat ve ticaret uzun süre, Türk ve Müslüman olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde kaldı. Bu durum böyle sürüp giderken 13’üncü yüzyılın başlarında, Çin’in kuzeyi ile kuzey-batısında ortaya çıkan yepyeni bir güç, on onbeş yıl içinde dünya siyasi haritasını alt üst etti. Bu güç, Cengiz Han (1155-1227) başkanlığındaki Moğollardı. Tarih sahnesine birdenbire çıkan Cengiz Han, 1215’de dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olan Çin’e saldırıp başkent Pekin’i ele geçirdi ve Çin İmparatorluğunu ortadan kaldırdı. Koca Çin İmparatorluğu bu selin hızını kesemedi; Cengiz bu defa batıya, o zaman Türkistan ve Horasan bölgelerine hakim olan bir Türk devletine, Harzemşahlara saldırdı. 1218-1220 arasında, o çağın, Türklerle meskun, uygar ve çok gelişmiş Buhara, Semerkand, Taşkent şehirlerini yerle bir etti, halkı kılıçtan geçirdi. Tarihin bu en korkunç insan kırımından kaçış, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya göç, bu yüzden başladı. Bu insan kırımından kaçanların bir kısmı o zaman Selçuklular hakimiyetinde bulunan İran’da, geçici ya da temelli olarak kalmışlardı; Ama büyük parça Anadolu’ya girdi. Bunların büyük çoğunluğunu, Harzem bölgesi şehir ve kasabalarının esnaf ve sanatkarları oluşturuyordu. İran ve Anadolu’da sanat ve ticaretin bu göçten sonra canlılık kazanması da bu kanıyı desteklemektedir. 4 Asya’dan gelme bu sanatkar ve tüccar Türklerin, yerli tüccar ve sanatkarlar karşısında tutunabilmeleri, aralarında teşkilatlanıp dayanışma sağlamaları, bu yolla iyi, sağlam ve standart mal yapıp satmaları ile mümkün olabilirdi. İşte bu zorunluluk, dini-ahlaki kuralları fütüvvetnamelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve sanatkar dayanışma ve kontrol kuruluşunun, yani ahiliğin (*) kurulması sonucunu doğurdu. Şeyh Nasrüddin Ahi Evran, deri işçiliğinde ve teşkilatçılıkta son derece başarılıydı. Bu alandaki literatür, Anadolu’da ahiliğin kuruluşunda onun başlıca rolü oynadığını yazmaktadır. Zaten batıya göç eden bu Türkler arasında Mevlana Celaleddin Rumi ve Hacı Bektaş Veli gibi bilge kişiler de vardı. Prof. Dr. Mikail Bayram’a göre; Ahi Teşkilatının başmimarı, derici esnafının piri, devrinin önde gelen fikir ve aksiyon adamı “Ahi Evren Hace Nasiru’d-din Mahmut” ile ünlü Nasreddin Hoca aynı kişidir. Ahi Evran, Mevlana’nın oğlu olan muridi Alaeddin Çelebi ile birlikte, 1261 yılında Kırşehir emiri Nurettin Caca tarafından öldürülmüşlerdir. Öldürülmesinin nedeninin Türk-Moğol Mücadelesi ve/veya Afakilik-Enfüsilik çekişmesi olduğu ileri sürülmektedir. Ahiler Birliği mensuplarına tezgah başında sanat, zaviyelerde edep öğretmenin, Müslümanlara özgü olarak sürüp gelmesi 18’inci yüzyıla kadar devam etmiş, fakat Osmanlı Devletinin, 1683 İkinci Viyana Bozgunundan sonra ardı ardına gelen askeri yenilgilerle zayıflaması karşısında, bu Müslüman ve gayri Müslim ayırımı daha fazla sürdürülememiş, esnaf ve sanatkarların mesleki dallarının giderek çeşitlenmesinin doğurduğu ihtiyacın da bir ölçüde dayatmasıyla farklı dindeki kişiler arasında ortak çalışma zorunluluğu doğmuştur. Bu, din ayırımı gözetilmeden kurulan, eski niteliğinden fazla bir şey kaybetmeyen yeni organizasyona da “gedik” (**) denmiştir. ---------------------------------------------------------------------(*)Ahi Birliklerini, batı ortaçağının (özellikle Bizansın) temel müesseselerinden biri olan loncaların (corporation) bir devamı veya fütüvvetciliğin bir kopyası olduğunu ileri süren bilim adamları bulunduğu gibi teşkilatlar arasındaki farklılıkların çok büyük olduğunu savunan bilim adamları da vardır. Bu sonuncular, “Batı feodalitesi içinde loncalar kapitalizmin ön hazırlıklarını gerçekleştirdiği halde, Osmanlı toplum yapısı içinde ahi birlikleri aynı hazırlığı niçin gerçekleştirememişlerdir” sorusuna cevap bulunamamasının, farklılıklara vurgu yönünden önemli olduğunu ileri sürmektedirler. (Ahilik-Dr. Yusuf Ekinci Ekim.2001.Ankara) (**) Gedik kelimesi Türkçe’dir. Tekel ve imtiyaz anlamına gelir. Resmi terim olarak gedik kelimesine, 1727 yılında rastlanır (Bu tarih, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğunda ilk matbaanın, İbrahim Müteferrika tarafından kurulduğu tarihtir). Ama gediğin tekelci karakteri çok daha eskilere uzanmaktadır. Gedik sistemi, 1860 yılına kadar sürmüştür. O zamanlar, bir kişi çıraklıktan ve kalfalıktan yetişip de açık bulunan bir ustalık makamına geçmedikçe, yani gedik sahibi olmadıkça, dükkan açarak sanat ve ticaret yapamazdı. Ancak, ellerinde imtiyaz fermanları olan kişiler, sanat ve ticaret yapabilirdi. Bu fermanlar, esnafın sayılarının artırılıp eksiltilmesi, mülk sahiplerinin kiralarını artırmaması, gediği olmayanların sanat ve ticaret yapamaması, açık olan gediklerin esnafın çırak ve kalfalarına verilmesi, dışardan esnaflığa kimsenin kabul edilmemesi gibi hükümleri kapsıyordu. 5 Diğer taraftan Avrupa’da (öncelikle İngiltere’de) 15 ve 16’ıncı yüzyıllarda başlayan, ekonomik, demografik, kültürel ve siyasal değişimler giderek yeni bir üretim biçiminin ortaya çıkıp gelişmesini zorlamaktaydı. Bu gelişimin sonucu olarak 18’inci yüzyılda önce İngiltere’de, daha sonra da sırasıyla Hollanda, Fransa, Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde çağımızın hakim üretim biçimi olan fabrika sanayi denilen yeni bir sanayi tipi egemen olmaya başladı. Fabrika sanayi üretim biçimi, birçok özellikleri ile küçük sanatlar ve küçük sanayi tipinden ayrılmaktadır. Bu üretim biçiminin karakteristik özellikleri şunlardır : a) b) c) d) e) f) g) Üretim, işgücünden ve el emeğinden çok sermaye ve makineye dayanmaktadır. İşletmeler hacim bakımından çok büyüktür. Üretim, seri ve kitle halinde yapılmaktadır. Ürünler standard ve belirli niteliklerde üretilmekte ve çok sayıda insanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçülerdedir. Üretim tekniği ve üretimde kullanılan araçlar bilimin son bulgularına göre daima gelişmekte ve ilerlemektedir. İşletmelerde ekonomik ve teknik işbölümü son derece ilerlemiştir. Bunun sonucu olarak idare edenle üretimi yapan gruplar arasında farklılaşmalar ortaya çıkmıştır. İşletme içinde üretim ve iş ilişkileri küçük sanatlar ve küçük sanayiden tamamen farklı esaslara göre kurulmuştur. Üretimin amacı rasyonel ve verimli bir çalışma ile kar elde etmekdir. Kazanç ve karlılık, işletme içindeki bütün faaliyetleri düzenleyen ve belirleyen en önemli motiftir. Ana hatları ile yukarıda belirtilen bu özellikler, fabrika sanayinin, küçük sanatlar ve küçük sanayi üretim biçiminden farklı olduğunu göstermektedir. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda başlayıp 18’inci yüzyıla kadar devam eden oluşumun sonucunda, Birinci Sanayi Devrimi (1760-1840) denilen ve ilk defa İngiltere’de görülen yeni sanayileşme hareketi doğmuştur. Bu sanayinin, eski toplumların üretim sistemleri olan sanatlar ve küçük sanayi üzerinde çok büyük olumsuz etkileri olmuştur. Aslında modern anlamda sanayileşme süreci, geleneksel toplum yapıları için bir çeşit sosyal depremdir. Bu depremden hasar görmeyen, değişikliğe uğramayan sosyal hayat alanı kalmamıştır. Bu cümleden olarak, sanatlar ve küçük sanayi faaliyet alanı da büyük değişimler yaşamıştır. Küçük sanatlar ve küçük sanayide üretim daha ziyade el emeğine ve becerisine dayanmaktadır ve üretimin kalitesi ve miktarı da bu emeğin imkanları ile sınırlıdır. Buna karşılık fabrikasyon tipi üretiminde esas unsur makinedir. Makinenin üretim kapasitesi insanlar tarafından istenildiği kadar ayarlanabilmektedir. İşte bir taraftan standart, yani tek tip ve çok sayıda üretim, diğer taraftan ucuz ve kaliteli ürün yapabilmekle, büyük sanayi bütün sektörlerde hakim duruma gelmiştir. Fabrika sanayine oranla teknolojik üstünlüğe ve sermayeye sahip olmayan küçük sanatkar ve sanayicinin büyük işletmelerle rekabetine imkan kalmamıştır. 6 Bunun sonucunda birçok küçük işletme ya tamamen piyasadan çekilmek ya da faaliyet alanlarını sınırlandırmak, mahalli ve kısmi kalmak durumuna düşmüştür. Fabrika üretim tarzı, mekan bakımından sınırlı bir yerde birçok işgücünü çalıştırmak ve onlara geçim sağlamak gibi bir üstünlüğe sahiptir. Ayrıca gelişiminin ilk aşamalarında çok sayıda insan gücüne ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaç, ortaçağ Avrupası’nda bir taraftan köylü-çiftçi nüfustan sağlanırken diğer taraftan küçük sanatlar ve küçük sanayi kesiminden karşılanmıştır. Üstelik bu ikinci kaynak birincisine oranla daha üstün kalitede insan gücüne sahipti. Bu insan gücü çıraklar ve kalfalardır. Bunlar 14 ve 15’inci yüzyıllarda lonca sisteminin yozlaşmaya başlaması ile sistem içinde huzursuz ve tatmin edilemeyen unsurlar haline gelmişlerdi. Ustalarla olan eski samimi, içten ve duygusal mesleki ilişkileri bozulmuştu. Çıkar çatışmaları işletme içindeki birliği çözmüştü. Bu şartlarda gelişen fabrikalar, ihtiyaçları olan insan gücünü sağlamak üzere, küçük işletmelerdeki çözülmüş, sistemden kopmuş, soğumuş çırak ve kalfa gibi yarı kalifiye ve kalifiye unsurları kendine çekmeye başladı. Eski kasaba ve şehirlerde esnaf ve sanatkarların toplanıp faaliyet gösterdiği çarşılar, sokaklar ya da mahalleler, yavaş yavaş azalmaya ve daralmaya, yerlerini fabrikalar ve işçi mahallelerine bırakmaya başlamıştır artık.. Avrupa’da bu gelişmeler olurken, Osmanlı Devleti acaba ne durumdaydı ? Sanayi Devrimine kadar bütün ülkelerin ekonomik yapıları üç aşağı beş yukarı biribirine benzerdi; çünkü hepsi de tarımdan elde edilen verime bağlı bir sınırlılık içindeydiler. Hatta, XV ve XVI’ncı yüzyıllar ile XVII. Yüzyılın ilk yarısına kadar Batı Avrupa ülkeleri henüz makineli üretim dönemine giremediklerinden Osmanlı Sanayi batıya oranla daha üstün sayılabilirdi. Ancak, ulaşım ve haberleşme imkanlarının bugüne nispetle son derece kısıtlı, ağır ve zor olduğu hesaba katılırsa üretilen ticari emteanın, uzun mesafeleri hızla katederek yeni katma değerler kazanması istisnai bir olaydı. Osmanlılarda, çinicilik, dokumacılık ve gemi yapımı çok ileri düzeylere ulaşmış, Türk çuhaları, pamukluları, iplikleri, silahları, deri ve cam eşyaları, çinileri Avrupalı tacirlerin en çok aradıkları ürünler olmuş, tersanelerde başta Venedikliler olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri için büyük ve kuvvetli harp ve ticaret gemileri seri halinde imal edilmiştir. 16’ncı yüzyıla kadar batı Avrupa ülkeleri doğunun mallarını Osmanlı ülkesinden geçen ipek yolu aracılığıyla edinmekte ve bu ticaretin transit gelirleri imparatorlukta kalmaktaydı. Buna fetihlerden ve deniz ticaretinden elde edilen gelirler de eklenince, imparatorluk yüzyılın en zengin ve en güçlü bir devleti haline gelmiştir. Osmanlılar bu dönem içerisinde genel hatları itibariyle üç esastan hareket eden bir iktisat politikası izlemişlerdir. İaşecilik prensibi (Provizyonizm) : Buna göre iktisadi faaliyetin gayesi kardan ziyade insanların ihtiyacını karşılamaktır. Üretilen mal ve hizmetler bol, kaliteli ve ucuz olmalı, mal arzı en üst düzeyde tutulmalıdır. Bu iktisadi faaliyete üretici değil tüketici açısından bakan bir yaklaşımdır. 7 - Gelenekçilik : Sosyal ve iktisadi ilişkilerde zamanla oluşan dengeleri (üretim-istihdam) muhafaza etmektir. Fiskalizm : Hazine gelirlerini mümkün olduğu kadar yüksek düzeylere çıkarmaktır. Osmanlıların, modern kapitalist ilişkilere ters, serbest piyasa sistemine aykırı böylesi bir tutucu iktisat politikasını sürdürmeleri ve Ahilik sistemine bağlılıklarını sıkı sıkıya muhafaza etmeleri, Avrupa’nın gerisinde kalmalarının nedenlerindendir. Avrupa’da gerçekleştirilen yeni keşifler ve teknolojik ilerlemeler, 16’ncı yüzyıla kadar ekonomik alanda eski çekim ve birikim merkezlerinin alanlarını doğudan, özellikle Osmanlı İmparatorluğu üzerinden batıya çekmiştir. Bir başka anlatımla, doğunun malları ipek yoluyla İstanbul’dan batıya pazarlanmak yerine, Ümit burnundan dolaşarak (Ümit Burnunun keşfi : 1487) deniz yoluyla batı Avrupa ülkelerinde doğrudan doğruya pazarlanma imkanına kavuşmuştur. Böylece ticaretten elde edilen gelirler de artık Osmanlı İmparatorluğunda birikmemektedir. Keşifler ve ticaret eski Avrupa küçük sanayinin hızla imalat sanayine dönüşmesine yol açmış, Avrupa bir yandan ham maddelerimize büyük bir müşteri haline gelirken, öte yandan kitle üretimi yapmaya başlayan yeni sanayi ile Osmanlı toplumunu büyük bir tüketici pazarı haline getirmiştir. Yabancı ülkelerle imzalanan ticari anlaşmalar sonucunda, yabancılara çeşitli hukuki ve mali ayrıcalıklar tanınması da Osmanlı sanayinin çöküşünü hızlandıran etkenlerdendir. Bu konuda Abdülbaki Gölpınarlı şunları yazmaktadır : “Teknik ve yeni yaşama biçimi bir çok meslek sahibinin işlerini bozmuş ve bir çok meslekler de ortadan kalkmaya başlamıştır : Meddahlar, müneccimler, remmaller, cenaze peykleri, tutyacılar, macuncular, aslancılar, ayıcılar, ok ve yay yapanlar, zırhçılar, kum saatçıları, sorguçcular, aynacılar, su yolcuları, arabacılar, sedef işleyenler, kaşıkçılar, hakkaklar, kalpakçılar, mürekkepçiler, divitçiler, hilalciler..”. Böylece, yerli zenaat kolları bir yandan ham madde kriziyle, öte yandan dış ticaret dengesindeki bozukluk ve batıda ticaretin yapısında meydana gelen köklü değişikliklerle temelinden sarsılmıştır. Osmanlı devleti işte böylesi bir ortamda, büyük savaşların ve bazı ıslahat çabalarının içinde 18’inci yüzyıla girmiş, batı uygarlığı benimsenmek istenmiş, Padişahlar ferdi yeteneklerine göre bazı yenilik ve ıslahat denemelerinde bulunmuş, ancak Osmanlı İmparatorluğunun, köklü ekonomik ve sosyal yapısını değiştirebilme konusunda başarılı olunamamıştır. Buna rağmen, bu devrede imparatorluk dahilinde, Batı ülkelerindekilere benzer sanayi kuruluşları da gerçekleştirilmiştir. Bunlardan önemli olanları şunlardır : - İzmit Fabrikası (Kuruluşu 1845), Çuha, askeri elbiseler. - Istanbul’da Defterdar Feshane Fabrikası (Kuruluşu 1835) Çuha, fes, battaniye, kravat. 8 - Basmane Fabrikası. Fanila, kumaşlar. Zeytinburnu Fabrikası (Kuruluşu 1855). Pamuklu, emprime, pamuk, yün ve çorap. Hereke Fabrikası (Kuruluşu 1845). Kadife, ipekli kumaş. Seten. Beykoz Teçhizat-ı Askeriye Fabrikası (Kuruluşu 1816). Askeri kunduralar, çizmeler, palaskalar, fişeklikler. Tophane Fabrikası. Tüfekler, tabancalar. Beykoz İncirköy Fabrikası. Porselen, cam fincan vs. Bu kuruluşların çoğu, hem kötü yönetim, hem de kapütülasyonlar nedeniyle kısa bir süre sonra kapanmış ve ancak Bakırköy Bez Fabrikası, Feshane, Hereke Mensucat, Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası gibi birkaç tesis ekonomik olmayan kuruluşlar halinde Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’ya hammadde ve yiyecek maddeleri satan, oradan da mamul madde alan bir ülke haline dönüşmüştür. Yabancı sermaye Osmanlı İmparatorluğu’na 1845 yılında dış borç şeklinde, 1856 yılında da demiryolu yatırımı şeklinde girmiştir. 1877 yılında kamu borçlarının toplamı, faizleriyle birlikte milli gelirin yarısından fazladır. B. CUMHURİYET DÖNEMİ Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar uzanan dönemi, 24.Ocak.1980 Ekonomik İstikrar Kararları ekseninde iki ana bölüm halinde incelemek anlamlı ve yeterli görülmekle birlikte bu dönem iktisat politikalarına ilişkin incelemeleri, akademik çevrelerde genelde (geleneksel olarak) yapıldığı gibi 7 bölüme ayrılarak incelenmesi uygun bulunmuştur. 1. MÜDAHALECİ LİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ( 1923-1980) Bu dönem, devletin ekonomiye etkin müdahalelerin bulunduğu liberal bir dönemdir. Özel sektör yaratma, özel sektör ile piyasa ekonomisinin güçlendirilmesi ve geliştirilmesi dönemi olarak da nitelendirilebilecek yaklaşık 60 yıllık bu süreçte, ekonomiye zaman zaman etkin devlet müdahaleleri yapılmış ancak, temelde piyasa ekonomisinin ve özel sektörün öncülüğü ve belirleyiciliği, kollanıp geliştirilmeye çalışılmıştır. Temelde liberal felsefe çerçeveli bu dönemi, zorunluluklar nedeniyle zaman zaman uygulanan farklı ekonomik felsefe ve sanayileşme politikaları nedeniyle altı alt başlık altında incelemek mümkündür. a) 1923 – 1929 Dönemi : Bu dönem, Kapitalist Sistemin Oluşturulması Dönemi olarak nitelendirilebilir (Devletin, ekonomiye sınırlı ve dolaylı müdahaleleri sözkonusudur). Bilindiği gibi Lozan görüşmeleri 21.Kasım.1922’de başlamış ve 24.Temmuz.1923’de anlaşma ile sonuçlanmıştır. Bu arada, henüz Cumhuriyet ilan 9 edilmeden ve Lozan görüşmelerinin sürdüğü bir sırada İzmir’de İzmir İktisat Kongresi toplanmıştır (Daha sonra 1981 ve 1992 yıllarında toplanan 2’nci ve 3’üncü Türkiye İktisat Kongreleri de kritik ekonomik dönemeçlerde gerçekleştirilen geniş katılımlı tartışma platformları olmuştur). Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından hemen sonra, daha Cumhuriyet ilan edilmeden sanayileşme alanında yapılan ilk önemli hareket, 17.Şubat – 4. Mart.1923 tarihleri arasında 1135 delegenin katılımıyla İzmir’de toplanmış olan Türkiye İktisat Kongresi’dir. Bu Kongre’de ekonomik veriler kıt olduğundan kullanılamamış, gerek teklifler, gerekse kararlar belirli durumlara çözüm getirmeyi amaç edinmemiş, sadece temenni niteliğini taşıyan genel istekler belirlenmiştir. Buna rağmen, Cumhuriyet Türkiye’sinde sanayileşme alanında atılan ilk adımlar bu Kongrede alınan kararların sonucu olmuştur. Bu nedenle Kongre’nin Türk Sanayi tarihinde ayrı ve önemli bir yeri vardır. Kongrede alınan kararların önemlileri şöylece sıralanabilir : - Hammaddesi yurt içinde yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır. Yabancı sermayeye karşı çıkılmamalıdır. El işçiliğinden ve küçük imalattan süratle büyük fabrikaya ve büyük işletmeye geçilmelidir. Devlet, yavaş yavaş iktisadi görevleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektör tarafından kurulamayan teşebbüsler devletçe ele alınmalıdır. Sanayicilere kredi vermek üzere bir sanayi bankası kurulmalı, Ziraat Bankası yeniden yapılandırılmalıdır. Lüks dışalımdan kaçınılmalıdır. Ameleye işçi denilmeli, madenlerde altı saatten fazla ve 18 yaşından küçük işçi çalıştırılmamalıdır. Çizilen bu çerçeveye göre, iktisadi hayat özel teşebbüsün liderlik ve hakimiyetinde yürüyecek, Devlet ancak teşvik ve himaye edici, düzenleyici olarak ekonomiye müdahale edecektir. Kamu görevlilerinin temel görevi, milli ekonomiye toparlanma imkanı vermek, kendine yeten otarşik bir yoldan sanayileşmek ve kalkınmayı sağlamaktır. Biribiri ile çelişir görünen özel sektör eliyle kalkınma politikası ile otarşik Millileştirme politikası, bu dönemin temel eğilimleridir. Kongrede alınan kararların gerçekleşmesi için çalışmalara başlanmış, 1924 yılında İş Bankası ve 1925 yılında Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuş, 1927’de Sanayi Teşvik Kanunu çıkarılmıştır. - İş Bankası : İş Bankası bir özel sektör kuruluş olarak kurulmuştur. Kurucuları başta Atatürk olmak üzere devrin ileri gelen politikacıları ile bazı tüccar ve sanayicilerdir. İş Bankası’nın en önemli görevi milli kuruluşların kredi ihtiyaçlarını karşılamak, ülkede tasarruf ve mevduatın gelişmesine yardımcı olmaktır. 10 - Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası : Sanayin geliştirilmesi konusunda devletin ilk önderliği, 1925 yılında Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası Kanunu’nun çıkarılması ile olmuştur. Bu Kanunla Bankanın görevleri : - Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden fabrikaları idare etmek, - Yeni kurulacak özel kuruluşlara katılmak, - Sanayi ve maden işletmelerine kredi vermek, olarak belirlenmiştir. Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi sırasındaki genel eğilim, devletin devamlı şekilde işletmeciliğe girişmemesi gerektiği şeklinde olmuştur. Bu nedenle Banka, devlet tarafından devredilecek tesisleri geçici olarak işletecek, zamanla bunları birer anonim şirket haline getirecek ve hisse senetlerini şahıslara satacaktır. 1932 yılına kadar faaliyette bulunan Banka, tüm çabalara rağmen kendisine devredilen devlete ait fabrikaları anonim şirket haline getirip özel sektöre aktaramamıştır. 1932 yılında, Bankanın işletmecilik ve bankacılık fonksiyonlarının ayrılmasına karar verilerek, Devlet Sanayi Ofisi ile Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kurulmuştur. - Sanayi Teşvik Kanunu : Bu dönemin ekonomik alandaki en önemli hukuki düzenlemesi, özel sanayi işletmelerine geniş çapta muafiyet ve imtiyazlar veren Teşvik-i Sanayi Kanunu olmuştur. 1913 yılında kabul edilmiş bulunan geçici Kanunun genişletilmiş hali olan bu Kanun, 1942 yılına kadar uygulamada kalmak üzere 1927 yılında yürürlüğe konulmuştur. Genel amacı, sermaye birikimini artırmak sanayileşmeyi sağlamak olan bu kanunla, sanayiciye; ve özel girişimcilik eliyle - Fabrika arazisi verme, Vergi muafiyetleri sağlama, Taşıma indirimleri, Üretim primleri (Bakanlar Kurulu Kararı ile sınai kuruluşlara, yıllık imalat değerlerinin %10’una kadar prim verilmesi), - Devlet kurumlarını zorunlu alıcı kılma (İthal malına oranla %10 pahalıda olsa devlet kuruluşlarının ve belediyelerin, yurtiçi üretim kullanma zorunlulukları) gibi teşvikler getirilmiştir. İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı kararların gerçekleştirilme çabaları devam ederken, reel ekonomi hakkında bilgi edinebilmek için 1927 yılı Aralık ayında Belçikalı bir uzmanın yönetiminde sanayi sayımı yapılmıştır. 1927 yılında yürürlüğe giren İstatistik Kanunu uyarınca yapılan bu sayım, Cumhuriyet döneminde yapılan ilk sayım olup, 1921 tarihli sayıma oranla çok daha güvenilir bilgileri kapsamaktadır. 11 1927 yılında faaliyette bulunan işletmeler ile çalıştırılan işçilerin sanayi dallarına göre dağılımı şöyledir : İşletme Sanayi Sınıfları Sayısı İstihraç (İmalat) Sanayii 556 Tarım Sanayii 28.439 Dokuma Sanayi 9.353 Kereste ve Mamul Sanayii 7.896 Kağıt ve Karton Sanayii 348 Makine Tamir ve İmal Sanayi 14.752 Ebniye (Binalar-Yapılar) İnş.San. 2.877 Kimya Sanayii 687 Elektrik Sanayii 90 Sair Muht. San. 237 65.245 % 0.85 43.59 14.34 12.10 0.53 22.61 4.41 1.07 0.14 0.36 100.00 İşçi Sayısı 18.932 110.480 48.025 24.264 2.792 33.866 12.345 3.107 1.350 1.694 256.855 % 7.37 43.01 18.70 9.45 1.09 13.18 4.81 1.21 0.52 0.66 100.00 Görüldüğü gibi, gerek işletme sayısı gerekse işletmelerde çalışan insan sayısı itibariyle tarım ile ilgilenen sanayi grubu ilk sırayı almaktadır. Ayrıca, diğer bir gerçek de, mevcut olan sınai kuruluşların genelde az sayıda işçi istihdam eden küçük atölyelerden ibaret olduğudur. 65.245 işletmeden %35.7’sinde sadece birer kişi çalışmaktadır. 50’den fazla işçi çalıştıran işletme sayısı 321’dir. Bu nedenle o dönemde el emeğine dayalı bir üretim düzeni mevcuttur ve makineleşme ve modern üretim düzeyi Türkiye için bu dönemde henüz söz konusu değildir. - Gümrük Tarife Kanunu : 1916 yılında yürürlüğe girmiş olan gümrük tarifesi, 1923 Lozan Anlaşması ile 5 yıl daha uzatılmış ve 1929 yılında Türkiye gümrük bağımsızlığına kavuşmuştur. 1929 yılında, milli sanayiyi ve üretimi yabancı ülkelerin rekabetinden koruyabilmek için, Cumhuriyet’in ilk yıllarında girişilen sanayileşme çabaları arasında önemli bir yeri olan Gümrük Tarife Kanunu çıkarılmıştır. - Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi Kredi Bankası : Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası 1932 yılında Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası’na dönüştürülmüş ve kendisine bağlı olan fabrikalar da yeni kurulan Devlet Sanayi Ofisine bağlanmıştır. Ancak bu kuruluşlar da başarılı olamamışlar ve 1933 tarihinde Sümerbank Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile kapatılmışlardır. 1923-1929 döneminin en önemli özelliği Devletçilikten mümkün olduğu kadar kaçınılması, ekonomik kalkınma sorununun çözümünün özel sektörde aranmış olmasıdır. 12 Bu dönemde, zayıf bir özel sektörün teşvikle kalkınamayacağı gerçeği ortaya çıkmıştır. Sonucun böyle olmasında 1928’de Osmanlı borçlarının ödenmesi ve 1929 yılında başlayan ve 1931 yılına kadar etkili olan dünya ekonomik buhranının da büyük rolü olmuştur. Buhran sonucu dünya pazarlarında tahıl ve hammadde fiyatlarının düşmesi Türkiye’nin ihracat gelirlerini azaltmış, sanayileşme ümitlerini kısa bir süre için de olsa kırmış, sanayileşme çabalarının yavaşlamasına ve hatta durmasına neden olmuştur. Ekonomik buhranın zararları özellikle özel sektör üzerinde hissedilmiş, sermaye bakımından tam bir yoklukla karşılaşan özel kesim sanayileşme faaliyetlerini durdurmuş ve mevcut işletmeleri ise güçlükle ayakta tutabilmiştir. Bu gelişmeler sonuçta, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden beri uygulanmakta olan sanayileşme politikasının değişmesine, devletin sanayi alanındaki faaliyetlerinin genişlemesine ve sınai kalkınma görevinin devletin omuzlarına yüklenmesine neden olmuştur. Devletçilik uygulamasının ilk dönemi sayılan 1930 yılında, müdahaleci yasalar peşpeşe çıkartılmış ve devlet kesimi hızla yayılmıştır. Özel sektör devlet kontrolü altına alınmış, kalkınma devlet sermayesine dayandırılmıştır. Yine bu yıllarda ekonomide planlamanın gereği ve önemi giderek hissedilmeye başlanmıştır. M.Kemal Atatürk’ün bu dönemdeki (1923-1929) ekonomik görüş ve değerlendirmeleri : ♦ Bir millet sanatsız yaşayamaz. Mazide belki büyük fabrikalar halinde değil, fakat her evde bir tezgah veya birkaç tezgah vardı. Milletimizin gayet ince sanatları vardır. Bunların da hepsi bitti. Çünkü yabancılara verilen imtiyazlar, bu küçük tezgahların yaşamasına mani oluyordu. Yabancı mallarına rekabet etmek ihtimali yoktu. İmtiyazlı ithalat neticesinde sanayimiz söndü. Bunları da canlandırmak lazımdır. Artık yeni hükümette harici imtiyazlar söz konusu olamaz. Ancak küçük tezgahlarda da umumi ihtiyaçlar temin edilemez. Onun için memlekette fabrikalar tesisine, sanayin gelişmesini kolaylaştırmaya mecburuz. Yollarımızı, demiryollarımızı yapmak için, limanlar vücuda getirmek için ne kadar para, ne kadar ihtisas lazımdır ! Bunu biraz düşünmek insanı hüzne ve umutsuzluğa sevk eder. Bununla beraber asla umutsuz olmak lazım gelmez. Biz bu kadar geniş, kıymetli ve sonsuz hazinelere malik olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir surette milli egemenliğini elinde tutarak mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe sermaye de, kurumlar da, ihtisas da bulur, her şey bulur ! 1923 (Gazi ve İnkilap, Mahmut Soydan, Milliyet Gazetesi, 8.9.1930) ♦ Muhtelif meslek sahiplerinin menfaatleri diğerlerine karışmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkanı yoktur ve bütünü halktan ibarettir. 1923 (Atatürk’ün S.D. II, s.97) 13 ♦ Memleketimizi bugünkü medeniyetin gerektirdiği dereceye bir an evvel eriştirmek için yalnız milletin sermayesi, milletin ilmi ve fenni teşebbüsleri kafi gelmez. Haricin sermayesine, ihtisasına da ihtiyacımız vardır. Bu noktada dar bir milliyetperverlikten çıkıyoruz; biraz daha geniş milliyetperver oluyoruz. Yabancı sermayesinden istifade edeceğiz. Ancak benliğimize ve mevcudiyetimize hiçbir zarar vermeksizin haricin sermayesi memleketimize girebilir. Demek ki memlekete yabancı sermayesinin girmesi bir takım kayıtlara, şartlara tabidir. 1923 (Gazi ve İnkilap, Mahmut Soydan, Milliyet Gazetesi, 2-3.2.1930) ♦ Ekonomi sahasında düşünürken ve konuşurken zannolunmasın ki, biz yabancı sermayesine karşı bulunuyoruz. Hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok çalışmaya ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bundan ötürü kanunlarımıza saygılı olmak şartiyle yabancı sermayelerine gereken teminatı vermeye her zaman hazırız ve arzuya değer ki yabancı sermayesi bizim çalışmamıza ve sabit servetimize katılsın. 1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.109) b) 1930-1939 Dönemi : Bu dönem, Müdahaleci Kapitalizm veya Kapitalist Devletçilik dönemi olarak nitelendirilebilir (Devletin müdahalelerine rağmen özel kesimde ve özellikle ticaret alanında küçümsenemez gelişmeler sağlanmıştır). Lozan anlaşmasının dış ticaret politikası bakımından hükümeti kısıtlayıcı hükümlerinin de katkısıyla 1929’a kadar süregelen dış ticaret açığı Türk parasının dış değerinde tedrici bir düşmeye sebep olmuş, 1929 sonunda yeni etkenlerin (Örneğin : Osmanlı dış borçlarının ödenmeye başlaması, uluslar arası ekonomik buhran) de eklenmesiyle bu düşme hızlanmıştır. Lozan Antlaşmasının bazı devletlere tanıdığı beşyıl süreli gümrük imtiyazları son bulduğundan, Gümrük Rejimi bağımsız olarak Cumhuriyet hükümetlerince belirlenmeye başlanmış ve artık bu konuda etkili tedbirler alınması mümkün olabilmiştir. Bu gelişmelerin etkisi ile, 1930 ve 1931 yıllarında, Türk parasının dış değerini korumak amacıyla ve dış ticaretin denetimiyle ilgili 4 önemli kanun kabul edilmiştir. ● 20.2.1930 gün ve 1567 sayılı TPKKHK (Türk Parasının Kıymetinin Korunması Hakkında Kanun) ●10.6.1930 gün ve 1705 sayılı TTMİMHK (10.6.1930 gün ve 1705 sayılı Ticarette Tahsisin Men’i ve İhracatın Murakabesi Hakkında Kanun ile bu Kanunda değişiklik yapan ve 1936 yılında yürürlüğe konulan 3018 sayılı Kanun) ● 22.7.1931 gün ve 1873 sayılı Ticaret Mukavelesi ve Modus Vivendi Akdetmeyen Devletlerden Türkiye’ye Yapılacak İthalata Memnuiyetler veya Tahdit veyahut Takyitler Tatbikine Dair Kanun (Bu kanun Türk Dış Ticaret Politikasının belkemiği olan Miktar sınırlandırmalarının da 14 kaynağıdır.) ● Ayrıca, 1930 yılının haziran’ında çıkarılan Merkez Bankası Kanunu, sadece müdahaleci bir iktisat politikasının, para-kredi sorunlarında başvuracağı zorunlu bir araç olmasından değil, Bankanın bir devlet Bankası olarak kurulabilmesi için bazı çevrelere karşı çetin bir mücadele verilmesinden ötürü de ilgi çekicidir. Bu dönemde piyasa mekanizmasına müdahaleleri temsil eden Kanunlar da yürürlüğe konulmuştur. Bunlar; ● 3.7.1932 gün ve 2056 sayılı, Hükümetçe Ziraat Bankasına Mübayaa Ettirilecek Buğday Hakkında Kanun ● 8.6.1933 gün ve 2279 sayılı, Ödünç Para Verme İşleri Kanunu ● 21.10.1935 gün ve 2834 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve Birlikleri Hakkında Kanun ● 8.6.1936 gün ve 3003 sayılı Endüstriyel Mamulatın Maliyet ve Satış Fiatlarının Kontrolu ve Tesbiti Hakkında Kanun (Tüzüğü; 30.3.1940 gün ve 2/13147 noludur) Bu dönemde ve 1931 yılında, “Devletçilik” İlkesi CHP Parti girmiştir. Programına Kapitalist sistem içinde yer alıp da, sadece sanayi dalını içermekle de yetinse, (sektörel) bir kalkınma planı uygulayan, bu dönemin ilk devleti Türkiye’dir (Yıl :1934). Daha süratli bir kalkınma sağlamak üzere devletin sermaye birikimini, gerekli teknik kadronun yetiştirilmesini ve sanayileşme hareketini üzerine alması, başlıca temel endüstrileri bizzat koruması ve işletmesi, gerektiği inancı bu dönemde hakim olmuştur. Yine bu yıllarda ekonomide planlamanın gereği ve önemi hissedilmeye başlanmıştır. Devletin özellikle plan ya da program niteliğindeki araçlarla ekonomiye yön vermeye 1934 yılında başlaması, bu dönemi öncekilerden ayırmaktadır. Planın amacı, hammaddesi memleket içinde üretilen sanayii Türkiye’de kurmaktır. Bunlar arasında dokuma, kağıt, toprak, demir çelik sanayileri, üzerinde özellikle durulan sektörlerdir. Bu dönemde sanayileşme yolunda ilk hareket, Devlet Sanayi Ofisi ve Türkiye Sanayi Kredi Bankası’nın kapatılması ile bunların yerine sınai kalkınmanın motoru olarak ve planın gerçekleştirilmesi için tasarlanan Sümerbank’ın 1933 yılında Kanunla kurulmasıdır. Planın madencilik ve enerji kesimini uygulamak üzere Etibank kurulmuştur. Maden Tetkik Arama Enstitüsü ile Elektrik İşleri Etüd İdaresi de bu dönemde araştırma işlerini yürütmek amacıyla kurulmuş müesseselerdir. Sümerbank’ın Görevleri : - Önceden Sanayi ve Maadin Bankası’nın yönetiminde olan kuruluşları işletmek, - Özel kuruluşlardaki devlet katılımlarını yönetmek, - Kurulmasına karar verilen devletin bütün sanayi kuruluşlarının planlarını hazırlayıp kurmak ve yönetmek, - Sermayesinin izin verdiği ölçüde ülkenin kalkınması için gerekli olan öteki kuruluşlara katılmak, - Her türlü bankacılık hizmetlerini görmek, 15 - Teknik elemanların yetiştirilmesine katkıda bulunmak, olarak belirlenmiştir. - Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı : Devletin Cumhuriyet döneminde bir program dahilinde sanayileşme girişimi ilk olarak 1931 yılında hazırlanıp 1934 yılında uygulanmasına başlanılan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’yla olmuştur. Birinci Sanayi Planı, bugünkü anlamda bir plan olmaktan çok, beş yıllık bir süre içinde sektörel alanlara ne tür yatırım yapılacağını ve bu yatırımlarla ilgili çeşitli ekonomik hesaplamaları kapsayan bir program niteliğindedir. Planda yabancı kaynaklardan da yararlanılması yoluna gidilmiştir. Birinci Plan döneminde, dokuma, maden (özellikle demir), kağıt, seramik, cam, kimya gibi sanayi dallarında önemli yatırımlara gidilerek 20 kadar fabrika kurulması mümkün olmuştur. Şeker sanayi hızlı bir gelişme halinde olduğu için plan çerçevesi dışında bırakılmıştır. Bu dönemde kurulan Fabrikalar şunlardır : - Kimya sanayii dalında: Suni ipek (Gemlik), Gülyağı (Isparta), Kibrit asidi (İzmit) - Toprak sanayii dalında: Seramik (Zonguldak), Şişe ve Cam (Paşabahçe) - Demir Sanayi dalında : Demir Çelik İşletmeleri (Karabük) - Kağıt ve Selüloz dalında : (İzmit) - Tekstil sanayi dalında : (Merinos-Bursa, Bakırköy, Kayseri, Ereğli, Nazilli, Malatya, Iğdır) - Kükürt sanayi dalında : (Keçiborlu) - Süngercilik dalında : (Bodrum) - Kendir Sanayi dalında : (Kastamonu) Yatırımların sağlanmıştır. dış finansmanı, Sovyetler Birliği, Almanya ve İngiltere’den Bu dönem, sürekli bir sanayileşme ve inşa dönemidir. Devletin fabrika kurmak ve işletmek suretiyle ekonomik hayata aktif bir şekilde müdahale etmesi ekonomimizde ilk kalkışı sağlamıştır. Bu dönemde, imalat sanayinde katma değer yaklaşık üç misli artmış, şeker ve çimento sanayinin kurulması ile ekonomi iki önemli ürüne kavuşmuştur. 1923 yılında Nuri Şeker öncülüğünde yapımına başlanan Uşak Şeker Fabrikası, Cumhuriyet döneminin ilk fabrikası ve yöresel özel teşebbüsün başarıya ulaşan ilk ciddi örneğini oluşturmuştur. Ayrıca yine bu dönemde, demiryolları başta olmak üzere hemen hemen tüm kamu malı ve hizmet üreten yabancı şirketler satın alınmış, reorganize edilerek yatırımlarla desteklenmiştir. - İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı : Birinci Sanayi Planı’nın uygulanmasında elde edilen başarı, daha plan döneminin sonuna varmadan 1936 yılında İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın hazırlanmasına yol açmıştır. 16 Bu planda öncekinin aksine, yatırım malları üretimine öncelik verilmiştir. Özel girişime yer verilmemiş ancak gerçekleştirilecek yatırımlarla özel kesimin gelişiminin de sağlanacağı uygun koşulların yaratılması amaçlanmıştır. Bu Plan çerçevesinde madencilik, taş kömürü, bölge elektrik santralleri, yakacak sanayi, toprak sanayi, gıda sanayi, kimya sanayi, makine sanayi ve denizcilik olmak üzere 9 sanayi dalında 100’den fazla fabrikanın kurulması hedef olarak alınmıştır. Plan ihracata yönelmeyi de hedef olarak belirlemiş ve bu amaçla ihracat sanayinin de kurulmasını öngörmüştür. Tüm bu gelişmelere rağmen, bu dönemin genel değerlendirilmesi yapıldığında, büyük yatırımların gerçekleştirilmesine karşın, ağır sanayin kurulamadığı, gelişmemiş tarım ekonomisi niteliğinin sürdüğü görülmektedir. 1936 yılında hazırlanan 1939-1943 yılları arasında uygulanması gereken İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı daha çok, enerji ve madenciliği esas almış, ancak uygulanmasına, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1939 yılında başlanılamamıştır. M.Kemal Atatürk’ün bu dönemdeki (1930-1939) ekonomik görüş ve değerlendirmeleri : ♦ Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Maziden kendine miras kalan bütün hayati işler, zamanın mecburiyetlerini tatmin edecek derecede değildir. Siyasi ve fikri hayatta olduğu gibi iktisadi işlerde de fertlerin teşebbüsleri neticesini beklemek, doğru olamaz. Mühim ve büyük işleri, ancak milletin umum servetine ve devletin bütün teşkilat ve kuvvetine dayanarak; milli egemenliğin tatbik ve icrasını düzenleme ile görevli olan hükümetin mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır. Özet olarak Türkiye Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber “mutedil devletçilik” prensibine uygun yürümeleri bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur. Bizim takibini uygun gördüğümüz “mutedil devletçilik” prensibi; bütün istihsal ve tevzi vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm yahut komünizm gibi hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir. 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 447-449) ♦ Herhalde devletin, siyasi ve fikri hususlarda olduğu gibi bazı ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini prensip olarak kabul etmek uygun görülmelidir. Bu takdirde karşı karşıya kalınacak müşkülat şudur : Devlet ile ferdin karşılıklı faaliyet sahalarını ayırmak. Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu hususta dayanacağı kaideleri tespit etmek. 17 Prensip olarak devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat “ferdin gelişmesi için umumi şartları göz önünde bulundurmalıdır.” Fertlerin gelişmesine mani olmamak, onların her görüş noktasından olduğu gibi, bilhassa ekonomik sahadaki hürriyet ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyetiyle bir engel vücuda getirmemek, demokrasi prensibinin en mühim esasıdır. O halde diyebiliriz ki “ferdiyet gelişiminin, mani karşısında kalmağa başladığı nokta, devlet faaliyetinin hududunu teşkil eder.” Memlekette her nevi üretimin daha fazlalaşması için, ferdi teşebbüsün, devletçe elzem olduğunu da ehemmiyetle kaydettikten sonra, ifade etmeliyiz ki “Devlet ve fert birbirine muarız değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.” 1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 441-445) ♦ Kanaatim odur ki muhakkak surette birleşmede kuvvet vardır. Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zeka ve maharetleri birleştirmektir. Yoksa bir zayıf ile bir kuvvetlinin birleşmesinden bahsetmiyorum. Birleşmenin böylesi zayıf olanın, kuvvetliye esir olması demektir. Birleşmeden doğan fayda ve menfaatlerin çok büyük olacağı kanaatine varacağımızdan şüphe etmiyorum. Böyle bir teşebbüs olurken, bir takım şikayetçiler olabilir. Üreticilerin birleşmesinden şahsi menfaatleri bozulacağını düşünenler, tabii şikayet edeceklerdir. Fakat, memleketimiz el değmemiş bir sahadır. Görülecek çok iş vardır. Onları da tatmin edecek birçok meşguliyetler bulunabilir. Hakiki ticaret erbabı için hiçbir zarar tasavvur etmiyorum. 1931 (Vakit ve Cumhuriyet Gazeteleri, 1.2.1931) ♦ 1935 Ağustosunda Milletlerarası İzmir Fuarının açılışına gönderdiği mesaj : Türkiye’nin tatbik ettiği Devletçilik sistemi, ondokuzuncu asırdanberi sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardanberi ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmağa muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizm’den başka bir yoldur. 1935 (Nurullah Esat Sumer, Sümerbank Dergisi, Cilt :3, Sayı:29, 1963, s.138) ♦ Kesin zaruret olmadıkça piyasalara karışılamaz; bununla beraber hiçbir piyasada başıboş değildir. 1937 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Sh.381). c) 1940-1945 Dönemi : Savaş Ekonomisi olarak da nitelendirilen bu dönemde Devletçiliğin, tarihi misyonunu tamamladığı savunulmuş, ancak sınırlı kaynaklarla bir savaş ekonomisinin gereklerini sürdürmek mümkün olmayacağı için devlet kontrol ve müdahaleleri öne çıkmıştır. 18 İkinci Dünya Savaşı, sınırlarımız içine taşmamakla birlikte ekonomik kalkınma çabalarımızı büyük ölçüde baltalamıştır. Bir milyona yakın bir orduyu her zaman hazır tutabilmek için Milli Kaynaklarımızın büyük bir kısmı savunmaya ayrılmıştır. Darlık, enflasyon ve harp ekonomisi şartları, fiyatlar, kar hadleri, birçok önemli maddelerin dağıtımı gibi iktisadi konularda sıkı kontrol tedbirlerinin uygulanmasını gerektirmiş, ağır cezai hükümler içeren Milli Korunma Kanunu çıkarılarak, ekonomik hayata etkin bir biçimde müdahale edilmiştir. 18.1.1940 gün ve 3780 sayılı Milli Korunma Kanunu ile bu kanunda 25.Aralık.1940 tarihli ve 3954 sayılı Kanunla yapılan değişiklikler hükümete, özel teşebbüs tarafından üretilen veya ithal edilen malların dağıtımını organize etme yetkisini vermiştir. Bu yetkileri kullanmak ve MKK’nda mevcut bazı diğer denetim görevlerini ifa etmek amacıyla, 3954 sayılı Kanunu izleyen 104 sayılı Bakanlar Kurulu Koordinasyon Kararı ile Ticaret Vekaletine bağlı bir İaşe Müsteşarlığı ve onun denetimi altında da bir Ticaret Ofisi kurulmuştur. İaşe Müsteşarlığının 1942 yılında Saracoğlu hükümeti tarafından lağvedilmesi, Ticaret Ofisinin etkinliğini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bu dönemde, ayrıca Varlık Kanunu ve Toprak Mahsulleri Vergisi yürürlüğe konulmuştur. 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilen Türkiye, bunu fırsat bilerek sanayini daha da geliştirmek olanağını bir türlü kullanamamıştır. Bunun nedeni her an savaşa girme endişesi olmuştur. İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın uygulanamadığı bu yıllarda sanayileşme hareketinin hemen hemen tamamiyle durmasının en önemli sebepleri olarak; savaş dolayısıyla büyük bir üretici sınıfın silah altına çağırılması, dış ticaret hacminin önemli ölçüde azalması, yatırım maddesi ile hammadde ithalatının zorlaşması, tüketimin kısıtlanması ve bir kısım maddelerin vesikaya bağlanması gibi hususları saymak mümkündür. Diğer taraftan, 1942 yılında Sanayi Teşvik Kanunu’nun süresi dolmuş ve Kanun mali zorunluluklar nedeniyle uzatılma veya yenileme yapılmadığı için yürürlükten kaldırılmıştır. Bu devrede imalat sanayinde de ancak devlet sektöründe bir gelişme kaydedilebilmiştir. Özel sektör bu defa kendisine öncelik verilmesini beklediği İkinci Beş Yıllık Planın uygulanamaması dolayısıyla desteksiz kaldığı gibi, Varlık Vergisi ve Muamele Vergisi gibi hiç beklemediği iki ağır vergi ile karşı karşıya kalmıştır. 1945’de hazırlanmış olan Üçüncü Beş Yıllık Sanayi Planı ile; kağıt, çimento ve dokumacılık gibi mevcut sanayileri yeni yatırımlarla geliştirmek ve verimliliklerini artırarak bunların savaş sonrası dış rekabete dayanabilir hale getirilmesi istenmiş, ancak bu plan daha sonra yoğun bir şekilde tenkide uğradığı için uygulanamamıştır. Bütün bu olumsuz etkilerine rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye, dış borçlarını ödemiş ve önemli miktarda altın ve döviz rezervi yapmış olarak çıkmıştır. Savaş sonrasında Avrupa ülkeleri üretimlerinin hızla artması karşısında, fiyatlar gerilemiş ve memleketimize bol miktarda tüketim eşyası girmeye başlamıştır. Bu nedenle elde mevcut döviz stokları kısa zamanda erimeye yüz tutmuştur. 1943 19 yılında yapılan cüz’i ölçüdeki devalüasyon 1946’da sonradan “7 Eylül Kararları” diye anılan ikinci bir devalüasyonla yüzde 50 oranında yükseltilmiştir. d) 1946 – 1950 Dönemi : Bu dönem, Devletçilikte Yumuşama ve Gevşeme Dönemi olarak tanımlanmaktadır. Bu dönemin en önemli olayı büyük sanayi devletlerinin ABD’nin önderliğinde gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yaptıkları yardımların kurumsallaşmasıdır. Bu yardımlar bağlamında, Türkiye’ye yapılan ve 1947 yılında askeri amaçla başlayıp 1948’den sonra Marshall Yardım Planı altında ve ekonomik amaçlarla devam eden ABD yardımlarının Türkiye’nin sanayileşmesi üzerinde olumlu bir etkisi olmamıştır. Genelde bu dönemdeki yatırımlar daha çok ordunun taleplerine cevap verir niteliktedir. Kumaş, cam, şeker gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri, krom, linyit gibi stratejik öneme sahip ham maddeler ve silah yapımında bazı olumlu gelişmeler sağlanmıştır. Devletçiliğe cephe alan, gelişme halindeki ÖZEL KESİM; 1948 yılı Kasım ayında Istanbul’da toplanacak olan MİLLİ EKONOMİ KONGRESİ’nde seslerini duyurmuşlardır. Bu, 1923 İzmir İktisat Kongresinden sonra 2’nci büyük Kongredir. e) 1950- 1960 Dönemi : Özel Kesimin Ağır Bastığı Müdahaleci Kapitalizm Dönemi olarak nitelendirilen bu dönemde Devletin, aktif kapitalistleşme gayretleri sözkonusudur. 1950 yılında yeni bir partinin yönetime geçmesi ile önceki dönemden farklı bir ekonomik gelişme modeli uygulanmaya başlanmıştır. 27.Mayıs.1960 tarihine kadar uygulanan bu model, ana hatları aşağıdaki noktalarda toplanabilir : - - - itibariyle Özel kesim köklü bir teşvik görmüştür. Buna rağmen, yatırımlarla ilgili ayrıntılı bilgilerin var olduğu 1950-1959 yıllarında, toplam yatırımlar içinde kamu kesiminin payının zamanla arttığı görülmektedir. Dış yardıma, kayda değer bir yönelme olmuştur. Dış yardımlar daha ziyade alt yapıya ve tarımsal gelişmeye yöneltilmiştir. Yabancı sermaye köklü bir teşvik görmüştür. Cumhuriyet’in ilanından sonra ilk defa yabancı sermayeye yurt içinde yatırım yapma izni sağlayan Kanun 1950 yılında yürürlüğe girmiştir. 31.7.1958’de, üyelik için Ortak Pazar’a başvurulmuştur. Tarım kesiminin gelişmesi sanayileşmeye kıyasla daha fazla teşvik görmüştür. Ulaştırmada demiryoluna nazaran karayollarına ağırlık verilmiştir. Özel girişimin öncülüğünde ithal ikameci tüketim malları sanayi geliştirilmiştir. Dönem süresince sanayi kesimi, tarımsal değişime ve kentleşmeye bağlı olarak iç pazarın genişlemesi sonucu canlılık kazanmıştır. Dönemin temel özelliği,sınai üretimde dışalım yerine yerli üretim (ithal ikameci sanayileşme) türü sanayileşmenin birinci aşamasının tamamlanmış olmasıdır. Bu niteliğiyle dönem, bir bakıma özel sanayiye “geçiş” dönemi sayılabilir. Devletçi sanayileşme döneminde 20 başlatılan temel tüketim mallarının yerli üretimi girişimi bu dönemin sonunda tamamlanmıştır. 1950’li yılların ikinci yarısında, özel sınai üretimin genişleyen iç pazarın taleplerini karşılayamaması sonucu, kamu kesimi de bu yönde üretimini genişletmek durumunda kalmıştır. Kısacası, özel ve kamu kesimi birlikte gelişmiştir. Bu dönemde özel sanayi üretiminin özendirilmesine ilişkin yasal düzenleme yoktur. Teşvik-i Sanayi Yasası’nın 1942’de süresini tamamlamasıyla, 1963’e kadar yasal özendirme yoluna gidilmemiştir. Özendirmesiz dönem bir bakıma, tüketimin artması sonucu, doğal özendirme dönemi olmuştur. Bu dönemde yapılan işlerden biri Türkiye Sınai Kalkınma Bankası’nın kurulmasıdır. Banka uzun vadeli ve makul faizli kredi veren ve yatırımların döviz ihtiyaçlarını karşılayabilen tek kuruluş olarak görev yapmıştır. İmalat sanayi ile buna bağlı madencilik ve enerji sektöründe ikame malı ve hizmet üretmeye yönelik olarak gelişen sanayi, zamanla tüketici kesimin ikame mallarına olan talebinin çeşit ve miktar olarak artması sonucunda, montajcılığa doğru kaymaya başlamıştır. Gerçekte ikame malı üretmenin ikinci aşaması olan montajcılık Türk imalat sanayinin büyük gelişme göstermesine neden olmuş ve sonuçta güçlü bir özel imalat sanayi ve güçlü bir özel sektör yaratmıştır. Bu dönemde sanayin genelinde gerçekleştirilen aşamalar şu şekilde özetlenebilir : - Azot sanayi ve petrol rafinerileri kurulmuştur. Tekstil, çimento ve şeker sanayi ülke ihtiyaçlarını karşılayacak düzeye getirilmiştir. Et kombinaları kurulmaya başlanmıştır. Özel sektör dokuma sanayinde devletle boy ölçüşür hale gelmiştir. İlerdeki gelişmelere zemin hazırlayan karayolu ve liman gibi alt yapı yatırımları yoğunluk kazanmıştır. Dönem süresince sanayinin gelişmesine katkıda bulunan bir başka etmen, altyapı olanaklarının, özellikle ulaştırma, enerji ve haberleşme alanındaki gelişmelerin sağlandığı dışsal ekonomilerdir. Bu dönem, izlenen ekonomi politikasına bağlı olarak dış ekonomik ilişkilerde önceki dönemden çok farklı bir yaklaşıma tanıklık etmiştir. Başlangıçta kamu sektörünü daraltıcı, özel sektörü genişletici liberal felsefenin yerini zamanla müdahaleci karakterde politikalar almıştır. 1954’den sonra izlenen enflasyoncu politikalar sonucunda 4 Ağustos 1958 devalüasyon kararları diye anılan istikrar tedbirleri yürürlüğe konulmuştur. İktisadi politikaya yeni bir yön verecek olan sözkonusu tedbirleri şu noktalarda özetlemek mümkündür. a) b) Türk Lirası örtülü olarak devalüe edilmiş (1920 yılında 82 kuruş olan Dolar ,bu devalüasyonla 282 kuruşa yükselmiştir) ve katlı kur sistemi getirilmiştir. Para arzı ve emisyon artışları durdurulmuş, kredi hacmi 30.6.1958 tarihindeki seviyede dondurulmuştur. 21 c) d) e) f) Kredi ve mevduat faiz hadlerinin yeniden tesbiti öngörülmüştür. Dış ticarete kota sistemi getirilmiştir. KİT ürünlerine yüksek oranda zam yapılmıştır. Dış ticaret borçlarının konsolide edileceği ilan edilmiştir. Alınan bu tedbirler sonucunda enflasyon durdurulmuş, ekonomide durgunluk başlamıştır. f) 1961-1980 Dönemi : Kamusal Kesimin Ağır Bastığı bu dönem, Karma Ekonomi Dönemi olarak nitelendirilebilir. Kamusal kesimin ağırlığında yeniden bir Müdahaleci Kapitalizm dönemi başlayacak ve Anayasaya giren Karma Ekonomi, resmi bir İktisadi Politika haline gelecektir. Kısacası 1950-60 döneminin plansız yönetimine karşı (tepki), Türkiye’de Müdahaleci Kapitalizmin Karma ve Planlı Dönemi uygulanacaktır. 27 Mayıs 1960 ihtilali ile devlet yönetimini ele alan Milli Birlik Hükümeti özellikle devlet kesimine ait sınai tesislerin plan ve programlara bağlı olarak faaliyet göstermesine büyük çaba sarfetmiştir. Türkiye, 1961 yılında IMF’ye mektup vermeye başlamış ve 1960’lı yıllarda yılda bir mektup imzalamıştır. Ancak bu mektupların hiçbiri uygulanamadığından iptallerine de gerek duyulmamıştır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın (DPT) 1960 yılında kurulmasından sonra ise önce geçici nitelikte olmak üzere 1962 yılını kapsayan bir plan hazırlanarak hemen uygulanmış, sonra da 1963-1967 yıllarına ait Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanarak uygulamaya konulmuştur. 1963-1983 yılları arasında uygulanan 4 adet 5 Yıllık Planın ortak özelliklerini (*) şu şekilde sıralayabiliriz; a) Üretim yapısını veri almaları, b) Ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edinmeleri, c) Sanayileşmeye, sanayinin teşviki için organize sanayi bölgeleri (OSB) ile küçük sanayi sitelerinin (KSS) devletçe kurulmalarına önem ve öncelik vermeleri, d) Belli bir uzun dönem stratejisinin bir parçası olmalarıdır. ----------------------------------------------------------------------(*) : Bu planlardan sadece birincisi, büyümenin sürükleyici gücü olarak kamu yatırımları ile devlet işletmeciliğini görmekte ve bu yönüyle diğerlerinden kısmen farklı bir yaklaşım içermektedir. 22 Birinci Beş Yıllık (1963-1967) Kalkınma Planı Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı 1963-1967 yıllarını kapsayacak şekilde hazırlanmış ve 1.Ocak.1963 tarihinden itibaren uygulamaya konulmuştur. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın amacı, ekonominin yılda %7 büyümesini sağlamaktır. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda sanayi sektörü öncü ve sürükleyici bir sektör olarak kabul edilmiş, yatırımların bu sektöre yönelmesini sağlayacak çeşitli önlemler ile özellikle yatırım ve ara malları üreten temel ve stratejik endüstrilerin kurulması hedeflenmiştir. Bu amaçla, organize sanayi bölgeleri ile küçük sanayi sitelerinin ülkenin uygun bölgelerinde kurulması suretiyle sanayi yatırımlarının teşviki ile sanayi üretiminin miktar ve kalite olarak artırılması öngörülmüştür. Organize sanayi bölgelerinin yapımındaki politikalar; şehirlerin planlı gelişmesi, sanayinin az gelişmiş bölgelere yaygınlaştırılması, tarım alanlarının sanayide kullanılmasının önlenmesi, ortak arıtma tesisleri ile çevre kirliliğinin önlenmesi, altyapı ve sosyal tesisleri hazırlanmış ucuz arsa üretimi suretiyle sanayinin teşvik edilmesi, olarak sıralanabilir. Küçük sanayi siteleri ile benzer iş kollarında çalışan işletmeleri aynı site içinde toplamakta, bölgesel ihtiyaçları hep birlikte daha kolay ve ekonomik olarak karşılayabilen bu işyerlerine yeni teknolojilerin taşınması da daha kolay olmaktadır. KİT’lerde de Plan hedefleri belirli olmasına ve her işletmenin bu hedeflere katkısı gösterilmiş olmasına rağmen, kısa zamanda politik tercihlerin etkisi görülmeye başlamıştır. Hızla artan nüfusun istihdamı ekonominin en önemli sorunu haline geldiği için, politik iktidarlar KİT’leri plan hedeflerine göre yeniden düzenleyecekleri yerde, istihdam sorununu çözmede kullanmayı tercih etmişlerdir. Ereğli Demir-Çelik ve Kütahya Azot İşletmelerinin üretime başlamaları Birinci Plan dönemine rastlamıştır. Yine bu dönemde özellikle lastik, plastik, petrol ürünleri, çimento, seramik sanayileri gibi genellikle ara malı üreten sanayiler hızla gelişmişlerdir. Bu dönemde yatırım malları imal eden sanayilerden hızla gelişenler tarım makineleri, elektrik makineleri ve gemi inşa ve makine sanayileri olmuştur. Montaj sanayileri için getirilen düzenlemeler, karayolu taşıtları ve traktör imalinde yerli yapım oranının yükselmesini sağlamıştır. İkinci Beş Yıllık (1968-1972) Kalkınma Planı 1968 yılı başından itibaren İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı yürürlüğe girmiştir. Bu plan da birincisi gibi, ekonominin %7’lik bir hızla gelişmesini hedeflemiştir. İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planının aksine özel sektöre ağırlık verilmiştir. Ekonominin ve giderek toplumsal gelişmenin “Sanayileşmeye” dayandırılması öngörülmüştür. Plan, sanayi kesiminde modern teknolojilerin kullanılacağını da belirtmiştir. 23 Plan, kesimler arasındaki gelişmede önceliği imalat sanayine vermiş, bu dönemde toplam yatırımın %22,4’ünün imalat sanayine ayrılması öngörülmüştür. Birinci Planın yalnızca tüketim malları sanayini bıraktığı özel kesime, İkinci Plan tüm imalat sanayini bırakmayı amaçlamıştır. Sanayileşme hareketi içinde önemli bir aşamayı oluşturan ara malları sanayilerinden kağıt, plastik, kimya, gübre, petrokimya, çimento, cam sanayileri bu dönemde hızla gelişmiştir. Yatırım malları sanayilerinden de tarım makineleri elektronik, karayolu taşıtları, demiryolu taşıtları ve gemi inşa sanayileri hızla gelişmiştir. Artan traktör talebi tarım makineleri sanayinin, dayanıklı tüketim malları talebi de elektronik sanayinin hızla gelişmesini etkilemiştir. Sanayi ürünleri ihracatında da hem artış olmuş, hem de çeşitlilik başlamıştır. Bu alanda en hızlı gelişme dokuma, giyim sanayi ve deri sanayi ürünlerinde olmuştur. Sanayi ürünleri ihracatı 1963 yılındaki 65 milyon dolar seviyesinden 1972 yılında 242 milyon dolara yükselmiştir. 1963-1972 yıllarını kapsayan 10 yıllık planlı dönemde, İskenderun DemirÇelik, Karadeniz Bakır, Seydişehir Alüminyum, Aliağa Rafinerisi, Samsun Gübre Kompleksi, Mersin Gübre Kompleksi, İzmit Petro-Kimya Kompleksi, Aksu, Dalaman, Çaycuma Kağıt tesisleri gibi büyük sınai tesisler gerçekleştirilmiş veya son aşamaya getirilmiştir. Üçüncü Beş Yıllık (1973-1977) Kalkınma Planı 1973 yılında uygulamaya konulan III. Beş Yıllık Kalkınma Planı Türkiye’nin, 22 yılın bitiminde yani 1995’de AET ülkelerinden birinin o günkü gelir düzeyine ve ekonomik yapısına ulaşılmasını amaçlamaktadır. Bu sözkonusu AET üyesi ülke İtalya’dır. III. Beş Yıllık Kalkınma Planının uzun dönem gelişme stratejisinin özünü bu “benzetme özlemi” oluşturmaktadır. Bu yapılırken de kamu kesimi önceliği esas alınmıştır. Bu plan, 22 yıllık bir perspektifte Türkiye’nin AET ile önce Gümrük Birliği, daha sonra tam üyeliği hedefleyen stratejik bir kalkınma ve gelişme yaklaşımı öngörmüştür. Plan döneminde, imalat sanayinde hızlı bir holdingleşme olgusunun varlığı da gözlenmektedir. Plan döneminde, ekonominin gereksindiği enerji zamanında ve yeterli ölçüde karşılanamamıştır. Başta elektrik olmak üzere enerji sektörü önemli bir darboğaza girmiştir. Ekonomi, kendi teknolojisini üreten bir düzeye ulaşamamıştır. Sanayinin ihtiyacı olan teknoloji, transfer yoluyla karşılanmaktadır. Teknoloji politikasının Plan hedefleri doğrultusunda uygulanabilmesi için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nda “Bilim ve teknoloji Dairesi” kurulmuşsa da, bu daire plan dönemi içinde etkin bir çalışma gerçekleştirememiştir. 24 2. LİBERAL-NEOLİBERAL EKONOMİK POLİTİKALAR DÖNEMİ (1980 ve SONRASI): Batıda 1970 yılında giderek ağırlık kazanan neoliberal politikalar, 1980 yılından sonra ülkemizde de etkili olmaya başlamış, 24.Ocak.1980 tarihinde ve 1979’da IMF’ye verilen mektup çerçevesinde IMF ile işbirliği yapılarak uygulamaya konulan ekonomik istikrar tedbirleri bu doğrultuda önemli bir başlangıç oluşturmuştur. Ekonomiyi piyasa güçlerinin inisiyatifine terk eden, devletin bu konudaki fonksiyonlarını Devletin küçültülmesi ve özelleştirme çalışmalarıyla minimuma (minimal devlet) indirmeyi amaçlayan bu neoliberal yaklaşım, uluslar arası kuruluşlarla sürdürülen yapısal uyum programlarıyla günümüze kadar devamedegelmiştir. Bu neoliberal yaklaşım ve politikalar kalkınma planlarının fonksiyon ve etkinliklerinde de değişikliklere neden olmuş, zaten yalnızca kamu sektörü için emredici olan kalkınma planları, Devletin fonksiyonlarının azalması nedeniyle eski önemlerini kaybetmişlerdir. Bu nedenle 1980 yılından sonra yürürlüğe konulan kalkınma planları, giderek ekonomi için beşer yıllık perspektifler çizen, istatistiksel rakam ve değerlendirmeleri içeren birer doküman olmaktan öteye geçememiştir. Kuşkusuz böylesi bir neoliberal çerçeve içerisinde tavsiye olunan, bugünkü kapsam ve fonksiyonlarıyla artık önem ve anlamını yitirmiş bulunan plancılık yaklaşımının terk edilerek, kalkınma planlarının; makro ve sektörel düzeyde orta ve uzun vadeli stratejiler oluşturan, yönlendirmeler içeren, ABD ve Japonya örneği, ulusal Ekonomik Siyaset Belgeleri haline dönüştürülmesidir. Bununla birlikte 1979-1983 dönemini kapsayan dördüncü beş yıllık kalkınma planı ile günümüzdeki sekizinci beş yıllık kalkınma planına kadar uzanan çeyrek asırlık dönemin kısa bir analizi, plan dönemleri itibariyle aşağıda sunulmuştur. Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı (1979-1983), 1977-1978 yıllarında meydana gelen siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle zamanında uygulamaya konulamamış, plan 1979 yılı başında yürürlüğe girmiştir. Plan dönemine girilirken Türkiye ağır ekonomik sorunlarla, siyasal yaşamıda etkileyen bunalımlarla karşı karşıyadır. Ekonominin 1977 yılından itibaren gerileme dönemine girmesinin başlıca nedenlerinden biri de, dünya petrol fiyatlarındaki çok süratli artış ve işçi dövizleri miktarlarının giderek azalmasıdır. Özellikle sanayi içinde ağırlığı çok büyük olan imalat sanayi grubunda 1977 yılında %8.1 olan büyüme hızı 1978’de %2.6, 1979’da %5.3 gibi önemli düşüşler göstermiştir. Bu koşullarda, modelin yerini alacak alternatif model tartışmaları 1978’de başlayıp, 1979’da yoğunlaşmıştır. 25 Bu bağlamda olmak üzere, 24 Ocak 1980 tarihinden itibaren uygulamaya konulan ekonomik istikrar tedbirleriyle, sanayileşme politikamızda önemli değişiklikler meydana gelmiştir. 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar tedbirlerinin sanayiye ilişkin politikaları şöyle özetlenebilir : - Kaynak dağılımında fiyat mekanizmasına ağırlık verilmesi, Dış ticarette kısmi liberalleşmeye gidilmesi, Devletin yatırım politikasında alt yapı yatırımlarına ağırlık verilmesi, Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi, İhracata dönük sanayileşme politikasına ağırlık verilmesi. Bu tedbirler paketi ile kaynakların daha etkin dağılımını sağlamak amacıyla piyasa güçlerini harekete geçirici kimi reformlar gerçekleştirilmiştir. 24 Ocak kararlarıyla Türkiye, yalnız bir istikrar paketini değil, uluslararası mali kuruluşların “yapısal uyum” adını verdikleri bir programı da kabul etmiştir. Türkiye’nin ekonomisi ile, siyasi açılımlarıyla yeni bir ekonominin eşiğine adım attığı 1981 yılında, 2-7 Kasım tarihleri arasında İzmir’de İkinci İktisat Kongresi toplanmış ve önündeki 10 yılın hedefleri belirlenmiştir. Kongrede çeşitli ekonomik konuları kapsayan 7 başlık altında sunulan bildiriler tartışılmış ve bu bildiriler daha sonra DPT tarafından sekiz cilt olarak yayınlanmıştır. İkinci İktisat Kongresinin ekonomik yaşama etkileri, birinci kongreye göre daha sınırlı kalmıştır. 24 Ocak 1980 tarihinde alınan kararlarla bütünleşen ve konulan hedeflerle aynı çizgide olan Kongrede, ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için enflasyon hızının sanayileşmiş ülkelerdeki cari düzeylere doğru süratle düşürülmesi ile birlikte döviz gelirlerinin ithalatı karşılayabilecek kadar artırılması gerektiği hususunda görüş birliğine varılmıştır. Yine bu dönem içerisinde ve 8-10 Mayıs 1984 tarihinde Sanayi ve Ticaret Bakanlığının koordinatörlüğünde DPT, TÜBİTAK, ODTÜ ve TOBB’un ortak çalışmalarıyla Teknoloji 1. Milli Kongresi toplanmış ve 5 ana başlık altında ele alınan temel konularda öneriler ve hedefler belirlenmiştir. 1980 yılında yürürlüğe konulan ekonomik politikalar, genel olarak “serbest piyasa modeli” çerçevesinde oluşturulmuştur. Aynı yıl uygulanmasına geçilen istikrar politikaları, öncelikle ekonominin iç ve dış dengelerini kurmayı amaçlamıştır. Mal piyasalarında fiyat kontrolleri kaldırılırken, ithalat serbest bırakılmıştır. Para ve sermaye piyasalarındaki kontroller ise, en aza indirilmiştir. Faizlerin kamu tarafından belirlenmesine son verilmiş, gerçekçi döviz kuru politikası izlenilmesine başlanılmış, kambiyo mevzuatı liberalleştirilmiş, yabancı paranın ve sermayenin yurtiçinde serbest dolaşımı sağlanmıştır. Hükümetlerin ekonomiye müdahalesini en aza indirmek amacıyla, kamu sektörünün ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatlarını serbestçe belirlemeleri ilkesi benimsenmiş ve ekonomideki kamu hakimiyetini azaltmaya yönelik özelleştirme programları hazırlanmıştır. Dış ticarette ithal ikameci politikalar yerine ihracata ağırlık verilmeye başlanmıştır. Dış ticaret rejimi liberalleştirilmiş, dış ticaret üzerindeki miktar kısıtlamaları kaldırılmıştır. Türk dış ticaret hacmi 1980’li yıllarda artış göstermiş ve dışa açılma politikaları olumlu sonuçlar vermiştir. Aynı zamanda artan ihracat hacmi ve turizm gelirleri ile birlikte ödemeler dengesi sorunları çözümlenmiştir. Diğer taraftan, ihracat 26 yapı değiştirmiş, 1980 yılında toplam ihracatın yaklaşık %30’unu oluşturan sanayi ürünlerinin payı, 1992 yılına gelindiğinde %80’lere kadar yükselmiştir (bu yükselişte, mal serilerindeki tanımsal değişikliklerin de kuşkusuz etkisi vardır). Mali sektör reformu ise, 1980 programının başarıya ulaşmasında en önemli faktörlerden biridir. Yabancı para mevzuatı bu dönemde tamamiyle değiştirilmiş, döviz kazandırıcı faaliyetlerin serbestleştirilmesi sonucunda ülkenin döviz rezervlerinde artış sağlanmıştır. 1989 yılında ise Türk Lirası konvertibl hale getirilmiştir. Mali sektör reformları konusunda belirtilmesi gereken diğer bir önemli husus da İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının 1986 yılında kurulmasıdır. Ekonominin tümünü kapsayan bu İstikrar Programı açıklandığı tarihten itibaren 3 yıl boyunca kararlı bir şekilde uygulanmış ve ülkemizin özel ticari borçlarının ödenmesi veya ertelenmesi konusunda anlaşmalar yapılmış, Türk Lirasının gerçek değerinin saptanması için devalüasyonlara devam edilmiş, vergi sisteminde reform yapılmış, ücret ve maaş artışları sınırlandırılmış ve ithal engelleri azaltılmıştır. Alınan tedbirler sonucu, 1981 yılında, ortalama yıllık enflasyon oranı %36,8’e düşmüş ve reel değerlerle GSMH büyüme oranı (yeni seri), 1980 yılında negatif %2.3 iken 1982 yılında %3.7 oranına yükselmiştir. 1983 genel seçimlerinden sonra hazırlanan ve 1984 yılını ara yılı kabul ederek 1985-1989 döneminde uygulanan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, ekonomik büyümenin yıllık %6.3 artması hedeflenmiş, ekonominin işleyişinin ekonomik kurallar içinde düzenlenmesi öngörülmüştür. 1984-1986 döneminde büyüme hızı istenilen düzeylerde gerçekleştirilmiş ve GSMH’de 1984 yılında reel olarak %7.8, 1985 yılında ise %4.5 büyüme (yeni seri) kaydedilmiştir. Burada özellikle tarım ve sanayi sektörlerindeki gelişmelerin katkısı önemli olmuştur. Ancak, 1986 yılına gelindiğinde, yüksek büyüme hızına bağlı olarak yatırım malları ve sanayi girdileri ithalatımızın artması ve 1986 yılı başlarında ham petrolün fiyatlarındaki düşüşe paralel olarak ihracatımızda önemli bir paya sahip olan petrol ihracatçısı Orta Doğu ülkelerinin ithalatlarını kısmaları, ödemeler dengesini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu dönemde ve 1986 yılında toplanan 2. Milli Teknoloji Kongresi, çalışmalarını başta takım tezgahları olmak üzere yatırım malları üzerinde yoğunlaştırmıştır. 1986-1989 döneminin ilk yarısında ekonomide canlılık, ikinci yarısında ise durgunluk görülmüştür. 1986 yılında iç talepteki artış, petrol fiyatlarındaki düşmenin yarattığı uygun uluslar arası koşullarında katkısıyla, ekonominin, hedeflenen uzun dönem büyüme hızının üzerinde büyümesine yol açmıştır. Bu süreç 1987 yılında da devam etmiş, 1986 yılında %7.5’i bulan büyüme hızı (yeni seri) bu yılda %9.3 olmuştur. Ekonomik büyüme oranlarında görülen bu yükselme, özellikle kamu kesimi yatırım-tasarruf farkının artmasına neden olmuş ve sonuçta kamu kesiminin borçlanma gereği 1986 yılında GSMH’nın %5’i iken 1987 yılında %8’e ulaşmıştır. Ekonomideki dengesizlikleri giderebilmek üzere 1987 yılı sonunda kamu tarafından üretilen mal ve hizmetlerin fiyatları önemli ölçüde yükseltilmiş ve 27 piyasalardaki dengenin yeniden kurulabilmesi amacıyla Şubat 1988’de bir dizi önlem alınmıştır. Bu önlemlerin amacı, Türk Lirasına olan talebi artırmak, ithalatı frenlemek, ihracatı tekrar canlandırmak ve kamu harcamalarını kısarak ekonomideki aşırı ısınmayı soğutmak şeklinde özetlenebilir. Ancak kamu açıklarını kısmak için kamu yatırımlarının azaltılması, özel kesimin üretim ve yatırım kararlarını da olumsuz etkilemiştir. Böylece ekonomi, 1988 yılının ikinci yarısından itibaren, özellikle imalat sanayinde belirginleşen bir durgunluğa girmiş ve daralan iç talebin etkisi ile ortaya çıkan tasarruf fazlası, cari işlemler dengesi fazlasına dönüşmüştür. 1988 yılına kadar bu politikaları başarıyla uygulayan Türkiye, mevcut kurulu kapasitesini artıramaması ve kısa ömürlü sermaye stokunu yenileyememesi nedeniyle dur-kalk diye tanımlanabilecek istikrarsız bir büyüme ortamına girmiştir. Böylesi olumsuz koşullarda 1987 yılında toplanan 1’inci Sanayi Şurasında, sorunlar sektör bazında ele alınarak tartışılmış, temel konularda ise, - Üniversite-Sanayi işbirliğinin geliştirilmesi, - Belli başlı üniversitelerde Bilim ve Teknoloji Merkezleri kurulması, - Enerji üretiminde nükleer teknolojiden yararlanılması. - Yurtiçi ihalelerde kendi şirketlerimize Garantili Kredi mekanizması uygulanmasına önem verilmesi, - Küçük ve Orta büyüklükteki işletmeler ile esnaf ve sanatkarların korunması ve geliştirilmesi hususlarında görüş birliğine varılmıştır. Aynı yıl içerisinde TMMOB Makine Mühendisleri Odası tarafından 4-5.Kasım.1987 tarihleri arasında 1987 Sanayi Kongresi düzenlenmiş, 8 ana başlık altında toplanan sektörel sorunlarla ilgili görüş ve hedefler belirlenmiştir (Bu Kongreler daha sonra 2’yer yıllık periyotlarla 1989, 1991 ve 1993 yıllarında da tekrarlanmıştır). Bu Şura ve Kongreler sürecinin bir devamı olarak, 4-7.Haziran.1992 tarihleri arasında İzmir’de Türkiye Üçüncü İktisat Kongresi toplanmıştır. Uluslararası nitelik taşıyan Kongrenin amacı, 2000’li yıllara yönelik gerçekçi ve tutarlı ekonomik politikaların belirlenmesine zemin oluşturmaktı. Kongrede 48 Tebliğ üzerinde görüşmeler yapılmış, Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL KİT’lerin özelleştirilmesi ve bilgi çağının insanının yetiştirilmesi için eğitimde reform; Başbakan Demirel’de ekonomik büyüme ve serbest piyasa ekonomisine geçişin zorlukları üzerinde durmuşlardır. Kongreye, aralarında yabancı siyaset ve bilim adamlarının da bulunduğu 1500’den fazla delege katılmıştır. 1990-1994 yıllarını kapsayan Altıncı Beş Yıllık Kalkınma Planı genel olarak; tarımın Gayri Safi Milli Hasıla içerisindeki payının azaltılması, sanayileşmenin kalkınmanın temel unsurlarından biri olması, dışa dönük ve rekabet gücü olan bir üretim yapısının geliştirilmesi, ihracatta sürekliliğin ve çeşitliliğin sağlanması, rekabet gücünün artırılması için girdilerin dünya fiyatlarından sağlanması, sanayinin dampingli fiyat, düşük kaliteli ürün ve özel pazarlama yöntemleri şeklinde ortaya çıkan haksız rekabete karşı korunması ve özel kesimin sanayileşmedeki rolünün arttırılması gibi temel politikaları benimsemiştir. 28 Ancak, önceki plan dönemlerinde başlayan ve VI’ncı Plan döneminde de sürekli olarak artan kamu açıkları, ekonominin dışa açılması ve serbestleştirilmesi yönünde sağlanan olumlu gelişmelerden elde edilecek faydaları önemli ölçüde sınırlandırmıştır. Yükselen kamu açıklarına bağlı olarak artan iç faiz oranları sıcak para girişini hızlandırmış ve Türk Lirasının reel olarak aşırı değer kazanmasına neden olmuştur. Bu gelişme, işgücü maliyetindeki reel artışlar, doğrudan ve dolaylı ihracat teşviklerindeki azalma ile birleşerek Türk ekonomisinin hızla rekabet gücünü kaybetmesine yol açmıştır. Sonuçta, yüksek kamu açıklarından kaynaklanan ekonominin iç dengesizlikleri dış dengede de hızlı bir bozulmaya neden olmuş, ithalat hızlı artmış, ihracat yavaşlamış ve dış ticaret açıkları önemli boyutlara ulaşmıştır. Hızla bozulan iç ve dış dengeler, 1994 yılı başında para, sermaye ve döviz piyasalarında ciddi bir krize yol açmıştır. Ekonomiyi hızla istikrara kavuşturmak, kamu açıklarını daraltmak, dış talebe dayalı bir büyüme yapısı oluşturmak ve ekonomik istikrarı sürekli kılacak yapısal reformları başlatmak amacıyla 5 Nisan 1994 tarihinde Ekonomik Önlemler Uygulama Planı yürürlüğe konulmuştur. Uygulama Planı ile öncelikle kamu harcamalarının kontrol altına alınmasına ve kamu gelirlerinin artırılmasına yönelik tedbirler ile ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik düzenlemelere öncelik verilmiştir. Bu kapsamda, KİT fiyat ayarlamaları yapılmış, petrol ürünleri üzerinden alınan vergilerde düzenlemelere gidilmiş ve ekonomik denge için ek vergiler ihdas edilmiştir. Ekonomik Önlemler Uygulama Planı kapsamında, orta vadede kamu kesiminin ekonomideki ağırlığını azaltan, gelir ve giderlerini daha sağlıklı bir yapıya kavuşturan ve piyasa koşullarının egemen olduğu bir ekonomik altyapının oluşumuna imkan veren yapısal düzenlemeler de yapılmıştır. Bu kapsamda, ekonomide etkinliği ve verimliliği artırmak amacıyla geniş kapsamlı uzlaşma zeminine dayanan Özelleştirme Kanunu çıkarılarak gerekli kurumsal düzenlemeler oluşturulmuş, özel kesim veya yabancı sermayeli şirketlerin büyük altyapı projelerine katılımını sağlayacak Yap-İşlet-Devret modeline ilişkin yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Hazinenin ve diğer kamu kuruluşlarının Merkez Bankası kaynaklarına başvurmasını kademeli şekilde azaltan yasal düzenleme yapılarak, Merkez Bankasının özerkliğini artırma yönünde önemli bir gelişme sağlanmıştır. Sosyal güvenlik kurumlarının kaynak yaratmalarının sağlanması, bütçe üzerindeki yüklerin azaltılması ve tarımsal desteklemenin daha rasyonel bir yapıya kavuşturulması yönünde kimi düzenlemelere gidilmiştir. Uygulanan istikrar önlemleri ve yapısal düzenlemelerin etkisiyle, kamu açıkları ve dış ticaret açıkları önemli ölçüde daraltılmış, Türk Lirası gerçek değerine kavuşturulmuş ve mali piyasalarda istikrar sağlanmıştır. Bununla birlikte, kamu açıklarını hızla daraltarak ve iç talebi kontrol altına alarak ekonomik istikrarı 29 sağlamaya yönelik radikal düzenlemeler, 1994 yılında büyüme hızının önemli ölçüde gerilemesine yol açmıştır. 1994 yılında dış dengenin kurulması yönünde önemli gelişmeler sağlanmıştır. Türk Lirasının reel olarak değer kaybetmesinin yanısıra; ihracatın kısa vadeli finansman ihtiyacının karşılanmasına yönelik uygulamalar ve dünya ekonomisindeki canlanmanın etkisiyle ihracatta hızlı bir artış dönemine girilmiştir. Diğer yandan, iç talepteki daralma, Türk Lirasının reel değer kaybı ile ithalatın pahalılaşması ve yurtdışı kredi imkanlarının azalması sonucunda ithalatta hızlı bir düşüş kaydedilmiştir. Böylece cari işlemler hesabı 1994 yılında 2.6 milyar dolar civarında fazla vermiştir. Sonuç olarak; VI’ncı Plan döneminde ortaya çıkan gelişmeler, kamu açıkları ve kısa vadeli sermaye girişi ile desteklenen tüketime dayalı büyüme ortamının sürdürülebilir olmadığını, ekonomik dengelerin sağlanmasında para ve maliye politikalarının uyum içinde uygulanması gereğini, dış ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği bir ortamda yurtiçi makro politikaların uluslararası konjonktürdeki gelişmelerle tutarlılığının önemini, ekonomik politikalar ile ilgili kararların zamanlamasındaki önemi ve sürekli büyümenin temel şartı olan verimlilik artışını sağlayacak ortamı yaratmak için yapısal sorunlara süratle çözüm getirilmesi ihtiyacını açıkça ortaya koymuştur. Bu dönem içerisinde ve 11-12 Şubat 1994 tarihinde yapılan 1. Sanayi Yüksek Konseyi toplantısında da; Türk Sanayinin altyapısı, rekabet gücü ve öncelikleri tartışılmış, toplantının sonuç bildirgesinde aşağıdaki görüşlere yer verilmiştir. “- Sanayileşme stratejilerinin ihracatı artırma ve ithalatı ikame etme ilkelerini bir arada benimseyen ve yürüten dual bir ekonomik stratejiye oturtulması gerekmektedir. - Öncelikli sektörlerin kritik ve ileri teknoloji ürünlerinden tesbiti gerekli olmakla birlikte, başlangıçta savunma sanayi gibi satın alınması güç veya mümkün olmayan teknolojileri içeren sektörler tercih edilmelidir. - Yüksek teknolojiye ve bilime dayalı yeni sanayileşme anlayışı oluşturulmalıdır. - Türk sanayinin teknolojileri geliştirilirken dış kaynaklardan çok iç kaynaklara önem ve ağırlık verilmelidir. - Belirli Üniversitelere sanayiye yönelik teknoloji ve bilgi üretim misyonu verilmelidir. - Uluslararası rekabete katılım teşvik edilerek, firmaların içinde ve dışında eşit koşullarla ticaret yapabilmesini engelleyen nedenler ortadan kaldırılmalıdır. - Gelişmiş ülkelerde KOBİ’lere uygulanan özel teşvik politikaları ülkemizde de uygulanmalı, teşvikler doğrudan ödeme yerine, kamuya yönelik ödemelere mahsup suretiyle gerçekleştirilmelidir. - Sanayileşmenin yaygın ve dengeli kılınması için sanayi, ulaştırma, enerji eksenlerini ve yerleşim dokusunu yeniden tasarlayan büyük mekansal projeler geliştirilmeli ve böylece üretim coğrafyası yenilenmelidir. “ Birinci Sanayi Yüksek Konseyinin bu toplantısından yaklaşık 1,5 yıl sonra ve 15.Haziran.1995 tarihinde gerçekleştirilen 2’nci Sanayi Şurasında ise; gümrük birliğini ve diğer entegrasyonları dikkate alan sektörel ve ürün bazında öncelikleri de 30 içeren ülkemiz ihtiyaç ve koşullarına en uygun sanayi politika ve stratejisi; tüm toplumsal kesimlerin örgütleri, devletin ilgili kurumları, bilimsel ve teknik araştırma kurumları ile üniversiteler temsilcileri arasında tartışılmış, sonuçta aşağıdaki görüş ve önerilere ulaşılmıştır. “Ülke stratejisi bir ucunda yönlendirici plan, öteki ucunda ise serbest piyasa mekanizmaları bulunan geniş bir süreç aralığında oluşur. Ortamı doğru ve zamanında değerlendirip doğan fırsatlardan yararlanmak veya tehditlere karşı önlem almak, ülke stratejisinin başlıca getirisidir. Bu bağlamda, uluslar arası rekabet üstünlüğü için izlenecek sanayi stratejisi bir sınai yetenek geliştirme stratejisi kimliğinde olmalıdır. Bu ana strateji çerçevesinde 2005 yılı Türkiye’si için aşağıdaki hedefler belirlenmiştir. - - - Türkiye 10 yıl içerisinde; İç bölgeler arası dengesizliklerin azaltıldığı, siyasi istikrarın sağlandığı, makroekonomik dengelerin kurulduğu, ekonominin kayıt içine alındığı, vergi verenlerin denetlemeyi de yaptığı bir Türkiye olmalıdır. Ekonomi alanında küçülmüş ve temel işlevlerini yerine getiren düzenleyici bir devlet yapısına geçilerek, yaşam kalitesi yükseltilmelidir. Ulusal sanayinin rekabet gücü arttırılarak dışa açık gelişme ve yatırım politikaları ile sürdürülebilir bir ekonomik büyüme sağlanmalıdır. Rekabet avantajı sağlanabilmesi için, bir dizi yeni kurumlar veya kurumsallaşma gereklidir. Bu kurumlar ve işbirlikleri, kamu ve özel sektör arasında ve özel sektörün kendi arasında oluşturacağı kurumlar olmalıdır. Sanayinin problemlerinin çözümünde, kolektif çalışmanın ve ortak aklın ön plana çıkarıldığı taktik ve strateji çalışmaları esas alınmalıdır. İhracatta yüksek teknoloji ürünlerinin oranının arttırılması, ürün portföylerinin geliştirilmesi ve değiştirilmesine öncelik verilmelidir. Rekabet öncesi araştırma ve araştırma işbirlikleri etkin bir şekilde desteklenmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Devletin satın alma stratejisinde kendi sanayini özendirmesi gereklidir. Girişimcilerin ve emeğin adaptasyon kabiliyetini belirleyen eğitim, iş kültürü ve organizasyon gibi konulara özel önem verilmelidir. KOBİ’lerin Gümrük Birliği’nden kaynaklanacak muhtemel sorunlarının çözümü için, bir fon kurulmalıdır. Gümrük İdareleri hızla reorganizasyona tabi tutulmalıdır.” 1994 krizinden sonra hazırlanacak VIII. Kalkınma Planının ilk yılının krizli ekonomi olmaması için 1995 yılı geçiş yılı kabul edilmiş ve 1996-2000 yılları arasında uygulanan VII. Plan döneminde, ise sanayi üretiminin yıllık ortalama yüzde 6,0-7,8 artması hedeflenmiştir. Türkiye ekonomisi 1994 yılında karşı karşıya kaldığı şiddetli daralmanın ertesinde 1995 yıllarında kazandığı canlılığı 1996 ve 1997 yıllarında da sürdürmüştür. Gayri Safi Yurtiçi Hasıla büyüme hızı, sabit fiyatlarla, söz konusu üç yıl boyunca sırasıyla %7,2, %7 ve %7,2 oranında gerçekleşmiştir. Ekonomide 19951997 döneminde gerçekleşen ve büyük ölçüde iç talep genişlemesine dayalı yüksek büyüme hızı, iç ve dış talepteki azalma nedeniyle 1998 yılının ikinci üç aylık döneminden itibaren yavaşlama süreci içerisine girmiştir (1998 yılı Büyüme Oranı %3,9’dur). Bu dönem içerisinde Türkiye, ekonomide %6.1 oranında bir daralmaya 31 neden olan 1994 krizinden sonra, 1998 Rusya krizinin etkileri ve ülkemizi maddi ve manevi açılardan sarsan 1999 yılındaki deprem felaketleri nedeniyle aynı şekilde %6,1 oranında daralmıştır. 17.Ağustos.1999 depremi ülkemizin gerek nüfus gerekse ekonomik aktivite bakımından en ağırlıklı bölgesinde etkili olmuştur. Depremin etkilediği 7 İl’in Gayri Safi Milli Hasıla içindeki payı %34,7, sanayi katma değeri içindeki payı ise %46,7’dir. Bölge; petrol arıtımı, petro-kimya, tekstil hammaddeleri, metal ana sanayi ve motorlu kara taşıtları yapım, montaj ve onarımı ve lastik sanayinde önemli bir ağırlığa sahiptir. Deprem nedeniyle konut, ticari ve sınai yapı, yol-otoyol, köprü, diğer altyapı,ulaşım aracı, makine-teçhizat ve mamul-yarımamul mal stoklarında önemli kayıplar ortaya çıkmıştır. Deprem sonrasında gerek bir süre için üretimin durması gerekse belirli bir dönem düşük kapasite ile çalışması nedeniyle milli hasılada da 913 milyar dolar arasında bir kayıp olmuştur. 1999 yılı sonunda, enflasyon oranı (TÜFE) yüzde 68,8, faizler yüzde 85-95 bileşik aralığında, kamu borçlanma gereği milli gelir içinde bir yılda yüzde 9’dan 15’e çıkmış, iç borç 42, dış borç ise 103 milyar dolara ulaşmıştır. İç ve dış koşullardaki bu olumsuz gelişmeler 1999 yılında, sabit fiyatlar üzerinden GSYİH’nın yüzde 5.0, Gayrisafi Milli Hasılanın ise yüzde 6.4 oranında daralması sonucunu doğurmuştur. Haziran 1999 ayında IMF ile yapılan görüşmelerde, daha önce, 26.Haziran 1998 tarihinde yine IMF ile yapılmış olan “Yakın İzleme Anlaşması”nın,süreli programlara bağlı ve mali destek içeren bir “stand-by” anlaşması yolunda köprü görevi görmesi yolunda mutabakata varılmıştır. Bu kapsamda yapılacak bir “stand-by” anlaşmasının başarılı olabilmesi açısından ısrarla üzerinde durulan bazı yapısal düzenlemeler alanında önemli adımlar atılmış, Bankalar Kanunu, Sosyal Güvenlik Kanunu yürürlüğe konulmuş, uluslararası tahkimle ilgili Anayasa değişikliği gerçekleştirilmiştir. Türkiye tarafından 9 Aralık 1999 tarihinde verilen “Niyet Mektubu”nun IMF İcra Kurulu tarafından onaylanması ile üç yıl süreli Stand-by Anlaşması yürürlüğe girmiştir. Stand-by düzenlemesi başlıca üç esasa dayanmıştır; 1) Önceden de bir takım önlemlerin alınmış olduğu mali uyum, 2) Sterilizasyona yer vermeyen, dövizin çapa olarak kullanıldığı ve bir “Para Kurulu” uygulamasını çağrıştıran bir para politikası ile kısmi bir gelirler politikası, 3) Önemli yapısal reform düzenlemeleri. Stand-by anlaşmasına dayanak oluşturan Niyet Mektubu ile; tarım destekleme politikasının aşamalı olarak kaldırılması, sosyal güvenlik reformunun tamamlanması, özel emeklilik fonları için hukuki çerçeve oluşturulması, vergi idaresinin etkinliğinin arttırılması,bütçenin hazırlanması, uygulanması ve kontrolünün güçlendirilmesi ve kapsamının genişletilmesi, bu amaçla mevcut fonların tedricen kapatılması hedeflenmiştir. 32 IMF’ye Niyet Mektubunun sunulduğu 9 Aralık 1999 tarihinde Merkez Bankası da istikrar programının yürürlükte olacağı üç yıllık dönemde uygulanacak para ve kur politikasını açıklamıştır. Para ve kur politikası çerçevesinde; kur politikasının, istikrar programı boyunca yalnızca enflasyon hedefine göre belirlenmesi, döviz kurları tespitinin, Ocak.2000Haziran.2001 döneminde “enflasyon hedefine yönelik kur sepeti”, izleyen dönemde ise “kademeli olarak genişleyen band” sistemine göre yapılması kararlaştırılmıştır. 2000 yılında enflasyon düzeyinin düşürülmesi alanında başarılı olunmuş,yurtiçi talepteki canlanma hernekadar ithal talebinin hızla yükselmesi sonunu doğurmuşsa da üretim artışına yol açmış, istihdam seviyesi yükselmiştir. Öngörülen para ve kur politikası çerçevesinde kur hadlerinin hedeflenen enflasyona göre belirlenmesi, gerçekleşen enflasyonun, hedeflenen enflasyonun üzerinde tahakkuk etmesi sonucu, Türk Lirası yıl içinde giderek reel değer kazanmaya başlamıştır. Türk Lirasının beklenenin üzerinde reel değer kazanması, yılın ilk yarısında faiz oranlarının beklentilerin üzerinde düşmesiyle ve aşırı değerli TL’nin ithal talebini arttırmasıyla birlikte iç talebin hızla artmış, uluslararası petrol ve buna bağlı olarak enerji fiyatlarındaki artış ve Euro/Dolar paritesindeki gelişmeler cari işlemler açığının giderek yükselmesine ve sonbaharda sözkonusu açığın GSMH’ya olan oranının yüzde 5 mertebesine kadar çıkmasına neden olmuştur. Bu gelişmeler iç ve dış piyasalarda uygulanmakta olan kur politikasının sürdürülebilirliği ve cari açığın dış finansmanı konusundaki endişeleri arttırmıştır.Uluslararası piyasalarda istikrar programına olan güven azalmış, Ağustos ayından sonra faiz oranlarının artış eğilimine girmiş olmasına rağmen yeterli sermaye girişi olmamış, ve ciddi bir likidite sorunu ile karşı karşıya kalınmıştır. Giderek etkisi derinleşen bir süreç Kasım ayının ikinci yarısında, bir şok halinde, kısa vadeli faizlerde hızlı bir yükselmeye ve menkul kıymet fiyatları da düşmeye yol açmıştır.Yurt dışına önemli miktarda sermaye çıkışı olurken, döviz rezervleri azalmış, bu gelişmeler döviz kuru üzerinde baskı oluşturmuştur. Kasım krizi sonrasında alınan önlemler ve IMF ile varılan anlaşma sonucunda mali piyasalardaki dalgalanmalar kısmen giderilmiş, Merkez Bankasının rezervlerinde sınırlı bir artış meydana gelmiş ve faiz oranları Kasım ayındaki kriz ortamına göre önemli bir biçimde gerilemiştir. Ancak bankacılık kesiminin yapısının zayıflığı ve Kasım krizinin bankaların öz varlığında meydana getirdiği erime, kur çapası politikasının korunması ile TL’nın aşırı değerli konumunu sürdürme konusundaki ısrar ve yıllar boyu kamu bankalarının bilançolarına gizlenmiş olan yüksek hacimli kamu finansman açığı, Şubat 2001 krizini kaçınılmaz kılan başlıca nedenler olmuşlardır. Yine önemli boyuttaki bir sermaye kaçışının ardından Hükümet “döviz çapası” sisteminden vazgeçilerek dalgalı kur sistemine geçilmiş olduğunu deklare etmiş ve hızlı bir süreç içerinde, makroekonomik dengelerin tekrar tesis edilmesi amacıyla yeni bir istikrar programının uygulanmasına geçilmiştir. Program çerçevesinde, kamu kesimini artan borç yükünün sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulması amacıyla maliye politikası hedefleri daha da sıkılaştırılmış, para politikasında Merkez Bankasının kısa vadeli faiz oranları üzerindeki etkinliği 33 arttırılmış ve dalgalı kur sistemine geçilmiştir. Ekonomik program öncelikle, ekonomideki yapısal zayıflıkların giderilmesi ve bankacılık kesiminin rehabilitasyonu üzerinde yoğunlaşacak bir biçimde şekillendirilmiştir. VIII’inci Beş Yıllık Kalkınma Planı (2001-2005) Esas itibariyle enflasyonu ve reel faizleri hızla aşağıya çekmek, kamu finansman dengesini sağlıklı bir yapıya kavuşturmak ve ekonomik sürdürülebilir bir büyüme ortamı tesis etme amacına yönelik bir ekonomik program niteliğindedir. Bilindiği gibi bir önceki dönem, Bankacılık Sektörü Kasım Krizi sonrasında faiz riski, şubat krizi sonrasında ise hem faiz hem de kur riski sonucu önemli kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Krizlerden sonra, Bankacılık sisteminin yeniden yapılandırılması için ihtiyaç duyulan kaynaklar kamu maliyesi üzerine önemli bir yük getirmiştir. Mali kesimin içinde bulunduğu durum, dış borçlanma imkanlarındaki daralma, hızla yükselen faizler, kamunun iç borçlarını çevirebilme kabiliyetini önemli ölçüde daraltmış, bu durum karşısında Nisan.2001’de “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı altında yeni bir ekonomik istikrar paketi uygulamaya konulmuştur. Amaç, acilen sağlanacak dış kaynaklarla ekonominin çökmesini önlemek ve reel sektörün nefes almasını sağlayarak kazanılan vakitle yapısal reformları gerçekleştirmektir. Yeni programın temel amacı, döviz kuru rejiminin terk edilmesi nedeniyle ortaya çıkan güven bunalımı ve istikrarsızlığı süratle ortadan kaldırmak, bu amaçla eski alışkanlıklara bir daha geri dönülmesine imkan vermeyen yeni kurumsal yapıları oluşturmak, iktisadi etkinliği sağlayacak yapısal reformları gerçekleştirmek, makroekonomik politikaları enflasyonla mücadelede etkin bir şekilde kullanmak, sürdürülebilir büyüme ortamını temin etmek, kişiler ve bölgeler arasındaki gelir dağılımı bozukluklarını gidermektir. Bu plan döneminin başlangıç yıllarında ve uygulanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile enflasyonla mücadelede başarılı olunmuş yurtiçi talepteki canlanmayla birlikte üretimde artış gerçekleşmiştir. Gelirler ve maliye politikası kapsamında belirlenen hedeflere varılmış, kamu açıklarının azaltılması ve yapısal reformlar alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Nitekim, 2003 yılının ilk çeyreğinde %8.1 oranında gerçekleşen büyüme, 2002 yılında sağlanan %7.8 oranındaki ekonomik büyümeden sonra 2003 yılı programında öngörülen yıllık %5 büyümenin de ötesine geçileceğini göstermektedir. Diğer taraftan, 1962-1963 yıllarında başlanılan ve Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinin temel dayanaklarından en önemlisini oluşturan organize sanayi bölgeleri ve küçük sanayi sitelerinin günümüze kadar gelen 40 yılı aşkın uygulamaları son derece başarılı olmuş, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının kontrol ve denetiminde yürütülen bu çalışmalar sonucunda 31.12.2002 tarihi itibariyle altyapısı tamamlanmış 17.132 hektar arazide 70 organize sanayi bölgesi faaliyete geçirilmiştir. Halen 12.438 hektar alan projeli 62 organize sanayi bölgesi ile iki arıtma projesinin yapım çalışmaları devam etmektedir. Aynı dönem içerisinde 82.797 işyerine sahip 358 adet küçük sanayi sitesi faaliyete sokulmuş, %40’ı oto-tamir, %30’u metal imalat sanayi, %22’si ağaç imalat sanayi, %8’ini ise diğer sanayi kollarının oluşturduğu bu sitelerde, yaklaşık 500 bin kişiye iş olanağı sağlanmıştır. 2003 yılı yatırım programında yeralan 14.355 işyeri projeli 102 küçük sanayi sitesinin ise yapım çalışmalarına ise devam edilmektedir. 34 C. CUMHURİYET DÖNEMİ İLE İLGİLİ GENEL BİR DEĞERLENDİRME Görüldüğü üzere, Cumhuriyetimizin ekonomik sisteminin hareket noktası kapitalizm olduğu gibi varış kavşağı da yine kapitalizmdir. Değişiklik sadece, ilgili dönemlerin ulusal ve uluslararası strüktürlerinin özellikleri doğrultusunda nispeten liberal veya nispeten müdahaleci (devletçilik, karma ekonomi vd) oluşlardaki gidip gelmelerde görünmektedir. Yani kapitalist sistemin genel yörüngesi içinde kalan ve önemine göre değişen-gelişen yeni strüktürlerle farklı kapitalist modellerin oluşumu sözkonusudur. Kapitalist sistem, 1923’den buyana değişen şartlara göre yeni şekiller almıştır (*). Cumhuriyet döneminin ekonomisini değerlendirirken karşımıza önce geçtiğimiz 80 yılı hangi ölçütlere göre yorumlayacağımız sorusu çıkmaktadır. Bu konuda iktisatçıların üç temel ölçütü sözkonusudur. a) İktisadi büyüme ya da kişi başına gelirdeki artış b) Yapısal dönüşümler ve c) Gelirin paylaşımı ya da bölüşümü. Ölçütleri belirlemek kuşkusuz yalnız başına yeterli değildir. Bu ölçütler üzerinde Cumhuriyetin 80 yılındaki performansı neyle karşılaştıracağımız da önemlidir. Örneğin Cumhuriyet Türkiye’sini 19’uncu yüzyıl Osmanlı ekonomisi ile mi yoksa 20’nci yüzyılın aynı dönemindeki diğer ülkeler ile mi karşılaştıracağız. Osmanlı dönemi ile karşılaştıracak olursa, son 80 yılda çok büyük mesafe alındığı tartışmasızdır. Ancak Cumhuriyet ekonomisini değerlendirirken uluslararası karşılaştırmalara başvurmak daha anlamlı olacaktır. Biz bu çalışmamızda, Cumhuriyetin 80 yıllık sanayileşme serüvenini genel bir yaklaşımla, 1923-1980 dönemi ile 1980 ve sonrası dönem olmak üzere iki ayrı başlık altında ele alarak inceledik. Ancak farklı bir açıdan, birinci dönemin 1923-1950 ve 1950-1980 olarak iki ayrı bölüm halinde ele alınması da kuşkusuz mümkündür. Bilindiği üzere, Cumhuriyetin kuruluşundan 1950 yılına kadarki ilk dönem içerde ve dışarıda büyük sıkıntılarla ve belirsizliklerle doluydu. Dağılan bir imparatorluğun yerine bir ulus devlet kurmanın güçlükleri ile iki dünya savaşının yükü bunların arasına sıkıştırılan bir dünya bunalımıyla birleşmişti. Türkiye bu zor dönemi dünya ekonomisindeki bunalımın da etkisiyle içine kapanarak ve devletçi sanayileşme modelini benimseyerek aşmaya çalıştı. Bu dönemde Osmanlıdan devralınan tarımsal yapıyla karşılaştırıldığında sanayileşme yoluyla bir hayli mesafe alındığı kuşkusuzdur. -----------------------------------------------------------(*) Beşir Hamitoğulları – Çağdaş İktisadi Sistemler 35 Öte yandan, günümüzün gözlükleriyle ya da öncelikleriyle bakıldığında, İnönü liderliğinde geçilen bu dönemin mali disiplin ve iç ya da dışborçtan uzak durma kaygısını da takdirle anmak gerekir. Bu zor dönemde 1923 yılını temel alırsak, 1950 yılına kadar kişi başına gelirler neredeyse iki katına yükselmiştir. Bu, döneminin fert başına milli gelir rekorudur. Satın Alma Paritesine Göre Kişi Başına Gelir 1990 ABD Doları ile Ülkeler Türkiye ABD İtalya Yunanistan Japonya Güney Kore Çin Hindistan Arjantin Brezilya Mısır Afrika 1913 1200 5300 2564 1600 1385 950 690 660 3800 810 Dünya Ortalaması 1550 1923 800 6170 2700 1810 1190 660 3900 1020 1950 1600 9560 3500 1915 1930 770 440 620 4990 1670 720 850 1980 4160 18600 13150 8970 13430 4110 1070 940 8245 5200 1640 480 2000 6550 28970 18050 11400 21100 13600 3350 1850 9250 9400 2200 1410 2114 4400 5850 Cumhuriyet ekonomisinin ikinci dönemi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya tarihinin en hızlı iktisadi büyüme ve refah dönemine, iktisat tarihçilerinin deyimiyle “altın Çağı”na denk düşer. 1950 yılında Türkiye nüfusunun yüzde 75’den fazlası kırsal alanlarda yaşamaktaydı. Demokrat Parti döneminde tarıma ağırlık veren Türkiye daha sonra planlı ithal ikamesine yönelmiş ve Adalet Partisi döneminde özel sektöre dayalı sanayileşme, hızlı büyüme ve hızlı kentleşmeyi birlikte yaşamıştır. Ortalama gelirler 1950’den 1980 yılına kadar yüzde 250’nin üzerinde artış göstermiş, tüketim düzeylerinde ve ortalama yaşam süresinde büyük sıçramalar gerçekleşmiştir. Olumlu ekonomik gelişmeleri içeren bu dönem, petrol krizi ile sona ererken, Türkiye olumsuz koşullarla dış borçlanarak ek süre kazanmayı tercih etmiştir. Ancak, dış iktisadi dalgalanmalar ve iç siyasal istikrarsızlıklar ortamında ithal ikameci ekonomi duvara vurmuştur. 1980 yılından bu yana içinde bulunduğumuz üçüncü dönemde, daha önce 19. yüzyılda olduğu gibi küreselleşme eğilimleri güçlenmektedir. ABD’nin önderliğinde neo-liberal politikalar uluslararası iktisadi kuruluşların da baskısıyla yaygınlık kazanırken, sermaye hareketlerinin önemi ve etkisi artmıştır. 1980’li yıllarda ekonomisini hızla dış ticarete yönlendirebilen Türkiye, mali dengelerini kurmadan dış sermaye hareketlerine açılınca ağır bedeller ödemiş, giderek acımasızlaşan dünya koşullarına uyum sağlamakta zorlanmıştır. Populist 36 uygulamalar, yolsuzluk ve soygunlarla birleşince, ortaya ağır bir borç yükü çıkmış, Cumhuriyet tarihinin en derin bunalımı yaşanmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan buyana geçen 80 yıl içerisinde, ekonomik ve soysal yaşamda önemli yapısal dönüşümler gerçekleştirilmiş ancak, gelir dağılımında adaletin sağlanması konusunda başarılı sonuçlar elde edilememiştir. Gerçektende, Devlet İstatistik Enstitüsünün Kasım 2003 tarihinde açıklanan, 2002 yılı Hane Halkı Bütçe Anketi sonuçlarına göre; nüfusun en fakir %20’lik diliminde kişi başı ortalama gelir 685 Dolarken en zengin %20’lik dilimde bu rakam 6476 Dolar olarak tespit edilmiştir. Bu analizin, nüfusun %5’lik yada %1’lik dilimlerinde yapılması halinde, gerçek gelir dağılımındaki çarpıklık kuşkusuz çok daha açık bir şekilde sergilenmiş olacaktır. Son olarak, Cumhuriyet döneminin temel iktisadi göstergelerine bir göz atacak olursak, 80 yılda Türkiye’de kişi başına gelirin en az dört-beş kat arttığını, okuryazarlığın yetişkin nüfus içindeki payının yüzde 10’un altından yüzde 90’lara yükseldiğini ve pek çok diğer göstergede ciddi iyileşmeler sağlandığını görüyoruz. Bunlar çok önemli kazanımlardır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin son 80 yıldaki toplumsal gelişme ve iktisadi büyüme sicili Orta Doğu ve Afrika ülkelerinden daha güçlüdür. Güney Amerika ülkelerine ve dünya ortalamalarına bir hayli yakındır. Ancak 20’nci yüzyılın başarılı ülkelerinin siciliyle karşılaştırıldığında, bardağın boş yarısı da gözlerden kaçmamaktadır. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında Güney Avrupa ve Doğu Asya’da iktisadi mucizeler gerçekleşirken, iktisadi ve sosyal göstergelerde çok daha çarpıcı sıçramalar sağlanırken, Türkiye benzeri bir hamleyi gerçekleştirememiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye ile Batı Avrupa ve ABD arasında 1:4 yada 1:5 düzeyinde olan ortalama gelir farkları Cumhuriyet döneminde kapanmadan sürmüştür. Güney Avrupa ve Doğu Asya ülkeleriyle aramızdaki farklar ise özellikle 1950’den bu yana Türkiye’nin aleyhine gelişmiştir. II. GÜNCEL SANAYİ SORUNLARI, KÜRESELLEŞME VE ULUSAL SANAYİ STRATEJİLERİ Küreselleşme, globalleşme veya yeni dünya düzeni olarak isimlendirilen gelişmelerin bir eğilimi mi yansıttığı yoksa bir gerçeklik mi olduğu, bilim adamlarınca son dönemde tartışılan konuların başında gelmektedir. Marksist iktisatçılar, küreselleşmenin bir gerçeklik değil yalnızca bir eğilim olduğunu savunmakta ve tarihin, geri dönüşlü böylesi örneklerle dolu olduğunu ileri sürmektedirler. Liberal iktisatçılar ise başta telekomünikasyon, mikroelektronik ve bilgisayar teknolojileri olmak üzere son dönemde etkinliğini arttıran teknolojik gelişmelerin dünyayı küçülttüğü, sınırları kaldırdığı ve küreselleşme denilen olguyu tartışmasız bir gerçeklik haline getirdiği görüşündedirler. Bu konuda tarih son sözü söylemiş midir ? Bu soru kuşkusuz bilimsel bir kesinlikle bugünden yanıtlanamaz, ama gözlenen odur ki, ekonomik sistemler açısından tek sisteme özgü belirli normların, en azından yakın ve orta bir gelecek için “küreselleşmesi" söz konusudur. 37 Küreselleşme, son çözümlemede, tek bir dünya sistemi yaratmaktır. Ekonomik açıdan beraberinde, finansal piyasaların entegrasyonunu, uluslararası ticaretin serbestleşmesini, bilgi ve teknoloji akışının hızlanmasını getirmiştir. Bu kuşkusuz, tek yönlü işleyen bir ilişki değildir. Küreselleşmenin nesnel temellerini de enformasyon ve telekomünikasyon sistem ve teknolojileri yaratmıştır. Son dönemde, teknolojide izlenen hızlı gelişmeler, dünyanın sanayi toplumundan bilgi toplumuna yöneldiği görüşünü savunanları haklı çıkarmış ve enformasyon toplumu, bilgi toplumu kavramları artık herkesçe üzerinde birleşilen gerçeklikler olarak benimsenmeye başlanmıştır. Mikroelektronik, bilgisayar ve telekomünikasyon teknolojileriyle bunların bir bileşimi olan enformasyon teknolojisindeki olağanüstü gelişmeler, bu değişimde belirleyici bir rol üstlenmiştir. Dayandığı teknoloji tabanındaki köklü değişim, pazar ekonomilerinin egemen üretim biçimi olan kitlesel üretime özgü normlarda da köklü değişimlere neden olmaktadır. Klasik üretim fonksiyonunun yerini, bilginin (dolayısıyla teknolojinin) artan önemi nedeniyle yeni üretim fonksiyonu almakta, bu gelişmeler bağlamında uluslararası standartlara uygun, kaliteli üretimin gerçekleştirilmesinde çağdaş bir sistem olarak kabul edilen Esnek Üretim Sistem ve Teknolojileri tüm sınai üretim alanlarına hızla yayılmakta, bütün dünyada artık “ölçek ekonomileri” yerini “çeşit ekonomileri”ne bırakmakta, entegre tesisler yerlerini, ana sanayi-yan sanayi bütünleşmesine dayalı KOBİ odaklı daha esnek, daha bağımsız ve daha hızlı işletmecilik modellerine terk etmektedir. Şu halde, küreselleşme, globalleşme, yeni dünya düzeni, bilgi toplumu, enformasyon toplumu, yeni üretim fonksiyonu, esnek üretim, çeşit ekonomisi ve KOBİ gibi kavramlar, dünyanın yöneldiği doğrultuyla ilgili sistematik bir bakış açısının, biribirini tamamlayan unsurları olarak kabul edilmelidir. Kısacası, günümüzde teknoloji, ulusların rekabet güçlerinin yegane anahtarı haline gelmiştir. Dolayısıyla artık dünya nimetlerinin yeniden paylaşılmasında ve toplumsal refahın yükseltilmesinde bilim ve teknoloji alanındaki üstünlükler, temel belirleyiciler olmaktadır. Bilindiği gibi rekabet gücü, en yalın ifadesiyle bir firmanın, bir sanayi dalının yada bütünüyle ülke ekonomisinin ülke dışına mal yada hizmet satma yeteneğidir. Bu yeteneğin düzeyi, çeşitlilik ve yoğunluk indeksleriyle belirlenir. Rekabet gücü statik bir kavram değildir. Çünkü üretim teknolojisi sürekli değişmektedir. Teknolojideki gelişmeler izlenip uygulanmazsa bir üründe sahip olunan rekabet gücü kısa sürede kaybolur. Bir ülke sahip olduğu bol ve ucuz kaynakları üretimde kullanabilmek için üretim teknolojisini kendisi gerçekleştirmelidir. Dolayısıyla, üretim teknolojisindeki gelişmeleri yakından izlemek, AraştırmaGeliştirme faaliyetlerine kaynak arayabilmek ve teknolojik gelişmeleri uygulayabilecek yatırımları gerçekleştirmek, doğru ekonomi politikaları yanında, rekabet gücünü belirleyen en önemli unsurlardır.(*) ----------------------------------------------------------------(*) Ayrıca ülkelerin taşıdıkları imaj da uluslararası pazarlarda bir rekabet unsuru haline gelmiştir. Bu nedenle, yerli sanayinin gerek iç gerek dış piyasalarda korunması bağlamında ülkemizde demokrasinin gelişmesi için tüm çabaların gösterilmesi, ülkemizin imajının acilen düzeltilmesi ve başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere bizi eleştiri hedefi yapan eksikliklerin kısa bir sürede giderilmesi gerekmektedir. Diğer taraftan, son yıllarda özellikle sanayileşmiş ülkelerde iç pazarın dış rekabete karşı korunması yönünde “yeni korumacılık” yaklaşımıyla bazı sektörlerde öngörülen teknik, çevre ve çalışma standardı engellerinin aşılması için de ülkemizde marka ve firma düzeyinde gerekli önlem ve politikalar oluşturulmalıdır. 38 Türkiye, bilim ve teknolojiyi hızla ekonomik ve toplumsal faydaya dönüştürebilme (inovasyon) becerisini kazanmış ve bu amaçla gerekli ulusal inovasyon sistemini kurmuş bir ülke haline gelebilmenin yollarını araştırmak durumundadır. Zira, Ulusal Inovasyon Sisteminin oluşturulması, Ülkemizin sanayileşme eşiğini aşıp enformasyon toplumuna ve giderek bilgi toplumuna dönüşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Ülkemiz, biryandan sanayileşme eşiğini aşarken diğer yandan da bilgi toplumuna dönüşme çabası içerisine girmek zorundadır. Yani, aynı anda bu iki amacıda gerçekleştirmek gibi yoğun ve özverili bir çalışmaya yönelmek durumundadır. Yoksa, önce sanayileşmemizi tamamlayalım daha sonra bilgi çağına uyum çalışmalarına başlarız gibi statik-muhafazakar yaklaşımlarla uygar dünyayı yakalama olanağı olamaz. Türkiye'nin sorunlarının aşılabilmesi için ekonomik büyümede evrim teorilerine itibar etmek yerine yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesine ihtiyaç vardır. Türkiye, bilgi çağını yakalayabilmek için sanayileşmesinin tamamlanmasını bekleyemez. Sanayileşme çabasını bir yandan sürdürürken ekonomisini, AR-GE faaliyetlerine gereken önemi vermek (dolayısıyla öncelikle ulusal inovasyon sistemini kurmak) suretiyle bir başka boyutta gelişmiş ülkeler düzeyine dönüştürmek zorundadır. Gümrük duvarlarının ve geleneksel korumacılığın giderek kalktığı küreselleşen bir dünyada rekabet edebilmek için asıl belirleyici olan, yeni ürün ve üretim yöntemleri, yeni üretim teknikleri ve teknolojiler geliştirmeye yönelik, bütünsel bir yeteneğin kazanılmış olmasıdır. Sanayimizin kısaca inovasyon yeteneği olarak anılan bu yeteneğe sahip olabilmesi, ancak AR-GE çalışmalarına yönelmekle mümkündür. Bu ise, devletin destek ve öncülüğünde genelde ulusal inovasyon sisteminin kurulmasını, özelde üniversite-sanayi işbirliğinin geliştirilmesi ile bu ilişkinin Teknoloji Merkezleri (TEKMERLER) ve Teknoloji Geliştirme Bölgelerinde (TEKNOPARKLAR) kurumsallaştırılmasını gerektirmektedir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında sanayinin oluşum ve gelişimi için önderlik görevini yerine getiren devletin, bu kez de ÜniversiteSanayi işbirliğinin geliştirilmesi, Teknoloji Geliştirme Bölgelerinin, başarılı organize sanayi bölgeleri uygulamaları örnek alınarak kurulup geliştirilmesi için gerekli organizasyon, teşvik ve destek görevini zaman geçirmeksizin yerine getirmesi icabeder. Ayrıca, Cumhuriyetin sanayileşme felsefesinde önemli bir yeri olan ve 19621963 yıllarından buyana hızla faaliyete sokulan karma organize sanayi bölgeleri ile küçük sanayi sitelerinin çalışmalarını mevcut yapılarıyla sürdürmelerinin, günümüzün teknolojiye ve ihtisasa dayalı koşullarında uygun bulunmadığı, karma yapıdaki OSB ve KSS’lerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi azgelişmiş bölgeler dışında yapımından vazgeçilerek bunların yerine ihtisas (elektrik, elektronik, mikroelektronik, elektromekanik vd.) OSB ve KSS’lerin kurulmasına öncelik verilmesinin daha uygun olacağı düşünülmektedir. Türkiye'nin bilim ve teknoloji yeteneğini yükseltmesi, bilim ve teknolojiye egemen bir ülke konumuna gelmesi, ekonomik ve toplumsal dönüşüm için yegane stratejik seçenektir. İleri sanayi ülkelerinin uzun yıllarda elde ettiği kazanımların ve ürünlerin değişik yollarla (taklitçilik, adaptasyon, montaj vb.) üretilmesi, sanki sözkonusu teknolojiyi üreten ülkelerle varolan gelişme farklılıklarının çok daha kısa sürede 39 kapatılabileceği hissini uyandırmakta, kendisinin yaratmadığı teknoloji, deneyim, değer ve yaşam biçimleri ile varolan toplumsal ve kültürel yapı arasında da kopukluk, uyumsuzluk ve gecikmeler sözkonusu olabilmektedir. Onun içindir ki, ileri sanayi ülkelerinin bilgi toplumuna geçerken, katma değerinin düşüklüğünün yanı sıra çevre kirliliği yaratan sanayi üretimini, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere kaydırarak, ileri teknoloji tekelini elinde bulundurmak istemeleri ve ileri teknoloji ürünlerini satın almak isteyenlerin ise tarım ve geleneksel sanayi ürünlerini üreterek kazandıklarıyla bu ürünleri satın alacakları bir dünya düzenini kabul ettirme yönündeki çabaları boşuna değildir. Dünya teknolojisini edinebilmek, öğrenip özümsemek, bu teknolojiyi sanayinin ilgili alanlarında uygulayabilmek ve bir üst düzeyde yeniden üretebilme becerisini kazanabilmek, çağdaş bir eğitim ve öğretim sisteminin oluşturulmasına bağlıdır. Bu bağlamda ülkemizin sınırlı kaynaklarının kullanımında öncelik, eğitim, öğretim, araştırma ve geliştirme altyapısının oluşturulmasına yönlendirilmelidir. Çalışan nüfusun %70'i ilkokul ve daha aşağı eğitim düzeyine sahip olan ülkemizin, bilgi toplumuna ulaşabilmesinin ve dolayısıyla dünya nimetlerinin paylaşımında avantajlı bir konumda yer alarak toplumsal refahını yükseltebilmesinin yaşamsal öncelikli koşulu, çağdaş eğitim ve öğretimdir. İlköğretimden yüksek öğretime kadar, eğitim ve öğretimin temel motifi ise bilim ve teknoloji ile barışık bir toplum yaratmak olmalıdır. Gelişmiş ülkelerin dünya için biçimlendirdikleri yeni dünya düzeni, küreselleşme söylemi bağlamında başta IMF ve Dünya Ticaret örgütü olmak üzere uluslararası kuruluşlarca, gelişmekte olan ülkelere dikte edilmeye çalışılmaktadır. Gelişmiş ülkeler dışındaki dünyaya dayatılan bu yeni düzen, ülkelerin konumlarına göre değişen farklılıklar içermektedir. Gelişmiş ülkeler kendilerine bilgi ve teknoloji içeriği yüksek sanayi alanlarını ayırırken, gelişmekte olan ülkeler tekstil, petrokimya, kimya, demir-çelik ve çimento gibi bacalı ağır sanayi alanlarına yönlendirilmektedir. Gerçektende bugün Türkiye’nin tekstil, çimento ve demir-çelikte Avrupa’nın en üst sıralarında yer alması aslında bizim çabalarımızın değil gelişmiş ülkelerin bilinçli politikalarının sonucudur. Çoğu alanda gelişmiş ülkelerin gerisinde bulunan bir Türkiye’nin, 35 milyon ton/yıl ile çimento üretiminde Avrupa’da üçüncü, demir-çelik üretiminde dünyada ilk on ülke arasında bulunması ve tekstilde de oldukça üst sıralarda yeralması bu anlamda son derece dikkat çekicidir. Çok açıktırki bu, üstün rekabet gücümüz nedeniyle değil, sözkonusu sektörler, gelişmiş ülkelerin bilinçle terkettikleri sanayi alanları olduğu içindir. Gelişmiş ülkeler artık, çimento, tekstil, demir-çelik ve benzeri bacalı ağır sanayi üretim ve ticaretlerini az gelişmiş ülkelerde gerçekleştirmekte, ihtiyaçlarını da buralardan karşılamaktadır. Fransa için çimento, ABD ve Almanya için tekstil, bunun en güzel örnekleridir. Gerçektende, Almanya’daki konfeksiyon işletmeleri sattıkları konfeksiyon ürünlerinin yalnızca %10’unu Almanya’da üretmekte, %30’unu ithal ederken, %60’ını Almanya dışında fason olarak imal ettirmektedir. Teknolojide ve üretimde bir üst aşamaya ulaşan, eski üretimini bir alttakine devretmektedir. Dünyada ve Türkiye’de kapitalizm nitelik değiştirirken, yeni dünya düzeninin dayattığı iş bölümü gereği dünya sıralamasında bizim hemen önümüzdeki kümede 40 yer alanlar, elektromekanik ve otomotivi bize devrederken, bizim de örneğin tekstili, demir-çeliği Pakistan, Bangladeş gibi ülkelere bırakmamızı bekliyorlar. Bir sonraki hamleyi görmek, hangi sektörlerin gidip hangilerinin kalacağını tespit etmek için, mevcut teorik araçlardan yararlanmak gerekir. Geliriniz birkaç misli artarsa, hangi tüketiminiz artar, hangileri az artar, hangileri sabit kalır ? Bu soruların cevaplarının aranması, sağlıklı stratejilerin belirlenebilmesi için de gereklidir. Biz tekstilden elektromekaniğe, otomotive geçtiğimiz için seviniyoruz. Ama bu fotoğraf da kalıcı değil. Bir zaman sonra, dünya iş bölümü açısından söylersek, bizim hemen önümüzdeki vagonun yolcuları üretimde ve teknolojide bir üst düzeye geçecek. Bizim de onu takip edecek, yakalayacak dikkati ve izlemeyi gösterme zorunluluğumuz var. Türkiye bilgi ve teknoloji içeriği düşük, ekolojik riski büyük üretim sektörleriyle bilgi çağını yakalayamaz. Yapılması gereken, bilgi içeriği ve katma değeri yüksek üretime yönelmektir. Bunun yolu kuşkusuz gelişmiş ülkelerin bize bilinçle bıraktıkları sanayi alanlarını terk etmek değildir. Aksine, bu sektörlerden sağlanacak sermaye birikimini - gelişmiş ülkelerin patent, lisans, endüstriyel tasarım, know-how’ gibi hukuksal araçlarla korudukları ve bir anlamda kendilerine sakladıkları - bilgi ağırlıklı ulusal üretim sektörlerinin rekabet güçlerinin geliştirilmesinde kullanmaktır. Bir başka söyleyişle, tekstilden, çimentodan, kimyadan, mekanikten, elektromekanikten yani gelişmiş ülkelerin bizlere terk ettiği sektörlerden elde edeceğimiz birikimlerimizi tutarlı bir sanayi stratejisiyle, bilgi içeriği yüksek sanayi sektörlerine, yani elektroniğe, mikroelektroniğe, genetiğe ve ileri malzeme teknolojilerine yönlendirmektir. Bu noktada son on yıllık dönemde gelişmiş ülkelerin üretim stratejilerinde gözlenen bir diğer değişikliğe de dikkat çekmek isteriz. Bu, gelişmiş ülkelerin tarım politikalarında gözlenen değişikliklerdir. Gerçektende, artık tarım sektörü, teknoloji içeriği yüksek bacasız sanayi dalları ile birlikte prestiji yükselen ve özenle korunan bir hedef sektör haline gelmiştir. Yalnızca gıda güvenliği yönünden değil bitkisel üretimin, yaşanası bir dünyanın ve ekolojik dengenin en temel unsurlarından biri olması, gelişmiş ülkelerin üretim stratejilerinde bu doğrultudaki değişikliğin en önemli nedenidir. Şurası çok iyi bilinmelidir ki, IMF ve uluslararası kuruluşların “küreselleşme” adı altında sahneye koydukları oyunda bizim için düşünülen rol, aktör değil figüran rolüdür. Biz, sanayi üretimimizi ve üretim kompozisyonumuzu, gelişmiş ülkelerin ihtiyaç ve tercihleri ile yeni dünya düzeninde bize biçilen ikincil rol çerçevesinde değil, bilgi toplumu hedefine ulaşabilme amacı doğrultusunda yeniden belirleme durumundayız. Bunun yolu, tutarlı ve bütünsel bir sanayi stratejisinin hazırlanmasından geçmektedir. Böyle bir strateji ise ancak, ülkenin tüm potansiyelini bu doğrultuda harekete geçirebilecek çağdaş ve etkin bir planlama yaklaşımıyla başarıya ulaştırılabilir. "Bu Bildiri,Bağımsız Cumhuriyet Partisi'nin 15.Kasım.2003 günü Ankara'da parti genel merkezinde yapılan eğitim çalışmasında sunulmuştur."