Kimin Şehri? Mekânın Suistimal Değeri ve Şehir Hakkı Derya Özkan İçinde yaşadığımız şehir kimin şehri? Şehir mekânını kim şekillendiriyor? Şehrin sahibi kim? Onu kim üretiyor? Şehir mekânının politik aktörleri kimler? Ya da şöyle soralım: Şehir mekânının müellifi kim? Doktora tezimde etraflıca tartışmaya çalıştığım bu soruları bana yeniden sorduran, Özge Açıkkol'un Benim Şehrim projesi için benden bir yazı istemesi oldu. 1 Bu sorulara verilebilecek cevaplar şunları içerebilir: Mekânı öncelikle, mimarlardan şehir ve bölge plancılarına uzanan farklı ölçeklerde çalışan mekân tasarımcıları üretir; çünkü uzmanlık bilgilerini kullanarak mekânın nasıl şekilleneceğine karar veren de, kâğıt üzerinde alınan bu kararları yerinde uygulayan da onlardır. Mekânın şekillenmesinde rol alan ikinci bir aktör grubu olarak gayrımenkule yatırım yapan şirketlerden bahsedebiliriz. İnşaat sektörü, bazen mülk sahibi bazen işletmeci olarak, bazen de bu iki rolü birden üstlenerek kentsel mekân üzerinden üretilecek olan değişim değerini belirlemek suretiyle mekâna rengini verir. Kentsel mekânın üretilmesinde söz sahibi üçüncü aktör olarak da devletten söz edebiliriz. Devlet mekânın şekillenmesine çerçeve teşkîl eden kural ve kaideleri koyandır. Mekân tasarımcıları meslekî bilgi ve becerilerini kullanarak şehrin mekânlarını tasarlarken, şehri kullananların mekânsal ihtiyaçlarını, toplumsal düzeni sağlamaya yönelik devlet mevzuatını, ve gayrımenkul yatırımcılarının çıkarlarını aynı anda göz önünde tutarlar. Devlet şehirdeki düzeni kontrol altında tutmaya gayret ederken, gayrımenkule yatırım yapan şirketler mekânın değişim değerini maksimize etmenin peşindedir. Burada sözü edilen şehirciler, özel sektör ve devletin, mekânın üretiminde rol alan hegemonik aktörler olduğunu söyleyebiliriz. Bu basmakalıp açıklama bizi idealize edilmiş bir resimle karşı karşıya bırakır ve kent mekânının kapitalist üretiminin normatif bir tarifini varsayar. Bu normatif tarif, mekânın sadece kullanım ve değişim değerini dikkate alır ve benim suistimal değeri olarak tarif etmeyi önerdiğim kavramı göz ardı eder. Diğer bir deyişle, burada gözden kaçırılan, sözkonusu normatif tarifin şehrin sakinlerinin mekân pratikleri tarafından nasıl karmaşıklaştırıldığıdır. Burada baştaki sorulara ekleyebileceğimiz bazı yeni sorular ortaya çıkar: Şehrin sakinleri şehir mekânlarının ancak pasif tüketicileri midir? Yoksa onların mekânsal pratikleri şehir mekânının sosyal üretiminin ayrılmaz bir parçası mıdır? Benim de katıldığım alternatif bir mekân üretimi anlayışına göre, şehir sakinlerinin şehrin mekânlarına erişim, onu işgal ve kullanma hakkı vardır. Henri Lefebvre buna “şehir hakkı” der. Lefebvre Fransızca'da citoyen (vatandaş) ile citadin (şehir sakini) arasında bir ayrım olduğunun üstünde durur. Şehri mesken edinenlerin, vatandaş olmaktan kaynaklanan yasal ve ulusal statülerine bağlı olmaksızın “şehir hakkı”na sahip olduğunu söyler. Ki bu, Lefebvre'in gözünde şehrin ziyaretçilerini dahi kapsayan bir tanımdır. 1 Doktora tezime http://hdl.handle.net/1802/6201 adresinden ulaşılabilir. Burada dikkat çekilen, şehir sakinlerinin devlet önünde sahip oldukları meşru vatandaşlık sınırları çerçevesinde kurumsal karar alma mekanizmalarına katılmalarından ibaret bir liberal demokratik haktan daha fazlasıdır. Lefebvre'in de dediği gibi, şehir hakkı, şehirdeki sosyal hayatın yönetilmesine katılım düzeyinde bir ulusal liberal demokratik vatandaşlık hakkının çok ötesindedir. Şehir hakkı, şehir sakinlerini gündelik mekânsal pratikleri üzerinden şehir mekânına doğrudan müdahale ve onu kendilerinin kılma haklarını da içerir. Siyasî bir camianın üyesi olmak sırf Batılı liberal demokratik vatandaşlığa münhasır değildir. Siyasî özne olmak için şehir sakini olmanın kendisi kâfidir. İstanbul, bu türden doğrudan mekân şekillendirme örnekleriyle fazlasıyla dolu bir şehir. Mekâna doğrudan müdahale ve onu dönüştürmenin sayısız örneği burada kolayca bulunabilir. Şehir sakinleri mekânın suistimal değerini aktifleştirir, verili olan mekâna kendi ihtiyaç ve arzuları doğrultusunda yeniden şekil verir, onun paraziti olarak yaşar, onu dönüştürür, yeni işlev ve anlamlar yükler, bozar, yeniden yapar, binbir çeşit mekân durumları ve terkipleri yaratır. Normatif anlayışlara göre çoğu zaman “mekân”dan bile sayılmayan bu mekânsal durum ve terkipler, yaratıcı emek içerir ve er ya da geç şehir mekânının üretiminin meşru parçaları olarak görülmeleri gerektir. Her zaman oluşmakta olan (becoming) bu mekânlar, “yaşayan emek” ürünüdür. Bu mekânların “mekân”dan sayılmamasının en önemli sebebi, mekânın müellifinin kim olduğu sorusuna verilen cevapları belirsizleştirmelerinde aranmalıdır. Şehir mekânının hegemonik müellifleri (başta sözünü ettiğim üç aktör kümesi, yani şehirciler, özel sektör ve devlet), müellifliği şehir sakinleriyle paylaştıklarını kabul etmeye yanaşmadığı sürece bu sıkıntı sürecektir. Varolan durumda şehir sakinlerinin yaratıcı emeğiyle üretilen mekânlar, ancak yerleşik mekânsal yapılara eklemlenmeye, yani yerleşik olanın diline tercüme edilmeye elverdikleri ölçüde “mekân”dan sayılırlar. Hegemonik mekân üreticilerinin tahakkümüne helal gelmediği sürece bir problem yok demektir. Şehir sakinlerinin ürettiği mekânlar özerk haller aldığı, yani hegemonik mekân üreticilerinin mekânın müellifliği üzerinde kurdukları tahakküm tehdide uğradığı andan itibaren, bu mekânsal durum ve terkipler ya karalanmaya başlar, zararlı, düzensiz veya hastalıklı oldukları iddia edilir; veya önemsiz, kayda değmez olduklarının kanıtlanması için elden gelen yapılır. Şehir sakinlerinin mekânsal pratiklerinin, deha mitinin etkilerinden muzdarip bir müelliflikle açıklanmaları zaten mümkün değildir. Yaratıcı bireye mitik nitelikler yükleyen bu öznellik anlayışından farklı olarak, şehir sakinlerinin mekân yapma pratikleri çatışma ve çelişkilerle doludur; istikrarlı ve tutarlı olmalarının hiçbir garantisi yoktur. Burada sorulması gereken bir dizi yeni soru ortaya çıkar: Şehir kullanıcı-dönüştürücü-sakinlerinin mekân yaratma pratikleri hangi açılardan onları otoriteden azat eder; veya ne derecede sosyalmekânsal statükoyla uzlaşmaları anlamını taşır? Daha da önemlisi, bu mekân durum ve terkiplerinin yaratımında beliren müphem ve muğlak siyaset ne menem bir şeydir? Bu siyaset çoğu zaman, kullanıcı-sakinlerin otoriteden azat olma arzuları ile statükoyla ilişkilerini güvenli bir dengede tutma çabalarının çetrefil bir karışımı olarak ortaya çıkar. Bunu da göz önünde tutarak yeniden sormak istiyorum: Şehir sakinlerinin mekânın suistimal değerini kullanarak ürettikleri mekânlar şehrin normatif düzenine hangi yönlerden meydan okurlar, veya hangi yönlerden bu düzeni pekiştirip sağlamlaştırmaya yararlar? Bu sorulara verilecek cevapları formüle etmek kolay değil. Buna rağmen iyimser bir yaklaşımla şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Bu soruları sorabiliyor olmanın kendisi bile, başka bir mekânsallığın mümkün olduğunu hatırlatması açısından beni iyimser kılıyor. Derya Özkan 5 Nisan 2010, Beylerbeyi