TMMOB HARİTA VE KADASTRO MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ ORTADOĞU PROJESİ SÖYLEŞİLERİ KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ Dr. ERGİN YILDIZOĞLU 14 Mayıs 2005 * ** NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ Yard.Doç.Dr. Özgür Müftüoğlu (Marmara Ünv.) Suat Parlar (Araştırmacı Yazar) 05 Haziran 2005 Aralık /2007 İstanbul Yayın Adı ISBN Genel Baskı Yayımlayan İletişim Baskı : : : : : Ortadoğu Projesi Söyleşileri 978-9944-89-450-0 Aralık 2007, 500 Adet TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 19 Mayıs Mh. Samanyolu Sk. No: 116/1 D:2 Onur Apt. Şişli / İstanbul Tel: 0212.232 89 89 (3 hat), Faks:0212.232 94 28 www.hkmo.org.tr; e-posta: istanbul@hkmo.org.tr : Yapım Tanıtım Basım Yayın Ltd. Şti., İstanbul Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında, yayımcının yazılı izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. ORTADOĞU PROJESİ SÖYLEŞİLERİ 2005 İçindekiler Sayfa No Önsöz ………………………………………………………………………... 1 Küreselleşme Ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi …………………………... 3 Nato Ve Büyük Ortadoğu Projesi …………………………………………... 51 Önsöz Özü itibari ile kapitalist sistemin sürekliliğini sağlamak ve ABD’nin kapitalist sistem üzerindeki egemenliğini sürdürmek amacını taşıyan Yeni Dünya Düzeni ve onun parçası olan BOP, Türkiye’de mevcut iktidar başta olmak üzere devlet içindeki kimi yapılarca da desteklenmektedir. BOP’ un (Büyük Ortadoğu Projesi) ana çerçevesinin çizildiği NATO toplantısı 2004 yılı Haziran ayında İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Öte yandan, Türkiye’nin Başbakanı hâli hazırda BOP’ un eş başkanıdır ve bu durum her vesile ile kendisi ve yandaşları tarafından bir övünç kaynağı olarak dillendirilmektedir. Yeni Dünya Düzeni ve onun parçası olan BOP’ un dünyanın birçok coğrafyası gibi Anadolu topraklarının üzerinde de bir kardeş kavgasına dönüşeceği endişesini bu ülkenin emekçileri, sosyalistleri ve kapitalizm belasının farkına varmış namuslu insanlar yıllardır haykırmıştır. Ama bu ülkenin iktidar sahipleri, kişisel ya da siyasi çıkarları uğruna bu haykırışa kulak vermek bir yana bu haykırışı kesmek için olmadık baskı yöntemleri uygulamışlardır. Bu baskıları destekleyen ya da baskılara karşı çıkmayan yığınlar da maalesef bugün milliyetçi duygularla sokaklarda bu oyunun bir parçası haline gelmektedir. Türkiye üzerinden oynanan oyunun anlaşılabilmesi ve buna karşı konulabilmesi ancak bu oyunun ardındaki büyük planın algılanması ve sorgulanması ile mümkündür. Ortadoğu Projesi Söyleşileri kapsamında, 2005 yılının Mayıs ve Haziran aylarında gerçekleştirdiğimiz “Küreselleşme ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ve “NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu söyleşilerin yayın haline getirilmesinde emeği geçen herkese teşekkür ederiz. Saygılarımızla, 19. Dönem Yönetim Kurulu 1 2 SÖYLEŞİ: KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ Dr. ERGİN YILDIZOĞLU 14 Mayıs 2005 HKMO İSTANBUL ŞUBE TOPLANTI SALONU 3 4 KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ -I- Dr. ERGİN YILDIZOĞLU- Davetiniz için çok teşekkür ederim, benim için bu toplantılar tartışma ortamı açısından çok verimli, faydalı oluyor. Bu toplantılar sayesinde geliştirmekte olduğum görüşlerimi sınamak şansına sahip oluyorum. Aslında ben küçük toplantıları daha çok seviyorum, çünkü daha fazla tartışma fırsatı oluyor. Umarım benim açımdan faydalı geçer, ben de buraya beni dinlemeye gelmiş insanlardan, bu gruptan nemalanmaya çalışacağım. İki bölümden oluşacak bir sunum yapmak istiyorum. İlk bölüm Küreselleşmeden Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) geçişle ilgili olacak. Yarım saatlik bir aradan sonra, ikinci bölümde Küreselleşme ve Büyük Ortadoğu Projesinin dünyanın genel durumu içerisinde ve içinde bulunduğumuz uygarlık açısından bize sunduklarını tartışmak istiyorum; böyle bir yöntem izlemeye çalışacağım. Şöyle bir noktadan başlamak istiyorum. Bir an aklımızı geriye doğru 1990’ların başına gönderelim ve Alman’ların “Zeitgeist” dedikleri zamanın ruhunu hatırlamaya çalışalım ve içinde yaşamakta olduğumuz zamanın ruhuyla karşılaştıralım. Aralarında çok büyük farklılıklar olduğunu göreceğiz. 1990’ların başında Birinci Körfez Savaşı oldu, ama yine de küreselleşiyorduk, Yeni Dünya düzenine ve sözüm ona ‘’barışa’’ açılan bir döneme girmiştik. Küresel entegrasyon ve demokrasi gelişecekti, tarihin sonu gelmişti, jeopolitik gündemden çıkmıştı, ideolojinin ve Rus Devletinin sonu geliyordu. Teknolojik devrim sayesinde de artık sınıfların sonu geliyordu, bu bağlamda da sosyal demokrasi içinde yavaş yavaş “Üçüncü Yol” diye bir şey şekilleniyordu ve bu sağ ve solun dışında ayrı sentetik, yeni bir sol, yeni işçi partisi olacaktı zaman içinde. Bu yaklaşımı önce Clinton geliştirmeye başladı, sonra İngiltere’de benimsendi, Almanya’da v.s hatta bizim burada bile yankısını buldu. Şimdi bir on yıl sıçrayalım ve günümüze bakalım. Terörizme karşı savaş var, jeopolitik neredeyse günlük hayatın bir parçası oldu, küreselleşme çıktı, yerine jeopolitik kavramı girdi, herkes jeopolitik analist oldu, sabahtan akşama kadar 5 bütün televizyonlar jeopolitikçilerle doldu. Geçtiğimiz dönemde bir sürü yeni ulus-devlet oluştu. Hatta bunların bir kısmı etnik temelde oluştular. Ulus-devlet kendini, sınırlarını ve ulusunu güçlendirmeye başladı. Afganistan ve Irak’ın işgalini yaşadık. İklimsel kriz, küresel ısınma gibi sorunlarla beraber bir felaket beklentisi günlük konuşmamızın içine girdi. Kökten dincilik hem Müslüman, hem Hıristiyan, hem de Hindu dinlerinde çok arttı, günlük yaşamın bir parçası oldu ve şiddet olaylarına kaynaklık etmeye başladı. Dolayısıyla bence zamanın ruhu açısından 1990’ların başıyla 2000’lerin arasında ciddi farklılıklar var. Nasıl oldu ve nasıl geldik buraya? Küreselleşmeyle başladık, jeopolitik ve terörizme karşı savaşın içinde bulduk kendimizi ve nasıl oldu? İster istemez küreselleşmeden Büyük Ortadoğu’ya girdiğimize göre küreselleşmeden başlamak istiyorum ve hemen bir sorunla karşılaşıyoruz. İyi de ne kastediyoruz küreselleşmeden? Bir sürü kavram var, bir sürü tarif var ortada. Ben bir tanesini alarak başlayacağım, üçüncü yolun teorisyenlerinden Anthony Giddens’ in tarifini seçeceğim. Galiba en basit ve indirgemeci tarif bu, o nedenle onu seçiyorum. Giddens küreselleşmeyi “insan ilişkilerinde küresel çapta yoğunlaşma” olarak tarif ediyor. Tabii ondan sonra bunlara toplum v.s. bazı kavramlar ekliyor, ama bu kısmı önemli ve ben konuşmama buradan başlamak istiyorum. Tabii bu benim işime de geliyor. Buradan başladığım anda, bu yeni bir şey değil ki diyorum. Nasıl yeni bir şey değil? Bu çok eski bir şey; peki ne kadar eski? Yani ilk insanlara kadar giden bir eskiliği var bu küreselleşmenin. Çünkü biliyorsunuz insan sembol kullanan bir yaratık, sosyal bir yaratık, zaten ilk anda toplumsal ilişkilerle birlikte var olan bir yaratık. Dolayısıyla ilk insan topluluklarıyla birlikte dünyada küresel çapta o zaman ne kadar sınırlıysa insan ilişkileri, ilişkiler yoğunlaşmaya, yayılmaya başlıyor. Teknolojinin yardımıyla da on binlerce yıllar boyunca insanlar kürenin etrafını, tüm dünyayı gittikçe kendi ilişkileriyle sarıyorlar; imparatorluklar kuruyorlar, devletler kuruyorlar, savaşıyorlar, kültürler birbirlerini karşılıklı olarak polenliyor, Çin’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Çin’e kültürler birbirlerini tanıyor, böyle bir kargaşadır gidiyor. Her üretim tarzı içinde bu küreselleşme yeni biçimler alıyor ve devam ediyor. Küreselleşme dediğimizde bunu kastetmiyoruz, çünkü bu hep vardı ve bugüne kadar hiç konuşmamıştık. Üstelik bunun bir öznesi de yok. Çünkü bu insan uygarlığının bir özelliğidir, ilişki kurarak ve küreselleşerek devam etmek bağlamında. Bu olmadığına göre bizim bugün konuştuğumuz küreselleşme acaba nedir? 15. yüzyılda Amerika’nın keşfiyle başlayan bir başka küreselleşme daha var. Beyaz adam Avrupa’dan çıkmış ve kendi etkinliğine uygun bir şekilde dünyayı kullanımına açmaya başlamış. Zaten küreselleşme sözcüğüne baktığımızda 6 küre biçiminde örgütlemek, küreye çevirmek demek. İşte dünyayı engelsiz, sürekli bir yüzey halinde kendi kullanımı için şekillendirmeye başlamanın sömürgecilikten, soykırımdan, talana kadar bir sürü de hikayesi vardır. Dolayısıyla bu küreselleşmeyle birlikte -kapitalizmin bir parçası olan bir küreselleşme- daha ilk andan itibaren kan, revan, soykırım beraber gelmiş. Ama bunu da konuşmuyoruz, küreselleşmeyle bunu da kastetmiyoruz. Küreselleşme deyince başka bir şeyi kastediyoruz. Çünkü bu küreselleşmeyi 90’ların sonunda konuşmaya başladık. Biraz önce konuştuğum iki küreselleşme çok eski olgulardır. Asıl konumuz olan küreselleşmeyi; ‘’Malların ve sermayenin dolaşımında hızlanma, yayılma ve teknolojik gelişme, yeni bölgelerin -örneğin Doğu Avrupa’nın, Çin’in- sermaye dolaşımının içine çekilmesi ve tüm dünyanın sınırsız bir serbest piyasa projesi halinde örgütlenmesi’’ olarak konuştuk. Bu tanıma dikkatle baktığımızda mali sermaye özellikle ön plana çıkıyor. Ticarette ve uluslararası yatırımlarda bir gelişme var, ama mali sermaye yani borsalar ve türevlerin dolaşımındaki hızlanma ve hacmindeki büyümeye baktığınızda bunun diğerlerini kat kat aştığını görüyoruz. Bu olgu diğerlerinden farklı olarak ilginç bir şekilde şöyle sunuldu: ‘’İlk kez oluyor tarihte, bu engellenemez bir süreçtir, buna karşı durulamaz, bu son aşamadır’’. Tarihin sonu söylemi ve metafizik bir boyutu da var bize sunulan bu küreselleşmenin. Peki, daha önce oldu mu bu? Tarihe baktığımızda buna benzer bir-iki tane daha küreselleşme var; olmuşlar- bitmişler. En sonuncusuna bakalım, bu da şöyle:birtakım tarihçiler ve ekonomistler var bu konuyla ilgilenen. Bir tanesini tavsiye ederim eğer okumadıysanız: Giovanni Arrighi’nin “Kapitalizmin Uzun Yüzyılı” çalışması, diğeri de tarihçi olarak Brodel’ in “Akdeniz Medeniyetleri” adlı 4 ciltlik tarih kitabı. Her iki kitapta da önemli bir gözlem var. Kapitalist dünya ekonomisinin her genişleme döneminin arkasından bir mali genişleme, spekülatif dönem, spekülatif hızlanma yaşanmış. Kapitalizm hızla yeni alanlara dalmış, yeni teknolojik buluşlar o dönemde hızlanmışlar, ondan sonra da bu süreç kırılmıştır. Bu sürecin alt başlıkları şöyle sıralanabilir: Yeni bölgelerin dünya pazarına çekilmesi -ki 19. yüzyılın sonunda ikinci sömürgecilik dalgası olarak da söylenebilir- bugünkü teknolojik devrimi fersah fersah aşan bir teknolojik devrim. Küresel serbest piyasa projesi, proje olarak değil, zaten küresel serbest piyasaya, liberalizm hakim ve bu süreç mali krizle sonuçlanıyor. Çünkü dünya ekonomisinde büyük bir kapasite fazlası ortaya çıkıyor mali krizle birlikte, deflasyon, depresyon denilen ortam, “büyük depresyon” dedikleri 1929-1933 arasındaki döneme geliyoruz yani büyük güçler arasındaki rekabetin keskinleştiği ve paylaşım savaşlarının yaşandığı bir dönem. 7 Bugünkü küreselleşmenin de böyle bir süreci yaşadığını görmek mümkün. Küresel serbest piyasa projesi var, teknolojik devrim, -internet, cep telefonları, uydu televizyonları v.s.- yeni bölgelerin dünya pazarının içine çekilmesi var Doğu Avrupa, Çin- sonra 90’lar boyunca yaşanan seri mali krizler, borsa krizleri, 90’ların sonunda ve 2000’lerin başında 1930’lara mı dönüyoruz kaygısı var. Tam 11 Eylülden az önce var olan tartışmalara baktığımızda -biraz sonra daha ayrıntılı değineceğim onlara- 1930’larda da oldu diye bir kaygı var, muazzam bir kapasite fazlası var, fiyatlar düşüyor dünyanın birçok büyük ülkesinde ve deflasyon korkusu ve aynı anda büyük güçler rekabetinde hızlanma var. Avrupa Birliği acaba bir blok mu oluyor? Avrupa arasındaki tartışma ve bir Avrupa-Atlantik çatlağından bahsediliyor ve yine savaşlardan. Biliyorsunuzdur önce Balkanlar’daki savaşlarla Yugoslavya’nın parçalanması ve beraberinde tüm bölgenin sömürgeleştirilmesi oldu. Ondan sonra Afganistan var, sonra da Irak. O arada biliyorsunuz Somali’de de birtakım başarısız operasyonlar yapıldı. Gördüğünüz gibi büyük bir benzerlik var iki küreselleşme sürecinde ve birincisinin sonu bir felaketle sonuçlanmış, ikincisi de şu anda çok farklı bir yerde durmuyor. Burada bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Her iki döneme de baktığımızda şöyle ilginç bir şey görüyoruz. Her iki dönemin başında da kapitalizmin krize girdiğinden bahsediliyor ve geriye doğru analiz ettiğimizde kriz işaretleri görüyoruz. Her iki dönemin başında, yani küreselleşmenin başladığı dönemde sermayenin üretken alanlardan spekülatif alanlara doğru, borç piyasalarına, uluslararası krizlere kaçmakta olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla biraz sonra değineceğim böyle bir benzerlik de var. Şimdi bu konuyu sonra tekrar dönmek üzere bırakacağım ve Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) geçeceğim ve ikisini biraz sonra bağlamaya çalışacağım. Bildiğiniz gibi son yıllarda BOP çok konuşulan yaygın bir kavram oldu. Üzerinde sempozyumlar, konferanslar v.s. yapılıyor. Çok muazzam bir bölgeyi kapsıyor. Kuzey Afrika’dan başlıyor, Ortadoğu’dan geçiyor, Hazar Bölgesi’ne kadar uzanıyor, bir hesaba göre Afganistan’ı kapsıyor-kapsamıyor, ama büyük bir coğrafya. Rivayete göre bu bölge olduğu gibi demokratikleştirilecek ve yeniden düzenlenecek. Çünkü terörizmin kaynağı burası, çünkü Müslümanlar burada yaşıyorlar. Şimdi bu hiç ikna edici bir açıklama değil, tabii tüm bölgenin yeniden demokratikleştirilmesi gibi bir proje, terörizmin engellenmesi hiç kimse bunu yemiyor ve şöyle bir açıklama genel olarak ortaya çıkıyor: Burada muazzam enerji kaynakları var, aslında bütün bu operasyonlar o yüzden var. Bu indirgemenin haklı bir yanı var, yani gerçekten burası enerji kaynakları açısından çok önemli, ama bu çok dar bir bakış açısı. Yani sırf enerji kaynaklarından dolayı önemli bir bölge değil burası, başka açılardan da 8 çok önemli bir bölge ve az önce değindiğim küreselleşmenin en son dönemi, yani şimdiki küreselleşmenin son döneminde karşılaştığı ekonomik sorunlarla da yakında ilgili bir bölgedir. Ama buna dönmeden önce enerji boyutuna kısaca bir bakalım ve çıksın aradan. Dünya enerji kaynaklarının yaklaşık %70’i bu bölgede. Bulunması olası kaynakların %47’si bu geniş Ortadoğu’da. Yani Kuzey Afrika’dan başlayarak düşünüyorum. Diğer taraftan yeni büyük petrol rezervleri bulma olasılığı hemen hemen hiç yok. Son otuz yılda bir ya da iki büyük rezerv bulundu. Hep küçük rezervler çıkıyor ortaya. Dolayısıyla böyle bir dizi sorun var, yani yeni rezerv bulunmasını kimse beklemiyor. Çok büyük havzalar yaşlı ve bunların bir kısmı zirve yaptı. Tam olarak bilemiyoruz, çünkü veriler karışık, bunlar gizli veriler. Ancak yapılan hesaplar bunların zirve yaptığını göstermeye başlıyor. Mesela, Kuzey Denizi daha açık olduğu için biliyoruz, zirve yaptı, bitiyor. Ortadoğu’da, Suudi Arabistan’da ve Körfez bölgesinde birkaç tane büyük kuyunun zirve yapmış olma olasılığı var. Önceki sene bir tanesi çöktü. O zaman bu kanılar kanıtlandı, çünkü zirveye yaklaşmaya başlayan aşağıdaki petrolü yukarı çıkarabilmek için su basılıyor ve kritik bir durum oluşuyor bu ortamda. Bir noktadan öte su basıldığı zaman bir aşamada, beklenmedik bir noktada bütün kuyu çökebiliyor ve tabii ki oradaki kalan petrol de kurtarılamıyor. Ama bir kuyuya su basılmaya başlanılması, kuyunun optimum sürecini arkasında bıraktığı anlamına geliyor. Dolayısıyla eğer böyleyse durum -ki çok veri bunu gösteriyor- enerji arzı önümüzdeki dönemde hangi hızda olacağını bilemem, ama azalacak. Buna karşılıksa küreselleşmenin de bir etkisiyle -daha sona ikinci bölümde daha ayrıntılı döneceğim- kitlesel tüketim yollarının yaygınlaşmasıyla enerji talebinin artacağı anlaşılıyor, dolayısıyla burada makas açılacak. Durum çok daha kritik aslında. Çünkü nükleer silahlara sahip olan iki ülke Hindistan ve Çin’in enerji gereksinimi çok hızlı artmaya başladı. Çin’de şöyle bir manzarayla karşı karşıyayız: 2000 yılında 50 milyon ton ithal etmiş, 2004’te 120 milyon ton ithal etmiş, 2003 yılında Japonya’yı geride bırakmış, ikinci büyük enerji tüketicisi olmuş Amerika’dan sonra. Hindistan’a bakarsak eğer, Hindistan 2000 yılında 67 milyon ton ithal ediyormuş, 2020’ye gelindiğinde ithalat gereksiniminin 250 milyon tonu geçmesi bekleniyor. Buna karşılık ABD’nin durumu çok enteresan, Amerikan petrol kaynakları kendi kuyularından 1970’de günde 9,6 milyon varil üretiyormuş, 2002’de bu üretim 3,5 milyon varile gerilemiş, yani Amerikan petrollerinde olağanüstü bir gerileme söz konusu. Dolayısıyla ithalat gereksinimi artıyor ve Cheney’ in 9 enerji raporunda vurguladığı gibi petrol ithalatı açısından Ortadoğu’ya bağımlılık da gittikçe artacak. Şu anda yüzde 30’lar civarında, ama 50 sene sonra bunun yüzde 60’a çıkması gibi bir durum var. Ne kadar doğru bilmiyorum. Bunlar olayı kızıştırmak için de verilmiş şeyler olabilir, ama belli ki artacak. Küreselleşme söylemi açısından şöyle bir problemle karşı karşıya kalıyoruz; ne diyor küreselleşme söylemi; serbest piyasa içinde mallar ekonomik ilişkiler içinde alınacak ve satılacaklar. İyi de gittikçe kıtlaşmakta olan bir malı serbest piyasa içine bıraktığınız zaman kimin parası varsa, kaynağı kim yakalıyorsa o satın alır ve kaynaklara sahip olanlar da bunun fiyatlarını istedikleri gibi artırabilirler. Şu anda Uzakdoğu’da olağanüstü büyük tasarruflar birikmiş. Sadece Çin’de 600 milyar dolarlık döviz rezervi var, Japonya’da benzer bir döviz rezervi var. Dolayısıyla eğer dünya piyasalarında serbestçe alınıp satılacaksa petrol, Amerika’yla Avrupa’nın bu büyük rezervlere, yani bu döviz rezervlerine sahip olanlarla, gittikçe ihtiyacı artan ülkelerle rekabet etmesi gerekiyor. Ekonomik koşullarda da bu kimsenin işine gelmiyor. Özelikle Amerikan ekonomisi açısından çok hayati bir önemi sahip petrol. Bugün param vardı, aldım-alamadım gibi bir seçenekle karşı karşıya kalması mümkün değil. Üstelik işaretlerini görüyoruz Çin Latin Amerika’da Venezüella’yla anlaşma yapıyor, Amerika’ya giden petrolün bir kısmını satın almaya başlıyor, Kanada’yla anlaşma yapıyor, Amerika’ya giden petrolün bir kısmını satın almaya başlıyor, yani Amerika’ya petrol satanların petrollerini almaya başlıyor. Dolayısıyla bu koşullarda enerji tedarikinin serbest piyasa ilişkilerine bırakılmayacağını söylemek mümkün. Enerjinin durumu böylece özetlenebilir. Ortadoğu’yu özgün bir coğrafya olarak tasarlamaya neden olan enerjiden öte çok daha köklü nedenler var. Şimdi onlara geçmek istiyorum. Bu nedenler dünya kapitalist ekonomisinin içinde bulunduğu krizle, bu aşırı üretim kriziyle beraber küreselleşmenin yerini giderek klasik emperyalizme ve jeopolitiğe bırakmaya başlamasıyla ilgilidir. Buna geçmeden önce bir parantez açıp çok kısa, büyük olasılıkla coğrafyacı olduğunuz için sizin bildiğiniz bir noktayı hatırlatmak istiyorum. Davit Harby’ nin tezlerinden faydalanarak oluşturulmuş küçük bir şema aktaracağım burada size. Sermaye birikiminin gerçekleşebilmesi için belli bir sosyal, kurumsal ortam olması gerekir. Yani içinde bulunduğumuz mekanın, zamanın bu sermaye birikimi sürecine göre düzenlenmesi ve bir uyumluluk yaratılması gerekiyor. Aynı zamanda belirli sınıf ilişkilerini de gerektiriyor. Bu uyumluluk yaratılıyor ve bir müddet sonra sermaye birikimi öyle bir noktaya geliyor ki, uyumluluk yarattığı bu alanda yatırabileceğinden daha fazla üretmeye başlıyor, istihdam edeceğinden daha fazla emek gücü oluşmaya 10 başlıyor ve tüketebileceğinden daha fazla mallar üretilmeye başlanıyor, yani bildiğiniz aşırı üretim kriziyle karşı karşıya kalıyoruz. Nasıl geliyoruz bu noktaya? Bu tartışmalı bir konu, çok çeşitli teoriler var, onu boş verelim, ama hemen hemen bütün kriz teorilerinin anlaştığı bir nokta, krizin nedenini aşırı üretim olarak gösteriyor. Yani yatırılamayan sermaye, fabrikalarda fazla kapasite, satılamayan mallar, piyasa edilemeyen bir miktar likit para ve emek tarafında da işsizlik ve eksik tüketim olarak kendini gösteriyor. Bu durum analiz edildiği zaman, tarihsel olarak da baktığımızda belli çözümleri var ve bu çözümler otomatik olarak harekete geçirilmeye başlanıyor ve büyük ölçüde devletler bu işte aracı oluyorlar. Bu çözümler için Davit Hurby “Special and Temporial Fix” kavramını kullanıyor. Kitabı Türkçe’ ye “Sabite” olarak çevrilmiş. Aslında biraz eksik bir çeviridir. Şöyle demek istiyor Hurby: Zamana ve mekana ilişkin bir çözüm kısaca bir yere yerleşmek ve orada kalmak anlamında. İhracat olarak burada satamadığınızı başka mekanlara gönderiyorsunuz, burada üretemediğiniz kapasiteyi söküp başka yere götürüp orada çalıştırmaya çalışıyorsunuz, burada yapılamayan parayı başka bölgelere gönderiyorsunuz. Bu para kısmı özellikle hem zamana, hem mekana ilişkin bir çözüm oluyor, yani buradaki para başka bir mekana gidip orada değerleniyor, hem de zamana ilişkin çözümler üretiyorsunuz. Paranın getiri sorununu uzun vadeli verebildiğiniz ölçüde, uzun vadeye yayarak değerlendirme ve zamana katarak çözmeye çalışıyorsunuz. Mali sermaye de özgün bir sermaye, mülksüzleştirme kapasitesi olan bir sermaye, fahiş faizlerle, ucuza kapatmayla ve spekülasyonla normal ekonomik ilişkilerin dışında birikmiş servetlere de el koymak olanağına sahip, dolayısıyla mülksüzleştirerek de buraya servet transfer edebiliyorsunuz. Ama bu bazen yetmiyor, devletler araya giriyorlar, askeri operasyonlar gerçekleştiriyorlar, yani ilhak ediyorlar, işgal ediyorlar, talan etmelerine olanak veriyorlar. Netice itibariyle bazı coğrafyalar bu işlerin olabilmesi için gerek siyasi araçlarla, gerek askeri araçlarla gerekse ekonomik araçlarla kontrol altına alınıyor. Mesela IMF programları, Avrupa’nın dayattığı bu Kopenhag Kriterlerine uyum süreci paketleri hep bunlara dikkatle baktığınızda, uygulandıkları bölgedeki ilişkileri değiştirmeye başlıyorlar; ekonomik, sosyal ilişkileri değiştirmeye başlıyorlar, yani yeni bir yapısal, kurumsal uyarlılık oluşturmaya çalışıyorlar ki sermaye buraya geldiğinde rahatça çalışabilsin ve değerlenebilsin. Buradan küreselleşmeye dönersem şunu söylemek istiyorum: Bize 90’ların başında küreselleşme diye tanıtılan olay, aslında 1980’lerin ortasında başlayan ve küresel düzeyde zamansal ve mekansal bir düzenleme, yani kredi yönetme 11 politikasından başka bir şey değildir. Bize sundukları mitolojik özelliklere de hiçbir şekilde sahip değil. Şimdi bunu göstermeye çalışacağım. Çok geriye gitmeyeceğim, 1968-1973 arasını hemen bir hatırlayalım. Ne var 1968-1973 arasında? Büyük sosyal hareketler var. Neredeyse 1848 devrimlerini andıran bir şekilde -o şiddette olmasa bile- Avrupa’nın her tarafında aynı zamanda Türkiye’ye, Latin Amerika’ya da bulaşık bir toplumsal sarsıntı var. Tarihe baktığımızda her büyük krizin böyle açıldığını görüyoruz; büyük toplumsal kargaşayla başlıyor bu iş. Bunun teorik nedenleri var aslında ve krizi nasıl tetiklediğine ilişkin açıklamaları da mümkünse tartışabiliriz, ama bunu şimdilik bir tarafa bırakalım. 1970’lerin başına geldiğimizde ciddi problemlerle karşı karşıya kaldık. Petrol krizi var, çok ciddi bir resesyon söz konusu, para sistemi sarsıldı ve dolar altından koptu, demek ki 70’lerin başında garip bir dönem başladı. Nitekim Economist dergisinin 1974’te yayınladığı “Kemerlerinizi Bağlayın İnişe Geçiyoruz” diye çok tarihi bir makalesi vardır, bazen ben de yazılarımda çalarım o başlığı. Kısaca “50’den beri süren dönem bitti, şimdi çok kasisli bir yola girdik, bu dönem uzun bir süre devam edecek” diyordu. Gerçekten de geriye dönüp baktığımızda bir yapısal krize girdiğimizi ve o zamandan beri de bunun devam etmekte olduğunu görüyoruz. Peki, 70’lerde ne oldu? Mekansal ve zamansal çözüme ilişkin benzer işler olmaya başladı. Merkez ülkelerden çevre ülkelere borç halinde büyük miktarda para transfer edilmeye başlanıldı. Çok uluslu şirketlerde çevre ülkelere doğru büyük bir hareketlenme var ve o zamanın literatürüne bakarsanız, 70’lerin sonunda, 80’lerin başındaki sanayileşme, emperyalizm gibi literatüre bakarsınız, çokuluslu şirketlerin analizleri üzerine, dünya fabrikaları, üretim platformları gibi tartışmaların egemen olduğunu görürsünüz, çünkü gerçekten ciddi bir patlama vardır ve aynı zamanda o dönemde yeni sanayileşmekte olan ülkeler yani “New Industry Country” kavramı girdi ve merkez ülkeler “buradan gelen mallar bize ne yapacak?” gibi tartışmalara başladılar. Çünkü çok uluslu şirketler gittikleri yerlerde fabrikalar kuruyorlar, üretim yapıyorlar ve oradaki sanayiyi hızlandırıyorlardı. Bu süreç döviz piyasalarında dolarla altın koptuğu için oluşmaya başladı ve 1982’de kırıldı. Yani nedir 1982’de bu süreci kıran olay? 1982’de Meksika moratoryum ilan etti, “borcumu ödemiyorum” dedi ve bütün dünya bir borç kriziyle karşı karşıya kaldı. Çünkü bu çevreye kaçış birden bire çevrede uyumlu bir mekanla karşı karşıya kalmadı. Gelen para buraya gömülüyor, fakat çıkamıyor bir daha buradan. 12 İşte bu borç krizi nasıl çözülecek şeklinde tartışılırken,1980’lerin ortasında bunun yolunu buldular. 1985-1986’da IMF’nin görevi değiştirildi, Dünya Bankasının görevi değişti ve bunların ikisi “yapısal uyum” kavramını kullanmaya başladılar. Yani bu ülkeleri borç ödeyebilecek biçimde yeniden düzenleyeceklerdi. 80’nin başında enteresan bir gelişme var, Reagen Amerika’da, Thatcher İngiltere’de, ülke içinde yapısal uyumu değiştirmeye çalışıyorlar. Yeni liberalizm geliyor, Keynesçilik gidiyor, emek hareketine ciddi saldırı var, emeğin kazanılmış hakları gidiyor. Sendikalara saldırı var, özelleştirmeler hızlanıyor. Yani onlar merkez ülkedeki kurumsal yapıyı değiştirmeye çalışırken, IMF ve Dünya Bankası 1985-1986’dan itibaren kolları sıvayıp dünyanın geri kalanında borçlu ülkelerin yapılarını şekillendirmeye başlıyorlar. O zamanki söylem şu: “Bu ekonomileri borçlarını ödeyecek hale getireceğiz, gelişmeye uyduracağız”; aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hiçbiri borcunu ödeyecek hale gelmedi, büyük bir kısmı da battı. Sık sık battı üstelik, hatta bu 1980-1994 Meksika krizinde Meksikalı bir iktisatçı diyor ki “yetti yahu, kurtarıla kurtarıla bir hal olduk. 1980’den beri tam kurtarıyorlar, 10 yıl sonra yine batıyoruz, bir kurtarıyorlar yine batıyoruz.’’ Çünkü IMF’nin görevi aslında buraları borç ödeyecek hale değil, borç verebilecek hale, borçların çevrilebileceği hale getirmekti ve aynı zamanda da buralardaki coğrafyayı sermayenin serbestçe girip çıkabileceği ve gerektiğinde istediğini satın alabileceği, istediğini üretilebileceği sürekli, kesintisiz, sınıfsız bir alana dönüştürmekti, yani küreselleşme denilen olayı gerçekleştirmekti. Bu böyle süregeldi, 90’larda bu hızlandı. Yükselen piyasalar kavramını hatırlayın. Washington Konsensi ya da Washington mutabakatı, yani IMF kavramı politikaları yaygınlaştı, 90’ların sonuna doğru MAI, yani Çok Taraflı Yatırım Anlaşması Dünya Ticaret Örgütüne doğru bu süreç gittikçe değişti, hatta Çok Taraflı Yatırım Anlaşması adeta tüm bu dünyanın anayasası olacaktı, olmadı. Ama 70’lerin başında başlayan yapısal krize, 80’lerde başlayan ve 1990’larda hızlanan yapısal uyum süreci eklendi. Ama 1990’larda başka bir olguyla karşılaştık, hatırlarsanız 90’larda neredeyse her yıl kriz oldu. 1992’de Sterlin krizi oldu, 1993’te bir daha oldu, 1993-1994’te Meksika krizi oldu, sonra Türkiye’de bir kriz oldu, 3 sene sonra 1997’de Asya krizi oldu, 1998’de devam etti, Brezilya’da kriz oldu, 1999-2000’lere geldik Arjantin’de kriz oldu, ondan sonra Türkiye’de bir daha kriz oldu. Sürekli krizler içinde yaşıyor dünya ekonomisi, ama burada esas 1997 krizi çok önemlidir. Çünkü 1997’deki Asya krizi tüm bu yeniden mekan düzenleme politikası olarak karşımıza gelen küreselleşmenin de enerjisinin tükendiğini ve artık görevini yerine getiremez hale geldiğini bize gösteren ilk önemli işaret oldu. Çünkü aynı anda da küreselleşmenin temel prensipleri bu krizle beraber tartışılmaya başlanıldı. 13 Bir tanesi nedir? Sermayenin serbestçe dolaşımı, hemen makaleler ortaya çıkmaya başladı. Hem de sağ taraftan çıktı, solcular zaten baştan beri bu işin sonunun felaket olacağından şikâyet ediyordu. Sermayenin serbest dolaşmasının hatalı olduğu anlatılmaya başlandı. İki sene önce Economist uyandı ve “biz hiçbir zaman serbest dolaşım dememiştik ki nereden çıktı?’’ diye bir görüş ifade etti. Sermayenin serbest dolaşması konusunda bir problem var, ama mallar serbestçe dolaşabilir diyor. Eli kulağındadır, Çin ekonomisi hızla yavaşlasın ve bir fazlalık ortaya çıksın, onu da tartışmaya başlayacağımıza hiç şüphem yok benim. Hemen 1997’e getirip şöyle devam edeyim. Asya krizi biliyorsunuz Tayland’da başladı ve hızla yayıldı. Hatta o zaman bu krizin bulaşıcılığından konuşuldu. 1999-2000’de “yeni ekonomi” diye bir şey vardı Amerika’da biliyorsunuz teknolojik devrimle birlikte ve herkes oraya doğru gidiyordu, onun hisse senetleri borsası çöktü, ondan sonra peş peşe genel olarak sanayiyi izleyen büyük borsalar çöktüler, hemen 1999-2001 arasında şirket skandalları başladı, Enron, Wordcom, gibi peş peşe gelmeye başladı ve dünya ekonomisinde âdeta böyle bir frene basma gibi, acı bir fren sesi var 2001 yılında. Neredeyse camdan çıkılacak. Ticaret hızı düştü. Büyüme hızı 7.4’den, 2.4’de düştü ki, 2.4 ülke ekonomilerinde negatif büyüme, resesyon sınırı olarak gözükürken dünya ekonomisinde 2.5 resesyon sınırı olarak kabul edilir. Dolayısıyla resesyon sınırına indi ve tartışma şuna döndü. Bir anda köpükler patladı, köpük sonrası ekonomi kavramı geldi, borsa köpükleri patladı ve ortada olağanüstü bir fazla kapasite olduğu ortaya çıktı. Mesela herkes fiber optik kablo yapıyordu, olağanüstü bir telekomünikasyon hareketliliği var 90’ların ortasında. Her tarafta internet kuruluyor hesabı. Borsalar çökünce bir baktık ki 700 milyar dolar borcun altında duruyor kablo şirketleri. Yani kendi ürettikleri kablolara dolaşmış vaziyette kalmışlar ortada. Ne yapacaklarını bilmiyorlar bu kabloları. O aralarda cep telefonları yeni olmasına rağmen birden bire çok fazlalık olduğu ortaya çıktı, mikro çipte fazlalılık olduğu ortaya çıktı. Zaten otomobil demir, çelik v.s.’de fazlalık vardı. “30’lara mı dönüyoruz, resesyon mu başladı, deflasyon mu oldu denilmeye başlanıldı. Hatta Federal Reserver’ in bu konuda bir raporu var “olabilir” diye. O dönem herkes, gördüğünüz gibi dünyada bir talep yetersizliği var, merkez ülkelerden talep yetersizliğini karşılamak mümkün değil, çevre ülkelerde talebin güçlenmesi gerekiyor, dedi. IMF politikasını uyguladığınız yerde talep düşüyor, yoksullaşıyor bu insanlar, tüketim yapamaz hale geliyorlar. IMF politikaları aslında krizi derinleştiriyor. Metzel Raporu var 2000’de, Amerikan Kongresi tarafından hazırlanan, IMF’yi yerden yere vuruyor ve “bunu kapatmak lazım, bu bir beladır, şu andaki koşullara uygun değildir” diyordu, ama kapanmadı. Ama Latin Amerika’da mesela kimse IMF’yi dinlemiyor, 14 bizim gibi kelepir ülkeler birkaç tane kaldı dünyada IMF’yi dinleyen ve onunla beraber hareket eden. Sonra Uzakdoğu’da iç pazara yönelik bir deneme başladı. Tayland’da başladı ilk önce, ardından Çin ve Filipinlerde uygulanmaya başlanıldı, yani hükümetler döndüler kendi halklarının tüketim kapasitesini artırabilecek, talebini artırabilecek politikalar uygulamaya. Tarıma dayalı sanayileri güçlendirmeye başladılar, ev sektörünü güçlendirmeye başladılar ve nihayet bu manzarayı tamamlamak için 1999 Seattle’ ı hatırlamak lazım. Küreselleşmeye karşı muhalefet ortaya çıktı, Dünya Ticaret Örgütünün gelişmesi tıkandı ve iki sene boyunca sürekli bu muhalefet büyüdü. Dolayısıyla bir mekan düzenleme operasyonu olarak küreselleşmenin fazla kapasitenin yeniden ortaya çıkmasıyla, aşırı üretim krizinin yeniden su yüzüne çıkmasıyla beraber artık miladını doldurduğu söylenebilir. Burada şöyle bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz ve buradan Ortadoğu’ya tekrar dönebiliriz. Esas sorun aslında fazla kapasite sorunu, yani aşırı üretilmiş sabite haline dönüşmüş sermaye. Tarihte böyle durumlar olduğunda büyük savaşlar olmuş. Örneğin 1929’daki büyük kriz fazla kapasite sorunudur. Avrupa’nın dümdüz edilmesiyle çözülmüş ve yeniden inşası süreci başlamış. Yani ne diyorlar buna, yaratıcı yıkım süreci yaşanıyor kapitalizmde zaman zaman. Bunun yavaş yavaş ekonomik koşullarda olması mümkün, ama bazen de tarihte çok sık ve çok büyük felaketler halinde ve büyük çaplı gerçekleşiyor. Çünkü hiç kimse kendi bölgesindeki kapasitenin ortadan kaldırılmasına izin vermek istemiyor. Çünkü kendi bölgenizde kapasitenin ortadan kaldırılması demek, fabrikaların kapanması, insanların işsiz kalması demektir. Peş peşe gelen hükümetlerseniz, bunun yaratacağı sosyal sorunlarla ilgilenmek zorundasınız. İşsizlere bakmanız lazım, iflas edenlerin borçlarıyla uğraşmanız lazım ve sosyal muhalefete hesap vermeniz lazım “bu rezalet neden oluyor” diye açıklama yapmak durumundasınız. Bundan dolayı büyük ülkeler, başka ülkelerdeki kapasiteleri yok etmeye çalışıyorlar ki, kendilerine yeni alan açabilsinler. Örneğin bir tekstil firması Güney Afrika ülkesi Nijerya’daki tekstil sektöründeki üç fabrikayı tamamen satın aldı ve sonra da kapatıp gitti. Çünkü bu fabrikalar kendisine rakip ve Afrika’da kendi ürettiği malı satmak istiyor. Daha büyük çapta gelişleri de oluyor, mesela ellerindeki parayla yeni yatırım yapmak yerine gelip sizin fabrikanızı satın alıyorlar, aldıkları bu fabrikayı ya kapatıp arazisini de kesip biçip satıyorlar ya da sizi kendi üretim kapasitesine katıyorlar. Böylece kapasiteyi yeniden düzenlemeye başlıyor ve dağıtıyorlar. Sürekli olarak yeni bir alan bulunacak ve sermaye o alana doğru gidecek ve o alan yeniden düzenlenecek. Yıkım olasılığı büyük devletler arasındaki rekabeti hızlandırıyor, herkes birbirinin pazarına dalmak istiyor, mekana ve zamana 15 kaçışta aynı coğrafyalara göz dikiliyor. Yeniden paylaşım, sömürgeleştirme dinamiği burada söz konusu olmaya başlıyor. Yeni bir mekansal ve zamansal çözüm var, peki bakalım nerede bulunabilir bu? Avrupa böyle bir alan değil, ağzına kadar fazla kapasiteyle dolu, krizin merkezlerinden biri. Amerika mümkün değil, fazla kapasitenin yoğun olduğu bir yer zaten, kendi kapasitesini dışarıdan aldığı parayla sürdürmeye çalışıyor. Japonya 90’lardan beri deflasyon ortamında, sırtında büyük bir fazla kapasite var, bu fazla kapasiteyi dışarıya kendi bölgesine göndermeye çalışıyor. Çin’de gerçekten bir zamansal ve mekânsal düzenleme için büyük bir alan var, ama Çin’in bunu kimseye kullandırmaya niyeti yok. Kendi pazarını planlı bir şekilde yavaş yavaş açıyor ve kendi kapitalizmini güçlendirmek için kullanıyor. Çünkü ileriye dönük hegemonya gibi bir güç olmak projesiyle kendini düzenliyor. Öyle girip kolay kolay kullanılabilecek bir alan değil. Putin’ den önce Rusya olabilirdi, ama petrol fiyatlarının da yardımıyla Rusya’da restorasyon yaşanıyor, devlet güçlendiriliyor, özel enerji kaynaklarına el konulmaya başlandı, kendi yönetimi altında toplamaya başlıyor, merkezileşiyor. Dolayısıyla buraya da girip de kimse babasının çiftliği gibi kullanmak şansına sahip değil. Afrika korunaklı bir bölge. Ama Kuzey Afrika’nın altına böyle baktığınızda yangın yeri gibidir, orada bir şey yapmak mümkün değil. Zaten derinliği yok ekonomisinin, emebileceği sermaye çok sınırlı, altyapı çok zayıf, tasfiye edecek kapasite de yok orada. Latin Amerika uygun bir bölge, ama anti IMF, anti Amerikan bir dalga var, hemen hemen son 5 yılda bütün hükümetler sol eğilimli hale geldi ve IMF politikalarını dikkate almıyorlar. Serbest piyasa politikasını kendilerine göre kesip biçip düzenlemeye çalışıyorlar. Yani nereye doğru gittiğini fark ettiniz siz de, geriye sadece Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Kafkaslar kalıyor. Tam bu sırada bu teorik konuyu konuşurken, yani bu teorik konu gündeme geldiğinde birtakım fiili değişiklikler ortaya çıktı. Bir 11 Eylül oldu ve hemen arkasından yeni savunma stratejisi devreye girdi ve bu savunma stratejisinin genel özellikleri şöyle: Yeni bir gücün Amerika’ya karşı yükselmesini kesin bir şekilde engellemek, tamamen mutlak olarak rakipsiz ve askeri teknolojik üstünlük oluşturmak, enerji güvenliği dolayısıyla hareketini denetim altına almak, yeni bir güvenlik paradigması oluşturmak, Avrupa’yla Amerika’yı birbirine kilitlemek ve bu beşincisi benim en çok sevdiğim, tüm coğrafyaları değişik zamanda ve derinlikte Amerika’nın girmesine açık tutmak. Yani ordumuz, “Başkanımızın emri üzerine istediği coğrafyaya istediği zamanda kalmak ve istediği derinlikte girebilecek koşulda olmalıdır” diye tam da zamana ve mekansal sabiteye uygun bir madde koymuşlar. 16 Peki, o zaman ne oluyor diye düşündüğümüzde hemen gayet açıklıkla söyleyeyim: Daha önce de hegemonyacı konumda olan Amerika, yani hem ekonomik kültürel liderliğiyle kapitalist dünyayı peşinden sürükleyen ve bunu da askeri kapasitesiyle koruyan Amerika, askeriyle ekonomik ve kültürel sürükleme özelliğini ve liderliğini kabul ettirme gücünü yavaş yavaş kaybetmeye başlayınca ayakta kalabilmek için askeri gücüne dayanmaya başlamaya karar vermiş, şuan da iktidarda olan muhafazakar ekip 1990’ın başından beri bunu savunuyor. Bu ekip iktidara geldi ve bu politika hayata sürüldü. Bu hegemonyacılıktan farklı olarak kabul ettirmeye değil, dayatmaya ve ilhak etmeye, katmaya yönelik bir politika veyahut da buna bir imparatorluk refleksi demek mümkün. Zaten kendileri “American Imperail” kavramını 90’ın ikinci yarısında kullanmaya başlamışlardır. Büyük Ortadoğu Projesine Orta Asya’yı da eklediğiniz zaman şöyle özellikleri var buranın: Burası jeopolitik olarak özel bir yerde duruyor. Yani dünyanın en büyük kara kütlesi denilen Avrasya’nın tam altında duruyor. Haritanız olsaydı belki daha kolay gösterebilirdik. Bu kara kütlesine şöyle baktığımızda burada Avrupa var, burada Rusya var, Çin var ve bunun arkasında da enerji kaynakları bu bölge üzerinde, ama sadece enerji kaynakları değil, enerji yolları da hem Batı Asya üzerinden, hem de Doğu Akdeniz üzerinden bu bölgeye ait. Ama ilginç bir şekilde Amerika’nın hinterlandı değil burası. Amerika’nın hinterlandı Atlas Okyanusu’nun öbür tarafında yer alıyor.Oradan imparatorluk kurmak ve bunu kontrol etmek çok zor. Yani deniz kuvvetlerinde buna ilişkin yüzer platform projeleri falan var, ama bunlar ileriye dönük kurgubilim gibi şeylerden öteye gitmiyor. Dolayısıyla bu bölgede üsler sahibi olmak gerekiyor; yani Amerika’nın kendi emperyal politikasını sürdürebilmesi için ayak izi olması gerekiyor bu bölgede. Bölgenin ekonomik olarak da şöyle özellikleri var: Çok genç bir nüfusu var. Nüfusun %45’i 15 yaşın altında. Yoksul bir bölge, üstelik de 80’lerden bu yana özellikle Arap bölgelerinde, Körfez bölgelerinde ciddi gelir kayıpları söz konusu oldu. Burada gecikmiş ve tatmin edilmeyi bekleyen bir tüketim var ve bu tüketim ikinci yarıda bahsedeceğim gibi bir kültürel bombardıman altında televizyonla, basınla, yayınla sürekli canlı tutuluyor. Yani malları görüyorlar, ama alacak imkanları yok. Ama dünyada malların olduğunu biliyorlar. Burada bir gecikmiş tüketim kapasitesi var. Demek ki buraya bir kredi mekanizmasıyla parayı sokarsak eğer, hem para burada değerlenir, kredi olarak zamana yaymaya başlarız, hem de bu gelen para burada tüketim kapasitesi yaratır ve bu tüketim kapasitesi hem Amerika, hem Avrupa ve dünyanın geri kalanı için bir talep yaratır ve mal çekmeye başlar. Dolayısıyla fazla kapasiteye bir çare olabilir. 17 Özelleştirilecek çok işletme ve kaynak var burada; başta petrol olmak üzere ve çoğu bunların devlet işletmesi durumunda. Dolayısıyla buraları özelleştirilerek, çok ucuza kapatılarak, el değiştirilerek imha edilip yerine büyük şirketlerin mekanizmaları kurulabilir; çünkü üretken sermayenin değerlendirebileceği bir alan burası. Aynı zamanda yeni bir alan olduğu için altyapı yatırımları çok zayıf dedim, dolayısıyla devletlerin serbest piyasaya uyum sağlaması için bir sürü altyapı yapması gerekecek, yollar, telekomünikasyon, internet, su, kanalizasyon gibi bunlar için çok ciddi yatırım alanı bu ve dünyada en büyük fazla kapasite şu anda gayrimenkul piyasalarında var. İşte Burton gibi bir büyük şirket bu bölgeye girerse, liman yapacak, yol yapacak, havaalanı yapacak, belediye işlerini üstlenecek. Muazzam bir iş kapasitesi var. Irak’ın yeniden inşası gerçekleşebilir ve tatbik edilebilirse sermayenin götürülebileceği ve değerlendirilebileceği alanlar açısından, müthiş bir merkez olma özelliği var. Dünyanın enerji kaynaklarının burada oturduğunu biliyoruz. Hem enerji kaynaklarının üzerine oturuyor burası hem de demografik anlamda saatli bomba gibi. Şunu kastediyorum, nüfusu büyük bir hızla artıyor buranın ve bu nüfusu doyuracak petrolden başka kaynağı yok buranın. Dolayısıyla bu nüfus, üstelik de rejimler demokratik özellikleri olmayan rejimler, yani nüfusu uyutma şansına pek sahip değiller. Nüfusun enerjisini demokratik kanallarla çekecek durumda değiller. Dolayısıyla bir noktada bu yükselen genç nüfusla bu rejimlerin kafa kafaya gelmesi kaçınılmazdır. Zaten Usame bin Ladin’in de uzun vadeli stratejisi burayı bu şekilde dinamitlemek ve ele geçirmek şeklinde ki bunun da herkes farkında. Dolayısıyla hegemonyacı, imparatorlukçu bir harekete başladığınız zaman, müdahale edeceğiniz hiçbir neden olmasa bile sırf bu demografik saatli bombanın enerji kaynaklarının üzerinde oturuyor olmasından dolayı buraya bir şey yapmak gerektiğini düşünürsünüz. Dolayısıyla Büyük Ortadoğu Projesi tüm bu nedenlerden dolayı çok uygun bir projedir. Hem zamana ve mekana kaçışa ilişkin, hem imparatorluk projesinin dünyayı kontrol etmesine ilişkin bir proje ve küreselleşmenin iflas etmeye başlamasıyla ya da yetersiz kalmaya başlamasıyla beraber gündeme gelmiş bir projedir. Dolayısıyla küreselleşmeden Büyük Ortadoğu Projesine böyle geçmek mümkündür. Burada bitirirken şöyle bir şey söylemek istiyorum: Çok ironik bir durum var ortada. İkinci bölümde de değineceğim gibi küreselleşme tüketimi çok hızlandırdı ve çevresel sorunlara neden oluyor. Tüm bu bölgeyi serbest piyasaya açarak tüketiminin arttırılmasına hazırlanılıyor, ama daha ironik olanı şu: Küresel ısınma açısından petrol tüketimi, yani hidrokarbon tüketimi önemli 18 bir bela, insanlar gezegenin başını belaya sokacak, yani tüketildikçe gezegeni yok etmekte olan bir malı daha kolay tüketmek için birbirlerini öldürmeye çalışıyorlar. Bunu da ikinci bölümde anlatmaya çalışacağım. 19 KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ - II - Dr. ERGİN YILDIZOĞLU- İlk bölümde anlattıklarıma şöyle bir tepkide bulunmak olanaklı. Ne olacak yani işte kapitalizm de zaten sık sık krize giriyor, işte bu da krizlerinden bir tanesi. İsmet İnönü’nün dediği gibi “yeni bir dünya kurulur, biz de yerimizi alırız bu krizin içinden” Bildiğiniz gibi kriz zaten sadece yıkıcı değil, aynı zamanda yeni olasılıkların doğmaya başladığı bir ortamdır; bu da geçer ve yeni bir döneme yeni olasılıklarla birlikte açılabiliriz. Küreselleşme gider, yerine daha istikrarlı bir dünya gelir gibi şeyler olabilir. Evet, uzun bir karışıklık dönemi olabilir önümüzde, ama sonunda buradan çıkarız. Çünkü tarihte hep böyle olmuştur. Yani uzun karışıklık dönemlerinin ardından kapitalizm kendisini yenilemiş olarak çıkmış ve yoluna devam etmiştir. 1911-1946 arasına bakarsanız iki büyük savaş, faşizm, devrimler, iç savaşlar var. Bütün bunların ardından 25-30 senelik sakin bir dönem yaşanmış, çok büyük çaplı savaşlar yok, Irak’ın başında boza pişiyor, ama dünyanın geri kalanı da pek bir şey yok diye düşünülebilir. Bunun çok iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu seferki küreselleşme dalgası öyle bir yere getirip kilitledi ki bizi, zaman çok hızla geçiyor ve buradan çıkma şansımızı hızla kaybediyoruz diye düşünüyorum. Yani çok ağır bir şey bu söylediğim. 500 yıllık burjuva ya da kapitalist medeniyetin sonunun gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Bu da sorun değil, ne olacak denilebilir. Geçmişte de feodal medeniyetler yıkıldı, yerine kapitalist medeniyet geldi. Kapitalist medeniyet de yıkılır, çöker gider yerine post kapitalist bir şey olur, belki de sosyalist, hatta komünist bile olur. Dolayısıyla yeni dünya kurulur, yerimizi alırız diye de düşünebiliriz. Fakat biraz sonra dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım öyle bir sorun var ki, buradaki özgür uygarlık sorunu genel bir uygarlık sorunuyla çakışmaya başladı. Yani dünyanın tümünün, yani insanlığın tarihsel olarak uygarlığını tehdit eden, bu türün devamını tehdit eden bir noktaya gelmeye başladı. Hani bu vahim lafını kullanıyorum, ama durum bu açıdan vahimdir. Bunu anlatmaya çalışacağım. 20 Bunun da esas faturasını bir taraftan kapitalizme çıkaracağım tabii ki, ama bir taraftan da son 25-30 yılda küresel serbest piyasa oluşturma çılgınlığıyla başlayan büyük metalaşma ve sermaye dolaşımı süreciyle ilişkilendirmeye çalışacağım. Yine belki bir iki şeyi hatırlamakta fayda var. Bunları biliyorsunuz, kapitalizmin doğası olan şeyler, bildiğimiz şeyler, ama bir altını çizelim. Kapitalizm piyasa içinde üretir, ücretli emek kullanır ve karını sürekli arttıramadığı müddetçe krize girmeye ve dağılmaya başlayan bir üretim tarzıdır. Dolayısıyla sürekli kar etmek zorunda. Kar edebilmesi için de sürekli üretmek zorunda. Üretimi devam ettirebilmek içinse ürettiği malları satması lazım. Bunun için de sürekli olarak tüketimi körüklemesi lazım. Ama insan ihtiyaçları sınırlı, dolayısıyla bu sınırlara doğru yaklaşmaya başladığında bu sefer yeni gereksinimler üretmeye başlaması lazım ve dolayısıyla hem tüketim artmalı, hem tüketim gereksinimi artmalı. Kapitalizmin böyle bir dinamiği var. Hatta Marx, Grundrisse’ de çok büyük bir öngörüyle bunu saptıyor, diyor ki “kapitalizm önce yeni üretim noktaları kurarak genişler ve ondan sonraki aşamada yeni tüketim noktaları üretmeye başlayarak, yeni ihtiyaçlar üretmeye başlayarak genişler”. Adam 150 sene sonra içine düşeceğimiz dinamiği o zaman mantıksal olarak yakalamış. Kapital’de yok bu tespiti, ama kendi notları arasında var. Bir özelliği daha var kapitalizmin; yaptıklarını sık sık yıkıyor ki yeni yatırım alanları açılsın. Binalar yapılıyor, yıkılıyor, ama bir taraftan da fazla ürettiklerini de tüketmek zorunda, ya da tüketemezse bir yerlere tıkıp bekletmek zorunda. İşte biliyorsunuz, hala oluyor mu bilmiyorum, ama çocukluğumda fiyatlar düşmesin diye denize domates, patates vb. dökülürdü fazla üretildiği için. Şimdi ise daha trajik bir durum var: Afrika’da millet açlıktan ölürken Avrupa Birliği’nin gıda depolarında etler, sütler duruyor ve oraya kimse bunları tüketsinler diye göndermiyor. Amerika ve Avrupa’da aşırı tüketimden dolayı, aşırı beslenmeden dolayı ortaya çıkan sorunları çözmek için sadece Amerika’da yılda 11 milyar dolar harcanıyor. Öbür tarafta ise insanlar malum açlıktan ölüyor. Kapitalizm yani bildiğiniz çok genel bir kurum, ama bu olayın tuhaflığını göstermek açısından önemlidir. Küreselleşme döneminde ne oldu diye tekrar geri dönersek, kapitalist ilişkiler daha da yaygınlaştılar ve derinleştiler. Bu demektir ki, üretim ve tüketim süreçleri ve normları daha da yaygınlaştı ve derinleşti, dolayısıyla kapitalizmin sorunları daha da yaygınlaştı, derinleşti. Bir sonraki krizle karşı karşıya kaldığımızda da çok daha geniş çaplı kalmak durumundayız. Bu noktada kapitalizmin geldiği üretim, tüketim ve enerji gereksinimi üzerinde yaşadığımız gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir baskı yapmaya 21 başladı. Yani madenlerin çıkarılması, enerjinin çıkarılması, kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gıdanın üretilmesi devam edemeyecek bir noktaya, üzerindeki nüfusu taşıyamayacak bir noktaya gelmeye başladı. Bir de buna ek olarak küresel ısınma diye bir sorunla karşı karşıya kaldık. Geçtiğimiz 50-60 yıl içinde, çevre kirlenmesi olmasa bile bu başlı başına büyük bir bela. Çünkü bunun etkisiyle su kaynakları tahıl üretimi, kimi canlıların yaşadıkları eko sistem yok oluyor. Ayrıca, küresel ısınmanın etkisiyle iklim sisteminde istikrarsızlıklar oluşmaya başlıyor. Dediğim gibi çevresel kirlenme olmasa bile, küresel ısınmadaki trend başlı başına gezegen üzerindeki tüm canlıları,belki karafatmalar filan hariç yok etmek kapasitesine sahip. Çok çarpıcı bir istatistik vermek istiyorum: Bugünkü trendler devam ederse, önümüzdeki yüzyılın sonuna kadar dünyanın ısısının 6 derece yükselmesi bekleniliyor. Ama bundan önce, yani 600 milyon yıl önce dünyanın ısısı 6 derece arttığı zaman üzerinde yaşayan türlerin yüzde 95’i yok olmuş; böyle bir fark yaratmış 6 derece. 1 veya 2 derece arttığı zaman tüm tarım sistemleri allak bullak olmaya başlıyor. Bu yılın başında artık bu konuda borazanla bağırılmaya başladı. Birleşmiş Milletler bünyesinde Hükümetler Arası İklim Değişikliği Panelinin Başkanı Dr. Rajendra K Pachauri bir oturumda şöyle diyor: “Çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınma çok tehlikeli bir düzeye ulaştı, neredeyse gecikeceğiz, engelleme noktasını geçecek.” Bugüne kadarki en geniş iklim araştırması Oxford Üniversitesi’nde yapılmış deniliyor. Bu araştırmanın sonuçları durumun, Hükümetler arası Panelin vurgularından iki kez daha kötü olduğunu gösteriyor. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı, bizim Tony Blair’ in çağrısıyla, -adam hiçbir işe yaramaz, ama buna yaramış besbelli ki- Excite Üniversitesinde toplandı. Bu uzmanlar bir rapor hazırladılar ve insanlık gözlerini kapatmış bir biçimde dünyanın sonuna doğru yürüyor dediler. Mart sonunda doksan beş ülkeden 1300 bilim adamının altında imzası olan bir rapor yayınlandı ve “dünyanın uçurumun kenarına geldiği” söylendi. Çünkü dünya için yaşamsal öneme tabi 24 ekosistemden 15’i ciddi ölçüde, belki de bir daha onarılamaz biçimde hasar gördü diyor rapor. Bunun son 50 yılda ve özellikle son 20 yılda gerçekleştiğini, ekonomik gelişmelerin etkisiyle, aşırı tüketimin ve kaynakların hesapsız kullanımının etkisiyle oluştuğunu ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmiştir.” Washington’da Worldwatch Institute var, “Dünya Gözlem Enstitüsü”, ilk kez 15 yıl önce ekonomik koşullarla çevre koşulları arasındaki ilişkileri araştıran bir değerlendirme yapmış ve Enstitünün o zamanki başkanı şöyle demişti: “Önümüzde en fazla 40 yıl kaldı, eğer 40 yıl içinde tedbir alamazsak, geri dönülemez bir noktaya geleceğiz”. Açıklamanın üzerinden 15 yıl geçti, hiçbir 22 tedbir yok ortada. Kyoto Antlaşması var, ama imzalayanlar bile uymuyorlar. İmzalamış olanların çalışmaları hedeflerin ancak %30’u ile %47’si arasında. Alman Hükümeti’nin bu konuda bir araştırması oldu: “Bugünkü düzeyi koruyabilmemiz için Kyoto’ nun hedeflerini 4 kat arttırmanız lazım ” diyor. Peki, bu kuramsal işler bizi nasıl etkiliyor bugün? Geleceğe ilişkin sorunlar bunlar diye düşünmek mümkün ve bugün pratikte bizi etkiliyor. Ani ve şiddetli yağışlarla, gittikçe sıklaşan sel felaketleriyle, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınalarla etkiliyor. İlk defa örneğin, bu sene güney yarım kürede kasırga oluştu. Güney yarımkürenin tarihinde mümkün değil, kasırga olmaması gerekiyor. Ani ısı değişikliklerinden dolayı insanlar, özellikle yaşlı nüfus arasında ani ölümler oluyor, çok büyük can ve mal kaybına yol açıyor. Üstelik birtakım veriler var, sigorta şirketleri bu işlerle uğraşmaya başladılar. İlginçtir sigorta şirketleri şimdi yeşilleşmeye başladılar, küresel ısınmaya karşı çare üretilmesi için çaba gösteriyorlar, çünkü çok fena halde batmaya başladılar. Bu arada tabii ki kutuplardaki buzlar eriyor. Dünyanın en büyük buzdağı çatladı ve denize düştü. Bu sene Afrika’daki Klimanjaro’ nun karları erimiş, daha doğrusu buzullar eriyor, dolayısıyla bu sular bir yere gidiyor, denize gidiyor ve denizin seviyesi yükselmeye başladı. Çok kötümser olmayan bir hesaba göre 50 yıl sonra ortalama 5 m yükselebilir deniz suyu seviyesi. Bu demektir ki Amsterdam, Venedik yok olacak. Londra’nın büyük bir kısmı yok olacak, New York’un büyük bir kısmı, yani dolayısıyla çok büyük bir maddi ve yaşamsal problemle karşı karşıyayız. Bu da yetmiyor, bu sular yükseldiği zaman tatlı su kaynaklarına da karışacak, o zamanda temiz su kaynakları tuzlanacak ve kirlenecek. Tabii ki bu arada ısınmadan dolayı doğal rezervuarlar da düşmeye başlamış olacak ve okyanuslara yağan asitli sular okyanuslardaki yaşama koşullarını gittikçe bozacak, dolayısıyla bizim balık stoklarımızı etkilemeye başlayacaktır. Okyanuslardaki balıkları bir tarafa bırakalım şimdilik. Önemli, ama tatlı su seviyesinin gerilemesinin çok daha acil sonuçları var ve hemen onları görmeye başladık. Tahıl üretimini çok olumsuz etkiliyor. Mesela, tahılların büyüme mevsiminde 1 derecilik sapma yüzde 11 verim düşüklüğüne yol açıyor ki, önümüzdeki dönemde 1 derece artması çok olağan bir şey. Yani her sene bu değişiklikler olmaya başladı. Buysa gıda arzında istikrarsızlık yaratacak. Buna karşılık nüfus, yani Malthus denklemi var burada, buğday üretimi nüfusun tüketim talebini karşılayamaz bir duruma gelmeye başladı. Arz-talep arasında 8 milyon ton gibi bir fark oluşmaya başladı. Buraya önemli bir jeopolitik faktör olarak Çin giriyor. Çin kendi ihtiyacının dışında ilk defa buğday ithal etmeye başladı ve basınç yaratmaya başlıyor. Dolayısıyla yine aynı şeyi vurgulayacağım: Yani burada gıda, beslenme ve 23 çevre koşullarından dolayı karşı karşıya kaldığımız bir uygarlık sorunu var. Yani var olacak mıyız, olmayacak mıyız? Tarihte ilk uygarlık biz değiliz. Dolayısıyla geçmişteki uygarlıklara ne oldu, nasıl yaşadılar, acaba nasıl yok oldular, nasıl yaşamaya devam ettiler diye bir araştırma yapmakta fayda var, yapanlar da var. Bu sene Prof. Jared Diamond’ un “Çöküş:Toplumlar Başarılı ya da Başarısız Olmayı Nasıl Seçiyorlar?” adlı ilginç bir kitabı elime geçti. Çok ilgi çekti kitap, çok bilimsel bir çalışmaydı ve buldukları da neredeyse bayağı, ama bayağı olduğu ölçüde korkutucuydu. Çünkü kitabında şöyle söylüyor kısaca: “Çöküşler hemen her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor” diyor. Evet, bunu biliyoruz zaten, ama tarihte bunun karşımıza birçok örneğiyle gelmesi başka bir şey. Hemen şu soruyu soruyor o zaman: “Peki, iyi de o toplumun egemen sınıfları, yöneticiler niye tehlikeyi görmüyorlar ve gereken tedbirleri almıyorlar?” Yine bunun üzerine yaptığı araştırmanın bulguları çok bildik, çok aşina olduğumuz için zaten korkutucu. Çünkü yine aynı şeylerin olduğunu görüyoruz. Yöneticiler, zengin sınıfın üyeleri dikkatlerini zenginleşmeye, birbiriyle rekabet etmeye, savaşlar, anıtlar dikmeye ve tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğu kadar çok sömürmek gibi kısa bir hedefin üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Böyle olunca ellerindeki kaynakları tüketiyorlar. Bir uygarlık gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra 15-20 yıl gibi bir süre içinde trend dönmeye başlayabiliyor ve biz de trendin döndüğü bir noktadayız diyor. Devam eden uygarlıklar da var. Hem devam eden uygarlıklara, hem çöken uygarlıklara iki çarpıcı örnek var. Bu örneklerden biri çok çarpıcı; Solomon Adaları. Kocaman heykeller vardır bu adada. Uzunca bir süre insanlar, “niye hiç insanlar yok, bu heykeller buraya nasıl geldi?” diye sordular. Uzun araştırmalardan sonra adada bir medeniyetin olduğu ve adanın ağaçlık bir yer olduğu tespit edildi. Bu adanın insanları yemişler, içmişler, ağaçları da sonuna kadar kesmişler, adada yiyecek içecek kalmayınca adadan kaçmaya karar verdiklerinde, bakmışlar ki gemi yapacak ağaç yok ve sonunda birbirlerini yemişler ve kaçamadıkları için de yok olmuşlar. İkincisi de Japonya, tam tersi bir örnek, Şogun Savaşları. Feodal dönemin sonu ve Japonya yangın yerine dönmüş. Muazzam savaşlar olmuş ve nihayet Şogun’ lar arasındaki barış imzalanmış. Barış imzalandıktan sonra Japon feodal sınıfı durmuş, bakmış etrafına yeniden inşaat sürecine başlamış. Ağaçlar dikilmeye başlanmış, yollar, su yolları yapılmış ve dolayısıyla tüm Şogun savaşları dönemindeki tüm yıkımı yememişler, içmemişler, onarmışlar. Peki, biz ne durumdayız burada? Küresel serbest piyasa kurmak projesi Dünya Ticaret Örgütü ve IMF programları bizi nereye getirdi? Şöyle bir yere getirdi: 24 20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, ayrıca bunları taşıyan kültürel biçimler daha önce ulaşmadıkları yerlere ulaştılar, hızla yaygınlaştılar, derinleştiler ve tüketim arttı. İyi de kim tüketiyor? Dünyada yaklaşık 3 milyar insan, yani toplam nüfusun yaklaşık yarısı günde 1 Dolardan daha düşük bir düzeyde yaşıyor. Demek ki bunlar değil tüketenler. Üstelik bunların 1,1 milyarının ise temiz suya erişimi yok, yani pis suyla yaşıyorlar. Peki, kim tüketiyor? Dünya Gözlem Enstitüsü bir araştırma yapmış, başka bir yerden bakmış; televizyon, telefon, Internet kullananlar ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden tüketiciyi hesaplamış ve dünyada küresel düzeyde 1,7 milyar nüfuslu bir tüketici sınıfının olduğuna karar vermiş. Yani dünya nüfusunun yüzde 30’u aslında küresel normlarda tüketici ve bunlar üzerinden birtakım veriler üretmiş. Örneğin, bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4,8 trilyon Dolarmış, 2000 yılında 20 trilyon Doların üstüne çıkmış. Küresel ısınma 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler su raporuna göre dünyada kişi başına temiz su miktarı 1970’de 13.000 m³ iken, 2003’e geldiğimizde bu 6600 m³’e gerilemiştir. Bu verilerdeki değişim küreselleşme dediğimiz döneme denk düşüyor. Tüketicilere dönelim bakalım yine, bu 1,7 milyar tüketiciye. Dünya Gözlem Enstitüsü’nün hesaplarına göre, dünya nüfusunun yalnızcı yüzde 11.6’sının yaşadığı Amerika, Avrupa ve Kanada’da dünya tüketiminin yüzde 60’ı gerçekleştiriliyor. Dünya nüfusunun yüzde 45’inin yaşadığı yoksul ülkelerde ise yüzde 7.9’ı gerçekleştiriliyor. Çok ilginç küçük bir tablom var, onu da aktarayım sizlere: Karbondioksit üretimi mega gram . Avrupa Topluluğu 1990’da 3.3 milyon mega gram üretiyormuş, 2000 yılında hâlâ 3,3 milyon mega gram üretiyor. Kanada 471 milyon mega gram üretiyormuş, 571’e çıkmış, Amerika 4,9 milyon mega gram karbondioksit üretiyormuş, 2000 yılına geldiğimizde 5.8 milyon mega grama çıkmış. Demek ki Batıdaki, özellikle Amerika’nın burada gördüğünüz gibi karbondioksit tüketimi kapasitesini görmek mümkün. İşte tüketim kapasitesini karşılama için gezegenin geri alanı kurban ediliyor. Biraz yakından bakarsak, sömürgecilik dönemine kadar gidelim. Konfisadorlar var, hani gidiyorlar, Latin Amerika’yı filan talan ediyorlar. Onların talanını biliyoruz, çünkü onlar Astek ve İnkaları yok etmişler, arkasından gelen sömürgeciler yerli halkın birikmiş servetlerine el koymuş, madenlerini almış, köle olarak kullanmış, dolayısıyla modern kapitalist uygarlık böyle başlamış. Bunları biliyoruz, ama bunlar eskiden oldu, artık böyle bir talan yok diye düşünüyoruz. Ama var aslında ve daha felaket bir talan var. 1980’lerden bu yana neoliberal politikalar GATS, Dünya Ticaret Örgütü, IMF’nin getirdiği serbestleştirme gibi bütün bu paket çokuluslu şirketlere 25 büyük imtiyazlar getirdi. Tabii bunlar ortada işgal ve askeri güç olmadığı için sessiz bir şekilde hareket ediyorlar, ama geldikleri bölgelerde altın, bakır, uranyum, petrol ve kereste gibi alanlarda olağanüstü talan yapıyorlar, çevreyi kirletiyorlar, milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyorlar, su rezervlerini kirletiyorlar, ekolojik sistemin yıkıntısına katkıda buluyorlar ve gidiyorlar. Karşılık verenleri, direnenleri de ya yerel bir asker, orduyla yahut da kendi özel kuvvetlerini kullanarak silahı da işin içine sokarak öldürüyorlar. İşte Nijerya’da bunun çatışması oldu, Brezilya’da sık sık köylülerle, madencilerle şirketler arasında çatışmalar çıkar. Shell’ in başı şiddet kullanmasına yol açtığı için belaya girdi. Şimdi iyi de bir de madalyonun öbür yüzü var. Dünyanın küçük bir kısmı acayip tüketiyor. Peki, dünyanın büyük bir kısmının da tüketmeye hakkı yok mu, onların da tüketmeye hakkı var. Yani dünyanın üçte biri, yüzde 11’i yüzde 60’ını tüketiyor, geri kalanı da tüketsin diye düşünmek mümkün ve haklarıdır. Ama biri çıkar der ki “yahu, ne alakası var? Afrika’nın Avrupa’dakinin tüketim kapasitesine ulaşması gibi bir şansları yok.” Küreselleşmenin dışına düşmüş yerlerde böyle bir olasılık yok, ama başka bir şey var. Doğu Avrupa’da 100 milyon insan, 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyine ulaşacak. Şimdi Hindistan hızla geliyor, petrol ithalatı artıyor, Çin’in tahıl ithalatı artıyor. Somut bir örnek vereyim: Bugün Çin’de 20 milyon otomobil var, 2050 yılına kadar bu sayı 120 milyona çıkacak. Buna televizyon, cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu da ekleyin, bunların üreteceği karbondioksiti, klor gazlarını, bunları üretmek için oluşan atıklarının çevre üzerindeki etkilerini düşünün, ondan sonra da dönün buna 1.1 milyar insanın yaşadığı büyük Ortadoğu’yu da ekleyin. Yeniden yapılandıracaklar, piyasa, demokratikleşme, v.s.bunun altında kalkmak mümkün değil. Yani bu gezegen, bu medeniyet bunun altından asla ve asla kalkamaz. İyi de peki ne olacak? Şöyle bir yere kilitlenme durumundayız. Bu medeniyet kendisini yeniden üreten ve yaşatan kurumları da imha ediyor bir taraftan. Bana düşmez burjuva medeniyeti destekleyen kurumların kendini nasıl imha edip etmediğini açıklamak, onun için üç tane muhafazakar yazarın gözlemlerini aktaracağım. Katolik tarihçi-felsefeci Jhon Lucas ve Amerikalı bir kent yaşam araştırmacı Janette Jakopson. İkisinin de bu konuda çalışmaları var, ikisinin de ulaştığı sonuç aynı: Uygarlık kendini destekleyen ve yeniden üreten kurumları hızla yıpratıyor diyor ve örnek veriyorlar. Devlet yönetimi, kamu alanları yok oluyor, vergi sistemi dejenere oluyor, paralar istikrarsız, demokrasi dejenere oluyor, çünkü hükümetler alınıp satılmaya başlanıyor, aile hayatı sürdürülemiyor. Burjuva medeniyetlerinin en önemli alanlarından birisi, kişisel, özel alan yaratmış olmasıdır; bu imha olmaya başlıyor. 26 Burjuva medeniyetinin önemli bir özelliği kurumsal eğitimidir. Ama akademik eğitim yok olmaya başlıyor. Çünkü akademik eğitim bilimsel araştırmaya değil, iş bulmak için sertifika üretmeye kurgulandı artık diyorlar. “Kitle iletişimin getirdiği ilişkilerden bir de okuma alışkanlığı -bu medeniyet bir okuma medeniyetidir, çünkü okuma, televizyon, sinemadan farklı bir şey, çok özel, sübjektif bir yanı olan bir şey okuma- kayboluyor, yazma alışkanlığı gidiyor. Bilimsel metodolojinin içine yabancı disiplinlerden yani rasyonalizme uymayan, sosyolojiden gelen, felsefeden, teolojiden gelen unsurlar girmeye başlıyor ve sulandırıyor metodu” diyor. Tarih bilinci zayıflamaya başlıyor. Yani nereden geliyoruz, gelenek kimdir, ne oldu filan diye buna gelecek kavramını da ekleyebiliriz. Modernitenin ya da burjuva medeniyetinin en önemli bulgularından birinin, gelecek diye bir coğrafyayı yakalaması ve oranın daha iyi olacağını varsaymasıdır. Bütün bunları bir araya koyduklarında ikisi de kent uygarlığının çökmekte olduğunu söylüyorlar. Bütün bunları bir araya koyduğumuzda şöyle bir şey çıkıyor karşımıza: Gerçekten küresel düzeyde çözülmesi gereken, küresel düzeyde müdahale edilmesi gereken sorunlar var. Örneğin, karbondioksit yayılmasını tek tek ülkelerin engellemesi mümkün değil, tek tek araba sahiplerinin arabalarını bırakıp bisiklete binmeleriyle çözülebilecek bir sorun değil. Küresel bir koordinasyon gerekiyor. Gıda kaynaklarının, su kaynaklarının düzenlenmesi için küresel bir koordinasyon ve işbirliği gerekiyor, ama ne yazık ki şu andaki medeniyet, burjuva uygarlığı bizi bu işbirliği yapabileceğimiz noktadan öteye doğru, uzağa doğru götürüyor. Niye uzağa götürüyor? Şundan dolayı; birlikte davranmak için birlikte davranma refleksi, kolektif davranma refleksi kültürünün gelişmesi lazım. Dayanışma kültürünün ve toplumsal bilincin gelişmesi zorunlu. Halbuki, serbest piyasa, meta ekonomisi yaygınlaştıkça beraber kendi tüketim normlarını da getiriyor, kendine uygun öznellikler yaratmaya başlıyor. İlk bölümde örnek vermiştim gecikmiş taleple ilgili olarak; şimdi Latin Amerika, Hindistan ve Çin’de ve Türkiye’de köylerde insanlar televizyonları seyrediyorlar, bir sürü malla tanışıyorlar ve bu malları istiyorlar. Çok haklılar, birileri kullanıyor, ben de kullanmak istiyorum diye bir kısmı kalkıp o ekonomik koşulların olduğu yerlere doğru yollara düşüyor. Bunların bir kısmı ise, iyi bir politikacı çıkıyor ve diyor ki “ben bu malları sana sağlarım, çağ atlayacağız” diyor ve hepsi ona oy vermeye başlıyorlar. Gelen politikacı da açıyor kapıları, yığıyor malları içeri. Yani tabiri caizse bir taraftan ihtiyaçlar yaratıyor sistem, bunları karşılamaya gelince insanların eline içine 5 mermi konulmuş bir tabanca verip piyasaya gönderiyor. Rus ruleti oynatıyor. Herkes mutlaka kendini vuruyor, başka bir çare de yok. Kastettiğim şu; bu sürece giren bireyin özelliği de değişmeye başlıyor, bu süreci destekleyen, kafası öyle 27 çalışan bir birey haline geliyor. Köyden gelmiş eski dayanışmacı ya da ne bileyim bir dönem yaşanmış popülist dayanışmacı öznellikler parçalanıyor, onun yerine metalara yönelik, ama daha önemlisi anında tatmin edilebilecek arzulara yönelik bir refleks geliştirmeye başlıyor. Zaten biliyorsunuz bunların neler olduğunu. Bunların birincisi mal satın almaktır, ikincisi seks yapmaktır, üçüncüsü uyuşturucu madde kullanmaktır. Gerçekten bu üçü anında tatmin eder ihtiyaçları. Yani bu üç ihtiyaç anında tatmin edilebilir ve bu üçünde de olağanüstü bir patlama ve yayılma olduğundan -herkes seks yapmıyor, yani böyle bir heyecan içinde değil medeniyet, aksine bu kışkırtılıyor, ama bu olasılık da ona sunulmuyor aslında. Burada başka bir dinamik daha çalışıyor, seks satılıyor, ama sekse ulaşmak mümkün değil bir taraftan da; böyle bir topluluk, insan türü içinde yaşamaya başlıyoruz. Bu insan türünün üzerine ne geliyor? Piyasa popülizmi gelip oturuyor, dinamik popülizm yani dayanışmacı halkçılık ise kötü bir şey olarak sürekli mahkum edilmeye başlanıyor, dolayısıyla da işin içinde çıkılmaz bir noktaya gelinmeye başlıyor. Üç trendi söyleyip bağlayıp bitireceğim. Birincisi, gittikçe keskinleşen jeopolitik ilişkiler. Önce şunu bir daha vurgulayayım: Önümüzde küresel çapta müdahale edilmesi gereken ve kolektif bir davranışla çözülebilecek sorunlar varken öznel yaklaşımlarla uygarlık olarak uzaklaşıyoruz bundan. Gittikçe keskinleşen jeopolitik çelişkiler uluslar arasındaki güvenlik ve işbirliği olasılıklarını eritiyor; kuşkucu, düşmanca, şoven, milliyetçi militarizmi azdırıyor, burada ulusal işbirliği mümkün gözükmüyor. İkincisi, ekolojik sistem gittikçe bozuluyor, kaynak savaşları, yani kaynaklar üzerinde savaşlar, çatışmalar artıyor ve beraberinde bir göçmenlik dalgası yaratıyor. Göçmenlik dalgası da gidiyor doğal olarak daha varsıl ülkelerin sınırlarına, kıyılarına çarpıyor ve oradaki ülkeler birden bire bu dış nüfusla karşılaşınca bir müddet sonra ırkçılık, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik gelişiyor. Bunlar bir kere geliştiği zaman da bunları başka türlü militarist operasyonlara kanalize etmek mümkün oluyor. Üçüncüsünü söyledim, bireysel olarak sübjektivitelerimiz gelişiyor. Ortak çıkara, genel türün ihtiyaçlarına odaklanmak yerine anında satın alınabilecek arzulara yönelmek üzere kurgulanıyoruz. Dolayısıyla iki evrim birden çıkıyor karşımıza. Bir tarafta, uyuşturucu madde, seks ve alışverişe odaklanmış bir insan türü var, öbür tarafta da bir başka insan türü yani tüketemeyen insanlar var. Bu süreç içinde insan giderek yerinin boş olduğunu fark ediyor, bunun yerine koyacak bir şey aramaya başlıyor, bir anlam arıyor bunun yerine. Toplumsal anlam şu anda ortalıkta bulunmadığı için bu sefer ilahi anlamlar önem kazanmaya başlıyor ve son derece haklı olarak insanlar oraya doğru 28 yönelmeye başlıyor. Buraya doğru yöneldiğiniz zaman da bu sefer de cennetin yeri değişmeye başlıyor, cennet başka bir dünyadaki, öte dünyadaki bir cennet haline geliyor ve dünya çile çekilecek bir yer haline dönüşüyor. Halbuki modernitenin bize getirdiği cennet burada, biz kurabiliriz. Dolayısıyla hep birlikte çalışalım ve yapalım. Bu sefer abartmıyorum bunu Müslümanlardan değil, Amerikalılardan örnek vermek istiyorum: Bir kopuş teorisi var, bunun filmleri v.s. de gösteriliyor, kitapları, sergileri var. Filmde çocuk sabahleyin kalkıyor boşluk var etrafında birtakım insanlar yok olmuş. Kopuş olmuş, yani Tanrı gelmiş ve Tanrının iradesi bazı insanları kaldırmış ve cennete götürmüş, yerine günahkarlar kalmış sadece, onların da başlarına belli ki bir şey gelecek. Mahalleye çıkıyor birtakım insanlar yok. Bu çok yaygın olarak bugün Bush Hükümetini destekleyen kalabalığın içinde çok yaygın, yani internette rastgele ararsanız karşınıza çıkan sayfa sayısı gözünüzü döndürür. Ama haklı insanlar, umut olmadığı zaman mutlaka bir umut ve anlamla yaşamak durumundayız. Mal ise bize anlam ve umut vermiyor, seks de bunu vermiyor. Uyuşturucuysa hayatı tüketip bitiriyor. Dolayısıyla ya toplumsal bir mücadele -geçmişte olduğu gibi- bize anlam verecek ya da ister istemez metafizik. Çünkü bizi aşan iki tane şey var: Birincisi, toplumsal ve tarihsel amaçlar var bizi aşan, ikincisi metafizik dünyalar var bizi aşan; bir üçüncüsü yok. İkisinden birini tercih etmek durumundayız. Ya bununla ilişkili olarak dinle ilişkilendirip paçayı kurtaracağız ya da toplumsal hedeflere yönelip insanlığımızı kurtarmaya çalışacağız. Birincisinde gezegeni kaybetmek gibi bir durum söz konusu olabilir. İkincisinde şansımız olabilir, ama ne yazık ki dediğim gibi ikincisini de kavramak için zaman çok hızla geçiyor ve galiba tren de kaçmak üzere. Kötümser bir konuşma oldu, ama ben de böyle düşünüyorum. Sorularınızı alalım; buyurun. SORU- Yani hiç umut yok mu? ERGİN YILDIZOĞLU- Bunu bana sordukları zaman Kafka’nın bir lafı aklıma geliyor: “Umut var, ama bir sürü şeye” Yani umut var mutlaka, bunu düşünüyorum, umut olmak zorunda da, öbür taraftan da beni çok korkutan kapitalizmin yarattığı kültürel dinamiğin hem ekolojik, hem jeopolitik, hem siyasi dinamikleriyle çok fena kilitlenmeye başlaması , ama en büyük tehlike açıkçası bakın ne emperyalizm, ne kapitalizm, en büyük tehlike bence ekolojik kriz ve kapitalizm bunu derinleştiriyor. Yaşattığı, ürettiği öznelliklerle bu sorunun çözülmesine olanak sağlamayan bir insan türü ortaya çıkarıyor. Bir bilim adamının şöyle bir saptaması vardı; evrim teorisinde şöyle bir şey olduğunu söylüyor -ben onun yalancısıyım- “Her tür, kendi evrimsel sürecinin yumuşak karnına denk düşen bir çelişkiyle karşılaştığı zaman gerilemeye başlıyor ve yok oluyor. İnsanlığın da yumuşak karnı ortak davranma 29 zorluğudur. İnsan türü bir taraftan beraber yaşıyor ancak hep kısa vadeli yaşamaya alışmış bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Uzun vadeli hedeflere yönelik kitlesel davranmak için bilinç sıçraması göstermiyor. Bunu yapamadığı zamanlarda başı belaya giriyor. Dolayısıyla bu onun yumuşak karnıdır. Tabii insan diğer türlerden farklı, insanın aklı var, dolayısıyla karşılıklı konuşma, iletişim kurma şansı var. İnsanların ilk derslerinden birisi; maymunların kıskançlıktan vazgeçmesi olmuş, bir arada yaşamayı becerebilmeleri için. Yani bir sürüde bir erkek yerine bir sürü erkek, bir kadınla bir arada yaşamayı becermişler ve dolayısıyla o yumuşak karna denk düşen kısmı aşmış esasında geçmişte. Fakat uzun zamanlar gerekmiş bunu aşabilmesi için. Şimdi zaman çok sıkışmış durumda. 50 sene sonra durumun geri dönülemez noktalara geleceğini biliyoruz, üstelik son 10 senedeki ekoloji değişiklikler çarpıcı hale gelmeye başladı. Bu arada geçmişte az çok sosyalizm, solculuk, popülizm, halkçılık gibi şeyler vardı. Görüyorsunuz bunları son zamanlarda dünyada pek alıp satan yok. SORU- Ama bir taraftan olup bitenler de orayı anımsatıyor o yöne doğru götürüyor. Dünyanın bu durumu bir bütün olarak böyle bir durum içinde olması mesela komünizmi anımsatıyor mu? ERGİN YILDIZOĞLU- Mantıksal olarak hatırlatıyor. Ama mantıksal gerekliliklerle fiziki gereklilikler her zaman birbiriyle örtüşmeyebilir. Hani malum barbarlıkla sosyalizm ayrımı yapılır ya Alman ideolojisinde. Bu manzaraya baktığın zaman bir süre önce sanki böyle dönmüş de barbarlığa gidiyormuş gibi gözüküyor. Ayrıca metafiziğe saplanmamakta fayda var. Yani her uygarlık ilelebet yaşayacak diye bir kural yok evrende. Belki de insanlık da yok olacak ben bilemem, aklını başına devşirip de toparlamazsa kendini. SORU- Aslında bugün dünyaya baktığımızda her yerde kapitalist ilişkiler hakim ve kapitalizm egemen sistem durumda. Daha önce sadece Avrupa’da ve başka yerlerde vardı. Bu da bizlere Marx’ ın ‘’dünya komünizme gidiyor’’ lafını hatırlatıyor. Bugün dünya üzerinde böyle bir kurgunun, böyle bir düşüncenin ortaya çıkması boşuna değilmiş gibi bir sonuç ortaya çıkarmıyor mu? ERGİN YILDIZOĞLU- Boşuna lafını kullanırsak metafizik bir durum olur. Şöyle bir durum var karşımızda şu sorun duruyor; Önümüzdeki 30-40 yıl içinde bu durumdan vazife çıkacak mı, yoksa çıkmayacak mı? Durumdan vazife çıkarsa bir şans var, durumdan vazife çıkmazsa ilkel komünizme dönülecek. Medeniyet böyle bir durumla karşı karşıya kalacak. 30 Bir de şöyle bir olgu var, basına da yansıdı. Pentagon’unun iklim çöküşüyle ilgili hazırladığı bir raporu var. O rapor çok hassas bir noktaya değiniyor. Nasıl çözüleceğine, neler olacağına ilişkin söylediklerine ayrıca değiniriz, ama çok doğru bir şey söylüyor. İklim dinamik bir sistem, şu andaki gidiş devam ederse, 100 yıl sonuna kadar ısının altı derece kadar artacağını hesap ediyoruz, ama dinamik sistem olduğu için dinamik sistemde bir dönüşmeye başlar ve bizim 100 yılda olmasını beklediğimiz gelişmeler 10 yıl içinde gerçekleşebilir. Pentagon bunun hesabını yapıyor. “Başladığı an biz ne yapacağız?” diye karar veriyor. Korkutucu olan iki şey; birincisi küresel ısınmayı engellemek gibi bir önermesi yok zaten raporun, ikincisi de bu kadar silahla gider ne var ne yok el koyarız diyor. Buna göre kendini ayarlamaya başlıyor. Şimdi bir de düşünün ki, böyle büyük bir güç tam böyle bir ortamda vurmaya başladı, işte Armegedon dedikleri böyle bir şey olacak yani. SORU- Engellenemez mi? ERGİN YILDIZOĞLU- Engellenemez değil, engellenir. Ona karşı başkası savaşacak, bir de bunun küresel çapta milletin birbiriyle savaşması gibi bir olgu çıkar Savaşla ilgili bütün yaptığımız konuşmaları savaşların olmadığını varsayarak düşünüyoruz, ama şimdi savaş var ve hep devrimden önce ve büyük bir sıçramayla sonrası dönemler düşünülerek konuşuluyor. Arada ne kadar süreceği belli olmayan bir dönem var. Savaşlar ve devrimler olduğu sürece kıyamet kopuyor. Kıyametin koptuğu ortam, yani Moskova ve Petersburg’ ta koptuğu zaman sorun değil, ama bir anda bütün her yerde birden kıyametin kopmaya başladığını düşün ve diğer taraftan da bir imparatorluğun bunları vurmaya kalktığını düşünün, diğer taraftan ekolojik sistemin durumu ortada. O zaman oyun teorisini yeniden kurmak gerekiyor. Böyle düzenli bir şekilde gidersek, 6 derece artmadan önce bu yasayı çıkarırız, bu anlaşmayı yaparız, bu koordinasyonu yaparız şöyle bir iş değişikliği olur, engelleriz gibi düşünmek varken bambaşka bir manzara karşısında durup peki şimdi ne yapacağız gibi apayrı bir durum ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bir şeyi ifade etmek, bir anlamda bir tavır almaktır aynı zamanda. Bu durum böyle oluyor, haberiniz var mı batıyor gibi düşünmeye başlamak belki bir olasılıktır. SORU- Umut olamaz mı? İnsanlık tarihinde burjuva egemenliğinden sonra ulaşılabilecek farklı sistemler yok mu? Yani onu düşünüyorum. O kadar da aymazlık olmaz herhalde? ERGİN YILDIZOĞLU- Solomon Adaları örneği çok çarpıcı bir örnektir. Gerçekten ağaçları da kesip yemişler ve adadan kaçmaya sıra geldiğinde kayık yapacak ağaç bulamamışlar. SORU- Ama onlar çok ilkel uygarlık değil mi? 31 ERGİN YILDIZOĞLU- Ümit vardır derken, ümit var, ama şu anda gözükmüyor açıkçası, ama bu, bu ana ait bir şey. Biraz sonraki anda başka bir şey olabilir. Ben şimdi bu anı konuşuyorum. Bunu derste konuşuyorum, bizim çocuklardan biri “geçmişte yaptığı gibi teknoloji bu sorunları çözer” demesi gibi. Başımıza ne geldiyse bu teknolojiden geldi. SORU- Umut var demek, meseleye el koymak demek anlamına da geliyor bir taraftan. Sadece bu veriler değil. ERGİN YILDIZOĞLU- Belki şöyle demek daha doğru olur: Turgut Uyar’ın şöyle bir sözü var: “Umutsuz adamdan çıkar ne çıkarsa.” Belki de umut yok ve bir şey yapmak demek gerekiyor. Yani böyle umut yoktur diye bitmiyor. Umut var dediğin zaman bu şekilde çözülür demen de gerekir, ama şu anda herhangi bir yerde herhangi bir çözüm yok. Gerçekten çözüm ya da yapılacak bir şey yok. İnsanlar kendi saatlerini kendileri yaparlar dediğim numara bu, bir şey yapacak ve kendini kurtaracaklar ya da hep beraber yok olacağız bu gezenin üstünde. Buradaki en önemli noktada bence şu, biz bu bulunduğumuz noktaya tesadüfen gelmedik. Biz bu noktaya kapitalist üretim tarzının son 2030 yıldaki hızlanmasıyla geldik. Zaten endüstri devriminden 1960’lara kadar ısı 1,5 derece artmış, endüstri devriminin başlamasıyla. Zaten dünya o tarafa doğru gidiyormuş, ama son hızlanmada üstelik bu bize öyle bir allanıp ballanıp satıldı ki bu “küreselleşiyoruz, her tarafta her şey tüketiliyor, her yere ulaştık, medeniyet” ıvır zıvır diye tam afyonlanmış bir vaziyette çağ atladık derken manzara şuna benziyor: Şirkette genel müdürün gelişinin birinci yılında toplantı yapılmış. Yeni yetmelerden bir tanesi kendini yarandırmak için “şirketimiz uçurumun kenarındaydı genel müdürümüz geldiğinde ve genel müdürümüz ileriye doğru muazzam bir adım attı” diye bir konuşma yapmış. Küreselleşme böyle bir şey. İleri doğru bir adım atıyoruz medeniyet içinde, ama tabii uçurumun kenarına geldikten sonra. SORU- Hidrojen çağı konusunda bilginiz var mı? Özellikle Uzakdoğu ülkelerinde araştırmalar var. Bu kapitalist ülkeler, süper ülkeler ekosistem konusunda bir çözüm düşünüyorlar mı? Hidrojen daha temiz bir yakıt. ERGİN YILDIZOĞLU- Bu konuda çalışmalar yapılıyor. Biz hidrojen sistemine geçersek eğer, arabalardan çıkan pislikten kurtuluruz, ama araba denilen meretten kurtulmadığımız müddetçe başımızda ciddi bir sorun vardır. Bu arabada metal kullanılır, cam kullanılır, plastik kullanılır. Yani araba başlı başına bir sorun. Bu uygarlığın önemli sorunlarından biridir. Bir kişilik mekan yaratıyor ve bu mekan yolda gittiği müddetçe bir kişiden çok daha büyük bir alanı kilitleyerek gidiyor. Eğer araba üzerinden çözüm üreteceklerse çözüm yok aslında. Yine netice itibariyle aynı pislikle karşı karşıyayız. Çünkü metal kullanılacak, lastik kullanılacak ve bunlar ayrıca eskisini ne yapacaklar? Şöyle 32 olabilir büyük ihtimalle, matbaa sektöründe olduğu gibi eskiyenleri buraya gönderip kendileri daha yeni modeli kullanabilirler. Gerçi olmaz tabii artık, şimdi hemen satılıyor. Sevmediğim için tipleri öyle geldi aklıma. Çok pahalı bir kere. Şu andaki çok pahalı, ama bu önemli tabii. Bu tip teknolojilerin gelişmesinde fayda var, ama olay bir yaşam tarzı olayıdır. SALONDAN- 100 yıl sonra nasıl olsa petrol de bitecek. ERGİN YILDIZOĞLU- Ama gazın bitmesi yok, yani gaz sürüyor, daha az kirleten bir şey, sadece petrol değil, kereste bitiyor, su bitiyor. Bir de kapalı devre sistemi var, ısı belli bir yere gelince -bölgelere göre 1 -1,5 derecebataklıklardaki metan gazını serbest bırakmaya başlıyor. Bataklıklardaki metan gazını serbest bırakmaya başlamasıyla beraber bir lup oluşmaya başlıyor orada. Çıkan metan gazı daha çok ısıtıyor, çıktıkça daha çok çıkıyor ve buradan çıkış mümkün değil. O yüzden her noktada ucu ucuna aslında her şey. 25 ekosistemden 15’i çöktü demek çok korkutucu bir şeydir aslında. SORU- Hidrojen gazına yönelik arayışlar petrolde yaşanan krizle ilgili. Yoksa bence burjuvazi en azından şunu düzeltelim de şu dünya daha iyi olsun diye düşünmüyor. ERGİN YILDIZOĞLU- Burjuvaların da kabahati değil bu, sermayenin mantığı böyledir. Sermayenin üstüne bindiyseniz, bu atın yiyeceği bir yem var, onu vermek zorundasınız, ya da gitmeyecektir. Çok iyi bir insan olabilirsiniz, ama kar yapmak zorundasınız. Başka çaresi yok bu işin. Yani kâr neredeyse o da oradadır. SORU- Ben bir dergide okumuştum. Son 15 yıldır bilgisayar teknolojisindeki gelişme eğer otomobil sektöründe olsaydı, şu anda 1 damla benzinle 1 000 km giden otomobillerin yapılması mümkündü. Tüketim o kadar almış ki içine, ticari kazançları sağlayacak şekilde sürekli azar azar teknoloji verilerek piyasaya sürülüyor. Bunu kökten çözelim ve bunu kurtaralım tarzında bir şey değil de kazanç ön planda olduğu için karını alıp daha sonra yeni teknolojiyi piyasaya sürmek var. Bunun en ilginç tarafı da bulunduğumuz coğrafyayı etkileyen bir şey, bu yakıt bizim bulunduğumuz çevreden çıkıyor, ama üretim Avrupa, Amerika ve Japonya’da. Yani coğrafi olarak da etkilendiğimiz bir bölge. Bu Ortadoğu Projesi’nin arkasındaki fikir mimarı kim, ya da kaç yıldır böyle bir proje gündemde var? Yoksa Yahudilerin kutsal topraklarla ilgili bir projesiyle ilgisi var mı, yok mu? Bu konuyu biraz açar mısınız? ERGİN YILDIZOĞLU- Büyük Ortadoğu projesi daha öne İngiliz emperyalizmi döneminde Yakındoğu Projesi olarak vardı, yani Yakındoğu’ydu buranın ismi ve Yakındoğu projesi ve Yakındoğu sorunu olarak 33 değerlendiriliyordu. Churchil’ in bu bölgenin denetimini almak girişimleri, daha önce Arabistanlı Lawrence’ in buradaki macera filmleri var. Yani bunu devraldı öbürü. Çünkü burası dediğim jeopolitik anlamda çok önemli bir bölge. Petrol olmasa bile burada yine jeopolitik olarak çok önemlidir. Bir de petrol çıktı. Hatta petrol diye bakmamak lazım, çünkü petrol gözü karartıyor, yanıltıyor. Sorun petrolden değil, sorun var olan uygarlığın örgütlenme tarzından. Var olan uygarlık bu yakıtı kullanmak üzere örgütlendiği için petrol sorun oluyor. Eğer var olan uygarlık enerji olarak su kullansaydı su bela olacaktı, su üzerinde bu kavgayı sürdürüyor olacaktık. Petrol sorunu denilince sanki bu petrolün metafizik bir özelliği varmış gibi oluyor. Petrolden kaynaklanmıyor bu kapitalist uygarlık ve bunun en yaygın ve derin olduğu yer olan Amerika’ya baktığınız zaman da en büyük petrol tüketiminin orada yapıldığını görüyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi’ni araştırdım, tarttım, ilk önce 1997’de Amerikan Harp Akademileri Dergisinde rastladım, ama daha öncesinde başka isimlerde vardır mutlaka, ama aynen böyle tarif ediyordu. Jeopolitik önemi, petrol kaynakları ve yolları üzerinde önemi üzerinden tarif ediyordu, ama bir proje lafı geçmiyordu. Büyük Ortadoğu diye bir bölüm var o Yıllık Strateji Raporunda. Bütün dünyanın bütün bölgelerini anlatırken bunu ayrı bir bölüm olarak ayırmış ve burada anlatıyor, şurası böyledir, burası böyledir diye. Amerika’nın gerçekten çok ciddi bir enerji krizi var. 2000 yılında Bush gelmeden önce, CPR diye bir kuruluş vardır Amerika’nın en önemli dış politika timsahlarından bir tanesidir. Bu kuruluş Baker Ensititüsü ile beraber ki bu da eski Reagen’ ın politikacılarından- bir enerji raporu yayınladılar ve zaten Cheney’ in de enerji şirketlerinin yöneticileriyle yaptığı toplantı sonucunda hazırladığı rapor da ona çok benziyor. Neoliberalizm ve küreselleşmenin sonunun geldiğine dair çok önemli bir saptama var raporun içinde. Böyle açıkça söylemiyor tabii. İki noktasına değinmek istiyorum. Raporda “enerji çok özel bir maldır’’ diyor. Herhangi bir mal gibi alınıp satılamaz. Enerji sosyal ve stratejik özellikleri olan bir maldır. Bu anlamda enerji serbest bırakıldığı takdirde ekonomik ve siyasi riskler yaratmaya başlar ve nitekim de yaratmıştır. Bütün 90’lar boyunca enerji piyasaları serbest bırakıldı, şirketler doğrudan kara kilitlenmiş oldukları için var olan kapasiteleri kullanmayı tercih ettiler, yeni kapasite kurulumuna gitmediler diye ekliyor. Kurulu kapasite eskidi, şu anda 1990’ların sonuna geldiğimiz noktada büyük bir kapasite yetersizliği var. Devletin buraya girmesi ve bu kapasiteyi inşa etmesi gerekir. Çünkü petrol alanında kapasiteyi inşa ettiğiniz zaman 10 milyarlardan bahsediyorsunuz ve bir şirket bunu üstlenmek istemiyor. Bu malın serbest piyasaya uymadığına ilişkin bir saptama var ve devletin rolüne değiniliyor. 34 İkincisi, fazla kapasite üretilecek de, kapasite kurulması gereken en optimal yerlere baktığınızda Ortadoğu Bölgesi karşımıza çıkıyor. Ortadoğu Bölgesi istikrarsız bir bölge, yani Amerika’yla halkının dost olmadığı bir bölge. Dolayısıyla bize gittikçe düşman olan bir bölgeden petrolü tedarik etmek durumundayız, buna bir çare bulmak gerekir diyor. Bu ikisi ondan sonraki yönelimi de belirtmiş oluyor. Ama şöyle haksızlık etmemek lazım, yani bütün faturayı Bush’a çıkarmayalım, bu konuda ilk önemli adımlar Clinton döneminde atıldı, askeri örgütlenme değişiklikleri yapıldı. Projenin başı da Carter, yani bir başka demokrat devlet başkanıdır. Bush ve ekibini suçlamak kolay geliyor, yeni muhafazakar yamyamlar geldi, bu işi bilmem ne yapıyorlar filan diye. Öbürleri zaten başlamışlar, bu işin için gerekli adımları atmaya. Yani Büyük Ortadoğu Projesi’ne İsrail şuradan giriyor, o bölgede Amerika’nın yüzde yüz ittifak olarak gördüğü tek güvendiği yer. İsrail’in de kendi bölgesinde Büyük İsrail Projesi diye bir projesi var. İsrail’i genişletmek değil de kendi bölgesinde büyük devletlerin İsrail ile rekabet edemeyecek bir duruma düşürülmesi, indirgenmesi şeklinde ifade edilebilir. Irak’ın parçalanması, Suriye’nin zayıflatılması, İran’ın bilmem ne olması gibi. Bu ikisi birbiriyle örtüştü ve zaten yeni muhafazakarlar denilen ekipte bir kısmı “New American Security” den gelen, bir kısmı da jirkalar yani, İsrail stratejik örgütü, bir de Amerikalıların 1998’de kurulmuş strateji örgütü var, ikisinin de yöneticilerine bakıyorsunuz üç aşağı beş yukarı aynı kişiler. Dolayısıyla orada Amerikan ve İsrail sanayi, askeri kompleksleri örtüşmüşler orada. Bunu bir Yahudi sorunu gibi görmemek lazım. Bu iki ülkedeki çok özel iki egemen sınıf fraksiyonunun çakışmasıyla ilgili bir olaydır. Buradan antisemetik bir yere doğru gitmemek gerekiyor; doğru değil, çünkü İsrail’de bu projeye karşı çıkan ve mücadele eden oldukça yaygın bir kamuoyu da var üstelik. SORU- Türkiye neresinde bu projenin? ERGİN YILDIZOĞLU- Tayyip Bey Başbakan olduktan biraz sonra Amerika’da bir konuşma yaptı. Internet’te var, onu tavsiye ederim. İngilizceniz yoksa bile resimlerini, videosunu görmenizde yarar var. Çünkü Richard Tower’ ın kolları altında geldi masaya. Richard Tower getirdi, ondan sonra “sizin memleketiniz ne siyasetçiler yaratıyor. Siz yaratın gönderin, ben her zaman toplantıya başkanlık ederim” filan diye bir de onu pohpohladı. Ondan sonra bizimki “Derin Demokrasi” diye bir konuşma yaptı. Derin demokrasi kısmı önemli değil, çünkü saçma sapan normal liberal demokrasiyi anlattı aslında. Anlaşılan İslam olunca derin oluyor demokrasinin o kısmı. Ama ikinci kısmı çok hoştu. Çünkü Amerikalılara tereciye tere satar gibi Büyük Ortadoğu Projesi’ni anlattı, sanki kendi projesiymiş gibi, öneriyormuş gibi, “böyle yapmak gerekir burada” diye anlattı. Yani biz bunu düşündük aslında demeye 35 getiriyor. Buna karşılık da “ben bu göreve hazırım” demeye getiriyor, konuşmanın özü bu. SALONDAN- İsrail kadar olmak demektir yani? ERGİN YILDIZOĞLU- Partinin tümü bu işe ne kadar yatıyor bilmiyorum. Ben birkaç kere de yazdım, bunun Müslümanlıkla bir alakası yok. Yani ılımlı İslam olmaz, azıcık hamile kalınmaz. Din inançla ilgili bir şeydir, bir şeye azıcık inanılmaz, bir şeye ya inanılır, ya inanılmaz. Eğer inandığınız bir şeyin içine akıl karıştırıp ılımlandırıyorsanız zaten gitti o, yani başka bir şey oldu orada. Bunlar o yüzden inançlı kısma bence girmiyorlar. Belki oportünist olarak düşünüyorlar, bunlar ikbal peşinde bir ekip gibi geliyor bana. Yani İslam kısmını unutup da bakarsak eğer, normal burjuva siyasetçi nasıl çalışır diye, çok olağan çalışıyorlar. SALONDAN- Çok daha entegre çalışıyorlar. ERGİN YILDIZOĞLU- Burada entegre kısmı ayrı, doğrudur çok entegre olmuş olabilirler. önerdikleri kısaca; bize bir görev verin, ama biz de bu görevden nemalanalım. Türkiye ekonomisinin bir çıkmazı var, kaynak yaratamıyor. Borçla gidiyor sürekli. Bir ihtimal, bu memleketi yöneten sınıfları içinde birileri bir nevi çevre ülkelerden otlanmayı düşünüyor olabilir. Aç tavuk kendini buğday ambarında sanır hesabı, Irak’tan biraz kapatsak, oradan biraz şunu kapatsak, buradan bunu kapatsak gibi. Çünkü böyle anlatıldı, “Ortadoğu yeniden düzenlenecek biz de gidelim”. Ondan sonra Nichalos Bird Münih Güvenlik Konferansında konuşma yapıyor,yeniden düzenlenecek istikrasız ülkeleri sayarken bir bakıyoruz Türkiye’nin de adı geçiyor. Şimdi bir dakika, masada mı oturuyoruz, menüde mi oturuyoruz? Durumumuz da belli değil. Dolayısıyla bunu istiyorlar, ama giderek galiba birtakım yönetici kesimin yani eski tabiriyle oligarşinin içinde bir kesim bu işten huzursuz olmaya başladı. Galiba bu gidişle Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacak diye bir korku hissediliyor. Hani işte böyle bir TÜSİAD’ ın birden bire arada sırada laiklik hareketlerinde bulunması , satarız satmayız mallarımızı gibi delikanlı hareketler yapmaları… Bir de MÜSİAD’ la beraber yükselmekte olan bir başka sınıf fraksiyonu var, o da tabii daha önceki yerleşik olanları rahatsız ediyor. Burada bir karışıklık var, ama eğer Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi’ne Başbakanımızın ifade ettiği çapta girerse yanmışız yani. Mesela, eğer Irak’a girselerdi de Kerkük’e bilmem nereye kadar gitselerdi, çok felaket olurdu durum. Orduyu oraya kadar götürmek bir şeydir, orada bakmak ayrı bir şeydir, onu orada savaştırmak da bambaşka bir şeydir. Sonra gerektiğinde geri getirmek ayrı bir sorundur da. Bunların üçünün de kaynağı yok bu ülkede. Yani musluk burada, birinin elinde musluk var. Siz petrolünüzü 36 de bundan alarak savaşmaya gideceksiniz. Askeri malzemenizi, enerjinizi, yedek parçanızı, her şeyinizi birisi verecek size. Ondan sonra sizi oraya götürür gömerler, istedikleri gibi de oynarlar. Hani vardı ya Arjantin’de General Galtieri olacaklardı. Şansları yaver gitti ve oraya gitmek zorunda kalmadılar. Yoksa başka bir dünyada yaşıyor olacaktık şimdi. Ayrıca orada oyun iki defa değişti. Birincisi, ilk anda açılsaydı -kimse Kürtlere sormuyordu zaten ne oluyor diye- bunlar giriyorlardı içeri. Ama bizimkiler giremeyince Kürtlerin tüm jeopolitik durumu orada yeniden şekillenmeye başladı ve söz sahibi oldular. Onlar da haklı olarak istemiyorlar, “ne işi var bu askerin burada şimdi? Benimle beraber olacak çünkü gelip oturduğu zaman” diyor. Tahmin ediyorum sadece Kürtler değil, bölgedeki diğer ülkelerin de huzursuz olacağını düşünmüş olabilirler. SALONDAN- Daha da önemlisi, oraya gitmek isteyenlerin dışında, iradesinin dışında bir irade göstermeleri mümkün değildir diye düşünüyorum. ERGİN YILDIZOĞLU- Yani gitmek istiyorlardı, onlar da gelsin diye istiyorlardı zaten, ona bir itirazım yok. Gelsin istiyorlardı, ama şöyle bir sorun var; Eğer oraya soksalardı, galiba kolordu filan götüreceklerdi, çok enteresan bir stratejik problem oluşacaktı. Kürtlerin ortasında büyük bir askeri güç. Bu bölgede sadece Amerikalılar yok ki, bu bölgede görünmeyen olarak Ruslar var, görünmeyen olarak Fransızlar var, görünmeyen olarak Almanlar var; herkes karıştırıyor bölgeyi. Orası bir kibrit çakılması kolay bir yere de dönüşecek. Bütün bunları kollamak zorunda. İtalyanlar karıştırıyor. Geçenlerde Amerikalılar direnişçilerin yoğun olduğu bir bölgede operasyon yaptı, direnişçilerin bir kısmını bir yerde kıstırmışlardı. Orada iki yerde fena halde pusuya düştüler. O pusunun hikâyesini belki de okudunuz bilmiyorum. Evin betonunun altına yatmış gerillalar ve ellerinde öyle bir mermi var ki, betonun üstüne de Amerikan askeri geliyor, betonun altından ateş ediyor ve imha ediyor yukarıdakini. Bu mermiler var, biliyoruz, ama bunlar çok yeni mermiler, yani Irak Ordusundan kalmış mermiler olamaz bunlar. İki defa patlayan mermiler bunlar ve Amerikalılar neye uğradıklarını şaşırmışlar, çünkü o mermi onlarda yok. Adam dışarıdan ateş ediyor mermisi duvardan içeri girmiyor. Öbürü evin içinden, duvarın içinden ateş ediyor, duvarı delip dışarıdaki herifi vuruyor. Amerikan askeri duvarın arkasına saklanmış, elindeki tüfekle onu duvarın arkasından vuruyor.New York Times’ de kocaman hikayesi vardır, Amerikan askeri diyor ki “bizim mermiler hiçbir işe yaramadı, adamlar delik deşik ettiler ortalığı. Sağdan soldan ateş edildiğini gördük de, yerin altından mermi çıktığını görmemiştik.” 37 Bir taraftan da bu silahlar nerden geliyor buraya? Yani karışık işler. Dolayısıyla büyük bir macera olurdu herhalde bizi oraya götürselerdi. Diğer kesimin şöyle bir problemi var: Dolar onlar için çok önemli, bütün Amerikan sistemi için Dolar önemli. Amerikan Dolarının rezerv para olarak kalmaya devam etmesi gerekiyor. Doların rezerv para olarak kalmaya devam etmesinin bugün tek olasılığı var, arkasındaki sopa sağlam olursa, yoksa kalmayacak. Eğer Amerika askeriyle, jeopolitik gücü korkutmasa bence Çin elindeki rezervlerle çoktan teslim almıştı Amerika’yı. Uzakdoğu bugün Amerika’nın Dolarını ve borsasını sadece dedikoduyla çökertebilir. Geçtiğimiz aylarda da oldu. Kore Merkez Bankası elindeki dolar rezervlerinden biraz değiştirecekmiş dedikodusu çıktı, paldır kültür gitti ortalık. Sonradan öyle bir şey yok, yalan, “nerden çıktı” denildi. Dolayısıyla Amerikan burjuva sınıfı içinde bir çatışma var. Özellikle kamu diplomasisi dedikleri alanda, dünyaya kendimizi nasıl tanıtacağız? Yanlış tanıtıyoruz, olmuyor bu iş gibi yürütülen bir tartışma var, ama öbür taraftan da dünyada sürdürebilecekleri ikna edici bir jeopolitik strateji henüz yok ortada, muhafazakarlarınkinden başka. Brezinsky’ nin yaklaşımları var, ama en kritik noktalarda bakıyorsunuz dönüp destekliyor. Irak olayında destekledi, Afganistan olayında destekledi. Avrupa’yla beraber yapmak gerekir’i anlatıyor başka bir şey anlatmıyor. Aralarında bir gerginlik olsa bile yani şöyle bakılabilir bu işe; sermaye sadece ekonomik bir ilişki değil, aynı zamanda bir güç ilişkisi. Şu andaki askeri sınai kompleks hem ekonomik gücü hem de siyasi gücü birleştiriyor, anladığım kadarıyla kadrolarıyla, kontrol ettiği yerlerle, iki sene üst üste kazanmasıyla birleştirmeyi başardı. Bunun karşısında direnmek için belli bir örgütlenme gerekiyor, yine burjuva içinde ve muhalefet olması gerekir. Hiç unutmayalım, birinci seçimlerde demokratlar gerçekten isteselerdi Bush’un seçilmesini engellerlerdi. Çünkü Kongreye yeniden sayım yapılması doğrultusunda verilen önergeyi Meclisteki demokratlar imzaladılar, Al Gore da dahil Kongreden bir tane demokrat imzalamadı. Çünkü mekanizma şöyle çalışıyor: Kongredeki tüm demokratlar imzalasa bile, hatta bütün Kongre üyeleri imzalasalar bile, Kongreden birisi imzalamamışsa eğer, bir tane bile imza yoksa o geçmiyor; önerge halinde birleşik oturumda okunmuyor. Bunu yaptırmadılar, Al Gore Başkan adayıydı ve altını imzalamadı; çok açık yani. Dolayısıyla o işin ucu oradan bağlanmış belli ki, bir kutsal ittifakla bağlanmış, şimdilik üzerinde anlaşılmış bir yanı var. Doğru bir tespit, Amerikan mallarına olan talep düşüyor. Coca Cola’ nınki düşüyor, McDonalds’ da düşüyor, Nike’ ye düşüyor, Gerth’ inkiler düştü, Amerikan filmlerinin satışlarında azalma var, Amerikan dizilerinde azalma var, yani böyle şeyler var, dünyada buna karşı bir 38 tepki var. Bizde bile şimdi hakim olan yerli diziler artık. Bundan 10 sene önce Amerikan dizileri daha çoktu. İşçi sınıfı nerede derseniz? Şu sırada Latin Amerika’da galiba. Latin Amerika’da sürekli sokaklarda, sürekli gösteri yapılıyor. Seçiyor birilerini, gelenler de beş dakika sonra ne var ne yok satıyor. Satıyorlar dediğim şöyle: Tabii ki muhafazakarlardan daha iyi bir yerde duruyorlar, daha popülist birtakım tedbirler alıyorlar, ama vaat ettiklerinin yanında yaptıkları devede kulak, yine de genel bir sol eğilim gibi duruyor. Dolayısıyla oradaki öyle, ama buradakini ben görmüyorum. Tabii ki bir işçi sınıfı var; ondan bir şüphem yok da; işçi sınıfı kıpırdamadığı zaman gözükmeyen bir şey. Kıpırdamadığı zaman teknik işçiler gözüküyor, kıpırdadığı zaman sınıf gözüküyor ve hakkında bir şey söylemek mümkün. İşte, bu sınıf şöyle yapıyor ya da böyle yapıyor, talebi şudur veya budur demek mümkün. Atomize olmuş bir sınıf hakkında bir şey söylemek çok zor. O yüzden hiç lafı bile geçmiyor. Hele hele jeopolitik konuşulurken zaten hiç geçmiyor. Jeopolitikte realist yaklaşım denilen yaklaşıma uygun. Ben biraz onu yeni Gramsci görüşle biraz düzelterek kendi jeopolitik modelimi kurmaya çalışıyorum, ama bu maddesinin içinde yok açıkçası. Uluslararası dayanışmanın örnekleri var mı diye soruldu. Ben bir-iki defa İngiliz ve Fransız kamyoncular arasında gördüm, sendikacılar arasında oluyor bir tür dayanışma, ama sendikalar arasında ve büyük kitleler arasında uzun zamandır bir dayanışma görmedim. En sonunda ne zaman vardı diye düşünüyorum, onu da hatırlamıyorum açıkçası. İkinci Dünya Savaşında bile yoktu bu. Herkes birbirini kesti, Birinci Dünya Savaşında yoktu; birbirleriyle savaştılar. Bu ulusalcılığın işçi sınıfının üzerindeki etkisini azımsamamak lazım, çok ağır ve çok güçlü. Bir varsayımla, işçi sınıfının vatanı yoktur, uluslararası enternasyonal dayanışma filan bu maddiyat düzeyinde böyle, ama sosyal psikoloji düzeyinde böyle değil. Bu inşaa edilmesi gereken bir şey. Yani bir sınıf şekillenmesiyle ilgili. Sınıf şekillenmesi derken şunu kastediyorum: Sınıfın bölgede yoğunlaşma kapasitesi, ortak davranma geleneği, kurumlarının güçlülüğü, sendikalar, dayanışma sandıkları ve partileri. Bunların hepsinde gelişmişlik belli bir düzeye geldiği zaman belki bu dayanışmanın inşaa edilmesi mümkün, aksi takdirde olmuyor. Kendiliğinden olan bir şey değil bu uluslararası dayanışma. Aksine çok kolaylıkla birbirlerinin gırtlağına çöküveriyorlar. SORU- Anti küresel eylemler ve dayanışma hakkında ne söyleyebilirsiniz? 39 ERGİN YILDIZOĞLU- Anti küresel eylemler o zaman gerçekten iyi bir kabarıştı, ama anti küresel eylemler de Latin Amerika’da yine. İşçi sınıfı nerede, Latin Amerika’da dememin sebebi o. Orada gerçekten işçi sınıfı ve köylülerin çok yoğun katıldığı bir şey, ama Avrupa böyle bir şey yok. Yani Avrupa’da gördüğüm kadarıyla bol miktarda öğrenci, bol miktarda aydın, sendikacı, işçi sınıfından da tek tük gelen oluyor. Seatle’ de vardı. Ben konferansa gitmiştim gösteriler olduğunda, o sırada tesadüfen oradaydım. Mesela, madenciler, Metal-İş Sendikası oradaydı ve mükemmel bir moraldi onların olması. Çünkü Amerikalı metalcileri düşünürseniz, hem boylar, hem enler şişman ve iriyarı tipler. Mavi yağmurluklar giymişler, öyle beton blokları gibi geliyorlardı. Bir de uzun demir çubuklar vardı ellerinde. Dolayısıyla onlara bulaşmadı hiç kimse, öğrenciler kahramanlar gibi savaştılar, sonra da arkalarına saklandılar onların. Polis de onlara bulaşamadı. Çünkü tehlikeli bir şey, ceketin altından tüfek de çıkar, orası Amerika olduğu için. Onlar olduğu zaman hoş oluyor tabii. Onları orada gören diğer gençler de ona göre gaza geliyorlar, saldırıyorlar. Oradaki küreselleşme, bowling muhabbetleri olduğu için büyük bir kısmı da oradaydı. Durumu fazla zorlamamak lazım, durum şu anda böyle, ama yarın böyle olmaz değişir. Ama bir süredir kötü bir dönemde yaşıyoruz. Tarihe bakmakta fayda var. Tarihte bu kötü zamanlar değişir hep. Hiçbir zaman sürekli kötü kalmaz, sürekli iyi de kalmaz. İki savaş arası, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemin çok yavaşlatılmış bir anını yaşıyoruz gibi bir halimiz var. İşçi hareketi kötü, siyasal örgütlenmeler kötü, ruh hali kötü, vur patlasın çal oynasın bir taraftan. Ama biliyoruz ki insanlık tarihi bir çizgide gitmez. Kitle ya da toplum denilen yaratık böyle bir şey. Bilmek mümkün değil, büyük bir kitleden büyük kopuşmaların, çatışmaların olmaya başladığı zamanı, hareket olmadan bir hafta önceden bilmek mümkün değil. Pat diye olmaya başlıyor yani. SORU- İş hayatından dolayı kendi içimize bakıyorum , dünya üzerindeki bu tip projeleri gerçekleştiren veya gerçekleştirecek projeleri ortaya koyan ve arkalarında çok büyük bir maddi serveti sürekli ellerinde tutan ve son birkaç yüz yılda diyeyim, hatta son 1000 yılda diyeyim, bu kadar gücü hep devam ettiren kurum mu diyeyim, kitle mi diyeyim, bilmiyorum. Şu an dünya üzerindeki toplam paranın 32 trilyon dolar olduğu söyleniliyor. Bunun da 28 trilyon doları yüzde 15’lik bir nüfusta. Avrupa, Japonya ve Amerika’da. Yalnız paranın yüzde 85’i bunlarda. Dünya üzerinde her şeyi değiştirebilecek faktörlerle de oynayabiliyorlar istedikleri gibi. Pazarı daha değerlendirebilmek için proje üretmeye başlıyor, yani değerlendirilecek ortam yaratmaya da çalışıyorlar. Savaşsa savaş, başka bir şeyse başka bir şekilde iktidarda, yönetimde her şeyi değiştirebilecek güçleri de var. Bilemiyorum, ben fazla 40 çözüm bulamıyorum. Her ne kadar kendini değerlendirecekse, ne kadar temiz olacaksa. ERGİN YILDIZOĞLU- Birincisi aslında daha küçük bir grup, nüfusun yüzde 15’inin içinde de mesela Amerika’da nüfusun yüzde 1’i, yüzde 40’ını elinde tutuyor servetin. Parayı gerçekten çok ufak bir grup kontrol ediyor. Şöyle bir durum var. Bir kere dünya gerçekten çok kompleks. Yani çok küçük bir gruba indirgense bile yönetilemeyecek kadar karmaşık dünya. Asya krizi başladığı zaman bunu görmeye başlıyoruz. Bir mali kriz başladığı zaman ne Soros’ un aklı, ne Morgan Stanley gibi bir yatırımcısının becerisi bunun içinde çentiklemeden çıkmaya izin vermiyor. İşte Berring krizinde bir tane serseri oyuncu 1 milyarını götürdü ve Bering bankası yok oldu. Burada öyle bir karmaşıklık var ki bu diyalekt sistemin içinde, bunu birisinin bir yerden programlayıp yönetmesi mümkün değil. Sistemin, kapitalizmin verdiği budur. Bu yüzden bu iş daraldıkça ve yoğunlaştıkça tehlike de hep büyüyor. Kırıldığı zaman kötü kuruluyor. 32 trilyondan bahsediyoruz, ama 32 trilyonluk hiçbir şey aslında. Çünkü şu anda 32 trilyon üzerinden kurulmuş kağıttan kulenin miktarı, 100 trilyondan fazla, borç piyasalarında dolaşan miktarla beraber. Bu şu demektir ki, birisi 100 milyonla giriyor, 10 tane kontratla 1 milyarlık borçlanabiliyor. Ödeyemediği zaman parasını 10 kontrat 1 milyon ve Berring de öyle gitti zaten. Şöyle bir örnek vereyim: Tayland’daki bankacılık krizinin, Asya krizi başlarken nasıl başladığını, nasıl geliştiğini anlatan bir video var ve İngiltere’de televizyonda göstermişlerdi. Ben de çektim, benim öğrencilere gösteriyorum. Orada yatırımcıyla konuşuyorlar, adam diyor ki “Olayın boku çıktı, biz farkındayız iki sene öncesinden. Yani uçaklara binip Nepal’a gidiyoruz, acaba burada da yükselmekte olan piyasa var mı diye. Her akşam şampanyalar, muazzam partiler, yiyoruz, içiyoruz. Bir parti gidiyor hep beraber, ama herkes de bir şeyin farkında. Yahu, bu böyle gitmez diyorlar. Ben mesela, şimdi farkındayım bu böyle gitmez. Ama ne kadar daha gitmez, onu bilmiyorum. O yüzden ben böyle gitmez diye çıkarım buradan. Ama yanımdaki rakibim olan 3 ay daha kalır, pastayı da 2,5’a katlar, ben işimden olurum ondan sonra. Oysa hep birlikte “bu iş böyle gitmez” diye diye gidiyoruz beraber. Daha çok yatırıyorsun, daha çok gömüyorsun, birazcık daha kâr ediyorsun. Herkes birbirini kolluyor ve bir gün geliyor bakıyorsun pat diye gidiyor her şey. Çıkıyor Merkez Bankası dövizimi devalüe etmeyeceğiz diyor. Ben bir haftadır bekliyorum. Dövizimizi devalüe etmeyeceğiz der demez hemen pozisyonumu aldım ve başladım satmaya. Gidecektir demektir çünkü bu. Ama herkes böyle gidiyor” diyor. Yani o paranın büyük bir kısmı fiktif zaten ve o iktidar çok sağlam bir iktidar değil. Yani Polany’ nin “Büyük Dönüşüm” kitabının ilk başında 100 yıllık barış diye bir bölüm var. Orada şöyle bir şey anlatır: Büyük 41 sermaye, mali sermaye o finansı yönetir, barışı egemen kılar, büyük savaşları engeller, küçük savaşları yönetir, her tarafı yönetir ve 15 tane isim bunlar: GP Morgan, Rotschild, gibi. Ama sonunda geliyor bir duvara çarpıyor, bir mali krize çarpıyor. Mali krize çarptığı an bunların gücünde bir kırılma oluyor, o ana kadar geri bastırılmış sanayici ekip öne çıkıyor, onlar öne çıktığı zaman da aynı şimdiki gibi -yani bu 100 sene önce yapılmış bir hikayeyi anlatıyor, ama onların derdi para-pul değil, onların derdi arazi, taş, toprak, maden, emek ve onların derdi de ancak silahla sağlanabiliyor. Dolayısıyla savaşçı militarist güç öne çıkıyor, o pazarı kapatmaya çalışıyor. Bu madenlere, işte petrole el koymaya çalışıyor. Burjuva politik strateji “bu bölge benim olacak” demeye başlıyor ve ondan sonra Polany dediği gibi “mali sermayenin gücü bir kere kırıldıktan sonra savaşı artık kimse engelleyemez.” Onun üzerine mali sermaye dönüp savaşı finanse etmeye başlıyor ondan sonra başka yapacak bir şey kalmadığı için, ama inisiyatif el değiştirmiş oluyor. Dolayısıyla paraya çok fazla şey yapmamak lazım. Evet, aristokrasiden devralarak gelen gerçekten çok büyük egemen bir sınıf var, ama şunun şurasında 200 yıllık bir devletin üretim tarzında yaşıyoruz, bin bile değil. Bizim hayatımız kısa, ama genç bir üretim tarzı aslında. Bakmayın, hani feodalite gibi 700 sene 1000 sene yaşamış değil. Düşünün Mısır’da birinci krallık 5000 sene filandır. Dolayısıyla çökebilir de, ama çökecek gibi gözüyor; korkutucu olan o. Amerikan ironisi şurada: Büyük Ortadoğu Projesi başarılı olsa, başarısız olmasından daha iyi aslında. Bu işi yapmaya kalkıp da başarısız kalmak çok daha büyük bir yıkıma ve felakete yol açmak durumunda. Hani girse bir emperyal güç, bir ucundan girip öbür ucundan 3-5 ayda çıksa ortalık süt liman olur, herkes işine bakar yine. Ama bu öyle olmuyor ki, oradan bir girecek, orası dağılıyor, burası dağılıyor, o tutarken burası kaçıyor ve insan faturası ve kan revan artıyor. En tehlikeli emperyal güç; güçsüz imparatorluklar en tehlikeli imparatorluklar. Güçlü olanlar istikrar getiriyorlar, barış getiriyorlar. Hani sömürücü baskı da getiriyor, ama istikrar da getiriyor aynı zamanda. Bu ise zor bir imparatorluk. SORU- Amerika Ortadoğu’ya girebilmek için AB’nin desteğini aldı, ama İtalya oradaki askerini geri çekme kararı aldı. Bu durumda Amerika tek başına mı kalacak? Amerika orada uzun vadeli mi kalacak, yoksa kısa vadede oradan çıkacak mı? ERGİN YILDIZOĞLU- Bilmiyorum. Amerika’nın oradaki durumu iyi gitmiyor. İtalya önemli değil, 1 200- 1 500 askeri var; çıksa ne olur, çıkmasa ne olur? Diplomatik olarak önemli. Avrupalılara istediklerini vermedi bu saate kadar Amerika. Vermediği için de en önemlisi Fransa ve Almanya’dan destek 42 alamıyor. Fransa ve Almanya’dan destek alması için ortak etmesi lazım bunu. Ama bu yönetimle mümkün değildir. Amerika’daki şu andaki yönetimin ideolojik formasyonu buna uygun değil. Kadroların önemini göz ardı etmemek lazım. Şu andaki kadrolar Bulton gibi aklı çok çalışmayan Birleşmiş Milletlere Amerikan Elçisi yapmaya çalışıyorlar. Adam psikopat, bugüne kadar yaptığı işlerden çok besbelli böyle olduğu. Ama illa oraya gelsin istiyorlar, çünkü Birleşmiş Milletleri sabote etmek istiyorlar. Bunu kullanarak yapacaklar. Dolayısıyla bu ekibin Avrupalılarla beraber iş yapmasının, Avrupalılara birtakım tavizler vermesinin şu anda ortamı yok. Çünkü bunların aynı zamanda kendi silahlarıyla da gözleri çok kamaşmış vaziyette. Dolaysıyla bu böyle sürerse eğer, başlarına bir bela gelmezse Irak’ta -ki olabilir- toplumsal muhalefet yükselebilir. Çünkü çok ciddi huzursuzluk var Amerika’da. Yüzde 35’e kadar düşmüş “savaş iyi oldu” diyenlerin oranı. Askerden kaçma oranı çok hızlı artıyor. Gönüllü askerlik olduğu ve gittikleri halde kaçıyor insanlar. Yeteri kadar asker bulamıyor, askere yeni insan alamıyor. Dolayısıyla mecburi askerliği getirmek gibi bir öneriyle oynuyorlar şu sırada. Mecburi askerliği getirirse o zaman da Vietnam gibi olacak. O zaman burjuvazinin çocukları da gidecek askere, başka çaresi yok. Şu anda Amerikan Ordusu işçi sınıfından oluşuyor. Hatta işçi sınıfının da göçmen kısmından oluşuyor. Yerleşik işçi sınıfının ve orta sınıfın çocukları askere gitmeye başlayacak ve bu zamanda bunları savaşa götürmeleri zor. Dolayısıyla içerideki direniş hükümeti bir şekilde zorlayabilir ya da iki sene sonra seçimlerde başka bir durum olabilirse belki Avrupalılarla yakınlaşma şansları olabilir. Hele İngilizlerin Irak’ta 50 000 askeri var, bütün bölgeyi kontrol ediyorlar. Eğer onlar çekilirse diplomatik darbesi de çok büyük olur Amerika’ya. Bu anlamda bir başarısızlık var. Ama Amerikalılar orada başarısızlığı yönetebiliyorlar şu anda. Politikacılar arasında bir anlaşmazlık var, ama iki devletin arasındaki bağlar, gizli servisinden ordusuna kadar çok derin, mali bağlar çok derin. İngiltere’nin şu anda Amerika’dan kopması bütün uluslararası stratejini değiştirip Avrupa’ya dönmesi demektir ki, bu neredeyse 100 yıllık bir geleneğin değişmesi demektir. Olmaz olmaz değil, ama çok olasılık görmüyorum, zor değişimi. SORU- Uluslararası tekellerin özellikle Amerika’ lı tekellerin kökeni de İngiliz’dir aslında. Şu anda Irak’ta organize ve silahlı muhalif güç yok. Bunların bölgesel özellikte olduğu gözlemleniyor. Buradan hareketle şu söylenebilir: Şu anda terör hareketleri olmasa, halka refah sağlansa Amerikan askerlerinin orada kalmasının bir anlamı da kalmayacaktır. ERGİN YILDIZOĞLU- Irak’taki direnişle ilgili bir-iki numara var. Birincisi, BAAS Partisi yeniden kurulmuş ve yeniden örgütleniyor bölgesel olarak; bunun haberleri geliyor. Dolayısıyla BAAS Partisinin böyle örgütlenmesi çok 43 önemli bir gelişme; çünkü Amerikalılar pazarlık yapmak istiyorlar direnişle, ama bir türlü muhatap bulamıyorlar. BAAS Partisi bir noktadan sonra eğer ortaya “ben temsilcilik ediyorum direnişte” diye çıkarsa, bir başka türlü pazarlık ortamı olabilir. Ama artık şöyle düşünmemek lazım: Oradaki direnişi geçen 19. veya 20. yüzyıldaki direnişlere benzetmemek lazım. Hani Vietnam’daki gibi olması mümkün değil, çünkü Vietnam kırsal bir alanda, orman savaşıydı. Bu şehir savaşıdır ve bunu biraz Cezayir’e benzetmek lazım, şehir gerillası savaşıdır bu. Bir de Fransız rezistansına, direnişine benzetilebilir. Bir partizan savaşı aynı zamanda. Bu yüzden bunun merkezi olması gerekmiyor. Kendi bulunduğu yerde iyi örgütlenmiş olması ve iyi koordinasyon sürdürmesi yeterli ve aslında daha da avantajlı bir durum. Bu dördüncü kuşak savaşlar denilen, şehir içinde asimetrik güçlerin savaşmasıdır. Karşı tarafın olağanüstü büyük silahları var, ama kullanamıyor silahları. Amerikan askerini sokağın içine soktuğunuz zaman ne tank işe yarıyor orada, ne roket işe yarıyor. Sizin de elinizde kaleşnikof var, onun da elinde M-16 var. O paralı asker, sen ise ölmeyi zaten göze almışsın. Dolayısıyla denge burada değişmeye başlıyor. Siz biliyorsunuz girdisini çıktısını, ne var ne yok olduğunu. Halk sizi destekliyor. Bu yüzden de her içeri girdiklerinde, böyle bir huruç hareketi yaptıklarında nüfusun içine, fena halde zedeleniyorlar ve darbe yiyor Amerikalılar. Bu yüzden oradaki direnişin ben çok önemli olduğunu düşünüyorum. İki nedenden dolayı: Bir kere çok büyük bir tarihsel önemi var. Dünyanın teknolojik olarak en ileri, en zengin ordusu bir avuç çapulcuyla baş edemiyor. Bu çok önemlidir. Bu demektir ki, hala şu yasa geçerlidir: Başkasının toprağına girdiğin zaman orada sana rahat yok arkadaş bu zamanda ve dünyanın en büyük ordusuna karşı bile bir direniş örgütlenebilir ve neticede bir tür süreklilik sağlanabilir bu savaşta. Burada olan budur ve bu çok önemlidir. Bu dünyanın geri kalanı açısından ise büyük ders demektir aynı zamanda. Şimdi, 100 000 kaleşnikof satın almış Rusya’dan geçtiğimiz aylarda. “Niye alıyor 100 000 kaleşnikofu ne yapacak?” diye soruyor Rumsfeld. Brezilya Dışişleri Bakanı da “her ülkenin kendini koruma hakkı vardır” diyor. Olay şu: Şavet korkuyor Amerika buraya bulaşacak yakında diye. Dağıtacak 100 000 Kaleşnikof’ u oraya ve dolayısıyla hani “hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” şeklinde çatışmaya hazırlanacak. Saddam da bunun hazırlığını yapıyordu o zaman ve o zaman da öyle oldu. Bizim de çok düşünmemiz gereken çok garip bir durum var burada. Zamanın İspanya iç savaşı oldu, millet akın akın gitti. Irak’ta çok önemli bir savaş var, kimse gitmiyor. Yani gidenler var da, hani sol nerede? Niye gitmiyor sol? Yani niye buradan toplayıp Amerika’dan, Avrupa’dan çatışmaya gitmiyor. Çünkü silahlı mücadelenin bir anlamı yok kimsenin kafasında. Bu mesele silahlı mücadeleye yeni bir anlam kazandırmaya başladı. Olayın bütün pisliğine, vahşetine, yani çarşının içine sokup arabayı patlatıyor adam, bir sürü sivili 44 öldürüyor filan, ama şu gözükmeye başladı ki, silahlı mücadele diplomatik sonuçlara da yol açabilir. Hele bir aşamada görüşmeye başlarlarsa herkes şöyle okuyacak: Ha demek ki sıkacaksın dişini, savaşacaksın, gelecek seninle pazarlığa masada. Başka çaresi yok bu işin diyecek. Bu tüm Batı açısından en iyi çözümdür. Onun için Jacque Chirac Amerikalılara hem engel oluyor, hem de öbür taraftan “sakın çıkmayın oradan, aman ha bırakıp giderseniz çok kötü olur.” diyor. Çünkü Amerika oradan bir çıkarsa bir daha bir başka bir yere girmek kolay değil ya da girdikleri her yerde çok daha büyük çaplı operasyon yapmak zorunda kalacaktır. Orada tarih şu anda yazılıyor, çok büyük dersler var orada şehir gerillası açısından, yani partizan savaşı açısından. Lojistik, ideolojik, teorik, örgütsel, ama sol bunların hiçbirini öğrenmiyor mesela şu anda bilmiyor. Ama Müslümanlar biliyorlar, öğreniyorlar. Bir başka yerlerde uyguluyorlar. Yani enternasyonal bir dayanışma var aslında yoksullar arasında da komşuda oluyor şu sırada; bizim tarafta olmuyor. Bizim taraftan birileri de kolları sıvayıp -varmış aslında dışarıdan giderek Irak’ta savaşan 2-3 tane ufak tefek komünist grup varmış, ama gözükmüyor bile hiç. Ama mesela Avrupalılardan oluşan küçük bir grubun çatıştığını düşünsenize orada İspanya’da olduğu gibi. Yani birtakım insanları öldürecekler Amerikalılar, gidip bakacaklar hepsi sarışın kızlarla erkekler. Yani şimdi bunun yaratacağı şok ve tepki bambaşka olur dünyanın geri kalanında, ama yok böyle bir şey şimdilik. Yani neredeyse Kızıl Tugaylar, Mader Meinhof filan nerede bunlar diyesi geliyor insanın. SORU- Siz bu tip söyleşilere, panellere gidiyorsunuz, bu konuda gözlemleriniz var. Buraya katılımı siz de gözlemliyorsunuz. Katılımsızlık, duyarsızlık için ne söyleyebilirsiniz? ERGİN YILDIZOĞLU- Bunun bir cevabını bir şekilde ikinci sunuşumun içinde yaptım aslında. İnsanlar ilgilenmiyorlar, böyle bir ruh hali var. Yani böyle bir toplantıya katılmak için dünyanın, evrenin durumu ve olası çözümler konusunda ilgi sahibi olması lazım, kendi dışında bir şeyle ilgileniyor olması lazım. İnsanlar daha çok bugün ne yiyeceğim, çarşıdan ne satın alacağım? Acaba şu arabayı mı alsam, bu arabayı mı alsam. Bu akşam şu vatandaşla mı buluşacağım, yok bilmem ne gibi hayat gailesiyle de alakası olmayan bir durum. Hayatın çok olmasından kaynaklanan bir şey değil, bu bir ruh halidir. Günlük sadece kendi çevresiyle ilgilenen bir dinamik içine kilitlenmiş insanlar. Dolayısıyla geleceğiz, büyük Ortadoğu’dan bilmem ne, ne alakası var, benim bugün hayatıma ne etki yapacak bu? İki saatimi orada geçireceğim ve kafam şişecek diyor. Çünkü merak etmiyorsa kafası şişecek demektir, gerçekten bunalacaktır. 45 Üstelik bir de şöyle bir dünya var: Benim sık sık toplantılarda değil de, daha böyle dar çevrelerde ya da dost çevrelerinde başıma geliyor. Bir konuşma açılıyor, durumu anlatmaya başlıyorsunuz, karşınızdaki sizden, duyduklarından dolayı çok huzursuz olmaya başlıyor. Duymak istemiyor bunları. Birinin gelip de “dünyanın durumu şöyle, orada da böyle, başımıza yarın bu gelecek” deyince, bunları duyan birinin “ne yapmak gerekir?” diye düşünmesi gerekir. Onlarla uğraşmak istemezse o zaman bütün bu bilgiyle yaşamak gibi bir sıkıntısı olacaktır. İstemiyorlar insanlar, bunları bilmek canım. Çok açık, hani Aziz Nesin’in Arsız Eşekler hikâyesindeki gibi, sesi duyuyor uzaktan “köpektir, köpektir” diyor kurdun sesini duydukça, ta ki kurt gelip ısırdığı zaman “aa, kurtmuş” diyecek, ama geçmiş olacak ondan sonra. Haksız da demiyorum, nasıl olsun ki başka türlü. Şöyle bir baksanıza etrafınıza, televizyonundan, günlük yaşamına, siyasetçisinden sanatçısına kadar ortada çok az sayıda insan, çok özel bir çabayla -ben de anlamıyorum- işte bir şekilde direniyoruz, bir şekilde ilgilimiz var, kaynağını da bir türlü bilmiyorum, niye var, onu da bilmiyorum, ama işte bir şekilde var; asgariden birtakım insan ilgileniyor bu işlerle, çok büyük sayıda insan da ilgilenmiyor. SORU- Yanlış bir yöntem mi bu acaba? ERGİN YILDIZOĞLU- Bunun yöntemle alakası yok. Burada şöyle bir problem var: Bu olayın tartışması ilk defa olmuyor, 1930’larda kültür endüstrisi tartışması etrafında Teodor Adolman, Wolter Banjemin’ in filan bu kapitalist toplum kitlesel üretime geçmeye başladıktan sonra özel bir durum oluştu ortalıkta. İnsan öznelliğini kurgulayan özel bir durum oluştu. Bunun üzerinde özel kitle iletişim ve medya da yerleşmeye başladıktan sonra 1960’ların sonunda Gildabor’ un Türkçe’ ye de var tercümesi “Gösteri Toplumu” diye anlattığı bir durum oluştu. İmajlar her şeyin yerine geçmeye başladı ortalıkta. Realiteyi bir türlü göremiyorsunuz, hep realiteyi taklit eden, aslında kopyası da olmayan taktikler geziyor ortalıkta ve ekonomiyle kültür birbirine kaynaşmış vaziyette. Dolayısıyla buna müdahale etmek için tartışma sürüyor. 1930’lardan beri sürer bu tartışma: “Buna nasıl müdahale edebiliriz?” diye. Daha çok sanatçı ilgileniyor nasıl müdahale edileceği konusunda. Gerçekçi mi olmalı, yoksa gerçeküstücü mü olmalı, yoksa negatif diyalektif gibi bunun tersini mi kurgulamaya çalışmalı sürekli? Açıkçası bu tartışmanın içinden çıkılamadığı gibi, solun uyguladığı, kullandığı propaganda yöntemleri sıfır, çalışmıyor burada. Sabahtan akşama kadar doğruyu tekrar etmek, o doğrunun karşı tarafta algılanmasına izin vermiyor, yol açmıyor. Çünkü sizin o doğru ağzınızdan çıkıp onun kulağına girene kadar araya başka bir şey giriyor, onu tasfiye ediyor ve başka bir hale dönüşüyor. Yani farklılaşmış vaziyette. 46 Şöyle söyleyeyim açıkçası: Eskiden insanlar bir şeyler yapıyorlardı, yaptıklarını bilmiyorlardı. İnsanlara gidilip anlatıldığı zaman insanlar “Aa, hakikaten ben şimdi ne yaparım?” diye celalleniyordu. İnsanlara şimdi anlattığınızda “bilmiyorum yahu” diyor; durum bu. Bilmediğim bir şeyi nasıl öğreteceksin ki bana? Bilmiyorum, ama yapmaya devam ediyorum, kusura bakma yani. Bu ayrı bir tartışma konusu. Bu konuda bir sürü çalışma yapan, kafa patlatan insanlar var. Dünyada aslında bilip bilmemek değildir ideoloji olan, yapmakta olmak (“olan” kelimesi olmalı) ideolojiyi üretiyor yeni baştan. Dolayısıyla öyle bir siyaset tarzı, öyle bir propaganda sanat tarzı olması gerekiyor ki, yapma sürecini kısa devreye uzattığınızda insanlar bunu yapmaktan vazgeçsinler. Ama şu anda bunun bir karşıtı yok. Çok açık olarak görebilirsiniz, bir sürü sol parti var ortalıkta, topladıkları insan sayısı bellidir. Böyle neredeyse kritik kitle vardır ve kritik kitle yok olur tekrar oluşur, yok olur tekrar oluşur; ama kritik kitlenin üstüne çıkmaz bir türlü bu kalabalık. Ama 70’lerde mesela kritik kitlenin üstüne çıktı, çok büyük kalabalıklar oluştu, ama 80’lerde başka bir dünya oluştu. Bu metalar dünyası, gösteri toplumu, “cilalı imaj devri” filan diye kitaplar vardı Ozanoğlu’ nun, mesela onları şimdi dönüp okumak çok enteresan oluyor. Gerçekten toplumun yaşayış tarzı, ideolojinin yaşanış tarzı değişti 80’lerden sonra. Tüm dünyada değiştiği gibi burada da değişti. Bu yüzden böyle zor bir durum var. Şimdi bunları burada konuştuk. Diyelim ki ben hepinizi ikna ettim, dünya böyle giderse 50 sene sonra batacak, çıkıp gideceğiz buradan. Bu bilgiyi öğrenmiş olarak gideceğiz sadece. Herhangi birisi bu kapıdan “ben bir şey yaparım” diye girip örgüt kurmaya çalışmayacak, “ben bilmem ne yaparım” deyip gidip Green Peace’ a katılmayacak ya da ne bileyim ”ben bunun bir yolunu bulayım” demeyecek. Bir adam vardı Amerika’da, milleti çevrecilik konusunda kışkırtmak için bombalı paketler gönderiyordu. Kimse oturup gizli bombalı paketler gönderip kendi başına anarşizan bir şey de yapmayacak. Kendi hayatımıza geri döneceğiz buradan çıktıktan sonra; durum bu. OTURUM BAŞKANI- Efendim, çok teşekkür ederim değerli konuşmanız için. ERGİN YILDIZOĞLU- Ben teşekkür ederim; sağ olun. 47 48 NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu Marmara Ünv. Suat Parlar Araştırmacı Yazar 05 Haziran 2005 MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ TOPLANTI SALONU 49 50 NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ MEFTUN GÜRDALLAR (Oturum Başkanı)- Değerli konuklar; hepiniz hoş geldiniz. Marmara Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu’ nun konuşma içeriği, NATO’nun gerekliliği veya neden gerekli olup olmadığı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelme nedeni, NATO zirvesinin İstanbul’da yapılma nedeni ve Türkiye’nin NATO’daki yeri. Sayın Müftüoğlu, bu konularda bizleri bilgilendirecek. Diğer konuğumuz, araştırmacı yazar Suat Parlar. Suat Parlar, son 20 yıllık süreci irdeleyecek. İlk sözü Özgür beye veriyoruz. Buyurun Sayın hocam. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Çok teşekkür ederim. Herkese merhaba. Konu, NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi. NATO deyince, akla ne geliyor? Benim oğlum ilkokulda. Bir yardımcı kitap almıştım bir zamanlar. Kitabın ismi, “Belirli Günler ve Haftalar.” Burada, 4 Nisan günü NATO Günü; yani Atatürk’ü Anma Günü, Kızılay Haftası vesaire gibi günlerden bir tanesi de NATO Günü. Ne diyor burada; NATO’yu kısaca anlattıktan sonra, “Üye devletlerin birinin güvenliği tehlikeye girerse, NATO onu korumak için harekete geçer” diyor. Sayfanın karşısında da iki tane şiir var; bunlardan bir tanesi “Kim”, onu kısaca okumak istiyorum. “Savaşı kim ister; barışı bilmeyen Ya barışı kim ister; savaştan çok çeken Savaşta açan çiçekler renksizdir Çocukları tanımamıştır Onları görmemiştir bile Yazık değil mi güneşe, buluta ve yeryüzüne” NATO ve barış, ikisi karşı karşıya! Bunu okuyan çocuklar NATO’yu bir barış gücü, -zaten ismi de öyle geçer- barışı koruyan bir güç olarak tanıyorlar. Peki, şimdi ne oluyor; Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da binlerce insanı öldüren, ölümüne neden olan ve ona seyirci kalanlar, bu NATO’yu oluşturan ülkelerin temsilcileri İstanbul’a geliyorlar ve İstanbul’da bir zirve yapıyorlar. Bunu şu açıdan söyledim: Bizde toplum olarak NATO’ya bakış, büyük ölçüde bu 51 okuduğum çerçeve içerisinde. NATO’yu herkes gayet olumlu bir örgüt, kuruluş olarak biliyor. O zaman, niye Amerika gitti, Irak’ta bu kadar çocuğu, bu kadar insanı öldürdü; neler oluyor? Elbette, bunları bağdaştırmak, ne olduğunun altını şöyle bir karıştırmak ihtiyacı ortaya çıkıyor. Ben, biraz geniş bir çerçeve içerisinde NATO’yu değerlendirmeye çalışacağım. Geniş çerçeve dediğim zaman da, büyük ölçüde içinde yer aldığımız, bugün dünyada geçerli olan kapitalist sistemle bütünleştirerek, onun içerisinden bakarak, onun içinde nerede, nasıl yer alıyor ve bugün ne yapılmak isteniyor, konuyu oradan ele almaya çalışacağım. Her sistem gibi, kapitalist sistem de varlığını sürdürebilmek için, ekonomik, siyasal, ideolojik olarak egemenliğini sağlamak, egemenliğini kabul ettirmek ister. Tabiatıyla, bu sistemin sürmesini isteyecektir. Ancak, kapitalist sistemin kendi içerisinde öyle içsel çelişkiler vardır ki, bu sistem içerisinde, büyük ölçüde sermaye dışındaki toplum kesimleri, kapitalist sistemin temel mantığı içerisinde hareket edildiği zaman, önemli ölçüde sıkıntılar içerisine düşmekte, bu kesimler üzerine yoğun bir sömürü olmakta; bu, giderek genişletilmekte ve yoksulluk, yokluk durumları büyük ölçüde ortaya çıkmakta. Bununla beraber -kapitalist sistemindeki çelişki esas burada- toplumsal yokluk, açlık, işsizlik ortaya çıktıktan sonra, kapitalist sistem içerisinde bir süre sermayenin kar hadleri düşer, sermaye birikim süreci kendisini yenileyemez ve kapitalist sistem krize girer. Kapitalist sistemin kendi özü itibariyle baktığımız zaman, kendi kendisini bir şekilde yok eder; ama ondan sonra tekrar yaratıp devam ettirmeye çalışan bir sistem olarak ortaya çıkar. Bildiğiniz gibi, örneğin, 1929 dünya ekonomik krizinden çıkış için, bu yokluk ve işsizlik meselelerini ortadan kaldırmak için, talep yönlü ekonomi politikalarını uygulamıştı. Bu süreçte devlet, ekonomiye müdahale etmiş, sosyal harcamaları artırmış ve sosyal devlet uygulamalarını ön plana getirmişti. Bu arada, kapitalist sistem bunu yaparken, bir taraftan da kendi sermaye birikim sürecini devam ettirmek için talep yaratıyor. Ama öbür taraftan bir başka gayesi daha vardı; o da, bu dönemde, kapitalist sistemden farklı bir sistemin, kapitalist sisteme alternatif bir sistemin dünyanın belli bir bölgesinde yönetime gelmesiydi, yani Sovyetler Birliğinin varlığıydı. Dünya iki kutuplu olmuştu. Artık hem sistem kendi içindeki çelişkileri ortadan kaldırmaya çalışacak, hem de diğer kutba; yani sosyalist bloğa karşı savunma mekanizmasını oluşturmak zorunda kalacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu durum daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve sistem, siyasal, ekonomik, ideolojik üstünlüğünü sağlamak üzere birtakım örgütler kurdu. Bunlardan bir tanesi Birleşmiş Milletlerdi, bir tanesi Uluslararası Para Fonu IMF’ydi, Bir diğeri Dünya Bankası ve bunlarla beraber 52 var olan bir diğeri de, bu noktada silahlı güçleri temsil eden NATO’ydu. Bu örgütleri, kendi yapısını korumak, sistemi korumak ve yaygınlaştırmak için kullanıyordu. IMF’yi nasıl kullandı? Büyük ölçüde politikalarını özellikle azgelişmiş ülkelere, çevre ülkelere yaygınlaştırmak için borçlandırdı ve bu borçlar karşılığında yapmış olduğu sözleşmelerle -şu anda bizim Türkiye’de büyük ölçüde yaşadığımız süreç- bu sisteme entegre etti, uyumlu hale getirmeye çalıştı. Birleşmiş Milletlerle ne yaptı; yaptığı birçok uygulamayı Birleşmiş Milletler üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Örneğin, Irak meselesi, Birleşmiş Milletlerden karar çıkmasını bekliyordu. Neydi süreç? Hatırlarsınız, Türkiye'de de Hükümet, Irak Savaşına karşıydı. Ama Birleşmiş Milletlerden karar çıksaydı, o zaman katılabilirdi; ama çıkmadı. Burada ne değişmişti; hiçbir şey değişmemişti. Birleşmiş Milletler, burada sadece gelişen süreci meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştı ki, bu, tarih süreç içerisinde birçok defa kullanılmıştır. Dünya Bankası dediğimiz zaman, Dünya Bankası, büyük ölçüde kapitalist sistemin ortaya çıkardığı sorunları sözde ortadan kaldırma maskesi altında, yine özellikle çevre ülkelere uygulamalarını yaygınlaştırmak amacıyla, Dünya Bankası kredileri karşılığında imza atmış olduğu sözleşmelerle, yapmış olduğu anlaşmalarla yaygınlaştırma hedefine doğru yönelmişti. Ekonomik ve siyasal anlamda bu aktörlerin yanında bir de askeri bir güç oluşturmak gerekiyordu. Çünkü burada bir sosyalist blok vardı; buna karşı, sosyalist bloğa karşı, komünizme karşı savunma adı altında bir askeri örgüt kurdu. NATO, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sürece kadar, soğuk savaş dediğimiz dönem içerisinde varlığını bu doğrultuda sürdürdü; soğuk savaşta, komünizm, sosyalizm karşıtı bir savunma mekanizması olarak sürdürdü. Ancak, 1989’a geldiğimiz zaman Berlin Duvarı yıkıldı, büyük ölçüde Doğu bloğu dağıldı ve NATO birden işlevsiz hale geldi. Yani karşısında kime karşı bir birlik oluşturacaksınız, kime karşı silah kullanacaksınız? Silahlar da var elde, birçok stratejiler geliştirilmiş, tatbikatlar yapılmış bir yapı var; ama karşıda bir düşman kalmadı. Bu süreç içerisinde, şöyle bir baktığımızda, özellikle 1970’lerin başında kapitalist sistemde ortaya çıkan krizin ardından uygulamaya konulan yeni liberal politikalarına baktığımızda, hatırlayacağımız gibi, üretim sürecinde esneklik, çalışma yaşamında esneklik ve buna bağlı olarak üretim sürecindeki kontrolün bütün olarak sermayenin eline geçmesi gereken bir sistem getirdi. Sosyal devleti tamamen ortadan kaldırarak, bir piyasa devleti haline 53 dönüştürüldü. Küreselleşmeyle tüm dünyayı ucuz emek pazarı haline getirerek, buralardan artı değer elde etmeye çalıştı. Bu sürecin sonrasına baktığımızda, gerek uluslararası düzeyde, ülkeler arasında, gerekse ülkelerin içerisinde çok büyük gelir uçurumları ortaya çıktı. Bu süreçte, özellikle küreselleşme sonrasında ortaya çıkan duruma baktığımızda, büyük ölçüde Güney ve Kuzey olarak tanımlanabilecek ülkeler arasında; yani Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’yle öbür tarafta Afrika ve Asya’nın büyük bir bölümünü alan bir kesim arasında müthiş farklılıklar açıldı. Bu süreç içerisinde Kuzey giderek zenginleşirken, Güney giderek yoksullaşmaya başladı. Ama tabii şunu da hemen parantez içerisinde belirtiyorum: Kuzey’deki ülkelerin de kendi içlerinde aynı dengesizlik yine oldu; Amerika Birleşik Devletlerinin kendi halkı arasında da gelir dağılımında bozukluk oldu veya Avrupa ülkelerinde bu süreç bu şekilde yaşandı. Bu sürecin sonrasında gelinen bir yer, 11 Eylül meselesi. 11 Eylül olduğu zaman, o zamanki tartışmalar da hatırlanacağı üzere, büyük ölçüde bu Kuzey ve Güney arasındaki farklılaşma, giderek açılan yapı özellikle ön plana kondu. Bu yapıyla birlikte, artık dünyada “Küresel terör” denilen bir mesele, bir kavram ortaya çıkartıldı. Bunun üzerine NATO, 1989’dan beri işlevsiz hale gelen NATO, kendisine yeni bir düşman buldu; terörizm. “Küresel terörizme karşı, NATO bir araya gelmeli ve buna karşı mücadele etmeli” diye bir yapıyı kendisine görev olarak ortaya koydu. Peki, yeni hedef terörizm. Ama bu terörist kim? Daha önce tanınıyordu; Sovyetler, komünist ülkeler, sosyalist ülkeler vardı, düşman onlardı. Bu gayet açık, bilinen ve net bir şeydi. Peki, burada terörist kim? İlk bakışta terörist, büyük ölçüde Güney ülkeler; yani bu küreselleşme sürecinden olumsuz şekilde etkilenen ülkeler büyük ölçüde terörist ülkeler olarak tanımlandı; ama, bu tek başına yeterli değildi. Sonuçta, bu yapının daha da genişletilip, mevcut kapitalist sisteme karşı olan, kapitalist sistemin bugünkü uygulamalarına karşı olan herkes, her ülke, her toplum terörist olarak algılanmaya başlandı. Yani kendisinin yarattığı yeni şey, “sisteme karşı olan herkes teröristtir, ona karşı mücadele etmek gerekir.” Hatırlarsınız, 11 Eylülün sonrasındaydı sanıyorum, Bush’un bir konuşması vardı; “iki şey vardır; ya bizdensinizdir, ya da değilsinizdir, teröristsinizdir” gibi bir açıklaması vardı. Bu süreç içerisinde yeni düşman belirlendi, tanımlandı. “Ne yapmak gerekir; yapılması gereken, birilerini bulup, bu terörizmin başı veya yöneticisi olduğu düşünülen birilerini bulup, onlara karşı bir harekata geçmek gerekir.” Usame bin Ladin “şey” olarak bulundu, Afganistan’dadır diye oraya gidildi. Arkasından Irak’a, Saddam Hüseyin’e karşı bir harekat yapıldı, oraya gidildi. Tüm bu süreçler içerisinde kullanılan askeri güç, büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönlendirildi ki, bu son derece doğaldır. Çünkü kapitalist sistemde her zaman bir hegemon, 54 egemen bir devlet, düzenleyici bir devlet gerekir ve askeri konularda jandarma olarak tanımlayabileceğimiz bir devletin varlığı gerekir. Kapitalist sistem içerisinde şu andaki süreç, ulusal şeylerin çok belirleyici olduğu bir süreç değildir; sonuçta, uluslararası sermayenin büyük ölçüde egemen olduğu bir süreçtir. Ama yine de orada bir ulus gerekiyordu ve onun jandarmalığı altında bu mücadele yürütülmeye başlandı. Son derece tehlikeli bir konuma doğru gidildi; çünkü ilk başta terörist olarak tanımlanan ülkeler veya kesimler Müslüman’dı, İslam dünyasındandı. Hatta doğrudan burayı hedef aldığınız zaman, ortaya ciddi bir problem çıkabilirdi; yani bu, sanki dinler çatışmasıymış gibi görülebilirdi. O zaman, bunun mutlaka ortadan kaldırılması lazım. Bu, birinci neden. İkincisi, Amerika Birleşik Devletleri, doğrudan kendisi bu işe müdahale ettiği zaman; herhangi bir örgütü, kurumu kullanmadan, bir aracı kullanmadan gittiği zaman, Amerika Birleşik Devletleri tek hedef haline gelecekti. Ki, bildiğiniz gibi, Irak’ta büyük ölçüde böyle oldu. O yüzden, bunların da bir şekilde meşrulaştırılması lazım. O zaman ne yapmak lazım? Burada Türkiye’ye önemli görevler düştü. Çünkü bu dinler arası bir çatışmaymış, kültürler arasında bir çatışmaymış meselesini önlemek için, Türkiye, biçilmiş bir kaftandı, bir ülkeydi; Müslüman bir toplum. Öbür taraftan, jeopolitik olarak son derece kritik bir yerdeydi. Daha önceki süreçte, Amerika Birleşik Devletleri NATO’yla çok iyi siyasal ve askeri anlaşmaları, planları, programları olan bir ülkeydi; yeniden programlar yapmaya çok gerek yoktu, üzerinde birtakım değişiklikler yapılabilirdi. Türkiye, bu yüzden büyük ölçüde bu yapıda uygun bir yerde yer aldı. Öbür taraftan, biraz önce de söylediğimiz gibi, Amerika Birleşik Devletleri bu yaptıklarını bir şekilde meşrulaştırmak durumunda. Tek başına kendisi giderse, dünyada çok büyük bir Amerika düşmanlığı zaten yayılıyor. O zaman, bunu önlemek için, hem de genişletilmiş bir NATO içerisinde bunun yapılması, Amerika’yı da burada hedef olmaktan büyük ölçüde kurtaracak ve yapılmış olanları, gerçekleştirilmiş olanları da büyük ölçüde meşrulaştıracaktı. Temel hedeflerden bir tanesi de buydu. Bugüne gelmek istiyorum. “Büyük Ortadoğu Projesi” diye ortaya çıkan proje nedir, nasıl geldi? Türkiye-NATO meselesine biraz daha değinebilir miyim, zamanımız var mı? OTURUM BAŞKANI- Başlayalı 20 dakika kadar oldu. Bir 10 dakika daha süreniz var. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Tamam. Büyük Ortadoğu Projesi, bildiğiniz gibi, Tunus’tan Çin’e kadar olan çok geniş, çok büyük bir alanın özgürleşmesi ve buralara demokrasinin gelmesi adına gerçekleştirilen bir proje; 55 yani özgürlüğü ve demokrasiyi getirmek için Büyük Ortadoğu Projesi büyük ölçüde ortaya atıldı. Nasıl özgürlük, barış ve demokrasi gelecek; Irak’a geldiği, Afganistan’a geldiği gibi gelecek. Ama burada temel niyet ne? Ben birkaç tane şey olduğunu düşünüyorum. Bu bölge, büyük ölçüde kapitalist sistemin bugünkü gereklerine doğrudan ayak uyduran bir bölge değil. Bu, sadece gidip oralarda kültürünü yaymak falan değil. Bunlar da var, ama oradaki temel neden, bu bölgelerin kapitalist sistem içerisine alınması, dahil edilmesi. Nasıl dahil edilecek? Şöyle bir baktığımız zaman, bu ülkelerin büyük bir çoğunluğunda işgücü eğitimsiz, mevcut kapitalist sistemin gelişen koşullarına ayak uydurabilecek ve gidip de üretimin doğrudan yapılabileceği bir ortam yok. Küreselleşme sürecinde, 1970’lerde, 1980’lerde merkezdeki ülkeler ne yapmıştı; Yugoslavya’da, Brezilya’da, Tayvan’da, üretimlerini oraya kaydırıp, oraları bir şekilde ucuz emek pazarı olarak kullanabilmişlerdir. Ama Ortadoğu ülkelerini bu bakımdan kullanamadılar; hem yönetimler buna çok müsait değildi, hem oradaki işgücünün niteliği buna çok müsait değildi. O zaman, buraları ele geçirmek gerekiyor, buralarda bu yapının oluşmasını sağlamak gerekiyor; yani buraların ucuz emeğe dahil edilmesi gerekiyor. İkincisi, buraların pazar olarak kullanılması gerekiyor, yani üretilen her şeyin buralarda satılması gerekiyor. Bugün, Afrika’da, Irak’ta, Suriye’de; çıkartılan teknolojinin çok fazlaca çok hızlı bir şekilde kullanıldığı, yaygın bir şekilde kullanıldığı söylenemez; yani iyi bir tüketici olmadıkları ortada. Buraların biraz daha pazara katılması gerekiyor. Ama bunun ötesinde önemli bir etken de, giderek sıkıntısı duyulan enerji kaynaklarına yine bu yollarla ulaşılması. Çünkü buralarda büyük ölçüde doğal kaynaklar, petrol ve diğer doğal kaynaklar oldukça zengin. Bunun da aynı şekilde bu süreç içerisinde ekonomiye katmak -genel olarak böyle tabir ediliyor- gerekiyor; çünkü onlar orada atıl duruyor ve kullanılması gerekiyor, hem de en ucuz şekilde bunların alınması ve kullanılması gerekiyor. Bu arada, Türkiye için özellikle suyu da unutmamak lazım. Sadece enerji değil, su da burada son derece önemli. Su kaynaklarına ulaşmak bakımından da bu projenin önemli bir yeri var. Bu yapı içerisinde, Türkiye’nin NATO içindeki yerine şöyle bir bakmak gerekirse; bildiğiniz gibi, Türkiye, 1952 Kore Savaşı sonrasında NATO’ya dahil ediliyor. Ondan sonraki sürece bakıldığında, askeri anlamda veya siyasal anlamda Türkiye’nin stratejik egemenliğini büyük ölçüde NATO’ya devrettiği görülmekte; yani alınan kararlarda, uygulanacak politikalarda, stratejilerde, askeri anlamda da büyük ölçüde NATO’nun kontrolü içerisinde kalınıyor ve onun çizmiş olduğu perspektif içinden geçiliyor. Peki, bu süreçte Türkiye, NATO içinde aktif olarak söz hakkına sahip mi? Ona baktığınız zaman, onun da söz sahibi olmadığını görüyoruz; çünkü diğer belirleyiciler temel politikalarını ortaya koyuyor, Türkiye sadece uygulayıcı pozisyonunda kalıyor. 56 Türkiye'nin bu süreç içerisindeki pozisyonunda ilginç şeyler var tabii. Örneğin, 1962 yılında Küba krizi ortaya çıktığı zaman, Amerika, Sovyetler Birliği’nden, Küba’daki nükleer silahlarını çekmesini istiyor; buna karşılık olarak, Sovyetler Birliği de Türkiye’deki nükleer silahların çekilmesini istiyor. Bu tarihe kadar Türkiye’de toplum, halk, insanlar, Türkiye’de nükleer silah olduğunu bilmiyor. Toplum, bu kriz sayesinde anlıyor ki, Türkiye’de nükleer silah varmış; yani toplumdan tamamen habersiz bir şekilde birtakım politikaların içerisine giriliyor. Yine 1989 yılında Berlin Duvarı yıkılmadan hemen önce, NATO’nun bir manevrası, bir tatbikatı var. Tatbikat sırasında, bir işgal halinde Türk topraklarının kurtarılması için, Türkiye sınırları içinde nükleer silah kullanılacağı ortaya çıkıyor. Ama bizim bundan haberimiz yok. Türkiye toprakları içerisinde bir nükleer silah kullanılacak, bunun sonucu olarak da çok sayıda Türkiye vatandaşı yaşamını kaybedecek; ama bundan bizim haberimiz yok, bunda bir söz hakkımız yok, olup olmaması konusunda bize de hiçbir şey sorulmuş değil! Ama bu yapı içerisinde, büyük ölçüde hem ulusal egemenlik ortadan kaldırılmış oluyor; öbür tarafta da Türkiye, kapitalizmin bu sürecindeki yapıya, kendisinin çok da çıkarı olmadan, pasif bir uygulayıcı halinde eklemlenmiş oluyor. Son olarak şunları söylemek istiyorum: NATO, Büyük Ortadoğu Projesi kapitalist sistemle bütünlüklüdür, büyük ölçüde sermayenin söz sahipliğinde gelişmiştir. Çünkü NATO’nun, Büyük Ortadoğu Projesiyle beraber ortaya çıkacak durumda veya Irak’taki savaşta, Afganistan’daki savaşta, diğer savaşlarda, yenik çıkacak olan savaşlarda oraya gidip de savaşacak olanlar hiçbir zaman sermaye kesiminin, bu kararları verenlerin çocukları olmayacaktır. Buraya gidecek olanlar, işçilerin, memurların, emekçilerin, köylülerin; yani sermayenin dışındaki toplum kesimlerinin çocukları olacaktır, onlar gidecektir. Bugün Amerikan askerlerine kızıyoruz, ama ayrıntıya inildiğinde ne görülüyor; Amerikan askerlerinin çoğunun Amerikalı göçmenler, işsizler, güvencesizler olduğunu ve bunların mecburen gittikleri bir yer olduğunu görüyoruz. Irak’ta ölenlerin de, öldürenlerin de bir şekilde aslında bu sistemde hiç de kendilerine söz hakkı verilmemiş, tamamen kullanılan kesimler olduğu görülüyor. NATO Toplantısı Türkiye'de yapılacak. Buradan “NATO’nun Türkiye'de yapılacak olan bu toplantısını kim destekliyor?” diye bakıyoruz; bu toplantıyı destekleyecek olan, Toplum Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi sivil toplum örgütleri, yapılacak bu toplantıyı desteklemekte. Sponsorlar, Garanti Bankası, Motorola, Shell, Nokia gibi uluslararası sermaye 57 kuruluşları. Yine bunlar sivil toplum örgütleri adı altından gidiyor. TÜSİAD, büyük ölçüde destek oluyor. Bu toplantının dünya için bir dönüm noktası olacağını, NATO’nun ve bununla beraber de Kazakistan’daki siyasallaşma sürecinde ciddi bir yeni dönüşüm noktası olacağını düşünüyorum. Onun için son derece önemli. Burada alınacak kararların kısa dönemde ve uzun dönemde büyük ölçüde bizim yaşamımızı doğrudan etkileyeceğini, son derece olumsuz şekilde etkileyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle, toplum için, kendi çocuklarımız için, Türkiye'de yapılacak olan bu NATO Toplantısının bir şekilde başarıya ulaştırılmaması için elimizden gelenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim. OTURUM BAŞKANI- Özgür bey bize, NATO’nun başlangıcını ve kapitalist sistem itibarıyla gerekliliğini, giderek ülkemizde düzenlenen NATO Toplantısında hedeflenenleri anlattı. Kısa bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesleğe ilk başladığım yıllarda, tesisat yapmak üzere, Hadımköy Çakmaklı’ da bir NATO tesisinde, Arı İnşaatta çalışıyordum. Orada, yakın bir bölgede birtakım silah depolarının olduğunu öğrendim. Bu silah deposu, Büyükçekmece Gölü’ne bakan rampa üzerinde 8 tane, toprağa gömülü kümbet. Sohbetler sırasında iş gelişince anlaşıldı ki, 60’lı yılarda Küba krizi sırasında konuşulan nükleer silah depoları, İstanbul'un hemen yanı başındaki Büyükçekmece’de. O zamanki teknolojiyle yerleştirilmiş olan silahların menzili 200 kilometre; yani buradan attıkları zaman Çorlu’ya düşüyor. İlk konuluş anından itibaren NATO, Sovyetlere karşı veya karşıt kutba karşı nükleer silah kullanmaya karar verdiği zaman, vuruşma alanı bizim ülkemiz. Bu silahla, İstanbul'dan attıkları zaman, ancak Çorlu’ya kadar varabiliyor ve hedeften de 20 kilometre sapma ihtimali var, yani 200 kilometre menzilde de 20 kilometre sapma ihtimali var; yani her halükarda biz vuruluyoruz, başka bir şans yok. Bu arada, panelimize destek telgrafı var; İstanbul Baro Başkanı Sayın Avukat Kazım Kolcuoğlu, başka bir toplantısından dolayı katılamadığını ve panelimize başarı dilediklerini iletmişler. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Suat bey, söz sizde. SUAT PARLAR- 20. Yüzyıl, aşırılıklar çağı olarak nitelendirilmişti. Sanıyorum, 21. Yüzyıl da taammüden soykırımlar çağı olarak nitelendirilecek. “Aşırılıklar çağı” derken, belki bu nitelendirmeyi yapanların aklında 20. Yüzyılın o müthiş savaş pratiği vardı. Bütün insanlığın gelişim evresi düşünüldüğünde, hakikaten 20. Yüzyıl korkunç derecede kanlı geçmişti. 19. Yüzyılda yaklaşık olarak 300 civarında savaşta söz edilirken, 20. Yüzyılda dünyada 3 080 savaş yaşandı. Resmi rakamlara göre, bu 3 080 savaşta da 58 100 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Sakat kalanları, insani tahribatın boyutunu veya uygarlık krizi olarak neler yaşandığını halen daha bilmiyoruz, bildiklerimiz de zaten bizi irkiltmeye yetiyor. “Ne kastediyorsun, nasıl bir örnek verebilirsin?” denilebilir. Vereceğim örnek, hem militarizmin boyutlarını göstermesi açısından, hem de ABD’nin insanlığın geleceğinde yaratacağı tehlike ve tehditleri daha 1960’lardan itibaren ortaya koyan bir örnek olması açısından çok önemli. 1964 yılında bir uydu kazası meydana geldi. Çok az miktarda, 4 libre civarında plütonyumu yakıt olarak içeren bir uydu, atmosferde infilak etti. Sonuç: 1990 yılında Berkeley Üniversitesinin yaptığı bir araştırma, bütün enlemlere radyasyon saçıldığını ve dünyada akciğer kanserinin patlamasından bu kazanın sorumlu olduğunu gösterdi. Benzer bir kaza, yine uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından kullanılması programının parçası olarak, Katinya adı verilen uyduda meydana geldi. 75 litre plütonyum taşıyordu. Büyük bir şans eseri, infilak atmosfer içerisinde gerçekleşmedi. Atmosferde geçerleşmiş olması durumunda 20-25 milyon ölümden söz ediliyordu. NASA’nın tespitleri de şu doğrultudaydı: Radyasyonun saçıldığı tarım alanlarının bir daha ekime açılmaması; hayvanlar üzerinde etki varsa, hayvanların itlaf edilmesi; kentler üzerine bu radyasyon saçılmışsa, o kentlerin bir daha asla kullanılmaması ve binaların yıkılması. Bunu bir parantez olarak aklımızda tutalım. Uzayın askerileştirilmesi programı yine yürürlükte. Bush’un iktidarıyla birlikte Anti-Balistik Füze Anlaşması iptal edildi ve bununla birlikte, uzayda savaş programı gündeme alındı. Bu, ne anlama geliyor? Bu, şu anlama geliyor: Artık yeryüzünün parsellenmesini bırakın, uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından kullanılması gündemde. Buradan hemen bir teorik sonuç çıkarmamız gerekiyor. Son 20 yıllık ABD askeri stratejilerinin hepsinde tek yanlılık esastır; tıpkı, bu uzay programında olduğu gibi. Bunu nereden çıkarıyoruz; Birleşmiş Milletlerdeki oylamalardan çıkartıyoruz. Birleşmiş Milletlerle ilgili kendi tarifimi yapayım da, o konuda ne düşündüğüm belli olsun. Birleşmiş Milletler bir hırsız mutfağıdır veya isteyenler, Birleşmiş Milletleri, bütün dişleri çekilmiş bir köpek olarak da değerlendirebilir. Onun dışında başka bir anlamı yoktur. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 163 ülke, uzayın silahlandırılması konusunda “hayır” oyu kullanırken, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve bu araştırmaların yapıldığı Mikromedia adı verilen bir bellekçik çekimser kaldılar. Bu oylama 2000 yılında gerçekleşti. Peki, buradan çıkarılacak sonuç neydi; ABD’nin tek taraflı davranma konusunda malum olanı ilan etmesi. Bununla 59 yetinilmedi, başka bir ilan daha vardı; Uluslararası Ceza Mahkemesinin yetkisini kabul etmediklerini açıkladılar. Bu, şu anlama gelir: Dünyada askeri bir imparatorluk inşa etmek üzere harekete geçen güç, işkence de yapar, ırza da geçer, katliam da düzenler. Askerlerini ve görevlilerini bundan muaf tutma konusunda tek yanlı davranışını bir de Uluslararası Ceza Mahkemesi konusunda ilan etti, “Ben bu yetkiyi tanımıyorum” dedi. Peki, onun dışında, başka buna benzer ilanlar var mıydı? O malum ilanlarından bir tanesi de Wolfovitz tarafından 11 Eylülden 2 gün sonra bir açıklamayla gündeme getirildi. Herkes son zamanlarda keyfi milatlar ilan ediyor. Spekülasyon olsun, bir milat da ben ilan edeyim. Bence, Wolfovitz’ in açıklaması milattı. “Niye?” diye sorulabilir. 11 Eylül, malum, İkiz Kulelerin vurulması. 13 Eylül tarihli New York Times Gazetesi’nde yayınlanan Wolfovitz’ in açıklaması aynen şu: “Bazı devletlerin varlığına son verilecektir.” Kastettiği alan Avrasya coğrafyası. Devletlerin varlığına son vermekten söz ediyor. Bu açıklamayı diğerlerinin açıklaması takip etti. Anlaşıldı ki, Wolfovitz, kariyerinde bir sıçrama yapmak istiyor; bir askeri planı, yıllardır hazırlanmakta olan bir askeri planı inşa ediyor. Dünyada hiçbir genelkurmay, bir gün içerisinde bazı devletleri ortadan kaldıracak ve coğrafi, jeopolitik alan belirleyecek kadar usta olamaz. Bu, mümkün değil, bir gün içerisinde bu planlar oluşmaz. Bu planlar, çok önceden hazırlanmış olan planlardı. Dediğim gibi, Wolfovitz, 13 Eylül günü bunu ifşa etti ve Avrasya’yı işaret ederek ifşa etti. Aslında hazırlık eskiye dayanıyordu, oldukça eskiye dayanıyordu; çünkü Amerika Birleşik Devletlerinin emperyalist bir güç olarak doğuşundan itibaren Britanya İmparatorluğundan tevarüs ettiği emperyal bilinç ve emperyal stratejilerin odağında Avrasya’nın kontrolü yatar. Avrasya’yı kontrol etmeyen bir gücün, dünyada önemli bir güç haline gelmesi mümkün değildir; hele bu güç bir ada devletse, hele bu güç denizlerle çevrili bir devletse –malum, Britanya da böyleydi- bu kaçınılmazdır. Kabaca, karasal, kıtasal olanla denizci olanın karşı karşıya gelmesi anlamında bir jeopolitik söz konusudur. Bu konuda ABD’nin son 150 yıllık çalışmaları incelendiği zaman, temel hedefin Avrasya’nın kontrolü olduğu görülür. Şu soru sorulabilir: Neden Avrasya? Çok basit birkaç tane nedeni sıralayayım. Bu yüzyılın başında olan nedenler tabii ki değişti, ama günümüz itibarıyla geçerli olanlarını sıralayayım. Dünya petrol kaynaklarının yüzde 67’si Körfez’de, dünya doğalgazının yüzde 41’i yine bu bölgede, dünyanın ikinci büyük nükleer gücü olan Rusya bu bölgede; Çin, Hindistan ve Pakistan gibi üç önemli nükleer güç bu bölgededir. Onun yanı sıra, dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunun ülkesi bu bölgede. 60 Sadece bu kadar değil, nikelden kobalta, uranyumdan altına kadar değerli madenlerin hemen hemen önemlice bir bölümünün rezervleri bu bölgede. ABD’nin çok zengin birtakım öz varlıklara sahip olduğuna dair iddialar vardır. ABD, sanıldığı gibi muazzam kaynaklara sahip değildir; halen daha Afrika, Ortadoğu ve Avrasya’nın mineral kaynaklarına büyük ölçüde bağımlıdır ve bunları kontrol altında tutar. Bu bağımlılık iki türlü bir bağımlılıktır. Bu bağımlılığın birincisi doğrudan doğruya üretimle ilgilidir, ikincisi enerji ve üçüncüsü de spekülasyonla ilgilidir. Çünkü dünyada şu anda finansal ölçekler içerisinde işleyen piyasalar bu minerallerin de bu finansal spekülasyona konu olmasını beraberinde getirir. Yani üretimin dışında, dünya piyasalarında da bunun rolü büyüktür ve dünya piyasaları şu anda zaten dünya ticaret hacminin iki misli üzerinde, 1990’ların sonu itibarıyla 100 trilyon dolarlık spekülatif bir hacim söz konusuydu. Bu söz konusu olan mineraller böyle bir ticaretin de, böyle bir finansal spekülasyonun da konusu olur. Bu açıdan da son derece önemlidir. Rusya ve Çin, malum, dünyanın en büyük ülkeleri, güçleri. “Avrasya’yı kontrol etmek” dedik. Avrasya’yı kontrol etmek, aynı zamanda Rusya’nın çarpılmasıyla yakından bağlantılı. 1990’lardan bu yana, hatta daha öncesinden bu yana, ABD’nin tüm stratejik belgelerinde yer alan bir yaklaşım var; “eğer bu bölgede, yani Avrasya’da, bizim egemenlik alanımızda bize yönelik herhangi bir koalisyon oluşursa, biz bu koalisyonu önlemekle mükellefiz. Bunu yapamazsak, bizim dünya üzerindeki bütün çıkarlarımız tartışmalı hale gelir. Bu anlamda, bütün güçlere uyarımız, böyle koalisyonlara güvenmesinler.” 1992 yılında baba Bush Yönetimi giderken, basına sızdırılan bir belge vardı; ABD’nin Savunma Planlama Rehberi. Bu yaklaşım orada değerlendirildi. Daha sonra, 1997 yılında yine ABD’nin önemli stratejik kurumlarının hepsinin önde gelen üyelerinin hazırladıkları bir Uluslararası Savunma Strateji Belgesinde yine buna vurgu yapıldı ve orada daha başka bir açılıma gidildi. Bu, Türkiye açısından da önemli olan bir açılımdır. “Kıyı şeritlerini tutmalıyız” denildi. Zaten bir Avrasya stratejisi söz konusuysa, bu bölgeye egemen olmak söz konusuysa, kıyı şeridi bağlamı içerisinde, Ortadoğu’nun, Türkiye'nin, Afrika’nın bazı bölgelerinin kontrol altına alınması şart, bundan vazgeçilmez. Daha ilginci, bu belgede, “bugüne kadar uçak gemileri -ABD’nin 17 uçak gemisi filosu vardır- dolaştırdık, dünyanın dört bir yanında bayrak gösterdik. Bu, bizim açımızdan pahalı. Kıyı şeritlerine yerleşmemiz ve bu anlamda da Avrasya’yı kontrol altına almamız gerekir” denildi. ABD’nin bütün güç dizilişinin -Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Uzay Komutanlığı- buna göre yeniden yapılandırılması gündeme geldi. 61 Şöyle bir stratejik karlılıktan söz ettiler hep: “Almanya’nın teknolojisi ve sermayesiyle Rusya’nın insan gücü ve o muazzam pazarı, stratejik gücü bir araya gelirse, sonuç ne olur?” Demin dediğim gibi, sonuç, ABD açısından sonun başlangıcı olur. Bunu çok iyi tahlil ettikleri için, 1990’lardan itibaren bu iki gücün arasına kama sokmaya başladılar. Yani bizim Yugoslavya Savaşı dediğimiz ve NATO’nun 78 günlük Yugoslavya bombardımanıyla gündeme getirilen savaş ve daha sonra NATO’nun genişleme politikası aslında bu stratejik kabusun önlenmesine dönüktü. Haritayı şöyle bir gözden geçirdiğiniz zaman, bütün Doğu ve Orta Avrupa'da Amerikan üslerini görüyorsunuz. Makedonya’da, Kosova’da, Bulgaristan’da, Romanya’da, Polonya’da, bunların hepsinde Amerikan üsleri vardır. Orta Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümü, NATO’nun genişleme projesi çerçevesi içerisinde NATO şemsiyesi altına alındı. Eşdeğer bir genişleme de Avrupa Birliğiyle gerçekleştirildi. Ama orada yine ABD’nin onayı vardı; ama ABD, Avrupa Birliğinin NATO’ya rağmen ve NATO’ya karşıt bir askeri yapılanma olarak örgütlenmesine müsaade etmeyeceğini belirtti. Bu anlamda, Fransa’yla Almanya’nın 1990’larda, Kosova Savaşının bitiminin ertesi gün 35 bin kişilik bir tugay oluşturmasına hemen ABD’den itiraz geldi, “böyle bir güç oluşumunu asla kabullenemem” dedi. Britanya açısından da böyledir. Rusya’yla Almanya'nın bir ittifakı ve bu ittifakın, bölgedeki bu iki gücün jeopolitik alandaki ülkeleri de kapsaması çok karlı bir iş olarak değerlendirilir. O zaman, Büyük Ortadoğu Projesini de, NATO’nun genişleme projesini de, Avrupa Birliğinin genişleme politikasını, bunların hepsini Avrasya çerçevesi içerisinde değerlendirmekte fayda var. Yine haritayı gözümüzde canlandırdığımız zaman, dünyanın bir ucunda Japonya’yı görüyoruz, diğer ucunda ABD açısından Almanya’yı görüyoruz ve tüm bu ara bölgelerin kontrol altına alınması söz konusu. “Avrupa ve Japonya ne anlam ifade ediyor?” denilebilir. Müttefiktirler, evet, doğru; ama onun ötesinde can düşmanıdırlar. Çünkü ikisi de önemli küresel emperyalist rakiplerdir. Hele hele Japonya, şu anda ABD’nin en büyük alacaklısı durumundadır. 90’lardan itibaren, Amerikan devlet tahvillerine ve hazine bonolarına her yıl 90-100 milyar dolar arasında yatırım yapmış durumdadır. Dünyada eğer kapitalist rekabet sadece ve sadece teknoloji, piyasalar, pazar paylaşımı alanında olsa, ABD askeri gücünü devreye sokmasa, ABD, üçüncü sınıf bir ekonomik güce dönüşmüş durumdadır. ABD’nin çok büyük çokuluslu şirketlere sahip olmasının hiçbir anlamı yok; çünkü bu denizaşırı şirketlerin sübvanse edilmesi için, ABD, deyim yerindeyse, çürüyen bir cumhuriyete, genişleyen ve şişen bir imparatorluğa dönüştü. Bunu onarmanın yolu olarak da bir ideolojiyi ortaya attılar; “küreselleşme ideolojisi” dediler. Öznesiz bir 62 ideoloji, hiçbir anlamı yok. Doğru olan, bu konuyu yine emperyalizm açısından değerlendirmek. Peki, ABD bir hegemon gücü temsil ediyor mu; asla. ABD hegemonyası sona ermiş vaziyette. Hegemonya bittiği için de, ABD, bir imparatorluk olarak, bir askeri imparatorluk inşa sürecini başlatan ve bir imparatorluk özlemi çeken güç olarak varlığını duyurmaya çalışıyor. Çünkü hegemonya olabilmeniz için, kabul gören hukuk kodlarınız, piyasaları düzenleyen birtakım kurumlarınız, bunların ideolojik düzeyde kabul görmesi ve kültürel açıdan dünyanın size bir anlamda gıptayla bakması, sahip olduğunuz bütün ticari sembollerin kullanılıyor olması gerekir. Peki, ABD’ne sunuyor; bunların hiçbirini sunmuyor. Bunun yerine, bir internet sinerjiliğini üçüncü sanayi devrimi olarak sunuyor. İkincisi, dünyada sermayenin inanılmaz ölçekte yoğun bir dolaşımı olduğunu gündeme getiriyor. Çok büyük bir yalandır, çünkü dünyada şu anda doğrudan yatırımların yüzde 87’si üç büyük ticari blok içerisindedir; Avrupa Birliği, Japonya ve ABD bloğu içerisindedir. Geri kalan yatırımlar, dünyanın geri kalan 60-70 ülkesi tarafından paylaşılmaktadır. Bu anlamda da sermayenin küreselleşmesinden söz edilemez ve bütün uluslararası şirketler ulusa yerleşiktir. Motorola bir Amerikan şirketidir, Sony bir Japon şirketidir. Ticaret yapacakları zaman da güvenli bölgeleri seçerler. Bu da şunu gösterir: Emperyalizmler arasındaki çelişki sona ermemiştir. Demek ki, bir üçüncü dünya savaşı zembereğine girmiş vaziyetteyiz, düşük yoğunluklu bir dünya savaşının içerisindeyiz. Ama önümüzdeki süreçte bir üçüncü dünya savaşı gündemdedir. Şu söylenebilir: Rakiplerinin gücü yok, doğru, askeri açıdan Almanya ve Japonya bir tarafta ama Rusya ve Çin’in -ki, bu kuşatma tamamıyla onlarla ilgilidir, onların askeri blokajıyla ilgilidir, siyasi blokajıyla ilgilidir- ilanihaye buna sessiz kalmaları düşünülemez; her ne kadar Çin’in ABD’ye bu anlamda yoğun ekonomik ihtiyacı varsa da, sermaye girişi veya teknolojiye ihtiyacı varsa da. Dediğim gibi, Ortadoğu’yu bu kapsam içinde yerli yerine oturtmak lazım ve kodlarla oturması lazım. Irak denildiği zaman akla Rusya gelmeli, Kuzey Kore denildi zaman da akla Çin gelmeli. Hakikaten de kodlar buna göre ve rakamlar da bunu gösteriyor. Amerika Birleşik Devletlerinin 2005 yılından itibaren savunma bütçesi 470 milyar Dolar olacak. Bu sene 403 milyar Dolara bağlandı, fakat bu rakam da bir anlam ifade etmiyor; çünkü NASA’nın veyahut da üslerin ya da pahalı birtakım askeri projelerin bu rakama dahil edilmediğini görüyoruz. Bu rakama onlar da dahil edildiği zaman 700 milyar Dolarlık bir silahlanma bütçesi var. 63 NATO’nun tamamının silahlanma bütçesine gelince, 140 milyar Dolar; yani ABD, dünyada şu anda tek başına tüm askeri harcamaların yüzde 35-yüzde 40’ını gerçekleştiriyor. Bu, muazzam bir rakam. Askeri açıdan, şu anda ABD’nin gücüne meydan okuyabilecek bir ülke veya ülkeler topluluğundan söz etmek mümkün değil; ABD, bunun bilincini de taşıyor. Açıkçası, şunu söylüyorlar: “Biz, rekabet avantajlarımızı yitirdiğimiz ölçüde askeri gücümüzü kullanmalıyız. Ne yapmalıyız; dünyayı askeri açıdan tehdit etmeliyiz.” Bu anlamda da bütün dünyayı bir askeri üsler kuşağıyla sarmış vaziyette. Şu anda, ABD’nin 130 ülkede 702 üssü var. Ama ben, bu rakamın düşük olduğu inancındayım; bu üsler 1 000 civarında olmalı. Özbekistan, Kırgızistan, Romanya, Bulgaristan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Türkiye, buralarda son dönemlerde çok sayıda üs inşa edildi. Onun dışında, klasik üs yapılanmaları Japonya’da duruyor. Almanya'dan asker çekeceklerini söylediler. Stuttgart başta olmak üzere, halen daha yüzde 80 oranında Almanya'daki Amerikan askerleri de varlığını sürdürüyor. Bu üslerin dünyanın dört bir yanına yayılmış olması, ABD’nin aynı zamanda ekonomik politikalarıyla da yakından bağlantılı. Hem bu ülkelerin iç işlerine karışmayı garanti ediyor, hem de dünyada ABD’nin giderek rekabet avantajını yitirmesinin getirdiği problemlerin telafi edilmesinde, halkların başının üstünde Demokles’ in kılıcı gibi sallanıyor. Gelelim Büyük Ortadoğu Projesine. Büyük Ortadoğu Projesi bir paket projedir. Resmi olarak ilk dile getirilmesi, 2003 yılında NATO’nun Prag Toplantısında oldu. Raice’ ın geçen sene New York Times’ ta çıkan bir yazısı vardı; o, o kadar önemli değil, resmi bir açıklama değil. Prag Toplantısında, NATO Daimi Temsilcisi Nicholas Burns, “NATO’ya soğuk savaştaki hizmetlerinden dolayı teşekkür ederiz. NATO’nun yeni işlevleri olmalıdır ve bu yeni işlevler çerçevesi içerisinde de NATO artık gözlerini Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya çevirmelidir” değerlendirmesini yaptı. Daha sonra Davos Toplantısında Rumsfeld’ in bu konuya girdiğini ve çok hoş denilebilecek bir açıklama getirdiğini gördük. Biliyorsunuz, son dönem bütün açıklamalarını demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa üzerine kurguluyorlar. Bu bölgede refah açığı olduğunu, kadın haklarında büyük gerilikler olduğunu söyledi ve “biz, bu bölgeye demokrasiyi getireceğiz” dedi. Ne ilginçtir ki, o konuşmasını 60’larda da, o bölgedeki şeyhliklere ve monarşilere yaptı. Prag Toplantısında, NATO’nun yeni işlevlerinin Ortadoğu’ya dönük olmasıyla birlikte Büyük Ortadoğu Projesinin ilk şekillenmelerini gördük. Benim çok sevdiğim bir tabirle, Rusların meşhur Rasputin’i vardır. Orada yine Amerikan Rasputin’i Zbigniew Brezinski’nin, bu bölgeye yönelik olarak “Global 64 Balkanlar, global bataklık” formülasyonunun aslında projenin ana mantığını özetlediğini gördük. Brezinski, bu bölge için, “Global bataklık, global Balkanlar” derken, çok açık bir şekilde askeri, dini, etnik, stratejik bir söylem kullandı. Yani Rumsfeld’in o çok hoşa gidebilecek, bazılarının hoşuna gidebilecek demokrasi söyleminin gerçeğe tercüme edilmesini sağladı. Onun konuşmalarıyla diğerleri bir araya geldiğinde görüldü ki, birincisi, bu bölgede İsrail’in varlığının güvence altına alınması esas unsurdur. İkincisi, bölgede İsrail’in merkezinde durduğu yeni bir ekonomik yapılanma ve yeni bir düzenleme, finansal ölçekler içerisinde veya doğalgaz boru hatlarında İsrail’in garantör olması gündeme gelecektir. Üçüncü bir nokta olarak şu söylendi: “Biz, bu projeyi Avrupa Birliğiyle birlikte yürütmek istiyoruz, müttefiklerimizle birlikte yürütmek istiyoruz” denildi. Projenin en tehlikeli tarafı budur; çünkü bu bölge, dünya açısından muazzam bir stratejik ve ekonomik ödüldür. Demin sözünü ettiğimiz rakamların dışında, dünyanın en önemli su kaynakları buradadır. Sadece Fırat ve Dicle’yi kastetmiyorum; Nubyan Akiferi buradadır. Şöyle söyleyeyim: Yeraltı suları anlamında, Kuzey Afrika veya Sahra Çölü’nün altı da dahil olmak üzere, muazzam ölçekte bir su kaynağı vardır. Amerika'da şu anda bir kilo domatesin 4-6 Dolar olduğu, ama benzinin fiyatının bundan daha düşük olduğu düşünülürse, gelecekte tarımın ve bu anlamda sulamanın önemi ortaya çıkar. Dolayısıyla, bunu bir de şöyle değerlendirmek lazım: Eğer Mart tezkeresi çıkmış olsaydı, ABD’nin üslendiği alanın önemli su kaynaklarının yolu üzerinde bulunduğu görülecekti. Dolayısıyla, bu bölge, aynı zamanda böyle bir ödüldür. Bir de benim hep spekülasyonunu yaptığım bir konu var; bence, sadece Ukrayna, iyi önlemlerle Avrasya’yı besleyebilecek kadar muazzam bir tarımsal potansiyele sahip. Onun dışında, Sibirya, geleceğin insanlığa büyük bir ödülü; çünkü halen daha Sibirya’nın yeraltı kaynakları üzerine yapılmış ciddi araştırmalar yok. Sadece doğalgaz ve petrol anlamında bile muazzam bir ödül. Bence, geleceğin stratejik hazinesi. Bütün jeopolitik uzmanları da bunu yüzyılın başından itibaren söylüyorlar. Bunların hepsi değerlendirildiğinde, bu bölge, hakikaten büyük bir ödül. Büyük Ortadoğu Projesi, bütün bu demokrasi, insan hakları kisvesi altında böyle bir yaklaşım içerisinde. Öze indiğimizde de şunu görüyoruz: Müttefiklerle danışma mekanizmasını yapıyormuş görünme, işletiyormuş görünme tarzında yapıyor. Bush, tek yanlılığını ilan etti; demin bunun örneklerini verdim. Ama Clinton’da şu vardı: Bazı askeri operasyonlara girişeceği zaman, müttefiklerine danışıyormuş görüntüsü verirdi. Avrupa Birliğinin özellikle Münih’te yapılan Güvenlik Toplantısında yapılan 65 açıklamalarla birlikte, Büyük Ortadoğu Projesini hakikaten hararetle desteklediğini görüyoruz. Yani NATO’nun bu bölgede yeni işlevler edinmesi konusunda Avrupa Birliğinin bazı çekinceleri olmakla birlikte, pek de büyük bir problemi yok. 22 İslam ülkesine gelince, geçenlerde yapılan İslam Konferansında zaten bu konuda bazı adımlar atılacağı söylendi. Burada söz konusu olan demokrasi, bir düşük yoğunluklu demokrasi olacak. Dediğim gibi, İsrail’in varlığı güvence altına alınacak. En önemlisi de, bu, aynı zamanda dini bir proje. Açıkçası, İslam’ın yenilenmesi doğrultusunda bir çaba da gündemde. Bu doğrultuda da faaliyetler var. Bunu da gerçekleştirirken, özellikle Türkiye başta olmak üzere, kendileriyle ortak hareket eden ve Hindistan’daki Kabiyani Hareketine benzeyen, sömürgecilerle uzlaşmış olan İslami birtakım cemaatleri veya tarikatları sonuna kadar kullanıyorlar. Tabii tek destekleri bu değil; ağırlıklı olarak son dönemde neoliberal cephe içerisinde bir dayanak haline gelmiş, neoliberalizmin solu olan tablolar da aslında bu projenin utangaç destekleyicileri konumunda. İşin böyle bir yanı var. Tabii ki, NATO Toplantısı ki tek gündemli bir toplantı değil; ama deyim yerindeyse, buradaki toplantı da sembolik bir toplantı. Çünkü bütün kararlar tekno-bürokratik mekanizmalar tarafından 2003 Toplantısında görüşüldü, ağırlıklı olarak karara bağlandı. Farkındaysanız, işkence resimlerinin basına sızdırılmasıyla birlikte, Bush Yönetimi için de zaten sonun başlangıcı gündemdedir. Bu, bir bakıma ABD egemenlik sisteminin Bush Yönetimini, Bush iktidarını altın bir tepsi üzerinde müttefiklerine sunmasındır. Hem Şaron kliğinden, hem de bunlardan kurtulma doğrultusunda bir program gündemdedir. Muhtemelen de, son dakikada büyük bir kriz yaşanmayıp Büyük Ortadoğu Projesi gündeme gelirse, demokrat bir kongre tarafından uygulanacaktır ve en tehlikelisi de budur. Buradan Türkiye'nin payına düşenlere değinecek olursak, hemen bunu bir örnekle değerlendirmek mümkün. Diğer NATO ülkelerinin Afganistan’da asker göndermesi söz konusu olduğu zaman, parlamentolarına getirmediler. Şu nedenle parlamentolarına getirmediler: Hepsinin sömürgecilik döneminden kalma birlikleri vardı; İngilizlerin Durka’ları, Hollandalıların Surinamlıları. Belki çok talihsiz olacak, ama Türkiye'de silahlı bürokrasi hızla Durka’laşmaya doğru gidiyor, bir Durka’laşma süreci içerisinde. Dolayısıyla, Türkiye'yi bir biçimde tarif etmek gerekirse, Türkiye'ye “bir egemenlik Disneyland’ı” demek mümkün. Türkiye'nin zaten şu anda ulusal egemenliğinin çok da fazla değer taşımadığı görülüyor. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesi içerisinde Türkiye'nin müdahil ülke olması; yani deyim yerindeyse, Türkiye'nin, burada Ortadoğu’ya dayatılacak olan bu yeni sömürgeci politikanın dini, kültürel ve siyasi 66 ayaklarının oluşturulmasında kendine uygun bir bedel ödenmesi karşılığında istekli bir politik özne olması mümkün görünüyor. Bu, normal hükümet etme yollarıyla gerçekleşecek bir işlem değildir. Böyle bakarsak, Türkiye, önümüzdeki süreçte, dünya finans oligarşisinin de desteklediği çok ciddi bir politik kaynaşmayla ve hatta adı darbe olmayan darbelerle bile karşı karşıya kalabilir. Buna hiç de şaşırmamak lazım; çünkü Büyük Ortadoğu Projesi dediğimiz proje -ki, buradaki büyüğü de Büyük Ortadoğu Projesi değil, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak değerlendirmekte fayda var; haritanın genişlemesi anlamında- eğer Brezinski’ye dönüp de onun kavramlarıyla düşünürsek, global Balkanlar olarak nitelendirilen bir bölgede, kıtlıklar, düşük yoğunluklu çatışmalar, kontrgerilla savaşları, haklar arasında etnik ve dini temellerde boğazlaşmalar biçiminde yürüyeceği gayet açık. Ama bu süreçten ABD açısından ne kalacak? ABD, sadece Irak’ın petrollerini kontrol etse bile, bu andaki petrol ithalat kotası sabit düşünülse, 98 senelik petrol ihtiyacını sadece Irak’tan karşılayabilir. Çünkü Irak, şu anda 112 milyar varil rezerve sahip, 100 milyar varilin üzerinde de tahmini rezervleri bulunmakta. Suudi Arabistan’ın 260 milyar variliyle karşılaştırıldığında, Irak’ın dünyada bir numaralı petrol rezervlerine sahip olduğunu önümüzdeki birkaç sene içerisinde göreceğiz. Böyle bir manivelanın ABD’nin elinde olmasının ona sağlayacağı avantajlar çok büyük; çünkü eğer oradaki petrol sistemi onarılırsa, ABD, günde 10 milyon varillik bir ek üretimle istediği anda OPEC’ in omurgasını paramparça eder, kırar. Dolayısıyla, dünyayı ucuz petrole boğma konusunda veya petrolün pahalı kullanımı konusunda da ABD’nin elinde çok ciddi bir manivela var. “Peki, bu devam edecek mi?” diye sorulabilir. Size şunu söyleyeyim: Irak’ta kalıcı üsleri olacak. Şimdiden sonra Irak’tan çekilmesi mümkün değil. Amerika açısından, bu anlamda çıkış yok. Bunun dışında, Bağdat Havaalanı büyük bir hale getirildi. Kuveyt sınırında aşağı yukarı 6 900 kilometrekare Kuveyt toprağı -ki, Kuveyt açısından çok önemli- kontrol altında tutan üsleri var, Samara’da bir üsleri var; bu üslerin hepsi sabit hale gelecek. Tahmin ediyorum, bir müddet sonra buralara füze rampaları da yerleştirilecek. İşin böyle bir boyutu da var. Çünkü bir sonraki adımın İran olduğuna dair ciddi değerlendirmeler var. ABD, burada kalıcıdır ve burada kalıcı olması da kaçınılmaz. Burada kalıcı olması yeterli de değildir; ABD, dünyadaki her milimetrekare enerjiyi de kontrolü altına almak mecburiyetindedir. Bu, kendisi açısından kaçınılmazdır. Bunun anlamını söyleyeceğim ve sözlerimi tamamlayacağım. Sistem açısından değerlendirildiğinde, birim maliyetleri etkileyen iki önemli girdi var; enerji ve teknoloji. Teknoloji, halen daha çok ucuza enerji elde edilmesini sağlayacak boyutta değil. Dolayısıyla, bu birim maliyetlerin düşürülmesi anlamında enerji kaynaklarının kontrolü ve rakiplere öldürücü 67 darbe vurulması çok önemli hale geliyor. Bu, şudur: Büyük enerji kaynaklarının kontrolü anlamında, dünyada artık emperyalist savaşlar aynen 19. Yüzyıldaki gibi coğrafi bölgeleri elde etme biçiminde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bir de bunun teknolojiyle ilgili yanı var. Hele ABD açısından düşünüldüğünde, savaş, sürekli olarak silah sektöründeki araştırma-geliştirme harcamalarını desteklemektedir. Yani bir bakıma, sivil alanda çok pahalı olacak yatırımlar askeri bir örtü altında gerçekleştirilmektedir. Hemen hemen bütün önemli buluşlar da, bütün teknolojik buluşlar da bu askeri yapı altında gerçekleşiyor. Dolayısıyla ABD, sistem içerisinde bir yanıyla bu muazzam silahlanma faaliyetiyle teknolojiyi, diğer yanıyla da enerjiyi kontrolü altında tutmaya çalışıyor. Ama bu çizdiğimiz çok rasyonel tablo bizi aldatmamalı. Mutlak surette bunun işlemesi de mümkün değil; çünkü bu ölçekte bir savaş faaliyeti, ister istemez sosyal alanda muazzam bir kanamayı beraberinde getiriyor. ABD açısından da, dünya açısından da rakamlara yansıyanlar bile artık bir facia boyutunda. Bir tek örnek verip, konuşmamı bitireceğim. Şu anda ABD’nin üç Dolar milyarderinin serveti, 48 ülkenin gayri safi milli hasılasından fazla. Bu bile ortadaki kutuplaşmanın boyutlarını göstermesi açısından dehşet bir durum. Dolayısıyla, şunu söylemek mümkün: ABD, bu şekilde devam ederse, orta vadede kendi içine doğru patlayacaktır. Umalım ki, dünyayı beraberinde sürüklemesin. O anlamda, hocamın dileğine katılıyorum; yani insanların hakikaten yapacakları bir şeyler olmalı. Ama onun adı nedir, ona da hazır cevap bulmak çok mümkün görünmüyor. Benim söyleyeceklerim bu kadar. OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Aslında bir soru-cevap kısmı öngörmüştük; ama isterseniz, bir çay arası verelim, ikinci turda soru-cevaplara başlayalım. - ARA - OTURUM BAŞKANI- Arkadaşlar; ikinci kısma soru-cevap şeklinde devam etmeyi öngörüyoruz. Bu kısma başlamadan önce, bir-iki duyurumuz var; bu duyuruları yapmak istiyorum. TMMOB etkinlikleri içerisinde Odamızın düzenlediği bir söyleşi var. Erol Manisalı hocamız, “Avrupa Birliği ve Gümrük Birliğinin Türkiye Ekonomileri etkileri konusunda, 16 Haziran Çarşamba günü, saat 19.00’da, Cumhuriyet Kitap Kulübü Toplantı Salonunda bir söyleşi yapacak. 68 Biliyorsunuz, Cumhuriyet Kitap Kulübü, Fransız Konsolosluğunun köşesinde. Tüm TMMOB üyelerini bekliyoruz; katılıma açıktır. Bir ikinci duyurumuz, bugün yukarıda, lokalimizde, “NATO Öldürür” ismiyle bir karikatür sergisi düzenledik. Yukarıda karikatürlerimizi de görebilirsiniz. Toplantı bitiminde hepinizi lokale bekliyoruz. Bunun dışında, birçok yerde birçok etkinlikler oluyor, NATO ve Bush karşıtı etkinlikler. Örneğin, yarın saat 14.00’te, Açıkhava Tiyatrosu’nda, geçen hafta ertelenen “NATO’ya Karşı Notalar” etkinliği var. Bu etkinlik, geçen hafta yağmur nedeniyle ertelenen bir etkinlik. Sanıyorum, bu tür başka etkinlikler var. Duyuru yapmak isteyen arkadaşlar varsa, bunları paylaşalım, ondan sonra soruları alalım. Bu arada duyurular gelirse, onları da alabiliriz. Bir de, soru sormadan önce arkadaşların kendilerini tanıtmalarını rica ediyorum. Buyurun Mete bey. METE BEY- Ben, Makine Mühendisleri İstanbul Şubesinin sade bir üyesiyim. 1954 yılı İTÜ yılı mezunuyum. Sayın panelistlere, değerli görüşlerini bizimle paylaştıkları için içtenlikle teşekkür ediyorum. Benim kanımca, son derece önemli bir süreçten geçmekteyiz. Birinci sorum, Sayın Müftüoğlu hocamıza olacak. Bilindiği gibi, birçok kırılmalar yaşıyoruz. Sayın Parlar da işaret ettiler; aslında kararlar Prag’daki toplantıda alındı. Burada daha çok uygulamaya yönelik ya da daha çok Türkiye'ye görev vermeye yönelik şeyler üzerinde duruldu. Bu yeniden yapılanmanın bazı teknik kısımları var; Sayın Parlar buna değindi. NATO’nun askeri kuvvetlerinin kaydırılması var; maalesef, bu kapsamda da Türkiye’mize önemli yükümlülükler veriyor. O konuya biraz daha açıklık getirip somut şeyler söylerse, müteşekkir olacağım. Türkiye, bugün yuvarlak bir rakamla 300 milyar Dolar bir borç stoku içindedir. Son hükümetlerle, Türkiye'nin bağımsızlığı neredeyse parçalanacak şekilde, borç stokundan ötürü, IMF’nin, Dünya Bankasının, bir ölçüde de ABD ve Avrupa Birliğinin... Hükümetler âdeta hazır ola geçmiş bürokratlar gibidir. Bunun somut örneği, IMF yetkilileri, daha 3 sene önce, TELEKOM’ un Yönetim Kurulunu beğenmedikleri için, bu Yönetim Kurulunu yeniden oluşturdular, istedikleri adamları getirdiler. Demek ki, Türkiye'de bağımsızlığımızdan bahsedemiyoruz; şahsen ben bahsedemiyorum. Bu kırılma noktaları Osmanlı döneminden değil; ama 1954’te son Osmanlı borcu ödendi. Yanlış anımsamıyorsam, 1958’de IMF’ye ilk başvuru yapılmıştır. Bu, Türkiye'nin iktisadi tarihinde ikinci büyük devalüasyondur. Dolar, 80 kuruştan 9 liraya çıkarılmıştır. Hocamızdan, özellikle bu başlıca kırılma noktaları zincirinden bahsetmesini rica ediyorum. Bu, yeni bir proje değildir aslında. Yeni bir kırılma noktası mı getirecektir? Çünkü Türkiye'de 69 işsizlik süratle tırmanmaktadır. Türkiye'deki borçlar, azalmak bir yana, kabarmaktadır. Bu konjonktür yeni kırılma noktalarına gebe midir? Bu değerlendirmeyi yaparken de, maalesef, 1994’te dış baskılarla; onun bir kolu olan, bir uzantısı olan işsizliği yeni rekorlara çıkaracak olan bir oluşumdan da kısaca bahseder misiniz? Ayrıca, bu süreçte 24 Ocak 80 Kararları da yeni bir milattır. Liberal ekonomiye geçiş, Türk halkı aldatılmakla o zaman başlamıştır. Bunlar hep bir bütünün parçalarıdır. Hocama teşekkür ediyorum. Sayın Parlar’dan, birtakım açıklamalar getirmesi için bir ricam var. Dünyadaki oluşumun temel noktası dünya egemenliğine sahip çıkmaktır. Bunun için de, son derece güçlü kuvvetlere sahip olması gerekir. Bütün bunları değerlendirirken, kamuoyuna pek açıklanmayan Şanghay Beşlisi oluşumu var. Şanghay Beşlisi’nin yakın zamanda yapılan toplantılarına, Avrupa Birliğinin baş aktörleri katıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bahsettiğim gibi, 1 Kasım 2001’de, Türkiye, Rusya’yla çok yönlü işbirliği anlaşması yaptı. Bu da kamuoyuna yansıtılmıyor. Bu iki hususu nasıl değerlendiriyorsunuz? İzninizle, küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. Zaten Amerika'nın Dışişleri Bakanlarından Kissinger’in, çok açık bir şekilde, 1980’li yılların başlarında, “Küreselleşme, Amerika Birleşik Devletlerinin dünya egemenliğidir” diye bir tanımlaması var. Brezinski’nin de bir tepkisi var-biliyorsunuz, Ulusal Güvenlik Danışmanıydı- “Avrasya’ya egemen olan, dünyaya egemen olur. Teşekkür ederim. OTURUM BAŞKANI- Buyurun. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Öncelikle, Mete beye çok teşekkür ediyorum. Olaya çok önemli bir noktadan girdiler. Özellikle son dönemde, çok bilinçli bir şekilde, “siyaseti ekonomiden ayırmak diye bir şey düşünce, bir çaba var; yani “Ekonomi ayrı bir şeydir, siyaset ayrı bir şeydir. Ekonomiye siyasetçiler karışmasınlar” gibi bir düşünce vardır. Bu, bilinçli olarak getirilmiş bir yapıdır. Siyaset dediğimiz mekanizma toplumun temsiliyetidir. Bunun içerisindeki temel niyet, toplumun ekonomik karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılmaları ve onun tamamen piyasa içerisindeki piyasa aktörlerin -ki, bu aktörler büyük bir ölçüde uluslararası sermaye ve onun temsilcileri olacaktırellerinde istedikleri gibi yönlendirmek, yoğurmak üzerine getirilmiştir. Ekonomi ve siyaset bir bütündür. Bütün uluslararası projeler -Büyük Ortadoğu Projesi gibi- veya uygulanmakta olan tüm siyasi ve ekonomik yapılar birbiriyle bir bütündür, hepsi bir bütünün parçalarıdır diye düşünüyorum. Evet, Türkiye'de bu dönüşümün başlangıcı gerçekten 24 Ocaktır. Yani 70’lerin başındaki krizin arkasından kabul gören yeni liberal politikalar yeni dünya düzenini getiren politikaların Türkiye'ye girişi 24 Ocaktır; ama bildiğiniz gibi, 70 bunun esas uygulanışı 12 Eylül 1980’dir. Yani eğer 12 Eylül olmasa, 24 Ocak kararlarının bir anlamı yoktur. Zaten 1980’den sonra görülmüştür ki, ilk 6-7 ay içerisinde, bu şey bu süreç içerisinde uygulanamıyor. O zaman, bir askeri darbeyle tüm toplumsal güçleri ortadan kaldırıp, orada rahatlıkla bu politikaların uygulanması sağlanacaktır. Bu, sadece Türkiye için de geçerli değildir; aynı şablon, Şili, Arjantin gibi, kapitalist sistem içerisinde Türkiye gibi konumlanmış ülkelerde de aşağı yukarı aynı formatla getirilmiştir. Bir askeri darbe yapılmıştır, askeri darbenin ardından müthiş yolsuzluklar olmuş, arkasından bütçe açıkları ortaya çıkmış ve ülkeler uluslararası kuruluşlara borçlanmak zorunda bırakılmışlar, sonra arkasından Dünya Bankası ve IMF ile ilişkilere girilmiş ve o süreçte de bu kurumlar bu ülkeleri elinde bir sopayla terbiye eder gibi yola getirmeye çalışmıştır. Sizin de belirtmiş olduğunuz gibi, bugün kesinlikle bunun ikisinin birbiriyle bağlantıları vardır. Türkiye, bu süreç içerisinde borçlandırılmış bir ülkedir. Borçlandırılmış bir ülke, aynı borçlu bir kişi gibi, borç almış olduğuna bağımlı hale gelecektir ve bu bağımlılık nedeniyle de istenenleri yapacaktır. Sizin belirttiğiniz gibi, GATS Anlaşması son derece önemlidir. Bu, hizmet ticaretinin piyasalaştırılması, serbestleştirilmesidir. Yapılmak istenen nedir; kamu hizmetlerinin piyasaya açılmasıdır. Bu neyi getirir? Bunun getireceği sonuç, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, ticarileşmesi; ama onun ötesinde, ulusların elinde bulunan hizmet tekellerinin uluslararası tekellere devrini getirecektir. Gaye Yılmaz arkadaşımız, Ölçü Dergisi’nin son sayısında da o konuyu vurgulamış. Mesela, su meselesi son derece önemli. GATS Anlaşması, uluslararası sermayenin, su kaynaklarını, maden kaynaklarını ele geçirmesini doğrudan getiren bir süreçtir. Onun yanında, IMF ile yaptığımız tüm stand-by anlaşmalarında -“gözden geçirmeler” denilen, “ev ödevleri” diye öne sürülen yapılması istenenler- hep birtakım yaptırımlar var. Dünya Bankasının, kamuda yeniden yapılanma, Kamu Yönetimi Temel Reformunu getiren veya diğer yapısal programlarını getiren süreçleri var. Elbette, bunların hepsi bir bütün ve bunlar kırılma noktaları. Türkiye için temel kırılma noktası, fiili süreç 80’de başlamıştır; ama yasal uyum süreci 2001 Şubat krizinin ardından başlamıştır. Hatırlanacağı üzere, Kemal Derviş gelmiş, “15 günde 15 yasa çıkacak” demiş, gerçekten 15 günde 15 yasa çıkmış ve o yasalar çıktıktan sonra, Haziran ayında, dönemin Başbakanı Ecevit, “Ben bunları içime sindiremiyorum” demiştir. Ki, zannediyorum, o sırada Mecliste bunlara el kaldıran milletvekilleri de bunların ne olduğunu, içeriğini hiçbir şekilde bilmeden, o zorlamayla, “piyasalara kötü etki yapar, piyasalar düşer. Onun için, şu yasayı şöyle yapın, bunu böyle yapın...” gibi bir süreç yaşanmış. Örnek verdiğiniz 71 gibi, TELEKOM’ da böyle olmuş, hatta o dönemin Bakanı da istifa etmek zorunda kalmıştı. Burada temel olarak getirilen neydi? Doğalgaz piyasası, TELEKOM piyasası; yani üst kurullar kurularak, Parlamentonun toplumsal denetiminden alınarak, üst kurullar sayesinde onların belirleyeceği, yine tamamen sermayenin temsileri tarafından belirleneceği, aktörlerin onlar olduğu bir yapıya getirilmesidir. Bu, tütünde, şekerpancarında, birçok alanda getirildi. Bu ekonomik bağımlılık süreci içerisinde elbette Türkiye'nin kendi önüne konulan diğer projeleri de bu bağımlılığı atıp, bağımsız bir şekilde hareket etmesi zaten mümkün değildir. Yani ekonomik olarak bu kadar bağımlı hale gelmiş bir ülkenin önüne Büyük Ortadoğu Projesi veya bir şey getirildiği zaman, bunu reddetme gücü zaten yoktur. Bugün, Afganistan’da yapılanların, Afganistan’da yaşananların Irak’ta yaşananlardan çok daha iyi olduğunu zannetmiyorum. Haber bize daha az geliyor. Bugün NATO’nun Afganistan’daki sivil temsilcisi kim; Hikmet Çetin. Yani Türkiye artık bütünsel olarak oraya girmiş vaziyette. Neyin karşılığında? Şimdi asker istiyorlar. “Yok” denilebiliyor mu; denilemiyor. 1 Mart çok önemliydi. 1 Martta bir parlamento, çeşitli şekillerde öyle bir şey yapıldı, reddedildi. Ama iki şey gösteriyor ki; bir, Parlamento bir şekilde burada zaten bağlı. İki, AKP iktidarının tesadüfi olmadığını düşünüyorum; yani Ecevit’in hastalanma süreci, arkasından DSP’nin kendi içerisinde bölünme süreci, ondan sonra erken seçime gidilmesi, kapatılmak üzere olan bir partinin tek başına çok güçlü bir şekilde iktidara gelmesi, cezaevine girecek olan bir kişinin Başbakan olması ve bunu da uluslararası güçlerin çok büyük ölçüde desteklemesi vesaire. Böylesine bağımlı bir yapı içerisinde zaten farklı bir şey beklenemez diye düşünüyorum. Bu noktada, AKP’nin de tesadüf olmadığını düşünüyorum. Türkiye, tüm bu ekonomik bağımlılık süreci içerisinde siyasal olarak da bağımlı hale gelmiştir ve siyasi olarak da Amerika Birleşik Devletlerinin güdümü altına girmiştir. Demin de söylediğim gibi, burada karşı çıkacak tek bir şey var -belki 1 Marttaki önemli olan gösterge de oydu- bir toplumsal karşı çıkışla, bunların hiç değilse bu kadar rahat yapılamayacağı ortaya konuluyor. Yani bu toplantı için de o gücü göstermek gerekiyor sanıyorum. OTURUM BAŞKANI- Buyurun Suat bey. SUAT PARLAR- Beyefendi, NATO’nun güç kaydırmalarını sordu. Bunu iki türlü yorumlamak lazım; birincisi, hakikaten belli üslerdeki askeri birlikleri çekmeye başladılar. Örneğin, Güney Kore’den 4 bin askerin Irak’a aktarılması söz konusu. Başka yerlerden de belli kaydırmalar var; ama burada asıl önemli olan Büyük Ortadoğu Projesidir, daha doğrusu tarihsel terbiyesizlik. Tabir bana ait değil, Sina Akşin hocamız bir programda söyledi; “Büyük Ortadoğu Projesi 72 tarihsel terbiyesizlik. Halklar ancak bu kadar küçümsenebilir” dedi. Aynen katılıyorum. Bu tarihsel terbiyesizlik projesi çerçevesi içerisinde, güç kaydırmalardan öte, kent savaşına yönelik olarak askeri eğitim verilmesi söz konusu; hem Amerikan Ordusuna, hem de müttefik ordulara. Kent savaşının ilk uygulamalarını Irak’ta gördük. Oradaki direniş, özellikle de Türkiye gibi atalet içerisinde bulunan toplumlara, yüce, aşılmaz Amerika’yı yerle bir edecek ikinci Vietnam savaşı gibi görülüyor. Tümüyle yanlış, Vietnam’la asla kıyas kabil değildir ve bizi rahatlatacak ölçekler içerisinde bir direnişten de söz edilemez. Nihayetinde, ABD açısından, hem Irak, hem de Filistin, askeri tabirle test yatağıdır; yani kent savaşının uygulamaları konusunda üzerinde durdukları bir test yatağıdır. Bundan sonraki dalga, ağırlıklı olarak toplumsal direnişlerin özellikle de bu bölgede kendini radikal İslam’a tercüme edecek, radikal milliyetçiliğe tercüme edecek ve yer yer giderek sosyalizmin de bu yapılarla ortak hareket etmesi doğrultusunda, sistem açısından daha da tehlikeli hale gelebilecek birtakım cephelere, direnişlere yönelik yeni bir savaş biçimidir. Bunun adına “asimetrik savaş” da deniliyor veyahut da kovuk savaşı diyenler de var. İlk uygulamalarını Irak’ta görüyoruz. Dediğim gibi, bunu değerlendirirken, bir NATO stratejisi çerçevesinde ele almakta fayda var. Birincisi, uzayın askerileştirilmesi ve bu anlamda birtakım ülkelerin hava sahalarının talep edilmesinin getireceği hukuki sorunlar veya diğerlerini aşan bir yapılanma; ama diğer yanıyla da dişe diş, göze göz bir kontrgerilla savaşı gündemde. Bunu nereden çıkarıyoruz? Şuradan çıkarıyoruz: Bakın, bu tecavüz görüntüleri Türkiye'de insanları çok fazla etkiledi. Şaşıranlara da aşırı derecede şaşırmak gerekiyor; çünkü işgal eden bir ordu, birinci olarak kutsal şeylere saldırır, tecavüz eder, mahremiyeti yerle bir eder; kontrol etmenin başka yolu yoktur. Bunu daha önce Orta Amerika'da uyguladılar. El Salvador’da, Amerika'nın yetiştirdiği katiller taburu vardı. Bu, tipik bir uygulamadır. Bu, Amerika'ya özgü bir strateji de değildir. Amerika’yı bir mantık silsilesi içerisinde 4. Nazi imparatorluğu olarak değerlendirirsek, bu, yerli yerine de oturur. Benimki bir ahlaki yakıştırma da değil; oradan tevarüs eder, gelir. Böyle değerlendirildiğinde, çok ilginç bir paralelliğe dikkat çekmek istiyorum. 1996 yılında, ABD Stratejik Komutanlığı, yani ABD’nin stratejik nükleer cephaneliğinden sorumlu olan Richard Nikson’ın, “Delilik teorisi, çılgınlık teorisi” denilen, zamanında açıkladığı gayri resmi bir teoriyi resmi hale getirdi. Bu, şu anlama geliyordu: “Düşmanlarımız, bizim rasyonel hareket ettiğimiz inancında olmamalıdırlar, sahip olduğumuz şiddet kapasitesiyle onları şaşırtmalıyız.” Bakın, buradaki formülasyonu yapan herhangi bir kontrgerilla 73 birimi değil, ABD’nin Stratejik Komutanlığı. Kendisine taarruz edilmeme, bir misilleme yapılmama güvencesini nerede görüyor? Yıldız savaşları, yani bir anti-balistik ağın Amerika üzerine gerilmesi, Amerika'nın müthiş bir ulusal güvenlik devletine dönüştürülmesi, iç güvenlik aygıtının dehşet ölçekte hayatın her alanına nüfuz etmesi, mutlak bir güvenlik sağlaması, bu temelde de dünyanın dört bir yanında anti-terörist savaşların, onların tabiriyle asimetrik savaşların, ABD’nin misilleme korkusu duymadan yürütülmesi ve bu yapılırken de, hem dostları, hem düşmanları şaşırtacak tarzda müthiş bir şiddetli tahribatın gündemde tutulması; yani kutsal mabetlerin vurulması, yani kadınlara tecavüz edilmesi, çocuklara tecavüz edilmesi, bunların yapılması. Amerikan askerleri kötü oldukları için, ahlaksız oldukları için bunu yapmadılar; emir komuta zinciri içerisinde yaptılar. Bu teori, 1950’lerde İsrail’de de kullanıldı. Bu teoriye ilişkin değerlendirmeler, Moşe Tales’ in günlüğünde vardır. Teoriyi uygulayanlar da İsrail toplumunun en yetişmiş, en zeki, en yetenekli insanlarıydı; yani bunun ahlakla bir ilgisi yoktur. Biz, bütün meseleleri insan hakları koordinatlarına sıkıştıra sıkıştıra, olayları, olguları açıklamakta aciz hale geldik. Temelde bunu da değerlendirmek lazım. İkincisi, kültürel dokusu da ele alındığında, dünyada en fazla tecavüz ve taciz vakası gerçekleşen ordu Amerikan Ordusudur; sayı 14 bindir. Amerikan Ordusunda her yıl 14 bin tecavüz vakası yaşanmış. Böyle bir ordudur; yani başka türlüsü de beklenemez. Denilebilir ki, “bunları niye söylüyorsun?” Şunun için söylüyorum: Amerikan halkı, bunları televizyonlarda seyretme neticesinde bir anda büyük bir infiale kapılarak, “biz, insanlığa ne yapıyoruz” diyecek, kamuoyu coşacak, bizim buradaki Bush kampanyalarıyla oradaki Bush’u kampanyaları birleşecek, Bush, yerle bir olacak! Bu, saçmalık teorisi. Böyle şey olmaz. Çünkü dünyada kimin gelip kimin gideceğine halen daha güç merkezleri karar veriyorlar. Hele Amerika söz konusu olduğunda, askeri endüstriyel kompleks, enerji tekelleri, dev medya tekelleri karar veriyorlar. Eğer savaş durdurulabilseydi, 20 milyon insanın yürümesiyle durdurulabilirdi. Bunu bir mantıksal teorik sonuca bağlarsak ne diyebiliriz? Bana sorarsanız, artık dünyayı üretim biçimi kavramıyla açıklayamayız, bir yıkım biçimi kavramıyla açıklamak daha doğru. Aynı zamanda bu, NATO’nun bundan sonraki projelerini anlamamız açısından da önemli. Artık merkeze Amerikan kapitalizmi veya Batı kapitalizmi konularak bir gelişme icat edilemez, bir kalkınma icat edilemez; mümkün değil. Kapitalist gelişme yolları tıkanmıştır. Bu modeli taklit etmenin, finansal, mali, ekonomik ve hammaddelerle ilgili yönü tıkalıdır. 19. Yüzyılda, dünyada 20 tane zengin devlet vardı. 20. Yüzyılda sayı değişmedi, 21. Yüzyılda sayı değişmeyecek. Şunu söylüyorum: İnsanlığın 74 büyük bir bölümü kendi kaderine terk edilecektir, çöpleştirilecektir. Deyim yerindeyse, insanlığın önündeki onlar tarafından çizilen yazgı, bir çöpleştirmedir. Yoksa, insanları birtakım ekonomik faaliyetlere dahil etmek, insanları üretici birey haline getirmek, dolayısıyla kapitalizmin bir gelişme motoru olarak varlığını sürdürmesi söz konusu bile değil. Buradan yola çıkarsak, dünyada, özellikle devletler düzeyindeki muhalif hareketlerin anlamı da kalmadı. Şanghay Beşlisi’nin hiçbir anlamı yok; niye yok? Birincisi, Çin’de serbest bölgeler pratiği var. Şu anda, Çin’de müthiş ölçekte bir vahşi Batı gelişmesi yaşanıyor; yani Çin’in şu andaki kapitalist gelişmesini anlamak için, 19. Yüzyılda ABD’nin vahşi Batı olarak nitelendirilen bölümüne bakmak kafi. Fabrikalarda işçiler yanıyor. Daha da ilginci, serbest bölgelerinde, özellikle de 1 Mayısa denk getirilerek, isyankar işçiler kurşuna diziliyor. Çin’deki fabrika yangınları malum; bu insanların başına silahlı nöbetçiler dikiliyor. En fazla Çinli işçiler tercih ediyor; çünkü müthiş itaatkarlar. Aynı zamanda, yanlarına bürokratları da katıyorlar o şekilde çalışıyorlar, müthiş bir disiplinle çalışıyorlar. Zamanında, Deng Siao Ping’in bir açıklaması vardı; “Zenginleşmek, şerefli bir şeydir.” Birincisi, Çin, ABD’nin teknolojisine muhtaç. İkincisi, ABD’de, bizim de adını bildiğimiz, Boing’inden Motorola’sına kadar, dünyada faaliyette bulunan her şirketin Çin’de uçları var. Dediğim gibi, 268 milyonluk işsiz sayısıyla, teknolojik geriliğiyle Çin, ne yazık ki, şu anda halen daha büyük bir ulusal güç olmakla birlikte, böyle bir bağımlılığı yaşıyor. İkinci bir nokta da, etnik Çinli tabir edilenlerin o bölgeye büyük ölçekli sermaye pompalaması söz konusu. Çin, halen daha Tayvan karşısında bile yılgınlığa düşebiliyor; yani Tayvan’la bile baş edecek durumda değil. Bir savaşı tercih etmesi mümkün değil. Bir diğer nokta, biliyorsunuz, Yugoslavya’da büyükelçiliği bombalandı. “Misilleme hakkımı kullanacağım” dedi, kullanamadı. Onun dışında, 7. Filo, şu anda Çin’in hayat damarlarını kesmiş vaziyette. Yani Çin’in Körfez’den aldığı petrol, 7. Filonun gözetim ve denetiminde, kontrolü altında gelip geçiyor. Rusya’ya gelince, Rusya, şu anda petrol fiyatlarının yüksek olmasından müthiş hoşnut; çünkü petrolün varilindeki her 1 Dolarlık düşüş, Rusya’ya yılda aşağı yukarı 1-2 milyon dolara mal oluyor. Dolayısıyla, bu yüksek fiyat seviyesinden memnun. İlanihaye böyle gider mi; asla gitmez. Çünkü bu kuşatma, nihayetinde hem Rusya’yla, hem Çin’le ilgili. Yakın vadeli ekonomik çıkarlar açısından bakıldığında, şu anda sessiz bir destekçi durumundalar. Hatırlardadır, ABD’nin 11 Eylülden sonraki o ünlü anti-terörist kampanyasını en fazla destekleyenler Çin ve Rusya’ydı. Bu anlamda, Birleşmiş Milletleri de işletmediler, Afganistan’ın bombalanmasına da bigane kaldılar. Hatta Rusya, o dönem, Sovyetler Birliği döneminden kalan üslerin yanına Amerikan üsleri 75 yapılmasına bile ses çıkarmadı. Dolayısıyla, bu Şanghay Beşlisi meselesini kısa vadede önemsememek lazım. İkincisi, Türkiye-Rusya Anlaşması. Türkiye, bölgede canhıraş bir vaziyette, egemenlik Disneyland’ına dönüşmüş bir ülke olarak yol alıyor. Çünkü çok açık, Büyük Ortadoğu Projesinin bir ayağı da, Türkiye'de, beğenelim ya da beğenmeyelim, ulusal devletin ezilmesi, tasfiye edilmesidir. Çünkü bu proje, mikro-kozmoslara, kabilelere, etnik ve dini topluluklara ayrılmış, sözde kendisini birey olarak tarif edenlerin haklarına indirgenmiş parçalara ayırma projesi; böyle bir yönü de var. Dolayısıyla, işin bu yönlerini görmeden, diplomatik açılımlar çok fazla bir anlam ifade etmeyecek. Kissinger’in söyledikleri de doğrudur. Küreselleşme, hakikaten bir özneyi gerekli kılar ve o özde de ABD emperyalizmidir. Yani emperyalizm kavramını kullanma konusunda hem cömert, hem de alabildiğine rahat olmak lazım; çünkü son zamanlarda, Türkiye'de özellikle sol entelektüel camiada bu tip kavramların kullanılması bir demodelik olarak değerlendirilmeye başlandı. Yanlıştır; tıpkı ulus-devlet konusundaki değerlendirmelerin de demode sayılması gibi. OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim. Başka soru var mı? Buyurun efendim. MURAT SEZER (Metalürji Mühendisi)- Sayın konuşmacılara çok teşekkür ediyoruz. Ortaya çok karamsar bir tablo çıktı. Büyük Atatürk, Rusya’dan, Bolşeviklerden büyük destek alırken, bir taraftan da kendisine sorular soruya şöyle cevap veriyor: “Bolşevizm yaşayamaz, ölmeye mahkûmdur; çünkü insan doğasına aykırıdır.” Biz, gerçekten mirasına sahip çıkamadığımız için, gerçekten çok talihsiz bir pozisyona geldik. Amerika, Vietnam’da yenildi. Aslında Rusya’da Afganistan’da yenildi. Ama Türkiye'nin şansı var. Tabii zihinlerin değişmesi lazım diye düşünüyorum. Bir de paranın gücüne değinilmedi. Herhalde paranın gücünü en iyi kullanan Amerika Birleşik Devletleri. Paranın gücü, hatta bunu şöyle de özetleyebiliriz: Günümüzde ne Müslümanlık kaldı, ne Hıristiyanlık, ne de Musevilik; herkes paraya tapıyor. Paranın özü nedir, neye dayalıdır, onu şu anda açıklayamıyorum. Bu konuda ne yapılmalı? Esas sorum bu. Türkiye, bu şartlarda ne yapabilir? OTURUM BAŞKANI- Soru genel herhalde. Bu konuda kim cevap vermek ister. Buyurun Suat bey. 76 SUAT PARLAR- Kötümser olmakta fayda var; yani kof iyimserliklerin bedelini hep ağır ödedik. Ne kadar kötümser olursak, gerçeği o kadar iyi değerlendirebiliriz. İkincisi, sonu umutlu olan kavgaya rahat girilir; çünkü garantilidir, sonu umutludur, girersiniz, sonuç da alırsınız. Önemli olan, bu tünelin ucu görünmezken gayret içerisinde olmak. Para meselesine gelince, ABD, dünyanın en borçlu ülkesi. Belki de şimdi söylediklerim sizin açınızdan bir umut ışığı olabilecek. Gayri Safi Milli Hâsılası 11 trilyon dolar civarında, borcu 9 trilyon doları buldu. Yani dünya mal üretirken, ABD para üretiyor; ama dünya da sonuna kadar buna “evet” demeyecektir. Peki, ABD, bu konuda müttefiklerinin mutabakatını sağlıyor? Şöyle bir tehdidi var: “Dünyanın en büyük ithalatçısı benim. Eğer benim pazarım yaşamazsa, benim pazarım sağlıklı olmazsa, bundan hepiniz zarar görürsünüz” diyor. Hocamız, bu konuları benden daha iyi bilir; ama Amerikan kapitalizminin yaklaşık olarak böyle bir değerlendirmesi var. Bu düzeyde bir borçluluk, bir de aşırı derece şişmiş bir finansal kesimin problemleriyle, bir sabun köpüğü ekonomisiyle birleştiği zaman, ortaya vahim bir tablo çıkıyor. Yani çok kısa vadeli kârlara endekslenmiş, şirket hırsızlıkları üzerine kurulu, muhasebe ve borsa oyunlarının büyük çöküşlere yol açtığı bir Amerikan ekonomisi tablosu var. Bazı büyük şirketlerin çöküşleri bunu gösterdi. Bu, yüzeyin görünen kısmıydı. 1990’da, ABD’de bin banka battı ve bunun halka maliyeti 500 milyar dolar. Hocamızın dediği gibi, ekonomideki yoğunlaşmanın bir de politik sonuçları var. Yani bankerlerin Clinton’ u desteklemesi, yakın çevresinin onlardan oluşması, Bush’un ağırlıklı olarak enerji sektöründen gelenlerden destek alması, bunlar önemli. Bu, politikaya birebir yansımaları gösteriyor. Bu, beraberinde neyi getiriyor? Demek ki, Amerika, düşük yoğunluklu bir demokrasi, bir cumhuriyet değil; yani birkaç kişi için bir demokrasi var, bir tekeller demokrasisi. Dolayısıyla, Amerika da bu anlamda çıkışsız. Bunun, Amerika'nın sosyal anlamda dokusunu paramparça ettiği gerçek. Yılda 23 bin cinayet, 85 bin yaralama vakası var, milyonlarca alkolik var, 2 milyon insan sokaklarda yatıyor. Dünyanın en yüksek hapsetme oranları burada. Aşağı yukarı 2 milyona yakın insan hapishanelerde yatıyor. Her gün yenisini yapıyorlar. Hapishanelerde yatanların yüzde 60’ı da zenciler. Bu, tesadüf değil; çünkü en dirençli kesim. Özellikle 60’larda Vietnam Savaşına direnen kesim onlardı. Amerika, o konuda bir bakıma akıllılık etti. Körfez Savaşından sonra, zenci toplumunun öncülerini çeşitli vesilelerle hapishanelere tıktı. Sosyal doku bitmiş vaziyette. Amerika'da 35 milyon insan mutlak yoksulluk sınırının altında yaşıyor; yani Amerika'da artık bir üçüncü dünyadan söz ediliyor. 77 Böyle bakıldığında, Amerikan kapitalizmi kendi içinde müthiş bir tahribat yaratıyor. Bir defa bu, sistemin kendi içine patlamasını getirir. Bu askeri yayılmayı amiyane tabirle yorumlarsak, şunu söyleyebiliriz: ABD, aslında krizini küreselleşme örtüsü altında gizliyor ve sistem, askeri maceralarla ileriye doğru kaçıyor. İç sorunlarını çözmüyor, bu doğrultuda bir hedefleme yok, sınıflar arasında çelişkiyi yumuşatma doğrultusunda bir program yok. 30’lardan sonra birtakım uygulamaları var, Keynes uygulamaları; o yok. Ama şu var: Bir askeri Keynesçilik var, silahlanma şirketlerine müthiş ölçekte sübvansiyon aktarıyorlar. Ne oluyor? Bakıyorsunuz, Amerikan borsası tepetaklak giderken, 11 Eylülden sonra, bir yıl içerisinde silah tekellerinin hisse senetleri yüzde 10 oranında prim yapabiliyor. Bu, dehşet bir tablo. Demin dediğim gibi, üretim biçimi değil, artık bir yıkım biçimi ve bunun yatırımı söz konusu. Böyle bakıldığında, ABD, kendisiyle birlikte dünyayı da bir barbarlığa sürüklüyor. Yani bu, artık bir söylem veya spekülasyon olmaktan çıktı. Demin, uzaydan söz ettim. Şu anda, uzayda hemen hemen 110 bin uydusu, yabancı cisim dolaşıyor ve bunun büyük bir bölümü Amerika'ya ait. Uzayı da çöplüğe dönüştürdü. Yeryüzünün hali malum. Şu anda, su kaynaklarının binde 8’ini kullanıyoruz; yani insanlık, binde 8 üzerinden ihtiyaçlarını karşılıyor. Su kaynakları kirlenmiş vaziyette. Onun yanı sıra, toprağı zehirlediler. Zaten ağırlıkla Amerikan tekellerinde, Monsanto’da, Cargill’de. Mahvedip bıraktılar. Daha da vahimi, ne yediğimiz, ne içtiğimize, her şeye bu tekeller karışıyor; Türkiye'de de öyle. Mesela, Türkiye'de şu anda Monsanto ve Cargill, her şeye el atmış vaziyetteler. Herhangi bir süper marketten alışveriş yapan insan bunlara mahkûm. Kullandığımız gıdaların büyük bölümü buradan geliyor. Bunların yeni kâr alanı da Irak. Irak’ta, Monsanto ve Cargill’ in uzun zaman danışmanlığını yapmış bir zatı muhterem, Irak’ın gıda konusundaki politikasını düzenliyor. Bunlar üzerinde fazla durulmuyor. Böyle baktığımız zaman şunu görüyoruz: Muazzam ölçekte bir tekelleşme, bunun getirdiği sosyal tahribat ve yıkım tablosu var. İnsanlık, hormonlu gıdalar dolayı artık naylon yer hale geldi; biz bugün naylon yiyoruz. Genetik kodlarla oynadılar. Tam bir çöpleşmeyle karşı karşıyayız. Kültürel açıdan artık Amerikan kültürünün yarattığı şiddet öyle boyutlarda ki, bir Amerikalı çocuk, 12 yaşına, kadar televizyonlardan 80 binin üzerinde öldürme vakası izliyor. Böyle bir toplum sağlıklı olabilir mi? Bir de bunu bütün dünyaya yayıyorlar. Dünyada şu anda milyonlarca şizofren insan var. Dünyada her yıl, intihardan dolayı aşağı yukarı 1 milyon ölüm vakası gerçekleşiyor. Bunlar korkunç tablolar. Böyle baktığımızda, demek ki, o klasik yaklaşımla hakikaten kendi mezarını kazan bir kapitalizm tablosu var ve bunun başında da ABD duruyor. ABD, sonsuza kadar bunu götüremez. 78 Yine kötümser olduğumu söyleyeceksiniz; ama bana sorarsanız, bir üçüncü dünya savaşına doğru hızla sürükleniyoruz. Yani şu an için onu söylemek mümkün değil, yani insanlar açısından da ürkütücüdür; ama bir üçüncü dünya savaşının ayak sesleri duyuluyor. Zaten böyle giderse, bir müddet sonra izolasyon politikaları gündeme gelecek, ticari bloklarda çekilme gündeme gelecek, küreselleşme denilen rezalet de bitecek ve zaten bitti de. Boş bir ideolojik söylemden öte bir anlamı yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Yani kapitalizmin ilerici bir nosyonu yok, üretken kapasiteleri yok, insanlığa sunacak hiçbir değeri yok. Öyle baktığınızda da, Türkiye’nin -Mustafa Kemal’i ayırarak söylüyorum, yani bir sistem olarak söylüyorum- 80 senelik bir programı çizilirken, acaba sürekli olarak ekonomik model tarzında kapitalizmin hedeflenmesi, ona yetişmeye çalışılması, Batı’nın tüketim kalıpları veya Batı’nın üretim kalıpları çerçevesi içerisinde bir gelişme dinamiğinin yakalanmaya çalışılması bize ne getirdi? Tabii o da ciddi bir sorgulamayı gerektiriyor. Eşdeğerlik de şudur: Bretton Woods sistemi döneminde altınla Doların eşiti vardı; 1 Dolar, 35 ons altın ediyordu. O sabitlikler yıkıldı. 1970’te o sabitliklerin yıkılmasında Amerika önemli roller oynadı. O ambargo, dünyanın en büyük komplolarından biridir. Sonrasında, petrolle bir bakıma Doların eşdeğerliği gündeme geldi. Şu anda halen daha dünyada rezerv para yüzde 56 oranında Dolar. Bir parantez açıp ve o parantezi hızla kapatıp, sözlerime son vermek istiyorum. Saddam Hüseyin’in en bağışlanmaz suçlarından biri de Birleşmiş Milletlerdeki o ünlü petrol kotası -ilaç, gıda vesaire- 2000 yılı Kasım ayında Euro’ya çevirip, bir yıl sonra bundan yüzde 17’lik bir kazanç elde etmesi ve o tarihten sonra da petrol satışlarının Dolar değil, Euro üzerinden yapacağını açıklamasıydı. Çünkü bu, sepetteki çürük yumurta tepkisi yaratacaktı. Bu anlamda, petrol, para ve askeri güç diyalektinin birlikte değerlendirilmesi fayda var. OTURUM BAŞKANI- Söz almak isteyen var mı? MAHİR BEY (Makine Mühendisi)- Sovyetler’de; genel olarak tartışıldığında, her kötülüğün kaynağı Stalin, herkes Stalin’i suçlu buluyordu. Amerika Birleşik Devletleri’nin adı geçince, her kötülüğün kaynağı Amerika gibi geldi bana. Gerçi bütün olayların, bütün olguların içinden bir soyutlama çıkartıp sonuca ulaşmak, bir eylemi ortaya çıkarmak doğru; fakat Amerika, genellikle ayrımlara ya da Amerika'nın yapmak istediklerine ağırlık verdi. Fakat Amerika, bunları dünyanın çeşitli ülkeleriyle beraber yapıyor. Mesela, Amerika baskın diye, Avrupa Birliğinin, Japonya’nın ya da Rusya’nın masum olmak gibi bir şeyi de ortaya çıkıyor. Yani bir Amerikancılık ya da karşı 79 Amerikancılık gibi bir şey de değil. Her kötülüğün kaynağını, ya da her şeyin kaynağını Amerikancılığa bağlamak, bir noktadan sonra başka görmemeyi de getiriyor. Mesela, Avrupa’nın 50 sene öncesine bakalım. Avrupa'nın, dünyaya dehşet saçan bir görüntüsü vardı; faşizmin envai çeşidini yaşayan, katliamlar yapan bir görüntüsü vardı. Bu yönden baktığınızda da çok dehşet bir görüntüsü vardı Avrupa’nın. Avrupa’da refah toplumu gibi görünen yaşamın savaşla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum ya da savaşla ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Bu ilişkiyi ortaya çıkarmak lazım. Bu konuya pek değinilmedi. SUAT PARLAR- Doğrudur. Bu, sürelerle ilgili bir konu. Bu konuya tabii ki değinilmek lazım. Bir defa şunu akılda tutmamız gerekiyor: Merkezi emperyalist ülkelerin kadife eldiveni, bizim gibi çevre ülkelerde veya yeni sömürge ülkelerde işkencehane ve cinayethanelerin işletilmesiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla, “Ben Avrupa'ya gittim. Çok medeniydi, mükemmeldi. İnsan haklarına çok itina gösteriyorlar” demek, gerçeği görmezden gelmek anlamındadır. Avrupa Birliği, bu anlamda insan hakları ve demokrasiyle bezenmiş medeniyet projesi değildir; tam tersine, hele de bizim gibi bölgeler söz konusu olduğunda, insanlığın yeni afyonudur. Şu ilkeyi de hep akılda tutmak lazım: Emperyalizmin şimdi işlediği suçlar, gelecekte işleyeceği suçlara göre daha hafiftir. Daha ağırı her zaman için mevcuttur. İkincisi, sizin sözünü ettiğiniz gibi, Avrupa Birliği veya Japon emperyalizminin veya diğerlerinin şu anda güçsüz olmasının bir mazeret sayılmaması lazım. Yani “güçsüzler, onun için bunlar baskı yapamıyorlar” gibi bir durum söz konusu değil. Japonların trilyonlarca Dolarlık yatırımı var. Bana sorarsanız, Japonya ve Almanya, dünyada militarist çılgınlığın doğumunu oluşturdular. Demin de söylediğim gibi, Amerika 4.Reich’tır, yani Almanya'dan tevarüs edip gelen bütün mirası içermiştir; Aynen Britanya’nın mirası gibi. Bu anlamda, medeni bir Avrupa’dan söz edemeyiz. Fransızlar, Cezayir’de 1.5 milyon insanı katletti. İkinci bir nokta, Büyük Ortadoğu Projesini anlatırken de söyledim; bu proje, bir mutabakat projesi. Bunun arkasında elbette ki Avrupa Birliği emperyalizmi de var. Şunu net olarak vurgulamak lazım: Belki gelecekte, 21. yüzyılın sonlarına doğru bir Japon emperyalizmi olgusuyla karşı karşıya kalacağız. Yani burada söz konusu olan emperyalist dinamiğin varlığıdır; yoksa, ABD emperyalizmi, Japon emperyalizmi, yani biriyle diğeri arasında belki şiddet farklılıkları olabilir. Masum demeyelim, ama şu anda bütün projektörlerin onların üzerine dönmesini getiren, daha çok bölgesel ve ticari imparatorluklar kurmaları, küresel bir askeri imparatorluk inşası içerisinde ikinci planda görünmeleri. Ama bu, şu anlama da gelmiyor: Irak petrolleri söz konusu 80 olduğunda, Fransa ve Almanya sesini yükseltti. Niye yükseltti, insanlık adına mı; hayır, petrol kontratları adına. Yani çok net, Total’in, Elf’in, Fransız petrol şirketlerinin yatırımları vardı, Rusya’nın kontratları vardı. Bu bir paylaşım savaşı. İçinde bulunduğumuz, “İnsan hakları ve demokrasi adına işkenceleri durdurun” tarzında bir Avrupa yumuşaklığı değil; tam tersine, bu kavramlar kullanılarak, bu kavramlar öne sürülerek, bunun arkasına gizlenerek, bu meşruiyetten istifade ederek, bu paylaşımda bölge halklarının desteğini sağlama uğraşı… Böyle bakıldığında çok çok haklısınız, doğru söylüyorsunuz. AB emperyalizmi de en az ABD emperyalizmi kadar kirlidir, Japon emperyalizmi de kirlidir. Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar sloganlar atan Türkiye egemenlik sistemi ve burjuvazisi de kirlidir; hatta onlardan daha da fazla. Bu bir gerçeklik. Ama şu tip yanlışlara da düşmemek lazım: Mesela, Türkiye’de böyle harcıalem sloganlar vardır; “Ne Sam, ne Saddam!” Siz, ezilmekte olan, işgale uğrayan, fethedilmiş bir ülkenin liderini değil; halkını desteklemekle mükellefsiniz. Çok açık söyleyeyim; Taliban’ın Afganistan’da Amerika’ya karşı mücadelesini destekliyorum. Bu, Taliban’ın politikaları arkasında durduğum anlamına gelmiyor. Desteklemek, yani askeri açıdan destekliyorum. Hiç terörist saptamam falan da yok. Başka bir ülke işgale uğrasa yine desteklerim. Yani Yugoslavya bombalanırsa da, ben Sırpları desteklerim. Bu konularda da son derece net olmak lazım. Emperyalist fetih savaşları söz konusu olduğunda, yaklaşım bu olmalı ve kamp da tutmamalı. Mesela, Marx ve Engels, zamanında Çin’e yönelik afyon savaşı döneminde kamp tutmamıştır. “Çinliler doğru yapıyorlar, Batılıların, buldukları her yabancının kafasını kesmekle doğru yapıyorlar” diye açıklamaları vardı. Bunların hepsini değerlendirmekte, birini diğerinden daha masum görmemekte, bu anlamda da sırtını özellikle de sol olarak birine yaslamamakta çok büyük fayda var. OTURUM BAŞKANI- Buyurun. SALONDAN- Biliyorsunuz, kapitalizm, emperyalizmin en son aşamasıdır. Emperyalizm, ürettiğini tüketemeyince, yani krize düşünce, dünyanın çeşitli yerlerine, özellikle etnik ve dinsel kökenli olan bölgelere kibrit çakar; Balkanlar’da olduğu gibi, Ortadoğu’da olduğu gibi. Ben, şahıs olarak, Ortadoğu Projesine pek de sıcak bakmıyorum. Bunun, medyanın ve Türk burjuvazisinin, aydın geçinen kesimin uydurduğu bir teori olduğunu düşünüyorum. Bunun başını çeken ABD’nin, dünyanın en uç noktalarına ilişkin programları var, planları var; yani stratejik, askeri, siyasi boyutları vardır. Tabii ki, ABD’nin Ortadoğu’yla ilgili mutlaka bir planı vardır. Neden; 81 dünya enerjisinin yüzde 67’si bu bölgede. Bir nüfus yoğunluğu var. Emperyalizm, ürettiğini tüketecek alanlar arar. Kapitalizmden önce pazarlar savaşlarla el değiştirirdi. Kapitalizm geliştikçe, bu iş daha da modernleşti; üretim ilişkileri içerisinde, daha kaliteli mal, ucuz mal üreten sistemler yerleşmeye başladı. Sistem böyle dönünce, tabii ki ABD’nin Ortadoğu’yla, Rusya’yla veya başka bir bölgeyle ilgili planları olacaktır. Büyük devlet, hegemon bir devlet. Rusya’nın çöküşüyle birlikte bu daha da netleşti. Şuna geliyorum: “Taliban’ı destekliyorum” gibi bir cümle söylendi. Bir, düşmanımın düşmanı benim dostum mudur? İkincisi, tarihi süreç içerisinde bu sistemlerin, Taliban yönetiminin modeli ve Saddam’ın yönetim modeli ben şahsen tasvip etmiyorum. Bu nedenle, emperyalizmin emellerini bildiğim için, bu insanlar emperyalizme hizmet ediyorsa, benim bunların yanında yer almam beklenemez. Bu konuya dikkat çekmek istedim. SUAT PARLAR- Onu netleştireyim. Bir ülkenin yönetici kliğinin veya egemenlik sisteminin sahiplerini o ülkenin halkıyla özdeş görmeyeceğiz. Zaten Amerika’nın yapmaya çalıştığı da buydu. Amerika, tarihsiz, kimliksiz, kişiliksiz, hiçbir uygarlık birikimi olmayan Irak yarattı; yani öyle oldu ki, bombalandığı zaman, Saddam Hüseyin bombalanıyor gibi değerlendirildi. Babil, Ninova, Asur, dünyanın en görkemli uygarlıklarının yer aldığı bir alandır; yani insanlık oradan fışkırmıştır. Tarihsiz ve kişiliksiz bir halk varmış imgesi yaratıldı, bunun propagandasını yaptılar. Dünyanın birçok yerinde de “demokratlar”, özellikle de Avrupa sosyal demokrat partileri hep şunu söylediler: Örneğin, “Miloseviç, etnik arındırma yapıyor; Yugoslavya’nın bombalanması doğrudur. Orada Yugoslav Ordusu direniş verirse, bu, insan haklarına aykırıdır” veya “Taliban, zamanında Amerika’yla iş yapmıştır. Dolayısıyla, Taliban vahşetini tercih edemeyiz.” Ama şöyle bir durum var: Taliban’ın tarihsel arka planının ne olup ne olmadığı, gayet net olarak biliniyor. Taliban rejimi ayrıdır, Taliban’ın Amerika’yla savaşını onaylamak ayrıdır. Şu anda da hakikaten, Taliban, Amerika Birleşik Devletleriyle Afganistan’da savaşıyor. Şöyle bir şey söyleyeyim: Ezilmekte olan bir halkın, istediği kadar ceberut olsun, diktatör olsun, ne olursa olsun, imparatorluk olsun, başında kimin bulunduğu önemli değildir. Önemli olan, hiçbir hesaba girmeksizin, o noktada dayanışma göstererek, emperyalist fetih savaşını reddetmektir. Çünkü emperyalizm hep böyle savaşır; ya beyaz adamın misyonu gerekçesiyle, ya insanlığa medeniyet götürme misyonuyla, ya insan hakları adına. Hiçbir zaman doğrudan, “ben, çıkarım adına savaşıyorum” demez ve bunun yaparken de müthiş imgeler yaratır. Mesela, Usame bin Ladin gibi kullanışlı imgeler yarattı. Yani Usame bin Ladin’in 11 Eylül olayının içerisinde yer aldığına dair en 82 küçük bir emare yok, çıkmayacak da. Bunun yanı sıra, Taliban’ın ne olduğu çok belli. Miloseviç’ in politik davranışları üzerine bir analiz yapılmadı hiç; Batı basını ne dediyse –ki, medya tekelleri ellerinde, onun yanı sıra dünyanın bilgi kaynaklarını da kontrol ediyorlar- insanlık ona inandı, onun ötesine geçemedi. Saddam konusunda da, Amerika'nın Saddam’a zamanında verdiği destek, Saddam’ın bir diktatör olduğu, bir müstebit olduğu doğru, bunların hepsi doğru; ama söylenildiği gibi, Saddam, eğer direnişin başında olsaydı, Saddam Hüseyin o direnişin başında diye, ne Sam’ı, ne Saddam’ı beraberinde getirmezdi. Bizim konumumuz, emperyalist gücü ve birikimi temsil edenin fetih savaşının karşısında yer almak. Çünkü o güçler zaten bir biriyle mukayese kabul etmez. Saddam Hüseyin, ne Bismark’tır, ne Hitler’dir. SALONDAN- Güzel, ama benim için sebep-sonuç ilişkisi çok önemli. Eğer o, emperyalizmin amacına hizmet ediyorsa, emperyalizm de onu vesile gösterip araç olarak kullanıyorsa, Saddam, eşittir emperyalizm. SUAT PARLAR- Keşke direnseydi. Anlıyorum, kabul ediyorum, doğru söylüyorsun. Ama şunu söylüyorum: Saddam, dedikleri gibi direnişi örgütlüyor olsaydı... Generalleri sattılar ülkeyi; bu, gayet net. Benim söylediğim odur. Benim söylemek istediğim odur. Yani bu, Saddam’ın politik rejimine katkı vermek anlamına gelmez. Çünkü öbür türlüsü, bizi şu tip yanlışlara götürür: Emperyalizmin ekmeğine yağ süreriz. Fetih savaşları söz konusu olduğunda, bu tip seçimler yapma imkânımız yok. Tarihten daha başka örnekler de verebilirim. Demin beyefendi de söyledi; Mustafa Kemal’e Bolşevik desteği var. Mustafa Kemal, nihayetinde Osmanlı Ordusunda general rütbesine kadar yükselmişti ve bu ülkeyi nereye götüreceğinin garantisi de yoktu. Milliyetçi bir lider olmasına rağmen, Bolşevikler destek verdiler. Bu çok önemlidir. SALONDAN- Ulusal yönü ağır bastığı için. SUAT PARLAR- Tabii. Ama o evrim nereye gider, bu belirsiz olmasına rağmen. Daha ilginci var; mesela, Çin’de Mao, Çan-Kay-Şek’e destek verdi. Çan-Kay-Şek’e, Bolşevik liderler, Stalin de, Troçki de, ikisi de destek verdiler. Bu, çok önemli. Düşünün, ne olduğu çok belli. Hatta bir dönem Japonlarla işbirliği içerisinde oldu. Çin’de Birinci ve İkinci Afyon Savaşı olduğu zaman, Marx da, Engels de, imparatora rağmen, dünyanın en görkemli; yani dünyayı kendinden ibaret sayan imparatora rağmen, o gerici feodaliteye rağmen Çin halkına destek verdiler. Bu böyle uzar gider. 83 Daha da net söyleyeyim: Arjantin, Malinas Savaşı, Falkland Savaşı. Tamam, Arjantin’de cunta vardı; ama ben, o cuntanın, halkı tarafından devrilmesini tercih ederim. Yani o durumda benim yerim Britanya emperyalizminin veya Amerika’nın yanı olmaz; o mümkün değil. Buradan Türkiye’ye gelirsek; diyelim ki, Türkiye'de müthiş bir cunta geldi, başımıza bela oldu, bir müddet sonra da bu büyük güçlerle kapışmaya başladı, bir mücadele yaşamaya başladı. Çok net bir biçimde yine benim yerim, buradaki cunta devrilecek diye, emperyalizmin yanı olmadı. Benim söylemek istediğim bu. OTURUM BAŞKANI- Son bir soru alalım. Buyurun. SALONDAN- Amerika, kiminle paylaşım savaşı yapıyor? Bir de Saddam, Irak’ı bırakıp gitseydi bile bu savaş yapılmayacak mıydı? SUAT PARLAK- Kesinlikle. Birinci Paylaşım Savaşı malum, toprak üzerinden cereyan etti; bir harita oluşturdular. İkinci Paylaşım Savaşı ağırlıklı olarak kaynaklar üzerinden yapıldı ve orada petrolün ağırlığı büyüktü. Üçüncü paylaşım savaşın da, birincisi, demin sözünü ettiğim gibi, enerji alanlarının ele geçirilmesi; ikincisi, Avrasya’nın kontrol altına alınması ve bu şekilde yeniden hegemonya tesisi söz konusu. Bu, ister istemez çatışmalı bir süreç olacak. Niye? ABD’nin ilişkiler kuşağına baktığımız zaman, neyi görüyoruz; Çin’i ve Rusya’yı kuşatmaya çalışıyor, Hindistan’ı bloke etmeye, yanına çekmeye çalışıyor, dünyanın dört bir yanında bazı devletlere rüşvetler dağıtıyor. Bütün pazarlarda avantajlarını yitirmiş vaziyette. Dünyanın en borçlu ülkesi, teknolojik açıdan gerilemesi var, araştırma-geliştirmede diğerleri daha öne geçtiler, Avrupa Birliği büyük bir ihracat kapasitesine sahip. Bunların hepsi, elbette bir problemi beraberinde getirir. Rusya’yla Çin, henüz daha Almanya’yla veya Japonya’yla bir ittifaka sahip değil; bu, olmayacaklar anlamına gelmez. Evet, Japonya’nın, Almanya’nın çok büyük askeri güçleri yok; ama böyle bir teknolojik kapasiteye sahipler. Yani bugünden silahlanmaya başlarlarsa, kısa sürede çılgın bir silahlanma yarışında ön alabilirler. Bu, uzun vadeli bir ihtimal. Fakat dünyada stratejik nükleer silahlara sahip ve küresel ölçekte uydulardan görüntü alabilen muazzam konvansiyonel askeri kapasiteye sahip güçler var; Çin var, Rusya var. İlanihaye ABD’nin bu askeri imparatorluk inşa projesine “evet” demeyecekler, bir müddet sonra buna karşı koyacaklar. Bunlar sadece bu iki güç değil; onun yanı sıra, orta büyüklükte ve kendi halkları karşısında çok büyük sıkıntılar yaşayan, işsizlik problemini 84 çözemeyen, artık kalkınmadan dışlanmış; deyim yerindeyse, halkının önemli bir bölümü çöpleşmeye başlamış halkların direnişi eklenecek. Onun yanı sıra, dünyanın dört bir yanında çözülemeyen sorunlar var; Filistin sorunu -tabii ki, onlar açısından sorundur- veya bu işgaller var. Bunların hepsi bir araya geldiği zaman, dünyada bir yeni paylaşımın gündemde olduğunu görüyoruz. Bu üçüncü paylaşım, elbette bir üçüncü dünya savaşını tetikleyebilir. Bu üçüncü dünya savaşı, insan türünün sonunu getirebilecek savaş olur; çünkü nükleer ölçekler içerisinde yürüyecek bir savaş olacak. Ama bu, “kısa vade içerisinde bir üçüncü dünya savaşı olacak” anlamına gelmiyor. Gelecekteki ittifaklara, gelecekteki ABD’nin özellikle bu askeri maceralarının sonuçlarına yakından bağlıdır ve yine mutlak değildir; çünkü halkların verdiği mücadele bunu geriletebilirler. Burada aslında deminden beridir ABD’nin veya diğerlerinin yapmaya çalıştıklarını açıklama gayreti içerisindeyiz. Yoksa, bir direniş cephesi de var; yani dünya da bu konularda dünya da o kadar boş değil. OTURUM BAŞKANI- Özgür beyin de bir sorusu var. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Üçüncü Dünya Savaşı olur mu, bilmiyorum; ama şunun geçerli olduğunu düşünüyorum: Bugünkü savaşlar ve burada konuştuğumuz konular içinde, sonuçta, başta benim söylemeye çalıştığım gibi, kapitalist sistem, kendisini korumak ve geliştirmekle yükümlü, kendisini gelişmek ve korunmak durumunda. Bunun için de her türlü yolu kullanıyor. Türkiye’de uzun süredir emperyalizm vardı, ekonomik anlamda emperyalizm vardı. Savaşlar yoluyla, gelip bombalar atarak değil; ama ekonomik anlamda emperyalizm geçerli. Şimdi, ekonomik olarak gerçekleşmeyen bu meselenin askeri olarak çözümlenmesi, savaş yoluyla çözümlenmesi yoluna gidiliyor. Biliyorsunuz, kapitalist sistem 70’te krize girdi ve hâlâ çıkamadı, çıkış yolunu da bulamadı. Artık hedefi krizden çıkmak değil, krizi yönetmek. Krizler, niye çıkar ve nasıl çözülür? Kapitalist sistemde üç tane aşırılık vardır; bir tanesi aşırı üretim, bir tanesi aşırı birikim, biri de aşırı nüfus. Bu üçü krizi yaratır. Örneğin, 1929 krizinde yine bu nedenler büyük ölçüde ortadaydı. Biraz önce Suat beyin de söylediği gibi, Roosevelt, 1930’ların başında, New Deal politikalarını; yani devletin ekonomiye müdahale ettiği, talep yönlü ekonomi politikalarına soktu. 1936 yılında Keynes genel teoriyi yazdı. Fakat yaygın olarak ne zaman uygulanabildi; İkinci Dünya Savaşından sonra. İkinci Dünya Savaşı ne yaptı burada; bu üç aşırılığın aşırılık kısımlarını ortadan kaldırdı; yani eldeki silahları, bombaları attı, onları kullandı. Bununla beraber, savaş sırasında 85 birçok insan öldü, o aşırılık büyük ölçüde törpülendi. Üçüncüsü, bütün yıkılan yerler yeniden yapılacak ve bir sermaye kullanılacak; bu birikimi harcayacak yer bulundu. Dikkat edersek, Irak Savaşında da öyle. Ne yapıyor bizim Türkiye sermayesi ve uluslararası diğer sermayeler? “Irak’ta ne olacak? Oradan nasıl ihale alırım acaba? O savaşta yıkılan yerleri vesaire nasıl alırım tekrar?” gibi bir şey. Bu niye? Elde birikmiş olan sermayeyi kullanıp tekrar karlı hale dönüştüremediği için, bu alanlara ona dönüştürmeye çalışacak. Bu savaş, üçüncü dünya savaşı mı olur, bilmiyorum; ama bu sürecin, ismi ne olursa olsun, bir şekilde başladığını, Irak’la, Afganistan’la, daha önce Balkanlar’la başladığını ve buradaki temel niyetin bir ölçüde de bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü kapitalist sistem krizde ve çıkamıyor, 30 yıldır bu krizin içerisinden çıkamıyor. Belki işi biraz daha ekonomik boyuta bağlayacağım; ama arkasında o olduğunu düşünüyorum. Üçüncü dünya savaşı meselesinde de, ismi konulur, konulmaz, başka şekillerde yürütülür ya da yürütülmez, orasını çok bilemiyorum; ama sonuçta, bu çerçeveden bakıldığı zaman, tarihsel süreçle de karşılaştırdığımızda, önümüzde böyle bir süreç olduğu düşüncesinin mantıklı olduğunu düşünüyorum. MAHMUT BEY- Bir şey ekleyebilir miyim? OTURUM BAŞKANI- Mahmut bey, son soru olduğunu söylemiştik. Arkadaşın sorusunu alalım, vakit kalırsa sizin sorunuzu alalım. SALONDAN- İki husus vardı; bunları biraz daha konuşabilir miyiz? “Almanya, çekincelerine rağmen Büyük Ortadoğu Projesine destek verecek” denildi. Burada nasıl bir süreç yaşanmıştır? Şu anda ne alıp ne verdiler? Çıkarları buna pek uygun değil gibi görünüyor. Bir başka şey daha oldu. “Türkiye’de, hangi sırada olağan Hükümet biçimleri yetersiz kalacak ve cuntalar zinciri tekrar başlayacak?” Bu cümle kullanıldı. Bu iki konuyu biraz daha konuşmak mümkün mü? SUAT PARLAR- Irak işgali sırasında, Schröder’in Amerika’yı eleştiren bir açıklaması vardı. Schröder, iktidara gelirken de, açıkçası, popüler bir Amerikan karşıtlığını kullandı. Bence, Almanya’nın egemenlik merkezleri buna gülümseyerek karşılık verdiler. Schröder’in açıklamasından bir gün sonra, Alman İşverenler Sendikası Başkanı, Amerika’yı ebedi müttefikleri ilan etti ve 86 “Amerika’yla çıkarlarımız uyuşmaktadır” dedi. Bir müddet sonra da Schröder’e geri adım attırdılar. Devlet politikalarıyla insan politikaları her zaman birebir örtüşmeyebilir, yer yer böyle çatışmalar olabilir. Dünyada neo-liberal yayılmadan en fazla istifade eden sermaye gücü, Amerika’dan sonra Almanya’dır; çünkü neredeyse, dünyada bir numaralı ihracat kapasitesine sahiptir. Bunu sonuna kadar kullanır. Washington mutabakatı çerçevesi içerisinde, finans piyasalarının kuralsızlaştırılmasından tutun da, spekülatif sermayeden büyük gelirler elde etmeye kadar hepsinden Alman egemen sınıfları yararlandılar. Örnek mi istiyorsunuz; Türkiye’deki krizin çıkartılmasında Deutsche Bank’ın rolü. Deutsche Bank, sadece Türkiye'de faaliyet halinde değil, dünyanın başka yerlerinde de faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla, Alman sermayedarlarının çıkarlarını iyi değerlendirmek lazım. Dünyanın, genel sermaye çıkarları açısından güvenli bir yer haline dönüştürülmesi Alman sermayesinin de yararınadır. Burada söz konusu olan paylaşımdaki problemler. Hocamızın dediği gibi; örneğin, Irak, yeniden imar edilecekse, bu pastadan kimler pay alacak? Planda, 75 milyar dolarlık bir inşaattan söz ediliyor. Bir görüldü ki, hepsi Amerikan şirketlerine zaten verilmiş. İtiraz noktası buradan geldi. İkinci itiraz noktası, Almanya, petrolünün yüzde 54’ünü bölgeden karşılıyor. Bu bölgeye Amerika’dan daha fazla bağımlı. Dolayısıyla, küresel petrol arzının tıkanıklıklarına hiç tahammülü yok. Bu, beraberinde petrol fiyatlarının artışını getirir, birim maliyeti yükseltir; hele de Marshall yardımından itibaren tümüyle petrole bağımlı hale getirilmiş, petrolkeş hale getirilmiş Avrupa ekonomileri düşünüldüğünde… Bunu da değiştirmek o kadar kolay değil; yani yeni bir icat olmadıktan sonra, petrol deyip gidecekler. Dolayısıyla, Almanya’nın şöyle bir çıkarı da var: O bölgede petrol akışının kesintiye uğramaması, petrolün düzgün akması, dolayısıyla Irak’ın işgalinin devam etmesi. Almanya, bölgeden çekilmesi diye, şu anda Amerika’ya yalvarıyor. Bir-iki kere bunu ABD Dışişleri Bakanı telaffuz etti, hemen itirazlar geldi; “Bölge büyük bir kaosa sürüklenir, dünya petrol arzı kontrolden çıkar.” Bana sorarsanız, Suudi Arabistan’daki son olaylar, dünya ekonomi politiğinin en önemli dertlerinden biri. Bize hep anlatılan petrol kesintisi senaryosunun ne olduğunu ve petrolü nasıl sıçrattığını gördük. Demek ki, daha büyük bir çapta saldırı gündeme gelse; boru hatlarıyla ilgili veya Doğu Akdeniz’de veya Süveyş’te bir saldırı gündeme gelse, dünya petrol arzında inanılmaz tıkanıklıklar olacak ve büyük fiyat sıçramaları yaşanacak. Almanya, bunlardan çok huzursuz. Örneğin, Suudi Arabistan’daki saldırı neticesinde, 50 Dolarlık petrol fiyatı -adına ister komplo teorisi deyin, ister ne derseniz deyin- NATO 87 Toplantısından öncesine rastlatılmıştır. Bunu çok önemli buluyorum ve bu anlamda bir ders de almışlardır; yani, gerekli sonucu çıkarmışlardır. Almanya, uzun vadede elbette ki farklı çıkarlara sahip bir emperyalist güç. Bu noktada ABD ile birçok yerde çarpışacak. Pazarlar üzerinde, rekabet avantajları üzerinde, finansal ölçekler içerisinde ve birçok alanda. En önemlisi de, Amerika’nın Avrupa’ya yönelik politikalarını da tasvip etmiyor. Biz, görmezden geliyoruz, ama Amerika şunu yaptı: Amerika, Balkanlar ve Orta Avrupa çerçevesi içerisinde, Doğu Avrupa çerçevesi içerisinde Avrupa’yı parçaladı, parçalanma bitti. Şimdiden sonra tartışılan, “bölgeler Avrupa’sı mı olsun, başka bir Avrupa mı olsun?” Avrupa Birliğinin de bu anlamda geleceği tartışılmalı. Dolayısıyla Almanya, uzun vadede bu çatışmaların içerisine girecek; ama şu anda, ne küresel ölçekler içerisinde Euro’nun arkasında durabilecek bir imkâna sahip, ne küresel ölçekler içerisinde Amerika gibi bir güçler kuşağına sahip, ne diplomatik kapasitesi buna elverişli. Yani açıkçası, iktisadi ve ticari anlamda bir küresel aktör, bir dev; ama siyasi ve askeri anlamda bir cüce. Dolayısıyla, ABD’nin politikalarını bu paylaşma noktasında, başka noktalarda törpüleyerek, birtakım kısa vadeli kazanımlar elde etmeye çalışacak; ama ciddi ataklara yöneleceğini hiç zannetmiyorum. Sanıyorum, bu NATO Toplantısının kararları da benim bu tespitimi doğrulayacak. Türkiye’nin konumuna gelince, Türkiye, zaten sürekli olarak adı darbe olmayan darbeleri yaşıyor. Buna ister “örtülü darbe” diyelim, ister postmodern darbe diyelim. Ama Türkiye hep darbe klasiklerine kendini alıştırdığı için, ille dört yıldızlı bir generalin çıkıp bazı açıklamalar yapmasını darbe olarak değerlendiriyor. Türkiye’de böyle bir darbe folkloru oluşmuş durumda, sol açısından da böyle bir darbe folkloru oluşmuş durumda. Onun için, bana sorarsanız, Türkiye’nin egemenlik merkezlerinin, TÜSİAD’ ların veya diğer bazı önemli güç merkezlerinin açıklamalarını takip etmek, bu darbe senaryolarını okumak açısından daha anlamlı. Yani ben, darbe derken, “askerler gelecekler, insanları evlerinden toplayacaklar” gibi bir şey kastetmiyorum. Ama şu var: Büyük Ortadoğu Projesi, AKP dahil olmak üzere, zihni yönleriyle, kültürel yönleriyle, diğer yönleriyle sivil bir hükümet tarafından uygulanamaz. İkincisi –hocamız, demin gayet güzel anlattı- “Türkiye, şu anda bir krize gebe” demeyelim, bir krizin eşiğinde. Dolayısıyla, olağan hükümet etme yöntemleriyle, ne ekonomik bir düzenleme gerçekleştirebilirler, ne Türkiye’de ordunun Durka’laşması sürecini tamamlayabilirler; çünkü, orada çok büyük sıkıntılar yaşanmakta. Geçen seneden bu yana ordu içerisinde çok ciddi kırılmalar yaşanıyor, çok büyük problemler var; bu geçişi tamamlayamıyorlar. 88 Üçüncüsü de, dediğim gibi, işin dini yanı da var. Yani, Büyük Ortadoğu Projesi, aynı zamanda dinin içerisinde de bir proje. Hakikaten, bu projeler yeni de değil. Bu projeler, 19. yüzyıldan itibaren emperyalizmin gelişme safhaları içerisinde kavranmalıdır. Yani halen daha o dönemde oluşmuş altyapı, jeopolitik veya jeostratejik kapsamdaki değerlendirmeler ne yazık ki geçerliliğini korumaktadır. Bu da şu anlama geliyor: Birinci Paylaşım Savaşı, İngiltere’nin istediği bir tarzda haritayı ortaya çıkarmıştır, şimdi haritanın coğrafi açıdan değiştirilmesi de söz konusu. Buradan yola çıkarsak, Türkiye’nin de bunu kolay kabul etmesi mümkün değil; çünkü sınırlarında bir Kürt devletinin oluşumu gündemde. Dolayısıyla Türkiye, çok rahat bir biçimde bu projelere, bu stratejilere uyum sağlayamaz. Peki, nasıl olur bu; olağan iktidar yöntemlerinin dışına çıkarak. Bunun çok yönleri var; Somoza tipi diktatörlükten tutun da, bizim örneğini daha önce yaşadığımız teknokrat bir kabinenin kurulup, parlamentonun açık tutularak belli reformları yapılmasına kadar veya bir suikastlar zincirinin gündeme getirilerek, Türkiye'nin uzun bir istikrarsızlaştırma sürecine sokulmasına kadar. Ama – benim için bu tespit, vazgeçmeyeceğim bir tespit- şunu görüyorum: Türkiye, önümüzdeki dönemde, dinamikleri anlamında -coğrafi anlamında belki bu bütünlüğü koruyabilirler- paramparça edilecek. Yani böyle bir saldırıyla, bir kuşatmayla karşı karşıya. Bu toplantının İstanbul’da yapılmasının anlamı da budur. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Bir şey ekleyebilir miyim? OTURUM BAŞKANI- Buyurun. Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Bana kalırsa, Türkiye’de en büyük darbe 3 Kasım seçimlerinde yapıldı. Darbe denilen şeyi niye yapıyoruz? Biraz önce Mete beyin belirttiği gibi, şimdiye kadar niye oldu, 12 Mart niye oldu, 12 Eylül niye oldu; mevcut sisteme Türkiye’yi entegre etmek için oldu. Bu, 24 Ocak Kararlarıyla yapılamadı, Demirel Hükümeti bunu yapamadı, daha önce yine yapamadı. Oysa, şimdi AKP iktidarı bunların hepsini yapacağını vaat ediyor. Şu anda herhangi bir başka güce gerek yok, yani bir darbenin olmasına gerek yok; zaten bunları yapıyor. Ne zaman ki, Hükümet, Amerika'nın, Dünya Bankasının isteklerine cevap vermezse, belki o zaman gerekebilir. Çünkü bugünkü Meclisten daha iyi bir pozisyon nereden bulacaksınız; istediğiniz her şeyi zaten geçiriyorsunuz. Şu var: 1 Mart tekrar yaşanırsa, o zaman gerçekten yeni bir sürece gelinebilir; ama şu anda gözüken, o 1 Martın da bir daha yaşanmayacağı. Meclisteki tabloya bakarak söylüyorum. Şu anda Meclis, ismi demokratik düzen 89 içerisinde; ama bence, son derece antidemokratik bir darbe içerisinde gidiyor zaten. Yine bu NATO Toplantısında görüşülecek bir diğer önemli nokta da, 2 Nisanda Brüksel’de yapılan toplantıda görüşülmesi için karar alınan noktalardan bir tanesi, Suat bey, toplumsal direnişlere karşı mücadele olarak belirtti; ama bence, daha da bize yöneliniyor. Örneğin, gündemde, Portekiz’deki Dünya Kupası ve Atina’daki Olimpiyatlarda da NATO’nun güvenlik önlemi alması var. Nereden çıktı? Portekiz’deki Dünya Kupasında Portekiz’in güvenlik güçleri güvenliği sağlayamıyorlar mı? Atina’daki Olimpiyatlarda, Atina’daki güvenlik güçleri güvenliği sağlayamıyorlar mı? Niye böyle bir uluslararası güç oralara geliyor. Bence, bu bir provadır. Yani NATO, Portekiz’de ve Atina’da bunun bir provasını yapacaktır. Çünkü gelen süreç de elbette toplumsal tepkileri gidecek arttıracak. Bu toplumsal tepkiler karşısında bu hükümetlere, “demokratik hükümetlere” güvenceyi bu uluslararası güç sağlayacaktır. “Türk Silahlı Kuvvetlerinden bir şey beklenemez, zaten öyle beklemek de anlamsız. NATO gücü var; NATO gücü gelir, bunun gereğini yapar zaten. O engelleri, o önlemleri zaten alır!” Yani yavaş yavaş böyle de bir pozisyona giriyoruz gibi geliyor bana. MAHMUT BEY- Bir görüş ifade etmek istiyorum. OTURUM BAŞKANI- Buyurun. MAHMUT BEY- Panelistlerimize teşekkür ediyorum. Elbette ki, söylediklerinde büyük haklılık payı var; teşekkür ediyorum. Mühendis, mimar üyelerin kendi birikimleri, kendi anlayışları, kendi davranışları elbette ki buraya kısmi olarak yansımıştır; fakat bunun ne oranda yansıdığını, ne oranda toparlanabildiğini takdirlerinize bırakıyorum, üyelerin takdirlerine bırakıyorum. Elbette ki, konuşurken, bir üye olarak, onları temsilen konuşmak durumdayım. Bu, benim kişisel tavrım değil. Dolayısıyla, bu hassas ve ince konularda, evrensel boyuttaki alanlarda bizim yaklaşımımızın gerçekten kıldan ince kılıçtan keskin tarzında bir yaklaşım olması gerektiği, tüm ilgili arkadaşlarımızın pratiğiyle bu konuyu buraya taşımak istiyorum. Bu konuyu dağıtmak, genişletmek gibi bir niyetim yok; fakat çok kısa olarak şunu söylemek istiyorum: Bir kere, böyle konular daha geniş bir planda görülüyor; ulusal ve uluslararası planda. Ulusal planda görülmediği zaman, Atatürk’ün o ulusal çıkışının dışındaki tüm çıkışların bir şey ifade etmediğini 90 görmek durumundayız. Ulusal bir anlayış içinde yaklaşılmıyorsa, hiçbir esprisi yok. Bu çerçevede, bu tür, ulusal bazda olmayan, ulusal projelerle birlikte gerçekleşmeyen tüm davranışların başarıya ulaşamadığını düşünüyorum. Emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin ne olacağını hepiniz biliyorsunuz. Hayat değişiyor, dünya değişiyor. Bizler devrimciyiz. Şimdi, ben şunu sormak istiyorum: Bütün bu kötülükler, bu haksızlıklar, bütün bu olumsuzluklar olmasına rağmen; yani bunlar içinde bir insani değer, bir etik değer olmazsa, o zaman, Hitler faşizmini de meşru görmüş olacağız. “Şartlar böyleydi, onun için bu savaş gelişti” dersek, o zaman bunu meşru kılmış oluruz. Bunlar yanlış şeyler. Bunlar Marksizm’in yanlışlıklarıdır, kaba yaklaşımlarıdır. Bilimsel olarak ele alıp, bu konuları yeniden değerlendirirsek, başka başka alanlara taşıyabiliriz. Demek istediğim, bu düşünceden vazgeçelim. Dünya şartlarının bu kadar kötü olmasına rağmen, insanlığın yine galip geleceğini, yine savaşın çıkmayabileceğini, yine küreselleşmenin geriletilebileceğini, yine insanların burnunun kanamayacağı mutlu bir ortamın yine barışçıllık sayesinde yaratılacağına ilişkin bir inancı dile getirmek istedim. OTURUM BAŞKANI- Mahmut bey, bu bakış açısıyla yeniden başa döner tartışırsak, Marksizm’i de yeniden irdelememiz gerekecek. Ancak, salon olarak iyi dileklerinizi paylaşıyoruz. Aslına bakarsanız, Özgür beyin işi de vardı; ama sağ olsun, salondan ayrılmaya içi elvermedi. Bize vakit ayırdıkları için, iki konuşmacımıza da çok teşekkür ediyoruz. Ben de aslında yakın zamanda elime geçen bir kitaptan birtakım şeyler okumak istiyordum; ama oldukça geciktik. Suat Beyin de ifade ettiği gibi, Brezinski’nin, “Büyük Satranç Tahtası” diye bir kitabı var; 1996’da, şimdi “Ortadoğu Projesi” diye ifade edilen senaryoyu şekillendirmeye başladıkları veya yazılı hale getirdikleri dönemden kalma. Çok net olarak birtakım şeyler söylüyorlardı. Bu süreçte hepimizin dikkatli olması gerekiyor. Bu dikkati göstermek için burada bulundunuz. Vakit ayırdığınız için sizlere, bizleri aydınlattıkları için de konuşmacılara teşekkür ediyorum. Tekrar bu tür etkinliklerde görüşmek üzere. Sağ olun. 91