BAŞKAN’DAN Yeni yıla birçok alanda hızla giren Türkiye’de müzmin sorunların çözümü için de siyasetin yeni inisiyatifiyle yeni bir ufuk ortaya çıkmıştır. Bu ufuk yeni bir anayasa için de şartları düne nazaran biraz daha elverişli hale getirmiştir. Esasen adına demokratik açılım denilen bu sürecin en az 10 yıllık bir mazisinin bulunduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu açılımın ve içine girilen yeni sürecin adını doğru koymak gerekiyor. Birilerinin dediği gibi bu Türklerle Kürtler arasındaki bir barış süreci değildir, çünkü Kütlerle Türkler hiçbir zaman birbirleriyle savaşmadı. Birileri bu iki halk arasındaki bir savaş görüntüsü vermeye çalışıyor olabilir ama böyle bir savaşın varlığının kabulünün çözüme hiçbir şekilde yardımcı olmadığını görmemiz gerekiyor. Aksine Türkiye’de faşizan, baskıcı, ceberut bir devlet anlayışı ile sorun yaşamamış hiçbir kesim olmamıştır ve bu devlet anlayışı toplumun dokusunu tahrip etmiştir. O yüzden içine girilen çözüm süreci ancak geniş çaplı bir toplumsal restorasyon ile mümkün olacaktır. Onu tamamlayacak adım da bu restorasyonu mümkün kılacak bir anayasadan başkası değildir. O yüzden sürecin ismini toplumsal restorasyon olarak anmak kanaatimizce Türkiye’nin bütün kesimlerini en dengeli ve makul düzeyde kapsayacak kuşatıcı bir adım olacaktır. Nihayetinde bu restorasyon süreci yalnızca Kürtlerin haklarının iadesi açısından değil, onları da kapsayacak şekilde Türkiye’nin bütün kesimlerinin kendilerini bulacakları bir düzeye doğru yürütülmektedir. Türkiye’deki değişimi tescilleyen kapsamlı bir toplumsal sözleşme, yeni bir anayasa hazırlanırken eşzamanlı olarak ülkenin iç ve dış siyasetinde hız kesen Kürt Meselesi veya terör sorununu çözecek adımlar atılmaktadır. Elbette bundan önce defalarca yaşadığımız biçimde, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada oynadığı yeni rolden rahatsızlık duyan odakların süreci baltalamak isteyeceklerini tahmin etmek zor değildir. İhtiyatsız bir iyim- serlik hüsranla neticelenebilir fakat bu ‘ihtiyat payı’ silahlı taraflar açısından makul karşılanabilir olsa da aydınların ve sivil toplumun söylemini o kadar esir almamalıdır. Çözüm yolunda hemen her kesimin elini taşın altına sokması beklenir. SDE olarak Vesayetsiz Anayasa, Demokratikleşme Süreci ve Kürt Meselesi konularında birçok kapsamlı program gerçekleştirdik. Arkamızda bıraktığımız Ocak ayı sonunda da müzakere sürecinin taraflarını çalıştay formunda bir yuvarlak masa etrafında buluşturduk. Sonuçlarını bir rapor halinde kamuoyuna sunmayı tasarlıyoruz. Daha önce başka alanlarda yaptığımız çalışmalara kıyasla bu çalışmalarda göze çarpan bir farkın altını çizmek önemlidir. O da şu, özellikle çatışma ortamının sonlanması, Türkiye’nin iç barışını temin yolunda içine girilen sürece katkı sunmaya davet edilenlerin büyük bir heves ve gönüllülükle katkı vermeye koşması. Çevremiz savaşlar ve iç karışıklıklarla sarsılırken, mağdurların, mazlumların ve kendi halinde çoğu halkın, Türkiye’nin bölge politikalarında söz sahibi olmasından büyük bir umut ve heyecan duyuyor olduğu görülüyor. Dış politikada soğuk ve çıkarcılığı yücelten bir realizmin ilkeleri yerine ‘insani boyutun’ öne çıkması Türkiye’nin son zamanlarda hem mümkün olduğunu hem de daha erdemli olduğunu ispatladığı bir tercih, ama bu tercihin kemaline ermesi büyük ölçüde içeride sosyal barışın daha güçlü temellerde tesis edilmesiyle mümkün olacaktır. Kendi iç barışını tesis etmiş bir Anayasaya ve çatışmasız günlere kavuşamayacağımızı savunanlar Anadolu’nun bin yıllık birlikte yaşama geleneğini inkâr ettiklerinin farkına varmalıdır. Ümitlerimizin dünyaya tesir ettiği ve daha iyi bir geleceği tesis edeceğinin anlaşılması dileğiyle siz değerli okuyucularımızı Stratejik Düşünce dergisinin Şubat sayısıyla baş başa bırakıyoruz. Prof. Dr. Yasin AKTAY STRATEJİK DÜŞÜNCE Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı İktisadi İşletmesi Adına Sahibi Dr. Nurol Canbolat Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Yasin Aktay Yayın Kurulu Prof. Dr. Yasin Aktay Prof. Dr. Birol Akgün Prof. Dr. Aytekin Geleri Prof. Dr. Muhsin Kar Doç. Dr. Murat Çemrek Doç. Dr. Levent Korkut Doç. Dr. Yusuf Tekin Doç. Dr. Bekir Berat Özipek Dr. Murat Yılmaz Aydın Bolat Ahmet Ünal Danışma Kurulu Prof. Dr. Tayyar Arı Prof. Dr. Mustafa Aydın Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat Prof. Dr. Şaban H. Çalış Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu Prof. Dr. Cihat Göktepe Prof. Dr. Talip Özdeş Prof. Dr. Ali Şafak Prof. Dr. Mehmet Şişman Prof. Dr. Ertan Beşe Doç. Dr. Yaşar Akgün Doç. Dr. Caner Arabacı Dr. Zafer Aydın Ecemiş Mehmet Akif Ak Bayram Girayhan Veli Şirin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Ünal Yayın Asistanı Bedir Sala Reklam Sorumlusu Onur Olgun Yönetim Yeri Stratejik Düşünce Enstitüsü Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah. 4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara Tel: 0 312 473 80 45 Faks: 0 312 473 80 46 14 Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ “Müzakere”den Çözüme Giden Yol Uzunca yıllar boyunca bölgede yürürlükte kalan olağanüstü hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi ile devletin arasının açılmasını beraberinde getirdi. 18 Aydın BOLAT 2006-2013 Perspektifinden Türkiye’nin Değişimi Kürt meselesinin çözümü, Alevi sorununun halli, mütedeyyin insanların din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması, temel insan hak ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur, adalet ve güvenliğimizin korunması, hukuk devletinin inşası ile yepyeni bir Türkiye vizyonu, vesayetsiz ve tam demokratik bir Türkiye için Yeni Anayasa şarttır. Tasarım-Baskı Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti. Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15 Gimat Yenimahalle - Ankara Tel: 0 312 397 16 17 Faks: 0 312 397 03 07 www.basakmatbaa.com Fotoğraflar AA, Cihan, ShutterStock Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil etmemektedir. 26 Röportaj Ümit Fırat: Öcalan İnisiyatifin Hükümette Olduğunu Gördü İÇİNDEKİLER İmralı’da Başlayan Yeni Çözüm Sürecinin Parametreleri Prof. Dr. Yasin Aktay Müzakere Süreci ve Siyasette Yeni Denklemler Dr. Murat Yılmaz 32 Röportaj Osman Can: 1982 Anayasası Yürürlükteyken Vesayet Kaldırılamaz 36 Casusluk-Fuhuş, Balyoz, Ergenekon Davaları ve İstifa Etmenin Onuru Güvenlikten, istihbarattan ve stratejik projelerden sorumlu birimlere ait belgeler fuhuş ve casusluk çetelerinden çıkmaktadır. Cumhuriyet savcılarına dahi açılmayan kozmik odaların gizliliği ihlal edilmiştir. 38 Alper TAN 14 2006-2013 Perspektifinden Türkiye’nin Değişimi Aydın Bolat 18 Ümit Fırat: Öcalan İnisiyatifin Hükümette Olduğunu Gördü 26 Osman Can: 1982 Anayasası Yürürlükteyken Vesayet Kaldırılamaz 32 Casusluk-Fuhuş, Balyoz, Ergenekon Davaları Ve İstifa Etmenin Onuru Ahmet Ünal 36 38 Rahmet Peygamberinden Günümüze Barış ve Kardeşlik Prof. Dr. Talip Özdeş 42 Erdoğan’ın Afrika Turu: Türkiye ve Afrika’nın Birbirlerini Keşfi Prof. Dr. Birol Akgün 48 Afrika Sorunsalı ve Mali Operasyonunun Makro Hesapları Kasım İleri 54 Mali’de Rekabet: Fransa Ne Arıyor? Zeynep Songülen İnanç 60 Çin’in Yeni Yönetimi ve Siyasal Reform Doç. Dr. Erkin Ekrem 64 Gürcistan Rusya’ya Geri Mi Dönüyor? Mehmet Fatih Öztarsu 72 Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Bayar: Yabancıdan Direkt Alım Devri Bitti 74 Eğilmez: İmkanımız Varken Yapısal Reformlar Yapılmadı 79 Türkiye Ekonomisinde Özel Kesim Tasarruf Açığı Prof. Dr. Ümit Özlale Nurgül Sevinç 87 Enerji Teknolojileri Ar-Ge Politikaları: OECD ve Türkiye Karşılaştırması Işıl Demirtaş 92 Devrim Sonrası Tunus ve Raşid Gannuşi 99 Değişen Düzenler ve Küresel Savaş İhtimali Afrika’da yaşananları Hıristiyan Batı’nın kolay kolay hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş dahil her türlü yöntemi tercih edebilirler. 11 “Müzakere”den Çözüme Giden Yol Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş Değişen Düzenler ve Küresel Savaş İhtimali Alper Tan Ahmet ÜNAL 4 Geçmişten Geleceğe Arap – Türk İlişkileri Çalıştayı 102 İMRALI’DA BAŞLAYAN YENİ ÇÖZÜM SÜRECİNİN PARAMETRELERİ Prof. Dr. Yasin AKTAY iÇ POLiTiKA SDE Başkanı SDE’nin “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü–2002-2012 Paneli”nde sunumu yapılan raporunun demeye çalıştığı şey şuydu: Türkiye’de demokratik dönüşüm 2009’da başlamış bir süreç olmadığı gibi sadece Kürtler için tasarlanmış bir açılım programı da değildir. 2002 yılından bu yana yapılanlara bakıldığında alınacak çok mesafe halen var olmakla birlikte çok kapsamlı bir dönüşüm programının gerçekleşmiş olduğu görülür. A ralık ayının başlarında Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün düzenlediği “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü – 2002-2012” başlıklı panelin açılış konuşmasında Başbakan Yardımcısı Prof. Beşir Atalay içinden geçmekte olduğumuz yeni sürecin ilk sinyallerini vermişti: ‘Kanın akması, terörün durması, Türkiye’nin enerjisini, moralini tüketen sürecin sonlanması için her türlü girişim yapılabilir, yapılmaktadır’. Atalay’ın bu sözleri yeni bir sürecin başlamış olduğunun işareti olarak algılandı ki, bu algı yanlış değildi. Aslında Sayın Atalay, bu konferansında AK Parti’nin açılım siyasetinin 2009 yılında başlamış bir süreçten ibaret olmadığını anlatmaya çalışıyordu. SDE’nin sözkonusu panelde sunumu yapılan raporunun demeye çalıştığı şey de buydu: Türkiye’de demokratik dönüşüm 2009’da başlamış bir süreç olmadığı gibi sadece Kürtler için tasarlanmış bir açılım programı da değildir. 2002 yılından bu yana yapılanlara bakıldığında alınacak çok me- safe halen var olmakla birlikte çok kapsamlı bir dönüşüm programının gerçekleşmiş olduğu görülür. Çözüm İradesinin Kökeni: AK Parti’nin Kurucu Felsefesi Doğrusu olayın Kürt sorunuyla ilgili kısmında AK Parti’nin zaten kendi programı vardı ve bu program bizzat hem kendi tabanı olan Kürtlerin taleplerine hem de büyük ölçüde kendi siyaset felsefesine dayanıyordu. O yüzden 2001 yılında kurulduğu esnada yayımlanan parti programında AK Parti, Kürt sorununu tanıdığını ilan etmiş, bu sorunun çözümününse güvenlikçi politikalara indirgenemeyecek kadar daha geniş bir kültürel, sosyal ve siyasi reform programından geçtiğini aşağıdaki sözlerle ifade etmişti. “Kimimizin Güney Doğu, kimimizin Kürt, kimimizin terör sorunu dediğimiz olay, maalesef Türkiye’nin bir gerçeğidir. Partimiz bu sorunun toplum hayatımızda neden olduğu olum- suzlukların bilinciyle, bölge halkının mutluluğunu, refahını, hak ve özgürlüklerini gözeten, Türkiye’nin bütünlüğü ve üniter devlet yapısıyla birlikte bölgeyi tehdit eden terörün önlenmesinde zaaf yaratmayacak bir şekilde; kalıcı, tüm toplumun duyarlılıklarına saygılı, etkili ve sorunları kökünden çözmeye yönelik bir politika izleyecektir.” “Bu bölgemizdeki kültürel farklılıklar, partimiz tarafından zenginlik kabul edilmektedir. Resmi dil ve eğitim dili Türkçe olmak şartıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın dahil kültürel faaliyetlerin yapılabilmesini, partimiz ülkemizdeki birlik ve bütünlüğü zedeleyen değil, güçlendiren ve pekiştiren bir zenginlik olarak görmektedir. Bölgenin geri kalmışlığından kaynaklanan kimi olumsuzlukların giderilmesini, bölgeye dönük özel düzenlemeler yoluyla değil, genel demokratikleşme projesi bağlamında düşünmektedir.” Görüldüğü gibi daha 2001 yılında AK Parti programında 5 Bu süreç içinde Öcalan’a uygulandığı düşünülen tecrit, aslında büyük ölçüde otoritesi zedelenmiş sözleri havada bırakılmış Öcalan’ın oynayacak bir zemin bulamamasından kaynaklandı. Kürtçe eğitimin önünün açılması, yazılı ve görsel basının serbest bırakılması ve hatta devlet eliyle yapılmasına dair vaatlerde bulunulmuş. Esasen bugün AK Parti’nin Kürt açılımına dair attıkları adımların hepsi kendi siyaset anlayışının bir sonucudur ve halen tamamlanmış da değildir. Bugün başlayan süreç ise Kürt meselesinden ayrı olarak, sorunun PKK ve silahlı terör boyutuyla ilgilidir ve bu soruna yaklaşımda da yine 2001 yılında ilan edilmiş olan siyaset tarzıyla tutarlı bir yaklaşım sergileniyor. Terörün sosyolojik zemini, Kürt sorunuyla ilgisi ve psikolojik temelleri anlaşılmadan, sadece güvenlik tedbirleriyle yaklaşmanın sorunu daha fazla büyüteceğine dair net ifadeler vardır. Süreç içinde bu sorunun silahların dışında halli için her yol her yöntem arandı ve uygulanmaya çalışıldı. Ancak bu yolun mayınlarla dolu olduğu ve zaman zaman büyük zayiatlara, aksamalara yol açacak şekilde bu mayınların patlatıldığına da şahit olduk. Öcalan’ın Otoritesi, Nereye Kadar? Mayınları kimin patlatıyor olduğuna bakarak bu aşamada 6 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 kimseyi suçlamanın belki yeri değil. Doğrusu 30 yıl devam eden böylesine devasa bir sorun her zaman büyük ekonomik ve siyasal çıkar alanları oluşturur. Bu alanları tekrar restore etmeye kalkıştığınızda kimin ne kadar etkili ve yetkili olduğunu yeterince iyi tespit edemeyebilirsiniz. Hâlihazırda PKK üzerinde kimin ne kadar etkili veya yetkili olduğu çok açık değildir. İmralı’daki yeni sürecin başlaması üzerine bir demeç veren Kandil sorumlusu Murat Karayılan’ın ifadeleri bu durumda bile Öcalan’ın otoritesinin sınırlarını ilginç bir biçimde çiziyor: “Bu konuda sadece DTK’lilerin Önder Apo ile görüşmesinin sorunu çözeceği düşünülüyorsa yanlıştır. Elbette ki siyasi alanın sürece dahil edilmesi çok önemli ve gereklidir. Görüşen heyetin aracı gibi bir rol üstlenmesi düşünülebilir ki bu da uygundur. Mevcut heyet içerisindeki insanlar güvenilir insanlardır. Ancak savaşçı yapının ikna edilmesi ayrı bir olaydır, bizleri de aşan bir durumdur.” Bütün söylemlerinde Öcalan’ın tek muhatap olarak sunmaya azmeden BDP veya PKK çevrelerinin bile Öcalan’ı ne ölçüde yetkili kabul ediyor veya edebiliyor olduğu bile süreç içinde başlangıcından başka gerçeklerle karşı karşıya bırakıyor. Nitekim bir şekilde muhatap alındıktan sonra çok kısa bir süre içinde anlaşıldı ki, Öcalan, savaşı devam ettirdiği sürece tartışmasız bir lider olarak kabul edilirken, savaşı bitirme işaretleri verdiği anda otoritesi riske giren biri. O yüzden savaşı sürdürmeye yetkili olan Öcalan’ın savaşı bitirmeye yetkili olmadığı anlaşıldı. Diğer yandan Öcalan’ın PKK/BDP tabanında tartışmasız bir lider olduğu da bir gerçek olmaya devam etti. PKK’nın toplumsal zemini bir ölçüde artık Öcalan simgeselliğiyle besleniyor, o yüzden Öcalan tabanı bir arada tutmak açısından son derece işlevsel. Örgütün Öcalan’a şiddetle ihtiyacı var ama bu, örgütün Öcalan’a dayalı sembolik sermayeyi Öcalan’a tamamen terk ettiği anlamına gelmiyor. Bu biraz da işin tabiatı itibariyle böyledir. Silvan saldırısıyla başlayan PKK’nın yeni şiddet dalgası Öcalan’a rağmen gelişmişti. Esasen bu dalga ile birlikte Öcalan’ın sözlerinin hiçbir anlamının olmadığı bir döneme girilmiş oldu. Örgüt bir bakıma liderine karşı rüştünü ispatlama çabasına girdi ve Öcalan’a rağmen sürdürdüğü saldırgan politikalarla bu sefer sonuç alacağını düşündü. Bu süreç içinde Öcalan’a uygulandığı düşünülen tecrit, aslında büyük ölçüde otoritesi zedelenmiş sözleri havada bı- rakılmış Öcalan’ın oynayacak bir zemin bulamamasından kaynaklandı. Ancak 2012 yılını devrimci halk savaşıyla bir final yılına dönüştürme hevesi boşa çıkan örgütün kendi tabanına karşı da iyice zor duruma düştüğü görüldü. Bu, Öcalan’ın otoritesini yeniden restore eden bir durum oluşturdu. Paradoksal bir biçimde PKK’nın daldığı şiddet siyaseti başarısızlığa ulaştıkça Öcalan’ın önemi daha da arttı. Bugün bile Karayılan’ın sergilediği olumsuz ihtimallere rağmen Öcalan’ın belli bir elden yönetilemez hale gelmiş olan örgüt ve tabanı üzerinde en etkili figür olma özelliği daha da pekişmiştir. Bundan sonra süreci malum güçlerin baltalama ihtimali hiç yok değildir ama bu çabalar eskisi gibi bir sonuç veremeyecektir. Bu itibarla yeni sürecin hayırlı sonuçlar doğurmasını diliyorum. İhtiyatsız İyimserlik İçine girilen yeni çözüm sürecinin beklenen ilk haberleri ve yorumlarından sonra bu sefer bu yorum ve haberlerin konu olduğu başka bir değerlendirme sürecine geçtik. İmralı sürecine karşı takınılan tavırlar doğal olarak haber konusu olur, çünkü böyle bir sürecin kimin tarafından nasıl karşılanacağı hem doğal bir merak konusudur hem de sürecin ne kadar başarılı veya sağlıklı yürüyeceğinin işaretlerini verir. Ancak bu arada takınılan tavırların tasnifi çok ilginç tab- lolar çıkardı ortaya. Bunlar arasında süreci coşkuyla karşılayanlar, her daim karamsarlığını sürdürenler, İmralı’nın veya örgütün rutin kış manevrası olarak niteleyip süreçten hiç bir beklentisi olmadığını ifade edenler vs. Bir de değerli dostum Prof. Dr. Mazhar Bağlı’nın ‘ihtiyatlı’ diye nitelediği ve haklı olarak ‘neyin ihtiyatı, kime karşı ihtiyat?’ diye sorduğu kesimler var. Devlet adına veya örgüt adına hareket edenlerin şimdiye kadarki müzakere süreçlerinin sonlanma biçimlerine bakarak kendi adlarına ihtiyat payı bırakmalarını anlayabiliriz de, aydınların bu ‘ihtiyat’ı bu kadar çok dillendirmelerinin anlamı ne? Bağlı, özellikle demokrat aydınların bu ‘ihtiyatı elden bırakmama’ halinin ilginç bir biçimde örgüte ‘silahı elden bırakmama’ mesajına kolay tahvil olabilmesine dikkat çekmiş. Doğrusu görülmeyecek bir tuhaflık değil bu. Nasıl bir naiflik yaftası içeriyor olursa olsun, iyimserlik samimi siyaset iradesinin en önemli vasfı olarak görülmelidir. İyimser olmayanın siyasette herhangi bir şeyi değiştiremeyeceğine insanlara hiç bir vaatte bulunamayacağına inanırım. İyimser olmayanın kendine, kendi yaptığı işe, kendi sözünün etkili olabileceğine bir inancı yoktur çünkü ve bu da baştan itibaren siyasetin tabiatıyla tam bir çelişki halidir. Dünyada hiç bir şeyin değişmeyeceğine, herşeyin aynı ve ‘kötü’ kalacağına inanan bir siyasetçi söylemi tasavvur edebiliyor musunuz? Adama sormazlar mı? Madem herşey bu kadar kötülüğe mahkum, o halde sizin de o kötülüğün bir parçası olmadığınıza nasıl inanalım? Bu kadarlık siyaset felsefesi yetsin şimdilik. Öcalan’la görüşmelerin doğurması muhtemel sonuçları üzerinde durmaya devam edelim. Sürecin ne tür sıkıntıları olduğunu da hesaba katalım. Önceki yazımda bu sürecin en önemli sorunlarından birinin PKK’nın tek bir elden yönetimi sorunu olduğunu söylemiştim. Gerçekten 35 yıllık bir örgütün faaliyetleriyle ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve siyasi rant alanları, PKK içinde hiç kimsenin tek başına yönetemeyeceği bir ‘sistem’ üretmiştir. Süreci Zorlayan İç ve Dış Faktörler Bu sistemin bir kısmında uluslararası güçler, bir kısmında devlet içindeki güçler, bir kısmında bizzat örgütün kendi eliti ve güç mücadeleleri vardır. Bu sistem içinde Öcalan çapında bir liderin bile yapabileceklerinin bir sınırı vardır ama hiç bir şey yapamayacağı anlamına gelmiyor bu. Aksine, sadece yapacaklarını bir sözle yapamayacağını, oluşan durumu ‘idare etmesi gerektiğini’ gösteriyor bu durum. O yüzden Silvan saldırısı Öcalan’ın sözünün ‘o zaman’ için sınırlarını gösterdiyse de, bugün 7 Çünkü o ekonomi sonuçta sadece örgüte kazandırıp başka herkese, bilhassa Kürt halkına, yani örgütün hedef kitlesine sürekli kaybettirerek ancak bir yere kadar sürdürülebilir. Nitekim o kesimlere de, kendi haklılığını anlatmak istediği yurtiçi ve yurtdışındaki taraflara da inandırıcılığını giderek yitirmektedir. başka bir zamandayız ve bu yaşanan süreç Öcalan’ın sözünün daha etkili olduğu yeni bir ortam yaratmıştır. Öcalan İmralı’da kendisiyle görüşen Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata’ya Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamının insan hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil etmekte olduğunu söylemiş. Özellikle Kürt sorununda yaşanan şiddetin bunda temel rol oynadığını ve bu çıkmazı aşmak için şiddete son vermek gerektiğini de eklemiş. Bu tespit aslında epey zamandır PKK üzerinde ağır baskı yapan bir gerçekliğin Öcalan tarafından isabetli bir okuması. PKK epey zamandır bu gerçekliğin akışına karşı kürek çekmektedir ve giderek kendisi açısından sürdürülebilir olmaktan uzaklaştırıyordu. PKK’nın bir örgüt olarak dayandığı bir ekonomi var olsa da, o ekonomiyi bu politika(sızlık)la sürdürmenin de giderek zorlaştığı görülüyor. 8 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 İyimserliğimi besleyen çok temel gerçek bu, ama bu gerçekliğin daha önemli bir başka boyutu da Türkiye’nin bölgede oynamaya çalıştığı büyük rolün karşısında Kürt sorununun zaten çok küçük kaldığıdır. Türkiye’yi 10 yıldır idare eden hükümetin zihninde Kürt sorunu zaten çözülmüş, eksiklerin tamamlanması bir takvim meselesine kalmıştır. Terör sorunu ise yine Türkiye’nin yeni uluslararası ilişkiler düzeninde her türlü siyasi aklı devreye sokarak çözmesi gereken bir sorundur. Komşularıyla sıfır sorun iddiası olan, hele dünyanın bütün sorunlu bölgelerinde arabuluculuk ve sorun çözücü niteliği her geçen gün temayüz eden Türkiye’nin kendi içindeki bir sorunun reel muhataplarını bulup onlarla sorununu çözmesi o kadar uzak sayılmamalı. Görüyorsunuz, iyimserlik için neden çok. En başta kendimize, samimiyetimize ve bu samimiyetin mutlaka bir şeyleri değiştireceğine olan inancımız, sonra tabi bizim dışımızdaki gelişmelerin de giderek çözüm sürecini daha fazla zorlayan bir mecrada olması. Daha ne olsun? Bu tablonun neresine ihtiyat koyalım? Sürecin En Önemli Risklerinden Biri: ‘Çözüm Korkusu’ İmralı görüşmeleriyle esmeye başlayan sürecin sorunsuz gideceğini ve bu süreci herkesin büyük bir heyecanla ve hüsnü kabulle bekliyor olduğunu düşünmemek gerekiyor. Sürece karar verenlerin, süreçten beklentileri olanların iyimserliği bu konudaki risk ve tehditlerin göz ardı edildiği anlamına gelmiyor. İyimserliği bu aşamada sadece bu süreç içinde kendi payına düşen rolde samimi olmayı ifade eden bir siyasi-felsefi tutum olarak görmek gerekiyor. Esasen bu anlamıyla samimiyet ve iyimserlik bir sürecin istenen istikamette seyretmesi yönünde bir baskı unsuru, bir kurucu unsur olarak da işler. Diğer yandan sürecin riskleri daha önceki bütün süreçlerde olduğu gibi bu süreçte de var olmaya devam edecektir. Bu süreci duyar duymaz tüyleri diken diken olan, çıkarları zedelenmiş kesimler var. Orhan Miroğlu açıkça ‘çözüm korkusu’ içine girenleri işaret ederken haksız değil. Gerçekten 35 yıldır devam etmekte olan bir sürecin ürettiği çıkar grupları, siyaset esnafları, savaş ağaları veya statüko kralcıları vardır. Silahtan ve kandan herkesin bıkmış olduğunu da düşünme- mek gerekiyor. Bugünkü ortamın ürettiği bir sürü siyasal ve toplumsal pozisyon vardır ve muhtemel bir çözümün bütün bu pozisyonları altüst edeceğini hesaba katmak gerekiyor. Elbette ki sürece zarar verecek bir suçlayıcı söylemden de kaçınmak gerekiyor, ama bu işin sosyolojik gerçekliğinin de farkında olmak gerekiyor. Sadece silahlar konuştuğu için ve bu sayede kendine pozisyon bulmuş sivil alanda bile bir sürü insan var ve bunların muhtemel bir çözüm sürecinden mutlu olacaklarını düşünmemek gerekiyor. Paris’teki İnfazlar Sabotaj mı? Fransa’da tam da İmralı görüşmelerinin gündemi belirlediği bir ortamda üç PKK’lı kadının infaz edilmesi neresinden bakarsanız gizli bir elin adrese teslim bir mesajı vermeye çalıştığını gösteriyor. Bu mesaj nereyedir, ne diyor? Muhtemelen doğrudan ilgili olmayanlar olarak bilmiyoruz. Ama bu süreci baltalamak için şimdiye kadar denenmiş bilindik yöntemlerin de dışına çıkılabileceğini anlatıyor. Çukurca’ya aynı günlerde yüzlerce PKK militanıyla girişilen ve 14 militanın ölümüyle fiyasko ile sonuçlanan saldırı bilinenezberlenmiş yol. Bu yolun da tamamen kapalı olmadığı-olmayacağı anlaşılıyor. Bu arada yıllardır devam etmekte olan çatışma sürecinin alabildiğine radikalize ettiği kesimler var ve bunlar zararlarına da olsa, kendileri için hiç rasyonel olmasa da intikam ve nefret döngüsünden çıkmak istemeyeceklerdir. Bu süreçte sadece akıl belirleyici olmayacaktır, duygular ise hiç de iyimser olunmayacak kadar karmaşıklaşmıştır. Ne yazık ki aşırı uyarılmış bir milliyetçilik sorunumuz vardır ve bu da tamamen duygusal bir konudur. Özellikle iyice radikalleşmiş Kürt milliyetçileri için Öcalan’ın muhatap alınması talebi çok önemseniyorsa da, Öcalan’a bu duygusallıklarına uygun beklentilerin ağırlığını da yüklediklerini unutmamak gerekiyor. Esasen bu, liderliğin sosyal psikolojisi açısından tartışılmayacak bir gerçektir. Hiçbir lider yönettiği kesimler üzerinde mutlak ve sorgusuz sualsiz bir otoriteye sahip değildir, olamaz. Öcalan da PKK üzerinde en etkili isim olmakla birlikte bu otoritesi sınırsız değil ve PKK tabanının beklentilerinden tamamen kopuk değil. Yine de örgüt içindeki bütün hiyerarşik konumları meşrulaştıran en önemli unsur hâlihazırda Öcalan’ın şahsına sadakattir. Ama bu sadakati göstererek bir yerlere gelenlerin, Öcalan’a karşı gönül huzuruyla her zaman kayıtsız şartsız bir itaat sergileyeceklerini beklememek gerekiyor. O yüzden süreçte ilerleme kaydedildikçe her kafadan yeni sesler çıkmaya başlıyor, şimdiye tek muhatap olarak Öcalan’ı işaret edenlerin süreç başladığında bir anda kendilerini, İmralı’yı, Avrupa’yı, KCK’yı, DTK’yı ve daha nice aktörü muhatap olarak öne sürmeleri bile çözüm korkusunun nasıl bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor. Asıl Provokasyon Diyarbakır’da mı Olacaktı? Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadının neden öldürüldüğü konusunda henüz kesinleşmiş bilgiler yok elimizde. Ama olayla, öldürülen şahıslarla ilgili ortaya serilen bilgiler ile olayın zamanlaması bir sürü yorumun yapılmasına imkan tanıyor. Öldürülen kadınların, özellikle Sakine Cansız’ın Öcalan’la ilişkilerine dair birçok şeyi bu vesileyle öğrenmiş olduk. Aslında her üç kadının hem örgüt içinde hem de BDP yönetimi nezdinde çok da makbul şahsiyetler olmadığı da bu vesileyle ifade edildi. Buna rağmen cenazeleri hem örgüt hem de PKK tarafından büyük bir itinayla sahiplenildi ve muhtemelen yaşadıkları dönemde partinin marjinali sayılabilecek bu isimler bir anda örgütün kahramanları haline geldi. Ölümlerin araçsallaştırılması, ölülere destanlar yazılması konusunda siyaset tarihimiz çok zengin örneklerle doludur. Yaşarken naçiz varlıkları, bedenleri taciz ve tahkir konusu olan nice şahsın ölümü çoğu kez onu öldürenler tarafından, 9 ondan arta kalan sembolik, kültürel veya siyasi mirasına el konulmak üzere kutsanır, sahiplenilir. Öcalan’ın kendisi İmralı’da bizzat kendi kurduğu örgüt tarafından diri diri etkisiz hale getirilmeye çalışıldı. Aynı örgüt bugün onun ruhunu yaşanan süreçlerin kendileri açısından içinden çıkılmaz hale geldiği anda yardıma çağırıyor ama doğrusu bu ruh çağırma esnasında kafalar hala karmakarışık. Bu süreçte yetkisinin nereye kadar olduğunu Öcalan türlü yollar deneyerek test etmek zorunda kalıyor. Oslo sürecinin hemen ardından kendisine usulünce bir sınır hatırlatıldı ve Öcalan bu yolla kendi yetki tanımını yeniden yapmak durumunda kaldı. Ancak sonraki süreç Öcalan’ın müdahalesine ihtiyaç doğurdukça ruhuna tekrar müracaat edildi. İmralı’yla yapılan görüşmelerle başlayan yeni sürecin her an bir sabotajla karşılaşabileceği endişesi var olmaya devam ediyor. Paris saldırısı aslında beklenen asıl sabotaj değildi. Asıl sabotaj hiç biri Diyarbakırlı olmayan bu cenazelerin Diyarbakır’dan üstelik büyük bir miting eşliğinde kaldırılacak olmasıydı. Doğal olarak yeni bir Habur beklentisi veya endişesi oluştu birçok kesimde. Günler öncesinden Diyarbakır ve bölge iller bu olay için hazırlandı. Cenaze, yas, son derece insani hadiselerdir ve kimin cenazesi 10 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 olduğuna bakılmaksızın bundan dolayı insanlar sorgulanamaz. Ancak üç PKK’lı için miting düzenleyenlerin ne yasla ne de işin duygusal ve insani tarafıyla ilişkisi var görünüyordu. İlk baştan itibaren verilen sinyaller cenazelerin her türlü provokasyona açık bir gövde gösterisi için bir fırsat olarak değerlendirileceğiydi. Bunun da içine girilen sürecin daha başından önemli bir darbe yemesi anlamına gelmesi işten bile değildi. Buna rağmen çok şükür korkulan olmadı. Cenazeler Diyarbakır’da kitlesel bir katılımla gerçekleşen mitingin ardından memleketlerine gönderilerek toprağa verildi. Diyarbakır’daki cenaze mitinginin yeni bir Habur’a dönüşmemesinde BDP’lilerin sergiledikleri tavır bu olay için bilhassa takdiri hak ediyor olsa da, istediğinde bu olayları engelleyebilme kabiliyetini göstermiş olması bundan önceki veya sonraki hadiseler konusundaki sorumluluğunu hatırlattı. Yani BDP’nin siyasi gösteriyi hemencecik şiddet ve çatışmaya dönüştürme konusundaki aşina pratiği üzerine de düşünmeye zorluyor. Bu, BDP’nin siyaset ile şiddet arasındaki tercih konusunda sürekli yüzleşmek durumunda olacağı yeni bir soruyu billurlaştırmış oldu. Diğer yandan PKK’lı cenazelerin Diyarbakır’da bizzat BDP’liler tarafından organize edilen bir mitinge konu olması, basitçe cenazeye saygı veya Kürtlerin kendi cenazelerine sahip çıkması gibi insani bir değere sığınılarak açıklanamaz. Burada bir siyasi partinin silahlı mücadeleyi bir yol olarak benimsemiş ve bundan dolayı terörist diye bilinen birilerini ‘şehitlerimiz’ diyerek tören konusu yapması bal gibi terörü bir yol olarak benimsiyor olması anlamına geliyor. BDP’nin kendi tabanından insanların bu cenazelere sahiplenmesi anlaşılmayacak bir şey değil, zaten kimsenin bu saatte buna bir itirazı olmaz. Ancak bir siyasi parti olarak BDP’nin bu olayı bu şekilde sahiplenmesi, esasen Habur endişesini körükleyen şeydi ve bu süreçte olumlu bir rol oynamaya pek istekli olmadığını gösteriyordu. Diğer yandan bu cenaze törenini gerçekten ‘Kürt halkı’nın istediği iddiasına bu kadar güveniliyor idiyse bölge yerleşim birimlerinin birçoğunda KCK veya PKK’lı militanlara esnafın kepenkleri zorla kapattırılmaz, hayat zorla durdurulmaya çalışılmazdı. Oysa bölgede herkes biliyor ki, dükkan dükkan gezen militanlar dükkanları kapatmaya zorlamış ve böylece bu cenaze törenini halkın sahipleniyor olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Ne yazık ki halihazırda bölgede BDP’nin PKK vesayeti altında geçerli kılmaya çalıştığı ve herkesin mazur görmesini talep ettiği tarz-ı siyaseti bu ve bu da sürecin her aşamasında en fazla sorun çıkarabilecek bir tarz. MÜZAKERE SÜRECİ VE SYASETTE YEN DENKLEMLER Dr. Murat YILMAZ iÇ POLiTiKA SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü K ürt meselesi ve onunla iltisaklı şiddet meselesi, İmralı’da hükümlü olarak hapishanede yatan PKK’nın kurucu lideri halen Önderlik makamını temsil eden Abdullah Öcalan üzerinden başlayan müzakerelerle yeni bir mecraya girdi. Daha önce de muhtelif defalar yapılan fakat başarısızlığa uğrayan müzakerelerde yeni bir teşebbüs yaşanıyor. Normal şartlar altında Türkiye’nin demokratik standartlarındaki yükselme ve Kürt sorununun tamamen siyasallaşarak her boyutuyla tartışılabilmesi imkanı karşısında sona ermesi gereken PKK şiddetinin 2011- 2012’de artması dikkat çekiciydi. Bu durum bir defa bir örgüt ortaya çıktı mı, onun kendini devam ettireceği gerçeğinin yanında, Irak ve bilhassa Suriye’deki durumun verdiği cesaretle de ilgili olsa gerek. Artan şiddete ve PKK ile çevresindeki siyasi hareketin söyleminin sertleşmesine rağmen, 2012 yılı bu siyasi çizgi açısından açık bir başarısızlıkla sonuçlandı. PKK hayata geçirmeye çalıştığı “devrimci halk savaşı stratejisi”nde başarısızlığa uğradı. PKK militanlarının yüzde 20’sinin üzerinde bir kısmını kaybetti. KCK operasyonları dolayısıyla şehirlerdeki 11 kitlesel eylem kabiliyetini kaybetti. Türkiye’nin artan gücü karşısında Türkiye dışındaki hareket alanı darlaşmaya başladı. BDP, marjinal sol grupla hariç Türkiye kamuoyuna açılamadı. Mesela MHP’nin Kürt etnik kökenli seçmenden alabildiği yüzde 3 oya karşılık, Türk etnik kökeninden gelen seçmenlerden oy almayı başaramadı. Bu başarısızlık karşısında PKK ve BDP çevreleri karşılaştıkları açmazı aşmak için Önderliğe yani Öcalan’a döndüler. Öcalan ise, çatışma çizgisinin dışında bir pozisyon belirlemişti. Şimdi bu pozisyonun verdiği rahatlıkla gerçek anlamda Önderlik makamını temsil ettiğini göstererek PKK’nın silah bırakmasını temin edecek bir irade ortaya koymaya çalışıyor. Normal şartlar altında Türkiye’nin demokratik standartlarındaki yükselme ve Kürt sorununun tamamen siyasallaşarak her boyutuyla tartışılabilmesi imkanı karşısında sona ermesi gereken PKK şiddetinin 2011- 2012’de artması dikkat çekiciydi. Bu durum bir defa bir örgüt ortaya çıktı mı, onun kendini devam ettireceği gerçeğinin yanında, Irak ve bilhassa Suriye’deki durumun verdiği cesaretle de ilgili olsa gerek. 12 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 AK Parti Hükümeti ve Başbakan Erdoğan ise, bu durum karşısında yeni bir risk üstlenerek Öcalan’ın PKK’yı önce yurt dışına çıkarma ve bilahare silah bıraktırmaya ikna etme teklifine bir şans vermeye yöneldi. Böylece Öcalan üzerinde yeni bir müzakere süreci başlamış oldu. Daha önceki müzakerelerden edinilen tecrübelerle daha dikkatli bir şekilde yürütülen süreç, Karataş’ta bir karakol baskını denemesi ve Paris’te içlerinde PKK’nın kurucu kadrolarında Sakine Cansız’ın da yer aldığı 3 PKK’lı kadının öldürülmesiyle mecrasından çıkarılmaya çalışıldı. Bu tahriklere rağmen, müzakere süreci aksasa da süreci bozacak bir psikolojik iklimin oluşmasına izin verilmedi. Bunda tarafların yanında, bil- hassa basının Habur’da olduğu gibi provokatif yayınlarda bulunmamasının da ciddi rolü oldu. Müzakere süreci başladığında Aydın Doğan’ın ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sürece destek mesajlarının faydaları bu şekilde devşirilmiş oldu. Bir takım yeminli AK Parti düşmanı eski solcu çevrenin PKK ve BDP çevrelerini tahrik eden yayınları dışında medya genel olarak sürece destek verdi. Sürece BDP içinde yükselen söylemler dışında tahmin edileceği üzere açıkça MHP karşı çıktı. Ancak MHP bu sefer, Öcalan’la müzakereler misilleme olarak Silivri’de darbecilik ithamı yüzünden tutuklu bulunan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u ziyaret kararı alarak, kendi tabanını bir arada tutabilecek bir me- PKK Başkanlık Konseyi sözcüsü Murat Karayılan, Önderlik makamındaki Öcalan’ın kendilerini temsil ettiğini ve onun vereceği karara uyacaklarını söyleyerek sürece çok güçlü bir destek vermiş oldu. selede Başbuğ ziyaretiyle içten içte devam edecek iç tartışmaların önünü açmış oldu. MHP bu ziyaretle aynı zamanda yeni denklemin dışına da çıkmış oldu. Benzeri iç tartışmalar sürece destek veren Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinde devam ediyor. TBMM’de devam eden anadilde savunma hakkı tartışmalarında partinin ulusalcı kanadından Birgül Ayman Güler’in Kürt karşıtı olarak tescil edilebilecek sözleri yüzünden Adıyaman milletvekili Salih Fırat CHP’den istifa etti. CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün Paris’te öldürülen Dersimli PKK’lıların ailesine taziye ziyaretiyle başlayan krizin önümüzdeki günlerde de devam etmesi kuvvetle muhtemel. PKK Başkanlık Konseyi sözcüsü Murat Karayılan, Önderlik makamındaki Öcalan’ın kendilerini temsil ettiğini ve onun vereceği karara uyacaklarını söyleyerek sürece çok güçlü bir destek vermiş oldu. BDP çevrelerinde ise iç tartışmaların bu çıkıştan sonra azalması beklenebilir. 13 “MÜZAKERE”DEN ÇÖZÜME GİDEN YOL Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ iÇ POLiTiKA SDE Uzmanı Uzunca yıllar boyunca bölgede yürürlükte kalan olağanüstü hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi ile devletin arasının açılmasını beraberinde getirdi. Bu dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri, özgürlüklerin daraltılması, söz konusu mesafenin giderek daha da açılmasına yol açtı. Dolayısıyla sorunun yalnızca teröre indirgenmesiyle sorunların aşılamayacağı ve gerçek anlamda çözüme ulaşabilmek için bir paradigma değişikliğine gidilmesi zorunluluk olarak belirdi. T ürkiye’nin Kürt sorununa yönelik çözüm arayışları 2012’nin son günlerinde yeni bir boyut kazandı. “Devlet” ile Abdullah Öcalan arasında müzakerelerin başlatıldığı (ya da en baştan beri sürdürüldüğü) ortaya çıktı. Süreç bakımından en fazla dikkat çeken noktalardan biri, müzakerelerin, kamuoyundan en başta düşünüleceğinden çok daha az olumsuz tepki alması oldu. Özellikle bazı provokasyon girişimlerine rağmen sağduyunun galip gelmesi ve halkın barışa gidecek her yolu destekleyeceği izlenimi vermesi sürecin daha en başta kesintiye uğramamasını sağladı. Üstelik ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu hükümetin bu konuda atacağı adımları destekleyeceklerini söyledi. Ancak kısa bir süre içinde partisinden aldığı olumsuz tepkiler nedeniyle geri adım atmak zorunda kaldı. Sürecin bir tarafında İmralı olunca Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de kendisini adeta destek vermeye zorunlu hissetti. Türkiye, 30 yıldır Kürt sorunu gerçeğiyle değişik boyutlarda karşı karşıya geliyor. On binlerce insanın ölümüne neden olan, ekonomik açıdan Türkiye’yi darboğaza sürükleyen ve ülke içinde her kesimin özgürlüklerini tam anlamıyla kullanmasını engelleyen bu sorun adeta çözülemez bir görünüm kazanmıştı. Alışılageldik güvenlikçi paradigmanın dışına çıkmayan bakış açısı, sorunu doğrudan terör ile ilişkilendiriyor ve “silah” dışında bir çözüm yolunu mümkün görmüyordu. Bu durumun soruna ilişkin tüm çözüm yollarını tıkayan bir kısırdöngü meydana getirdiği açıktır. Zira uzunca yıllar boyunca bölgede yürürlükte kalan olağanüstü hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi ile devletin arasının açılmasını beraberinde getirdi. Bu dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri, özgürlüklerin daraltılması, söz konusu mesafenin giderek daha da açılmasına yol açtı. Dolayısıyla sorunun yalnızca teröre indirgenmesiyle sorunların aşılamayacağı ve gerçek anlamda çözüme ulaşabilmek için bir paradigma değişikliğine gidilmesi zorunluluk olarak belirdi. 2002’den bu yana izlenen ve 2009 sonrasında “demokratik açılım” nitelemesi içine yerleştirilen politikaların Kürt sorununun çözümü açısından ciddi bir eşik olduğu gerçektir. Bu dönemde hayata geçirilen pek çok uygulama ve izlenen politikalar neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca ötekileştirilen Kürtlerin birtakım toplumsal taleplerine cevap verme özelliği gösterdi. Başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AK Parti hükümetleri siyasi riskleri de üstlenerek demokratikleşme ve siyasal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi açısından önemli adımlar attı. Tüm bu girişimlerin hem Kürtler nezdinde bir karşılığının bulunduğu hem de genel olarak kamuoyunun ar- 15 Hükümetin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın sürecin arkasında kararlılıkla durması çözüme ulaşma açısından önemli bir mesafe kat edildiğinin göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir. tık bu sorunun çözülmesi noktasında bir isteğe sahip olduğu kısa sürede açığa çıktı. Nitekim AK Parti’nin girdiği tüm genel seçimlerden oylarını artırarak çıkması ve 12 Eylül 2010 Referandumu’nda ortaya çıkan yüksek oranlı olumlu sonuç, çözüm için sergilenecek tüm çabaların seçmen tarafından destekleneceğini gösterdi. Bu süreçte, daha önceleri tabu olarak görülen konular rahatlıkla tartışılmaya başlandı; bazı uygulamalarla Kürtlerin hakların genişletilmesi talepleri karşılanmaya çalışıldı. Söz konusu reformların hak ve özgürlük haritaları bağlamında son yılda Türkiye’nin çehresini önemli ölçüde değiştirdiği gerçektir. Ancak tüm bu çabalara rağmen PKK’nın silahlı eylemlerden vazgeçmemesi, 16 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 bununla eşzamanlı olarak BDP’nin bölgedeki güç ve etkinliğinin artması bir yöntem sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Hükümetin sorunun muhatabını dışarıda bırakarak, kendi inisiyatifiyle hayata geçireceği uygulamaların sınırlı bir etkisinin olacağı, çözüme gerçekten ulaşılması için “karşı taraf”ın taleplerinin mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği açığa çıktı. Burada karşılaşılan ilk sorunun kimin muhatap olarak alınacağı olduğu söylenebilir. Zira tüm siyasi gücüne rağmen BDP’nin temsil ettiği kesim açısından kapsayıcı bir görünüme sahip olmadığı ve kendi başına bir irade sergileyemeyeceği gerçeğiyle karşılaşıldı. Dolayısıyla sorunun çözülmesi bakımından müzakere süreci- nin başka bir yere adreslenmesi gereği ortaya çıktı. Bu bağlamda, Abdullah Öcalan’ın denklemin doğru noktasını teşkil ettiği söylenebilir. Yaklaşık 14 yıldır cezaevinde olmasına rağmen Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisini kaybetmediği rahatlıkla görülüyor. Buradan hareketle, sırasıyla “ateşkes”, “silah bırakma” ve nihayet “barış” konusunda PKK adına karar verebilecek en (ve muhtemelen tek) yetkili gücün Öcalan olduğu gerçeği artık pek çok kişi tarafından kabul ediliyor. Bu nedenle hükümetin İmralı ile müzakereler yürüttüğünün ortaya çıkması, Kürt sorununun nihaî çözümü bakımından özel bir anlam taşıyor. Nitekim Öcalan’ın devreye girmesinden hemen sonra BDP’nin hükümete yönelik tavrının yumuşaması, hatta Kandil’in bile Öcalan’ın kararı doğrultusunda hareket edecekleri mesajını vermesi sorunun içine girdiği yeni boyutu gayet iyi anlatıyor. Kısacası sorunun bundan sonraki çözümü açısından devlet ile Öcalan arasında yürütülecek görüşmelerin kritik bir önemi olduğu söylenebilir. Kuşkusuz bu süreçte, PKK ve Kürt siyasal hareketinin temsilcisi BDP içinde çeşitli kırılmalar yaşanması beklenebilecek bir durumdur. Aynı ihtimal süreci sabote edebilecek bazı eylemlerin de doğmasını beraberinde getirebilir. Örneğin görüşmelerin başlamasından ve kamuoyunda bir umut havası doğmasından hemen sonra ya- şanan Paris suikastı bu durumun kanıtlarından biri olarak gösterilebilir. Ancak anaakım açısından bakıldığında İmralı tarafından verilecek kararın bu kesimler tarafından büyük ölçüde takip edileceğini söylemek mümkündür. Öte yandan hükümetin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın sürecin arkasında kararlılıkla durması çözüme ulaşma açısından önemli bir mesafe kat edildiğinin göstergelerinden biri olarak değerlendirilebilir. 24 Ocak 2013 tarihinde yapılan kabine değişikliğinin de aynı bağlamda okunması mümkündür. Özellikle İçişleri Bakanlığına milliyetçi bir dile sahip olan İdris Naim Şahin yerine Mardin milletvekili Muammer Güler’in getirilmesi hükümetin bundan sonra daha itidalli bir dil kullanacağının işaretidir. Yine kabine değişikliği ile aynı günlerde “anadilde savunma” hakkının TBMM’de kabul edilerek yasalaşması aynı çabaların uzantısıdır. Buradan hareketle hükümetin 2013 yılında Kürt sorununun çözülmesi açısından geçmişteki uygulamaları tamamlayan bir çizgi izleyeceği anlaşılıyor. Başka bir açıdan bakılırsa bugüne kadar çeşitli uygulamalar aracılığıyla izlenen çözüm arayışlarının bundan sonra müzakere zeminine oturtulacağı söylenebilir. Bu durumun aslında Türkiye’yi gerçek anlamda bir çözüme götürecek yol olduğunu da görmek gerekir. Zira denkle- min diğer tarafını görmezden gelerek girişilecek çözüm çabalarının sınırlı bir etkisinin olduğunun ve gerçekçi sonuçlar üretmeyeceğinin altı bir kez daha çizilmelidir. Dolayısıyla sorunun çözümünü mümkün kılacak temel unsur, soruna çok boyutlu yaklaşarak tüm tarafları çözümün bir parçası hâline getirebilmektir. Büyük siyasal gelişmelerin yaşanması ya da sorunların çözülmesi açısından tarihte belirli dönüm noktaları olduğu açıktır. Türkiye’nin işte bu tür bir sürecin en hayatî noktalarından birinde olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Elbette bu süreçleri hazırlayan birtakım girişimler ve hazırlık çabaları bulunur. Başka bir anlatımla güçlü bir binanın inşa edilebilmesi her şeyden önce sağlam bir temel atılabilmesine bağlıdır. Türkiye’nin özellikle son on yıl içinde attığı adımlar, bir bakıma çözüme giden sürecin önceli olarak görülebilir. Bundan sonra atılacak adımlar, doğrudan sorunun çözümünü beraberinde getirebilecek bir mahiyet taşıyacaktır. Müzakere sürecinin kamuoyu desteğini alması, çözüme oldukça yaklaşıldığını gösteren bir durumdur. İçinde bulunduğumuz aşamada “eşitlik ve özgürlük” temelinde şekillenen bir vatandaşlık anlayışı temelinde uzlaşmaya varıldığı ortaya çıkıyor. Daha önce de vurguladığımız gibi, süreci kesintiye uğratmayı amaçlayan çeşitli sabotaj girişimlerinin ortaya çıkması, istenmese de, beklenebilecek bir durumdur. Burada belki de en fazla dikkat çekilmesi gereken husus, bu tür tüm muhtemel girişimlere rağmen reform ve müzakere süreçlerinin hız kesmeden devam etmesidir. Kısacası Türkiye’nin her yerinde önümüzdeki süreçte bir barış ikliminin yaşanmasının oldukça yakınındayız. Toplum içinde her kesime düşen görev, barışı getirecek adımları desteklemektir. 17 2006-2013 PERSPEKTİFİNDEN TÜRKİYE’NİN DEĞİŞİMİ Aydın BOLAT iÇ POLiTiKA SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı Demokratik hak ve özgürlüklerin meşruiyet referansları ancak sivil, demokratik, insan onuruna dayanan yeni anayasa ile sağlanabilir. Kürt meselesinin çözümü, Alevi sorununun halli, mütedeyyin insanların din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması, temel insan hak ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur, adalet ve güvenliğimizin korunması, hukuk devletinin inşası ile yepyeni bir Türkiye vizyonu, vesayetsiz ve tam demokratik bir Türkiye için Yeni Anayasa şarttır. ‘E ski Türkiye’nin güç dinamiklerinden biri görünürdeki devlet sistemi ve kurumlarına rağmen paralel devlet (derin devlet) yapılanması içinde yer alan operasyonel Ergenekon organizasyonu ve derin çete örgütlenmeleridir. Demokratik olmayan usul ve yöntemlerle, gayri meşru yollardan ve güç kullanarak siyaseti, ekonomiyi ve sosyal politikaları belirleyen, rejimi vesayet iradesiyle kontrol eden bu yapılar devletin iç ve dış gizli sahiplerinin operasyonel timleri ve vurucu güçleridir. Ekonomik, siyasi ve ideolojik yapıdaki bu çeteler; hükümet değişiklikleri, büyük ihaleler, stratejik bürokratik kararlar, darbeler, toplumsal provokasyonlar, sosyal mühendislik projeleri ve ekonomik krizlerden, faili meçhul cinayetlere kadar varan bütün olayların aktörleri ve tetikçileridirler. Eski Türkiye’nin güç dinamiklerinden ikincisi; dış ba- ğımlılığın, yabancı vesayetinin yani kolonyal sistemin ana sponsoru olan NATO ve Amerika’dır. Halk iradesinin güdümlendiği, ulusal egemenliğin himayesine verildiği, ittifak bağımlılığı ve blok baskısıyla ülkenin dış ve iç politikalarını yöneten bu yapıdır. İçerideki derin çeteler bu küresel yapının işbirlikçileri ve taşeronlarıdır. Küresel sisteme bağımlılığın ve dış vesayetin esareti altındaki ‘eski Türkiye’ kendi halkına değil Batı, Amerika ve NATO’ya hizmet etti, onların çıkarlarını korudu ve politikalarının bekçiliğini yaptı. Üçüncüsü; yerleşik statüko ve bürokratik vesayet rejimdir. Temel insan hak ve hürriyetlerini sınırlayan, demokratik hukuk devleti ilkesine oturmayan, sosyal barış, adalet, refah getirmeyen, halk iradesine ve egemenliğine dayanmayan, demokratik olmayan güdümlü, dışa bağımlı vesayet rejimi Eski Türkiye’nin statükosu ve güç kaynağıdır. İşte bu statüko, geri kalmış ve az gelişmiş Türkiye’nin sorumlusudur. Her on yılda bir siyasi darbelerin, sonu gelmeyen krizlerin ve istikrarsızlıkların temel nedeni bu oligarşik statükodur. Cumhuriyet ve demokrasi sloganlarının arkasındaki derin acı gerçeğimizin kimliği dışa bağımlı bu düzendir. Yeni Türkiye’yi inşa etmek için Eski Türkiye’nin bu güç dinamiklerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ülkemizde demokratik değişim sürecinin başladığı 2000’li yıllardan ve değişimin hızlandığı 2006 yılından itibaren yazdığımız yazılarda bu süreci analiz etmeye çalıştık. Ergenekon ve derin çeteler, NATO-ABD ve bürokratik statüko hakkında yaptığımız yorumlar, ortaya koyduğumuz analizler 2013 Türkiye’sinde bir bir karşılığını buluyor ve yerine oturuyor hamdolsun. Bu tespitlerin sağlamlığı, analizlerin doğruluğu gelişen olaylarla ve yaşanılan 19 İhtilaller, darbeler, muhtıralar, ekonomik-siyasi-sosyal krizler, kaoslar, provokasyonlar, faili meçhul siyasi ve ses getiren cinayetler, katliamlar hepsi ama hepsi bugün artık biliniyor ki içimizdeki şeytanın eseri ve ruhumuzdaki düşmanın, ihanetin marifetidir. süreçle tescilleniyor. Dinamik tahlil yöntemiyle düşünmenin, bilinçli neden-sonuç bağlantıları kurmanın, ülkenin ızdırabını yüreğinde hissederek ve ortak akılla teşhis koymanın bugün halkı çıkmanın, doğrulanmanın onurunu yaşadığımız için çok mutluyum. Makalelerimizde neler dedik neler oldu şimdi bunlar üzerinde biraz duralım ve olayların bizi nasıl doğruladığını, Türkiye’nin değişimini nasıl okuduğumuzu detaylandıralım istiyorum. Ergenekon Yapılanması ve Derin Çeteler 2006 yılından itibaren Derin Devlet, Ergenekon yapılanması, derin çete oluşumları, terör örgütleri, askeri darbeler, darbe teşebbüsleri, siyasi suikast ve provokasyonlar hakkında yaptığımız analizlerde; devlet ve millet hayatını topyekun kuşatmış ve işgal etmiş dışa bağımlı kolonyal bir sisteme ‘devlet içinde devlet’ olarak nitelendirilebilecek devlet düzenine paralel gizli bir yapıya dikkatleri özellikle çekmeye çalışmıştık. Bu bir efsane değil Türkiye’nin en derin gerçeğiydi. Örgütlü işgalin, güdümlü yönetimin, sahte 20 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 bağımsızlığın, gizli sömürgeciliğin, kolonyal rejimin ve ‘eski Türkiye’nin kod adı ‘Derin Devlet’ti. Türkiye üzerine çullanmış ahtapotun beyni ‘Derin Devlet’ ise kolları siyasi ve ekonomik çete oluşumları, terör örgütleri ve darbeci cunta yapılarıdır. Derin Devlet ve onun operasyonel yapılanmaları hakkında araştırma ve bilgiye dayalı değerlendirmeler yaparak bazı temel tespitler ve sonuçlar ortaya koymuştuk. 2013 Türkiye’sinde gelişen olaylar, açılan derin davaların iddianameleri, verilen mahkeme kararları, devam eden soruşturmaların binlerce sayfa tutan dosyalarının deşifre ettiği bilgiler, bulgular ve belgeler; TBMM Araştırma Komisyonlarının ortaya koyduğu cilt cilt raporların ortaya serdiği tüyler ürpertici gerçeklikler ve kamuoyuna mal olmuş, kabullenilmiş artık kimsenin kuşku duymadığı sonuçlar bizim 2005’ten beri yaptığımız analizlerin ve ortaya koyduğumuz temel tespitlerin isabetlerini ve doğruluğunu teyit etmektedir. Ergenekon Terör Örgütü, ideolojik, siyasi ve ekonomik çeteler, mafya grupları ile yolsuz- luk ve ihaleye fesat karıştırma dava ve soruşturmalarından; devletin beynine çöreklenmiş, millet hayatını esir almış bu derin gizli yapılanmanın marifetleri artık gün yüzüne çıkmış bulunmaktadır. Ergenekon 1. ve 2. davaları ile bağlantılı davalarda bu derin yapıda hizmet eden asker, polis, gazeteci, sendikacı, akademisyen, yargıç ve siyasetçi gibi her meslek grubundan insanların, silahlı kuvvetler, emniyet, basın, sivil toplum, üniversiteler, yargı ve siyaset kurumu gibi her kurumdan desteklerin yer aldığı, halen içeride olan tutuklu ve hükümlülerin kimliklerinden biliniyor artık. 2002 yılından itibaren hazırlıkları planlanan Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz gibi darbe teşebbüsleriyle ilgili davalar ile 28 Şubat ve 12 Eylül askeri darbeleriyle ilgili açılan davalar ve soruşturmalarda bizim adım adım gelişen olaylarla ilgili açıkladığımız yorumların canlı ve somut delilleri mahiyetinde sonuçlar getiriyor. Devlet ve millet hayatı üzerindeki bu derin askeri, yargısal ve bürokratik vesayet maalesef Türkiye’nin esaretiydi. Çoğu karar aşamasına gelmiş bu derin davalardan tutuksuz, tutuklu ve hükümlü olarak ilişkilendirilen anlı şanlı generallerimiz, profesörlerimiz, polis müdürlerimiz, sendika yöneticilerimiz, gazetecilerimiz, bazı siyasilerimizin dünkü makam, görev ve yetki pozisyonları bu durumu açıklar mahiyettedir. Sadece bir bölümüne dokunulan bu derin organizasyonun iş dünyası, bürokrasi, siyaset, sosyal gruplar içindeki açılımları yapılabilirse buzdağının ne kadarını görebildiğimizi de ortaya koyacaktır. Devlet ve toplum hayatımızdaki arınmanın daha derinlere inmesi gerektiğini de yazılarımızda hep dile getirdik. Bilerek ya da bilinçsizce bu derin işgale işbirlikçilik ve taşeronluk yapan kişi veya kurumların dış bağlantıları da analizlerimizde ısrarla vurguladığımız bir boyut olmuştur. İhtilaller, darbeler, muhtıralar, ekonomik-siyasi-sosyal krizler, kaoslar, provokasyonlar, faili meçhul siyasi ve ses getiren cinayetler, katliamlar hepsi ama hepsi bugün artık biliniyor ki içimizdeki şeytanın eseri ve ruhumuzdaki düşmanın, ihanetin marifetidir. Asılan başbakan da, bakanlar da, zehirlenen cumhurbaşkanı da, öldürülen başbakan da, alnından vurulan general de, uçağı düşürülen komutan da, suikastlere kurban giden aydınlarımız, siyasilerimiz, faili meçhul binler, şehit asker ve polislerimiz hep bu dışarıdan güdümlü derin tezgahın ihanetleri ve cinayetleridir. Bunları hep yazdık hep söyledik. 2012 Türkiye’sinde TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nun iki ciltlik raporunda, yine TBMM faili meçhulleri araştırma komisyonunun raporunda açıklanan bilgiler bizi aynı derin gerçeğe, içimizdeki ihanete götürüyor. Darbeleri Araştırma Komisyonu raporunda “Derin Devlet Devletin ve vatanın iflah olmaz düşmanıdır” olarak nitelendiriyor. Bu araştırma Türkiye’nin aştığı bir demokrasi eşiği olarak ifade ediliyor. ‘Vatan elden gidiyor’ diyenlerle ‘şeriat isteriz’ diyenler aynı amaca hizmet eden piyonlar olarak gösteriliyor. ‘Devlet silahla değil hukukla korunur ve yaşar’ diyerek bizim yıllar önce ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe’ dediğimiz hükmün kabullenilişidir varılan sonuç. Bizim Türkiye’nin derin gerçeği ile ilgili olarak yazdığımız, sonradan yukarıda belirtilen soruşturma, dava kararları ve meclis araştırmalarıyla ortaya çıkarılan durumlar devlet ve millet hayatında bazı sonuçlar ve değişimlerde getirmiştir. Bu sonuçların konu başlığımızla ilgili olanları şöyle özetlenebilir sanırım: • Eski Türkiye’nin ‘Derin Devlet’ yapısı 15 Mayıs 2006 tarihi itibariyle lağvedilmiştir. • Askeri darbenin siyasi, sosyal, ekonomik ve konjonktürel şartları ortadan kalkmış, askeri vesayet oldukça zayıflamıştır. • Halkın iradesi ve siyaset kurumu demokratikleşme reformları ile güç kazanmıştır. Türkiye’de sivil siyaset kurumu tarihimizin en güçlü dönemini yaşamaktadır. • Darbeler, darbeciler, halkın iradesine kastedenler halk indinde mahkum edilmişlerdir. • Demokratikleşme reformları güçlenmiş, tabular yı- 21 kılmış, ezberler bozulmuş ülkemiz sivil, sessiz ve beyaz bir devrim yaşamıştır. • Siyasi ve ekonomik istikrar ile demokratik değişimler ‘Yeni Türkiye’ gerçeğini ortaya çıkarmıştır. 11 yıldır kesintisiz AK Parti iktidarı, milli geliri üçe katlayan ekonomi bunun göstergesidir. • Devlet içi ve dışı çete yapılanmaları etkinliklerini kaybetmiş, mafya düzeni büyük darbe yemiş ve oldukça zayıflamıştır. • PKK dışında sosyal barış ve huzur ortamını bozan bütün illegal yapılar, terör örgütleri dağıtılmıştır. • Kadim sorunlarımız üzerindeki demokratik değişim ve açılım çabaları güçlenmiş ve çözüm süreçleri hızlanmıştır. • ‘Yeni Türkiye’ gerçekleriyle yeni devlet yapılanması ve reform çalışmaları güç ka- 22 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 zanmıştır. Korku imparatorluğu yıkılmış demokratik özgürlükleri halk iradesinin egemenliği ve bağımsız demokratik hukuk devleti kavramı güçlenmiştir. • Türkiye yakın geçmişi, tarihi ve devletiyle ilgili bir yüzleşme ve sorgulama dönemine girmiştir. • Türkiye halkın desteklediği ve ona mal olan demokratik bir devrim ve değişim sürecini yaşamaktadır. NATO–ABD ve Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin tarafından kurulan dünya düzeninde yeryüzü hegemonyacı ve emperyalist küresel güçlerce paylaşılmıştı. BM’in Güvenlik Konseyi’ni oluşturan 5 devlet diğer ülkeleri hegemonyalarına alarak sömürge, yarı sömürge ya da örtülü tahakkümleri altına almışlardı. Amerika, Avrupa yani Batı merkezli küresel iktidar BM, NATO, AGİT, IMF, Dünya Bankası gibi küresel kurumlar üzerinden ülkeleri ve uluslararası sistemi kontrol altına alarak yönetiyorlardı. Eski Türkiye, eski devlet yani derin devlet işte bu Batı sisteminin siyasi, ekonomik, askeri olarak bağımlılığı ve denetimi altındaydı. 1944 yılından itibaren siyasi olarak ABD’ye, askeri olarak NATO’ya, istihbarat ve güvenlik açısından CIA ve MOSSAD’a, ekonomik olarak IMF’ye Dünya Bankası’na yani Batı ekonomik sistemine göbekten bağlı ve bağımlıydık. Demokratik olmayan bir cumhuriyet, halkın olmadığı bir demokrasi, bağımsızlığı ve egemenliği sınırlı bir devlet yapısıyla yönetiliyorduk. Geri bırakılmış, zayıf ve istikrarsız bir ekonomik yapı, dışa bağımlı, güdümlü ve istikrarsız bir siyasi yapı, ittifak bağımlılığı ve blok baskı altında bir askeriye, eski Türkiye’nin genel görüntüsüydü. Sadece devleti değil halkı da kontrol edebilmek için kurulmuş illegal gladyo yapılanmaları (gizli NATO orduları), terör örgütleri ve çete grupları Türkiye’nin karanlık günlerinin aktörleridir. Devleti esir almış, millet hayatını zehirlemiş organize derin yapıların ağababası ve patronu olan dış odaklar NATO ve ABD’dir. Bu bağ koparılmadan, bu bağımlılık çözülmeden Türkiye’nin değişiminin imkânsız olduğunu yazdık. Türkiye’nin ittifaklarını, anlaşmalarını, bağımlılığını sor- guladık. NATO’yu IMF’yi, BM’i, ABD’yi, AB’yi sorguladık. Siyasi, ekonomik, sosyal sorunlarımızı irdelerken, içimizdeki Amerikalılara, İsraillilere, ruhumuzdaki yabancı muhiplerine dikkatleri çekmeye çalıştık. Gizli esaretimizi, yabancı vesayetini sorguladık. Batı’nın değerleriyle, kendi ilkeleriyle Batı sistemini hesaba çektik. İnsan hakları, özgürlük, eşitlik, demokrasi, halkın iradesi, barış ve adaleti sorduk, soruşturduk. Neden zengin onlar fakir biz, kazanan onlar kaybeden biz, güçlü olan onlar ezilen biz... Neden kriz, kaos, çatışma, darbe, terör, ölüm hep bizim kaderimiz? Niçin komşularımız başta herkes bize düşman, hiç dostumuz yok? Türk’ün Türk’ten başka niye dostu yokmuş? Neden 80 yıldır ayağa kalkamadık, demokrasiyi öğrenemedik, toplumsal barışı kuramadık? Huzuru, istikrarı ve barışı bize kim çok gördü? Gelişmemizi, kalkınmamızı, güçlü olmamızı kimler istemedi? Ülkemizi kimler talan etti, devletimizi, kimliğimizi istiklalimizi kimler çaldı? Anlaşmalar, ittifaklar, ilişkiler neden tek taraflı ve hep aleyhimize çalıştı? Bizi tarihimizden, coğrafyamızdan, kültürümüzden ve medeniyet çevremizden kim kopardı? İşte bunları daha yüzlerce soruyu sorduk. İçimizdeki ihaneti, gafleti, delaleti araştırırken bunların dış referanslarını, bağlantı odaklarını yani yabancı elleri, düş- Değişimci kanat halkın demokratik dönüşüm iradesini de arkalarına alarak; halkın iktidarı ve egemenliği için, demokratik hukuk devleti için, vesayet düzenini yıkmak için, adalet ve demokrasi için büyük bir mücadeleyi başlattı. man emelleri de irdeledik ve sorguladık. Devletimizi halkına düşman eden, milleti birbirine kırdıran, komşularımızla aramıza duvar ören, İslam dünyasını bizden koparan, bu milletin onurunu, vizyonunu ve potansiyel güç değerlerini elinden alan kaderin cilvesini araştırdık durduk. İşte bu sorgulama dönemi Türkiye’nin değişiminin rotasını çizdi. Mayıs 2006’da içimizdeki yabancıyı kovduk. Derin vesayeti, kolonyal iktidarı, devletteki NATO’yu, ABD’yi o zaman sınır dışı ettik. Türkiye’nin bağımsızlığını ve gerçek egemenliğini o gün bulduk. Yeni Türkiye artık NATO’nun gizli operasyonlarına kapandı. NATO’nun her dediğine, ‘okey, tamam’ demiyoruz. Irak’a müdahale tezkeresinde, Rasmussen seçilirken de, Libya’ya müdahale edilirken de, füze kalkanı kurulurken de kılı kırk yararak sorguluyoruz, tartışıyoruz artık. Hakkımızı, yetkimizi ve çekincelerimizi ortaya koyarak bir ortak gibi şahsiyetli ve onurlu bir tavır belirliyoruz. IMF’yi ekonomimizden kovduk, borcumuzu da sıfırladık. Her şeyimiz daha iyi oldu. Kısa zamanda Türkiye ken- dini üçe katladı. Enflasyonun önünü kestik, milli gelirimizi artırdık, krizlere batıdan daha dirençliyiz. G-20’ye girdik, ihracatımızı patlattık. IMF’yi fakir ve gelişmekte olan ülkeler için sorguluyoruz, eleştiriyoruz. BM’i BMGK’ni dünyadaki açlık, savaşlar, güvenlik, istikrarsızlık ve adalet için sorguluyoruz. AGİT’i, Dünya Bankası’nı yani küresel statükoyu yıllar önce biz sorguladık bugün Türkiye Başbakanı yüksek sesle sorguluyor: “Güvenmiyoruz, Bu dünya böyle gitmez” diyor. Bağımsız Türkiye vizyonunu, bölgesel güç potansiyelini ve küresel aktör rolünü yıllardır yazıyor seslendiriyoruz. Bugün Türkiye’nin dünyada yükselen güçler arasında olduğunu herkes kabul ediyor. Bölgesel gücünü ve küresel etkinliğini kimse tartışmıyor. Ufukta beliren Yeni Dünya Düzeninin ekseninde Türkiye’nin olduğunu Obama da, Putin de, Merkel de görüyor artık. Türkiye’nin, bölgenin, Dünya’nın değişimini ve dönüşüm trendini yıllar önce aynen böyle okuduk. Bunlar hayallerimizde hep vardı ancak biz ideallerimizin heyecanı ile değil jeopolitiği, reelpolitiği, tarihi akışını 23 ve zamanın ruhunu fark ettik. Öngörülerimiz ve gelecek perspektiflerimize sağduyumuz ışık oldu. İşte Yeni Türkiye ile beraber Yeni Ortadoğu, Yeni Amerika ve Yeni Dünya gerçeği var. “Yeni Dünya Düzeni” dünyamızın en sıcak gündemi. Demokratik Değişim Süreci Ağır iç ve dış vesayet baskıları altında bürokratik statükonun yıpranması, devlet kurum ve kuruluşlarındaki çürüme, demokrasinin gelişememesi, hukuk devletinin yerleşememesi, çete düzeninin ve derin yapıların halka rağmen dayattığı politikalar gelip duvara dayandı. Deniz bitti. Devlet yapısı tam göbekten çatladı. Bir tarafta eski statükoyu devam ettirmek isteyenler, diğer tarafta devletin değişimini savunanlar. Değişimci kanat halkın demokratik dönüşüm iradesini de arkalarına alarak; halkın iktidarı ve egemenliği için, demokratik hukuk devleti için, vesayet düzenini yıkmak için, adalet ve demokrasi için büyük bir mücadeleyi başlattı. Daha önce de açıkladığımız üzere devlette paradigma değişimi yani ‘yeni devlet’ kurgusu bundan tam 6 yıl 9 ay önce start aldı. Dışa bağımlı derin ‘üst yapı’ o gün yıkıldı. Demokratik, sessiz, beyaz, sivil devrimin miladı o tarihtir. Değişim sürecinin giderek güçlenmesi, bağımsız ve halkın egemenliğine dayanan bir rejimin adım adım kuvvetlenmesi, iç ve dış politikada yeni vizyonların uygulanır olması 24 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Türkiye’nin baharını müjdeliyordu. Siyasi ve ekonomik istikrar, halk iradesinin güçlendirdiği sivil siyaset kurumu askeri ve yargısal vesayeti giderek zayıflattı. Demokratik açılım süresi ile Kürt, Alevi, Roman gibi çeşitli halk kesimleri üzerinde önemli iyileştirme projeleri başarıldı. Ciddi Demokratikleşme programları işlerlik kazandı, demokratik reformlar ve yasal düzenlemelerle demokrasi güçlendi halk rahatlamaya başladı. Anayasa referandumu Türkiye’nin demokratik dönüşüm sürecinde en önemli kırılma noktası oldu. Bürokratik vesayet en büyük darbeyi 12 Eylül 2010 Anayasa referandumu ile yedi. Yeni cumhurbaşkanı seçimi ve bundan sonra Cumhurbaşkanlarını halkın seçeceğinin kabul edildiği halkoylaması Yeni Anayasa’nın ve demokratik Türkiye’nin önünü tamamen açan sonuçlar yarattı. İşte bu değişim sürecinde öngörülerimiz ve gelecek perspektiflerimizle Türkiye’nin geleceğini okumaya çalıştık. Değişim sürecine bütün gücümüzle destek verdik. Kamuoyunu değişim iradesi yönünde doğru bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için çaba gösterdik. Karar vericileri ve siyaset kurumunu değişim rotasında teşvik ettik ve yol gösterdik. Bu süreçte Türkiye’nin Demokratikleşmesi yönünde atılan adımlar bu çabaların sonuçlarını gösteriyor. Sivilleşme, normalleş- me, askeri vesayetin azaltılması, yargı vesayetinin kırılması, insan hakları ve demokrasi alanındaki iyileştirmeler, hak arama özgürlüğü ve ilgili yasal kanalların genişletilmesi, Kürt meselesinde iyileştirmeler, eğitim sistemindeki yeni düzenlemeler, bu Demokratik Değişim sürecinde verilen mücadelenin millet hayatına yansıyan sonuçlarıdır. 2006’dan itibaren Türkiye’nin Demokratik Dönüşümünün adımlarını şöyle sıralayabiliriz: • 27 Nisan e-muhtırasına karşı hükümetin 28 Nisan’da karşı bildiri yayınlaması, • Ergenekon, Balyoz ve derin dava soruşturmalarının açılması, • Askeri yargının yetki alanının daraltılması, • EMASYA protokolünün kaldırılması, • Milli Güvenlik Derslerinin kaldırılması, • 12 Eylül darbe soruşturmasının önünün açılması, • YAŞ oturumunda Başbakanı güçlendiren yeni düzenleme, • MGK oturma düzeninde değişiklik, • Darbe soruşturmalarının açılması, • Yükseköğrenimin yaygınlaştırılması (üniversiteleşme), • Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkartılması (4+4+4 sistemi), • Yargısal denetim yasaklarının (YAŞ ve HSYK’da) azaltılması, • Milli törenlerin ve bayramların yeniden düzenlenmesi, • Türkiye İnsan Hakları Kurumunun kurulması, • Milli Eğitim’de kıyafet serbestliğinin getirilmesi, • Kamu Denetçiliği (ombudsman) kurumunun kurulması, • Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümünün açılması, • İşkenceye sıfır tolerans, • Farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi, geliştirilmesi ve bu dillerde yayın yapılabilmesi, • Çocuk Hakları ve pozitif ayrımcılık, • Kürt kimliğinin tanınması, inkar ve asimilasyon döneminin sona ermesi, • Kürtçe anadil eğitiminin (seçmeli) başlaması, • Kürtçe TRT-6 kanalının açılması, • Anadilde savunma hakkının verilmesi, • Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yeni büyükşehir yasasının çıkarılması, • İl özel idaresi, belediye, büyükşehir belediyeleriyle ilgili temel kanunların çıkartılması (yerel demokrasi bağlamında yenilikler), • Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması, • AYM ve HSYK’daki değişikliklerle yargı vesayetinin kırılması, • AYM bireysel başvuru hakkının verilmesi, • Memurlara sendika hakkının verilmesi, • Siyasi parti özgürlüğünün daha güvenceli hale getirilmesi, • Düşman konseptini irtica, bölücülük ve komünizm olarak kurmuş bir devlet refleksinin değişmesi ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin sivil iradenin denetiminde yenilenmesi, Yeni Türkiye İçin Yeni Anayasa Bütün bu demokratikleşme çabalarının devam etmesi, sürdürülebilir olması, fiilen aşılmış gibi gözüken vesayetçi, demokratik olmayan anlayış ve uygulamaların geri dönmemesi için yasal önlemlerin alınması daha da önemlisi yazılarımızda devamlı vurguladığımız gibi yeni anayasanın mutlaka çıkartılması elzemdir. Zira demokratik hak ve özgürlüklerin meşruiyet referansları ancak sivil, demokratik, insan onuruna dayanan yeni anayasa ile sağlanabilir. Kürt meselesinin çözümü, Alevi sorununun halli, mütedeyyin insanların din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması, temel insan hak ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur, adalet ve güvenliğimizin korunması, hukuk devletinin inşası ile yepyeni bir Türkiye vizyonu, vesayetsiz ve tam demokratik bir Türkiye için Yeni Anayasa şarttır. Türkiye’nin demokratik değişimi Yeni Anayasa ile taçlandırılabilir. İç barışını kurmuş, ekonomik kalkınmasını başarmış, komşularıyla ve tarihi coğrafyasıyla bütünleşmiş, tarihiyle milli, manevi ve moral değerleriyle barışmış, yanlışlarıyla yüzleşmiş, bölgesel güç vizyonunu kabul ettirmiş, küresel rolünü etkinleştirmiş ‘Yeni Ankara’ ve ‘Yeni Türkiye’ hayalimizdeki değişimin ve tarihi dönüşümün ana hedefidir. İşte böyle bir Türkiye; halkını mutlu edebilir, çevresine ilham kaynağı ve model ülke olabilir, bölgesine ve dünyaya barış, adalet, güvenlik sunabilir, ancak böylesi bir değişim, ilerleme ve gelişme olarak nitelendirilebilir. ‘Yeni Türkiye’ yeni Ortadoğu’nun yeni İslam dünyasının ve yeni dünya düzeninin itici gücü ve referans ülkesi olabilir. Zamanın ruhu, tarihin kaderi Türkiye’nin önüne bu fırsat ve imkanları sunmuştur. Risklerine rağmen avantajları ve stratejik potansiyelleri Türkiye’nin önünü açmaktadır. Değişerek, dönüşerek Türkiye bunları başarabilir. Yolun açık olsun ‘Yeni Türkiye’. 25 RÖPORTAJ ÜMİT FIRAT: ÖCALAN İNİSİYATİFİN HÜKÜMETTE OLDUĞUNU GÖRDÜ Röportaj: Bedir SALA Helsinki Yurttaşlar Derneği, Kürt Aydın İnisiyatifi ve Yeni Demokrasi Hareketi gibi sivil oluşumların kurucuları arasında yer alan Ümit Fırat, kamuoyunda Kürt meselesine ilişkin yazıları ve fikirleriyle tanınmaktadır. Halen SDE Yüksek İstişare Kurulu üyesi olan Fırat, son günlerde sorunun çözümü ve PKK’nın silahsızlandırılması amacıyla devlet ile Öcalan arasında yürütülen görüşmelere ilişkin sorularımızı cevaplandırdı. Hükümetin Kürt sorununa çözüm arayışı bağlamında İmralı ile görüşmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Genel bir değerlendirme yapar mısınız? İmralı görüşmeleri ya da İmralı süreci mi diyelim neyse, ama bence doğru bir yerden başlandı. Yani keşke daha önce aynı yerden başlansaydı. Çünkü hem İmralı ile hem de İmralı’yı tartışmasız bir biçimde lider olarak gören Avrupa Kanadı, Kandil Kanadı gibi PKK’nın diğer kesimleriyle paralel görüşmeler yaptılar, İmralı ile aralarında diplomasi kavlinde bazı ilişkiler de sağlandı; netice itibariyle ortaya çıkan sonuca bakıldığında, bunların hepsinin son karar mercii olarak Abdullah Öcalan’ı gördüğü ortaya çıktı. Daha önceki görüşmelerden farkı nedir? Şimdi teması veya diyalogu doğrudan doğruya Öcalan ile başlattılar. Kendisine bağlı taraftarlarına ya da örgüt yapılarına Öcalan’ın hitap etmesi, onlara seslenmesi, onları ikna etmesinin daha tercih edilebilir olduğu düşünülmüş anlaşılan. Yani devletin ilgili, yetkili organları hem Öcalan’la, hem Öcalan’a bağlı birimlerle ayrı ayrı görüşüp onlar arasında bilgi taşıyıcılığı yapmak yerine doğrudan doğruya Abdullah Öcalan’ın onlara görüş bildirmesi, onları ikna etmesi ya da onların sürece dâhil edilmesi tercih ediliyor. Bir yandan dağ- dakiler, bir yandan Avrupa’dakiler bir yandan da Türkiye’dekilerin ayrı ayrı görüşülerek ikna edilmesi yerine meseleyi Öcalan’la görüşmek ve onların bu sürece dâhil edilmesini Öcalan üzerinden sağlamak. Doğrusu budur. Siz bir takıma ya da partiye yetkili organları, temsilcileriyle görüşürken, bir de onlara bağlı birimlerle ayrıca görüşerek bu sürece dâhil ederseniz işler uzar ve gereksiz yere zaman kaybedersiniz. Eğer son sözü bir tek kişi söyleyecekse, ya da onun kendi arkadaşlarını ikna ederek tek söz söyleme pozisyonunda olduğu dikkate alındığında Öcalan’la devletin yetkili elemanlarının doğrudan görüşmesi doğru olandır. Öcalan’ın son sözü söylemesi nihai hedefse yapılan iş doğrudur. Ama Öcalan hemen evet demez hemen hayır da demez tabii ki. Kendine bağlı olduğu insanların da görüşlerini alarak bazı kararlara varmak veya netice varmak gibi durumlara ihtiyacı olacaksa, buna da teknik imkan sağlanması gerekir elbette. Tam da Kandil’den gelen son açıklamalarda “Önder APO’nun Sayın Türk ve Akat’a söylediği çerçeve doğru ve yerindedir. Bizim adımıza Önderliğimiz konuşuyor”şeklinde ifadeler kullanıldı. Daha önce Abdullah Öcalan’ın baskı altında olduğu gibi açıklamalar yaparak görüşmelere pek olumlu yaklaşmamışlardı. Öcalan’ın Ahmet Türk ve Ayla Akat’ı çağırması ve onlara görüş ve beklentilerini bildirmesi o konuda sürecin artık şüphe götürmeyecek ve endişe ile karşılanmayacak bir süreç olduğu anlamına geliyor. Öcalan 1999’da Kenya’da teslim alınıp İmralı’da sorgulanırken, verdiği bazı ifadeler medyaya sızmıştı. O zaman gerek Kandil gerekse de Kandil’in enforme ettiği çevreler, “Abdullah Öcalan’a ilaç verildiği ve dolayısıyla bize uymayan açıklamalar yapıyor” diye yorumlar yaymıştı. Oysaki Öcalan, bugün bazıları Ergenekon davasında yargılanmakta olan o gün devlet yönetiminde bulunan kanallar üzerinden kurduğu ilişkilerle, örgütüne ve taraftarlarına ruh sağlığının yerinde olduğunu, sorgusunda verdiği ifadeleri bilinçli olarak verdiğini bildirdi ve ancak o zaman örgütünü mevcut durumu kabule inandırmıştı. Şimdi de öyle oldu. Akıbetinden ve sağlığından endişe duyan taraftarlarına ve örgütüne bu kez Ahmet Türk ve Ayla Akat görüşmesi ile mesajlarını iletti. Öcalan’ın yeni söylediklerine uyum sağlandı. Ancak bu kez mesajlar kapalı kapılar ardında kurulan bazı kirli pazarlıklarla değil de açık olarak taşındı. Eğer Öcalan’ın ve örgütününtoplumda diyalogları veya görüş alıverişigüven verici insanların devreye sokulmasıyla sağlanırsa oradan bir şüphe olmaz. Ama Öcalan’la sadece devlet görüşür ve açıklamayı 27 sadece devlet yapıyor olursa o zaman buna ben de açıklananlara inanmam. O zaman sorun Abdullah Öcalan ile Kandil arasında iletişimi sağlayan kanal. Yani sorun oradan kaynaklanıyordu. Sorunun önemli bir boyutu oradan kaynaklanıyordu. Çünkü ilişkiler devlet veya hükümet adına değil de,bugün bir kısmı Ergenekon davalarında yargılanan, ama bizim o dönemde kullandığımız ‘derin devlet’ hatta ‘özel harp’ dediğimiz kanal sürdürülüyordu. Bunlar tabii karanlık bir takım odaklardı ve toplumun selameti için bir süreci de kendi alışkın oldukları eski sistemin selameti için bir süreci hedefliyorlardı. Daha önce devleti hükümetin değil de askerlerin temsil ettiğine inanan ve hükümeti pek ciddiye almayan Öcalan, son üç yıllık süreçte hükümetin artık devleti yönetebildiğini gördü. Öcalan’ın kafasındaki imaj buydu ve pek tabii ki çok insan için de algı böyleydi. Yani görünen değil görünmeyen devlet esas alınıyordu. Hükümet görevlendirdiği yetkililerle devletadına doğrudan doğruya Öcalan ile temas kuruyor.Hükümet, kafalardaki çok da yanlış olmayan bu imajı kırdı ve Öcalan da kavradığı gerçekten hareketle artık inisiyatife sahip olan hükümetle geleceğe dair görüşmeler yapmaya başladı. 28 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 BDP Bir Müzakereci Olamaz Bu süreç içerisinde BDP’nin katkısı veya rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? BDP bu süreçte bir müzakereci olamaz. Devlet adına görevli birileri silahlı bir örgütveya onun temsilcilerinin normal bir sürece dâhil olması için örgütün temsilcisi ile müzakerelerde bulunuyorsunuz. Yıllardır süren bir silahlı çatışmanın sona ermesi, daha barışçı, daha yaşanabilir bir ortamın sağlanmasını tartışmaya çalışıyorsunuz. Bunun için kurulan masanın etrafında BDP’nin yeri yoktur. BDP nihayetinde legal, teşkilatları kurulu, parlamentoda grubu olan, dilediği zaman konuşabilen, taleplerini meydanlarda, medyada ve parlamentoda açık açık ve yüksek sesle ifade edebilen bir siyasi parti. Şimdi siz böylesine bir masa etrafında BDP ile neyi konuşacaksınız. BDP zaten Türkiye’nin meşru kurumu olan parlamentosunda temsil ediliyor. Ha orada çok da sözü geçmiyor, ama dünyanın bütün ülkelerinde muhalefet partilerinin önerileri veya söyledikleri her zaman dikkate alınmayabilir. Ancak yine de önerileri dikkate alınabilir, uzlaşılabilir, paralel veya birlikte işler yapılabilir. Yani o anlamda BDP’nin bu müzakere masasında taraf olarak değil ancak kaynaştırıcı, yapıcı bir rol üstlenmesi beklenebilir. Kamuoyunun ikna edilmesinde bir rolü olabilir belki. Evet. Öcalan’ın uzlaştığı ya da işte vermek istediği mesajları BDP üzerinden iletmesi hem legalite açısından hem toplumun inanması açısından bir anlam taşıyabilir, ama BDP bir masanın etrafında ‘Ben şu konuda uzlaşmıyorum ya da bunu onaylıyorum’ pozisyonunda değil. BDP zaten Türkiye Cumhuriyeti’nde yasal zemine oturmuş bir parti. Buradan kalkıp silahlı mücadele sürdüren bir örgütün devletle yürüttüğü bir müzakere ortamına girmesinin hiç de manası yok. Paris Cinayetleri Bir Mesajdı Peki görüşmeler olumlu bir şekilde devam ederken yani kısmen olumlu bir şekilde devam ederken Paris’te 3 PKK’lı kadın öldürüldü veya infaz edildi. Bunun arkasında kimin olduğuna ilişkin hala net bir şeyler yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu görüşmelerle ilişkilendirilebilir mi? Yoksa görüşmelerin dışında mı? Görüşmelerle ilişkilendirilir. Şöyle; görüşmelerde bir endişe ortamı yaşandı, provokasyon ortamı yaşandı. İşte Diyarbakır’daki cenazeler, törenler. Keza onların tekrar memleketlerine gönderilmesi, sonra oralarda düzenlenen cenaze törenleri, bir olay yaşanmadan sona erdi. Ama yaşanabilirdi de. Yani Diyarbakır’da bir meczup, bir provokatör çıkıp bir olay yaratabilirdi. Şimdi bu otomatikman müzakerenin ya da diyalogun, öyle diyelim, yara almasına yol açardı. Ama öyle gözüktü ki, Paris’teki hadise süreci küçük çapta endişelere sevk etse de hafifçe yaralamaktan öte bir sonuç yaratmadı. Yani sadece bir taciz durumu yarattı. O tacizi de herkes tahmin edip, yorumlayıp, doğru okuduğu ya da doğru okumaya çalıştığı için, beklenen ve hedeflenen etkiyi göstermedi. Gerek Türkiye’ye gerekse PKK’ya ve ona yakın çevrelere verilmek istenen bir mesajdı. Provokasyonlarla süreci etkileyip tökezletmeye çalışanbir mesajdı. Ama bu sökmedi. Bu yani her şeyden önce taraflar önceki benzer hadiselerde gösterdikleri refleks yerine sağduyulu davranmayı tercih ettiler. Daha önce Oslo Görüşmeleri de vardı. Şimdi Oslo Görüşmeleri kesintiye uğradı. Yani o da yine bir kısım sorunlardan dolayı kesintiye uğradı. Bu görüşmelerin de Oslo süreci gibi kesintiye uğramaması için neler yapılabilir? Şöyle; Türkiye’nin toplum olarak en azından 2011 seçimleri öncesinde yaşanan bir süreçtir Oslo Görüşmeleri. Ancak bu süreç açık olarak sürdürülmüyordu. Öte taraftan müzakerelerin yöntemi de bir takım sakatlıklar taşıyordu. Orda görüşüyorlar, bir metin getiriyorlar, Abdullah Öcalan’a iletiyorlar, Abdullah Öcalan bir yerinden çiziyor onlar bir şeyleri kabul ediyor, diğerleri başka şeyleri. Yani bu sağlıklı bir süreç değildi. Öyle gözüküyor ki. Toplum olarak da o günkü koşullarda siyasi olarak sorunun müzakere ile bir yerlere varması açısından pek de hazır bir dönemde değilmişiz galiba. Oslo Bir Aldatmacaydı Yani şu anki İmralı görüşmeleri o dönem yapılsaydı… O denemde bugünkü biçimiyle görüşmeler sürseydi önce MHP çok büyük tepkilerde bulunurdu. MHP mağduriyet veya şehit cenazeleri üzerinden politika yapıyor. Zaten siz MHP ile bir demokrasi süreci yaşayamazsınız, yaşatamazsınız. MHP’nin Türkiye’de demokrasi gibi bir talebi yok. Genel çerçevede söyleyeyim, MHP’nin tek yapmak istediği devletin güçlenmesi ve kendisinin de o güçlü devletin başında yönetici olmasıdır. Totaliter bir rejimdir yani hedefi. Onun için siz MHP ile demokratikleşme zeminini geliştirmeküzere birlikte sürdüreceğiniz bir çabada bulunamazsınız. Onun muhalefeti anlaşılabiliyor. O zaten bir şeylere karşı. İkincisi CHP’yi bu süreçte ılımlı bir zeminde tutamazdınız. CHP’nin o günlerdeki konumuna nazaran biraz daha yumuşamış bir görünümü var. Artık çatışmaların sona erdirilmesi için çok güçlü olmasa da diyaloga evet diyen bir eğilim var. Baykal dönemindeki tek seslilik yerine şimdi içerden çatlak sesler duyulabiliyor. İşte partiye birtakım yenitransferler yapıldı, Sezgin Tanrıkulu vs. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi de bu sürecin selametle sürmesini istiyor. Ancak tabii yine de CHP için fazla iyimser olamıyoruz.Başta Baykal olmak üzere, Emine Ülker Tarhan, Muharrem İnce, İsa Gök, Ali Rıza Öztürk, Birgül Ayman Güler, Tanju Tosun, Süheyl Batum falan gibi sayılmakla bitmez pek çok insan yerlerinde duruyor. Bunlar tabi ki doğal olarak böylesi bir sürece karşıdır; çünkü 1920’lerin,1930’ların Kemalist anlayışına sahipler. Ama CHP en azından 3 yıl önceki konumundan biraz daha, yani tam olarak değilse de içinden bazı seslerle biraz uzaklaşmış ya da aynı CHP konumunda değil. O dönem Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkileri açısından dikkate alırsak, pek iç açıcı bir dönem değilmiş. Suriye krizinin patladı patlayacak diye beklendiği bir dönemdi. İran PKK ile çok ciddi bir stratejik ilişki kurdu. PKK ile arasındaki savaşı, çatışmayı sona erdirdi. PKK topyekûn İran sınırlarını terk etti. PJAK yani PKK yerine PJAK diyelim. Açık bir destekle PKK’yı Türkiye üzerinden savaşa sürmek için her türlü çabayı gösterdi. Tabi bu arada da PKK’nın işte o İran’la yakınlaşan savaşçı kanadı da Devrimci Halk Savaşı diye bir stratejiyi Oslo sürerken gündeme almışlar, karar vermişler ve başlattılar. Oslo za- 29 ten bir aldatmacaymış meğer. Bir yıl sonra Duran Kalkan’ın açıklamalarından öğreniyoruz ki,PKK zaten Devrimci Halk Savaşı kararı almış ve savaş kararı vermiş. Bir taraftan da Oslo süreci yürüyor... Bunu geçtiğimiz Ağustos ayında Star Açık Görüş’te alıntılarla açıklamıştım. Yani demek ki,Oslo görüşmeleri Kandil açısından bir tür ipe un sermenin ötesinde fazlaca ciddiyealınmıyormuş. Oslo görüşmeleri sadece devlet tarafından atılan bir adımdı… Evet. Yani Silvan’da 2011 Temmuz’unda hadise olduğu zaman Oslo bitti diye birtakım yorumlar çıkıyor. Öyle değil. 2011 Temmuz’undan 1 yıl önce zaten devrimci halk savaşı kararı almışlar. Yani o son 1 yıl zaten ipe un sermekle geçmiş. Onun için Oslo süreci Silvan’da devrilmedi. Daha önce PKK tarafından alınan bir kararla yok edilmiş bir süreçmiş zaten. Görüşmelerin olumlu bir şekilde devam etmesi durumunda PKK’nın silahsızlandırılmasının kısa vadede gerçekleşme ihtimalini nasıl görüyorsunuz? Yani tabi ki Abdullah Öcalan’ın liderliğinde sürdüğü takdirde çok fazla pürüz çıkmaz. Ancak PKK’dan birtakım kopuşlar bu savaşı sürdürmeye niyet etmiş birileri olabilir. O ihtimal de şimdi henüz ortada yok, gözükmüyor. O zaman bir 30 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 kısmı silahlarını bırakmaz, ama Öcalan’la bu iş burada bitti dediğiniz noktada artık silahlı mücadele sayfası kapanmış olur. Ancak eski PKK geleneğine sahip oldukları iddiasıyla başka gruplar çıkabilir. Bunlar ağırlıklı olarak Türkiye dışındaki Kürtlerden çıkabilir, Suriye Kürtlerinden çıkabilir. Onların gelip Türkiye’de bir savaş sürdürmeleri çok gerçekçi, akılcıdeğil. Yani PKK Türkiye’de bütün bir sivil ve militan kadrosuyla Abdullah Öcalan’a bağlı olduğunu söylerse Suriye’deki Kürtlerin, İran’daki Kürtlerin, hayır biz istemiyoruz deme şansı kalmaz. Şimdi bir tarafta devlet var bir tarafta Abdullah Öcalan veya PKK var yalnız bir de Türkiye’deki kamuoyu var. Türkiye’deki kamuoyunun bu görüşmelere yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kamuoyu henüz ancak kaba hatlarıyla bazı detaylardan haberdar edildi.Tabii müzakereler sürerken,toplumu aydınlatıyorum diye, bugün şunları görüştük, işte yarın önümüzdeki gündem maddeleri şunlardır gibi bir takım detaylar açıklanmaz. Kamuoyuna olumlu gelişmeler aktarılır, aydınlatılır. Kamuoyu da burada yumuşatılır. Üzerinde uzlaşılamamış, zorlu geçen sayfalar, konular, başlıklar olabilir. Bunları kamuoyunun bilgisine sunmanın o aşamada çok fazla bir gereği yok. Bu gibi konular veya meseleler, ancak müzakereyi yapanlar arasında, kendi çevre- leriyle görüş alışverişi yapmak suretiyle görüşülür. Yani bunların ancak nihai sonuçlarından kamuoyu haberdar edilir. Bir spor kulübü bile bir futbolcuyla transfer için görüşürken sadece bir diyaloga başladıkları bilinir; Hemen ilkaşamada işler tamam veya işi bozduk anlaşamıyoruz denilmez. Sonunda eğer anlaşamamışsanız zaten süreç biter. Toplumda böylece nerede işlerin kötü gittiğine dair bilgilendirilmiş olur. Görüşmelerde şuanda Hükümetin ciddi bir inisiyatifi ve çabası var. Bunun hükümete özelikle siyasi maliyeti hakkında ne düşünüyorsunuz? Böyle büyük siyasi problemler, sosyal problemler masaya yatırıldığında kısa vadede hükümetlere bir miktar maliyetçıkarabilir. Ama amaçlanan netice alındığı takdirde ise orta ve uzun vadedemaliyetin telafisi fazlasıyla geri döner. Çünkü o günün o sıkıntılı süreci atlatılmış ve toplumun endişe duyduğu, tehlike beklediği bazı şeyler gerçekleşmemiş, tersine durum iyiye gitmiş olur ki, orada artık toplumun endişeleriortadan kalkmış olur. Öncelikle Şehit Cenazelerinin Sona Ermesi Lazım Abdullah Öcalan için görüşmeler sonrası ev hapsi gibi bir durum da sözkonusu olabilir mi? Ev hapsi gibi bir durum mutlaka olabilir, ama bu hemen kısa vadede olmaz. Sonuç almak lazım. Yani Abdullah Öcalan’a hükümet gerekli güveni verirse, bu süreç kalıcılık konusunda bize, topluma bir inanç, bir güven sağlarsa o doğrultuda giden bir süreç olarak bir inandırıcılık, bir huzur, bir rahatlama sağlayacak gibi bir noktada ele alınıp değerlendirilirse tabii ki onun da sonucu Abdullah Öcalan’ın statüsünün değişmesine yol açar. Bu gelişme toplumda büyük bir tepki almaz, ama ortada hiç bir şey yokken de böyle bir şey olmaz. Yani öncelikle şehit cenazeleri vb işlerin sona ermesi lazım. Dağdaki çatışmaların, şehirlerdeki şiddetin sona ermesi gerekir. Toplumda da güven duygusunun oluşması ancak böyle mümkün olur. Yoksa durup dururken herhangi bir uygulamaya gittiğinizde insanlar sorarlar, niye böyle oluyor diye. Siz taviz veriyorsunuz derler. Müzakerede tabii bir şeylerde uzlaşma olur, ama buna taviz demek doğru değildir. Bu meseleyebir alışveriş gibi bakılmamalı, makul bir zeminde anlaşabilmek önemlidir. Yani gerçekten de PKK’nın silahlı mücadeleyi terk ettiğini, en azından Türkiye dışına çıktığını uzun ve orta vadede de bu işi tamamen kapatacağı yönünde bir işaret alınmadan Abdullah Öcalan’a yeni bir statü tanınması zor; bir şeylerin olması halinde böyle bir statüye dâhil olacağına dair umut ve güven verilir. Böyle sağlanır bu iş. Kürt Meselesinde Söylenmedik Bir Şey Kalmadı Son olarak eklemek istediğiniz herhangi bir şey var mı bu konuyla ilgili? Özellikle son dönemde medyada sakat bazı yaklaşımlar göze çarpıyor. Birileri bu işi bir ‘toto oynamak’gibi ele alıyorlar.Kürt meselesi üzerinde akla gelebilen ilk talepleri görüşülen konular olarak tahmin edip sıraladıktan sonra, “daha önce belirttiğim gibi, söylediğim gibi, yazdığım gibi” sözlerle akılları sıra uzmanlıklarını sergilemeye çalışıyorlar. Yani çıkıyorlar, alt alta birkaç madde yazıyorlar ve o birkaç madde zaten aklıselimin kabul ettiği, genel olarak da Türkiye’de Kürt meselesi denince akla ilk gelen çözüm bekleyen sorunlardır. Onları alt alta yazıp, ben filanca raporumda şunu yazmıştım bunlar benim dediklerimdi şimdi haklı çıktım gibi yorumlarla kafaları karıştırmasınlar. Siz özgürlüğünden mahrum bir insanın önce neye ihtiyacı olduğunu söyleyerek bir öngörüde bulunmuş olamazsınız. Bütün herkes bildiği şeyleri sizin daha önce bir yerlere kaydetmeniz bir yüksek akıl örneği değildir. Kürt meselesi denildiğinde akla gelen hemen her şey daha önce söylendi. Hiç yeni bir şey yok. Onun için bugün vatandaşlık tanımıdır, anadilde eğitim hakkıdır, seçim barajıdır, yerinden yönetim reformudur, savunma hakkıdır Öcalan’ın cezaevi koşullarıdır vs bunla- rın hepsi fazlasıyla yıllardan beridir defalarca yazıldı ve söylendi. Bunları kalkıp benim söylediğim, onun söylediği gibi ele almamak lazım. Zaten bunlar olması gereken şeylerdir ve kimsenin burada özel bir vizyonu, dâhiyane görüşleri ya da bir dayatması sözkonusu değil. Bana sorduğunuz zaman, sokaktaki adama sorduğunuz zaman, Kürt meselesi denildiğinde aklına ne geliyor diye verilecek bir takım cevaplar vardır. Cevapların orada biri, ikisi masaya yatırılmış olabilir, olmayabilir de; ama bunları kalkıp hükümeti de diğer tarafları da filanın dediği oldu, falanın olmadı gibi noktalarda endişeye sokmanın ya da işi zora sokmanın gereği yoktur. Kimse bilgiçlik taslamasın. Neticede bir yere gelinmiştir. Bu yerden sonra en azından topluma hitap eden her kesimin böylesi görüşmelerin, böylesi müzakerelerin selametle sonuçlandırılmasıdır, düze çıkarılmasıdır. Kimse bilgiçlik taslamamalı. Kimse onun ya da bunun dediği tekrarlanıyor gibi böyle öngörüler öne sürüp kafa bulandırmamalı bence. Bunlar iyi şeyler değil. Kürt meselesinde aşağı yukarı söylenmedik pek bir şey de kalmadı. Neticede bu görüşmeler, Abdullah Öcalan’la ya da PKK ile bir savaşın, çatışmanın bir an önce sona ermesi yönünde atılacak adımlar Türkiye’yi gerçekten bölgede daha itibarlı, daha dikkate alınacak bir konuma sokar. Teşekkür ederiz. 31 RÖPORTAJ OSMAN CAN: 1982 ANAYASASI YÜRÜRLÜKTEYKEN VESAYET KALDIRILAMAZ Röportaj: Ahmet ÜNAL SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Doç. Dr. Osman Can, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Almanya’da tamamladı. Anayasa Mahkemesi raportörlüğü döneminde önemli kararların altına imza atan Can, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim görevlisi ve Star Gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. AK Parti Merkez Karar ve Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Can yeni anayasa çalışmaları ile bu bağlamda tartışılan vatandaşlık ve kimlik konularına ilişkin sorularımızı cevaplandırdı. 1982 Anayasası’nda ve yürürlükteki yasalarda vesayet sisteminin izleri tamamen temizlenmiş midir? Varsa vesayet düzenini koruyan hangi maddelerin öncelikle kaldırılması gerekir? Vesayet sistemini tanımlayarak bu soruya cevap verelim. İttihatçı sınıf ve ideolojinin ortaya koyduğu anayasal düzen her şeyden önce sahip olduğu toplum ve birey tasavvurunu hayata geçirmeye programlanmış bir düzendir. İttihatçı ideolojinin etnik milliyetçi, laikçi, sosyal Darwinist ve pozitivist parametrelere sahip olduğunu dikkate aldığımızda, kurulan düzenin devlet aygıtını ittihatçı ideoloji doğrultusunda toplumu dönüştürme, biçimlendirme ve adeta yeniden yaratma aracı olarak tasavvur edildiğini kabul etmek gerekir. Jakoben yöntemlerle eldeki toplum yeni baştan formatlanacak, ideolojinin hedeflediği toplum ve bireyler yaratılacaktır. Bunu yapacak devlet aygıtı ise her şeyden önce merkeziyetçi olmak zorundadır. Merkeze egemen olan ittihatçıların amaçlarına ulaşması için devletin merkeziyetçi bir şekilde örgütlenmesi ve tüm yetkilerin merkezde toplanması gerekecektir. Nitekim Osmanlı modernleşme süreci, aynı zamanda kendini devleti kurtarmaya ehil gören bürokratik elitin hukuki düzenlemelerle sistemi merkezileştirmesi sürecidir. 1922 sonlarından itibaren yeniden ülkenin kaderine hakim olmaya başlayan ittihatçı bürokratik elit ilk fırsatta ademi merkeziyetçiliği savunan birinci meclisi ortadan kaldırdıktan hemen sonra, 29 Ekim 1923’te yerel yönetimlerin özerkliğini ortadan kaldırıp ittihatçı tercihe dönüş yaptı. Bu çok bilinçli ve programlı bir tercih idi, zira başka türlü toplumu ve bireyi istedikleri kalıba sokmaları mümkün değildi. Vesayette birinci aşama buydu, yani topluma ve bireye vesayet etmeyi mümkün kılan katı merkeziyetçi sistemin tesisi. İşin ilginç tarafı, daha sonraki anayasalarda pek çok şey değişmiş olsa da vesayetçiler, merkez ile yerel arasındaki bu ilişki düzeneğinin neredeyse virgülüne dahi dokunmadılar, mahkemeler de dokundurtmadı. Vesayetin ikinci aşaması ise, 1950 ile birlikte vesayetin partisi CHP’nin iktidardan düşmesi ile ihtiyaç olarak doğdu. Zira toplum ve bireyin merkeziyetçilikle istenildiği kadar dönüştürülmesi mümkün olmamıştı ve ilk serbest seçime gidilir gidilmez, toplum ve bireyin tercihi vesayetçilerin reddi yönünde tecelli etmişti. İşte toplumun demokratik olarak ortaya çıkan ve merkeze taşınmak suretiyle vesayetçilerin iktidarına tehdit oluşturan iradesini kontrol altına almak için ikinci vesayet aşamasının veya kilidinin tesis edilmesi gerekiyordu. Bunu da 27 Mayıs darbesiyle yaptılar. 1961 Anayasası ile birey ve toplum merkeziyetçilik tercihiyle doğrudan vesayet altında tutulduğu gibi, onun demokratik iradesi de vesayet altında tutulmalıydı. Bunun için yargı başta olmak üzere, TSK, Üniversiteler, Odalar, Kurumlar egemenlik kullanma yetkisiyle donatıldılar. 1982 Anayasası ise bu sistemi berkitti. Kısacası vesayet ikili aşamalıdır. Birincisi merkeziyetçilikte, diğer ise demokratik meşruiyete sahip olmadığı halde egemenlik kullanan organlarda vücut buldu. Sorunuzun cevabı herhalde netleşiyor. 1982 Anayasası’nın şu ya da bu maddelerinin kaldırılmasıyla vesayet ortadan kaldırılmaz. Bir bütün olarak bu anayasanın ilga edilmesi ve yerine merkez ile yerel arasında demokratik bir dengeyi koyan ve demokratik meşruiyete sahip olmayan hiç bir organa egemenlik kullanma yetkisi tanımayan bir anayasanın konması gerekir. Vatandaş Devleti Tanımlar ve Sınırlandırır Yeni Anayasa çalışmalarındaki Anayasal Vatandaşlık kavramı tartışmaları hakkında görüşünüz nedir? Türklük ve Kürtlük gibi kavramların Anayasa’da yer almasını doğru buluyor musunuz? Bu konudaki tartışmalar yanlış bir zeminde yürütülmektedir. Bir kere vatandaşlık tanımı sorunlu bir kavramdır. Eğer 33 demokraside karar kılıyorsak, vatandaşın, bireyin, toplumun devlet tarafından tanımlanması gibi tuhaflıklara izin vermemek gerekir. Devlet vatandaşı değil, vatandaş devleti yaratır, tanımlar ve sınırlandırır. Vatandaşlık egemenliğin sahibi olan topluma aidiyetin hukuki ifadesidir. Vatandaş olan siyasi hakları kullanır. Parti kurar, milletvekili veya başkan seçilir. Seçme ve seçilme hakkını kullanmak suretiyle milletin kaderi hakkında karar verir. Bu bir haktır. İşte vatandaşlık konusunun anayasada düzenlenmesinin esprisi budur. Bu yüzden vatandaşlığın tanımına anayasada ihtiyaç yoktur, olsa da bunun bir hak olduğunun ifadesiyle yetinilmesi doğal olandır. Bunun ötesine taşan ve etnik, kültürel ve sair özellikler nedeniyle vatandaşları belirli bir kalıp içinde tanımlamaya giden düzenlemeler vesayetçiliktir, meşru değildir, demokrasilerde de reddedilmesi gereken bir zihniyete tekabül eder. Vatandaşlığın manası bu tür etiketleri kaldırmaz, Türk veya Kürt etiketini kaldırmaz. Anayasada birden fazla Resmi Dil ve Ana Dil bulunabilir mi? Dünyada bunun örnekleri var mıdır? Türkiye için size göre uygun olan ifade nasıl olmalıdır? Bir kere birden fazla resmi dilin mümkün olup olmadığını dünyaya bakmak yerine kendi ihtiyaç ve irademize kulak ve- 34 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 rerek cevaplandırmamız gerekir. Eğer güçlü bir toplumsal talep varsa olur, olmazsa da olmaz. Ama güçlü bir toplumsal talep olmadı diye, bu talebi dile getirenler de hain, bölücü olmaz. Bu bir demokratik fikir ifadesidir. İsviçre’de dört resmi dil vardır. Güney Afrika ve Hindistan’da resmi diller saymakla bitmiyor. Lüksemburg’da beş resmi dil var. İskandinav ülkelerinde en az iki resmi dilden söz edilmekte. Tanınmış bölgesel veya azınlık dillerinden hiç söz etmedim bile. Bunun dışında, Türkiye, KKTC ve Azerbaycan dışında tek resmi (yazışma dili dahil) kabul eden ülke neredeyse yok. Bu açıdan bakıldığında, dünyada neredeyse bizden başka bu kadar tekçi tercihe sahip ülke kalmamış. Herhalde tüm dünya aklını oynatmış ve sadece bizdeki vesayetçiler akıllı deme imkanı yok. Anadil konusuna gelince bu bir anayasa meselesi değil zaten. Ana dil, bir anadan doğmuş olmakla öğrenilen dildir ve hukukça düzenlenmesi fiilen imkânsızdır. Aksi taktirde 1982 Anayasası’ndaki anormallik üretilmiş olur. Orada 42. maddede “Türkçeden başka hiç bir dil anadili olarak öğretilemez” denilmektedir. Eğer kişi Türk bir anneden doğmuşsa, bu düzenleme anlamsızdır. Eğer Kürt bir anneden doğmuşsa yine de anlamsızdır, zira Türkçeden başka bir dil öğretilemeyeceğini söylemesi- ne rağmen, Türkçe öğretildiğinde anadil öğretilmiş olmayacak, başka bir dil öğretilmiş olacaktır. İttihatçı-Kemalist zihniyetin sonucu budur. Anayasanın bu konuda hak tanıyıcı ifadelerden çok, yasaklayıcı veya dayatıcı düzenlemelerden uzak durması yeterlidir. Eğitim dili konusunda yasakoyucuya bırakması en doğrusudur. Zira ülkenin demokratik iradesi, zaman içinde ülkenin birliğini ve diğer hassasiyetleri gözetmek suretiyle gerekli demokratik adımları attığında karşısında en azından anayasayı bulmamış olacaktır. Anayasa yapım süresinde, parlamenter sistem ile başkanlık sistemi çalışmalarının eşzamanlı yürütülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni Anayasanın mevcut sisteme göre yazılması ilerde başkanlık sistemine geçilmesinde sorun oluşturabilir mi? Eş zamanlı yürütme biraz siyasal zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Her bir sistem talebini diğer partilere dayatmak yerine, farklı farklı modellere göre yazımın paralel gerçekleşmesi, sonraki aşamalarda uzlaşmayı mümkün kılabileceği gibi, belki de alternatifli model olarak halkoyuna sunulmasını da kolaylaştırabilir. Ancak muhalefetin başkanlık sistemiyle ilgili hiç bir bilimsel fikir sahibi olmaksızın yürüttüğü direnişin bunda payı vardır. Diğer yandan bunun ileride sorun oluşturabilmesi mümkündür. Ama unutmayalım, başkanlık modelinin etkileyeceği maddelerin sayısı sınırlıdır ve şu anki anayasa yapımında teşkilat kısmı 1961 veya 1982 anayasalarındaki gibi uzun olmayacaktır. En Çok Vesayetçiler Ülkeyi Bölünme Tehlikesine Sokuyor Ulusalcı ve Kemalist görüşteki uzmanların, son günlerde Büyükşehir belediyeleri ve Anadille eğitim vb mevzuatın değiştirilmesinin ilerde Türkiye’yi federal sisteme götüreceği ve bunun bölünmeye yol açacağı şeklindeki görüşleri hakkında ne dersiniz? “Ulusalcı ve Kemalist görüşteki uzmanlar” ifadesi sorunlu bence. Zira hem ulusalcı ve Kemalist, hem de “uzman” olunmaz. Ancak “keskin inançlılık” olur. Bu cenahtan korku ve paranoya kaynaklı olmayan rasyonel eleştiri neredeyse hiç duyulmuyor. Bu konudaki itirazları da bu kabil itirazlar olduğundan ciddiye alınma imkanları yok. Biz bu soruyu, onların itirazı dışında değerlendirelim. Bir kere Türkiye tarihinde hiç federal bir deneyim yaşamadı. Yaşamasında ilke olarak bir sakınca yok, ancak yaşamadığının altını çizelim. Kürtlerin taleplerine en fazla kulak verildiği bir dönemde, 1919-22 döneminde, yani İngilizlerin bağımsızlık vaat ettiği dönemde, Kürtler sadece idari adem-i merkeziyetçilikle yetinip (1921 Anayasası) Kurtuluş Savaşı’nda Misak-ı Milli sınırları içinde kalmayı kabul ettiler ve halen bu konuda ısrarlılar, evet devletin 90 yılık ayrımcı, asimilasyoncu, ötekileştirici faşizan uygulamalarına rağmen bu ısrarlarından vazgeçmediler. Şöyle diyelim: 1921 Anayasası’yla kabul edilmek bir yana sadece reddedilmemek ve bulundukları bölgelerde devletin yönetimine katılmış olmayı yeterli gördüler. Şimdi şu soruyu sormak gerek: Ülkenin bölünme ve parçalanmaya en yakın olduğu, en zayıf olduğu 1919-1922 dönemlerinde bu tercihe sıcak bakmayan Kürtler, bugün en güçlü, en fazla özgüvene sahip olduğu, korku ve endişelerini aştığı bir dönemde mi bu tercihi dile getirecek? Elbette ki hayır. Ulusalcı, Kemalist ve ultramilliyetçi kesitler elbette ki bunun tersini iddia ederler, hatta adeta böyle olmasını isterler. Sözünü ettiğimiz yasalar ve öneriler, bırakın bölünme ve federatif bir yapıya geçişi mümkün kılmayı, aksine birleştirmeyi, ülkede 90 yıldır vesayetçiler tarafından gaspedilen hakların halkın demokratik temsilcilerince iadesinden başka bir şey değil. Bu vesayetçiliğin tektipleştirici homojenliğiyle sağlanamayan birlikteliğin, demokrasi ve özgürlükler temelinde halkın özgür iradesiyle sağlamasının ifadesidir. Bu ülkede farkında olarak veya olmayarak, vesayetçilerden daha fazla ülkeyi bölünme tehlikesine sokan hiç bir oluşum ve siyasal hareket olmamıştır. 90 yıldır sağlayamayan birliktelik bunun bir kanıtı değil mi? Kürt sorunu 1924 Anayasası’yla başladı. Yani merkeziyetçilikle ve etnik milliyetçiliğin anayasal tercihe dönüşüp ötekilerin yok sayılmaya başlanmasıyla başladı. Bunun altını çizelim! Neyse ki onların tasfiyesiyle milli birlik ve kardeşliğimizin özgür irade ve demokratik katılım temelinde hayata geçmesi mümkün hale geliyor. Ve Türkiye tüm dünyanın gıpta edeceği barış adasına dönüşecektir. Buna inancım tamdır. İmralı müzakere süreci ile yeni anayasa yazımının birlikte yürütülmesi hakkında düşüncenizi öğrenebilir miyiz? Size göre PKK silah bırakmadan görüşmelerin sürdürülmesinin fayda ve zararları nelerdir? Bu tamamen politik stratejiyle bağlantılı bir mesele. Anayasa yazımı, bundan sonra nasıl birarada yaşayacağız sorusuna verilecek cevabın ifadesidir. Terörün sona erdirilmesinden bağımsız bir mesele. Ancak sürecin ilerlemesi sonuç itibariyle çözüme katkı sağlayabilirse, bu ayrıca alkışlanacak bir iş olur. Teşekkür ederiz. 35 CASUSLUK-FUHUŞ, BALYOZ, ERGENEKON DAVALARI VE İSTİFA ETMENİN ONURU Ahmet ÜNAL SD Yazı İşleri Müdürü E rgenekon, Balyoz, casusluk-fuhuş davalarının yanı sıra komutanların dinlenmesine yönelik operasyonlarda halen aydınlatılamamış birçok karanlık nokta bulunuyor. Ortada birçok görüntü, ses kaydı ve belge bulunduğu halde bunların nasıl elde edildiği konusunda kamuoyunun zihninde beliren kuşkular giderilebilmiş değil. Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve MİT yetkililerinin özel konuşmaları, siyasi parti yöneticilerinin yatak odalarına yerleştirilen gizli kameralar, kozmik odalardan çıkarılmış valizlere sığmayan gizli belgeler, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın makam odasında ‘böcek’ bulunması ve son olarak Donanma Komutanlığı’nda kritik görevlerdeki onlarca subayın casusluk ve şantaj suçlarından tutuklanması Türkiye’nin büyük bir güvenlik zaafı yaşadığının işaretleri. Türkiye’nin ilk yerli askeri eğitim uçağı Hürkuş, ilk yerli askeri helikopteri ATAK, ilk mil- 36 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 li gemisi MİL-GEM, uzaya gönderilecek ilk milli uydular ve daha nice stratejik proje ve gizli belgeler hükümlülerin veya tutuklu sanık üzerinde ele geçirilmiştir. Balyoz, Ergenekon, İnternet Andıcı davalarından ayrı olarak sadece “Askeri casusluk ve fuhuş davası”nda, 4’ü amiral 75 Deniz Kuvvetleri mensubu sanık olarak yargılanmaktadır. İstifasını veren Donanma Komutanı Nusret Güner’in 14 yaşındaki kızına dahi şantaj tuzağı kurulmuştur. Savunma ve istihbarattan sorumlu birimlere ait gizli kalması gereken bilgi ve belgelerin ortalığa saçılmasının tehlikeleri bir yana bunları korumakla görevli askeri ve sivil personelin fuhuş tuzağına düşürülerek şantaja açık hale getirilmesi sorunun vahametini katlamaktadır. Üstelik son yıllara damgasını vuran davalar, resmi kurumların iç denetim ve incelemeleriyle değil isimsiz ve imzasız mektuplarla açılmıştır. Savcılıklara ulaşan benzer ihbar kayıtları- nın istihbarat arşivlerinde bulunmasına rağmen sümenaltı edilmesi de kayda değer bir ayrıntıdır. Konunun dramatik yönü, istihbarat ve güvenlik kurumları çalışanlarının, hizmet için uğrunda canlarını dahi feda etmek üzere yetiştirildikleri milleti bizzat fişlemeleri ve bu fişleme dokümanlarını tedbirsiz davranarak yabancı servislerin adeta kullanımına sunmalarıdır. Daha da kötüsü gizli odaklar tarafından tuzağa düşürüldüklerini öne sürerken, komplocuların kim olduğunda dahi görüş birliğine varamamaktadırlar. Balyoz davasının gerekçeli kararındaki ifadeler ise akla zarar şüpheleri gündeme getirmektedir. Donanma Komutanlığı Askeri Savcılığı, “Suga Harekat Planı” ile ilgili başlatılan soruşturma sonucunda “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı vermiştir. Hava Kuvvetleri Komutanlığı da, “Oraj Harekat Planı” kapsamında yürüttüğü idari tahkikat raporunda, sanıkların “hayal ürünü bir yapılanma içine çekildiği” değerlendirmesine yer vermektedir. Peki bu kadar silah, askeri techizat, gizli belge, fişleme raporları, dokümanlar ve stratejik önemdeki ihale dosyalarını dışarıya kim sızdırmış ve bunları kim ihbar etmiştir? İletişim teknolojisinde yaşanan gelişmeler, ortam dinlemelerini ve teknik takibi kolaylaştırarak hemen herkesi rahatlıkla dinlenebilir kıldı. Ancak teknolojik yeteneklerle temin edilen telefon - ortam dinlemeleri, elektronik mesajların takibi ve özel hayatın görüntülenmesi ile doğrudan doğruya insan unsuru kullanılarak gerçekleştirilen profesyonel operasyonların birbirinden ayrılması gerekiyor. Kozmik odalarda, çelik kasalarda, yüksek güvenlikli ortamlarda saklanan ‘Çok gizli’ belgelerin hem de bavullara doldurularak dışarıya çıkarılması içerden yardım almadan neredeyse imkansızdır. Belgelerin farklı kuvvet ve kurumlardan çıkarıldığı dikkate alındığında sorun daha da düğümlenmektedir. Yabancı istihbarat kurumlarının da hedef ülkeden ele geçirdikleri bilgi ve belgeleri topluca kamuoyuna sızdırmaları şeklinde bir yöntem dünyada eşine rastlanır bir uygulama değildir. Açıklanması durumunda karşı taraf tedbir alacağı için ele geçirilen bilgilerin önemi kalmayacak, şantaj amacıyla da kullanılamayacaktır. Tuzağa düşürülenler önemli görevlere geldiklerinde kullanabilecek kasetleri niçin bir çırpıda harcasınlar! İkinci ihtimal ise TSK içinde yuvalanan darbeci oluşumlardan, millete yönelik psikolojik harekatlardan ve mesai arkadaşlarının fuhuş tezgahlarına düşürülerek kullanılmasından rahatsızlık duyan askeri personelin, kamuoyu desteğiyle askerlik mesleğini çürüklerden arındırma çabalarıdır. Kırılan kol mikrop kapmış, bünyeyi felç edebilecek şekilde yayılmıştır. Komplo kurularak fuhuş tuzağına düşürülen yüzlerce askeri kişi ve aileleri müşteki ve mağdur sıfatıyla ifade vermiş- tir. Nitekim Balyoz davasından mahkum olan kimi komutanlar, kozmik odalardan sızdırılan dokümanın karargahta görevli üst düzey komutanların himayesinde dışarı çıkarıldığını ileri sürmektedir. Taraf Yazarı Mehmet Baransu da, “Haber kaynaklarım Genelkurmay Karargâhı’nın tam da göbeğindedir” demektedir. Balyoz davası sanıklarının ifadeleri doğruysa, kim olduğu bilinmeyen kişiler Genelkurmay Karargahı’nın kozmik odasından gizlice belge çıkarmakta ve Donanma Komutanlığı’nın İstihbarata Karşı Koyma (İKK) şubesine yine gizlice belge yerleştirmektedir. Bu durumda daha vahim sorunlarımız var demektir. Kozmik odaların gizliliği ayaklar altındadır. Üstelik buralar sözde öyle yüksek güvenlikli korunmaktadır ki, önemli bir soruşturma sırasında, ‘Cumhuriyet Başsavcılarının’ dahi güvenlik kleransı yetersiz kalmaktadır! Aslında bu durum bile komuta kademesini büyük bir vebal altında bırakmaktadır. Bu zaafların, ihmallerin ve yanlışların hesabını kim verecektir. Askerliğin en temel kurallarından biri, komutanın yaptığı kadar yapamadığından da sorumlu olduğudur. Bu durumda istifa etmek onurlu bir tavırdır. Tutuklananların yerlerine atanacak komutan kalmadığı gerekçesi hem tutarlı değildir hem de gerçeklerin örtülmesine yarar. Ülkenin ve güvenlik kurumlarının selameti için davalar sürmeli ve sorumluların üzerine gidilmelidir. 37 DEĞİŞEN DÜZENLER VE KÜRESEL SAVAŞ İHTİMALİ Alper TAN iÇ POLiTiKA SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Afrika’da yaşananları Hıristiyan Batı’nın kolay kolay hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş dahil her türlü yöntemi tercih edebilirler. Bölgede yaşanan “Baharlara” karşı şu sıralar fazla tepki veremiyor olmaları Batılı ülkelerin içine düştükleri ekonomik krizlerden kaynaklanıyor. Batılı ülkeler, ekonomilerini toparladıkları takdirde ilk iş olarak gelişen baharları hazana çevirmek için ellerinden geleni arkaya koymayacaklardır. Bunun bilincinde olmalıyız. D aha önceki bazı yazılarımızda da vurguladığımız gibi 20. Yüzyılın başında Batılı ülkelerin elleriyle kurulan, coğrafyaya ve toplumsal realiteye uyumsuz şekilde, sömürgeci ülkelerin çıkarlarına göre dizayn edilen statükolar bir bir ve arka arkaya çöküyorlar. Halklar kendi coğrafi, sosyal ve kültürel durumlarına uygun olarak devletlerini inşa ediyorlar. Yani kısacası özellikle İslam coğrafyasında bir asırdır hüküm süren kurulu düzenler tepetaklak oluyor. Bu durum, hem bölgemiz hem de dünya için çok büyük bir değişimdir. Bu değişim, ilk olarak Arap ülkelerinde, Tunus’ta Mısır’da veya Libya’da değil, bilinenlerin aksine ilk olarak Türkiye’de başlamıştır. 2002 yılından bu yana Türkiye’de yaşananlar İslam dünyasındaki baharın ilk aşamasıdır ve en önemlisidir. Belki çok iddialı bulunabilir. Ama gerçek şudur: Eğer son on yılda Türkiye’de yaşanan kansız dönüşümler veya devrimler başarılı olmasaydı, bugünlerde Ortadoğu’da veya diğer İslam ülkelerinde Arap baharından söz edemeyebilirdik. Arap baharı olarak anılan devrimlerin gerek ilham kaynağı, gerekse en önemli destekçisi hiç şüphesiz Türkiye’de gerçekleştirilen devrimlerdir. Bu devrimler Türkiye’de başarılamamış olsaydı Arap halklar en azından şimdilik böyle büyük bir eyleme cesaret edemeyebilirlerdi. Önce kendi iç düzenini, tam olmasa bile büyük ölçüde sağlamış olan Türkiye, hemen ardından Ortadoğu’daki diğer halkların da kendilerine ait olmayan veya kendilerini temsil etmeyen rejimleri devirmelerine destek ve taktik vermeye başlamıştır. Bu durum her ne kadar Türkiye içinde tam olarak anlaşılamamış olsa da sözünü ettiğimiz realiteyi ABD ve diğer Batı ülkeleri çok daha iyi bilmektedirler. ABD Başkanı Barack Obama’nın Dışişleri Bakanı olmasını ısrarla istediği John Kerry, geçen ay Senato’da katıldığı oturumda, önceliğin, söylendiği gibi Güney Asya ve Çin ile ilişkiler değil, İslam dünyası olacağının işaretini verdi. Senato’dan onay alır almaz bakan olarak ilk yurt dışı gezisini bu ay Türkiye’ye yapacağı kaydedilen Kerry, yaptığı açıklamada “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından bu yana görülen en büyük değişim yaşanıyor. İnsansız hava araçları, askerler ya da ihtilaflarla tanımlanan bir diplomasiyi kaldıramayız. Anlayışı, yakınlaşmayı başaran bir diplomasiye sahip olmalıyız” dedi. Liberal görüşleriyle tanınan ve gençliğinde savaş karşıtı gruplarda yer almış olan John Kerry, ABD’nin Ortadoğu ülkelerine yönelik politikasında diyaloğa ve karşılıklı anlayışa önem vereceğini kay- 39 detti. Kerry, Batı dünyasının İslam’a bakışındaki çarpıklığı da eleştirdi. Senato’da kendisini dinleyenlere “Bölgedeki liderlerin size ilk söyleyeceği, ‘Radikal İslam’da gördüğünüzün İslam olmadığı, o radikal İslam, İslam değil. Bu, eski ve onurlu bir dinin sabote edilmesi ve suiistimalidir” değerlenmesinde bulundu. Kerry, Ortadoğu’yu sıkça ziyaret etmiş biri olarak bölgeye dair derin bilgiye vakıf biri olarak biliniyor. ABD Başkanı Bracak Obama’nın ikinci dönem başkanlığında Amerikan Dışişleri Bakanı olarak görev yapacak olan John Kerry, aslında Amerikan dış politikasında keskin bir dönüşümün sinyallerini veriyor. John Kerry’nin bu düşüncelerinde 40 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Birinci Dünya Savaşı ile bir imparatorluk kaybeden Türkiye’nin ayak tıkırtıları hafiften belli olan yeni bir dünya savaşına hazırlıksız yakalanamaması gerekir. Çünkü kabul etsek de etmesek de, istesek de istemesek de dünya din eksenli olarak hızlı bir şekilde yeniden kutuplaşıyor. samimi olduğuna, patronu Barack Obama’nın da öyle düşündüğüne inanıyoruz. Ancak madalyonun diğer yüzü çok farklı. ABD, dünya savaş sanayiinin en büyük aktörü. Dış ticaretinde silah satışı en büyük kalemlerinden. Savaş baronları ABD yönetiminin dış politikada savaş yönetiminden uzaklaşmasına ne kadar tahammül edebilir? Böyle bir ABD başkanı ve böyle bir dışişleri bakanına ne kadar to- lerans gösterebilirler? Bu soru işaretleri bir tarafa. Diğer ve bütün bunların hepsinden daha önemlisi şu: Ortadoğu ve çevresinde 20. yüzyılın başında Batı’nın kurduğu düzen yerle bir olurken ve bir asır önce Batı tarafından diz çöktürülmüş Türkiye’nin desteği ile bu bölgede Batı’ya mesafeli yeni sistemler kurulurken, Rusya dahil olmak üzere Batı ülkeleri bu yeni durumu ne kadar kabullenecekler? Eğer kabullenmeyeceklerse ne yapacaklar? Siyasi ve diplomatik yolları kullanarak bölgedeki çıkarlarının devamı için mi çalışacaklar? Yoksa gerekirse çok büyük savaşları göze mi alacaklar? Son yıllarda Türkiye’nin sadece Ortadoğu’ya değil Afrika’ya da ilgisi inanılmaz derecede artmış durumda. Ankara artık Sudan, Somali, Senegal gibi ülkelerle neredeyse Anadolu’nun bir parçası kadar yakından ilgileniyor. Devletin her türlü imkanları bu ülkeler için seferber ediliyor. Afrika konusunda Ankara’nın Çin’le de ortak hareket etmeye başladığı anlaşılıyor. Afrika’nın kuzeyi Mısır, Tunus, Libya ve diğer ülkelerle zaten ortak hareket eden bir politika izleniyor. Bütün bunlar son derece önemli ve üzerinde yoğun şekilde düşünülmesi gereken hususlar. Avrupa ve Amerika’nın, bir Batı Afrika ülkesi olan Mali konusundaki telaşı ve ortak hareketine de bakacak olursak, 21. yüzyılın en mühim belirleyicisinin Afrika olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Afrika’da bir tarafın merkezinde Türkiye’nin olacağı İslam ülkeleri ile diğer tarafta Hıristiyan ve diğer inanç gruplarından oluşan Batı ülkelerinin oluşturacağı iki ayrı kutbun mücadele edeceği anlaşılıyor. Bu mücadele siyasi ve diplomatik ağırlıklı da olabilir. Ancak Afrika merkezli bu mücadelenin sıcak savaşlara dönüşme ihtimali hayli yüksek görünüyor. Sebebine gelince. Bu coğrafyada yaşanmakta olanlar, sömürgeci Batının hiç memnun olmayacağı gelişmeler. Bu tür durumlar, tarihte büyük dönüşümlere neden olmuştur. Bu dönüşümler ise büyük savaşlar neticesinde şekillenmiş ve netlik kazanmıştır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu konunun en yakın ve en açıklayıcı örnekleridir. Dünyanın bu tarafında yaşananları Hıristiyan Batı’nın kolay kolay hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş dahil her türlü yöntemi tercih edebilirler. Bölgede yaşanan “Baharlara” karşı şu sıralar fazla tepki veremiyor olmaları Batılı ülkelerin içine düştükleri ekonomik krizlerden kaynaklanıyor. Batılı ülkeler, ekonomilerini toparladıkları takdirde ilk iş olarak gelişen baharları hazana çevirmek için ellerinden geleni arkaya koymayacaklardır. Bunun bilincinde olmalıyız. Türkiye’nin son yıllarda milli silah teknolojilerine hız vermesinin en önemli sebeplerinden birinin de bu olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Birinci Dünya Savaşı ile bir imparatorluk kaybeden Türkiye’nin ayak tıkırtıları hafiften belli olan yeni bir dünya savaşına hazırlıksız yakalanamaması gerekir. Çünkü kabul etsek de etmesek de, istesek de istemesek de dünya din eksenli olarak hızlı bir şekilde yeniden kutuplaşıyor. Bununla ilgili çok emareler var. Bizim de kutbun hangi tarafında olduğumuz açık. “Hazır ol cenge, ister isen sulhu salah.” Savaş dünyanın en son tercih edilecek yöntemidir. Hiç bir zaman arzu edilmez. Umarız bu ihtimaller gerçek olmaz ve savaşsız çözümler bulunur. Ancak dünyanın bir de realitesi var. Fazlaca romantik olmanın anlamı yok. 41 RAHMET PEYGAMBERİNDEN GÜNÜMÜZE BARIŞ VE KARDEŞLİK Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ iÇ POLiTiKA SDE Uzmanı Mekke’de Hz. Peygamber’e ilk vahyin gelmesinin ardından farklı kabilelere, -zengin-fakir, köle-efendi- toplumun farklı kesimlerine mensup insanlar Allah’ın Resulü’nün etrafında kenetlenmişlerdir. İslam, onların aralarında kan kardeşliğinden, aile, aşiret ve kabile bağından çok daha ileri bir kardeşlik tesis etmiştir. 2 3 Ocak akşamı itibariyle (Rebiulevvel ayının 12. gecesi) Hz. Peygamber’in dünyaya teşriflerinin 1442. yılını idrak etmiş bulunmaktayız. Mevlid münasebeti ile toplumu aydınlatmak için özellikle medyada birçok program ve yayınların yapılıyor olması, seminer, panel, konferans ve sempozyum gibi etkinliklerin tertip edilmesi ülkemiz için memnuniyet verici bir durumdur. Bugün Suriye ve Irak başta olmak üzere, kendi coğrafyası üzerinde anarşi, terör ve çatışmaların cereyan ettiği İslam dünyasının âlemlere rahmet olarak gönderilen1 Hz. Peygamber’i çok iyi anlama ve anlatma sorumluluğu vardır. Hz. Peygamber’de tezahür eden rahmet, Rahman ve Rahim olan Allah’ın insanlığa olan sonsuz merhametinin tecellisidir; Allah’ın yol göstermesi olmadığında ihtiraslarının esiri haline gelerek kin, nefret, düşmanlık, hedonizm ve cehaletin girdabında boğulabilen, canavarlaşabilen, manevi karanlıklara gark olan insanlığa... Yirmi birinci yüz- yılı idrak eden insanlık, hidayetin kaynağını; medeniyetin temelini oluşturan prensiplerin ve insani erdemlerin kaynağını oluşturan ilahi hitabı arkasına atarken, kendisinin neden olduğu kirlilik ve devasa problemler karşısında tam bir acizlik sergilemektedir.İnsanoğlu bozgunculuğunu ve zulmünü sadece kendi hemcinsine yansıtmakla kalmıyor. Üzerinde yaşamakta olduğumuz gezegende insanın bozmadığı çok az şey kaldı! İnsanlık tarihinin en başından Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet olarak gönderilmesine kadar tarih boyunca bütün peygamberler aracılığı ile insanlığa tebliğ edilen mesajların temel gayesi, insanlığın hidayete ulaştırılarak kurtuluşa erdirilmesidir. Ancak şu var ki, insanoğlunun bozgunculuk vasfı, hidayet amaçlı gönderilen ilahi mesajın bozulmasında, içinin boşaltılarak kabuğa dönüştürülmesinde, özünden uzaklaştırılarak tahrif edilmesinde de kendisini hissettirmektedir. İnsanlığın hidayeti için ilahi vahye muhatap kılınarak pey- gamberlerin sonuncusu olarak gönderilen, tarihin kendisine şahitlik ettiği Hz. Muhammed, insanüstü mitolojik, tarih üstü bir varlık değildir. Beşerin arasından seçilerek kendisine vahyedilen, ilahi mesajın tebliğ edilmesi, açıklanması ve yaşayan bir örneği olması için gönderilen, insanlık için örnek alınması istenilen tarihin içerisinde ölümlü bir peygamberdir. Onun mensup olduğu toplumun diliyle konuşmasının, giyimi, kuşamı, yiyip içmesi, yaşama tarzı ve ilişkilerinin, büyük ölçüde içerisinde doğup büyüdüğü toplumun, coğrafya ve kültürün özelliklerini yansıttığı doğrudur. Ancak onun, insanın yeryüzündeki hayat serüveninin başlangıcından itibaren bütün kültür ortamlarına, farklı coğrafya ve tarihi dönemlere ilahi mesajı ileten peygamberi geleneğin uzantısı ve son halkası olması, onu sadece Arap toplumuyla, o toplumun ihtiyaçları, kültür ve geleneği ile sınırlama çabalarının önündeki en büyük engeldir. Kendisine vahyedilen Kur’an’la İslam Peygamberinin insanlığa getirdiği mesaj, istis- 43 nasız bütün insanlığı Allah’ı birlemeye, ondan başkasına ibadet etmemeye, kul-köle olmamaya (tevhid’e) davet etmesiyle daha önce gönderilen bütün peygamberlerin mesajlarının özünü ihtiva etmektedir. Bu mesaj, insanın kendi varlığı, Allah, evren, ölüm ve ahretle ilgili en temel sorularına getirmiş olduğu; insanın fıtratıyla, yeryüzündeki varlığının anlam ve gayesiyle tamamen uyumlu tatminkâr cevaplarıyla, bütün insanlığı ihata eden yüce ahlak ve hukuk prensipleriyle tamamen evrensel bir mahiyet arz etmektedir. Yerde ve göklerde Allah’ı birleme, O’na hiçbir şeyi ortak koşmama anlamına gelen tevhid, insanoğlunun servetine, kabilesine, kuvvet ve saltanatına güvenerek her türlü tanrılaşma ve mutlak egemenlik iddiasına (Firavunlaşmaya) verilen bir cevaptır. Tevhid, mahiyeti gereği fıtri farklılıklara saygı ile beraber birlik ve bütünlüğü, insicamı, eşitlik ve adaleti, birbirine hor bakmamayı, kardeşleşmeyi ve birbirini sevmeyi gerektirir. Çünkü yaratılanlar ve insanlar arasında var olan bütün fıtri (yaratılıştan gelen) farklılıklar, Allah’ın birliğine, sonsuz güç ve kudretine, ilmine, rahmet ve hikmetine delalet eden ayetler mesabesindedir. Bunun içindir ki, ayet ve hadislerde fıtri yönlerden aralarında ne kadar farklılıklar olursa olsun, müminlerin birbirlerinin kardeşleri oldukları, birbirlerini sevmedikçe iman etmiş olamayacakları ifade 44 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 edilmiştir. İnsanlar arasında ırk, etnik yapı, kabile, aşiret ve cinsiyet gibi farklılıklar üzerinden hiyerarşi sistemleri ve sınıflar üreterek büyüklenmek, başkalarını ötekileştirip aşağılamak tevhide dayalı bir iman ve anlayışın değil, şirke dayalı bir anlayış ve ideolojinin eseri olabilir. Hz. Peygamber’in tebliği ve yaşantısı ile temsil ettiği tevhid inancı, cahiliye dönemi insanının kendi egosu (nefsi) ve ihtirasları başta olmak üzere Allah’tan başka ibadet konusu haline getirdiği, mutlak sevgi, teslimiyet, bağlılık ve tazim gösterdiği bütün putların, sahte tanrıların tasfiye edilmesini gerektirmiştir. İmanda tevhid ilkesi uyumluluğu, dengeyi, düzeni, köle ile efendinin Allah’ın ve hukukun önünde eşitliğini gerektirirken; şirk, tam bunun aksine kaosu, parçalanmayı, ötekileştirmeyi, piramitsel sınıflaşmayı, kibir ve aşağılamayı beraberinde getirir. Bunun içindir ki şirk mantığından hareketle ırk, kabile, etnik ve cinsiyet farklılıklarının esas alınmasıyla insanlar arasında ortaya çıkan ayrımcılıkların, ötekileştirme politikalarının ve çatışmaların ortadan kaldırılması, insanların tevhidi iman üzerinde birbirlerinin kardeşleri kılınmaları âlemlere rahmet olarak yüce bir ahlak üzerine gönderilen Hz. Peygamber’in misyonunun en önemli kısmını oluşturmuştur. Bu misyonun bir sonucu olarak, Mekke’de Kur’an’ın ilk inen ayetlerinin insanlara tebliği ile başlayan süreçte müminler arasında tam bir iman kardeşliği gerçekleşmiştir. Bir tarafta Hz. Ebubekir ve Osman gibi varlıklı Müslümanlar, diğer taraftan Bilal Habeşi gibi toplumun en alt tabakasını oluşturan fakir veya köle Müslümanlar yalnız Allah rızasını esas alan bir iman ve sevgi kardeşliği etrafında bütünleşmişler, kenetlenmişler, birbirlerinin kurtuluşu için her türlü fedakârlığı göstermişlerdir. Hz. Peygamber, bir defasında Arap bir köleye kötü davranan Ebu Zer’i azarlayarak yaptığının cahiliye uygulaması olduğunu, kölelerin kendisinin kardeşi olduğunu, yediğinden yedirmesini, giydiğinden giydirmesini, yapabileceklerinden fazla iş yüklememesini ve onlara yardımcı olmasını istemiştir.2Onlara “kölem” veya “cariyem” şeklinde değil, “oğlum” veya “kızım” şeklinde hitap edilmesini istemiştir. Azatlı kölesi Zeyd b. Harise ve onun oğlu Üsame’yi, içinde en önde gelen sahabilerin de bulunduğu ordunun başına komutan olarak atamıştır. Mekke’de Hz. Peygamber’e insanları Allah’ın ismiyle okumaya davet eden ilk vahyin gelmesinin ardından insanları uyarmasının emredilmesiyle başlayan peygamberlik sürecinde, farklı kabilelere,zengin-fakir, köle-efendi- toplumun farklı kesimlerine mensup insanlar, ilahi mesaja kulak vererek Allah’ın Resulü’nün etrafında kenetlenmişlerdir. İslam, onların aralarında kan rını, hurmalıklarını ve servetlerini gösterip, “Yarısı senin, yarısı benim” demişlerdir.5Bütün dünya Müslümanları ve insanlık için eşsiz bir davranış örnekliği oluşturan Ensar’ın bu fedakârlığı, şu ilahi hükmün uygulanması olmuştur: kardeşliğinden, aile, aşiret ve kabile bağından çok daha ileri bir kardeşlik tesis etmiştir. İslam’ın Medineliler tarafından kabul görmesinde en önemli faktör, Hz. Peygamber’in gerek Yahudilerin kışkırtmasıyla gerekse cahiliye dönemi kabilecilik zihniyetinin etkisiyle birbirleriyle çatışma ve savaş hali içerisinde bulunan Evs ve Hazreç kabilelerinin arasını bulması, onları barıştırarak İslam kardeşliği etrafında bütünleştirmesi olmuştur.Miladi 620 yılında Medine’den gelen altı kişi Mekke’ye üç km uzaklıkta bulunan Akabe denilen yerde İslam’la şereflenmişlerdir. Bu ilk buluşmada Medine’den gelen altı kişi, Allah’ın Elçisi’ne şöyle demişlerdi: “Halkımız, iç ihtilaf ve mücadeleler sebebiyle paramparça olmuş durumdadır. Muhtemeldir ki senin de aracılığınla Allah bu durumdan bizi çıkarıp kurtaracaktır. Hepimiz bu yolda çalışacağız ve halkımızı senin bizi davet ettiğin ve bizim de kabul etmiş bulunduğumuz şeye davet edeceğiz.”3 Ertesi yıl Evs ve Hazreç’ten olmak üzere toplam 12 kişi tekrar gelerek Allah’a eş ve ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine, hiçbir kimseye iftira etmeyeceklerine ve bütün hayırlı işlerde ona itaat edeceklerine ve onu düşmanlarına karşı koruyacaklarına dair ona biat etmişlerdir.4 Bir sonraki aşamada çok daha fazla sayıda Medineli gelerek Müslüman olmuş, İslamiyet Medine’de meskûn bulunan diğer Arap kabileleri arasında da hızla yayılmıştır. Miladi 622’de Medine’ye hicretten sonra Allah’ın Resulü’nün gerçekleştirdiği en önemli şey “Muhacirler” denilen Mekkeli Müslümanlarla “Ensar” adı verilen Medineli Müslümanların birbirlerine kardeş ve veli kılınmaları olmuştur. Muhacirlerin bir kısmı Mekke’de zengin olmalarına rağmen, onlar Allah yolunda her şeylerini geride bırakarak hicret etmiş, bir hurma tanesine bile muhtaç hale gelmişlerdi. Durumları düzelinceye kadar Medineli Müslümanların (Ensar’ın) evleri onlar için birer misafirhane olmuştur. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevi’nin inşası tamamlanırken Ensar’ı çağırmış, “Bunlar sizin kardeşinizdir” diyerek Muhacir ve Ensar’ın hepsini ikişerli şekilde birbirleriyle kardeş kılmıştır. Ensar’dan olan Müslümanlar, muhacirlerden kendileriyle kardeş kılınan sahabileri evlerine götürerek eşyala- “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının velileridir.”6 Medine’ye hicretten sonra, Hz. Muhammed, Müslüman sahabileri ile olduğu kadar gayr-i Müslim Medineliler ve Yahudilerle de durumu istişare etmiştir. Hepsi Enes b. Malik’in evinde toplanarak bir şehir devlet yapısı ortaya çıkarma noktasında anlaşmışlardır. Bu devletin anayasası yazılı bir şekilde tespit edilip vazedilmiştir. Bu anayasa, Hamidullah’ın ifadesiyle ilk İslam Devletinin anayasası olmasından başka, aynı zamanda yeryüzünde bir devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de sahiptir. Bu anayasa dini olduğu kadar siyasi bir topluluk meydana getirmeye matuftur.7Bu anayasada müminlerle beraber Medine’de meskûn bulunan diğer Arapların ve Yahudilerin (dini, kültürel, siyasi, hukuki) hak ve özgürlükleri farklılıklara saygı temelinde ve ortak vatandaşlık çerçevesi içerisinde garanti altına alınmıştır. Hatta her bir Arap kabilesinin hak ve yükümlülükleri kültür ve gelenekleriyle bağlantılı şekil- 45 de zikredilerek belirlenmiştir.8 Buradan, anayasalarda milleti oluşturan ve birbirinden farklılıklar arz eden toplum kesimlerin hak ve yetkilerinin, kültür ve gelenekler de itibara alınarak ortak vatandaşlık çerçevesi içerisinde istismara yer bırakmayacak şekilde net olarak vazedilmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber, Yahudi, Hıristiyan veya müşriklerle yapılan antlaşmalara daima riayet etmiş, asla bozucu olmamış, son noktasına kadar barışı zorlamıştır. Hudeybiye denilen yerde Mekkeli müşrik Araplarla bir anlaşma yapılırken, anlaşma şartlarını kaleme alması için görevlendirilen Hz. Ali, anlaşma metninin baş kısmına besmele (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla) yazmış, müşriklerin elçisi konumundaki Süheyl b. Amr buna itiraz edince, Hz. Peygamber onun itirazını kabul etmiştir. Yine Hz. Ali anlaşmanın başına “Bu, Allah’ın Resulü Muhammed’in kabul ettiği anlaşmadır” ibaresini yazınca, Süheyl, “Eğer biz senin peygamberliğini kabul etseydik çatışmaya ne gerek vardı?” diyerek ona da itiraz etmiş, yerine “Abdullah’ın oğlu Muhammed” şeklinde yazılmasını istemiştir. Hz. Ali, imanının ve Hz. Peygamber’e duyduğu derin saygının gereği söz konusu ibareyi silmek istemeyince, Hz. Peygamber ondan yazdığı ibarenin yerini kendisine göstermesini istemiş, daha sonra da onu eliyle silmiştir. 46 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Henüz anlaşma şartları yazılırken, Mekke’de İslam’ı Kabul ettiği için müşriklerin hapsedip işkenceler yaptığı bir genç, bir yolunu bulup onların ellerinden kurtularak anlaşmanın yapılmakta olduğu yere gelmiş, Müslümanlara sığınmak istemiştir. Bu genç Süheyl b.Amr’ın oğlu Ebû Cendel’den başkası değildir. Süheyl daha önce diğer oğlu Abdullah’a acımasızca işkence ettiği gibi Ebû Cendel’e de işkence etmişti. Onu karşısında görünce çok sinirlenmiş, üzerine yürüyerek elindeki dikenli budaklı ağaç dalıyla yüzüne vurmaya başlamış, sonra da, “Ey Muhammed, anlaşmamız gereğince bana geri vereceğin ilk kişi budur.” diyerek talebinde ısrar etmiştir.Hz. Peygamber, henüz anlaşmanın imzalanmadığını söyleyerek Ebu Cendel’i anlaşma hükmünün dışında tutması ricasında bulunmuş ise de Süheyl bunu kabul etmemiş, Müslüman olan oğlunun kendisine teslim edilmesini istemiştir. Hatta oğlu geri verilmediği takdirde anlaşmayı imza etmeyeceğini de söylemiş, Hz. Peygamber de barışın olabilmesi için Ebu Cendel’i ona teslim ederek anlaşmayı imzalamıştır. Süheyl, oğlunu çekip götürürken, Ebû Cendel’in Müslümanlara hitaben, “Ey Müslümanlar! Müslüman olarak yanınıza geldiğim hâlde, siz beni müşriklere geri mi iade ediyorsunuz, işkenceye uğratıldığımı bilmiyor musunuz? Siz bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsu- nuz?” diye feryat etmesi üzerine Müslümanlar gözyaşlarını tutamamışlardır. Bunlar yaşanırken Hz. Peygamber Ebu Cendel’e yaklaşarak ona müşriklerle yaptığı barış anlaşmasının tamamlandığını, anlaşmayı bozamayacağını, kendisine yapılanlara biraz daha sabretmesini, Allah’ın ona ve kendisi gibi olanlara bir çıkış yolu ve genişlik yaratacağını söylemiş, onu teselli etmiştir.9 “Size Saldırılmadıkça Çatışmaya Girmeyin” Hz. Peygamber’in Mekke’de iken kendisine, yakınlarına ve diğer Müslüman olmuş müminlere ekonomik ve sosyal ambargo uygulayan, her türlü gıda girişini engelleyerek çocuklar dâhil herkesi vicdansızca açlığa mahkûm eden Mekkeli müşriklere, kıtlık döneminde Yemame’den Mekke’ye buğday gitmesine izin vererek ekonomik yardımda bulunmuş olması10dikkate şayandır. O, bu uygulaması ile Mekke’yi fiili olarak fethetmezden önce manevi olarak fethetmiştir. Mekke’yi fetheden ordusuna “Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”talimatını vermiş; fetihten sonra orada bir fetih hutbesi okuyarak cahiliyeden kalma her türlü kibrin, atalar ve dedelerle büyüklenmenin, kabile zihniyetinin, kan davalarının ayaklarının altında olduğunu vurgulamıştır. Orada, aynı cevherden yaratı- lan insanların etnik ve cinsiyet yapıları ne olursa olsun, hangi ırka veya kabileye mensup olurlarsa olsunlar Allah’ın ve hukukun önünde eşit olduklarına, üstünlüğün ancak takvada olduğuna işaret eden şu ayeti okumuştur: “Ey insanlar! Şüphesiz biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirlerinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, takvada üstün olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilen ve haberdar olandır”11 Hz. Peygamber, hutbesini bitirdikten sonra kalabalığa baktığında, karşısında kendisine ve müminlere her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören, ona karşı harbeden Kureyş’in en amansız liderlerini görmüştür. Onlara, “Bugün size nasıl davranacağımı hiç biliyor musunuz?” diye sorduğunda, onun ruh halini bilen bu kimseler hep bir ağızdan: “Sen şerefli bir kardeşsin ve şerefli bir kardeşimizin oğlusun” diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Bugün yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekilmek yoktur, gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” diyerek genel af ilan etmiş, aşağıdaki ayetlerin ruhundan hareketle intikam almamış, kanı kanla yıkamamıştır: “Bir kötülüğün karşılığı, ayni şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.”12 “Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”13 “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkiyle bilmektedir.”14 Zulüm ve haksızlığa asla rıza göstermeyen, zalimlere ve zorbalara gücünü gösteren Hz. Peygamber, hasımları üzerinde tam hâkimiyet tesis ettiğinde, Dipnotlar 1 Enbiya, 21/107 2 Ebu Davud, Edep 124 3 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, Ankara 2003, c. I, s. 152 (İbn Hişam, Sire, s. 287’den naklen) 4 Bk. Mevlana Şibli Numani, Son Peygamber Hz. Muhammed (Sîretü’n-Nebî), Urduca aslından çev. Yusuf Karaca, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul 2008, s. 177-181 5 Geniş bilgi için bk. Mevlana Şiblî Numani, a.g.e., s. 192-196. 6 Enfal, 8/72 Allah’ın kendisine verdiği yetki ile onları affetme yoluna gitmiştir. Kur’an’ın Müslümanlar başta olmak üzere bütün insanlık için yol göstericiliğinin yanında, Hz. Peygamber’in hayatından günümüze ışık tutan, yolumuzu aydınlatan birçok sözler, sahneler ve uygulamalar mevcuttur. Bugün, modernitenin etkisiyle kendi asli referanslarından uzaklaşan, değer erozyonu yaşayan, özgün kimlik ve medeniyet tasavvurunu kaybeden, kabile zihniyetiyle, etnik milliyetçilikle, terör, saltanat mücadelesi, diktatörlük özlemleri, darbeler, harpler ve işgallerle sarsılan bir İslam dünyasının varlığını müşahede ediyoruz. Müslüman toplumlar, bütün insanlığın hidayeti için gönderilen ilahi mesajı ve üsve-i hasene (en güzel örnek) kılınan İslam Peygamberi’ni daha iyi anlayıp gereklerini yerine getirdiklerinde, zelil olmaktan kurtulup aziz olacaklar, çağı daha iyi yorumlayacak, problemlerinin üstesinden gelerek makûs kaderlerini değiştirebileceklerdir. 7 Bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., c. I, s. 188-193 8 Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., c. I, s. 206-210 9 Geniş bilgi için bk. Mevlana Şibli Numani, a.g.e., 286-289 10 Bk. İbn Esir, El-Kamil fi’t-Tarîh, Beyrut 1979, c. II, s. 87-90 11 Hucurât, 49/13 12 Şura, 42/40 13 Nahl, 16/126 14 Maide, 5/8 47 ERDOĞAN’IN AFRİKA TURU: TÜRKİYE VE AFRİKA’NIN BİRBİRLERİNİ KEŞFİ Prof. Dr. Birol AKGÜN DIŞ POLiTiKA SDE Dış Politika Koordinatörü Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın hem yeni hem de eski güçler arasında yeniden bir rekabet alanı haline gelmesi adeta kaçınılmaz. Bir yandan yükselen Çin, diğer yandan AB ve ABD gibi küresel güçler arasındaki mücadelede Afrika yeni bir jeopolitik rekabet alanı haline gelecek gibi görünüyor. Afrika kıtası, Kuzey kısmında bugünlerde yaşanan siyasi devrimlerin gösterdiği gibi, uzun bir aradan sonra hem bir özne hem de nesne olarak dünya politikasına geri dönüyor. B aşbakan Erdoğan’ın Ocak ayı başında Gabon, Nijer ve Senegal gibi bazı kritik Afrika ülkelerini kapsayan resmi ziyareti ve bu seyahati sırasında gerçekleştirdiği çok yönlü temasları, Türkiye’nin Afrika’ya yönelik izlediği açılım politikalarını yerel olduğu kadar, uluslararası medyanın da sıcak gündemine taşıdı. Özellikle Erdoğan’ın yaptığı siyasi konuşmalar ve kullandığı dil Fransa gibi ülkelerde rahatsızlık yaratırken; bu gezinin hemen ardından Fransa’nın Mali’ye yönelik tek taraflı askeri müdahale kararı alması ise dikkatlerden kaçmadı. Kamuoyu ve medya Türkiye’nin Afrika ile gelişen ilişkilerini daha çok üst düzey ziyaretler vasıtasıyla hatırlasa da, aslında Türkiye’nin attığı adımlar tesadüf değil. Dışişleri Bakanlığınca on beş yıl önce hazırlanan bir stratejik eylem planına göre şekilleniyor. Ancak ilişkilerin gelişmesi yalnızca tek taraflı olarak Türkiye’nin siyasi iradesine ve kararlılığını dayanmıyor. Af- rika ülkeleri de kara kıtanın kaderini değiştirmek için dış dünya ile karşılıklı saygı ve çıkar temelinde ilişkilerini yeniden tanımlamaya çalışıyorlar. Bu çerçevede Afrika ülkeleri Çin, Hindistan, Endonezya, Brezilya ve Türkiye gibi, uluslararası arenada yükselen ülkeler ile ilişkilerini geliştirmek için özel çaba sarf ediyorlar. Fransa gibi eski sömürge ülkeleri ise kendi arka bahçesi olarak gördükleri ve postkolonyal dönemde kurdukları özel ilişki ağları ile hep kontrol altında tuttukları siyasi coğrafyanın yükselen yeni aktörlerle çok yönlü angajmanlara girmesinden oldukça rahatsızlar. Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın hem yeni hem de eski güçler arasında yeniden bir rekabet alanı haline gelmesi adeta kaçınılmaz. Bir yandan yükselen Çin, diğer yandan AB ve ABD gibi küresel güçler arasındaki mücadelede Afrika yeni bir jeopolitik rekabet alanı haline gelecek gibi görünüyor. Zira bir milyar nüfusu, bakir toprakları, zengin yer altı kaynakları ve özellikle stratejik öneme sahip petrol gibi enerji kaynakları nedeniyle Afrika hem büyük bir pazar olarak hem de hammadde kaynağı olarak herkesin iştahını kabartıyor. Bu nedenle artık Afrika denilince yalnızca açlık, sefalet, yaygın hastalıklar ve iç çatışmalar akla gelmiyor. Afrika demek bundan sonra işbirliği, yatırım ve ticaret imkanları demektir. Üstelik küresel sistemin köklü bir değişim süreci yaşadığı bir dönemde, 21. Yüzyılın ortalarında keskinleşecek olan küresel hegemonya mücadelesinden kimin galip çıkacağını Afrika ülkeleri belirleyecek gibi gözüküyor. Bu anlamda Afrika kıtası, Kuzey kısmında bugünlerde yaşanan siyasi devrimlerin gösterdiği gibi, uzun bir aradan sonra hem bir özen hem de nesne olarak dünya politikasına geri dönüyor. İşte Türkiye’nin son yıllarda Afrika’ya yönelik attığı adımları, küresel gelişmeleri isabetle okuyan ve gerekli stratejik hamleleri yapmaktan çekin- 49 Türkiye’nin son yıllarda Afrika’ya yönelik attığı adımları, küresel gelişmeleri isabetle okuyan ve gerekli stratejik hamleleri yapmaktan çekinmeyen bir politika örneği olarak okumak mümkündür. meyen bir politika örneği olarak okumak mümkündür. Zira vizyoner bir devlet yönetimi geleceğin dünyasının adalet, onur ve insani değerler etrafında şekillenmesi için şimdiden tedbirler almayı ve zorunlu angajmanları zamanında yapmayı gerektirir. Nitekim 2011 yılında Cumhurbaşkanı Gül’ün ve 2013 başında Başbakan Erdoğan’ın ziyaretlerini bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Burada önemli olan hem gerekli bağlantıları kurmaktır hem de Türkiye’nin bölgeye yönelik bakış açısını ve algısını muhataplarımıza doğru anlatmaktır. Aksi halde emperyalizmin elinden çok çekmiş, masum ve mağdur insanların kıtası olan Afrika’nın Türkiye’yi yanlış anlaması da mümkündür. Bu bağlamda başbakan Erdoğan’ın son ziyareti sırasında Gabon meclisinde yaptığı konuşmasında sert bir anti-kolonyal dil kullanarak önce batılıları eleştirmesi ardından da Türkiye’nin kıtaya bakışını açıklaması doğru bir yaklaşım olmuştur. Aşağıdaki alıntı tam da bu yaklaşımı yansıtmaktadır: ‘’Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Afrika’ya baktığımızda diğerlerinin tersine elmasları, altınları, madenleri, yer altı zen- 50 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 ginliklerini görenlerden değiliz. Biz Afrika’ya baktığımızda ortak tarihimizi görüyoruz, sadece ve sadece dost ve kardeşlerimizi görüyoruz. Artık kardeşler arasındaki hasreti, ilgisizliği, uzaklığı ebediyen dindirmeye niyetlendik ve bunun için mücadele veriyoruz. Şu anda tarihinden ve medeniyetinden güç alarak doğrulan, ayağa kalkan Afrika’yı her alanda destekliyor, insani yardım noktasında tüm imkanlarımızı seferber ediyoruz.” Tarihsel Arka Plan Gerçekten de Türkiye’nin Ak Parti döneminde başlayan çok boyutlu dış politika yaklaşımının bir sonucu olarak son on yılda izlediği insan merkezli dış politika yaklaşımıyla kıtaya yönelik başarılı bir açılım yaptığından şüphe yok. Ancak Türkiye’nin Afrika açılımının farklı boyutlarına değinmeden önce kısaca tarihi gelişimi gözden geçirmek gerekir. Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerini Osmanlı geçmişi ve Cumhuriyet dönemi olarak ikiye ayırmak mümkündür. Anadolu ve Rumeli merkezli bir imparatorluk olan Osmanlı imparatorluğunun güney sınırları neredeyse bugünkü Kuzey Afrika’nın tamamını ve Sahra-üstü Afrika’yı kapsa- maktaydı. Bugünkü Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan, Etiyopya, Cibuti, Somali, Nijer ve Çad sömürgeci güçler bölgeye gelene kadar Osmanlının Afrika topraklarını oluşturuyordu. Bu dönemde Osmanlı devleti Afrika kıtasının güç dengelerinde önemli bir rol oynamaktaydı.1Güney Afrika kısmındaysa kolonyalizmle birlikte bölgeye gelen Müslüman toplumlarla ilişki kurmak için Osmanlı devleti 1860’larda bölgeye konsolosluk açmış ve Ebubekir Efendi gibi dini önderler de göndermiştir. Osmanlının Afrika kıtasından tamamen çekilişi Libya’nın İtalyanlarca işgal edildiği 1912 yılına tekabül eder. Cumhuriyet döneminde ise Türkiye bir yandan Osmanlı döneminin kötü hatıralarını unutma gayreti, diğer yandan ise yeni bir ulus devlet inşası uğraşısıyla dış dünya ile ilişkilerini asgariye indirmiş; özellikle de Ortadoğu ve Afrika bölgesiyle olan ortak geçmişini bilinçli bir şekilde hafızasından atmaya çalışmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında izlemeye başladığı batı dünyası ile entegrasyon çabası ve soğuk savaş koşulları da dış politikamızdaki bu eğilimi pekiştirici bir rol oynamıştır. O kadar ki, Türkiye 1954’teki Bağlantısızlık Hareketinin Bandung konferansındaki toplantıda radikal biçimde batı bloğuyla işbirliğini savunmuş ve BM’deki 1958 Cezayir bağımsızlık oylamasında da Fransa’nın yanında yer almıştır. Ancak Kıbrıs olayları sonrasındadır ki Rum yönetiminin Bağlantısızlık Hareketi içindeki etkinliğini dengelemek için, zorunlu olarak Afrika’da yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerle diyalog kurma arayışına girmiştir. Şu söylenebilir; Türkiye 1997’de AB’nin Lüksemburg zirvesinde Türkiye’nin adaylığı reddedilene kadar; başka deyişle AB yolu o gün için kapanana kadar batı-dışı dünya ve özellikle de Afrika ülkeleriyle sistemik biçimde ilişkilerini geliştirmeyi düşünmemiştir. Nitekim 1998 yılında, biraz da zamanın dışişleri bakanı İsmail Cem’in fikri öncülüğünde Ankara ilk kez farklı devlet kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla bir Afrika eylem planı hazırlamıştır. Bir anlamda Türkiye’nin Afrika açılımının yol haritasını oluşturan planda, Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin güçlendirilmesi; yüksek düzeyli siyasi ziyaretlerin gerçekleştirilmesi; Afrika ülkeleriyle ve bölgesel örgütlerle ekonomik işbirliği imkânlarının geliştirilmesi ve akademik ve kültürel ortaklıkların altyapısının oluşturulası önerilmekteydi. Plan çerçevesinde Afrika’ya dışişleri düzeyinde ilk resmi ziyaretleri yapan bakan İsmail Cem olsa da, gerek siyasi kriziler gerekse ekonomik zayıflık gibi nedenlerle ilişkiler hemen gelişememiştir. Ancak AK Parti’nin 2002’de güçlü bir parlamento desteği ile işbaşına gelmesi ve Ahmet Davutoğlu’nun çerçevesini çizdiği çok boyutlu dış politika konseptinin oluşmasıyla birlikte Türkiye Afrika açılımı planının daha ciddi biçimde uygulama imkânı bulmuştur. Bu çerçevede 2005 yılı Türkiye’de Afrika yılı ilan edilmiş ve ilk kez 2008 yılında İstanbul’da 49 ülkenin katılımıyla Türkiye-Afrika Zirve toplantısı yapılmış ve stratejik işbirliğin temeli atılmıştır. Arkasından ise her yıl hem bölgeden Türkiye’ye hem de Türkiye’den bölgeye Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakan düzeyinde ziyaretler gerçekleştirilmiştir. Siyasi ve Diplomatik İlişkiler Şunun altını da özellikle çizmek gerekir ki, Türkiye’nin Afrika’ya yönelik ilgisini yalnızca bir hükümet ve hatta devlet politikası olarak görmek son derece eksik bir değerlendirme olacaktır. TİKA ve Kızılay gibi yardım kuru- luşları; TOBB gibi yarı resmi kuruluşlar; TUSKON ve MÜSİAD gibi işadamı örgütleri ve İHH, Kimse Yok Mu, Dost-Eli ve CanSuyu gibi pek çok insani yardım kuruluşu da farklı boyutlarda ve değişik motivasyonlarla Afrika halkları ile Türkiye arasındaki ilişkileri geliştirmektedirler. Türkiye’nin bu toplumsal destekli Afrika açılımı politikasının sonuçları ise oldukça tatminkârdır. Ak Parti iktidarı döneminde Afrika kıtasındaki Türkiye temsilciliklerinin sayısı iki kattan fazla artış göstermiştir (Bkz. Tablo 1). Türkiye’nin 1998’de Afrika’daki 54 ülkenin yalnızca 12’sinde elçiliği varken, 2012 yılı sonu itibariyle elçilik sayısı 31’e ulaşmıştır. Yakın dönemde 3 ülkenin de ilavesiyle bu sayı 34’e çıkacaktır. Buna karşılık 21 Afrika ülkesinin de Türkiye’de temsilcilikleri bulunmaktadır. 51 Tablo 1: Türkiye’nin Son Yıllarda Afrika’da Açtığı Büyükelçilikler 2009 Fildişi Sahilleri, Tanzanya 2010 Kamerun, Mali, Gana, Uganda, Angola, Madagaskar 2011 Zambiya, Mozambik, Moritanya, Zimbabwe, Somali, Gambiya, Güney Sudan 2012 Nijer, Namibya, Burkina Faso, Gabon, Cibuti, Çad, Gine Ayrıca Türkiye Afrika temelli uluslararası örgütlerle de bağlarını güçlendirmektedir. Türkiye Afrika ülkelerinin şemsiye örgütü olan Afrika Birliği’nin stratejik ortağıdır ve tüm toplantılarına gözlemci statüsünde katılmaktadır. Diğer yandan Afrika’daki diğer bölgesel düzeydeki örgütlerle de ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Afrika’daki bazı büyükelçileri önemli örgütler nezdinde akredite edilmiştir. Örneğin Nijerya büyükelçisi Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS), Tanzanya büyükelçiliği ise Doğu Afrika Devletler Topluluğu’na(EAC) ve Zambiya Büyükelçiliği de Doğu ve Güney Afrika Ortak Pazarı’na (COMESA) akredite edilmiştir. Türkiye ayrıca Hükümetler arası Kalkınma Otoritesi (IGAD) üye olmuştur.2 Başbakan Erdoğan ve Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall 52 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Ekonomik ve İnsani Boyutlar Afrika-Türkiye ilişkilerinin en somut sonuçlarından biri de artan yatırımlar ve ikili ticaret ilişkilerindeki hızlı artıştır. Türkiye’nin 2002 yılında tüm Afrika kıtasıyla olan dış ticaret miktarı 4,3 milyar dolar civarındayken, 2011 yılı sonu itibariyle bu rakam 17 milyar doları geçmiştir (Bkz. Tablo 2). Başbakan Erdoğan bu rakamın 2015 yılında 50 milyar dolara ulaştırmayı hedeflediklerini açıklamıştır. Özellikle Türk Hava Yolları’nın Afrika ülkelerine yönelik başlattığı doğrudan uçuşlar ve iş adamları arasındaki artan irtibat ticaret imkânlarının sınırlarını her geçen gün zorlamaktadır. THY bugün Afrika’nın 23 noktasına doğrudan uçmaktadır. TİKA ise Afrika’daki 8 temsilciği ile bugüne kadar 37 Afrika ülkesinde farklı projeler gerçekleştirmiştir. Yurtdışı Türkler Başkanlığı 2012-2013 dönemi için Afrika kıtasından 1053 öğrenciye burs temin edileceğini açıklarken; TÜBİTAK Afrika kökenli lisansüstü öğrenciler için özel burs programı başlatmıştır3Diyanet İşleri Başkanlığı da Başbakanlığın himayesinde 2011 yılında İstanbul’da “II. Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi” düzenlemiş bu toplantıda da burada özellikle Afrika’nın sömürgeci geçmişinin aşılmasında ve şu anki insani sorunların çözümünde İslami değerlerin önemine dikkat çekilmiştir. da artı değerler olarak değerlendirilmektedir. Tablo 2: Türkiye’nin Afrika ile Dış Ticareti İthalat Milyon $ 2009 2010 2011 2012 (Ocak- Ekim) Kuzey Afrika 2,237 3,098 3,342 2,705 1,7 1,725 3,424 2,203 3,937 4,823 6,766 4,253 Sahra-Altı Afrika Toplam İhracat Kuzey Afrika 7,415 7,025 6,7 7,773 Sahra-Altı Afrika 2,738 2,257 3,633 3,24 Toplam 10,153 9,282 10,333 11,013 Toplam Dış ticaret hacmi 14,090 14,105 17,099 15,266 Kaynak: TÜİK-Dış Ticaret Verileri İnsani yardım anlamında Türkiye’nin 2011 yılında Somali’de başlayan açlık felaketi ile mücadele için bu ülkeye Başbakan Erdoğan’ın yaptığı tarihi ziyaret tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştır. 2010 yılında Kahire’de düzenlenen “Darfur’un Yeniden İnşası ve Kalkınması için Uluslararası Donörler Toplantısı”ndada Türkiye, Mısır ile birlikte eşbaşkanlık üstlenmiştir. Diğer yandan Türkiye 2011 yılında, çoğunluğunu Afrikalı fakir ülkelerin oluşturduğu 48 üyeli BM 4. En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı’na da ev sahipliği yapmış ve bu ülkelere destek olmak için her yıl 200 milyon dolarlık yardım yapmayı taahhüt etmiştir. Sonuç olarak, Türkiye uluslararası alanda gücü ve görünürlüğü hızla artan bir ülke olarak Akdeniz’in güneyindeki Afrika ülkeleri başta olmak üzere son on yılda tüm Afrika kıtasındaki ülkelerle ilişkilerini bilinçli bir biçimde ve çok boyutlu olarak geliştirmektedir. Bu politika çok geniş bir toplumsal meşruluk temeline dayanmaktadır. Kıtadaki önemli sayıdaki ülkenin nüfuslarının Müslüman olması ve coğrafi ve kültürel yakınlık gibi faktörler Türkiye ve Afrika arasındaki ilişkilerin hızlı gelişmesine imkân vermektedir. Ayrıca Türkiye’nin sahip olduğu üretim potansiyeli; know-how teknolojisi ve müteşebbis gücü gibi unsurlar Diğer yandan Türkiye batı dünyası ile ilişkileri iyi olan ama aynı zamanda sömürgecilik geçmişi olmayan bir devlet olarak, Afrika coğrafyasındaki halklar nezdinde daha kolay kabul görmektedir. Başbakan Erdoğan’ın son ziyaretinde gözlendiği gibi, artık Türkiye ve Afrika ilişkilerinde psikolojik ve siyasi güven zemini tesis edilmiş, doğrudan iletişim kanalları açılmış ve ulaşım imkânları artmıştır. Önümüzdeki yılların Türkiye’nin Afrika pazarlarındaki imkânları daha verimli biçimde kullanmak için altın bir dönem olması beklenmelidir. Bu çerçevede Türkiye bir yandan iş adamlarının önünü açmaya devam ederken, diğer yandan bölgenin istikrarı için uluslararası platformlarda Afrika merkezli gelişmelerin içinde yer almalı ve Fransa gibi sömürgeci ülkelere karşı Afrika halklarının insani güvenlik, gelişme ve kalkınma haklarını savunmaya devam etmelidir. Bu bağlamda 2013’te İkincisi gerçekleştirilecek olan Türkiye-Afrika zirve toplantısı bir fırsat olarak görülmeli ve iyi değerlendirilmelidir. Dipnotlar 1 Bu konuda bkz. M. Özkan ve B. Akgün, “Turkey’s Openning to Africa”, Journal of Modern African Studies, Vol. 48, 2010, Sayı 4 (545). 2 Bkz. Numan Hazar, “Türkiye Afrika’da: Eylem Planının Uygulanması ve Değerlendirme On Beş Yıl Sonra”, Ortadoğu Analiz, 46, 2012. 3 Bilgiler Başbakanlık Kamu Diplomasinin internet sayfasından alınmıştır (www.kdk.gov.tr). 53 AFRKA SORUNSALI VE MAL OPERASYONUNUN MAKRO HESAPLARI Kasım İLERİ DIŞ POLiTiKA SDE Asistanı Mali operasyonu Fransa için bir anlam taşımaktadır. Tıpkı Ruanda’da Libya’da Fildişi Adalar’ında olduğu gibi Mali’de de Fransa kendi Afrika tekelini hesap ederek girmiştir. Mali’de altın rezervleri var belki ama Fransa’nın Mali müdahalesi direkt olarak altın rezervlerini sömürmek için değil çünkü zaten oraya mutlak bir girişi vardır. Fakat Fransa’nın temel stratejisi etkisi altında bulunan diğer Afrika rejimlerine varlığını hissettirmesi ve onlara bir anlamda güvence mesajı vermesi söz konusudur. B u durum sömürge öncesinde emperyalizmin kıtaya yerleşmesine sebep olmuş ve sömürgeciliğin kıtanın kaderi haline gelmesine yol açmışken, sömürge sonrası dönemde de bu toplumları dış müdahalelere maruz bırakmış ve dış müdahaleleri kıtanın kaderi haline getirmiştir. Bu büyük resim Afrika ülkelerinin neredeyse hepsinde söz konusudur. Mali de bu resmin bir parçasıdır. Afrika’nın bu büyük resmini görmeksizin yapılacak bir analiz eksik kalır. Fakat bu büyük resim Mali veya Afrika’daki herhangi bir ülkeye müdahale etmek için geçerli bir sebep değildir. Bu bağlamda, burada Afrika’nın tarihsel deneyimi göz önüne alınarak Mali üzerinde durulacaktır. Ayrıca, Fransa müdahalesi üzerinden Fransa’nın Afrika denklemi tartışılarak Afrika sorunsalına yeni yaklaşımlar ortaya konulacaktır. Sömürgeciliğin Sosyolojisi Afrika toplumları da sosyal Darwinistlerin iddialarının ak- sine muasır toplumların geçtiği süreçlerden geçmiştir ve batı tarafından anlaşılmasa da kendine has bir siyasal kültüre sahiptirler. Bu siyasal kült genellikle kabileler şeklinde ormanın derinliklerine dağılmış toplumlar tarafından coğrafi koşulların etkisi ile kendine has bir öz ve özne ile geliştirilmiştir. Diğer bir ifade ile toplumsal sözleşmelerin Avrupa’da gündeme geldiği varsayılan zamanlarda Afrika’da da bir toplumsal sözleşme veya toplumsallık söz konusudur. Fakat toplumlararası sözleşme Avrupa’dan daha geç gelmiştir. Toplumlar kabileler şeklinde egemenlik alanları oluşturuyorlardı. Bu egemenlik alanlarının çakıştığı yerlerde ise anlaşma yerine çatışma daha çok görülüyordu. Bir anlamda toplumlar arası ilişkiler mutlak olarak güç ile tanımlanmış oluyordu. Oryantalizm’in de söylem düzeyinde değindiği nokta burasıdır. Yani bu toplumların bir anlamda sivil devlet anlayışına geçmediği ve medenileşmediği vurgulanı- yordu. Hâlbuki Oryantalizmde Afrika ve Asya bu şekilde tasavvur edilirken Avrupa’nın bundan ne kadar ileri gittiği tartışılır. Bütün bunlarla birlikte Afrika’nın siyasal tarihinde siyasal bir paradigmadan bahsedilecekse bu paradigma sömürge paradigmasıdır. 17. Yüzyıldan itibaren başlamış olan sömürgecilik 20. Yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Elbette ki sosyal Darwinizm, oryantalizm, aydınlanma ve sömürgeciliğin denk düşmesi bir tesadüf değildir. Aydınlanma projesi batının düşünsel yayılmacılığının, sosyal Darwinizm ve oryantalizm ise sömürgeciliğin söylemi olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda iki buçuk asırlık bir sömürge tarihi Afrika’da kendine has bir sosyolojik ortam üretmiştir. Misyonerlik hareketi ve Batının teknolojik gücü kıtada Batıyı üstün kabul eden bir anlayışın gelişmesini sağlamıştır. Bu durum başlı başına söz konusu sosyolojinin temellerini teşkil etmiştir. 55 İslam Afrika kıtasına sömürge öncesi dönemde Arap tüccarlar üzerinden gitmiştir. Özellikle de Mısır ve Arabistan örneklerinden yola çıkarak kabileler emirler tarafından yönetile gelmiştir. Müslüman olmayan kabileler ise farklı diller ve farklı dinlere sahip olup kabile reisleri veya krallar tarafından yönetiliyordu. Dolayısıyla Müslüman olmayan Afrika toplumları bir nebze daha dağınıktılar ve siyasal yapılanma daha zayıftı. Bu nedenle sömürge döneminde Britanya Anglofon Afrika’da doğrudan yönetim (direct rule) ve dolaylı yönetim (indirect rule) olmak üzere iki şekilde hüküm sürüyordu. Müslümanların yaşadığı bölgeler sömürge lortlarına tabi emirler tarafından yönetiliyordu ve diğer bölgeler de direkt olarak sömürge lortları tarafından yönetiliyordu2. Bu yönetimin inşa ettiği sosyolojik kodlar sömürge sonrası dönemde etkisini göstermiştir. Müslüman Anglofon Afrika toplumlarının sömürge sonrası dönemde sömürgeci devletlere entegrasyonu misyonerlik hareketi ile Hıristiyanlaştırılan toplumlardan daha zor olmuştur. Fransa’nın sömürge politikası ise Britanya’dan farklı işlemiştir. Fransa Kuzey Afrika, Batı Afrika’nın bir kısmı ve Orta Afrika’nın çoğuna hâkimdi. Sömürgesi altında bulunan Kuzey ve Batı Afrika ülkelerinin nüfuslarının büyük bir çoğunluğu Müslüman; Orta Afrika’daki sömürge ülkeler ise büyük bir çoğunluğu mis- 56 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 yonerlerce Hıristiyanlaştırılmış geleneksel dinlere tabi bir nüfusa sahipti. Bundan dolayı Britanya’nın aksine dinsel bir ayrımla farklı yönetim modelleri geliştirmek yerine her bir kabileyi kendi içinde doğrudan yönetmeyi tercih etmişti. Zaten Fransa’nın söylem düzeyinde ideolojik olarak Afrika’ya yayılması sömürge sonrası dönemde söz konusu olmuştur; bu da daha çok siyasal yapıyı dolaylı olarak yönetip doğal kaynaklara erişimini kolaylaştırmıştır. Bu iki ana sömürge gücünün kurduğu yönetim anlayışları 19. Yüzyılın ikinci yarısında diğer Avrupalı sömürge güçlerinin de Afrika’ya gelmeye başlaması ile değişti. Afrika’nın parsellenmesi (Scramble for Africa) olarak bilinen sömürge güçlerinin etki alanlarının sınırlarının çizilmesi Afrika’da yapay sınırların ve tek tip yönetimlerin inşa edilmesine yol açmış ve sömürgeciliğin en kanlı dönemleri bu değişimle başlamıştır. Kabileler arası güç mücadeleleri, çizilen yapay sınırların meydana getirdiği çatışmalar ve sömürgeci devletlerin empoze ettiği yeni ülkeleşme politikaları kıtayı günümüze kadar gelen kanlı bir sürecin içine itmiştir. Afrika sorunsalının temeli buradan başlamıştır. Sömürge Sonrası Dönemde Fransa’nın Afrika Politikası Afrika ülkeleri bağımsızlıklarını kimi ülkede direnişlerle kimi ülkede de sömürge güç- lerinin çekilmesi ile 1940’lardan başlamak üzere almaya başladılar. Sömürge sonrası dönem Afrika sorunsalına katkı sağlayan bir süreç olmayıp bilakis Afrika sorunsalına yeni sorunlar ekleyen bir süreçtir. Burada önemli değişiklik sadece yukarıda bahsedilen sömürge paradigmasının öznesinin değişmesidir ve bu sürecin öznesi Afrikalı elitler olmasıdır. Sömürge lortlarının yerini Afrikalı lortlar alması sömürge sonrasında Afrika’da kimlik arayışının yanında bir de bölgesel güvenlik önemli bir konu haline getirmiştir. Sömürge sonrası dönemde Afrika’daki çatışma ortamından en iyi faydalanan Fransa oldu. Soğuk Savaş iki kutuplu bir dünya inşa etmişti ama Fransa bu iki kutuplu güç dengesinin etkisinden Afrika ile nispeten kurtulmuş oluyordu. İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya ve Belçika’nın Zaire, Burundi ve Ruanda gibi kolonileri Fransa ile işbirliği yapmaya başladılar. Anglofon Afrika’sının dışında kalan diğer Afrika ülkeleri için Fransa ile işbirliği içine girmek hem bölgesel önemini artırmak demekti hem de Fransa’nın askeri gücünden faydalanarak bölgesel bir caydırıcılık sağlamış oluyorlardı.3 Madalyanın diğer bir yüzü vardı elbette. Afrika iktidarları hem iç dinamikleri hem de dış dinamikler bakımından Fransız desteğini ayakta kalmak için olmazsa olmaz görüyorlarken Fransa’nın “Plan Raisonnable” stratejisi de “Afrikalı ülkelerin ulusal ordularının kurulması ve yeniden organize edilmesini Fransa’nın denizaşırı savunmasının” bir parçası olarak görüyordu.4 Diğer bir ifade ile Fransa’nın Afrika’daki askeri varlığı Afrikalı iktidarlar için bir güven ortamı sağlarken Fransa’nın da Soğuk Savaş paradigmasının iki süper gücünün etkisinden kurtulmasını sağlıyordu. Ayrıca, Afrika’da büyük bir silah ticareti marjını yakalamakla birlikte özellikle de Frankofon Afrika’nın zengin doğal kaynakları üzerinde bir anlamda bir tekel oluşturuyordu. Dolayısıyla Soğuk Savaş paradigmasının etkilerinden kurtulmak, başta silah olmak üzere Afrika pazarını elinde tutmak ve Frankofon Afrika’nın kaynakları üzerinde tekel oluşturmak amacıyla Fransa sömürge sonrası dönemde de Afrika’daki askeri varlığını önemli ölçüde korumuş ve yirminci yüzyılın ikinci yarısından bugüne 26 defa Afrika’da farklı ülkelere askeri müdahalede bulunmuştur. Fransa’nın sömürge sonrası dönemde Afrika’ya tekrar dönüşü ve Afrika’daki varlığının yasallığı her ne kadar sağlanmış ise de meşruiyeti hala sorgulanmaktadır çünkü Fransa strateji olarak her zaman kendi menfaatlerini korumak için Afrika’daki diktatör rejimleri desteklemiştir ve menfaatleri tehlikeye düştüğü zaman da o ülkelere müdahale etmiştir. Örneğin, Zaire’de Sese Seko rejimini Aşaba ka- bilesine karşı desteklemişken, Ruanda’da Habyarimana rejimini Tutsi’lere karşı desteklemiş ve 800.000 Tutsi’nin ölmesine yol açan soykırımda rol oynamıştır ve Habyarimana öldürüldükten sonra kendi menfaatleri zarar görme riskine karşı Ruanda’ya BM yetkisi ile müdahale etmiştir. Güney Afrika’da aparthayd yönetimi desteklemiş ve oraya konulan bütün silah ambargolarını kırmıştır. Libya’da Kaddafi rejimini desteklemiş ve Kaddafi’nin askeri kapasitesinin en büyük tedarikçilerinden biri olarak rol oynamıştır, fakat Kaddafi rejimini ilk vuran Fransa olmuştur. Dolayısıyla Fransa’nın Afrika politikasında insani boyut söylem düzeyinde söz konusudur. Mali Sorunu ve Fransa’nın Geleneksel Müdahalesi Mali sorunu sorunsal boyutu itibariyle Afrika toplumları için tipik bir örnek iken bu sorunun bugün alevlenmesi tesadüf değildir. Öncelikli olarak olayların seyrine baka- cak olursak Mali’deki radikal İslamcı ayaklanma Arap baharı ile gelmiştir. Özellikle de Libya müdahalesi sonrasında bu olayların Mali’de hız kazanmış olması üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bunun yanında Afrika’da radikal İslam’ın yükselişinin Afrika’da oluşturacağı ortam ve Batı’nın özellikle de Fransa’nın Afrika politikasına etkisine bakmak gerekir. Mali’de radikal İslamcı örgütler olarak bilinen üç örgüt mevcuttur. Bunlardan biri Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi (MNLA: Mouvement National pour la Libération de l’Azawad;) Mali’nin kuzeyinde Tuareg nüfusa sahip Azavad bölgesinin bağımsız bir devlet olarak Mali’den ayrılması amacı gütmektedir. Her ne kadar bölücü bir örgüt niteliğinde olsa da MNLA, Mali’de faaliyet gösteren diğer iki örgüte nazaran daha organize bir yapıya sahip. Hiyerarşik bir kuruluşa ve siyasi kanada sahip örgütün temel ilkeleri “birlik, özgürlük ve adalet” diye 57 Şayet müdahale etmezse Fransız müttefiki diğer Afrika ülkelerinin Fransa’ya olan güveni azalır ve bölgede başka destekler aramaya başlar bu da Fransız etki alanlarının Çin ve Rusya’nın kontrolüne geçmesi anlamını taşımaktadır. geçer.5 İlginçtir ki bu hareket Ekim 2011’de kurulmuş silahlı bir örgüttür çünkü örgütün militan kaynaklarının önemli bir kısmını Libya’dan geçmiş gruplar teşkil ediyor. Diğer bir ifade ile Kaddafi güçlerine destek olarak NATO karşı çatışan gruplardan kopmuş kesimler olduğu ve Kaddafi rejiminden alınan mühimmatların kullanıldığı söyleniyor. Bununla birlikte örgüt de bunu teyit ediyor. Fransa’nın Libya’dan sonra Nijer ve Mali’deki Tuareg kabilesine müdahale etmesinin söz konusu olduğunu ve bunun Batı Afrika açısından tehlikeli olduğunu vurgulayan örgüt bunun sebebinin de Kaddafi’nin Libya’nın güneyinde Tuareg’lerden oluşan özel kuvvetler istihdam ettiğini ve “Afrika krallarının kralı Kaddafi’nin Libya müdahalesinde ölmesi”6 ile Mali ve Nijer’e dönmeleri ile Fransa’nın bu ülkelere yönelik çeşitli operasyonlar düzenleyeceğini belirtmişti. Mali’de aktif diğer bir İslamcı örgüt ise Ensarüddin örgütüdür. Mali’nin kuzeyindeki Azavad bölgesinde faaliyet gösteren, etnik olarak Tuareg’lerden müteşekkil ve iddialara göre El Kaide ile sıkı bağları olan bir örgüttür. Bu 58 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 örgüt de 2011 yılında kuruldu ve Libya iç savaşından sonra ülkeden çıkan çok sayıda silah ve mühimmatla birlikte örgüt büyük oranda güçlendi. Ana amacını Azavad bölgesinde Şeriat kanunları ile yönetilen bağımsız bir ülke kurmak olarak ilan eden Ensarüddin, Mali’deki iç savaşın başlarında MNLA ile işbirliği kurarak kuzeydeki konumunu sağlamlaştırmıştı. Ancak Haziran 2012’de MNLA’nın işbirliğini bozması sonrasında iki örgüt birbiri ile de çatışmaya başladı. Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi’nin desteğini alan Ensarüddin, MNLA’ya karşı önemli üstünlük ele geçirdi.7 Mali’de hatta Batı Afrika’da güçlü olan diğer bir İslamcı örgüt ise Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi’dir. İslâmî Mağrib El Kaide örgütünün bir nevi “şubesi” olarak Ekim 2011’de kurulan Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi (Movement for Oneness and Jihad in West Africa; MOJWA) örgütünün militan tabanının ağırlığını Cezayir’den kaçan Selefiler teşkil ediyor. Örgütün lideri de Moritanya kökenli Hamza Uld Muhammed Heyru’dur. Örgüt, Ensarüddin ile yakın işbirliği içinde. Bu işbirliği, Goa’nın ele geçiril- mesinde kilit rol oynadı. Eylül ayında da Douentza’nın büyük kesimini ele geçirdi. Hareketin ilginç bir özelliği, ilgi alanının sadece Mali değil, tüm Batı Afrika’yı kapsaması. Mali dışında Cezayir’de de güçlü bir varlığı bulunuyor. Bu üç örgüt de Mali’nin kuzeyinde etkin rol oynarken Mali’de 2012 Mart ayında ordu Mali hükümetinin bu örgütlerle mücadelede yetersiz kaldığı gerekçesi ile darbe yapmıştı. İlginçtir ki darbeden hemen sonra darbe hükümeti BM’ye müdahale çağrısında bulundu. BM de Ekim 2012’de Afrika Birliği ve Batı Afrika Devletleri Ekonomi Topluluğu’na müdahale etme yetkisi verdi8 ve her iki örgüt de Fransa ve ABD’nin lojistik desteğine rağmen bir eylem planı çıkarıp Mali’ye müdahale etmek konusunda yetersiz kaldı. Bunu üzerine Fransa askeri olarak 11 Ocak 2013 itibariyle Mali ordusu ile birlikte ülkenin kuzeyindeki örgütlere saldırdı. Burası elbette ki işin yasal kısmıdır. Yani Fransa’nın Mali müdahalesi uluslararası hukuk açısından yasallığı açıktır. Öncelikle BM’nin bölgesel aktörleri görevlendirmesi ve güvenlik konseyi üyelerinin lojistik desteğinin söz konusu olması daha sonra devletin rızası dâhilinde ülkeye müdahale edilmesi sırasıyla gerçekleşmiştir. Fakat burada tartışılacak konu Fransa’nın müdahalesi değil bu süreçlerin hiç birinin tesadüfî olmaması ve Afrika kıtası bağlamında makro hesaplar taşıdığıdır. Öncelikli olarak Mali’de söz konusu İslami cihat söylemi taşıyan örgütler başarılı olursa bu durum Afrika genelinde iki önemli etkiye yol acar. Bunlardan birincisi İslami cihat konusu diğer bütün Afrika ülkelerinin de sorunsalıdır. Dolayısıyla Mali’nin bu anlamda düşmesi diğer bütün Afrika ülkelerinde benzer bir tırmanışın olması korkusudur. Hatta Anglofon bir Afrika ülkesi olan Nijerya’nın Frankofon olan Mali’ye askeri çıkarma yapması da kendi içindeki Boko Haram örgütünün Mali’deki İslamcı örgütlerle benzerlik taşıması önemli rol oynamaktadır. Başta Fransa olmak üzere çoğu Batı ülkelerinin hatta Çin’in bile korkusu bu anlamda Afrika’da istikrarsızlığın tırmanmasıdır. Ayrıca radikal İslam gruplarının Afrika’nın derinliklerine kök salıp Afrika kıtasının bir anlamda üs haline getirmesidir. Diğer önemli etkisi de Afrika’da siyasal veya radikal İslami örgütlerin güçlenme- si ve iktidarlar devirmesi her ne kadar bugüne kadar görülmemiş bir şey değil ise de Afrika’da hegemonik etkiler azaldıkça yukarıda bahsedilen sömürge sonrası kimlik arayışlarının İslamcılıkla buluşmasını beraberinde getirecektir. Bu durum başlı başına Afrika’da paradigma değişikliğine yol açar. Sosyolojik bir dönüşüm söz konusu olma ihtimali vardır. Dolayısıyla Mali’deki tırmanışın Afrika’da bir kara delik oluşturma ihtimalinden korkuluyor. Bunun İslam âlemine çok katkıları olup olmayacağı tartışılır. Radikal olmaları hasebiyle zararları da olabilir fakat Afrika’daki Batı hegemonyasını bitiren bir olgu olma özelliği taşıyor. Bunlarla birlikte Mali operasyonu Fransa için de bir anlam taşımaktadır. Tıpkı Ruanda’da Libya’da Fildişi Adalar’ında olduğu gibi Mali’de de Fransa kendi Afrika tekelini hesap ederek girmiştir. Mali’de altın rezervleri var belki ama Fransa’nın Mali müdahalesi direkt olarak altın rezervlerini sömürmek için değil çünkü zaten oraya mutlak bir girişi vardır. Fakat Fransa’nın temel stratejisi etkisi altında bulunan diğer Afrika rejimlerine varlığını hissettirmesi ve onlara bir anlamda güvence mesajı vermesi söz konusudur. Şayet müdahale etmezse Fransız müttefiki diğer Afrika ülkelerinin Fransa’ya olan güveni azalır ve bölgede başka destekler aramaya başlar bu da Fransız etki alanlarının Çin ve Rusya’nın kontrolüne geçmesi anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Fransa insani kaygılardan ve uluslararası meşruiyetten uzak bölgesel olarak Afrika’daki etki alanını koruması amacı söz konusudur. Sonuç olarak bütün tartışmaların ötesinde makro hesapların döndüğü Afrika kıtasının önümüzdeki yıllarda da çeşitli müdahalelere maruz kalacağı söylenebilir. Çünkü sömürge hegemonları çekildikçe o bölgelerde yeni akımlar baş gösterecek ve yeni küresel güçler oralarda etkili olmaya başlayacaklardır. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hegemonyanın el değiştirmesinden farklı olarak çeşitli çatışma alanları oluşturması söz konusudur. Dipnotlar 1 Meredith Martin (2006) The state of Africa a History of fifty years of Independence, CBS Publishing, London. 2 Hodgkin, Thomas Lionel (1975) Nigerian Perspective: A Historical Anthology , Oxford University Press 3 McNulty Mel (1997): France’s role in Rwanda and external military intervention: A double discrediting, International Peacekeeping, 4:3, sf 28 4 McNulty Mel (1997): Ibid, 28 5 http://www.mnlamov.net/ 6 http://www.mnlamov.net/medias/47-medias/75-mali-niger-sous-les-cris-des-armes-le-murmure-des-touaregs-. html 7 http://www.siyahgribeyaz.com/2013/01/afrika-bildiginiz-gibi-mali-ic-savas-ve.html 8 http://www.un.org/News/Press/docs/2012/sc10789.doc.htm 59 MALİ’DE REKABET: FRANSA NE ARIYOR? Zeynep SONGÜLEN İNANÇ DIŞ POLiTiKA SDE Uzmanı Fransa’nın ekonomik yayılma becerisini kısmen de olsa yitirdiği ve Çin’in Fransa’dan kalan boşlukları acilen doldurduğu Afrika’da rekabet, gün geçtikçe kızışıyor. Ekonomik ve sosyal kanallar üzerinden ve ikna kabiliyetini kullanarak bölgede etkin olamayan aktörler, askeri güce dayanarak sert önlemlere başvuruyorlar. F ransa 11 Ocak 2013’te Mali’ye hava saldırıları düzenleyerek bu ülkeye operasyon başlattı. Bu müdahalenin temelinde radikal İslamcılarla mücadele edilmesi olduğu Fransız makamlarınca dile getirildi. Buna ek olarak Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius Mali’nin, Fransa’nın Afganistan’ı olmayacağını ve doğrudan müdahalenin çok kısa süreceğini bildirdi. Bunun ardından Fransa’nın, bölge ülkelerinin duruma dahil olmasını beklediği ve Fransa’nın destekleyici güç olarak faaliyet göstereceği eklendi. İspanya kadar büyük bir alanda kontrol sağlanması hedeflenmesine rağmen bunun gerçekleştirilmesinin kolay olmadığı belirtilmeli. Bu anlamda Fransa’nın Afganistan’dan erken çekilmesine neden olan etkenleri unuttuğu söylenebilir. Ancak bunun ötesinde Fransa’yı Mali’ye müdahale etmekten alıkoyamayan başka etkenlerin de bulunduğu ileri sürülebilir. Mali’ye müdahalenin gerekçesi olarak Konna kentinin İslamcılardan geri alınmasına yardımcı olmak gösterildi. Konna başkent Bamako’ya 550 km. uzakta bir şehir ve Fransız operasyonundan bir hafta önce İslamcıların kontrolüne geçti. Bu açıdan Konna, tehlikenin başkente yaklaştığını gösteren önemli bir sembol olarak görülüyor. Mali’de Mart 2012’de gerçekleşen darbenin ardından ülkede ortaya çıkan istikrarsızlık, İslamcıların güçlenmesiyle sonuçlandı ve bu durum Fransa için bir fırsat yarattı. Düzenli bir orduya ve hatta modern anlamda bir devlet yapısına sahip olmayan Mali’de operasyon, Mali hükümetinin çağrısı üzerine başlatıldı. BM Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin dahil olmak üzere oybirliğiyle alınan karar sonucunda Mali’ye komşu Afrika ülkelerinin müdahale etmesi ve Fransa’nın askeri eğitim ve malzeme tedariki başta olmak üzere sürece destek vermesi öngörülüyordu. Fransa’nın başlattığı operasyona Nijerya, Burkina Faso, Gana, Nijer, Togo, Fildişi Sahili, Senegal, Benin gibi bölge ülkeleri katılırken ABD, İngiltere, Almanya, Belçika ve Danimarka gibi ülkeler destek olmakla yetiniyorlar. Fransa, Mali’nin kuzeyinde uluslararası güvenliği tehdit eden bir yapı bulunduğunu ve bu yapının tüm uluslararası aktörler için tehlike arz ettiğini belirtiyor. Ülkenin yarısının kontrolünü elinde tutan El Kaide ve bağlantılı gruplar batı sistemi için bir tehdit olarak nitelendiriliyor. Fransa, yürüttüğü operasyonun terörle mücadele bağlamında değerlendirilmesini bekliyor ve bu anlamda hem uluslararası toplumu hem de bölge ülkelerini destek vermeye teşvik ediyor. İslami militan hareketin Afganistan’ın ve Irak’ın ardından Afrika’yı yeni bir cephe haline getirdiği görülüyor. Söz konusu hareketin yükselişte olduğu ve yerel seviyede önemli bir destekçi kitlesine ulaştığı söylenebilir. Mali özelinde bakıldığında El 61 Kaide’nin desteğini alan ve bu örgütle organik bağı bulunan, maddi anlamda güçlü, Libya’dan gelen savaşçıları da içeren bir yapılanmayla Ensar el Din örgütünün ülkenin kontrolüne talip olduğu ifade edilebilir. Bu kontrolün silah zoruna dayandığı ve şeriat kuralları üzerinden tasarlandığı da eklenebilir. Bunun dışında ülkedeki pek çok örgütün yanı sıra Mali’de bağımsızlık mücadelesi veren en tanınmış örgüt Tuareg’ler olarak biliniyor. Bir dönem Ensar el Din ile işbirliğine de giden Tuareg’ler özünde milliyetçi, ayrılıkçı ve laik bir çizgi izliyorlar ve Mali’nin geleceğini halkın belirlenmesinden yana bir tavır benimsiyorlar. 62 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Bu noktada Mali’deki farklı örgütlenmeler arasındaki ortak nokta İslam olarak nitelendirilebilir. Zira İslam, Mali’de ve genel anlamda Afrika’da sömürgeciliğe karşı eskiden beri birleştirici unsur olarak işlev görmüş. Bu anlamda bölgede İslami referansların zorunlu olarak terörle bağdaştırılmadığı görülüyor. Buna karşın BM Güvenlik Konseyi’nden çıkan karar, sınır aşan en önemli ademi merkeziyetçi örgütlenme olarak El Kaide’nin uluslararası toplulukta ciddi bir endişe yarattığını gösteriyor. Sınır aşan bir güvenlik tehdidine karşı ortak hareket edilmesi ve Fransa’nın bunun liderliğini üstlenmesi genel olarak kabul görmüşe benziyor. Sömürgecilik her ne kadar sona erse de sömürgeci güç olarak Fransa’nın bölgeyle bağları korunuyor. Fransa geçmişteki sömürgeci kimliğine dayanarak ister istemez kendisini Afrika’daki en etkili güç olarak görüyor. “Francafrica” olarak kısaltılan bu yaklaşımın temelinde siyasi etkinlik gösterirken ve bölgenin kaynaklarını kullanırken ayrıcalıklı statüde yer alma isteği bulunuyor. Fransa bu hedefe yönelik olarak Afrika kıtasındaki farklı ülkelere bağımsızlıklarını kazandıklarından beri çeşitli fırsatlarda müdahale düzenliyor. Sömürgecilik döneminin sonunda bölgede ortaya çıkan iç savaşlar, darbeler, isyanlar karşısında Fransa, örneğin Çad’a 1968, 1978, 1983, 1986 ve 2008 olmak üzere toplam beş kez müdahale etmiş. 1964’te Gabon’a, 1991’de Etiyopya’ya, 1994’te Ruanda’ya derken 1950’li yıllardan itibaren Fransa’nın Afrika kıtasına 25’ten fazla operasyon düzenlediği biliniyor. Son olarak 2011’de Fildişi Sahili’ne ve Libya’ya operasyon düzenlenmiş. Fildişi Sahili’ne ve Libya’ya düzenlenen ve son halkasını Mali’nin oluşturduğu müdahaleler Fransa’nın sömürgecilik sonrasında etkisi altına almaya çalıştığı bölgeye işaret ediyor. Fransa söz konusu müdahale kararlarını verirken etkin ve hızlı bir tutum benimsedi. Kararsız ve çekimser bir yaklaşımın yaratacağı boşluğu iyi hesap etti ve bu anlamda gücünü sınırlandırmak istemedi. Ayrıca Fransa’daki iktidar değişikliği Afrika’ya yönelik izlenen politikanın ana hatlarında herhangi bir değişiklik yaratmadı. Bu itibarla Fransa’nın Mali’deki farklı örgütlenmeler arasındaki ortak nokta İslam olarak nitelendirilebilir. Zira İslam, Mali’de ve genel anlamda Afrika’da sömürgeciliğe karşı eskiden beri birleştirici unsur olarak işlev görmüş. radikal İslam ile mücadele başlığı altında sürdürdüğü operasyonun yukarıda belirtildiği üzere başka unsurlarla da ilişkili olduğu öne sürülebilir. Çin’in ABD’yi dahi geride bırakarak Afrika’daki en önemli yatırımcı olduğu yönünde çalışmalar yapılıyor. Geçmişte ayrıcalıklı ilişkilerden faydalanan ve istekleri yönündeki siyasi, ekonomik ve sosyal ilişkileri tesis eden Fransa, Çin’in bu yayılmacı ve saldırgan ekonomik etkinliği karşısında aynı ölçüde etkili olamadı. Fransız sermayesi, Afrika kıtasını gönüllü olarak eski sömürgeciyle ayrıcalıklı bağlar kurmaya ikna etmeye yetmedi. Fransa Sarkozy’nin son dö- neminde 2011 yılında Fildişi Sahili’ne ve Libya’ya müdahale ederken, özellikle Libya’ya müdahalenin lider koltuğunda otururken, Afrika’dan beklentiler son derece yüklü bir listeye karşılık geliyordu. Ancak Fransa beklenen ölçüde Afrika’ya giremedi ve beklenen kazancı edinemedi. Bu çerçevede Mali’deki zengin uranyum ve altın kaynakları başta olmak üzere doğalgaz, elmas, petrol, boksit, demir, bakır gibi kaynaklar ve bu kaynakların işlenmesi Fransa için çok önemli görünüyor. Fransa’nın ekonomik yayılma becerisini kısmen de olsa yitirdiği ve Çin’in Fransa’dan kalan boşlukları acilen doldurduğu Afrika’da rekabet, gün geçtikçe kızışıyor. Ekonomik ve sosyal kanallar üzerinden ve ikna kabiliyetini kullanarak bölgede etkin olamayan aktörler, askeri güce dayanarak sert önlemlere başvuruyorlar. Örneğin Türkiye’nin Afrika açılımı ne mutlu ki ilk seçeneğe dayanıyor gibi. Bunun tersini uygulayan Fransa’nın agresif yaklaşımları ise Afrikalıları kızdırıyor. Bu nedenle Fransa’nın öncelikle yeni bir hafıza yaratmaya ihtiyacı olduğu anlaşılıyor. 63 ÇİN’İN YENİ YÖNETİMİ VE SİYASAL REFORM Doç. Dr. Erkin EKREM DIŞ POLiTiKA SDE Uzmanı Çin liderlerinin farklı zaman ve ortamdaki konuşmalarına göre, Yeni Çin yönetiminin kısa vadeli hedefi giderek ağırlaşan yolsuzluk ve çürümüşlük sorunlarını ortadan kaldırmak, yönetimi sağlamlaştırmak ve ekonomik kalkınma sürecini istikrarlı götürmektir. Orta vadeli hedefi ise 2020 yılına kadar orta derecede müreffeh (Xiao-kang) bir toplumu oluşturmaktır. Ç in Komünist Partisi (ÇKP) Temmuz 1921’de, Şanghay şehrinde, Enternasyonal örgütünün desteği ve 12 vekilin (toplam üye 57) katılımı ile gizlice kuruldu. 1927 yılına gelince silahlı mücadelenin mağlubiyete uğraması ile birlikte partide yol ayrımı yaşandı. Milliyetçi Çin (KMT) Hükümeti’nin baskısı ve saldırılarına rağmen uluslararası konjonktürü ve mevcut hükümetin başarısızlıklarından dolayı yaşanan iç savaşta (1945-1949) ÇKP galip çıkarak 1 Ekim 1949’da Çin Komünist Partisi’nin yönetiminde Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Çin Komünist Partisi yönetimi güç kaynağını, tarihî misyonu ve halkın desteği olarak deklere etmişti. Çin’de yönetim değişikliği beş yılda bir yapılan Çin Komünist Partisi Ulusal Halk Kongresi ile gerçekleşmekte ve kongre 1921 yılından bu yana 18 defa düzenlenmiştir. Çin Komünist Partisi’nin en son düzenlenen 18. Kongresi, 8-14 Kasım 2012’de Pekin’de ÇKP Yönetim Yapısı ÇKP Başkanı (1) ÇKP Politbüro Daimi Komitesi (7) ÇKP Politbüro Üyesi (25) ÇKP Merkez Komitesi (205) Parti Vekilleri (2270) ÇKP üyesi (82.206 milyon) düzenlenmiş, 15 Kasım’da ise 18. Kongresi’nin 1. Genel Toplantısı yapılmış, söz konusu toplantıda Çin Komünist Partisi’nin yönetim kabinesi sırasıyla ilan edilmiştir. 82 milyon 206 bin üyesi olan Çin Komünist Partisi, 2270 seçilmiş vekil ile yapılan Kongre sonrası 205 üyeden oluşan Komünist Partisi Merkez Komitesi teşkil edilmiştir. Merkez Komitesi yedek üye olarak 171 kişi ve ayrıca Merkez Komitesi Disiplin Kurulu’na 130 üye seçilmiştir. Çin Halk Kur- tuluş Ordusu, Çin Komünist Partisi’ne bağlı olduğu için 11 kişiden oluşan Askerî Merkezi Komitesi de oluşturulmuştur. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nden Çin’i yönetecek olan ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu (Politbüro) yani 25 kişiden oluşan Çin Komünist Partisi’nin yönetim kurulu da belirlenmiştir. Söz konusu yönetim kurulundan 7’si daimi üye seçilmiştir. 7 kişiden oluşan Politbüro daimi üyeleri Çin’in en yetkili şahıslarıdır. Politbüro daimi üyeleri arasından başkan olarak seçilen Xi Jinping ise, Çin Komünist Partisi’nin en yetkilisidir. Xi Jinping’in Başkan ve Li Keqiang’ın Başbakan olacağı 2007’de düzenlenen ÇKP’nin 17. Kongresi’nde belli olmuştu. ÇKP Siyasî Bürosu’nun diğer 5 üyesi ise, ÇKP’nin 18. Kongresi’nde belirlenmişti. ÇKP’nin 18. Kongresi’nde seçilen Merkez Komitesi üyelerinin bazıları Mart 2013’te düzenlenecek olan Çin Halk Kongresi ile Çin Halk Siyasî İstişare Komitesi toplantılar- 65 ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu Daimi Üyeleri Adı Yaşı Eski Görevleri Yeni Görevleri Xi Jinping 59 ÇKP Başkan Yardımcısı, Devlet Başkan Yardımcısı, Merkezî Askerî Komitesi Başkan Yardımcısı ÇKP Merkez Komitesi Başkanı, Merkezî Askerî Komitesi Başkanı, Devlet Başkanı (Mart 2013) Li Keqiang 57 Başbakan Yardımcısı Başbakan (Mart 2013) Zhang Dejiang 66 Başbakan Yardımcısı ve Chongqing Özel Belediyesi Parti Sekreteri Çin Halk Kongresi Başkanı (Mart 2013) Yü Zhengsheng 67 Şanghay Parti Sekreteri Çin İstişare Komitesi Başkanı (Mart 2013) Liu Yunshan 65 Parti Propaganda Komitesi Başkanı ÇKP Merkezî Komitesi Sekretaryası Başkanı Wang Qishan 64 Başbakan Yardımcısı ÇKP Merkezî Komitesi Disiplin Kurulu Başkanı Zhang Gaoli 66 Tianjin Parti Sekreteri Başbakan Yardımcısı (Mart 2013) dan sonra hükümette görev alacaklardır. Çin Komünist Partisi Tüzüğü ve Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’na göre, Çin Halk Kongresi ile Çin Halk Siyasî İstişare Komitesi de Çin Komünist Partisi liderliğinde yürütülecektir. Yani ÇKP Merkez Komitesi Başkanı ve Merkezî Askerî Komitesi Başkanı görevini üstlenmiş olan Xi Jinping, Mart 2013’te yapılacak olan Çin Halk Kongresi’nden sonra Devlet Başkanı görevini de devralacaktır. Keza Başbakan Yardımcısı olan Li Keqiang da, Çin Halk Kongresi’nden sonra Çin’in Başbakanı olacaktır. ÇKP Siyasî Bürosu’nun diğer 5 üyesi de tespit edilen görevlerini üstleneceklerdir. 1945 yılında tesis edilen ÇKP Siyasî Bürosu ya da ÇKP Politbürosu, parti ve devlet yönetiminde en yetkili organ olup, devleti ilgilendiren en önemli kararnameler bu or- 66 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 ganda yer alan üyeler tarafından uzlaşarak alınmaktadır. Bu demokratik merkeziyetçi yönetim sistemi olarak tanıtılmaktadır. Üyelerin yaşı 68’i aşmayacak ve deneyimli olması gerekmektedir. ÇKP Siyasî Bürosu beş yılda bir yapılan ÇKP Kongresi ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Kongre aralarında ÇKP Siyasî Bürosu’nun görevini, aslında ÇKP Siyasî Bürosu Daimi üyeleri yani 7 üyeden oluşan Siyasî Bürosu Daimi Komitesi tarafından fiilen yürütülmektedir. Çin’in asıl yöneticisi ÇKP Siyasî Bürosu Daimi Komitesi’dir ve Parti Başkanı Xi Jinping de bu Komite’ye başkanlık yapmaktadır. Ancak, karar alırken Xi Jinping’in sadece bir oy kullanma hakkı olduğu gibi diğer 6 üye üzerinde daha fazla etkisi yoktur. Bunun Mao Zedong ve Deng Xiaoping gibi güçlü liderlerin (strong leader) olmadığı bir ortamda, parti yönetimini güçlendirme- nin hedeflenmiş olduğu anlamına gelmektedir. Ancak aynı zamanda partide askerî ve devlet başkanlığını üstlenen Xi Jinping gibi en üst düzey liderin gücü de paylaşılmıştır yani Xi Jinping’in liderlik gücü zayıflaştırılmıştır. Siyasî Bürosu Daimi Komitesi’nde yer alan Çin yönetici üyelerinin profilleri incelendiğinde muhafazakâr ağırlıktaki Komite’nin güç dengesinin eski Başkan Jiang Zemin’dan (86) yana olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte ÇKP’nin 18. Kongresi’ne alışılmışın dışında eski Başkan Jiang Zemin ve diğer emekli olan Çin liderlerinin de iştirak etmeleri ve ön sırada yer almaları, yeni oluşan Siyasî Bürosu Daimi Komitesi ve Başkan Xin Jinping’in üzerinde eski Çin liderlerin etkisinin olacağını göstermektedir. Yeni oluşan Siyasî Büro Daimi Komitesi’nde yer alan üyele- rin Parti ideolojisine bağlılık özelliklerine göre söz konusu Komite Parti’nin otoritelerini korumasını ve mevcut siyasî yolda devam edilmesinin hedeflenmiş olduğu görünümünü vermektedir. Aynı şekilde sürdürülmekte olan Çin dış politikasının da değişmeyeceğinin sinyalini vermektedir. Çoğunluğu ileri yaşta olduğu bilinen Siyasî Büro Daimi Komitesi üyeleri Çin’in siyasal ve ekonomi alanında ciddi reform yapılması umudunu vermemektedir. Çin toplumunun ve uluslararası kamuoyunun beklediği reformun yapılması zayıf gözükmektedir. Xi Jinping’in en yakın destekçisi ve Siyasî Büro üyelerinden olan ÇKP’nin Teşkilat’tan sorumlu Bakanı Li Yüanchao (62) ile mevcut yönetimde en reformist olarak bilinen Guangdong Eyalati Parti Sekreteri Wang Yang’ın (57) olmayışı, Xi Jinping yönetiminin, yenilikleri ve reformları yapmasını beklemeyi zorlaştırmaktadır. Ancak 5 yıl sonra yapılacak ÇKP’nin 19. Kongresi sırasında mevcut Siyasî Büro Daimi Komitesi üyelerinin yaşlarından dolayı 5 üyesinin ayrılacağı gibi emekli olan eski Çin liderlerin çoğu da ölmüş olacaktır. Neticede, ÇKP’nin 19. Kongresi sonrası Başkan Xi Jinping’in ikinci döneminde Siyasî Büro’da ve Siyasî Büro Daimi Komitesi’nde kendisini destekleyen kişilerin gelebileceğini ve daha bağımsız olarak Çin’i yönetmenin fırsatını yaratmaktadır. Bu durumda 1945 yılında tesis edilen ÇKP Siyasî Bürosu ya da ÇKP Politbürosu, parti ve devlet yönetiminde en yetkili organ olup, devleti ilgilendiren en önemli kararnameler bu organda yer alan üyeler tarafından uzlaşarak alınmaktadır. Li Yüanchao ve Wang Yang gibi reformistler de Siyasî Büro Daimi Komitesi’ne girebileceği gibi Çin’in daha güçlü olması için reform siyasetini benimsemiş diğer kişilerin önemli göreve atanabilmesi imkânını yaratmaktadır. Başkan Xi Jinping, Çin’in içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, toplumsal ve dış politika alanındaki zorlukları aşabilmesi ve Çin Komünist Parti tarihinde iz bırakabilmesi için bu fırsatı kullanabilir. Diğer bir mesele ise, 25 üyeden oluşan ÇKP Merkezi Komitesi Siyasî Bürosu’nda eski Siyasi Bürosu üyesi ve Devlet Konseyi üyesi Liu Yandong ile Fujian Eyalati Parti Sekreteri Liu Chunlan gibi iki kadın üye bulunmaktadır. Bu da ÇKP Siyasî Bürosu tarihinin ilki olmuştur. Ancak ÇKP Siyasî Bürosu Daimi Komitesi’nde kadın üyesinin olmayışı söz konusu Siyasî Bürosu’nun kadınlara henüz yer vermediğini daha çok erkeksi özelliği olduğunu göstermektedir. Yeni Yönetimin Siyasal Reformu Çin liderlerinin farklı zaman ve ortamdaki konuşmalarına göre, Çin’in yeni yönetiminin kısa vadeli hedefi giderek ağırlaşan yolsuzluk ve çürümüşlük sorunlarını ortadan kaldırmakla yönetimi sağlamlaştırmak ve ekonomik kalkınma sürecini istikrarlı götürmektir. Orta vadeli hedefi ise 2020 yılına kadar orta derecede müreffeh (Xiao-kang) bir toplumu oluşturmaktır. Yani kişi başı gayri safi yurtiçi hâsılasını (kişi başı GSYİH) 2010 yılından 2020 yılına kadar bir kat (kişi başı GSYİH 4000-5000 dolar, GSYİH ise 12 trilyon dolar) arttırılmasıdır. Bu da Çin Komünist Partisi’nin yüzüncü yıl hedefidir. Bazı uzmanlara göre bu hedefe 8 yılda ulaşabilir. Uzun vadede ise, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına kadar müref- ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu Daimi Üyesinin Güç Dağılımı Kızıl Prensler Xi Jinping, Yü Zhengsheng, Wang Qishan Jaing Zemin Zhang Dejiang, Yü Zhengsheng, Liu Yunshan, Wang Qishan, Zhang Gaoli Hu Jintao Li Keqiang 67 Yeni Çin liderleri yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve kanunsuzluğa karşı mücadeleleri başlatmış durumdadır. Nitekim onların nazarında bu sorunlar parti ve hâkimiyetin kaderini belirlemektedir. feh, demokratik, medenî ve uyumlu bir sosyalist modern devleti hedeflemektedir. Buradaki modern devletin ölçüsü ise endüstriyel, tarımsal, milli savunma ve bilim ile teknoloji gibi dört alandaki modernleşmedir. Çin’in nihai hedefi, Çin ulusunun yeniden büyük canlanışını yakalamaktır. Çin Komünist Partisi Başkanı Xi Jinping de bu hedefi “Çin Rüyası” olarak tanımlamaktadır. Çin komünistlerin nihai ideali Çin Komünizmi’nin gerçekleşmesidir, Çin Komünist Partisi ve Çin halkının rüyası ise sosyalist modernleşme ve Çin ulusunun yeniden büyük canlanışıdır. Xi Jinping’in başkanlığındaki yeni Çin yönetimi bir sürpriz olmasa 2022 yılına kadar devam edeceğine göre orta vadeli hedefi gerçekleştirmeye çalışacaktır. Ancak, Başkan Xi Jinping’i şimdiden ciddi sorunlar beklemektedir. Çin’in hızlı ekonomik büyümesi ile birlikte meydana gelen ciddi yolsuzluklar orduda da yaşanmaktadır. Hukukun sağlıklı işleyememesi, gelir dağlım dengesizliğinin ciddi boyuta ulaşması, toplumsal çatışmaların yılda 10 binlerce yaşanması, uluslararası finansal kriz ile birlikte Çin ekonomisinin durgun dönemine gir- 68 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 mesi ve bununla birlikte enflasyon ve işsizlik durumunun yaşanması merkezi yönetimin istikrarına zarar vermektedir. Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan gibi uluslararası boyut kazanmış ayrılıkçı hareketler de Çin’in yükselişiyle birlikte etkisini arttırmaktadır. Ekonomik kalkınma için yurtiçi ve yurtdışı istikrar ve güvenlik ortamını yaratma stratejisi üzerinde inşa edilen dış politikası da birçok tehditlerle yüz yüze kalmaktadır. 30 yıldan beri sürdürülen iyi komşuluk ilişkileri de son yıllarda başarısızlığa uğramaktadır. Dünyanın üçüncü ekonomisi olan Japonya ile yaşanan siyasî ve güvenlik sorunları ve bundan dolayı ekonomi-ticaret ilişkilerine olumsuz etkileri; Filipinler ve Vietnam arasında yaşanan adalar konusunda hak iddiaları ve yükselen Çin’in komşu ülkelere güven veren ve endişelerini yatıştıracak yumuşak gücünü üretememesi; en önemlisi ABD’nin 2010 yılından buyana uygulamaya başladığı Asya’ya Geri Dönüş (return to Asia) ya da Yeniden Dengeleme” (strategic rebalancing) Stratejisi ve bundan dolayı ABD’nin Çin’i stratejik kuşatma altına alma politikası Çin’in dış çevresinin kötü- leşmesine neden olmaktadır. Devlet Başkanı Hu Jintao’nun ifadesiyle Çin şu anda benzeri görülmemiş fırsatlar ve zorluklar (meydan okuyuşu) ile yüz yüze kalmaktadır. Yeni Çin merkezi yönetiminin bütün bu sorunlara çözüm getirmesi gerekmektedir. Aksi halde Komünist Parti’nin tek başına yönetme iktidarının meşruluğu tartışma haline gelebilir. Çin liderleri bu tehlikenin farkındadır. Kısa vadede yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve kanunsuzluğa karşı çıkmadığı takdirde hem Çin’in gücü hem de Çin Komünist Partisi yok olacaktır. 27 Mart 2012’de düzenlenen Halk Kongresi’nde konuşan Başbakan Wen Jiabao, yolsuzluk ve çürümüşlüğe karşı çözüm bulamadığı takdirde Çin hâkimiyetinin mahiyeti değişebilir ve sonunda hâkimiyetinin de çökeceği dile getirilmektedir. 8 Kasım 2012’de Çin Komünist Partisi’nin 18. Kongresi’nde konuşan Devlet Başkan Hu Jintao, yolsuzluk ve çürümüşlük sorunun halkın en çok ilgilendiği büyük bir siyasî sorun olduğunu ve çözülemez ise partiye ölümcül darbe indirmiş olacağını, hatta partinin de devletin de yok olacağının altını çizmiştir. 19 Kasım 2012’de, Çin Komünist Partisi Başkanı Xi Jinping de, yaptığı konuşmasında yolsuzluk sorunun giderek ciddi boyutlara ulaştığını ve devam ederse, hem partinin hem de devletin yok olacağını vurgulamıştır. Çin’i bugünkü duruma getiren 70 yıllık Üç Aşamalı Kalkınma Stratejisi’nin (1987-2050) sahibi ve Mao’dan (1893-1976) sonra Çin’in ikinci nesil lideri Deng Xiaping (1904-1997) de bu tür tehlikeli durumdan bahsetmiştir, ancak siyasî kurumsal reform yapılmadığı takdirde parti ve devletin mahiyetinin değişeceğini ve hatta partinin ve devletin yok olmasına sebep olacağını belirtmişti. Deng Xiaoping’e göre, “sadece ekonomik sistemin reformu yetmez, siyasal sistemin reformunun yapılmaması durumunda ekonomik sistemin reformundan da sonuç alınamaz”. Bu bağlamda, “Çin’in bütün reformlarının başarılı olup olmaması siyasal sistemin reformuna bağlıdır.” Deng Xiaoping, Çin’de “siyasal sistemin reformu mecburi ve acil” olduğunu ifade etmişti. Ancak, Deng Xiaoping’in ölümünden sonra Başkan Jiang Zemin’in dönemi (1989-2002) ve Başkan Hu Jintao’nın döneminde (2002-2012) sadece siyasal ekonomik sistemin reformu ve siyasal kurumlara yönelik bazı reformlar yapılmıştır fakat siyasal sistemin reformu hiç yapılmamıştır. Bugün Çin liderlerinin yüz yüze kaldığı siyasal, toplumsal ve ekonomi alanındaki çıkmazlarının büyük ölçüde hızlı büyümekte olan ekonomik gücüne paralel olarak siyasal sistemin reformunun yapılamamasından kaynaklanmaktadır. Çin’in yeni liderleri yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve kanunsuzluğa karşı mücadele başlatmış durumdadırlar. Nitekim onların nazarında bu sorunlar parti ve hâkimiyetin kaderini belirlemektedir. Fakat siyasal reform ve bununla birlikte yargı-hukuk alanındaki reformun yapılmadığı takdirde yüzeysel ve dönemsel çözüm getirebilir, kökten çözülmesi zordur. Deng Xiaoping 30 yıl öncesinde bunu dile getirmişti. Çin liderleri reform sözcüğünü sıkça kullanmaktadırlar. Devlet Başkanı Hu Jintao’nın ÇKP 18. Kongresi’nin açılış konuşmasında reform sözcüğünü 86 defa kullanmıştır. Bunların arasında, dışa açılma ve reform sözcüğü 19 defa; reform ve kalkınma sözcüğü 7 defa, siyasal sistemin reformu 5 defa; ekonomi sisteminin reformu 3 defa geçmekte ve diğerleri ise kurumlara yönelik reformları kapsamaktadır. Çin’in müstakbel Başbakanı Li Keqiang da, Çin’in en büyük karı reform yapmakla elde edeceğini belirtmektedir. Ancak siyasaldan çok ekonomi ve kurumlar üzerindeki reformdan bahsetmektedir. Batı bası- nı, Başkan Xi Jinping’in siyasal reform yapmasından beklentileri var ve reform yapmadığı takdirde riskin daha fazla olacağını ileri sürmektedir. Üstelik ekonomi üzerindeki reform da kolay olmayacaktır. Çinli uzmanlar ise reformun şartları oluşmadan eyleme geçilir ise daha fazla risk bulunacağını belirtmektedir. Çin’in en meşhur ekonomisti Wu Jinglian de Çin’in ekonomik ve toplumsal sorunları neredeyse kritik bir noktaya ulaştığını ve siyasal reformu aşamalı olarak sürdürmesi gerektiğini belirtmektedir. Çin halkı da siyasal reformun en zor döneme girdiğini ve milletvekillerine de bu zorlukların giderilmesi gerektiğini iletmektedirler. Aslında Başkan Xi Jinping’in reformunun zorlukları ekonomi alanında değil, siyasal alandadır. Çin’in siyasal reformunun en önemli ve hassas konusu Çin’in demokrasileşmesidir. Çinliler artık demokrasi kavramına yabancı değillerdir. Çin’in 7 büyük şehrinde yapılan bir kamuoyu yoklama- 69 sında halkın %87.2’si demokrasinin iyi bir şey olduğunu, %77.2’si demokrasinin bir trend olduğunu ve %60.1’i ise Çin’in demokrasisinin Batı demokrasisinden farklı olacağını belirtmiştir. Diğer bir kamuoyu yoklamasında Çinlilerin %81.4’ü siyasal sistemde reform yapılmasını desteklemektedir. Ancak Çin’de en son düzenlenen Çin Komünist Partisi’nin 18. Kongresi’nde Parti Tüzüğü’nde bazı değişiklikler yapılmıştı ve “Çin Komünist Partisi, halkın sosyalist demokrasi siyasetine önderlik yapacaktır” ibaresi kullanılmaktadır. Başkan Xi Jinping’e göre, “yalnızca sosyalizm Çin’i kurtaracaktır, Çin tarzındaki sosyalizm ancak Çin’in kalkınmasına katkıda bulunacaktır”. Anlaşıldığı gibi Çin’in demokrasisi yine “Çin’e özgü” olacaktır, Batı tarzındaki demokrasisine yer verilmemektedir. Bazı Çin uzmanları bunun ihtimalinin olmadığını ileri sürmektedir. Yeni Yönetimin Siyasal Reformu Çin’in Geleceğini Etkiler Çin yönetimi ekonomik reform ile bu konuda tecrübe kazanmıştır. Çin pazarı birçok ülkenin ekonomisini etkilediği gibi Çin ekonomisinin bir süre daha ilerlemesine çevresel pozitif ortam yaratmaktadır. Bu nedenle Çin’in yeni yönetimi ekonomik durgunluğa bir ölçüde çözüm getirebileceği ihtimali yüksektir. Ancak ekonomik nedenli toplumsal sorun- 70 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 ları, tek parti yapısı altındaki yargı sisteminin getirdiği kanunsuzlukları, ideoloji krizinden kaynaklanan duyarsızlık ve toplumsal ahlaki sorunların yükselmesi Çin’in ilerlemesine engel teşkil etmektedir. Bu bağlamda yeni Çin yönetiminin ciddi ve kapsamlı siyasal reform sürecini başlatması gerekmektedir. Sadece yolsuzluk ve çürüklük gibi günü kurtarma yönündeki politikalar Çin’in yüz yüze kaldığı birçok sorununa çözüm getiremez. Ekonomiden sorumlu Çin Başbakan Yardımcısı ve ÇKP Merkezî Komitesi Disiplin Kurulu Başkanlığı’na yeni seçilen Wang Qishan, Çinlilere Fransız tarihçisi Alexis de Tocqueville’nin (18051859) Eski Rejim ve Devrim (L’Ancien Régime et la Révolution) adlı kitabını okumasını tavsiye etmektedir. Söz konusu kitabın Çin liderleri arasında okunmaya başlanması ile Çin’de en çok satılan ve okunan kitaplar listesine girmiştir. Fransız devriminin nasıl ortaya çıktığını anlatan kitap, genel olarak bugünkü Çin için uyarıcı niteliktedir. Çin yöneticileri ve halkı arasında en çok okunan diğer bir kitap ise, Daron Acemoglu’nun Uluslar Neden Başarısız Olur (Why Nations Fail)? adlı eseridir. Bu iki kitabın Çin’de rağbet görmesi Çin yöneticilerinin kriz duygusu yaşamaya başladığını göstermektedir. Neticede bu iki kitap Çin’in mevcut durumuna parmak basmaktadır. Uluslar Neden Başarısız Olur? adlı kitabın yazarları Daron Acemoglu ve James A. Robinson, dünyanın birçok ülkesinde kişi başına düşen gelirin şaşırtıcı derecede büyük fark olmasını devletin kurumsallaşmasına bağlamaktadır. Bazı ülkelerin başarısızlığında çoğu zaman coğrafi konumunun elverişli olmaması, kültürünün geride kalması ve liderlerin beceriksizliği gibi sebeplere bağlanmaktadır. Daron Acemoglu ve James A. Robinson ise bu durumu modern devletin dönüşüm sürecinde kapsayıcı kurumlara (inclusive institutions) veya sömürücü kurumlara (extractive institutions) sahip olup olmadığı ölçüsüyle analiz etmektedir. Kapsayıcı kurumlar, siyasî güç paylaşımı, üretim verimliliği, eğitim ve teknolojinin ilerlemesi ve halkın daha mutlu olacağı bir sistem ve düzendir. Sömürücü kurumlar ise bir kısım insanların zenginliği ve kaynakları ele geçirmesi ile bir kısım insanların fakirleşmeye zorlanmasıdır. Yani kapsayıcı siyasal kurumlar ekonominin büyümesine sebep olurken, sömürücü siyasal kurumlar ise ekonomik gelişmeyi engellemektedir. Kapsayıcı siyasî kurumlar (inclusive political institutions) kapsayıcı ekonomik kurumları (inclusive economic institutions) desteklediği gibi kapsayıcı ekonomik kurumlar da kapsayıcı siyasî kurumları destekler. Sömürücü siyasî kurumlar (extractive political institu- tions) ile sömürücü ekonomi kurumlar (extractive economic institutions) arasındaki ilişkiler de bu şekildedir. Bir ülkenin başarısızlığı ve çöküşü onun sömürücü ekonomik ve siyasî sistemi benimsemesi, ekonomik büyümeyi engellediği gibi toplumsal gelişmeleri engellemesinden de kaynaklanmaktadır. Yani sömürücü ekonomik kurumların desteğini alan bir sömürücü siyasî kurumlar, ekonomik büyümeyi ve toplumsal gelişmeleri engelleyecektir. Yolsuzlukla boğuşan bir siyasî yönetim ve sömürmeye hazır olan bir idareci ile kırılgan ve dağınık bir devlet yapısıyla ilişkilendirildiğinde yoksulluğun, çatışmaların ve adaletsizliklerin sebebini bulmak mümkündür. Çin ekonomisinin hızlı büyümesi, onun tek partili otoriter kontrolü altında sömürücü kurumlar sayesinde gerçekleşmiştir. Çin ekonomisi kapsayıcı ekonomik kurumlardan çok uzaktır. Mevcut Çin yönetiminin kapsayıcı kurumlara geçme durumu olmadığı için Çin ekonomisinin daha ileriye gitmesi zordur. Şimdiki Çin’in ekonomik büyüme modelini sürdürmesi zordur ve bu model yaratıcı yıkımı (creative destruction) üretemez, çünkü yaratıcı yıkım, yenilik yaratması ve yüksek gelir sağlaması açısından fevkalade önemlidir. Ekonomisi güçlü olan ancak başarısız veya çöküşü engellenemeyen bir örnek ise Sovyetler Birliği’dir. Bu görüşlere katılmayan ve eksik bulanlar da vardır. Daron Acemoglu’nun Çin basınına verdiği röportajda, bugünkü Çin’in 70’li yılların Sovyetleri gibi ekonomik büyümenin hızını yakalamış olduğunu, ancak bu başarıyı sömürücü kurumlar sayesinde ve mevcut teknoloji üzerinde gerçekleştirdiğini, büyük ölçüde yaratıcılık (yenilikçilik, inovasyon) olmadığı için söz konusu durumun sürdürülmesinin güç olacağını ifade etmiştir. Daron Acemoglu’na göre, Çin’in ekonomik sistemi üzerinde ancak kısmen reformlar yapılmıştır. Ekonomik sisteminin açıklık ve rekabetlik açısından söz edilmesi zordur. Çin’in asıl sorunu nasıl yenilik yaratacağı ve bunu nasıl teşvik edeceğidir. Fakat bunun mevcut sömürücü siyasal kurumlar ortamında gerçekleşmesi zordur. James Robinson da Çin basınına verdiği röportajda benzer görüşleri savunmuştur. James Robinson Çin’in ekonomik büyümesini sağlayan Çin Modeli’ni Sovyetler Modeli’ne benzeterek mevcut ekonomik durumunu sürdüremeyeceğini ve Çin’in teknolojik gelişmesinin sadece yeterli teknoloji olduğunu ve bundan dolayı ekonomik reformla beraber siyasal reformun hayata geçirilememesi sonucunda mevcut ekonomik kazanımın sürdürebilmesinin de zor olacağını ileri sürmektedir. James Robinson’a göre, Çin’in yüz yüze kalacağı zorluğun kapsayıcı kurumları nasıl gerçekleştireceği ve son 30 yıllık reformun neticesini koruyan bir toplumun nasıl inşa edileceğidir. Çin’in değişimi, özellikle siyasal reformu zorunlu hale gelmiştir, bu değişim ve reform mevcut sorunların büyük bir kısmına çözüm getiremediği takdirde Pekin’in sahip olduğu hantal yapı Çin’in büyümesini engelleyecektir. Not: Yazıdaki Çince kaynaklara atıf yapılan 46 adet dipnota yazarının izniyle yer verilmemiştir. 71 Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili GÜRCİSTAN RUSYA’YA GERİ Mİ DÖNÜYOR? Mehmet Fatih ÖZTARSU Tiflis İlia Devlet Üniversitesi, Uluslararası Kafkasya Çalışmaları Enstitüsü G DIŞ POLiTiKA ürcistan’da Ekim 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde on yıllık siyasi dengeleri değiştirerek yönetime gelen Gürcü Rüyası koalisyonu seçimlerden hemen sonra, Gürcistan’ın iç ve dış politikasında büyük değişikliklere gitti. Şimdiye kadar izlenen Batı yönlü dış politika yerine Rusya ile ilişkileri düzeltip, bölge ülkeleri ve NATO’yla denge politikasının gerçekleştirilmesini savunan yeni hükümet bu konuda oldukça radikal adımlar atmaya başladı. 72 Eski hükümet yetkililerinin tutuklanması ve Rusya’yla her koşulda görüşmeye hazır olunduğunun belirtilmesi gibi konular muhalif cephelerce sorgulansa da, halk tabanında olumlu karşılanmaktadır. Normalleşme süreci için Rusya ile Gürcistan’ın Aralık 2012’de STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Cenevre’de gerçekleştirdiği ilk görüşmede taraflar başta ekonomi olmak üzere pek çok alanda işbirliği sağlayacakları ve iki ayda bir görüşmeler gerçekleştirileceği yönünde karar almışlardı.1 Bu buluşmaların ikincisinin Şubat 2013’te gerçekleştirileceğinin duyurulmasıyla ise bölgede Rusya yönlü politikaların ağırlık kazanacağı konuşulmaktadır. Aralık 2012’de büyük tartışmalara sebep olan siyasi mahkumların salıverilmesi konusu ise yeni hükümetin Rusya’ya yaklaşımlarıyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. 2005-2012 yılları arasında Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili tarafından Rusya ajanlığı suçlamasıyla mahkum edilen pek çok kişi yeni hükümet tarafından genel af kapsamında serbest bırakıldı. 3 bin mahkumun özgürlüğünü garanti eden genel affın çıkarılması sürecinde Cumhur- başkanı Saakaşvili iki kere veto hakkını kullanmış, ancak bu konuda son derece istekli olan hükümet sonunda affı yürürlüğe koymayı başarmıştı. Artık kimsenin siyasi düşüncesinden dolayı mahkum olmayacağını duyuran Gürcistan’ın yürürlüğe koyduğu af konusunu büyük bir memnuniyetle karşılayan Rusya ise Gürcistan’ın gerçek bir demokrasi olduğunu ve diğer eski Sovyet ülkelerine örnek olması gerektiğini belirtti.2 Serbest bırakılan mahkumlar ise haksız yere hapsedildiklerini ve bu yüzden Saakaşvili’den tazminat almaları gerektiğini bildirdiler. Gürcistan Başbakanı Bidzina İvanişvili’nin 17 Ocak tarihinde Erivan’a gerçekleştirdiği resmi ziyaret de, Gürcistan’ın yeni hükümetle birlikte yenilenen dış politikasının ilk örneklerini sundu. 2008 yılında Gürcistan ve Rusya arasında yaşanan sa- vaş ve sonrasında devam eden siyasi krizlerin sebep olduğu Rusya karşıtı dış politikanın değişime uğradığının belirtildiği Erivan ziyareti, Gürcistan için farklı sorunlar oluşturabilecek özelliklere sahip. Gürcü yetkililer Ermenistan Başbakanı Tigran Sarkisyan ile başlayan görüşmeleri; dışişleri, ekonomi ve enerji bakanlarıyla sürdürdüler. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Eçmiadzin şehrindeki ruhani lider II. Karekin’i de ziyaret eden Gürcü tarafı, ikili temaslar temelinde Rusya ve Abhazya ilişkilerinin geliştirilmesini ifade etti. Başbakan Bidzina İvanişvili, Erivan’dan önce Bakü’ye ziyaret gerçekleştireceği sıralarda Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesinin Gürcistan için gereksiz olduğunu dile getirmişti.3 Bakü ziyaretinde bu demecinin yanlış anlaşıldığını belirten İvanişvili, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile görüşmesinden sonra Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun tüm bölge ülkeleri için büyük öneme sahip olduğunu söyledi. Ancak Erivan ziyaretine damgasını vuran Abhazya demiryolunun yeniden kullanıma açılması konusu ise, Gürcistan’ın henüz tam otur- mamış denge politikasını gözler önüne seriyor. Tiflis yönetimi ile Abhazya arasında yaşanan sürtüşmelerden dolayı kullanıma kapatılan Abhazya demiryolunu yeniden istifadeye sunmak istediklerini belirten İvanişvili, Erivan’ın bu konuda kendilerine destek olacaklarından emin olduğunu ifade etti. Abhazya demiryolunun yeniden kullanımı ile Gümrü-Tiflis-Suhumi yoluyla Rusya, Gürcistan ve Ermenistan’ın, dolayısıyla Abhazya’nın, ortak bir ulaştırma hattına sahip olacağını ifade eden İvanişvili, Rusya’nın bu konuda henüz tavrını netleştirmediğini belirtti. Bu konuyu Ekim 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerinden hemen sonra gündeme getiren yeni Tiflis hükümeti başlangıçta hem Rusya’dan hem de Abhazya’dan destek bekliyordu. İvanişvili’nin Ermenistan ziyaretinin ardından Abhazya’nın da konuya destek verdiğini belirtmesiyle Gürcistan-Rusya ilişkilerinin normalleşeceği belirtilmektedir. Başbakan İvanişvili’nin Abhazya demiryolu çıkışına sert karşılık veren Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili ise bunun tamamen Rus menfaatlerine hizmet ol- duğunu ve ülkenin Rusya hegemonyasına teslim edileceğini dile getirdi. Ülkenin Avro-Atlantik mihverinden çıkarılmasının büyük tehlike oluşturacağını belirten Saakaşvili, hali hazırda yapımı devam eden Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun Gürcistan’a daha büyük kazanımlar sağlayacağını açıkladı. Ermenistan’ı Azerbaycan’la gerilime girme pahasına önemseyen İvanişvili, Gürcü-Ermeni ilişkilerinin hiç olmadığı kadar büyük ivme yakaladığını da dile getirdi. Gürcistan iç siyasetinde Saakaşvili yanlısı asker ve politikacılara yönelik artan baskılar ve bölge ülkeleriyle sürdürülmeye çalışılan dengeli ilişkiler yeni hükümetin deneme yanılma yöntemiyle oluşturmaya çalıştığı yeni dış politikanın olumlu ve olumsuz yanlarını kısa vadede gösterecektir. Çünkü enerji bağımlılığının olduğu Azerbaycan ve büyük ticari ortaklığa sahip olduğu Türkiye ile ilişkileri dengede tutmak için büyük çaba göstermesi beklenen Tiflis yönetiminin tüm komşulardan yararlanma ve toprak bütünlüğünü sağlama girişimleri son derece zordur. Nispi bir denge sağlanırsa bu sadece Rusya menfaatlerinin ağırlık kazandığı bir Kafkasya’ya sebep olabilir. Dipnotlar 1 Встреча представителей России и Грузии состоится в Женеве в пятницу, http://ria.ru/ world/20121213/914590435.html, Erişim : 20.01.2012. 2 Russia hails Georgian government’s decision to give amnesty to political prisoners, http://www.interpressnews. ge/en/politics/43808-russia-hails-georgian-governments-decision-to-give-amnesty-to-political-prisoners. html?ar=A, Erişim: 20.01.2012. 3 Doubtful Baku-Tbilisi-Kars Railway, http://www.georgiatimes.info/en/articles/84795.html, Erişim:19.01.2012. 73 RÖPORTAJ SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI MURAD BAYAR: YABANCIDAN DİREKT ALIM DEVRİ BİTTİ Röportaj: Bedir SALA Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Bayar, 2004 yılında bugünkü görevine atandıktan sonra Türkiye’de Savunma Sanayii’nin yenilenmesi ve millileştirilmesi konusunda önemli adımlar atıldı. ODTÜ ElektrikElektronik Mühendisliği Bölümünden mezun olan, North Carolina Eyalet Üniversitesi ve Yale Üniversitesi’nde İşletme alanında yüksek lisansını tamamlayan Bayar, SD’nin savunma sanayinde gerçekleştirilen ve planlanan çalışmalarla ilgili sorularını cevaplandırdı. Türkiye bugün itibariyle savunma sanayi ihtiyaçlarının ne kadarını milli imkanlarıyla karşılamaktadır? durumdayız. Hava araçlarında teknoloji daha zor ama yine de o konuda da, hava eğitim araçları olsun belli aşamaya geldik. Bunun hem mali bir hesaba dayanan öğesi var hem de içerik olarak bakılması gereken bir soru. Maliyet hesabı yani harcadığımız tedarik bütçesine bakarsak bu rakam 2011 verileriyle, henüz 2012 değerlendirmesi yapmadığımız için, %54 oranında. Biz de bu rakamı 2005’ten beri takip ediyoruz. O yıllarda % 25 olan bu oran 7-8 senelik bu dönem içerisinde %54’e kadar çıktı. Zaten bizim de bu yöndeki stratejik planımız %50’yi öngörüyordu. Bu hedefimizi 2010 da sağlamıştık, bir miktar daha artış sağladık. % 54, maliyet hesabına dayanan, yani harcadığımız paranın ne kadarının ülkemizde kaldığı hesabına dayanan bir veridir. Askeri Haberleşmede Dünyadaki 3-4 Ülke Arasındayız Burada önemli olan bunun içeriğinde ne var sorusudur. Bir bütün olarak resme bakıldığında aslında belli alanlarda ‘kendine yeterliliği’ sağladığına inanıyoruz. En başta geleni bütün askeri kara zırhlı araçlar. Biz burada silahlı kuvvetlerin bütün ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Hatta sadece silahlı kuvvetlerin değil bütün emniyet güçleri ve güvenlik kuvvetleri de dahil olmak üzere karşılıyoruz. 6 aylık son projemizle birlikle kara araçlarının tamamını tasarım da dahil olmak üzere yapabilme yeteneğimiz var. Denizde bütün su üstü botları, karakol gemiler gibi hepsini yapabilecek formdayız. En karmaşık savaş gemileri yapabilecek sanayiye ulaşmış Türkiye’nin askeri ve güvenlik haberleşmesinin güvenli olduğu söylenebilir mi? Yazılım ve kripto sistemleri ne derece millidir? Aslında en güçlü olduğumuz alanlardan biri askeri haberleşme ve bunun güvenliğidir. Çünkü Türkiye’nin ilk tespit ettiği zafiyet budur ve bu süreç Kıbrıs Barış Harekâtı’na kadar gider. Yani o tarihte bu eksiklik hissedilmiştir. Aselsan’ın kuruluş amacı da askeri telsizlerin üretimidir. O zamandan bugüne gelen birikimle ve bizim bugün yürüttüğümüz projelerle dünyada ki en iyi haberleşme teknolojisine dayalı yazılım tabanlı telsizler ve bunların kriptosunda yüzde yüz milli teknoloji var. Ve şuan bunu kullanıyoruz. Bazı hava platformlarında yabancı etkisi olabilir fakat tersaneyi değiştiriyoruz. Önümüzde ki yıllarda envanterimiz de yüzde yüz yerli, Aselsan kaynaklı telsizler ve kriptolar olacaktır. Askeri haberleşme konusunda şunu iddia edebiliriz. Türkiye dünya da 3-4 ülke arasındadır diyebiliriz. Bu sisteme uçaklarda dahil ediliyor. Yeni hava telsizlerinin üretilmesiyle birlikte uçaklara da bu sistem entegre ediliyor. Bütün sistem haberleşme ve bunun güvenliği açısında milli teknolojiye sahip olmuş olacaktır. Bu tabi kontrol sistemlerinde de böyle, yani orda da güçlü olduğumuzu düşünüyoruz. Aynı zamanda bu ihraç edilen bir teknolojidir. Bugün, Pakistan silahlı kuvvetlerinin haberleşme sistemlerini Türkiye belirliyor. Azerbaycan da çok büyük bir projede Aselsan önde. Aynı zamanda Suudi Arabistan’da, Umman da projeler sürüyor. Dünyada da rekabet eden bir teknoloji ve bizim bu konuda kendimize güvenimiz tam. Hava savunma sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’nin gelişmiş bir milli hava savunma sistemi var mı? Hava savunma deyince bu konuyu ayırmak gerekiyor çünkü o ayrı alandır. Hava savunma konusunda Türkiye yatırımlarını daha yeni yapıyor yani gecikme var diyebiliriz. Daha doğrusu, malum bizim envanterimizde, ki silah sistemleri 2000lerin başına kadar ithal silah sistemleriydi. 50-60-70’ler de hep böyle NATO üzerinden aldığımız sistemlerdi. Savunma sanayi projesi başlatırken 2 ana unsur vardır. Bir tanesi, ihtiyacın doğmuş olması ve ikincisi de burada fizibilitesinin yapılıp projenin başlatılabilmesidir. Elimizdeki hava savunma sistemleri kullanım ömürlerini yeni tamamlıyorlar. Ve şu anda geçiş dönemindeyiz. Bir kısmıyla ilgili milli çözümler peşindeyiz, bir kısmıyla da ilgili uluslararası tedarik yöntemine başvurduğumuz ve başlattığımız projeler var. Alçak ve orta hava savunma sistemlerinin tamamını milli yapmak üzere 2008 ve 2009’a dayanan sözleşmesi imzalanan projelerimiz var. Bu 75 ma sanayimizi baştan ayağa yeniliyoruz diyebiliriz. Uçak Gemisi Yerine Helikopter Gemisi Son zamanlarda Türkiye’nin uçak gemisi alacağı ile ilgili haberler çıktı. Bunlar doğru mu ve Türkiye’nin ihtiyacı var mıdır? projeler 2015, 2016 ve 2017 de hizmete girecekler. Yurt dışından alımla çözelim dediğimiz yüksek irtifa hava savunma sistemimiz var. Bu da Patriot ve benzeri sistemlerdir. Orda ilk fizibilitemizi 2005 - 2006 da yaptık ve kendi yöntemlerimizle verim göremediğimizden uluslararası bir ihale yürütüyoruz. Bu ihale de 4 teklif var. Bunlar; Amerika, Rusya, Çin ve İtalya- Fransız ortaklığının teklifidir. Bu tekliflerimizin değerlendirmesi devam ediyor. İcra Kurumu’na iki kez sunum yaptık. Tekliflerin geliştirilmesi yönünde geri dönüm aldık ve bunun üzerinde çalışmalar devam ediyor. Bu süreç tamamlandığında da biz alçak ve orta irtifa da çözümlerimizi oluşturacağız. Yüksek irtifada da aslında sanayimizin katılacağı bir gerçektir. Bu projelerde NATO katkısı yoktur sadece Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için düzenlenmiş projelerdir. Şu an da hava savunma sistemlerimize baktığımızda bunlar zamanı doldur- 76 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 makta olan sistemlerdir ve biz bunları yeniliyoruz. Önümüzde ki 3-4 sene içerisinde yenilemiş olacağız. NATO ile olan irtibat farklı bir irtibat, farklı bir ilişkidir. Suriye Krizi dolası ile Türkiye’ye gelen Patriot ve materyaller var fakat bunlar geçici tedbirlerdir. Bunlar bizim uzun vadeli Türkiye’nin kendi programını etkileyen programlar değil. Zaten NATO’nun da maksadı budur. Ülkelerin bu tür imkânlarını ortaklaşa kullanmalarını sağlamaktır. Şuan da kriz durumunda olduğumuz için NATO bize bu yardımı yapıyor. Ama bunu bizim hava savunma projelerimizden ayırtmakta yarar var. Çünkü bizim projelerimiz Aselsan, Roketsan ve birçok yan sanayiye bağlı olarak sözleşmeye dayalı şekilde yürüyor. Tabi ki bunların hepsi tasarım geliştirme projeleridir. Bu konuda tasarım mühendislik aşamalarındayız. Fakat bu seneden itibaren test aşamalarına geçeceğiz ve önümüzdeki 2-3 sene içerisinde de bunları kendi envanterimize alacak duruma geleceğiz. Kısacası, hava savun- Deniz Kuvvetleri için yürüttüğümüz bir projemiz var ve basınımız bunu biraz iddialı yorumladı diyelim. O bir uçak gemisi değil. Dünya literatüründe buna amfibi gemi veya helikopter gemisi deniyor. 25 tonluk bir gemidir ve her bir uçak 40000 ton ile 100000 ton arasındadır. Bir uçak gemisi olmasa bile, deniz hareket üssü olarak önemli bir gemidir. İçindeki gemileri çıkartıp kıyıya gönderebiliyor. Aynı zamanda içinde helikopterler ve zırhlı araçlar barındırabiliyor. Bu hem askeri harekâtlarda hem de insani yardım harekâtlarında kullanılabilecek bir gemidir. Bu konuya Libya örneği verilebilir. Libya krizinde 30000 vatandaşımızın tahliyesini yaptık. Böyle bir gemimiz denizde olsaydı bu bizim deniz üssümüz olabilir ve kıyıya bütün desteği oradan verebilirdik. Bu gemi neden uçak gemisiyle karıştırılıyor diye sorarsanız, geminin üzerinde 200 metrelik bir pist var. Bu pist helikopterlerin konması için tasarlanmıştır. Buna hiç uçak inmez diye bir şey yok fakat ilaveten söyleyelim, normal bir uçak gemisine inen uçaklar buna inemez çünkü uçak gemilerinde ‘katapult’ sistemiyle uçaklar fırlatılıp yakalandıktan sonra kancalarla indirilir ve bu bizim sistemimizde yok. Ama CSF projesindeki dikine iniş kalkış yapan uçaklar ve daha doğrusu dikine inebilir. Kısa bir pistten kalkabilen uçaklar bu gemilere inip kalkabilir. Şuanda bizim konseptimizde bu yok yani bizim bu tür uçakları edinme planımız da yok ama teorik olarak bu gemilerden bu uçaklar kalkabilir ama bunun dışında, dediğim gibi, dünya literatüründe bunlara uçak gemisi denmiyor. Uçak gemisi başka bir sınıf. Onun için zaten bir deniz-hava filonuzun olması lazım. Çok başka gerekleri var. Sadece uçak gemisiyle de bitmiyor ayrıca dediğiniz gibi ülkenizin harekat ihtiyaçlarının da böyle bir şeye gerek göstermesi lazım. Patriotlar Türkiye’nin Onayıyla Kullanılacak Kurulacak Patriotlar güvenlik şemsiyesi oluşturmada yeterli midir? Daha üst teknolojilerin kurulmasıyla ilgili planlarınız var mı? Bu seviyede sistemler zaten sadece belli bir bölgeyi koruyabilir. Yani bütün ülkeyi korumak diye bir şey olmaz. Patriot dediğiniz 100-150 km menzilli bir füzedir. Demek ki 100-150 kmlik bir çemberde bir koruma yapabilir. Bir bataryanın koruyacağı alan budur. Birkaç bataryayı yan yana koyarsanız öyle bir menzili koruyabilirsiniz ama yine bu defa oradan gelen tehdide karşı koruyabilirsiniz ama Türkiye’nin başka bir istikametinden gelen tehdide karşı koruyamazsınız. Zaten bunlar mobil sistemlerdir. Bizim pro- jelerimizin de tamamı mobil. Türkiye büyük bir coğrafyada, küçük bir ülke değiliz, burada tehdit neredeyse, bunlar oraya konuşlanırlar ve orada koruma sağlarlar. Dolayısıyla patriotları böyle düşünmek lazım. Şuanda Suriye’de bir kriz var. Onun Türkiye’ye olan olası etkilerine karşı düşünülmüş bir tedbirdir. Oraya da konuşlandırılıyor. Yani o çerçevede, Suriye sınırında yeterli bir koruma sağlar. Tabii, şimdi, koruma derken neye karşı onu da belirtmek lazım? 150 km’lik bir çemberi korur. Bunlardan yan yana birkaç tane de koyarsanız epey bir menzilinizi koruma altına almış olursunuz. Ama oraya konan 6 tane batarya bütün Türkiye’yi korur demek doğru değil, onu demeye çalışıyorum. Patriotların kullanımı ve denetlemesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu konu benim alanım değil. Ancak, bütün NATO sistemlerinde şu var: NATO oy birliğiyle karar alan bir ittifaktır bu önemli. Yani NATO kendi başına bir strateji uygulayan bir ittifak değil. Oy birliğiyle karar alır. Zaten burada bir şey olması için Türkiye’nin evet demesi gerekir. Evet demeden olmaz. Yani çoğunlukla karar almaz. BM gibi de değil. BM’de hayır kullanabilirsiniz ama çoğunluk evet dediyse en azından genel kurulda karar alınabilir. NATO’da böyle bir durum yok. Ya herkes evet diyecek ya da uygulanamaz. Dolayısıyla bu sistemlerin uygulanışına ilişkin hususlar Türkiye’nin onayı ile belirlenir. Türkiye onay vermezse zaten kullanılamaz. Onun için burada o yetki NATO’da mı, Türkiye’de mi bu çok anlamlı bir tartışma değil bence çünkü onay verilmezse kullanılamaz zaten. İttifakın karar usulü bu. Herkesin buna katılması lazım. Burada NATO imkanlarının nasıl kullanılacağı da o anlaşmalarla belirlenir. Buna özel bir durum da yok. Biz de NATO’ya bazı katkılar yapıyoruz; işte Afganistan’da, başka yerlerde. Onlar da o çerçeve içerisinde oranın komuta sistemi neyse oraya giriyor ama bunun üst kararını ittifakla almak durumundasınız. Burada da, Türkiye’nin onayı olmadan bu karar alınamaz. Kamuoyuna aksi bir durum varmış gibi yansıtılıyor ama öyle geçerli bir gündem yok. Çünkü NATO’nun yapısı bu. Bir ülke oraya imza atmazsa öyle bir kararı NATO uygulayamaz. En Fazla Ar-Ge Savunma Sanayii Sektöründe Son olarak kurumunuz, faaliyetleriniz ve projeleriniz hakkında genel olarak bilgi verebilir misiniz? Burada yoğun bir faaliyetimiz var. Hükümetimizin de bu yönde çok net bir iradesi ve politikası var. Yani burada artık Türkiye savunma sanayii konusunu çözmek yönünde net bir irade oluşmuş durumda. Bu tabii, belli projelerle şekillenen irade ve biz de bunun uygulamasını yapan teşkilatız. Bugün itibariyle dediğim gibi belli sektörlerde kendi ihtiyaç- 77 larımızı çözebildiğimizi söyleyebiliyoruz; karada, denizde yazılımda ve silah sistemlerinde ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Teknolojinin şuan daha az yoğun olduğu alanları zorlamaya başladık. Hava araçları, uzay araçları, uydu fırlatma sistemleri gibi… Göktürk ve diğer uydularımızın, haberleşme uydularımızın da fırlatılmasına ilişkin bir çalışmayı şimdi başlatıyoruz. Bunlar tabii uzun vadeli projeler ve aslında ülkenin de buradaki tüm kaynaklarını seferber etmemiz gereken projeler. Bugün Türkiye’de savunma sanayii en fazla Ar-Ge yapan sektördür. Bütün Türkiye’de birinci sırada savunma sanayii geliyor. Bütün Türkiye’de en fazla üniversite-sanayii işbirliği yapan sektör savunma sanayiidir. Bütün Türkiye’de en fazla Ar-Ge mühendisi istihdam eden sektör savunma sanayii ve en iyi üniversitelerimizin en başarılı mühendis mezunlarını savunma sanayii istihdam ediyor çünkü bu sektörde hakikaten ileri teknoloji tasarımını geliştiriyoruz. Buradaki gayretimiz dünya standartlarında ürünler ortaya çıkartmak. Yani bugün biz bir Altay tankını yapıyorsak o tank dünyanın en iyi tankı olacak. Ortalama bir şey yapmayacağız. Almanya’nın, Amerikalının yaptıklarına yaklaşmaya çalışmıyoruz; onlardan daha iyisini yapmaya çalışıyoruz ve yapıyoruz da. Milgem savaş gemimizi yaptığımızda bütün dünyadaki en iyi savaş gemilerinden biri olacaktır. Mesela Hürkuş uçağımız olsun, Anka insansız hava 78 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 uçağımız olsun… Bunlar dünyadaki benzerleri neyse ya onlar düzeyinde ya da onlardan daha iyi araçlardır. Yani, uluslararası seviyede sistemlerdir. Bunun da 2 gerekçesi var: TSK ve Türk Güvenlik Kurumları (MİT ve Emniyet) haklı olarak teknolojide dünya standartlarını talep ediyorlar. Bizim onlara zayıf performanslı bir şey vermemiz söz konusu değil. Bir şey vereceksek dünyada ne varsa en iyisine yakın olacak. İkincisi ise, Türkiye bu yatırımları yaptığında bundan beklentisi olan bize yakın birçok ülke var ve onlar da bizim ürünlerimize talip oluyorlar. Tabii, onlar da dolayısıyla dünya standartlarında ürünler istiyorlar. Bunların uluslararası rekabete çıkması da söz konusu. Basında vardı bir iki gündür; Türkiye İhracat Meclisi’nin açıkladığı rakamlara göre bir önceki seneden bu güne savunma sanayii ihracatında ciddi bir artış var. 2012 verileriyle 2 milyar dolardayız. Bu ihracat ürünlerinizin artık belli bir kalitede olmasıyla mümkün. Bugün zırhlı araçlarda Türkiye dünyada ilk 5 ülke arasında. Araçlarımız Ortadoğu’da, Asya’da birçok ülkeye ihraç ediliyor. Deniz araçlarında ciddi bir ihracat başlamış durumda. Hava araçlarında da başlayacak. Elektronik sistemlerde zaten belli bir sayımız var? Hürkuş ve Anka’yı da ihraç edeceğiz. Türkiye’deki süreçlerimizi tamamladığımızda ve TSK’nın kullanımına alındığında bunların hepsi bir anda ihraç potansiyeli kazanıyor. Dolayısıyla buradaki çalışmamız artık yeni bir aşamaya ulaştı. Al- tay, Milgem, Anka ve Hürkuş projeleri ürün vermeye başladı. Bunlar artık Türkiye’nin markaları. Dünyanın da tanıdığı markalar. Bundan sonrası için de yeni uydu sistemleri, uydu fırlatma, hatta yeni nesil savaş uçağı, yani tamamen Türkiye’ye ait bir savaş uçağının da çalışmasını yapıyoruz. Yeni bir helikopter, değişik tipte insansız hava araçları tasarlamak için projeler başlatıyoruz. Burada yeni nesil proje ailemiz daha geliyor. MİL-GEM’den sonra yeni nesil fırkateyn üzerinde çalışmaya başlayacağız. Yani biz artık bir sonraki aşamaya geçiyoruz savunma sanayii çalışmalarında hem ülkenin, hem karar vericilerin, hem de sektörün kendine güveni belli bir seviyeye geldi. TSK da artık bu projelere inanıyor, güçlü bir şekilde destekliyor ve planlarını da bu projelere göre yapıyor. Bugün artık TSK’nın savaş gemisi ihtiyaçları Türk sanayisine bağlıdır. İnsansız hava araçları da öyle. Bundan sonraki taleplerini ve ihtiyaçlarını buna bağlamış vaziyetteler yani orada bir manada gemileri de yakmış vaziyetteyiz; geriye dönüş, yabancıdan direkt alım yok. Bunları ya yapacağız ya yapacağız yani bir başarısızlık alternatifi yok çünkü biz bugün itibariyle bu ürünleri hazır alacağız diye çıksak, zaten 5-6 seneden önce hazır bile alamayız. Zaten hazır almak mümkün değil. Dolayısıyla artık bu projelerin başarıya ulaşması gerekiyor ve biz de tereddüt içinde değiliz. Onlar başarıya ulaşacak. RÖPORTAJ EĞİLMEZ: İMKANIMIZ VARKEN YAPISAL REFORMLAR YAPILMADI Röportaj: Burak YİTGİN Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu olan Mahfi Eğilmez doktorasını Gazi Üniversitesinde “Kamu İktisadi Teşebbüslerinin Finansmanı başlıklı” tezle bitirdi. Maliye müfettişi olarak kamuda çalışmaya başlayan Eğilmez, değişik kamu birimlerinde görev aldıktan sonra çeşitli özel finans kuruluşlarında yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği yaptı. Halen Kadir Has Üniversitesinde Ekonomi Politikası dersleri veren Eğilmez küresel ekonomik kriz ve Türkiye ekonomisine ilişkin sorularımızı cevaplandırdı. Sizce 2007 krizinin etkilerini hala görüyor muyuz? 2011 krizini 2007 krizinin bir yan etkisi, bir ardılı olarak değerlendirebilir miyiz? Yoksa biz sadece bunun yan etkilerini mi görüyoruz. Bu iki kriz Türkiye açısından pek önemli değil, daha çok dünyanın geri kalanı için önemli. Türkiye’yi asıl etkileyen krizler 2001 krizi, 1980 krizi, 1994 krizi. Bunlar 2001 çapında değil. Türkiye için 2001 krizi yaşanan en ağır krizlerden bir tanesidir. Öncekiler 2001 krizi kadar ciddi değil. Çünkü ekonomide belli bir boyuta gelmeden belli bir büyümeyi gerçekleştirmeden ev- vel yaşanan krizler daha kolay, daha ufak tedbirlerle atlatılabiliyor. Ekonomi iyice büyüdükten, dallanıp budaklandıktan sonra krizlerin atlatılması daha zor oluyor. 2006’da belirtileri başladı, 2007’de gelişti ve 2008’de Lehman Brothers kriziyle birlikte ayan beyan ortaya çıktı ki dünya bir küresel kriz içinde. Dünya ilk başta 79 da şaşırma olunca bunlara özel süreler verildi. Ayrıca borç yükü meselesine zaten baştan beri süre veriliyordu. Belçika, İtalya ve Yunanistan’a. Zaten tutturamıyorlardı % 60lık kriteri. Tutturabilecek olanlar giderek yaklaşıyordu ama hiçbir zaman gerekli baskı yeterince yapılmadı. Yani para politikasındaki Avrupa merkez bankasının nispeten tekil uygulaması burada uygulanmadı; çoğulcu bir yapı uygulandı ve başarılı olunamadı. bunu bir finans krizi olarak algılamıştı. Sonra anlaşıldı ki bu sadece sıradan bir finansal kriz değil, ciddi küresel bir ekonomik krizdi. 2007-2008 krizinin etkisi çok büyük ve hala devam ediyor. 2011’de yaşanan büyük kriz, aslında Avrupa’nın bu işin içine tam anlamıyla girmesiyle oldu. Esas itibariyle başlangıçta bir Amerikan krizi gibi başladı olay. Sonra Amerikan etkisiyle yavaş yavaş tüm dünyaya yayılacak gibi düşünüldü. Ama öyle bir noktaya geldik ki 2011’de, Avrupa’daki Euro bölgesi krizi Amerikan krizini katladı. Çok daha fazla ülkeyi ve insanı ilgilendirir hale geldi ve çok daha derin bir kriz olduğu anlaşıldı. Amerika batma noktasına gelmedi ama Avrupa’da pek çok ülke batma noktasına geldi. Türkiye bu krizden az etkilendi deniyor ancak Türkiye’de -4.7’lik bir büyüme oranı gördük. Nitekim bu sene de büyümeyi düşürmek zorunda kaldık. Tahmin ediyorum ki 2011’de Avrupa’nın da bu krize dahil olması nedeniyle biz bu krizin etkilerini ileride daha fazla yaşayacağız. Krizin Nedeni Maliye Açısından Otoritenin Tek Olmaması Maastricht kriterleri, 6’lı paket, AB’deki politika yapıcıları bunu önlemek için pek çok karar aldı. Ama uygulamada sorunlar vardı. Bu krize, AB’deki güçlü ülkeler 80 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 çıkmasına göz mü yumdu aralarından bazılarının elenmesi için? Bu ülkeler sonuçta 3-5 yılda bir toplanıp kararlar aldılar ama neden engelleyemediler? Ben öyle olduğunu çok sanmıyorum. Bu görüş bir komplo teorisine götürür bizi. Avrupa’daki krizin en önemli nedenlerinden bir tanesi maliye açısından otoritenin tek olmaması. Maliye politikası uygulamasına baktığımızda, kaç ülke varsa o kadar farklı otorite var ve o kadar politika uygulanıyor. Üstelik hatırlarsanız Maastricht kriterlerinde de geçişler konulmuştu hatırlarsanız, bütçe açığının tutturulması, enflasyonun tutturulması için. Özellikle Fransa’yla Almanya Konuyu bilip bilmemeleri ölçüp ölçmemeleri meselesine gelirsek, örneğin Yunanistan’da çok büyük bir hile yapıldı. Bunu IMF bile bilemedi. Her ülke her ay tüm dataları IMF’ye göndermesine rağmen, IMF’nin her yıl her ülkeye gidip o bilgilerin doğruluğunu ölçmesine rağmen... Gidip de bizdeki TUİK’in yerine geçip 4000 tane malın toplanışının doğru olup olmadığını ölçemez tabi ki. Sonuç itibariyle tutarsızlık var mı yok mu ona bakıyor. Belli ki veri üretiminde bir sahtekarlık yapılmış Yunanistan’da. Birçok Avrupa ülkesinde de benzerleri su yüzüne çıkmaya başladı. Bana kalırsa dünyanın gayrı safi yurt içi hâsılasında son on yılda, önceki 2000 yılı katlayacak artış var ve bence bu artış doğru değil. Burada verilerle oynama var. Herkes daha fazla büyüyormuş gibi göstermeye çalışıyor kendini. Kimse de buna ses çıkarmadı. Avrupa Bu İşten Çok Kolay Çıkamayacak 2013’ten konuya devam edelim. Avrupa’da kötü bir senaryo olacağından bahsediyorsunuz. Avrupa’da işsizlik %20’nin üstünde, sizce bu oran daha da yükselecek mi? Tabi Avrupa’da işsizliği etkileyen en büyük etken İspanya’nın işsizlik oranının yüksekliği. Yani İspanya o kadar yukarı çekiyor ki Avrupa’yı. Ama nereden bakarsak bakalım, Fransa’da %10’lara dayanmış olması, orası için inanılmaz yüksek bir oran. Tabi bunlar ileride Avrupa’yı çok etkileyecek. Ben Avrupa’nın finansal açıdan çok zayıflayacağını düşünüyorum, çok sıkıntı çekecek Avrupa. Bu işten çok kolay çıkamayacak yani. Banka batışları vs. bunları göreceğiz diye tahmin ediyorum. Ama birçok kişi iyimser. Draghi’nin açıklamalarından sonra iyimserlik yükseldi. Ne var ki açıklama etkileri bir yere kadar gidiyor, ondan sonrası çok zor. Yani, 2013’te Avrupalı yatırımcının geri dönüp tekrar Avrupa’ya yatırım yapması çok zor görünüyor bana. The Banker, Erdem Başçı’ya yılın Merkez Bankası Başkanı ödülünü verdi. Siz son kriz döneminde son dönemde merkez bankasını başarılı buluyor musunuz? Şunu daha iyi yapabilirdi diyebileceğiniz büyük bir hataları var mı sizce? Ben Merkez Bankası’nı genel olarak başarılı buluyorum. Bu son kriz sürecinin yansımasını vs. iyi yürüttüler. Enflasyon azmadan, hatta ufak oranda düşerek, faizlerini belli oranlarda tutarak hadiseyi iyi yürüttüler, yani bir kaosa yol açmadan. Tabii burada maliye politikasının verdiği desteği de dikkate almak lazım. Türkiye tarihinde hiçbir zaman bu son yedi-sekiz yıldaki kadar rahat bir bütçe politikası görülmedi. Bu bütçe politikası tek seferlik vergilerle yürütüldüğü için sakıncalıdır evet; ama yine de iyi yürüttüler diyebilir. Ben Merkez Bankası’nın faiz konusunda üzerindeki baskıdan kurtulamamasını büyük bir handikap olarak görüyorum. Yani Merkez Bankası’nın çok ciddi bir faiz baskısı var; siyasetçiden, ihracatçıdan, büyüme yandaşlarından gelen. Faizleri indirme baskısı. Şu anda bu doğru işliyor olabilir, ekonomiyi canlandırmak için. Ama bir süre sonra faizi arttırmaya sıra geldiği zaman, ki ben yılın ikinci yarısında geleceğini düşünüyorum, Merkez Bankası çok zorlanacak faizleri arttırmada. Çünkü faiz arttırma sanki Merkez Bankası’nın kullanamayacağı bir politikaymış gibi oluyor. Yani politikacıların orada ses çıkarmaması gerekiyordu, ama maalesef çıkardılar. Ben en büyük zorluğu ve sıkıntıyı orada görüyorum bu yıl. Altın konusundaki yazınızda da bahsetmiştiniz, altın 2007’den beri değerini dörde katladı. Son birkaç aydır düşüş gösterse bile altının daha fazla değer kazanacağına dair açıklamalar geliyor. Altın hala bir güvenli liman mı, yoksa ABD krizinin etkilerini yavaş yavaş kaybetmesiyle birlikte altında düşüş yaşanır mı? Şimdilerde bu altın işi çok karışık bir iş. Eskiden bu kadar karışık değildi; eskiden işte enflasyonun arttığı yerde insanlar altına yönelirler, altının fiyatı yükselirdi. Böyle bir dengesi vardı. Şimdi öyle değil. Şimdi gene enflasyon artıyor. Ne kadar para basarsan bas hadise gelip enflasyonu etkilemiyor. İkincisi, normalde bu kadar çok para basılan bir ortamda altının alıp gitmesi gerekirdi, insanların hakikaten altına dönmesi gerekirdi. Çünkü para anlamını kaybediyor, bir süre sonra kağıt parçası haline geliyor. Ama öyle olmuyor şimdi. O nedenle altının durumu çok enteresan, altın üzerine yorum yapmaktan kaçınıyorum. Yani şuraya gider, böyle düşer diyemiyorum. Ama tarihsel olarak herhalde en önemli dönemlerinden birini 2006’dan 2010’a kadar olan ve 1500’lerden başlayıp 1900’lere giden büyük çıkışıyla, hızlı çıkışıyla yaşamıştır. Buna benzer ortamlar oldu ama bir daha hiç öyle bir çıkışı yakalayamadı. Yani altın 81 işi biraz karışık. Maliyeti 900 dolarmış altının, altın olarak piyasaya çıkarılmasının maliyeti 900 dolar. Dolayısıyla düşebileceği minimum yeri odur, oradan aşağı gitmez. Altınla ilgili bir tek bu söylenebiliyor kesin olarak. Borsa Realiteyi Göstermiyor Hocam bu son birkaç ayda yine borsamız rekorlarda. Sizce belirli bir çoğunluğunun, %30’ları40’ları yabancıların elinde olan borsamızın bu derece yüksek olması bir balon mu, yoksa gerçekten de İMKB hak ettiği değerde mi? Bana sorarsan borsaların zaten %60’ı balondur, tüm borsaların. Bizde biraz fazla şişik. Yani durumumuza baktığımız zaman gerçekten o değerleri edebilecek durumda mıdır o şirketler çok emin değilim. Yani bizde gayrimenkul işinin önemli bir bölümü balon. Futbol kulüplerinin borsa değerlerindeki oynamaklar bize balonun boyutunu da gösteriyor. Yani bir bakıyorsun kulüpler böyle bir gün prim yapıyor, bir gün düşüyor. Borsa çok da realiteyi göstermiyor, spekülasyona çok açık. TL-zone’a ilişkin Başbakan Erdoğan’ın açıklaması sizce popülist bir açıklama mı; yoksa gerçekten sınırlarda bölgesel olarak yapılabilir mi; yoksa bir başka alternatif, bu 82 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Türki Cumhuriyetler veya Müslüman ülkeler arasında kullanılabilecek bir para birimi olabilir mi? Sınırlarda bölgesel olarak uygulanabilir bence. Bu Türk Lirası bölgesi anlamına gelmez. Mesela Irakla Suriye’yle İran’la Rusya’yla sınırda yapılan alışverişlerde değiş tokuş edilmesi paranın, bu zone demek değil. Bu dünyanın her sınır ülkesinde iyi kötü bir sistem var. TL-zone olabilmesi için TL’yi değişim aracı olarak kabul etmiş birilerinin olması gerekir. Ki bunlar da Türki cumhuriyetlerdir. Yani senden TL’yi aldığında tekrar senden bir mal almak için kullanmıyor da götürüp başkalarıyla ilişkilerinde kullanıyorsa olur. Ben böyle bir şeyin imkanlı olduğunu düşünmüyorum. Şimdi varsayalım ki biz bu Türki cumhuriyetlerin birinden gaz alıyoruz. Karşılığında götürüp Türk Lirası vermek istesek kabul eder mi? Bir şartla eder, o da karşılığında bizden bir şey alıyorsa eder. Öyle bir durumda da zaten Türk Lirası yalnızca aracılık etmiş olur. Esas olan İran’la altın ve gaz ticaretinde olduğu gibi trampadır zaten. Bu TL-zone demek değil. TL-zone olması için Euro bölgesinde euronun tedavül ettiği gibi bir bölgede de TL’nin tek para gibi tedavül etmesi gerekir. Yani adam kendi parasından ziyade Türk lirasını kullanıyor olmalı. Bence böyle bir şey şu anda mümkün değil. Bu sınırdaki ticaret, İran’la olan alışveriş zone işiyle karıştırıldı. Ben bu TL-zone lafını hoşluk niyetine söylenmiş bir şey olarak görüyorum ve ciddiye almıyorum. 2023 hedefleri arasında en büyük 10 ekonominin içine girme hedefi var. Sizce bu yakalanabilir bir hedef mi, yakalanabilir olsa da bizim bakmamız gereken kişi başı gelirde ilk ona girmek olması gerekmez mi? Bizim bakmamız gereken hedefimiz bu olmalı ama bana kalırsa yakalanabilir görünmüyor şu anda. İlk 10’a girmek kolay bir iş değil. İlk 10’a nasıl girersin? Gayrisafi yurtiçi hasılanı ilk 10’a sokabilirsen, ki o da çok zor ama, bu senin refah ekonominin ilk 10’unda olduğu anlamına gelmez. Kişi başı gelirde bu önemlidir. Kişi başı gelir 40.000-50.000 dolar olmadan ilk 10 ekonomi arasına girmek çok zor. Dolayısıyla bunu yakalanabilir bir hedef olarak görmüyorum. Türkiye buralarda kalır bence. İlk 15 bile iyidir. Yani bir veya iki kademe yukarı çıkması iyidir Türkiye’nin. Bence biz buna kafayı takacağımıza, ilk 10’a girmeyi hedefleyeceğimize; en iyi eğitimli ilk 10, en iyi hukuk sistemine sahip ilk 10, en demokratik ilk 10’a girmeye çalışsak daha iyi olur. Ekonomi zaten kendiliğinden bunların peşinden gelir. Yalnız ekonomiyi ittiğin zaman, diğerleri peşinden gelmiyor oysa. Türev piyasalarının, Türkiye’ye geç girmesini bir şans olarak yorumlayabilir miyiz? Kesinlikle. Mesela öncelikle 2001 krizinde yediğimiz darbe çok daha kötü olabilirdi. Ayrıca küresel krizler bizde çok daha ağır yankılanabilirdi. Çünkü Türkiye bu işlere çok hevesli. Yani bu türev piyasalarına girme vs. gibi yeniliklere müthiş açık. Gerekli denetim de yok, çünkü bu işlerde denetim arkadan geliyor. Amerika’da bile denetlenemedi. Ki bu kadar New York Stock Exchange, ...Falan bunlar son derece işin içinde olmasına rağmen yapamadılar. En azından bundan sonra yeni kurallarla girersek bu tür batışları engelleyebiliriz diyoruz. Türkiye’nin yeni kurallara uyarak yavaş yavaş girmesinin zamanının geldiğini düşünüyorum. Bu zamana dek iyi ki girmemişiz, girseydik gerçekten perişan olabilirdik. İthal İkame Modeli Sonuç Vermedi Herkes cari açıktan bahsediyor. Türkiye’nin enerji ithalatı olmasaydı cari açık olmazdı deniliyor. Türkiye’nin enerji ithal etmemesi gibi bir durum pek olası değil. Bu nedenle bu tarz negatif yorumlardansa daha yapıcı çözümler üretmemiz gerekiyor mu? Kısa vadede bu konuda neler yapılabilir? Kesinlikle gerekiyor. Bir kere enerji ithal etmeseydik durumumuz bu olurdu demek çok yanlış. Şu sorulsa doğru olabilirdi; enerji ithalatını dışarıda tutsak bakalım durumumuz nedir? Faiz dışı denge gibi bir şey yani. O yapılabilir, ama bir beyin jimnastiği olarak. Yani biz enerji ithal etmezsek büyüyemeyiz, büyüyemezsek istihdam oranı azalır, işsizlik alır başını gider. Tüm bunlar olmazsa ithalat da düşük olur, cari açık da. Sorun bu değil. Şimdi öncelikle bizim bu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye’nin enerji açığı var, gerekli enerjiyi karşılayamıyor ve dolayısıyla bunu ithal etmemiz lazım. İşin kötüsü de iş büyüdükçe yani bizim ekonomimiz büyüdükçe enerji ihtiyacımız da artacak. Enerji iç üretimi arttırmak için de lazım, ihracatı arttırmak için de lazım, hepsi için lazım. Bunu bir veri olarak, gerçek olarak kabul edip bundan sonra ne yapabileceğimize bakmamız gerekir. Benim kanaatime göre bizim yapmamız gereken, hükümet de zaten benzer bir adım attı sonra. Türkiye’nin uzun süre uyguladığı ithal ikamesi modelinin iyi sonuç vermediğini düşünüyorum. Sonuç alamadık. Dünyada pek çok ülke sonuç aldı: Kore aldı, Japonya aldı, Çin aldı. Hepsi ithalatı kısıtladılar sonra içeride benzer üretimi arttırdılar; önce taklitle, sonra modifiyeyle falan derken kendi markalarını yarattılar. Biz bu noktaya gelemedik. Taklit ettik ama oradan öteye gidemedik, hiç marka yaratamadık. Birkaç tane 2’nci, 3’ncü sınıf tekstil markamız var sadece. Şimdi bizim bu noktaya geri dönmemiz lazım, geçici bir kısmi ithal ikamesi uygulamamız lazım. Geçici olmalı, kalıcı olursa o gümrüklerin arkasına sığınıp tembellikle rahat rahat dışarıda 1 dolara üretilen şeyi içeride iki dolara üretip gümrükte bunların arkasına sığınarak o satışı yaparlar. Bu böyle olmamalı. Devlet 2 yıl, 3 yıl en fazla 5 yıl gibi sınırlı bir süre vererek ve bu süreçte denetleyerek gerekli desteği vererek orada 83 üretilen malın dışarıda olduğu gibi 1 dolara üretilmesini sağlayacak şekilde bir düzeni kurmalı. Böyle bir düzen kurulabilecek rekabete elverişli alanlarımız var mı buna bakmalı ve teşvikleri buna göre vermeliyiz. Bu sürenin sonunda kısmi olması da: eğer rekabet koşulları yoksa ve ileride de olmayacaksa, o zaman o alanda bu işe hiç girmememiz lazım. Örneğin uzay sanayiinde, bizim böyle bir kabiliyetimiz yoksa hiç girmeyeceğiz. Bilgisayarda yoksa girmeyeceğiz. Ama mesela modemde varsa gireceğiz, saatte varsa gireceğiz. Ama geçici. Yani bütün teşviki vereceğiz; o süre içinde yaptın yaptın kardeşim. Bakacağız adama bir gelişme var mı diye, yoksa kaldıracağız birinci yılın sonunda teşviki. Şimdi devlet yeni bir modelle bunu yapmaya çalışıyor. Gümrük Birliği buna büyük bir engel değil mi? Değil, engel olmadığı anlaşıldı. Çünkü yaptılar zaten teşviki. Şu anda teşvik veriyorlar, gümrük vergisiyle yapmıyorlar, ama vergi indirimi sağlıyorlar. Gelir vergisini indiriyor, kurumlar vergisini indiriyor, üstüne para da veriyor. Öyle bir engel olmadığı ortaya çıktı. Çünkü şu anda bir teşvik modeli uyguluyorlar cari açığı düşürmeye yönelik, benim dediğime benzer bir model. Fakat bunu yaparken, tekrar söylüyorum, o 1 dolara 84 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 üretilecek malı adama verdin adam 2 dolara üretiyor şu anda, verdin beş yıllık süreyi, ikinci yılın sonunda baktın ki adam hala 2 dolara üretiyor, o zaman kaldıracaksın. Türkiye 2001’de Batmanın Eşiğindeydi Kriz dönemine dönmek istiyorum tekrar. Kemal Derviş geldi, özelleştirmenin şartları belirlendi. Bildiğim kadarıyla diğer hükümetlerden farklı olarak, ilk defa bir parti, daha önce yapılmış ekonomi politikalarını tamamen çöpe atmadı; bunlar doğru olabilir diye, özelleştirmeler başta olmak üzere bunları kabul etti ve uyguladı. Bu durum sizce AK Parti hükümetinin 10 yıldaki başarısına bir etken miydi, yoksa tamamen 10 yılda çok şeyi doğru yapmasından mı kaynaklandı? Şimdi burada kritik birçok nokta var. Bunlardan bir tanesi Türkiye 2001’de tam anlamıyla batmanın eşiğindeydi. Yani artık herkes her şeye razı hale gelmişti. Unutmamak lazım ki o zamanlar ikişer kere vergiler ödendi, ikişer kere her türlü zamlar ödendi. Kimsenin gıkı çıkmadı, çünkü insanlar işsiz kaldılar ve her şeye razı hale geldiler bu büyük bir avantajdı. İkincisi, AKP daha önce hiçbir şekilde iktidar olmamıştı, dolayısıyla önceki batışlardan hiçbir şekilde sorumlu tutulmayan bir konumdaydı. Ve ona kredi vermeye hazırdı Türkiye. Hükümette olmayan ama geçmişte bu işlerin içinde bulunmuş bir parti gelseydi böyle bir kredi ona tanınmazdı. Üçüncüsü, Derviş’in hazırladığı bir ekonomik model vardı ve bu model yürüyordu. IMF destekli bir modeldi. Unutmamak lazım ki bu modele IMF 45 milyar dolar koydu. Geldi gitti ödendi, tekrar geldi vs. toplamda 45 milyar dolarlık bir destek koydu bu işe. Ekonomi öyle batmıştı ki, öyle bir dip noktaya gelinmişti ki, yapılan her şey işi muhakkak daha iyi bir noktaya götürecekti. Bir de dünya konjonktürü müthiş bir çıkış noktasındaydı. Yani likidite bol, yatıracak yer arıyorlar, Türkiye IMF politikaları uyguluyor, faiz yüksek, yabancı sermaye geliyor. İşte bu noktalar, iktidarın devraldığı dönemde lehine olan durumlar. Enkaz devraldı ama bu onun olağanüstü biçimde lehine oldu. İyi bir ekonomi devralsaydı bu kadar lehine olmayabilirdi. Doğru yaptılar mı? Evet bu politikaları doğru uyguladılar, doğru devam ettirdiler. Zaten IMF’le devam ettiğiniz sürece onun dışında bir şey yapma ihtimaliniz de yok. Dolayısıyla orada akıllıca bir şekilde devam ettiler. Sonra Amerika’nın müthiş bir desteği var, yani Amerika Türkiye’yi Ortadoğu’da lider ülke konumuna getirmeye karar verdi bir şekilde. O da bu sürece denk geldi. Niye böyle oldu? Çünkü Mısır’ın bu pozisyonu tutamayacağını gördü, yani Mısır- İsrail ekseninin yürümeyeceğini tahmin etti ve bu nedenle Mısır’ın yerine Türkiye’yi oturtmayı planladı. Bu bağlamda müthiş bir destek verildi Türkiye’ye. Dolayısıyla Türkiye onun da desteğini aldı. Konjonktür lehineydi, müthiş paralar girdi. Artı Türkiye AB ile müzakere kararı aldı, müzakere süreci başladı ve 2005’ten itibaren Türkiye’ye, daha önce görülmemiş bir şekilde yılda 20-22 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye girişi yaşandı. Türkiye, cumhuriyet tarihinde aldığı paranın tamamını bir yılda aldı. Bütün bunlar lehe bir rüzgar yarattı. Açıkçası doğru da uygulamalar yapıldı birçok konuda. Dolayısıyla AKP’nin uyguladığı politikaların doğruluğunu onlara teslim etmemiz lazım; hem maliye politikası olarak, hem para politikası olarak. Eleştirimiz ne olabilir? Şu olur benim eleştirim: bu on yıllık, büyük imkanlara sahip olduğumuz bu dönemde yapısal reformları yapmadılar. Halbuki bu yapısal reformları yapsalardı, yani mesela dolaylı-dolaysız vergi ilişkisini doğru çözebilselerdi, maliye politikasını böyle tek seferlik gelirlerle yürütmek yerine daha doğru işlere bağlayabilselerdi çok daha sağlıklı bir yapıya kavuşabilirdik. Bu bir eksiklikti. Ama genel baktığımızda, başarılı diyebilirim. Kayıt Dışı Düşük, Vergi Dışı Yüksek Türkiye’de kayıt içi ekonomi olduğu kadar çok büyük bir kayıt dışı ekonomi de var. Ve kimi uzmanlara göre kayıt dışı ekonomi olmalı fakat seviyesi genel ekonomiye göre az olmalı. Sizce Türkiye’de kayıt dışı ekonominin belirli bir kısmını kayıt altına almak için hangi çalışmalar yapılmalı? Şimdi burada kayıt dışı dediğimiz zaman aslında herkes farklı bir şey tarif ediyor. Ben kayıt dışı dediğim zaman, gayrisafi yurtiçi hasılanın kaydı dışında kalmış olan, milli gelir zaptlarına girmemiş olanı anlıyorum. Öteki çünkü aslında vergi dışı demektir. Oysa bazı şeyler vergi dışı kalmış ama gayrisafi yurtiçi hasılaya girmiş olabilir. Benim kanaatimce, vergi dışılık yüksektir Türkiye’de, ama kayıt dışılık o kadar yüksek değildir. Yani Türkiye ekonomisi, kişi başına gelirin 10 bin dolar değil de 20 bin dolar olduğu bir ekonomi izlenimi vermiyor bana. Bilemedin 11 veya 12 bin dolarlık bir görünüm veriyor ki o da bizim kayıt dışılık oranımızın yaklaşık %20 civarında olduğunu gösteriyor ve bu o kadar büyük bir oran değil. Ama kesinlikle söylemek mümkün ki vergi dışılık yüksektir. Türkiye’nin vergi dışılığın üstüne gitmesi lazım, bunun için de çok iyi denetim yapması lazım. Ben bunu çok seferdir söylüyorum, vergi denetim otoritesi bağımsız olmalı. Siyasetten tamamen bağımsız olmalı, ama maalesef böyle olmuyor. İMKB’nin şirketleşmesi sizce ne kadar doğru bir karardı? Erken mi oldu, yoksa çok mu geç kaldık? Yani İMKB zaten bir özel sektör kurumudur. Yalnızca başkanı kamu tarafından atanan bir özel kurum. Dolayısıyla şirketleşmesi zaten normaldir. Bence kamu hiç karışmamalıdır ve başkanı da kamu tarafından atanmamalıdır. Kamu yalnızca denetim yapmalıdır. Atamaları onlar kendi içlerinde yapmalıdırlar. Kamu, üretime girmeyeceği gibi, bu olaylara da girmemeli; yalnızca denetlemekle yetinmeli. Yani Sermaye Piyasası Kurulu var, o yapmalı bu denetimi. İMKB’nin de, İMKB’deki kuruluşların da denetimini SPK yapmalı ve devlet burada bırakmalı işi, atamalarla uğraşmamalı. Dolayısıyla bu adım doğru bir adım, ama atama işinin de çözülmesi lazım. Geçen sene Merkez Bankası en fazla kar eden şirket oldu. - Hep öyledir zaten.- Bir merkez bankasının bu kadar kar etmesi sizce olumlu bir gösterge mi? Yani merkez bankası hep kar eder, çünkü merkez bankasının bastığı 100 lira 200 lira 500 lira her neyse bunların maliyetleri hep 50 kuruş bilemedin 85 1 lira. 1 liraya mal edip 200 liraya satarsan kar etmeme diye bir durum olamaz, mümkün değil hep çok kar eder. Biraz da işte kur farkından kar eder. Normaldir yani bence. Sonuçta karını da önemli ölçüde Hazine’ye devrediyor zaten. Yani bir anormallik görmüyorum ben. Dünyanın her yerinde merkez bankaları böyle kar eder. Türkiye Hak Ettiği Notta Değil Avrupa Birliği’nin bu krizi çözmesinde Türkiye’nin ne derece yardımı olabilir rol model olma konusunda? Bence olamaz. Neden olamaz, çünkü bunlar farklı işler. Mesela şimdi Türkiye’de Merkez Bankası ROK diye bir uygulama yapıyor. Zorunlu karşılıkların bir bölümünü Türk lirasıyla bir bölümünü dolarla alıyor. Bunu Almanya’da ya da Fransa’da uygulayamazsın ki. Adamın parası zaten Euro, zaten rezerv Euro. Yarısını Euro’yla öbür yarısını öbür Euro’yla mı alacaksın? Yani bunların hangisi özgü ve orijinal uygulamalar Türkiye açısından. Bunları çıkarıp da Avrupa’da da böyle olması gerekir diyebilmek kolay değil. Bu olsa olsa, bir ihtimal Brezilya’ya ya da Hindistan’a bir model olabilir, ama Avrupa’ya olmaz. Peki hocam not tartışmalarına biraz değinelim. Sizce Türkiye şu anda hak ettiği notları alıyor mu? 86 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Bence şu anda Türkiye hak ettiği notta değil, ama şu anda Türkiye notu arttırılacak bir durumda da değil. Bence Türkiye’nin notu 2007-2008 yıllarında 3B olmalıydı; o zamanki ekonomiye baktığımız zaman her şeyiyle sağlam görünüyor. O zaman 3B olmalıydı ve şu anda da 3B’de devam ediyor olmalıydık. İşte görüntü durağan olur, negatif olur, pozitif olur o ayrı bir şey. Ama Türkiye’nin not hakkı 3B. Ama bugün 2B’den 3B’ye çıkarırlar mı, çok emin değilim. Bence büyümeyle cari açığın ne kadar bağlantılı olduğunu görüp ondan sonra karar vereceklerdir diye düşünüyorum. Yani Türkiye’nin notunun artmama nedenlerinden biri cari açığın büyüklüğüdür biliyorsun, şimdi cari açık düştü ama bu sefer büyüme de düştü. Bakalım büyüme yavaş yavaş artarken cari açık düşük kalacak mı, yoksa o da mı artacak, bence ona bakalım, hassas noktalar oralar. 3-5 ay için de IMF’ye olan tüm borcumuzu bitiriyoruz hatta denildiğine göre IMF’ye borç verecek konumda oluyoruz. Sizce bundan sonraki IMF ilişkileri ne boyutta olmalı, uluslararası piyasaya güven vermek adına, görsellik adına ufak bir anlaşma yapılmalı mı? Bence gerek yok. Biz IMF konusunu çok değişik yorumluyoruz. Benzer ülkelerde de böyle yorumlanıyor. Biz hovar- daca parayı yiyoruz, sonra IMF geldiği zaman ücretleri kısıyor, vergileri arttırıyor falan diyoruz. Ama sonuçta IMF bize, bir önceki 10 yılda yaptığımız hovardalığın faturasını çıkarıyor. Bunun nasıl ödeyeceksin diye bize soruyor. Biz işin içinden çıkamadığımızda böyle şeylerle karşılaşıyoruz. Sonra yok bizi zorladı, yok ümüğümüzü sıktı falan diyoruz. Bunlar doğru değil, biz IMF’nin üyesiyiz. IMF üyeliği bize, orada bir para tutma, kota ve bunun karşılığı olarak başımız belaya girdiğinde bazı kolaylıklardan faydalanma imkanı sağlıyor. Ama IMF’ye aynı zamanda bütün istatistiklerimizi verme, yılda bir defa da onların gelip konsültasyon yapma yükümlülüğünü getiriyor. IMF denetimi hiçbir zaman bitmiyor. Biz üye olduğumuz sürece IMF buraya her yıl gelecek, konsültasyonu yapacak, gördüğü eksiklikleri de raporunda bildirecek. Türkiye IMF ile yeni bir anlaşma içinde ilişkisine devam etmeli mi? Hayır etmemeli. O ilk çıktığı dönemde bir yıllık gözetim anlaşması yapabilirdi; ama bugün artık buna ihtiyaç yok. Türkiye’nin bugün IMF ile herhangi bir anlaşma yapmaya ihtiyacı yok. IMF Türkiye’yle ilgili bir rapor yazacak ve bunu dünyaya da duyuracak. IMF zaten ödemeler dengesi bozulan ülkelere destek oluyor. Bizde şu anda böyle bir görüntü yok, ödemeler dengemiz iyiye gidiyor. TÜRKYE EKONOMSNDE ÖZEL KESM TASARRUF AÇIĞI Prof. Dr. Ümit ÖZLALE TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Nurgül SEVİNÇ 1. Giriş T ürkiye’de makroekonomik kırılganlık tartışıldığında, haklı olarak ilk akla gelen “olağan şüpheli” cari işlemler açığıdır. Nitekim Türkiye’nin dalgalı büyüme performansı incelendiğinde, yüksek büyüme dönemlerinde oluşan yüksek cari açığın daha sonrasında kur dengelerini olumsuz etkilediği görülmektedir. Üzerinde fazla durulmayan ise cari işlemler açığının aynı zamanda ülkedeki tasarruf açığına eşit olmasıdır. Bir başka deyişle, Türkiye’de yapısal bir cari açık problemi olması aynı zamanda yapısal bir tasarruf problemi olduğu- nu göstermektedir. Şekil1’de cari işlemler dengesi ile kamu ve özel kesim olarak ayrıştırılan tasarruf dengesi incelendiğinde ise, cari işlemler açığını oluşturan tasarruf dengesinde önemli bir değişim görülebilir. 2010 ve 2011 yılındaki mevcut tasarruf açığı problemi, 1990’lı yıllardaki yanlış maliye politikaları sonucu oluşan yüksek kamu tasarruf açıklarından değil, özel sektörün ve özellikle hane halkının daha az tasarruf etmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla cari işlemler açığının kapatılması için önerilen kamu harcamalarının azaltılarak sıkı bir maliye politikası izlenmesi bu dönemde oluşan cari açık sorununu –en azından tek başına- çözecek gibi durmamaktadır. Bu defa sorun, hane halkı ve özel kesimin az tasarruf etmesinden ve üretimin giderek daha fazla ithalata duyarlı hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. EKONOMi Bilkent Üniversitesi 2. Özel Kesim Tasarruf Açığı Neden Kaynaklanıyor? Özel kesim tasarruf açığının detaylarına inmeden önce bütün problemin ana ekseninde enerji ithalat bağımlılığının olduğunu söylemekte yarar var. Öyle ki, son açıklanan ödemeler dengesi rakamları incelendiğinde, enerji ithalatı çıkartıldığında ülke ekonomisinin 87 Şekil 1: Özel Tasarruf Dengesi & Kamu Tasarruf Dengesi (%GSYH) ! ! ! ! *Gerçekleşme Tahmini, **Program Kaynak: Kalkınma Bakanlığı cari işlemler fazlası verdiği görülebilir. Dolayısıyla, hane halkı ya da şirketler kesimin giderek daha az tasarruf etmesi önemli bir problem olmakla beraber, problemin tamamı enerji sektöründen ayrı düşünülmemelidir. Enerji ile ilgili argüman netleştirildikten sonra özel kesim tasarrufları incelendiğinde tasarruf oranlarında son 10 yıl içinde sürekli bir düşüş meydana geldiği görülebilir. 2002 yılında, krizin de yatırımlar ve gelirler üzerindeki olumsuz etkisiyle % 23 civarında olan özel kesim tasarruf oranı 2011 yılında % 10’lar seviyesine düşmüştür. Bu da, GSYH içinde yatırımların oranı neredeyse yatay bir seyir izlese bile karşılaşılan yüksek tasarruf açığı problemini açıklamaktadır. Nitekim hane halkı ve şirketlerin tasarruf oranlarındaki düşme, hane halkı borcunun GSYH’ya oranından ve firmaların işletme artıklarından da görülebilir. Yükseler (2011)’de belirtildiği üzere, 2003 yılında % 3 olan hane halkı borcunun GSYH’ya oranı zaman içinde hızla artarak 2009 yılında % 15.4, 2010 yılında ise % 17.3’e yükselmiştir. Sanayi ve hizmetler sektöründe 2002 yılında % 23.4 olan işletme artığının ciroya oranı ise 2008 yılında % 15,3’e düşmüş, aynı dönem için imalat sanayinde % 27.4 olan işletme artığının üretim değerine oranı ise % 19,7’ye gerilemiştir. Bu artan oranlar özel kesimin tasarruf eğilimi ve kapasitesinin önemli ölçüde zayıfladığını doğrular niteliktedir. Aşağıda özel kesim tasarruf açığının olası nedenlerine kısaca değinilmektedir. Demografik Faktörler: Cilasun ve Kırdar (2009), tasarrufların yaşam döngüsü boyunca analizini yaptıkları çalışmada, literatür bulgularının tersine Türkiye’deki hane halkının 55-64 yaşları arasında tasarruf oranlarının yüksek olduğunu, bunun da yaşam döngüsünün ortaya koyduğu tasarruf nedenleri dışında da tasarruf yapmak için nedenlerin olduğunu söylemektedir. Finansal Gelişmişlik: Krediye erişimin kolaylaşıp ucuzlaması bankacılık sisteminin risk dağıtma stratejisiyle birleşince özellikle dayanıklı tüketim mallarına talebin artmasına ve tasarrufların düşmesine yol açacaktır. Nitekim Dünya Bankası (2011) hazırladığı tasarruf raporunda düşen faiz oranları ve kredi akışının hızlanmasıyla beraber artan tüketim eğiliminin tasarrufların düşmesindeki en önemli faktör olduğunu belirtmektedir. Burada üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de tasarruf tanımıdır. Konut gibi dayanıklı tüketim mallarının tasarruf olarak değerlendirilmesi durumunda tasarruf oranlarının yükseldiği görülmektedir. Sonuç olarak Türkiye’de son dönemde tasarruf oranlarının düşmesinin temel sebebinin kredi erişiminin ve maliyetinin düşmesiyle beraber dayanıklı tüketim mal alımlarındaki artış olduğu söylenebilir. Nitekim Türkiye Bankalar Birliği verilerine göre 1997 yılında kredi alan kişi sayısı 17.659 iken bu oran 2004 ve 2011 yıllarında sırasıyla 100.449’a ve 414.033’e yükselerek önemli bir artış göstermiştir. Ampirik Bulgular: Tasarruf konusuna yapılan ampirik çalışmalar da yukarıdaki argümanları destekler niteliktedir. Matur vd (2012) kamu tasarruflarındaki artışın özel tasarrufları düşürdüğünü, kişi başı milli gelirin özel tasarrufları arttırdığını, nüfus bağımlılık oranının ise özel tasarrufları olumsuz etkilediğini göstermektedir. Faiz oranlarında yaşanacak artış ise tasarrufları daha cazip hale getirirken kredi maliyetlerini arttırmaktadır. Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi makroekonomik kırılganlıktaki iyileşme ve banka kredilerinin GSYH’ya oranındaki artışı tasarrufları olumsuz etkilemektedir. Türkiye’de özel tasarrufların belirleyicilerini açıklayan Van Rijckeghem (2010) ise maliye politikası araçlarının sınırlı bir etki yaratacağını belirtirken, Üçer ve Van Rijckeghem (2009) ise ekonomik konjonktürün özel tasarruf oranları üzerinde önemli etki yaptığını bulmuşlardır. Karakurt ve Özlale (2012)’de yapılan ekonometrik analizler, kamu tasarruflarındaki bir artışın özel tasarruflarda bir düşmeye yol açtığını fakat bu artışın bire bir olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla daha önceki çalışmalarda da bulunduğu üzere Türkiye’de kamu tasarrufları ve özel tasarrufları arasında Rikardocu bir denklik söz konusu değildir. Kamu tasarruflarının artması sonucu düşen faizler ve özel sektöre daha fazla kredi sağlanması özel tasarrufları düşürmüştür. Aynı çalışmada tasarruf mevduat faizlerindeki %1’lik bir artışın özel tasarruflarda % 0.14’lük bir artış yarattığı bulunmakta, kredi genişlemesinin ise özel tasarrufları Krediye erişimin kolaylaşıp ucuzlaması bankacılık sisteminin risk dağıtma stratejisiyle birleşince özellikle dayanıklı tüketim mallarına talebin artmasına ve tasarrufların düşmesine yol açacaktır. düşürdüğü gösterilmektedir. Bunun dışında ekonomideki belirsizliğin artıp güven ortamının aşınması, özel kesimin tedbir amaçlı tasarruf yapma eğilimini güçlendirmektedir. Son olarak kişi başı milli gelir düzeyi ve büyüme oranı özel tasarruflar üzerinde etkili bulunmamıştır. Örnek vermek gerekirse, örneklemin ikinci yarısında 2001 krizi sonrasında kişi başı milli gelir hızla artarken özel tasarruflar da aynı ölçüde düşmeye başlamıştır. 3. Özel Sektör Tasarruf Açığı ve Üretim Yapısının İthalat Bağımlılığı Kuşkusuz son 10 yılda, kriz dönemlerini çıkartırsak artan tasarruf açığının en önemli nedenlerinden biri de imalat sanayindeki üretim yapısının giderek daha fazla ithalata bağımlı hale gelmesidir. Şekil 2’de son 4 yılda, sektör ayrımı olmaksızın, Türk imalat sanayinin üretimde kullandığı ithal ara ve yatırım malı miktarı üzerinden hesaplanan ithalat bağımlılığı oranlarına yer verilmiştir. Buna göre 2009 yılında küresel krizin etkisi ile % 38’e gerileyen ithalat bağımlılık oranı, 2010 yılında % 40’a, 2011 yılında ise % 43’e yükselmiştir. Diğer bir ifade ile 2011 yılında Türk imalat sanayi yaptığı her 43 Dolarlık ithal ara ve yatırım malı karşılığında 100 dolarlık bir üretim gerçekleştirmiştir. Karakurt ve Özlale (2012)’de sektörel ithalat bağımlılık verileri oluşturulduktan sonra yapılan ekonometrik analizde, kurulan her modelde güçlü Türk lirasının ithalat bağımlılığını arttırdığı bulunmaktadır. Kurdaki değerlenme imalat Şekil 2. İmalatın İthalat Bağımlılığı $ & & & #& "& & ! 89 Şekil 3: İthalat Bağımlılığı (2010-2011) sanayinin yerli ara ve yatırım malını ithal olanla ikame etmesine yol açmaktadır. Bununla beraber esneklik hesaplamaları ithal girdi miktarının kur esnekliğinin -beklenen 90 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 işareti almakla beraber- düşük olduğunu göstermektedir. İthal girdinin toplam satış esnekliği ise oldukça yüksektir. Şekil 3, imalat sanayinde ortalamanın üstünde büyüyen sektörlerin ithalat bağımlılık oranlarının altında büyüyen sektörlerle karşılaştırmaktadır. Sonuçlar oldukça çarpıcıdır: 2010-2011 arasında ortalamanın -imalat sanayi üretim endeksi- üstünde büyüme gösteren sektörlerin ithalat bağımlılığı % 50.3, buna karşılık ortalamanın altında büyüme performansı sergileyen sektörlerin ortalama ithal bağımlılık oranı % 25.7’dir. Dolayısıyla ekonomik büyümenin lokomotifi olan sektörlerin ithalat bağımlılığı ortalamanın önemli ölçüde üstündedir. Bu bulgu da, mevcut büyüme dinamikleri altında imalat sanayinin ithalat bağımlılığının giderek yükseleceğini ima etmektedir. Sonuç olarak, imalat sanayindeki büyüme, ithalat bağımlılığındaki artış kanalıyla özel kesim tasarruflarında bir azalma ve dolayısıyla cari açıktaki bir artış olarak karşımıza çıkmaktadır. 4. Sonuç ve Değerlendirme Yüksek ve sürdürülebilir ekonomik büyüme hedeflerine dış tasarruflara giderek daha bağımlı hale gelerek ulaşmak mümkün gözükmemektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin istikrarlı ve uzun dönemli bir büyüme performansı yakalaması için yurtiçi tasarruflar kilit rol oynamaktadır. Son on yıllık dönem incelendiğinde kamu tasarruflarındaki olumlu tabloya rağmen özel kesim tasarruflarındaki azalma tasarruf açığını arttırmaktadır. Hane halkı bazında anket sonuçları ve tüketim verileri incelendiğinde Türkiye’de özel kesim tasarruflarının düşmesinde dayanıklı tüketim mallarına olan talebin önemli rol oynadığı görülmektedir. Nitekim konut gibi dayanıklı tüketim malları tasarruf olarak nitelendirildiğinde özel kesim tasarruflarındaki düşme daha ılımlı olmaktadır. Dolayısıyla, son yıllarda tüketici kredilerindeki artış ve hane halkının kriz döneminde ertelediği harcamaları yapmış olması tasarrufları önemli ölçüde etkilemekte, tasarruf oranlarında konjonktür etkisinin önemini bir kez daha göstermektedir. Yapılan ampirik çalışmalar, kamu tasarruflarındaki artışın özel tasarrufları aynı oranda düşürmediğini bulmaktadır. Dolayısıyla kamu tasarruflarının arttırılması toplam tasarruf açığını kapatıcı etki yapacaktır. Bunun yanında makroekonomik belirsizliğin azalmasının tedbir amaçlı tasarruf eğilimini zayıflatıp özel tasarrufları düşürücü etki yaptığı bulunmaktadır. Tasarrufları belirleyen bir başka önemli faktör de sanayi üretiminin daha fazla oranlarda ithal ara ve yatırım malına bağlı olmasıdır. İthalat faturasının üretim değerinden daha fazla artması şirketler kesimindeki işletme artığı ve tasarruf kapasitesinde önemli bozulmalara yol açacaktır. Nitekim sonuçlar son dönemlerde üretimde ithalat bağımlılığının arttığını göstermektedir. Elde edilen bulgular, iç talebin canlanıp ekonominin büyüdüğü dönemlerde talebin daha çok ithal ara ve yatırım malı kullanan ürünlere doğru kaydığı yönündedir. Üstelik, ortalamanın üstünde büyüyen sektörlerdeki ithal ara ve yatırım malı kullanma oranı önemli ölçüde yüksektir. Bu sonuçlar da, tasarruf oranlarındaki düşmenin sadece hane halkının tüketim eğiliminden kaynaklanmadığını, üretim yapısındaki değişmenin de Türkiye’nin düşük tasarruf eden ülkeler grubunda yer almasında önemli rol oynadığını göstermektedir. Kaynaklar Cilasun, S.M. ve M.G. Kırdar, 2009. “Türkiye’de hanehalklarının gelir, tüketim ve tasarruf davranışlarının yatay kesitlerle bir analizi”, İktisat İşletme ve Finans 24:280, 9-46. Dünya Bankası 2011. “Yüksek Büyümenin Sürdürülebilirliği: Yurtiçi Tasarruflarının Rolü”, Türkiye Ülke Ekonomik Raporu, Rapor no: 66301-TR, Ankara, 2011. Karakurt, A. ve Ü. Özlale 2012. “Türkiye’de Tasarruf Açığının Nedenleri ve Kapatılması için Politika Önerileri”, Bankacılar Dergisi No: 83, 1-33. Matur, E.P., A. Sabuncu ve S. Bahçeci, 2012. “Determinants of private savings and interaction between public and private savings in Turkey” Topics in Middle Eastern and African Economies, 14, 102-125. Üçer M. ve C. Van Rijckeghem, 2009. “The Evolution and the Determinants of the Turkish private saving rate: What lessons for policy?”, Koç Üniversitesi – TÜSİAD Economic Research Forum Çalışma Tebliği, No: 09-01. Van Rijckeghem , C., 2010. “Determinants of Private Savings in Turkey: An Update”, Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü Çalışma Tebliği, 2010/04. Yükseler, Z., 2011. “Türkiye’nin Karşılaştırmalı Cari İşlemler Dengesi ve Rekabet Gücü Performansı (1997-2010 Dönemi)”, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Yayını, Haziran 2011, Ankara. 91 ENERJİ TEKNOLOJİLERİ AR-GE POLTKALARI: OECD VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI Işıl DEMİRTAŞ EKONOMi Giresun Üniversitesi Öğretim Görevlisi Sosyal Bilimler MYO OECD üyesi olan ve aynı zamanda IEA’ya da üye olan Türkiye, son yıllarda enerji teknolojileri AR-GE alanında yapmış olduğu çalışmaları hızlandırmış ve bu alanda stratejik amaçlarının belirlenmesi yönünde araştırmalar yaparak sistemli bir politikalar bütünü oluşturmayı amaçlamıştır. Enerji alanında AR-GE’ye verilen önemin artmasıyla bu alanda yapılan çalışmalar; ileriye yönelik hedeflerin belirlenmesi, desteklerin arttırılması ve önceliklendirme girişimleri ile sistemli bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmaktadır. 7 0’li yıllarda yaşanan petrol krizleriyle ortaya çıkan enerji arz güvenliği sorunu ve enerji fiyatlarının maliyetler üzerindeki etkisi, özellikle enerjide dışa bağımlı ülkelerin enerji politikalarını gözden geçirmelerine neden olmuştur. Birçok ülke, petrole olan bağımlılığını azaltabilmek için enerji arz güvenliği sağlama, yeni enerji kaynakları buluma, alternatif enerji kaynaklarına yönelme ve enerji tasarrufu sağlama konusunda politikalar belirlemiştir. Örneğin 1974 yılı başında, Fransa enerji alanında; nükleer gücün hızla geliştirilmesi, kömüre dönüş ve enerji güvenliği olmak üzere üç önemli politika üzerine odaklanmıştır1. Japonya’da ise petrole olan bağımlılığın azaltılabilmesi için; elektrik üretimi ve endüstriyel üretimin petrolden diğer enerji kaynaklarına dönüştürülerek yapılması, nükleer güç geliştirme işlevinin hızlandırılması, kömür ve sınırlandırılmış doğal gaz ithalinin yaygınlaştırılması ve petrol ithalatının Orta Doğu’dan Pasifik’e kaydırılması politikaları uygulamaya konulmuştur2. Petrol krizinin meydana getirdiği diğer bir önemli gelişme ise Uluslararası Enerji Ajansı (International Energy AgencyIEA)’nın kurulması olmuştur. 1974 yılında OECD’nin çatısı altında kurulan IEA’nın temel amaçları - dönemin şartlarına uygun olarak- koruma, alternatif geliştirme ve işbirliği odaklı olarak belirlenmiştir3. Petrol krizleri, gerek ulusal gerekse uluslararası alanda genellikle petrole olan bağımlılığın azaltılması yönünde olup, yapılan AR-GE ve yenilik çalışmaları da bu kapsamda gerçekleştirilmiştir. Ancak kriz öncesinde ucuz olan petrolün aşırı tüketiminin neden olduğu karbondioksit salınımındaki artış, iklim değişikliği ve küresel ısınma gibi çevresel sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Hızlı büyüme ve nüfus artışının da etkisiyle enerji talebinin geçen zaman içinde artması, çevresel riskleri daha tehlikeli boyutlara tırmandırmış, bunun sonucunda enerji kullanımının yenilenebilir enerji kaynaklarına yönlendirilmesi ve enerji tasarrufunun sağlanması yönündeki çabalar arttırılmıştır. Böylece söz konusu gelişmeler, enerji teknolojileri AR-GE faaliyetlerine atfedilen önemi daha da arttırtmış; özellikle gelişmiş ülkelerin enerji teknolojileri AR-GE alanında yeni politikalar geliştirmesine zemin hazırlamıştır. Enerji politikalarının dönüşüm sürecinde etkili olan bir diğer unsur ise bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler olmuştur. Ulaşılan bilgi düzeyi ile sağlanan teknolojik ilerlemeler ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini giderme ihtiyacı; hem enerji politikalarında dönüşümü hem de ülkelerin sistemli ve özgün 93 özellikleri taşımakta; ancak her ülkenin politikası kurumsal işbirliği, AR-GE önceliklerinin belirlenmesi, enerji AR-GE politikasından sorumlu kurumlar ve finansman sağlanması gibi konularda uygulama bakımından farklılık göstermektedir. Bununla beraber, genel olarak üye ülkelerin amaçları aynı çerçevede birleşmektedir. enerji teknolojileri AR-GE politikaları oluşturmalarını gerekli kılmıştır. Karbondioksit salınımının azaltılması amacıyla yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi ve enerji verimliliği ile tasarrufunun sağlanmasına yönelik çalışmalar, enerji politikalarının odak noktasını oluşturmaya başlamıştır. IEA da değişen koşullara uygun olarak enerji teknolojileri AR-GE politikalarının geliştirilmesi üzerine yeni bir misyon yüklenmiştir. IEA’nın politikaların geliştirilmesine ilişkin önerileri, yol gösterici bir nitelik taşımaktadır. IEA’nın Enerji Teknolojileri AR-GE Politikaları Yol Haritası IEA’nın üye ülkelere sunduğu enerji politikalarının temel çerçevesi, enerji teknolojileri pazarının oluşturulması ve piyasada serbest ticaretin sağlanması gibi serbest piyasa yönelimli bir başka deyişle özel 94 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 sektör güdümlü politikalardır. IEA, üye ülkelerin enerji politikası amaçlarını: • Enerji sektöründe çeşitlilik, verimlilik, esneklik, • Beklenmedik enerji krizlerine müdahale yeteneği, • Enerjinin çevresel açıdan sürdürülebilirliğinin temini ve kullanımı, • Çevresel olarak kabul edilebilir enerji kaynakları, • Arttırılmış enerji verimliliği, • AR-GE ve gelişmiş enerji teknolojilerinin pazara yayılması, Enerji politikasından ayrı; ancak enerji politikalarıyla uyumlu olarak ortaya konulan enerji teknolojileri AR-GE politikaları da ülkeler tarafından farklılık göstermekle birlikte; IEA’nın ortaya koymuş olduğu yol haritası temel alınmaktadır. IEA’ya göre ülkeler için etkin bir enerji teknolojileri AR-GE politikasının oluşturulabilmesi; • Devletin rolünün açık olarak tanımlanması, • Ulusal bir enerji stratejisi belirlenmesi, • Yeterli ve istikrarlı bir finansman kaynağının sağlanması, • Serbest ve açık ticaret, • İyi tanımlanmış ve şeffaf bir AR-GE önceliklendirme ve değerlendirme sürecinin ortaya konulması, • Tüm enerji piyasası katılımcıları arasında işbirliğinin sağlanması olarak ifade etmiştir4. • Kamu-özel sektör işbirliği ile uluslararası AR-GE işbirliğini sağlanması ile mümkün olmaktadır5. IEA’nın önerileri paralelinde üye ülkeler tarafından oluşturulan politikalar, söz konusu IEA, devletin rolünün açık olarak tanımlanması gerektiğine dikkat çekerken, enerji • Orantılı enerji fiyatları, teknolojilerinin erken gelişme aşamasında özel sektöre yol gösterici ve özel sektör yatırımlarını teşvik edici bir nitelik taşıması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak sunulan politikalar, AR-GE yatırımlarını arttırmada yetersiz kalmış, 80’li yıllarda yaşanan özelleştirme çabaları uygulanan politikaların etkinliğini daraltmıştır. Devletin enerji AR-GE üzerindeki kritik önemine rağmen, çoğu üye ülkede 1980’lerin başı ile 1990’larda AR-GE bütçesi azaltılmıştır. Özel sektörün AR-GE harcamalarının azalması, enerji sektöründeki liberalleşmenin meydana getirdiği rekabet baskısı sonucunda ortaya çıkmıştır6. Bu durumda enerji teknolojileri AR-GE alanında devlet ve özel sektör işbirliğinin sağlanması ve devletin politikaların uygulanmasındaki önemi açıkça görülmektedir. OECD Ülkelerinde Enerji Teknolojileri AR-GE Politikaları Gelişmiş ülkelerin enerji teknolojileri AR-GE politikaları, enerji politikaları ile uyumludur. Ancak kurumsal altyapıları, politika amaçları ve finansman olanakları enerji politikalarından ayrı olarak belirlenmektedir. Bu politikaların yürütülmesi ise belirli kurumlar tarafından, diğer ilgili kurumlarla işbirliği içerisinde gerçekleştirilmektedir. Hatta ülkeler bu konudaki çalışmalarını daha da ileriye götürerek; ülke ihtiyaçlarına uygun projeler ortaya koymaktadırlar. IEA’nın üye ülkelere sunduğu enerji politikalarının temel çerçevesi, enerji teknolojileri pazarının oluşturulması ve piyasada serbest ticaretin sağlanması gibi serbest piyasa yönelimli bir başka deyişle özel sektör güdümlü politikalardır. Örneğin, Avrupa’da karbon salınımını azaltabilmek amacıyla temiz teknolojilerin geliştirilmesine yönelik AR-GE faaliyetlerini içeren, Stratejik Enerji Teknolojileri Planı (The European Strategic Energy Technology Plan- SET) oluşturulmuştur. Yine ABD’nin Climate Change Technology Programı (US Climate Change Technology Program- CCTP), Japonya’nın Cool Earth Innovation Energy Technology Programı ve Güney Kore’nin Road to Our Green Future Programları sera gazları salınımının azaltılmasına yönelik AR-GE çalışmalarını içeren diğer örneklerdir7. Bununla birlikte ülkelerin enerji potansiyelleri dikkate alınarak, geliştirilmesi uygun alternatif enerjilere yönelik çeşitli AR-GE çalışmaları da farklı programlarla yürütülmektedir. ABD’nin yürütmüş olduğu FreedomCAR Partnership (2002) ve The Hydrogen Fuel Initiative (2003), 2015 yılına kadar hidrojenle çalışan yakıt hücreli araçların ticarileştirilmesi için planlanan ve kamu- özel sektör işbirliği içerisinde yürütülen iki girişimdir. Avustralya’da the CRC (Co-operative Research Centres) Programı, özel sektör ile kamu işbirliği çerçevesinde hem AR-GE’yi hem de özelleştirme ve demonstrasyon çalışmalarını destekleyen bir programdır8. Aynı zamanda söz konusu programlar, özel sektörkamu işbirliğini ortaya koyması açısından da önemlidir. Enerji teknolojileri AR-GE politikalarının yürütülmesinde genellikle bir kurum yetkilendirilmiş ve söz konusu kurum ile diğer kurumların işbirliği içerisinde çalışması sağlanmıştır. Kanada’da enerji AR-GE politikaları, Enerji Araştırma ve Geliştirme Programı (Program of Energy Research and Development- PERD) tarafından yürütülmektedir. Program, Kanada Doğal Kaynaklar (Natural Resources Canada) kurumu idaresinde, Enerji AR-GE Departmanlararası Kurulu (The Interdepartmnetal Panel on Energy R&D) ve Enerji Bilim ve Teknoloji Ulusal Danışma Kurulu (The National Advisory Board on Energy Science and Technology) işbirliğinde çalışmaktadır9. İspanya’da ise enerji AR-GE faaliyetleri 2006 Ulusal Bilim ve Teknoloji Stratejileri (2006 National Strategy for Science- ENCYT) çatısı altında yer almaktadır. ENCYT’nin stra- 95 Türkiye, IEA’nın ortaya koymuş olduğu amaçlar çerçevesinde enerji piyasalarının serbestleştirilmesi alanında çalışmalar gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte enerji alanında AR-GE yatırımları için hükümet tarafından destek sağlanmaktadır. tejik amaçları, modern ve yüksek derecede rekabetçi ve bütüncül bir AR-GE kurmak olarak ifade edilmektedir. Planda aynı zamanda iklim değişikliği, beş stratejik faaliyetten birisi olarak yer almaktadır10. Ayrıca ülkede enerji AR-GE alanında 3 enstitü mevcuttur. Enerji, Çevre ve Teknoloji Araştırma Merkezi (Centre for Energy, Environment and Technological Research- CIMET), Bilim ve Teknoloji Bakanlığı’nca yürütülen bir enerji araştırma enstitüsüdür. Ulusal Yenilenebilir Enerji Merkezi (National Renewable Energy CentreCENER), yenilenebilir enerji ile ilgili alanlarda araştırma ve teknoloji transferi sağlamaktadır. CIUDEN (Fundacion Ciudad de la Energia) ise temiz kömür teknolojileri alanında AR-GE faaliyetleri yapmakla görevli olan kurumdur11. Türkiye’de Enerji Teknolojileri AR-GE Politikaları OECD üyesi olan ve aynı zamanda IEA’ya da üye olan Türkiye, son yıllarda enerji teknolojileri AR-GE alanında yapmış olduğu çalışmaları hızlandırmış ve bu alanda stratejik amaçlarının belirlenmesi yönünde araştırmalar yaparak 96 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 sistemli bir politikalar bütünü oluşturmayı amaçlamıştır. Enerji alanında AR-GE’ye verilen önemin artmasıyla bu alanda yapılan çalışmalar; ileriye yönelik hedeflerin belirlenmesi, desteklerin arttırılması ve önceliklendirme girişimleri ile sistemli bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 22 Haziran 2010 tarihinde aldığı 2010/101 sayılı karar ile “Enerji, su ve gıda alanlarında ulusal AR-GE ve yenilik stratejilerinin hazırlanması amacıyla her bir alan için TÜBİTAK koordinasyonunda ilgili kurum, özel sektör ve yüksek öğretim kurumlarından uzmanların katılımıyla çalışma gruplarının oluşturulmasına ve söz konusu stratejilerin hazırlanmasına” karar verilmiştir. Bu kapsamda oluşturulan çalışma grubu, enerji alanında önceliklendirme, eylem planı oluşturma ve stratejik çerçevenin ortaya konulması çalışmalarını gerçekleştirmiştir. Yapılan bu çalışmalar Aralık 2011 tarihinde enerji alanındaki diğer ilgili kurum ve kuruluşların da görüşleri alınarak son taslak haline getirilmiştir12. Enerji sektöründe AR-GE ve yenilik faaliyetlerine iliş- kin çalışmalar Vizyon 2023, Dokuzuncu Kalkınma Planı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB)’nın Stratejik Planı ve enerji alanına yönelik ihtiyaçları belirleyen tüm Bakanlıkların (ETKB, Çevre ve Orman Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı) kamu araştırma programları çerçevesinde gerçekleştirilmektedir13. Türkiye, IEA’nın ortaya koymuş olduğu amaçlar çerçevesinde enerji piyasalarının serbestleştirilmesi alanında çalışmalar gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte enerji alanında AR-GE yatırımları için hükümet tarafından destek sağlanmaktadır. 8 Haziran 2010 tarihinde resmi gazetede yürürlüğe giren Enerji Sektörü Araştırma Geliştirme Projeleri Destekleme (ENAR) Programı ve 1 Nisan 2012 tarihinde yürürlüğe giren “1511 - TÜBİTAK Öncelikli Alanlar Araştırma Teknoloji Geliştirme ve Yenilik Projeleri Destekleme Programı” enerji sektöründe AR-GE faaliyetlerinin arttırılması amacıyla yürürlüğe giren destek programlarıdır. Yine 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5746 sayılı Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun tüm ARGE faaliyetlerini kapsamakta olup; teşvik, destek ve vergi istisnaları gibi düzenlemeleri içermektedir. Türkiye ve Gelişmiş OECD Ülkeleri Karşılaştırması Öncelikle Türkiye’de ortaya konulan enerji teknolojileri AR-GE politikalarına yönelik çalışmalar, hem kapsam bakımından hem de başlangıç tarihi itibariyle gelişmiş OECD ülkelerinde yer alan çalışmaların bir hayli gerisinde bulunmaktadır. Bununla birlikte diğer OECD üyesi ülkelerde enerji teknolojileri alanında yapılan AR-GE çalışmaları, enerji alt sektörlerine yönelik olarak oluşturulan kuruluşlar ve planlar çerçevesinde özelleşmiş bir yapı sergilerken, Türkiye’de yalnızca enerji teknolojileri AR-GE alanında uzmanlaşmış bir kurum yer almamaktadır. Bir başka deyişle, gelişmiş birçok ülkede enerji teknolojileri AR-GE politikaları, devlete bağlı bir alt birim tarafından gerçekleştirilirken; ülkemizde bu alanda oluşturulan çalışma grubu benzer bir statüye sahip değildir. Örneğin, iklim değişikliğine ilişkin çalışmalar 2003 tarihinde taraf olunan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve 2009 yılında imzalanan Kyoto protokolü çerçevesinde yapılmakla birlikte, iklim değişikliği sorununa çözüm teşkil edebilen AR-GE faaliyetlerini yürütebilecek - ABD’de kurulan İklim Değişimi Teknoloji Programına benzer yapıda- bir program ya da kurum yer almamaktadır. Bununla birlikte, gelişmiş OECD ülkeleri ile karşılaştı- rıldığında; Türkiye’de AR-GE harcamalarının payı oldukça düşük düzeyde seyretmektedir. IEA verilerine göre, Türkiye’de 2009 yılında toplam AR-GE ve demonstrasyon harcamaları 8.944 milyon dolar iken, UK’de 430.532 milyon dolar, Norveç’te ise 166.165 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Türkiye OECD ülkeleri arasında ARGE harcamalarına en düşük pay ayıran ülkeler arasında yer almaktadır. Yine OECD verilerine göre Türkiye’de GSYİH içerisinde AR-GE’nin payı 2009 yılı itibariyle %0.85 iken Almanya’da %2.82, Norveç’te %1.78, ABD’de %2.90 ve Macaristan’da ise %1.17 olarak gerçekleşmiştir14. Türkiye’de, enerji teknolojilerinin geliştirilmesinde ARGE faaliyetlerinin bir plan kapsamına alınması için çok geç kalınmış olsa da, yapılan çalışmaların enerjide teknolojik gelişmenin sağlanması için son derece önemli bir adım olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda enerji teknolojileri AR-GE alanın- Türkiye OECD ülkeleri arasında AR-GE harcamalarına en düşük pay ayıran ülkeler arasında yer almaktadır. OECD verilerine göre Türkiye’de GSYİH içerisinde AR-GE’nin payı 2009 yılı itibariyle %0.85 iken Almanya’da %2.82, Norveç’te %1.78, ABD’de %2.90 ve Macaristan’da ise %1.17 olarak gerçekleşmiştir. 97 da kurumlar arası işbirliğine yönelik çalışmaların da ülkemizde mevcut olması çalışmaların etkinliği için son derece önemlidir. Diğer OECD ülkelerinin deneyimleri dikkate alındığında Türkiye’nin de kendi özgün niteliklerine uygun politikaları uygulaması gerektiği görülmektedir. Ancak diğer ülkelerin uygulamış olduğu politikaların kurumlar, plan ve programlar çerçevesinde enerji alt sektörlerine ayrıla- rak AR-GE faaliyetlerinin yürütüldüğü dikkate alındığında, Türkiye’nin de politikalarını bu çerçevede şekillendirmesi ve ülkenin enerji sektörü özelliklerine özgün çalışmalar gerçekleştirmesi yararlı olacaktır. Not: Bu çalışma, 8-10 Kasım 2012 tarihleri arasında düzenlenen 10. Bilgi, Ekonomi ve Yönetim Kongresinde sunulan “Enerji Teknolojileri AR-GE Politikaları: OECD Ülke Deneyimleri ve Türkiye Karşılaştırması” isimli bildiri metninden türetilmiştir. Kaynaklar YERGIN Daniel, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Kamuran Tuncay (çev.) , 5. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, Orijinal Baskı 1991. IEA, Energy Policies of IEA Conutries, Spain 2009 Review, France, 2009, http://www.iea. org/publi cations/ freepublications/publication/spain2009.pdf IEA, Enerji İstatistikleri El Kitabı, Fransa, 2004, http://www.iea.org/stats/docs/statistics_ manual_turkish.pdf IEA, Reviewing R&D Policies, France, 2007, http://www.iea.org/publications/freepubli cations/publicatio n/ ReviewingR&D.pdf OECD, OECDilibrary, http://www.oecd-ilibrary.org/ TÜBİTAK, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016, Ankara, Aralık 2010, http://www.tubitak.gov. tr/tubitak_content_files/BTYPD/strateji_belgeleri/UBTYS_2011-2016.pdf TÜBİTAK, Ulusal Enerji AR-GE ve Yenilik Stratejisi, Ankara, 2011, http://www.tubitak .gov.tr/tubitak_content_ files//BTYPD/btyk/23/Ek1_Ulusal_Enerji_ArGe_Yenilik_Stratejisi.pdf Dipnotlar 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 98 Daniel Yergin, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Kamuran Tuncay (çev.), 5. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, Orijinal Baskı 1991. A.g.e., s. 614. IEA’nın amaçları için bknz: International Energy Agency, Enerji İstatistikleri El Kitabı, Fransa, 2004, http:// www.iea.org/stats/docs/statistics_manual_turkish.pdf, s. 2. IEA, Reviewing R&D Policies, France, 2007, http://www.iea.org/publications/freepublications/publicatio n/ ReviewingR&D.pdf , ss. 12-13. IEA, 2007, a.g.e., s. 15 A.g.e., s. 31. TÜBİTAK, Ulusal Enerji Ar-Ge ve Yenilik Stratejisi, Ankara, 2011, http://www.tubitak.gov.tr/tubitak _ content_files//BTYPD/btyk/23/Ek1_Ulusal_Enerji_ArGe_Yenilik_Stratejisi.pdf, s. 50. IEA, 2007, a.g.e., ss. 55-58. IEA, 2007, a.g.e., s. 55-58. IEA, Energy Policies of IEA Conutries, Spain 2009 Review, France, 2009, http://www.iea.org/publi cations/ freepublications/publication/spain2009.pdf, s. 133. A.g.e., ss. 134-5. TÜBİTAK, a.g.e., s. 2. TÜBİTAK, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016, Ankara, 2010, http://www.tubitak.gov.tr/ tubitak_content_files/BTYPD/strateji_belgeleri/UBTYS_2011-2016.pdf , s. 10. OECD, OECDilibrary, http://www.oecd-ilibrary.org/ (09.08.2012). STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 SDE’nin de içinde yer aldığı bazı sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla 4-7 Ocak 2013 tarihleri arasında devrim sonrası Tunus’un siyasal ve toplumsal durumunu yerinde görmek için bir gezi gerçekleştirildi. Gezi sırasında başta Raşid Gannuşi olmak üzere değişik siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarıyla görüşülerek Tunus devrimi, devrim sonrası gelişmeler ve bundan sonraki süreç gibi konular hakkında bilgi alındı. Gannuşi ve arkadaşları tarafından 14 Ocak 2011 devrimi sonrasında kurulan Nahda Partisi dayandığı toplumsal taban itibariyle 1980’li yıllara kadar giden bir geçmişi var. Dönemin baskı ortamında gelişen hareket kısa sürede siyasal iktidarı korkutacak düzeyde örgütlü bir güce dönüşür. Bin Ali iktidarı döneminde hareket yasadışı ilan edilirken Gannuşi yurtdışına çıkmak zorunda kalır. Devrim sonrası ülkesine dönen ve Nahda Partisi’nin Genel Başkanı olarak seçimlere giren Gannuşi yüzde 41,5 oy oranında oy alır. Hükümet başkanlığını başkasına bırakıp parti genel başkanlığını devam ettiren Gannuşi ile Tunus’un Hammamet kentinde 5 Ocak SDE HABER DEVRİM SONRASI TUNUS VE RAŞİD GANNUŞİ 2013’te bir görüşme gerçekleştirdik. Aynı gün Hammamet’te Nahda Partisi’nin Genel Şura toplantısı da vardı. Toplantı sonrası görüştüğümüz Gannuşi, partinin dayandığı fikri temeller, devrim sürecinde oynadığı rol ve devrim sonrası iktidar tecrübelerini bizimle paylaştı. Gannuşi: Sokağa Hakim Olan Saraya da Hâkim Olur “İstanbul bütün ümmetin merkezidir ve hepimizin tarihidir. Ben İstanbul’a geldiğimde Sinan Paşa’nın kabrini buldum ve ona dua ettim. Çünkü Sinan Paşa, Tunus’un Hıristiyanlaşmasının önüne geçen bir şahsiyetti. Her iki ülke 99 Raşid Gannuşi daha sonraki yıllarda yeni rejimleri ile de ilişkiyi sürdürdü. Burgiba, Atatürk’ten etkilendi ve her iki devlet de laik ve batıcı oldu. Ancak her şeye rağmen her iki ülkede de ıslah hareketleri vardı ve şimdi bu ıslah hareketleri başarıya ulaşarak 21. yüzyılda yeni dönemleri ile kardeşliklerini sürdürüyorlar. Çok acılar çekildi. Çokça bedel ödendi. Zira her iki ülkede de İslam düşmanlığı vardı. Tunus’ta Burgiba döneminde Zeytuniye üniversitesi kapatıldı. Alimler katledildi. Dinle irtibat kesildi. Gençlik ile din arasına girildi. Sizde de aynı şey oldu. Fakat her şeye rağmen ıslah hareketleri başarıya ulaştı. Elbette bunlar demokrasi ile barışık bir şekilde ortaya çıktı. Ve Necmettin Erbakan da böyle bir hareketin başlatıcısı oldu. Ak Parti döneminde İslam’ın siyasi yönü ön plana çıktı. Türkiye hızlı bir şekilde gelişti. Şu andaki konumu ile de lider bir ülke durumunda. Dünya da sözü geçerli olan bir devlet haline geldi. Medya alanında çok ileri bir hale geldiniz. Özellikle Sivil Toplum Kurumlarınız aktif faaliyet içinde. Bu bütün Ortadoğu ve İslam dünyasını etkiledi. Özellikle Mavi Marmara olayı ile Türkiye’de İslami yapının nasıl geliştiğini ve nerelere ulaşabildiğini gördük.” Hiçbir Zaman Ümidimizi Kaybetmedik “Bununla birlikte Türkiye’de demokrasi nedeniyle söz söylemenin ve partilerin kurulmasına izin verilmişti. Şimdi darbecilik de sona erdi. 100 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 Ancak Tunus’ta tam bir diktatörlük vardı. Hem siyasi alanda hem de ekonomide baskı vardı. Bırakın parti kurulmasını konuşmak bile yasaktı. Din hayatın içinde tamamen yasaklandı. Saray ekonominin yüzde 52’sine sahipti. Sahil kesimlerinde diktatör yandaşları ekonomik gücü ellerinde bulunduruyordu. İç kesimlerde ise fakirleştirilmiş ve dinle arası koparılmış bir halk vardı. 70’li yıllardaki Tunus İslami hareketi barışçı, hikmetli ve mutedil bir şekilde insanları İslam’a çağırıyordu. İslam’ın güzelliğin ve barışın aynı zamda adaletin temsilcisi olduğunu söylüyordu. İslami hareketin bu söylemleri ile gelişmesi karşısında diktatörler İslami harekete karşı bir savaş başlattı. 1981’de birçoğumuz tutuklandı. 1987’de yüzlerce Müslüman kardeşimiz işkencede öldürüldü. Çoğu kardeşimiz sakat kaldı. 1987’de Bin Ali geldi ve özgürlüklerin önünü açtı. İslami hareket bu dönemde seçime girdi ve yüzde 60 oy aldı. Ancak Bin Ali bu sonucu tehlikeli gördüğü için partiyi fes etti. Başörtüsünü yasaklandı. Çoğumuzu hapse attı ve birçoğumuzu işkencede katletti. 1990’lı yıllarda İslami hareketin birçok üyesi hapislerdeydi. Ama hiçbir zaman ümidimizi kaybetmedik. Nihayet devrimi gerçekleştirip Bin Ali’yi devirdik. Biz devrimde mutedil bir mesaj verdik. İslam’ın herkese özgürlük ve adalet getireceğini ifade ettik. Ancak rejim büyük bir ahlaki çöküntü yaratmıştı ve Siyonistlerle işbirliği kurarak İslam’ı hayatın içinde silmişti. Düşünün ki Tunus’ta İslam kırk yıldır hayatın içinde yok. Namaz ve başörtüsü gibi İslam’ın hayatın içindeki görüntüsü silinmişti. Ancak biz devrimden sonra herkese özgürlük vereceğimizi, adaleti sağlayacağımızı ve herkesle ortak hareket edeceğimizi söyledik. Devrim sırasında bu söylem sonucu bütün unsurlarla birlikte hareket ettik. Tunus devrimi Arap Baharı denilen devrimleri başlattı. Bu yönüyle devrim, hem halklara hem de yönetimlere mesaj verdi. Baskıların bir sonuç vermeyeceğini ve artık ümmetin mallarını yemenin sonuna geldiğini ifade ediyordu. Aynı zamanda halkların sokaklara çıkınca despotları yıkacağı mesajını da veriyordu. Sokağa hakim olan saraya da hâkim olur. Hemen sonrasında Mısır’da Firavun rejimi yıkıldı. Fas kıralı devrilmekten korktuğu için çok partili hayata geçti ve İslami hareketleri serbest bıraktı. Direnenler devrildi. Diğerleri ıslah oldu. Şimdi Suriye diktatörü halka ve isteğine direniyor. Ama sonunda o da devrilecek inşallah. Biz devrimde sosyalistlerle, liberallerle birlikte hareket ettik. Devrim sonrasında da birlikte iktidar olduk. Bu yönümüzle barış yanlısı olduğumuzu gösterdik.” Devrimden Sonra Halk Kendini Keşfetti “Ayrıca devrimin halklara tehlike değil özgürlük getirdiğini gösterdik. Devrimden sonra halk kendini keşfetti. Her türlü basını serbest bıraktık. Tunus’ta demokratik bir değişim gerçekleştirdik. Herkes kendisini kolayca ve özgürce ifade edebiliyor artık. Bu devrim burada başarılı olursa diğer bölgeler için ise ilham kaynağı olacaktır. İnanıyoruz ki halk kendini keşfettikçe kendisi için daha iyi olanı da keşfedecektir. Öncelikle kalkınmaya önem verdik. Diktatör rejim bir enkaz bırakmıştı. Şu an yüzde 17 işsizlik var. Yeni kalkınma programımızla inşallah fakirliğe ve işsizliğe çözüm üretmeye çalışıyoruz. Bu noktada bize büyük yardımlar yapan Türkiyeli kardeşlerimize teşekkür ediyoruz. Ak Parti hükümeti Tunus’a maddi yardımda bulundu. Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Davutoğlu devrim sırasında bizi ziyaret etti. Hem maddi hem manevi destek verdiler. Biz de bu kadirşinaslık karşısında liselerimizde Türkçeyi seçmeli ders olarak koyduk. Ancak işimizin zor olduğunu biliyoruz. Muhalif partiler bizi çok sıkıştırıyorlar. Grevler yapıyorlar ve ülkeyi bir günde değiştirmemizi istiyorlar. Oysa biraz vakte ihtiyacımız var. Biz sorunları ertelemiyoruz. Elimizde sihirli değnekte yok sadece biraz zamana ihtiyacımız var. Bu nedenle Tunus halkı zaten acele ediyor. Lütfen diğer bölgelerde bulunan kardeşlerimiz bizleri anlasın ve acele etmesinler. İnşallah her şey yoluna girecektir. Sonuç olarak Tunus’ta devrim benim için sürpriz değildi. Ancak beklenenden daha erken oldu. Ama diktatör sistemlerinde halk her an patlamaya hazır bomba gibidir. Ben sokağa dönük kitaplar, yazılar yazdım arkadaşlarım bana kızıyorlardı. Oysa devrim sokaktan başlar. Sonuçta öyle oldu.” Şimdi muhalefet elli yıldır hakları ellerinden alınmış Tunus’u bir günde değiştirmemizi istiyor. Oysa deprem olan yere inşaat yapılmaz. Eğer muhalefet bizi sürekli sallarsa bir şey yapamayız. 101 SDE HABER GEÇMİŞTEN GELECEĞE ARAP – TÜRK İLİŞKİLERİ ÇALIŞTAYI Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Amman merkezli Arap Düşünce Formu’nun (ATF) organize ettiği T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinasyonu’nun (KDK) sponsorluğunda “Geçmişten Geleceğe Arap-Türk İlişkileri” Çalıştayı 29 Aralık 2012’de Ürdün’ün Başkenti Amman’da yapıldı. Amman’da gerçekleştirilen ve gün boyunca devam eden çalıştay, Ürdünlüler ve Ürdün’de yaşayan Türkiye vatandaşları tarafından ilgiyle takip edildi. Genelde Arap Dünyası ve Türkiye 102 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 ilişkileri özelde ise Ürdün-Türkiye ilişkilerinin diplomatik, ekonomik, kültürel, akademik ve sivil toplum olmak üzere çok boyutlu şekilde konuşulduğu ve tartışıldığı çalıştay iki oturum, her oturum sonrası yapılan tartışmalar ve kapanış oturumuyla son buldu. Çalıştaya akademisyen, siyasetçi ve gazeteci olmak üzere çok sayıda katılımcının yanısıra konuşmacı olarak Türkiye’den Prof. Dr. Yasin Aktay, Doç. Dr. Ahmet Uysal, Prof. Dr. Muhittin Ataman, Prof. Dr. Hacı Duran, Doç. Dr. Davut Ateş, Doç. Dr. Cenap Çakmak, Doç Dr. Vehbi Baysan, Dr. Mesut Özcan, YTB Başkanı Kemal Yurtnaç, Aydın Bolat ve Mehmet Köse katıldı. Ürdün’den ise konuşmacı olarak Dr. El Sadik El Fakih, Prof. Dr. Adnan Bardan, Prof. Dr. Fayez Khassawneh, Dr. Jawad Anani, Asma Khader, Dr. Judy Bataineh, Khalid Shogran, Dr. Kamel Abu Jaber, Kamal Kaissi, Kayed Hashim, Liela Sharaf, Mahdi Alawi, Mohammed Adnan Bakeit, Dr. Mohammed El-Masalha, Mohammed Abdul Aziz, Dr. Mousa Shteivi, Dr. Nabil El Sharif, Nadia Hashim Alloul, Saleh Qalab, Samir Habashneh ve Dr. Taher Kanaan gibi Türkiye-Arap ilişkileri konusunda uzmanlar katıldı. AÇILIŞ KONUŞMALARI VE ÇALIŞTAYDAN NOTLAR Arap Düşünce Forumu Genel Sekreteri Dr. El-Sadık El-Fakih: “Arap-Türk ilişkileri son zamanlarda büyük bir hızla gelişiyor. Düşünce kuruluşlarının bütün bu ilişkilerin sahih bir istikamette gelişmesinde kurucu, fiili ve yardımcı bir rolü olmaktadır. Bu rolün her taraf için yararlı sonuçlar doğurması beklenmelidir. Tarih boyunca Araplarla Türklerin çok ortak yönleri, yararları, kültürleri olmuştur ve halen vardır. Bu ortak özellikleri, kaderi, tarihi unutmamak gerekiyor. Bu tarih içinde bazı hatalar, bu tarihin yanlış okumaları var ancak bu yakınlaşmaların ortaya çıkaracağı yeni okumalarla doğru olan tarihe ulaşmaları gerekiyor. Bu tarihe ulaşmak hepimizin yararına olacağından aradaki yanlış okumaları, yanlış ifadeleri ayıklamamız gerekiyor. Toplumları- mızın genel yararına göre önceliklerimizi tespit edip bu öncelikler muvacehesinde tekrar geçmişte uzun dönem boyunca ilişkilerin yaşadığı kopukluğu bir daha yaşamamak için gerekli önlemleri almamız gerekiyor. Bunun için birbirimizi biraz daha iyi anlamamız gerekiyor tabii ki. Türkiye’de bu tür bir değişime gözümle şahit olduğumu söyleyebilirim. Muhakkak ki bu tür toplantıların da çok büyük bir etkisiyle Türkiye toplumu başkalarını anlama, özellikle Arap dünyasına doğru daha iyi bir açılım sergileme noktasında büyük bir istek duymaktadır. Bu açılımların daha fazla ve olumlu bir biçimde sürdürülebilmesi için daha fazla açılım gerekir. Esasen tarih boyunca bizi birbirimizden ayırmış olduğunu söylediğimiz o yanlış ve önyargılı tarih okumalarının tarihsel ve kültürel bir derinliği olmadığını kaydetmemiz gerekiyor. O okumalar ve önyargılara dayalı okumalar alabildiğine biçimsel ve yüzeysel kalmaktadır. O yüzden halkta bu ilişkilerin daha iyi olması yönünde daha büyük bir talep var. Kısaca bütün bu olumlu faktörler işte bu tür toplantıların düzenlenmesinde bize en çok yardım eden unsurlardan biridir. Öncelikle Türkiye’nin yaşadığı veya yaşamakta olduğu dönüşüm bu tür alışverişlerin veya yakınlaşmaların ortaya çıkmasını daha da kolaylaştırmaktadır. Aynı şekilde Arap dünyasının hâlen içinden geçmekte olduğu aşamalar da bu tür buluşmaları kolaylaştırmakta hatta teşvik etmektedir. Aslında Türkiye’nin bu açılımlarına mukabil Arap dünyası eski halinde kalmaya devam etmiş olsaydı işlerin daha da karmaşık hale gelebileceğini kaydetmek gerekiyor. Hüsnü Mübarek bir zamanlar çağırdığı tarihçilere içinde “Türk Fethi” geçen bütün deyimleri “Türk Savaşı” ile değiştirmelerini istedi. İşte bu tavır, devam etmiş olsaydı, Arap-Türk ilişkilerini kötü etkileyecek olumsuzlukların en önemli işaretini oluşturuyordu. Ayrıca hem Türkiye’nin kültürünün, sanatının, edebiyatının Arap dünyasında, Arap dünyasının da yine sanatı, edebiyatı ve kültürünün Türk dünyasında nasıl bir yumuşak güç olarak 103 etkide bulunduğunu ve bu etkiyle ilişkileri ayrışmaz bir bütüne dönüştürüyor olduğunu biliyor buna şahit oluyoruz. Bu tür buluşmaları yapmamızı kolaylaştıran unsurların çok olduğunu böylece bir kez daha ifade ettikten sonra ortak çalışmalar için zeminimizin zannettiğimizden daha güçlü olduğunu söyleyerek bu buluşmanın bir ilk adım sayılmasını diliyorum. Böylece bu adımların Arap Düşünce Forumu ile Stratejik Düşünce Enstitüsü arasında bir yol haritası ve fiili istişareler için de bir basamak oluşturmasını umuyorum.” SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay: “Esasen Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerde göz önünde bulundurulması gereken bir noktayı yeri gelmişken, bir başlangıç bilgi notu olarak ifade etmek isterim. Türkiye’de bir hesaba göre üç milyona yakın Arap nüfus vardır. Siirt, Mardin, Urfa, Antakya, Adana, Mersin’de önemli bir nüfus evlerinde veya kendi aralarında Arapça konuşmaktadır. Bu açıdan Türkiye birçok Arap ülkesinden daha fazla Arap nüfus barındırmaktadır. Ancak sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, sayın Dr. El-Sadig ElRefig’in de belirttiği gibi Arap dünyası ile Türk dünyası arasında büyük bir kopukluk yaşanmıştır. Aslında sadece Arap ve Türk dünyası arasında değil, Arap ülkelerinin kendi aralarında da bu kopukluğun aynısı yaşanmış ve sömürge dönemlerinde bu kopukluk belirleyici bir rol oynamıştır. O yüzden bu küresel dönemde, bu küresel dünyada bütün toplumların birbiriyle 104 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 iletişime ve ilişkiye geçmesi esas iken Müslüman halklar arasında, Arap ve Türk halklarının kendi aralarında veya kendi içlerinde bu iletişimi bir türlü kuramıyor olması hepimiz için büyük bir ayıptır. Esasen bu kopukluk hepimizi zayıflatmakta ve her bir ülkeyi veya toplumu kendi içinde bir hapishaneye kapatmakta ve onları alabildiğine dezavantajlı kılmaktadır. Oysa bu buluşmaları gerçekleştirmek bu hapishanelerimizden kurtulabilmemiz açısından zaruri görünüyor, aksi takdirde kendi ayaklarımıza kendi prangalarımızı vurmuş oluyoruz. O yüzden aydınlarımızın, sivil toplum unsurlarımızın ve düşünce merkezlerimizin kendi devletlerine bu açılımı destekleyici anlamda bir teşvik ve baskı yapması gerekiyor. Bu küresel dünyanın birçok yerinde yeni ve başarılı ilişki ve birlik modelleri gelişmiş. Avrupa Birliği bu modellerden sadece bir tanesidir ve birçok ülkeyi kendi içlerinde bağımsız olarak bıraksa da aralarında tesis edilen yeni ilişki ve işbirliği modelleriyle birbirleriye irtibatlandırdı. Böylece vizelerin kaldırılması ve serbest dolaşım modelinin gelişmesiyle Avrupa ülkeleri arasında refahın paylaşımı, seyahat özgürlüğünün artırılması ve her türlü yönetim kalitesinin artırılması gibi bütün halkların aynı anda kazançlı çıktıkları bir birlik oluşmuş oldu. Bu süreç içinde Avrupa bir bütün olarak paylaşırken bu süreçten zararlı çıkan hiç kimse olmadı. Benzer bir birlik modeli üzerinde biz de durarak bizi kaderimize mahkûm eden, bizi bir kadere mecbur eden bu hapishanelerimizden kurtulmanın yollarını arayabiliriz. Kültür, insan hakları, ekonomi ve yönetim tecrübesi bakımından bir sürü açıdan Türklerle Araplar arasında, Arapların kendi aralarında hatta Orta Asya ülkeleriyle çalışılabilecek benzer birlikler yoluyla benzer bir açılım denenebilir.” Arapları Anlamak İçin Avrupa Dillerine Müracaat! “Esasen bu tür açılımlar hepimizin özgürlüklerini ve kalitelerini daha da artıracaktır. Bu yüzden biz bir sivil toplum kuruluşu olarak bunu kendi üzerimize bir vazife olarak gördük. Belki devletlerimiz üzerinde bu istikametteki politikalar için baskılar yapmanın yanı sıra kendi inisiyatifimizle kendi mukabilimiz olan akademisyenler arasında platformlar oluşturma yoluna girdik. Bu çerçevede 2010 yılının Aralık ayında Tunus’taki hadiseler başlamadan sadece bir hafta önce Ankara’da Arap-Türk Sosyal Bilimler Kongresi’ni toplamamız nasip oldu. O toplantının açılış ve konsept konuşmalarında aramızda kurduğumuz iletişimde üçüncü dile olan bağımlılığın üzücü bir durum oluşturduğunu, Arapları anlamak için Avrupa dillerinden birine müracaat etmek zorunda olmamızın ne kadar ayıp olduğunu vurguladık. Ancak bu toplantı ve aslında benzer birçok toplantıda ortaya çıkan bir gerçek de bu üçüncü dil gerçeğinden ayrı olarak aramızda tedavülde bulunan ideolojik önyargılara dayalı dil. Örneğin Türkler arasında Arapların olumsuz algısı, Arapların bizi arkamızdan vurmuş olduğuna dair yaygın kanaat ciddi bir ideolojik bariyer oluştururken, Araplar arasında da Osmanlı’nın Arap ülkelerini asırlarca sömürmüş olduğuna dair ciddi ideolojik yargılar vardı. Bir çok kesimde halen devam eden önyargılar bunlar. Oysa yeni bir tarihsel dönemdeyiz, yeni bir çağdayız şu anda. Tabii ki tarihte olanları değiştirmemiz mümkün değil. Ancak tarihte olanlara daha sağlıklı bir tarih felsefesiyle bakış açımızı değiştirebiliriz. Böylece geleceğe daha sağlıklı bir hazırlık yapabiliriz. Aslında tarihe bakış açımızı ancak yeni ve güçlü güncel ilişkiler kurarak değiştirebiliriz. Bu ilişkileri yeniden kurup geliştirmemiz gerekiyor, böylece birbirimizden kopmuş olan kardeşler olduğumuzu yeniden hatırlar ve gereğini yaparız.” Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanı Kemal Yurtnaç: “Bölge ülkeleri yeni oluşumlar içerisinde. Bizde ülkeler olarak bu oluşumlarla hep birlikte hareket etmenin düşüncesi içerisindeyiz. Bizler Arap toplumunu kardeş ve akraba olarak görüyoruz ve bu dostluğu da göstermek için elimizden gelen gayreti göstermek istiyoruz. Bu kapsamda Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ifade ettiği gibi bu bölgede kardeşlikten, dayanışmadan, karşılıklı işbirliğinden başka hedefimiz yoktur. Nitekim ekonomik, kültürel ve sosyal hayatta gün geçtikçe dünyadaki uluslar birbirleriyle daha sıkı ilişkiler içerisine girmektedir. Bu çerçevede 2000’li yıllardan itibaren Türkiye devleti de çeşitli yapılanmalara gitmiştir. Örneğin TİKA gibi teknik ve kalkınma yardımı yapan bir kuruluşu daha hareketli hale getirdik. Diğer taraftan kültürümüzün dünyada tanıtılması ile ilgili çalışmaları yapmak üzere Yunus Emre Vakfı’nı kurduk. 2010 yılından itibaren de başkanlığını yürüttüğüm Başbakanlığa bağlı olarak çalışan Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nı kurduk. Bu topluluk, tarih sahnesine beraber yaşadığımız ülkelerle birlikte hareket edecek ve bu hareketi daha da zenginleştirecek çalışmalar yapmaya adaydır. Bu vesileyle başında olduğum kurumu size kısaca tanıtmak istiyorum. Bir taraftan 50 yıldan fazladır yurtdışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var. Onların sorunları ile ilgilenirken diğer taraftan tarih sahnesinde beraberce yaşadığımız soydaş akraba topluluklarımız var. Yani Arap toplumu var, Balkanlar var, Kafkaslar var. Bir diğeri de yurtdışında Türkiye’ye lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimi için gelen üniversite öğrencileri var ki bu öğrencileri Türkiye’nin diğer ülkelerle irtibatını sağlayacak ve ülkeler arasında köprü görevini yapacak kişiler olarak görüyoruz. 105 Biz şuna inanıyoruz. “Tüm inananlar kardeştir” bu prensipten yola çıkarak toplumlar arasındaki zenginliklerin ve farklılıkların bir zenginlik olduğuna inanıyoruz. Milletlerin birbirlerine üstünlük arayışına girmesi yerine milletlerin bir zenginlik olduğunu, onların oluşturduğu kültürün bir zenginlik olduğu düşüncesiyle hareket edilmeli. Bunu bir renk olarak almalıyız. Milletler var olacaktır ama kesinlikle ırkçılık yapmayacağız. Irkçılık taraftarı olmayacağız ve ırkçılık taraftarı düşüncesi dünyanın neresinde olursa olsun toplumları bölmüştür. Önemli olan toplumlardaki ortak değerlerin inşasıdır. 400 yıldır beraber yaşadığımız bu coğrafyanın insanı canı yürekten bizim kardeşimizdir. Dünyada her ülke diğer ülkelerle ortak alanlar oluşturmaya çalışıyor. Bu ortak alanlar için milyonlarca dolar para harcıyor. Oysa bu bölgedeki tüm ülkeler için söylüyorum. Bizim ortak değerlerimiz zaten var. Burada şunu özellikle ifade etmek istiyorum. Türkiye cumhuriyeti devleti son yıllarda bu tür çalışmalar yaparken acaba farklı bir hesabı var mı diye düşünülüyor. Bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yetkilisi olarak ifade ediyorum ki Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarını genişletme gibi hiçbir düşünceci yoktur. Temel amacımız ortak değerleri ortaya çıkartmak, buna sahip olmak. Zalimlerin ve egemenlerin bu bölgedeki ülkelerde yaptıkları olumsuzluklara karşı beraber hareket etmek. İslam’ın sunduğu evrensel barış mesajını vererek hep birlikte hareket etmektir. Bu maksatla bu toplantıyı önemsiyorum.” Açılış konuşmalarından sonra birinci ve ikinci oturumda konuşmacılar özet olarak şunları kaydettiler: BİRİNCİ OTURUM: ARAP-TÜRK İLİŞKİLERİ Dr. Cevad Anani: “İki ülke arasında son zamanlarda yapılan anlaşma ve projelerin sayısı 40’a yaklaştı ve bu anlaşmaların miktarı hayli yüksek miktarları bulmaktadır. Ayrıca iki ülke arasındaki eko- 106 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 nomik ilişkilerde Ürdün geçmişte daha çok bir transit geçiş konumundaydı. Ama artık iki ülke arasında önemli bir gelişme başladı. Özellikle yatırımlar ve turizmin ekonomik ilişkilerin gelişmesinde rolü oldukça büyük. Arap Baharı iki ülke arasındaki ilişkilere olumlu bir şekilde yansıdı. Arap Baharı’ndan özellikle Suriye’de yaşanan kriz nedeniyle tam olarak istifade edilemiyor olsa da yakın gelecekte bu ilişkiler daha iyi konuma gelecektir. Türkiye’nin son yıllardaki siyasi ve ekonomik alandaki atılımı gözden kaçmamalıdır. Ayrıca Filistin konusundaki tavır ve Davos sonrası süreç Araplar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmaktadır. Şüphesiz bunun karşılıklı ilişkilerin gelişmesinde ve Türkiye’ye yönelik sevginin oluşmasında büyük bir rolü var. Türkiye’nin Avrupa pazarı ile önemli ilişkileri bulunmaktadır. Su an dört Arap ülkesi Ürdün, Mısır, Fas ve Tunus Avrupa Birliği ile dostluk ve ticaret anlaşması imzalamıştır. Bu durum Avrupa pazarına Arap dünyasının girmesini kolaylaştıracaktır. Ayrıca bu elbette Ürdün ve Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinde de önemli rol oynayacak bir başka husustur.” Nadia Hashim Alloul: “Kültürel ilişkiler tüm diğer ilişki biçimlerine göre daha temel bir unsura sahiptir. İktisadi ve siyasi ilişkiler değişiklikler gösterebilir fakat kültürel ilişkiler sağlıklı bir şekilde inşa edildiği takdirde diğer ilişkilerin hepsi de çok daha güçlü olacaktır. Türkiye ve Ürdün kültürel ilişkileri kuvvetlendirme noktasında önemli imkanlara sahiptir. Tarihi birliktelik, coğrafi yakınlık ve ortak değerler ikili ilişkilerin kuvvetlendirilmesine yabancı kültürlere nazaran çok daha fazla kolaylık sağlayacaktır. Ortak tarihimizi ve medeniyetimizi unutmuş değiliz. Osmanlı geçmişi ve birikimi hala zihinlerimizde. Bu acıdan niçin ortaklıklar inşa etmeyelim. Kültürel ilişkiler sosyal ve sanatsal faaliyetleri kapsamakta. Niçin bu sahalarda ortak işler meydana getirmeyelim. Son yıllarda Türk dizilerinin Arap ülkelerinde ve Ürdün’de Türkiye’ye yönelik büyük bir teveccüh oluşturduğu ortadadır. Ayrıca birçok Ürdünlü öğrenci Türkiye’de okumakta ve hatta bazıları oradan evlenmektedir. Tüm bunlar kültürel ilişkilerin gelişmesi için büyük adımlardır. Öncelikle kültürel ilişkilerin siyasi ilişkileri geliştirmesi ve sonrasında da kültürel ilişkilerin gelişmesinde büyük bir adım olarak tercüme faaliyetleri gerçekleştirilmelidir. Türkçeden Arapçaya ve Arapçadan Türkçeye kitaplar çevrilmeli ve böylece paylaşım artırılmalıdır. Süleymaniye kütüphanesinden daha fazla yararlanılmalı, Osmanlı ve İslam medeniyetinin birikimi böylelikle paylaşılmalıdır.” Doç. Dr. Vehbi Baysan: “Kral Hüseyin dönemiyle birlikte Ürdün ve Türkiye ilişkilerinde gözle görülür bir ilerleme kaydedildi. İlişkilerin geliştirilmesinde öğrenci değişimi, öğretim üyesi değişimi ve akademik projelerin büyük katkısı olacaktır. Erasmus benzeri bir program ile iki ülke arasında öğrenci değişimi ve öğrencilerin Türkiye ve Ürdün’de kalmaları ilişkilerin gelişimine katkı sağlayacaktır. Aynı şekilde akademisyenlerin değişimi ve akademik projeler benzer işlevi görecektir. Kültürel ilişkilerde daha ileriye gidebilmek için bu üç alanda efor sarfetmek ve bu alanlara yönelik finansal destek sağlamak ve özel fonlar ayırmak gerekmektedir.” Prof. Dr. Muhittin Ataman: Türkiye’deki yüksek öğrenim sistemi ve YÖK’ün yapısı hakkında bilgi veren Ataman, konuşmasında şu noktalarda değindi: “Türk üniversitelerinin ve Türk yüksek öğrenim kurumunun batı, İslam ülkeleri ve doğu ile ilişkilerinde son yıllarda önemli bir artış var. Özellikle Yükseköğrenimde başörtüsü sorunun çözülmüş olması Müslüman ülkelerden bayanların artık rahat bir şekilde Türk üniversitelerinde okuyabilecekleri anlamına gelmektedir. Bu durum Türkiye’nin son yıllardaki akademik alandaki açılımına önemli katkı sağlayacaktır.” Prof. Dr. Adnan Badran: Türk-Arap ilişkilerinin tarihine kısaca değinen Badran, Ürdün eğitim sistemi ile ilgili şu açıklamalarda bulundu: “Ürdün’de yüksek eğitim için geçmişte Türkiye ve Türk üniversiteleri ziyaret edildi. Ürdün eğitim sistemi genelde Amerikan tarzı olarak nitelendirilmektedir. Ürdün olarak Amerikan sisteminden istifade etmiş olmakla beraber yüksek öğrenim sisteminin yerel olduğunu belirtmek gerekmektedir. Yermuk Üniversitesinin kuruluşunda 35 Türk akademisyen katkı sağladı ve bölümlerde görev aldı. Ürdün üniversiteleri arasında gözle görülür bir rekabet söz konusudur. Geçmişte fakülteler kapasiteleri kadar öğrenci aldılar ve öğrenciler puanlarına göre bu fakültelere yerleştiler. Kapasitenin fazlasını almamak ciddi bir başarıyı getirdi ve bu durum model olarak alındı. Fakültelerin kapasitesinin üstüne çıkılmamaya dikkat edilmektedir. Teknoloji ve bilgi toplumu çağında olduğumuz gerçeği yüksek öğrenimi bu şartlar dahilinde formüle etmeyi zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla bu süreçte kalite en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.” Esma Khader: “Ürdün’de sivil toplum alanında gelişime ihtiyaç vardır. Bu bakımdan Türkiye tecrübesi Ürdün’de sivil toplumun gelişimi hususunda önemli rol oynayacaktır ve Türkiye’nin sivil toplum tecrübesi model alınması gereken bir yapıya sahiptir. Türkiye’de oldu gibi Ürdün’de de belediyelerde halk meclisleri olmasına rağmen bu meclislerin vizyonu yeterli değildir. Bu acıdan faaliyet alanı ve yapılacak işlerin tanzim edilmesinde bazı zorluklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle yardım derneklerinin tesisi ve tanziminde henüz sistemli bir yapı oluşturulamamıştır. Sivil toplumun oluşmasında demokratik bir yönetimin, düşünce ve ifade özgürlüğünün, iyi yönetişimin, güçlü bir ekonominin etkisi büyüktür. Özellikle bölgede sivil toplumunun gelişmesinde bu unsurlar nedeniyle zorluklar oluşmaktadır. Son olarak bu buluşmanın hem 107 iki ülke arasındaki ilişkilere yansıması, ikili ilişkilerin gelişimine katkı sağlaması ve özellikle de Ürdün’de sivil toplumun gelişimine katkı sağlamasını temenni ederim.” İKİNCİ OTURUM: ÜRDÜN-TÜRK İLİŞKİLERİ Doç. Dr. Mesut Özcan: Türk dış politikasının farklı veçheleri üzerinde durarak özellikle Ortadoğu ülkeleri ile gelişen ilişkilerden bahseden Özcan, Türkiye’nin son yıllarda bölgesel organizasyonlarda gözlemci olduğunu ve İslam dünyasında daha aktif bir rol oynadığını vurguladı. Eski Enformasyon Bakanı Salih al Qallab: “Sahip olunan siyasi ideoloji ve görüşleri dışarıda tutarak bir ortaklık içine girmek ve açık kalpli olarak konuları tartışmak ve diyalog geliştirmek gerekmektedir. Başta akademik, kültürel, eğitim ve iktisadi konuları kapsamak üzere her sene geniş katılımlı Türk-Arap diyalogunu artıracak toplantılar düzenlenmelidir. Mimar Sinan’ın geçmişte Osmanlı coğrafisini inşa ettiği gibi bugün de Sinan’ın torunları Arap dünyasını yeniden inşa etmektedir. Sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa faaliyetleri artırmaları için efor sarfedilmelidir. Ortak araştırma merkezleri kurulmalıdır. Arapçanın eğitim dili olarak Türk eğitim müfredatına dahil edilmesi ve Arapçanın Türkiye’de yaygınlaştırılması için çalışılmalıdır. Tercüme faaliyetine hız verilmeli ve karşılıklı olarak eserler Türkçe ya da Arapçaya tercüme edilerek tecrübe paylaşımı artırılmalıdır. Geleceğe yönelik birlikte yatırım yapmak üzere inatçı bir şekilde caba gösterilmelidir.” Doç. Dr. Davut Ateş: Türkiye-Arap iktisadi ilişkilerinin geliştirilmesinde serbest ticaret anlaşmalarının, vizelerin kaldırılmasının, girişimcilerin cesaretlendirilmesi ve desteklenmesi hususu üzerinde duran Ateş, Türkiye ve bölge arasında ne tür bir ticaret ağı oluşturulabileceği ve ne tür ürünlerin 108 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 ithal ve ihraç edilebileceğinden bahsederek, “Nafta, AB örneğinde olduğu gibi bölgeselleşmeyi güçlendirmek gerekmektedir. Teknik ortaklıkları ve bölgesel temelli endüstriyel ortaklıkları ve yine Türk-Arap Üniversitesinin kurulması sağlanmalı” açıklamasından bulundu. Eski OPEC Yöneticisi Kemal Kaissi: “Ortadoğu bölgesi sahip olduğu yer altı ve yer üstü kaynakları dolayısıyla çok önemli bir iktisadi merkezdir. Arap ülkeleri ve Türkiye enerji, iktisat ve ticaret ekseninin kalbinde yer almaktadır. Tarihi ve kültürel ortaklık dolayısıyla Türkiye ve Arap ülkeleri aynı çevrede bulunmakta ve bu nedenle benzer stratejileri benimsemelidir. Bu bağlamda ortak vizyon ve siyasi iradenin sağlanması ve bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması bir zorunluluktur. Kalkınmanın sürdürülebilmesi ve tüm bölgeye yaygınlaştırılması için Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki bağların güçlendirilmesi hayati önem taşımaktadır. Bölge devletleri siyasi, iktisadi ve ticari kurumları desteklemeli ve diyalog, dayanışma ve koordinasyonu teşvik etmelidirler. Bu bakımdan devletler ve sorumlu hükümetler ortak bir çevrenin oluşturulmasında, ortak siyasi iradenin tesisinde, istikrarın sağlanması ve devam ettirilmesinde bölgedeki işbirliğinin artırılmasında ciddi gayret göstermelidirler.” Eski Senatör Dr. Nabil Sharif: “Türkiye’nin yeni politikası ve özellikle de Filistin politikası Arap dünyasında memnuniyetle karşılanmıştır ve bu nedenle Türk hükümetine müteşekkiriz. Aynı şekilde Türkiye’nin Suriye krizinde izlediği siyaset de benzer şekilde Araplar nezdinde memnuniyetle karşılandı. TRT’nin Arapça bir kanal açması bölge ile Türkiye arasında bir kapı açılmasında önemli rol oynadı. Anadolu Ajansı’nın, Yunus Emre Kültür Merkezi’nin açılması Türk kültürünün Arap coğrafyasında tanınması için büyük rol oynamaktadır. Benzer şekilde Türk dizilerinin Arap toplumlarında büyük bir etki bıraktığı açıktır. Özellikle yeni Türkiye’nin tanınması ve Türk kültürünün bölgede yaygınlaşmasında diziler önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Diplomatik ve siyasi sahada uygulanan politikalara ek olarak medya, iletişim ve dil alanlarındaki çalışmalar Araplar nezdinde Türkiye’nin önemini ve yerini artırmaktadır. Bu alanda en önemli projelerden birisi tercüme faaliyetlerine şiddetli duyulan ihtiyaç dolayısıyla bu alanda ciddi çalışma gerçekleştirmektedir. Kültürlerin paylaşımında tercümelerin rolü büyük olacaktır. Ayrıca Arap dünyasında Türkçe yayın yapacak Türkiye’de de Arapça yayın yapacak kanal ve ajansların kurulmasını gerçekleştirmek ve sayılarını artırmak gerekmektedir.” Prof. Dr. Musa Shteiwi: “Sivil toplumun tesisi Ortadoğu’da demokrasinin anlaşılması ve benimsenmesi acısından önemlidir. Bu bakımdan hayır kurumları bir yana -çünkü bunlar uzun yıllardır faaliyet göstermekte- tesis edilecek kurumlar sayesinde devlet ile toplum arasında bir bağ oluşturacak, insani haklarını koruyan bir sivil toplum algısının bölgede oluşturulmasına önem göstermek gerekmektedir. Arap dünyasında genel olarak baktığımızda sivil toplumunun rolü ve konumunun çok sınırlı olduğunu görmekteyiz. Geçmişten beri sivil toplum bölgede genel olarak kontrol altında tutulmuş ve bu nedenle ilerlemesi yeterli düzeyde olmamıştır. Türkiye ve Arap dünyası arasında su anda büyük bir açılım gerçekleşmektedir. Bu durum Arap dünyasında sivil toplumun gelişmesinde önemli bir rol üstlenecektir. Özellikle Arap devrimleri sonrasındaki yeniden inşa sürecinde sivil toplum olgusunun Arap dünyasında gelişmesinde Libya, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde daha fazla etkinleşmesinde Türkiye’nin devlet olarak ve Türk sivil toplum kuruluşlarının büyük katkısı olacaktır. Bu nedenle Türk ve Arap sivil toplum kuruluşları arasında işbirliği ve dayanışma artırılmalı, geliştirilmelidir. Türkiye tecrübesinin Arap ülkelerinde sivil toplumun gelişmesinde katkısı ve rolü yakın gelecekte büyük olacaktır.” Doç. Dr. Cenap Çakmak: Sivil toplum kavramına ilişkin farklı görüşlere ve sivil toplumun toplumların gelişmesindeki önemine değinen Çakmak, sivil toplumun toplumsal değişimde ve demokratikleşme sürecinde oynadığı rolü Türkiye özelinde anlattı. Türkiye’de sivil toplumun 1990’larda AB’nin etkisiyle geliştiğini vurgulayan Çakmak, sivil katılımın Türkiye ve Arap dünyası arasında karşılıklı ilişkileri artıracağını belirtti. Prof. Dr. Hacı Duran: Türkiye ve Arap ilişkilerinde tarihsel olarak ilmi ve akademik durum ve paylaşımına değinen, çeşitli örneklerle geçmişten beri ilmi sahada ilişkilerin olduğunu ve öğrencilerin özellikle de Türk öğrencilerin Arapça tedrisi ve İslami ilimler okumak için Arap ülkelerine gittiğini ifade eden Duran, Türklerin Arapça ve Arapların da Türkçe öğrenmesinin kültürü ve ortak birikimi korumak adına zorunlu olduğunun altını çizdi. Prof. Dr. Muhammed El Masalha: “İki yıl önce Gazi Üniversitesi ile Ürdün Üniversitesi arasında işbirliği anlaşması imzalandı. Bu çerçevede Amman’da ortak bir sempozyum düzenlendi. Bu durum taraflar arasında akademik işbirliğinin gerçekleştirilmesi için oldukça teşvik edici bir örnektir. Türkler ile Araplar oldukça büyük bir mirasa sahipler. Yüzyıllardır bir arada olmaları hasebiyle birçok ortak ve benzer yön bulunmaktadır. Türk ve Arap akademisyenlerin çok sayıda akademik sempozyum, program ve konferans düzenlemeleri gerekmektedir. 109 KAPANIŞ KONUŞMALARI SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay: Öncelikle burada iki tarafın devletinden de temsilciler var olsa da ve ilişkiler devletlerin siyasi kararlarıyla çok önemli bir gelişme veya duraklama kaydedebiliyorsa da, sivil toplumun önemini asla ihmal etmemek gerekiyor. Toplantıda buna dair çok şey söylendi. Sivil toplumun önemi üzerine ayrı bir oturum da vardı. Doğrusu devletler, idareciler geçici, sivil toplumun kendisi kalıcıdır. Sivil toplumun devletlerin ötesinde, onlardan bağımsız çalışıyor olması gerekiyor ki, çok şükür Türkiye ile Ürdün arasındaki sivil toplum düzeyinde bu ilişkiyi teşvik edecek çok önemli bir talep var. Esasen bugün iktidarda bulunan AK Parti zamanında büyük bir gelişme kaydeden Arap-Türk ilişkileri büyük ölçüde halk tarafından, sivil toplum tarafından desteklenip teşvik edilmektedir. Yani AK Parti’nin Arap İslam halklarına yönelik politikası basitçe Türkiye devletinin yeni bir stratejik kararı veya arkaplanında türlü hesapların olduğu bir politika değil, Türkiye halkının samimi, dostane duygularla sergilediği taleplere bir cevap olarak da gerçekleşmektedir ki bu açıdan geleceği olan bir açılımdır bu. Aslında bu siyasete cevap vererek iktidar olan, iktidarını on yılı aşkın bir süredir devam ettiren AK Parti’nin kendisi de bir bakıma o sivil toplumun ürettiği en büyük organizasyonlardan biridir. Başka bir deyişle AK Parti bir bakıma sivil toplumun klasik devlet anlayışına karşı bir başarı hikayesidir. SDE olarak burada yaptığımız toplantının ve benzerini 12 Arap ülkesinde de düzenlemeyi planladığımız toplantının değerlendirilebileceği bir web sitesinin kurulması iyi bir iletişim ağının kurulması açısından önemli olacaktır. Yine bölgemizdeki güncel gelişmeleri akademik ve entelektüel bir dikkatle takip ederek bunları tartıştığımız, yer yer ortak aklı arayarak belli konularda ortak bir duruşu geliştirebileceğimiz süreklilik arz eden bir ilişki ve iletişim mekanizmasını harekete geçirebiliriz. Bu seri toplantıların sonucunda İstanbul’da düzenlenecek bir 110 STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013 final toplantısıyla “Ortadoğu Düşünce Kuruluşları Platformu”nun tesisi sağlanabilir ve bu platform düşünce kuruluşlarının tecrübelerini ortak aklın beslenebileceği bir birikim haline getirebilir. Konuşmalardan çıkardığımız en önemli sonuçlardan birisi de bir “Arap-Türk Üniversitesi”nin kurulması önerisi bu toplantının pratik sonuçlarından biri olabilir. Bu çerçevede Türk üniversiteleri ile Ürdün üniversiteleri arasında daha fazla öğrenci ve öğretim üyesi değiş-tokuşu hususunda da bazı işbirlikleri yapılabilir. Türkiye’de sayıları yetmişin üstünde olan ilahiyat fakültelerinde akademik seviyede Arapça eğitimi verilmekte, yine çok sayıda Arap Dili Edebiyatı bölümleri ve Arapça Öğretmenliği bölümleri var. Sayıları bine ulaşan İmam-Hatip Liselerinde de Arapça eğitimi verilmektedir. Bütün bunların yanısıra şu anda orta ve liselerde Arapça seçmeli ders olarak bütün okullarda verilmektedir. Yani Türkiye’de Arapça eğitimine yönelik eskisine nazaran çok büyük bir gelişme var. Belki aynı şeyin Arap ülkelerinde Türkçeye, aynı ölçüde olmasını beklemek haksızlık olur ama bugünkü Türkçe ilgisinin Arap ülkelerinde yeterli olduğunu söylemek de mümkün değil. Bu anlamda Arapların Türkçeyi daha fazla öğrenmelerini sağlama yönünde bazı düzenlemeleri teşvik etmek gerekiyor. Bu çalıştayların Arapça-İngilizce ve Türkçe yayın haline getirilerek İslam dünyasının dikkatine sunulmasını öneriyorum. ATF Genel Sekreteri Dr. El-Sadık El-Fakih: Arap Dünyasında Türk Okulları “Burada kültürel ilişkiler hususunda da güzel tebliğler sunulduysa da değinilmeyen ama bence çok önemli bir olay var. Şu anda bütün Arap ülkelerinde yaygın halde Türk okulları mevcut ve bu okullarda Arap çocuklarına Türkçe eğitim verilmektedir. Ayrıca her yıl bir olimpiyat düzenlenmekte ve bu olimpiyat için birçok Arap öğrenci Türkçe şarkı, şiir veya edebiyatındaki maharetini sergilemek için yarışmakta- dır. Yine bu bünyede Hıra isminde çok güzel bir Türkçe dergi çıkmakta ve Araplara hitap etmekte ve Arap dünyasında basılıp dağıtılmaktadır. Şu anda Arap dünyasında sayısız kurumda Türkiye üzerine yoğun çalışmalar yapılmaktadır, çünkü Türkiye’de son on yıldır yaşanmış olan ve aslında kökü daha da eskilerde olan değişimi anlama, tahlil etme veya takip etmekte gecikmiş durumdayız. Samimi olarak söylemek gerekirse bu olanları zamanında öngöremedik ve buna yeterince hazırlıklı olmadık. Şahsen ben bu olanların sonuçta Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ve onun iktidarını doğuran şartların Türkiye toplumunun stratejik derinliğiyle ve toplumsal koşullarının derin değişimiyle ilgisini kurmakta geciktim. Türkiye’de bu değişimin bir veçhesi de devlet ile Türk toplumu arasında yaşanan bir barıştır. Diplomasi konusuna tekrar gelirsek, Arap aydınlarının önemli bir kısmı da Türk diplomasisinin ortaya koyduğu yeni tartışmaları ve gelişmeleri takip etmektedir. Özellikle Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli kitabı Arapçaya çevrildi ve Arap aydınları arasında bir çok diyalogun, tartışmanın ve araştırmanın konusu haline gelmiştir. Bir yandan da bu kitap Türkiye diplomasisinin tabiatını anlamak açısından da referans bir metin olmuştur. Ekonomi konusunda da Türkiye’nin yaşamakta olduğu başarılar hem Arap dünyasına sunduğu yeni alışveriş imkanları ve kapıları açısından çok önemli hem de Türkiye’nin bu ekonomik başarısı, dünyanın 16. Büyük ekonomisi arasına yükselmesi bizim iktisatçılarımız açısından her bakımdan incelemeye değer, önemli dersler çıkarılabilecek bir konudur. Bizim araştırmamız gereken başka konular da vardır. Washington Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde bir toplantıda şöyle bir görüşe yer verildiğini hatırlıyorum Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun yönetimindeki AK Parti’nin iktidara gelmesinden epeyce önceki bir dönemde Türkiye’de Araplara meyyal yeni bir seçkin kitlenin yetişmekte olduğu ve bu seçkinler yüzünden Türkiye’nin dış politikasının yakında özellikle İsrail aleyhine bir değişim göstereceği bir tür uyarı olarak ifade edilmişti. Bu tespitin bir başka veçhesinde batıda eğitim gören veya batıcı eski seçkinlerin Türk siyasi hayatındaki döneminin bitmiş olduğu da yer alıyordu. Yine İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda Friedman Türkiye’nin 2040 yılına doğru yeni bir imparatorluk olarak dünya gücü haline gelmiş olacağını tahmin ediyordu. Türkiye’nin bu etkinlik alanını genişletmesi tabii ki eskisi gibi gazalar veya savaşlarla değil, karşılıklı rıza ile olacaktır. Kadim komşularla şirketler veya müesseseler üzerinden Arap veya İslami ortak düzeylerde ilişkileri düzeltme veya komşularla sorunları sıfıra indirme şeklinde gerçekleşen ilişkiyi tasavvur ediniz. Türkiye kendi bölgesinde merkez bir ülkedir, bu ona tarihinin veya coğrafyasının farz kıldığı bir kaderdir, tıpkı Mısır’ın da tarihsel coğrafi bir rolü olduğunu ve bu rolü oynaması gerektiğini düşündüğümüz gibi. Burada ürettiğimiz fikirler ortaya konulan doğrular herkesin malı mülküdür. Arap Düşünce Forumu için hiç bir doğru düşüncenin temellük edilmesi mümkün değildir, ortaya çıkan her düşünce yeter ki Arap-İslam-Türk toplumlarının yararına olsun, hepsine açığız. Başka toplumlar arasında kuşkusuz Türkiye bize en yakın ülkedir ve onların tecrübesi, birikimi bizim için paha biçilmez bir değerdedir. Bizim Türk tarihini veya tecrübesini öğrenmemiz gerektiği gibi Türkiye’nin de Arap toplumunu, düşüncesini yakından tanımaya, çalışmaya ihtiyacı vardır. Tarihten devralınan önyargıları bir gecede ansızın terketme imkanımız herhalde yoktur. Ancak Arap dünyasında gerçekleşen olaylar hakkında ve aynı şekilde Türkiye’de de gerçekleşen değişim hakkında daha derinlemesine bir bakış açısına ihtiyacımız vardır. Kuşkusuz Türkiye’de gerçekleşen değişim sadece siyasi bir devrim veya bir siyasi hareketin veya bir seçimde bir defalığına AK Parti lehine sandıklarda gerçekleşen bir seçimin sonucu değildir. Bu değişimin çok farklı ve daha yakından incelenmesi gereken aşamaları var.” 111