B AŞYAZI Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı Söz medeniyeti Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. İslam medeniyeti bir söz medeniyetidir. Yüce Rabbimiz kelam sıfatıyla tenezzül buyurarak insanlara vahiy göndermiş ve kerim kitabımız Kur’an, okunan bir söz olarak vahyedilmiştir. Âdem (a.s.) bir söz ile yaratılmış ve âlem “Ol” sözüyle var olmuştur. Âdem’e söz için varlıkların isimleri öğretilmiştir. Cenab-ı Hak, insanları farklı dillerde yaratmış ve bunu kendi varlığının ayetlerinden biri olarak zikretmiştir. Kısaca söz, insanın evrene açıldığı ve yüreğindekini dışarıya açtığı mucizevi bir ayettir. Yüce Allah, ağızdan çıkan her sözün gözetici melekler tarafından kaydedildiğini ifade ederek (Kaf, 50/18.) sözün değerine işaret etmiştir. Sözde aranması gereken ilk özellik, onun doğru, anlamlı ve faydalı olmasıdır. Ayrıca sözün hakka, hakikate yaraşır güzellikte olması gerekir. Söz sadece insanın davranışını değil, aynı zamanda kişiliğini de belirlemektedir. Bu sebeple “üslûb-u beyan aynıyla insan”dır. Söz, hakikat, ahlak ve estetik boyutu olmak üzere üç temel esas üzerine bina edilir. Kur’an-ı Kerim’de sözle ilgili ayetler incelendiğinde sözün bu üç boyutu üzerinde durulduğu görülür. Müslümanlar İslami ilimleri oluştururken sözün mana ve hakikat ile ilişkisi üzerinde özellikle durdukları içindir ki, bu ilimlerin neredeyse tamamı, sözün hakikat, hikmet ve ahlakla ilişkisini ortaya koy- mak için var olmuştur. Nitekim usul-i fıkıhtaki delalet bahsi sözün hakikat değerini ortaya koyarken, İslam felsefesi sözün hikmet boyutunu, edebiyat ise sözün estetik boyutunu ortaya koymaktadır. Kur’an’da sözün karşılığı olan “kavl” kelimesini terkipleri ve türevleriyle bir araya getirdiğimiz zaman, sözün hakikat, hikmet, ahlak ve estetik boyutu ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda kavl-i hasen/güzel söz, kavl-i maruf/anlamlı ve olumlu söz, kavl-i adl/adaletli söz, kavl-i sedid/sağlam söz, kavl-i tayyib/ hoş söz, kavl-i kerim/gönül alıcı söz, kavl-i beliğ/açık söz, kavl-i meysur/kolay söz, kavl-i leyyin/yumuşak söz gibi müspet anlamda ve kavl-i su’/kötü söz, kavl-i münker/çirkin söz, kavl-i zûr/yalan söz, kavl-i lahin/eğri büğrü söz, kavl-i zuhruf/süslü söz gibi menfi anlamda sıfatların kullanıldığı görülmektedir. Söz estetiğini ortadan kaldıran her türlü unsur, kadim kaynaklarımızda dilin afetleri başlığı altında ele alınmıştır. Gazzalî’nin İhya’sında dilin afetleri başlığı altında yer alan; boş konuşmalar, içi boş tartışmalar, husumet eseri söylenen sözler, alay etme, yalan, gıybet, iftira gibi hususlar (İhya-u Ulûmi’d-din, 3/246.), bugün de söz estetiğinin yitirilmiş olmasının bir tezahürü olarak güncelliğini korumaktadır. Günümüzde konuşan her insanın bu gibi afetlere maruz kalması, kitle iletişim araçları marifetiyle her türlü estetikten yoksun sayısız sözün ortalıkta uçuşması, dahası bu sözlerin görüntüye ve yazıya dönüştürülmesi pek çok afete yol açan bir söz kirliliği oluşturmaktadır. Söz ile davranışı/eylemi birbirinden ayırmak oldukça güçtür. Sözün kendisi de bir davranıştır. Davranışı güzel olanın sözü de güzel olur. Kur’an-ı Kerim’de de bu gerçek şöyle ifade edilir: “Sağlam/doğru söz söyleyin. Ta ki Allah, amellerinizi güzelleştirsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ahzap, 33/70.) Dine bağlılık da, dindarlık da kendisini sözden ziyade davranış olarak ortaya koymalıdır. İçinde insani ve ahlaki erdemlerin bulunmadığı bir dindarlık, yanılgıdan ibarettir. Bu nedenle önemli olan kişinin dindarlığını sözde değil, özde yaşamasıdır. Sözü öze, özü söze feda etmeden bilgi, ibadet ve ahlak eksenli bir dindarlık gayemiz olmalıdır. Modern zamanlara gelindiğinde sözün değeri düşmüş, imaj yüceltilmiş, görüntü ve görsellik öne çıkarılmıştır. Sözle imajın farkı anlatılamayacak kadar büyüktür. Söz, hakikat terazisinde bir değere sahip iken, imajın böyle bir değeri bulunmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde Müslümanlara düşen görev, imajın ve görselliğin görüntüsüne kendimizi kaptırmadan sözü yüceltmeye devam etmek olmalıdır. Din görevlileri olarak yapacağımız en önemli hizmetlerden birisi, imaj ve görüntünün büyüsüne kapılmadan, bütün teknolojik imkânlarla birlikte sözün değerine inanmaya ve hikmetli sözü yüceltmeye devam ederek, din-i mübini İslam’ı anlatmaktır. içindekiler 5 DİYANET AYLIK DERGİ • ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 GÜNDEM Öz’ün tercümanı söz............................................. 5 Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Kur'an-ı Kerim'de söz............................................ 9 Dr. Ülfet Görgülü Öz'ün tercümanı söz Hz. Peygamber’in sünnetinde “söz”ün güzellik boyutu................................................................... 12 Prof. Dr. Yavuz Köktaş Dil ve göz: Söz ve imaj üzerine.............................. 16 Prof. Dr. Tahsin Görgün Güzel söz söylemek............................................... 20 Yakup Bıyıkoğlu DİN-DÜŞÜNCE-YORUM Ahlaki şeffaflık........................................................ 24 Beyaz rahmet Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Aracı insan............................................................ 28 Doç. Dr. İsmail Karagöz Bir şahsiyet tezahürü olarak konuşma................... 32 Mukadder Arif Yüksel Beyaz rahmet........................................................ 34 Prof. Dr. İsmail Çalışkan 34 AİLE Aile içi iletişimde duyarlık....................................... 38 Prof. Dr. Ertuğrul Yaman Aile içi beklentiler................................................... 42 Mahbup Akyüz BİR AYET BİR YORUM Müminler ancak kardeştir....................................... 44 Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı BİR HADİS BİR YORUM Söz namustur........................................................ 46 Aile içi beklentiler 42 Diyanet İşleri Başkanlığı Adına Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Dr. Yüksel Salman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Dr. Faruk Görgülü Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu Mustafa Bayraktar (Dön. Ser. İşl. Müd.) Yayın Koordinatörleri Mustafa Bektaşoğlu mbektasoglu@mynet.com Elif Arslan elifarslan4@gmail.com Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal DİN GÖREVLİSİNİN HATIRA DEFTERİNDEN “Hoca” olmak........................................................ 48 Dr. Ali Kumaş Kâmil Büyüker kamilbuyuker@gmail.com Son Okuma Mustafa Bektaşoğlu - Sait Şan Uygulama Latif Köse Arşiv Ali Duran Demircioğlu Yönetim Merkezi Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA Tel: (0312) 295 73 06 Fax: (0312) 284 72 88 diyanetdergi@diyanet.gov.tr Abone İşleri Tel : (0312) 295 71 96-97 Fax : (0312) 285 18 54 e-mail : dosim@diyanet.gov.tr Abone Şartları Yurt içi yıllık: 28.80 TL. Yurt dışı yıllık: ABD, 30 ABD Doları AB Ülkeleri, 30 Euro Avustralya, 50 Avustralya Doları İsveç ve Danimarka, 250 Kron İsviçre, 45 Frank Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Kur'an ve sanat 50 KÜLTÜR - SANAT – EDEBİYAT Kur’an ve sanat..................................................... 50 Mustafa Özçelik Yunus Emre’de birlik ve beraberlik düşüncesi........ 54 Vedat Ali Tok Toprağın bağrında açılan kapı................................ 58 Hayrettin Durmuş ÖRNEK HAYATLAR Mahmud Celâleddin Ökten (1882-1961)................ 60 Yunus Emre'de birlik ve beraberlik düşüncesi HİKMET PENCERESİ �stiğfar: Yöneliş ve yenilenme................................. 62 54 Mustafa Özdamar M. Lütfi Arslan UZMAN GÖZÜYLE Evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıkları nelerdir? (I)............................................................. 66 Dr. Mustafa Koç FIKIH KÖŞESİ Din İşleri Yüksek Kurulundan.................................. 68 58 Toprağın bağrında açılan kapı İSLAMLA YENİDEN DOĞANLAR Prof. Dr. Gary Miller’in İslam’la tanışma hikâyesi..... 70 Prof. Dr. Abdulaziz Hatip DAĞARCIK Dinî iletişim türleri................................................... 74 Yusuf Macit Din görevlisinin misyonu ve yol rehberi................... 75 Doç. Dr. Muammer Erbaş KÜRSÜDEN Din hizmetinde etkili ve anlamlı iletişim................... 76 Dr. Abdurrahman Candan KİTAP TANITIMI Mevlid'e ilmi bakış................................................. 79 İstiğfar: Yöneliş ve yenilenme 62 Kâmil Büyüker Ziraat Bankası Ankara - Akay şubesindeki İBAN: TR 84000100076005994308-5001 no’lu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-postanın Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü Üniversiteler Mahallesi Dumlupınar Bulvarı No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA adresine gönderilmesi gerekir. Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Diyanet Aylık Dergi (Türkçe) Temsilcilikler Yurt içi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri Yurt dışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri Ataşelikleri web: www.diyanet.gov.tr e-mail: diniyayinlar@diyanet.gov.tr sureliyayinlar@diyanet.gov.tr aylikhaber@diyanet.gov.tr Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. Tasarım - Baskı Cilt Evren Yayıncılık ve Bas. San. Tic. AŞ Konya Devlet Karayolu (29. km) Evren Yayıncılık Serpmeleri Oğulbey Kavşağı Nu: 1 06830 Gölbaşı/ANKARA Tel: (0.312) 615 54 54 Fax: (0.312) 615 54 55 Basım Yeri: ANKARA Basım Tarihi: 17.02.2012 ISSN - 1300 - 8471 EDİTÖRDEN D iyanet Aylık Dergi İslam’ın sağlıklı bilgisini ve kuşatıcı rahmet iklimini toplumumuzla paylaşmak ve günümüzde Müslümanların yaşadıkları sorunlara çözümler aramak düşüncesiyle yola çıktı. Yayın hayatına başladığı günden itibaren kendini sürekli yenileme gayretinde oldu. Bu gayretin bir devamı olarak ocak sayısıyla birlikte yeni bir içerik ve görselliğe kavuştu. Dünyada ve Türkiye’de gündemi meşgul eden dini konuları “Gündem” başlığıyla; günümüzün dini problemlerini temel kaynaklarımızın ışığında ve bugünün bakış açısıyla “DinDüşünce-Yorum” köşesinde; günümüz ailesinin sorunlarını ve çözüm önerilerini “Aile” başlığı altında ele almaya devam ediyoruz. Gündem konularımız çerçevesinde uzmanlarıyla yaptığımız söyleşiler, “Bir Konu Bir Ayet”, “Bir Hadis Bir Yorum” köşelerimiz, din gönüllüsü kardeşlerimizin kendilerini ifade edebildikleri ve din hizmeti yürütürken karşılaştıkları çarpıcı olayları okuyucularımızla paylaştıkları “Din Görevlisinin Hatıra Defterinden” köşesi zenginleşerek devam edecek. Yakın tarihimizde yaşayan, örnek hayatları, eserleri ve öğütleriyle geniş toplum kesimlerini etkileyen ve nesiller üzerinde kalıcı izler bırakan şahsiyetleri özellikle genç kuşaklarımıza aktarmak ve onlara model şahsiyetlerimizi tanıtmak üzere “Örnek Hayatlar” köşemizi hazırladık. Yaşanan tecrübeler ışığında hikmet merkezli veciz ve sürükleyici yazıları gönül diliyle “Hikmet Penceresi”nde bulacaksınız. Her ay sağlık, ekonomi, psikoloji, hukuk vb. bir konuda okuyucularımızın merak ettiğini düşündüğümüz hususlar için “Uzman Gözüyle” köşemiz, fıkhi konularla ilgili merak ettiklerinizi ise Din İşleri Yüksek Kurulu’nun görüşleri doğrultusunda “Fıkıh Köşesi”nde bulacaksınız. Her biri ayrı bir ibret levhası olan, hem hislendiren hem de düşündüren hidayet öykülerini “İslam’la Yeniden Doğanlar” köşemizde takip edebilirsiniz. Eskiden insanlar yola çıkmadan yolculuk boyunca ihtiyaç duyacakları temel maddeleri yanlarında götürdükleri dağarcıklarında taşırlardı. Biz de din görevlilerimizin mesleğini yaparken ihtiyaç duyacakları halkla ilişkilerden, beden diline, etkili iletişim tekniklerinden, hitabet, vaaz ve konuşma becerilerine kadar din hizmetinde kendilerine güç katacak azık mesabesindeki bilgileri “Dağarcık” köşemizde ele alıyoruz. Yine “bütün din görevlilerimizin cemaatine etkili vaaz edebilecek konuma gelmesi” projemizden hareketle, onlara materyal sağlayacak ve rehber olacak “Kürsüden” köşemizi açtık. Sizler için hazırladığımız her bir köşenin zihin ve gönül dünyamızı zenginleştirmesini ve yeni ufuklar açmasını diliyorum. Bu sayıda, insanın yüreğinden diline dökülen anlam katresi “söz”ü ele aldık. Söz, hakikati dile getirmenin vasıtası olma yanında hikmetin, değerlerin ve ahlakın da taşıyıcısıdır. Güzel söz kalplere huzur, yüzlere tebessüm, zihinlere ve gönüllere zenginliktir. Söz sorumluluktur. Söz öze mutabık olmalıdır. Sözün gücü, hakikatin tercümanı olmasıyla, söyleyenin gücü ise söylenenin doğru ve gönülden olmasıyla yakından ilgilidir. Esasen söz de bir eylemdir, hatta kimi zaman eylemden de etkilidir. Gücün üstesinden gelemediğini, bazen söz sonuca bağlar. Söz hikmetli olursa, Yunus’un da dediği gibi savaşa son verir, avulu aşı bal eyler. Söz yerinde ve zamanında söylenirse anlamlı olur. Bazen de susmak en güzel söz olur. Bu duygu ve düşüncelerle hazırladığımız sayıda; sözün değerine ve etkisine ilişkin ipuçlarını, “Öz’ün Tercümanı Söz” başlıklı yazıda bulabilirsiniz. Sözlerin en güzeli olan ilahî kelamdaki söze dair beyanlara “Kur’an-ı Kerim’de Söz ve Sözün Kullanım Formları” adlı makale ile ışık tutuyoruz. “Üslubu beyan aynıyla insandır” sözünün anlam derinliğini merak ediyorsanız “Bir Şahsiyet Tezahürü Olarak Konuşma” adlı yazıyı mutlaka okumalısınız. Birbirinden değerli kalemlerce yazılan gündem yazılarını ve yeni başlıkları istifadenize sunarken, “söz”ün bereketiyle sizleri baş başa bırakıyoruz. Gündem Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Öz’ün tercümanı söz SÖZÜ KISA SÖYLEMEK İSTİYORSANIZ, ANLAYAN BULACAKSINIZ. ZİRA LEB DEMEDEN LEBLEBİYİ ANLAYAN İÇİN UZUN SÖZE HACET YOKTUR. ARİFE İŞARET KÂFİDİR; ARİF OLANA BEDEN DİLİ, YÜZ İFADESİ, GÖZ VE KAŞ HAREKETİ BİLE YETERLİDİR. SÖZÜ ANLAYABİLMEK İÇİN GÖZ VE KULAKTAN ÇOK KALP VE GÖNÜL LÂZIM. HZ. ALİ (R.A.)’YE İSNAT EDİLEN ŞÖYLE BİR SÖZ VARDIR: “KALPTEN ÇIKAN SÖZ, KALBE ULAŞIR. AĞIZDAN ÇIKAN SÖZ, KULAK DUVARINI AŞAMAZ.” Söz, insanoğlunun en temel iletişim aracıdır. İnsan gerek hem cinslerine karşı duygu ve düşüncelerini, gerekse Yaratanına karşı dua ve niyazlarını sözle ifade ede gelmiştir. Bu yüzden insanlık tarihinde sözün ayrı bir yeri vardır. Hüsameddin Çelebi’ye hitaben: “Ben bu söylediklerimi senin idrakine göre söylüyorum ve bu âlemden sözü doğru anlayan insan hasretiyle gidiyorum.” (Şefik Can, Mesnevi Tercümesi, III, b. 2098.) şeklindeki tazallüm/yakınması da bu türden bir feryattır. Sözün olduğu yerde bir söyleyen, bir de dinleyen vardır. Söyleyenin ifade gücü söze kuvvet verdiği gibi, dinleyenin idrak kabiliyeti de sözün değerini yükseltir. Hz. Musa’nın sözünün gücünü arttırmak için dilindeki düğümlerin çözülmesini istemesi ve ardından Harun’la teyit edilmeyi talep etmesi çok anlamlıdır. (Bkz. Tâha, 20/27-31.) Sözün değeri, manasında ve söyleyenin gönül dünyasındaki derinliğinde saklıdır. Çünkü söz, kalbin tercümanı olan dilin terennümüdür. Duygunun kaynağı olan kalp ve onun tercümanı konumundaki dil, sözün değerini belirler. Nitekim Zemahşerî’nin tefsirinde naklettiği şu hâdise kalp ve dil ilişkisini hikmetle ne güzel anlatmaktadır: Kişi, bir mana beyan etmek, bir hususu anlatmak, bir problem ve teori ortaya koymak isterse önce derdini anlatacak bir söz, ardından ise söylediklerini anlayacak akıllı ve seviyeli bir insan arar. Çünkü sözün değerini arttıran, sözü doğru anlayacak muhataptır. Bu yüzdendir ki bütün peygamberler ve fikir önderleri sözü doğru ifade edebilmek kadar doğru anlayacak insan hasreti içinde olmuşlardır. Hz. İsa’nın: “Allah’a giden yolda kim bana yardımcı olur?” (Âl-i İmrân, 3/52.) çağrısı, sözüne kuvvet ve destek için bir arayıştır. Hz. Mevlana’nın Rivayete göre Davud (a.s.), Lokman Hekim’den bir koyun keserek en iyi iki parçasını kendisine getirmesini ister. Lokman Hekim ona kestiği koyunun dil ve yüreğini götürür. Aradan birkaç gün geçince Davud (a.s.) yine Lokman Hekim’den bir koyun keserek bu sefer en kötü iki parçasını ister. Lokman Hekim yine ona koyunun dil ve yüreğini götürür. Davud (a.s.) bunun hikmetini sorunca Lokman Hekim şöyle cevap verir: “Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa da daha kötüsü bulunmaz.” (Zemahşerî, Keşşâf, V, 18.) SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 5 Söz, anlamayana değil, anlayana söylenir. Hatta “sözün uzunu ahmağa söylenir” derler. Sözü kısa söylemek istiyorsanız, anlayan bulacaksınız. Zira leb demeden leblebiyi anlayan için uzun söze hacet yoktur. Arife işaret kâfidir; arif olana beden dili, yüz ifadesi, göz ve kaş hareketi bile yeterlidir. Sözü anlamayan ya da yanlış anlayanla işiniz zordur. Çünkü “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Bütün mesele sözü doğru söyleyecek ve söyleneni doğru anlayacak insan bulmaktadır. Bu, insanlığın hasretidir. Namık Kemal için şöyle bir hikâye anlatırlar. Rivayete göre, Magosa’da zindandayken Namık Kemal’in yanına birini verirler. Üstat, şiirler yazar ve yazdıklarını o zindan arkadaşına okurmuş. O da bu şiirleri ağlayarak dinlermiş. Namık Kemal bu durumdan çok etkilenerek kendi kendine: “Ne kadar duygulu ve hassas insan” dermiş. Hatta dışarıdaki bir arkadaşına şu mealde bir mektup yazmış: “Zindandayım ama çok mutluyum. Çünkü burada beni anlayan birine rastladım. Ben söylüyorum o ağlıyor, o ağlıyor ben söylüyorum.” Namık Kemal bir gün zindandaki arkadaşına: “Ben şiirlerimi okuyup konuştukça sen hep ağlıyorsun. Neler hissediyorsun bana anlatır mısın?” diye sorar. Zindan arkadaşı Namık Kemal’e: “Sen yazdıklarını okudukça sakalın sallanıyor. Ben de sakalın sallandıkça köyümdeki keçimi hatırlıyorum. Onu çok severdim” diye karşılık verir. Namık 6 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Kemal bu cevap karşısında yıkılır. Çünkü ne sandı, ne buldu? Sözü anlayabilmek için göz ve kulaktan çok kalp ve gönül lâzım. Hz. Ali (r.a.)’ye isnat edilen şöyle bir söz vardır: “Kalpten çıkan söz, kalbe ulaşır. Ağızdan çıkan söz, kulak duvarını aşamaz.” Bir söz gönülden çıkıyorsa mutlaka adresine, kalbe ulaşır. Sözün tesirli olabilmesi aynı zamanda karakter ve şahsiyette model olmakla irtibatlıdır. Bir söz ağızdan çıkıyor ise kulak duvarını aşamaz. Söyleyen de önemli, dinleyen de. Söyleyenin gönülden ve samimiyetle söylemesi, dinleyenin de gönülden kulak vermesi son derece mühim. Nitekim Eşrefoğlu Rumî der ki: Dil dudak deprenmeden sözden anlayan gelsin. İnsanoğlu kendisini nasıl biliyorsa karşısındakini de öyle zanneder; sözü gönlündeki duygulara göre algılar ve yorumlar. O yüzden herkese anlayabileceği sözleri söylemek ve layık olduğu muameleyi yapmak İslami hassasiyettendir. Kılıç kullanılacak yerde ihsan; ihsan edilecek yerde kılıç olmaz. Kerim olana kerem, leim/kötü olana levm/ kınama yaraşır. Nezaketten anlayana nezaketle muamele etmek edep gereğidir. Ama nezaketten anlamayan, tedip isteyene de tedip göstermek gerekir. Ziya Paşa’nın Terkîb-i Bend’inde dediği gibi: Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr, Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir. Allah Teala, Firavun’a karşı bile yumuşak söz söylemenin önemine dikkat çeker. Bu bir çelişki değil, belki diplomasidir. Musa ve Harun (a.s.)’u, Firavun’a, inkârdan vazgeçirmek üzere gönderdiğinde buyurur ki: “Sen ve kardeşin, ayetlerimle Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya haşyet duyar.” (Tâhâ, 20/42.) Yumuşak söz söylemenin, hüsnümuamelenin beşeri münasebetlerde büyük etkisi vardır. Gönüller için, yumuşak söz kadar tesirli ve kurtarıcı başka bir şey yoktur. En öfkeli insana hilm ile yaklaştığınız zaman yumuşadığını görürsünüz. Onun için Allah Teala Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin, buyurmaktadır. Şairin sözünün değerini şair olanlar anlar. “Şairi mutlu eden şiirden, sözden anlayanların alkışlaması; yıkan ise şiirden anlamayanların alkışlayıp, anlayanların susmasıdır.” Şiirden anlayan şiir karşısında susar, söz söylemez, buna mukabil anlamayanlar alkışlarsa şair: “Eyvah! Ben, bu işi becerememişim” der. Şiiri, ancak şair olan anlar ve takdir eder. Hatibi konuşturan muhatabıdır. Ehlüllahın: “Ne kadar alıcıysanız, o kadar satıcıyım” sözü bu anlamdadır. Hatibin söyledikleri, muhatabının kulağına, yüreğine ve kalbine ne kadar ulaşıyorsa, o kadar ilgisini çeker. Dinleyenin ilgi ve dikkati hatibi coşturur. “Söz göze verilir” ifadesi muhatabın gözündeki canlılığın hatibi ateşleyeceğini anlatır. Dinleyende kabiliyet yoksa yapılacak bir şey yok. Bu manada Şeyhülislam Yahya Efendi’ye nispet edilen şöyle bir beyit vardır: Bilmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye Söyletir mi yok cihanda, bilmeziz söyler mi yok? Tûtî/papağan gibi söz söyleyecek birini bilmiyoruz? Acaba söyleten mi yok, yoksa dinleyicilerde mi bir kusur var? Bir Türk, bir Arap, bir Acem ve bir de Rum birlikte yolculuk ederlerken birisi kendilerine “bununla bir şeyler alırsınız” diyerek bir miktar para verir. Dört adam ve dördünün dili de ayrı. İhtilafa düşerler. Fars olan der ki: – Bu parayla "engür" alalım. Türk der ki: – Olmaz "üzüm" alalım. Arap der ki: – Olmaz "ineb" alalım. Rum olan ise: – "İstafil" alalım, der. Birbirlerinin dilini, sözlerini, konuştuklarını anlayamadıklarından her kafadan ayrı bir ses çıkar. Herkes kendi istediğinin olmasını ister, birbirleriyle kavgaya tutuşurlar. Nihayet erbab-ı lisan birini bulurlar. Derler ki: – Bizim problemimizi çöz, anlaşamıyoruz. Birisi bize para verdi. Onunla ne alacağımız konusunda bir karara varamıyoruz. Dört dili bilen adam hepsine tek tek sorar: – Sen ne istiyorsun? – Engür. – Sen ne istiyorsun? – Üzüm. – Sen ne istiyorsun? – İneb. – Sen ne istiyorsun? – İstafil. Bu durumu gören erbab-ı lisan: – Siz dördünüz de aynı şeyi istiyorsunuz. Çünkü Farsça engür, Arapça ineb, Rumca istafil hepsi Türkçe üzüm demek. Dilleriniz farklı, aynı dili konuşmuyorsunuz. O yüzden anlaşamıyorsunuz, aynı dili konuştuğunuz zaman anlaştınız, hepinizin isteği meğer aynıymış, der. (Mesnevî, II, b. 3681-3691.) Bir adam düşünün ki yüz dil biliyor. Karşısında ise onun bildiği yüz dilden birini bile bilen yok. O insanın, onlara derdini anlatması; ifade-i meram etmesi ne kadar zordur. Bildiğiniz dili bilen varsa o işe yarar, onun anlamadıklarını siz tamamlarsınız. Ama bildiğiniz bütün diller karşınızdakinin meçhulü ise, siz lal ü ebkem kalmaya mahkûmsunuz. Nitekim şu Temel hikâyesi bu gerçeği çok güzel ifade etmektedir: GÖNÜLLER İÇİN YUMUŞAK SÖZ KADAR TESİRLİ VE KURTARICI BAŞKA BİR ŞEY YOKTUR. EN ÖFKELİ İNSANA HİLM İLE YAKLAŞTIĞIMIZ ZAMAN YUMUŞADIĞINI GÖRÜRSÜNÜZ. Her işi ehlinden sormak ya da ehline söylemek lazımdır. Ehil olmayan kimselere sorduğunuz ve onların izahlarına kandığınız zaman yeterli cevabı bulamazsınız. Anlamayana söylediğiniz şeylerde de zorlanırsınız. Bu yüzden aynı dili konuşan ve anlayan insana ihtiyaç vardır. Nitekim Mesnevî’de şöyle bir hikâye anlatılır: Temel ile Dursun Sultanahmet parkında oturmaktadırlar. Bu sırada yanlarına bir turist grubu sokulur ve ifade-i meram için İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca ya da İspanyolca bilip bilme- SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 7 diklerini sorarlar. Onlar da pek tabii bilmediklerini ifade ederler. Bunun üzerine Dursun, Temel’e dönerek: “Ula Temel, yirminci asrı pitirdük, yirmi birinci asra girdük. Artık bir yabancı dil öğrenmemiz lazım da…” der. Temel de gayet serinkanlı şu cevabı verir: “Adam peş dil biliy, derdini anlatamadı da sen pi dille mi anlatacasun oni.” Doğru, karşınızdaki bilmeyince sizin bilmenizin anlamı yok. Söz söylemek, aslında ifade-i meram etmek kadar, zaaf ve kabiliyetlerin ortaya çıkması demektir. Çünkü söz ve konuşma kişinin irfanını ya da noksanını ortaya koyar. O yüzden ehliirfan söz söylemeyi beceremeyenlere sükûtu tavsiye ederler: Biliyorsan konuş, ibret alsınlar Bilmiyorsan sus, adam sansınlar. Bunlar bizim irfan mektebimizin ve söz medeniyetimizin incileridir. Bilen insanların bilgilerini başkalarıyla paylaşması, bilmeyenlerin de sükût ile kendi kariyerlerini muhafazası noktasında güzel nasihatlerdir. Güzel konuşmak aslında susmayı öğrenmeye bağlıdır. Allah Teala çok dinleyip az konuşması için insana iki kulak, bir ağız vermiştir. Her söz herkese söylenmez. Çünkü söz ok gibidir, ağızdan çıktıktan sonra bir daha geri dönmez. Kişi, sözü söylemeden önce ona hâkimken, söyledikten sonra sözüne mahkûm olur. Söylenecek sözün yerini ve mahallini bilmek de önemlidir. Sözü yerinde kullanmanın adı belagat, güzel söylemenin adı ise fesahattir. Konuşmanın hem beliğ hem de fasih olması için lafız ve manasının düzgün olduğu kadar yerinde olması gerekir. Yerinde söylenen söz çok ciddi tesirler icra eder. Bu manada sözün güç ve etkisini Yunus'umuz ne güzel dillendirir: Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı Söz ola âğulu aşı / Yağ ile bal ede bir söz. Önemli olan her sözü her yerde değil, anlayanların bulunduğu yerde söylemektir. Anlamayanların ya da halden anlayanların meclisinde bazen susmak bile en iyi hitabettir. Özellikle dinleyende kabiliyet olmadığı zamanlarda susmak, konuşmaktan daha iyidir. Çünkü anlamayanlara söylenen söz ayağa düşer; kadr u kıymeti bilinmez. Farsçada bu manada şöyle bir şiir vardır: Her sözün vakti, her nüktenin yeri var, Dilsizlerin dilinden ancak anaları anlar. Sözün yükselmesi için hem konuşanın, hem de dinleyenlerin seviyesinin yükselmesi lâzım. Seviye ne kadar yükselirse konuşulacak kelimeler, söylenecek sözler de o kadar artar. Kelime sayısının artması kültür seviyesini ve gelişmişliği; azalması da fakirlik ve kısırlığı gösterir. Dolayısıyla sözü ve dili geliştirmek, kültür ve birikimi geliştirmek demektir. Kişinin kalite ve özü, dil ve sözünün altında saklıdır. Konuşma ve sözü edepli olanın gönül dünyası da edeplidir. Kur’an’a muhatap olan insanın, Kur’an ahlakıyla ve Hz. Peygamber’in hayatıyla şekillenmesi, sözünü de, özünü de değerli kılar. Öz değerlendikçe, söz de kıymet bulur. Çünkü söz, özün tercümanıdır. 8 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Gündem Dr. Ülfet Görgülü Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Kur'an-ı Kerim'de söz* İNSAN, "KÜN" SÖZÜYLE VÜCUT BULAN BU ÂLEMİN EN MÜKERREM VARLIĞI OLARAK ALLAH'IN HİTABINA MAZHAR OLMUŞTUR. KUR'AN'IN İFADESİYLE; "RAHMAN, İNSANI YARATMIŞ, BEYANI ÖĞRETMİŞTİR." Yaratılış bir söz ile başlamıştır. Yüce Allah âlemi “ol” emriyle yaratmış (Yâsîn, 36/82.), sözü de âlemi de O var etmiştir. “İNSANOĞLU DİLİNİN ALTINDA GİZLİDİR. DİL, CAN KAPISININ PERDESİDİR. YEL ESİP PERDE KALKTI MI EVİN İÇİNDEKİLER GÖRÜNÜVERİR. O ZAMAN BAK EVDE İNCİ Mİ VAR, BUĞDAY MI?” MEVLANA İnsan, “kün” sözüyle vücut bulan bu âlemin en mükerrem varlığı (İsra, 17/70.) olarak Allah’ın hitabına mazhar olmuştur. Kur’an’ın ifadesiyle; “Rahman, insanı yaratmış, beyanı öğretmiştir.” (Rahmân, 55/3-4.) İnsan, “beyan” için gerekli olan donanıma sahip kılınmıştır. Yaratılışın ilk aşamasında bizzat Yaratıcı Kudret tarafından Hz. Adem’e esmanın öğretilmesine dair yapılan vurgunun (Bakara, 2/31.), böyle bir anlamı da içinde barındırdığı söylenebilir. Böylece “halife” insana büyük bir anlama, anlatma gücü verilmiş ve o kavramlarla düşünme, kelimelerle konuşma yeteneğine sahip kılınmıştır. Evren ve içindekilere dair “esma” aslında insanın bir yönüyle kendisini tanımasına ve anlamlandırmasına da zemin hazırlamaktadır. Çünkü insana özgü kılınan akıl, eşyaya dair kavramlarla “varlık”ı anlamlandırabilir. Bu itibarla insanın düşünce ve inanç dünyasının inşasında kelamın ayrı bir yeri vardır. Söz düşünceye, dil söze SAYI: 254 araç kılınmıştır. Dünyayı algılayıp anlamlandırışımızın en önemli aracı dildir. “Dil varlık evimdir” diyor Heideger. Dini duyuş, hissediş ve algılayışımız da diğer algılarımız gibi dilde ifadesini bulur. (Bkz. Sadık Kılıç, “Müzakere”, I. Dini Yayınlar Kongresi, Ank. 2004, s. 260.) Kendisi de bir söz üstadı olan Mevlana ise şöyle der: “İnsanoğlu dilinin altında gizlidir. Dil, can kapısının perdesidir. Yel esip perde kalktı mı evin içindekiler görünüverir. O zaman bak evde inci mi var, buğday mı?” İnci değerinde ve kalitesinde söz söyleyebilmek ilmî, fikrî ve irfanî bir derinliği gerektirir. Söz, ifade için vardır. İfade, faydayı istifadeye dönüştürmektir. (Mehmet Görmez, “Kur’an-ı Kerim’in Işığında Söz ve Davranış Estetiği”, Diyanet Aylık Söz, minberde “hutbe”ye, kürsüde “vaaz”a dönüşür. Konuşmada marifet, kelama ruh üfleyebilmek ve o ruh ile gönülleri diri tutabilmektir. “Kün” emri misali inşa edici ve var kılıcı bir mahiyet arz etmeli, âdeta güzellikleri oldurmalı, çirkinlikleri öldürmelidir, kelam. Gönlün tercümanı olmalı ve kâinatın ortak dili olan sevgi dilini yansıtmalıdır. Dergi, Eylül 2006, s. 5.) • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 9 MANA YÜKLÜ GÜZEL BİR SÖZ VE HİKMET DOLU BİR HİTABET İLE RUHLARI DOYURMANIN, GÖNÜL DÜNYASINDA CEHENNEM MİSALİ YANAN NİCE ATEŞLERİ SÖNDÜRMENİN SADAKA OLARAK TAŞIDIĞI ANLAM TÜM TAKDİRLERİN ÖTESİNDEDİR. Sözü destekleyen ve besleyen en önemli kaynak Kelam-ı Kadîm’dir. Sözü en güzel, doğru ve etkili biçimde kullanmanın hem yöntemini hem can alıcı örneklerini Kur’an’da bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’de söz ve sözün kullanım formları Kur’an-ı Kerim’in kendisi de bir kelamdır. Muhataba ağır sorumluluklar yükleyen (kavl-i sakîl) (Müzzemmil, 73/5.) ve doğruyu yanlıştan ayıran bir söz (kavl-i fasl) (Târık, 86/13.) olma niteliğiyle “sözlerin en güzeli” (Zümer, 39/23.) dir. Onun ahenk ve belağatı tarih boyunca edebiyata, icaza konu olmakla kalmamış, aynı zamanda ona yönelen mümin gönülleri derinden etkilemiştir. Kelam-ı ilahî olan Kur’an’da kavle ayrı bir önem atfedilmiştir. Sözün, bünyesinde taşıması gereken özellikleri ve estetik unsurları olmalıdır. Bu estetik unsurları, Kur’an’da söz ile birlikte kullanılan sıfatlarda bulmak mümkündür. Kur’an-ı Kerim’e göre söz; maruf, belîğ, sedîd, leyyin, kerîm ve meysûr olmalıdır. a) Maruf söz “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).” (Bakara, 2/263.) Örnek olarak zikrettiğimiz bu ayetle birlikte Kur’an-ı Kerim’de beş yerde geçen kavl-i maruf (Bakara, 2/235; Nisa, 4/5, 8; Ahzab, 33/32; Muhammed, 47/21.); doğru, usulüne uygun söylenen, anlaşılır, kırıcı olmayan, net ve açık, kötü anlamlar çağrıştırmayan, meşru sözdür. (İ. Lütfi Çakan, “Hitabet ve İrşad Açısından Kur’an-ı Kerim’de Söz Çeşitleri”, I. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri, Ank. 1995, s. 251; Faruk Bayraktar, Türkiye’de Vaizlik, İst. 1997, s. 71.) b) Beliğ söz “Onlar, Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Öyleyse onlara aldırma. Onlara öğüt ver, kendileri hakkında etkili ve güzel söz söyle.” (Nisa, 4/61.) Ayet, dinleyenleri etkileyecek, içlerinde derin tesir uyandıracak güzel söz söylenmenin, beliğ konuş- 10 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 manın önemine vurgu yapmaktadır. c) Sedîd söz “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 33/70.) ayetiyle doğrudan inananların sözlerinin niteliğine dikkat çekilmiştir. “Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde, onlar hakkında endişeye kapılanlar, (yetimler hakkında da) ürperip korksunlar. Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa, 4/9.) ayetinde ise özellikle yetimler hakkında doğru konuşmanın önemine vurgu yapılmıştır. Kavl-i sedîd; gerçeği ortaya koyan, insanı hakka ve doğruya götüren, yalanı ve haksızlığı bulunmayan, yerinde söylenmiş isabetli, sağlam ve doğru sözdür. (Heyet, Dini Kavramlar Sözlüğü, Ank. 2006, s. 583.) d) Leyyin söz Hz. Musa ve Hz. Harun’un Firavunla nasıl konuşmaları gerektiği bildirilirken; “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Tâhâ, 20/44.) buyurulmuştur. Kavl-i leyyin, yumuşak konuşmak, muhatabı açık ve sert bir şekilde suçlamamak ancak gerçeği olduğu gibi söylemektir. Buna bir anlamda bugün için diplomasi dili ve üslubu ya da “tebliğ ve irşad diplomasisi” de denebilir. (Çakan, age., s. 253.) e) Kerîm söz Anne-babaya karşı nasıl davranılması gerektiği izah edilirken şöyle buyrulmaktadır: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anayababaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.” (İsra, 17/23.) Kavl-i kerîm; nazik, kibar, hoş, tatlı, saygı ve hürmet dolu, gönül alıcı sözlerdir. f) Meysur söz “Eğer Rabbinden umduğun bir rahmeti istemek için onlardan yüz çevirecek olursan, o zaman onlara yumuşak bir söz söyle.” (İsra, 17/28.) Ayette geçen kavl-i meysur, yardım eli uzatamadığımız fakir ve muhtaç kimselerden hiç olmazsa hoş, yumuşak, yatıştırıcı ve kolaylaştırıcı sözü esirgememek anlamında kullanılmıştır. (Görmez, agm, s. 7.) O halde meysur sözün sadaka hükmünde olduğu söylenebilir. Hz. Peygamber de güzel sözün sadaka olduğunu ifade etmiştir. (Buhârî, Edeb, 34.) İnsanlardan sözün en güzelini söylemelerini isteyen Kur’an (İsra, 17/53.), bir iletişim aracı olarak sözün dinleyicilerde iyi duygular oluşturacak güzellikte ve aynı zamanda açık ve anlaşılır nitelikte olması gerektiğine de vurgu yapmaktadır. (Bkz. İbrahim, 14/4, 27; Meryem, 19/97; Duhan, 44/58; Ahmet Koç, “Dini İletişim Bağlamında Kur’an’da Kavl Çeşitleri”, Diyanet İlmi Dergi, c. 44, sy. 4, s. 32.) Bu müspet sıfatların yanı sıra Kur’an’da söz için olumsuz bazı sıfatların da kullanıldığı görülmektedir. Buna göre; kötü, çirkin söz anlamına gelen kavl-i su’ (Nisa, 4/148.), asılsız, düzmece, akla sığmayan söz anlamına gelen kavl-i münker (Mücadele, 58/2.), yalan, asılsız söz demek olan kavl-i zûr (Hac, 22/30.), eğri söz anlamına gelen kavl-i lahn (Muhammed, 47/30.) ve akıl çeldirici, yaldızlı, süslü söz demek olan kavl-i zuhruf (En’am, 6/112.) Kur’an’a göre uzak durulması gereken sözler ve konuşma tarzlarıdır. Müspet ve menfi tüm bu formlarla Kur’an, sözün nasıl kullanılacağına dair bir söz geleneği inşa etmiştir. Böylece söz, Kur’an-ı Kerim’de büyük bir anlam zenginliğine kavuşmuştur. Kur’an-ı Kerim, güzel ve kötü söze dair kullandığı benzetme ile de bir söz estetiği ortaya koymuştur: “Görmedin mi Allah güzel bir söze nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün durumu da; yerden koparılmış, ayakta durma imkanı olmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.” (İbrahim, 14/24-27.) Kur’an’a göre söz, meyveli bir ağaç misali sağlam ve verimli olmalıdır. Bir tek hurmanın yarısıyla bile olsa sadaka ve yardımlaşmaya, böylece cehennem ateşinden korunmaya dair yapılan nebevi uyarıdan hareketle (Müslim, Zekat, 66.), güzel sözün sadaka hükmünde olduğunun altını bir kez daha çizmeliyiz. Mana yüklü güzel bir söz ve hikmet dolu bir hitabet ile ruhları doyurmanın, gönül dünyasında cehennem misali yanan nice ateşleri söndürmenin sadaka olarak taşıdığı anlam tüm takdirlerin ötesindedir. * Bu makale "Söz Söyleme Sanat Olarak Vaaz Mimar-ı Âdem Olarak Vaiz" başlığı ile Vaaz ve Vaizlik Sempozyumu'nda (17-18 Aralık, Ankara) sunulan tebliğin bir bölümünün yazarı tarafından ele alınmış özetidir. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 11 Gündem Prof. Dr. Yavuz Köktaş Rize Üniv. İlahiyat Fak. Hz. Peygamber’in sünnetinde “söz”ün güzellik boyutu ÖYLE SÖZLER VARDIR Kİ, BİR ANDA KALBİNİZDE HAKİKAT ŞİMŞEKLERİNİN ÇAKIVERMESİNE SEBEP OLURLAR. AMA ÖYLE SÖZLER DE VARDIR Kİ, KALBİNİZİ KIRARLAR, SİZİ PERİŞAN EDERLER, HAYATINIZI KARARTIRLAR, DAHASI İNSANLIĞI YIKIMA GÖTÜRÜRLER. Karar verme, düşünme nasıl ki, insanı insan yapan temel unsurlardan sayılıyorsa, söz söyleme de böyledir. Şüphesiz konuşurken, ne yapmak istediğimizi, neyi aradığımızı, neye yöneldiğimizi idrak etmekle sözümüzü nitelikli hale getirebilir ve ona değer katmış oluruz. Tıpkı düşünürken, düşünüyor olmamızın değil, düşüncemizi neye yönelttiğimizin ve düşünerek neyi aradığımızın önemli olması gibi. Öyle düşünceler vardır ki, hakikat önünde tam anlamıyla perdedir. Ama öyle düşünceler de vardır ki, sizi hakikat ile buluşturur; sizin varoluşunuza anlam katar. Öyle sözler vardır ki, bir anda kalbinizde hakikat şimşeklerinin çakıvermesine sebep olur. Ama öyle sözler de vardır ki, kalbinizi kırar, sizi perişan eder, hayatınızı karartır, dahası insanlığı yıkıma götürür. O halde sadece “söz” söylüyor olmak değil sözü nasıl ve ne için söylediğimizdir önemli olan... İşte bu noktada “söz”ü söylemeyi, nasıl söylemeyi, ne için söylemeyi kısaca “söz”e nitelik katmayı kimden öğreneceğiz sorusuyla karşılaşırız. Elbette Allah ve Rasulünden... Güzel söz iki cihan serveri Hz. Peygamber’in ifadelerinde hiçbir medeniyette görülmeyecek bir şekilde övülmüş ve yüceltilmiştir. Onun için Efendimiz (s.a.s.) “Güzel söz sadakadır.” (Buhârî, Edeb 34, Cihâd 128; Müslim, Zekât 56.) buyurmuşlardır. Güzel söz söylemek, bir iyilik ve Allah katında makbul sayılacak bir davranıştır. Yolda karşılaştığı 12 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 GÖRMEDİN Mİ, ALLAH GÜZEL BİR SÖZÜ NASIL MİSAL GETİRDİ? GÜZEL BİR SÖZ, KÖKÜ SAĞLAM, DALLARI GÖĞE YÜKSELEN BİR AĞAÇ GİBİDİR. BU AĞAÇ, RABBİNİN İZNİYLE HER ZAMAN MEYVESİNİ VERİR. ÖĞÜT ALSINLAR DİYE ALLAH İNSANLARA MİSALLER GETİRİR. kimseyi selamlamak, tanıdığı ise hatırını sormak ve böylece ona değer verdiğini göstermek güzel sözlerden birkaçıdır. Güzel, hoş, teskin ve teselli edici, en önemlisi karşıdakini anlayan ve derdine deva olan bir dil kullanmanın insan ve toplum üzerindeki tesiri izahtan varestedir. Bazen güzel sözlerden kendimizi mahrum bıraktığımız gibi anne-babamızı, dostlarımızı, eşimizi, çocuklarımızı da mahrum bırakıyoruz. Gerçekten, yakınlarımızın, tanıdıklarımızın sohbetlere, teskin edici sözlere, ahireti hatırlatan konuşmalara, onlara destek olacak, yorgunluklarını giderecek, streslerini azaltacak, yüklerini hafifletecek beyanlara ihtiyacı vardır. Değil onlar, tüm insanlık gerçek sözlere, gerçek beyanlara muhtaçtır. Sanal sözler, sanal imajlar, sanal dünyalar “gerçek”e perde olmaktadır. Bazen de öfkelendiğimizde veya işimiz ters gittiğinde kalbimizin ayarını bozup hemen kötü sözler söyleyebiliyor, arkadaşımızın veya eşimizin kalbini kırabiliyoruz. Bir kelimeden, bir cümleden ne çıkar demeyelim. Bazen öyle olur ki, ağzımızdan çıkan bir kelime felaketlere yol açabilir. Sadece başkasına zarara yol açmaz; onunla kendimize de zarar veririz. Her bir günah nasıl ki, kalbimizde siyah bir noktaya dönüşüyorsa ağzımızdan çıkacak kötü kelimeler de kalbimizi –Allah muhafaza etsin- zamanla karartacaktır. Onun için Rasul-i Ekrem Efendimiz ötelerden bizi uyarıyor: “Kul bazen içinde SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 13 bimizi doğrudan etkiler. Bu nedenle ağzımızdan çıkan kötü sözler bizi rahatsız etmelidir. Rahatsız etmiyorsa kalbimizin kapılarını sonuna kadar onlara açmışız demektir. Oysa kalbimizde muhafızların olması gerekir. Kötü ve bizi günaha sokacak sözlerimize karşı tövbe ve istiğfar muhafızlarını devreye sokmak durumundayız. Bununla birlikte ağzımızdan çıkan kötü sözlerin bizi azaba sürükleyebileceğini de sürekli hatırda tutmalıyız. Diğer taraftan güzel sözlerin Allah’a yükseleceği bilinciyle hareket etmeliyiz. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Güzel sözler ancak O’na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fâtır, 35/10.) Yaptığımız salih amelleri Allah’a yükne olduğu belli olmayan (yani kötülüğünü ve ne sabit olacağını düşünmeden) bir söz söyler de, o söz sebebiyle ateşin içinde, güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasında daha uzak bir derinliğe kayıp gider!” (Buharî, Rikâk 23.) Bir kelime ve bir akıbet… Sözlerimiz ve akıbetimiz arasındaki ilişkiyi Allah Rasulünün şu beyanından daha çarpıcı bir şekilde başka kim ifade edebilir?: “Bir kul, Allah'ın hoşnut olduğu kelimelerden bir kelimeyi ehemmiyet vermeyerek söyler de Allah o kimseyi bu kelime sebebiyle birçok derecelere yükseltir. Bir kul da Allah'ı öfkelendirecek kelimelerden bir kelimeyi, hiç ehemmiyet vermeden söyler de, kendisi o kelime sebebiyle cehennemin içine düşer!” (Buharî, Rikâk, 23.) O halde sözlerimiz oldukça önemlidir. Sözlerimizi, ağzımızdan çıkmadan önce tartmalıyız. Hesabını veremeyeceğimiz söz sarf etmemeliyiz. Söz ve kalp arasında derin bir ilişki ve etkileşim olduğu açıktır. Sözlerimiz kalbimizi; kalbimiz de sözlerimizi etkiler. Sözlerimiz kalbimizi nasıl etkiler diyebiliriz. Hatta bırakınız sözlerimizi kalbimiz ile vücudumuzun organları arasında da birebir ilişki vardır. Organlarımızın hareketleri özellikle jest-mimiklerimiz, el hareketlerimiz kalBİR SÖZDEN NE ÇIKAR DİYE DÜŞÜNMEMEK GEREKİR. BİR ÇİÇEKLE BAHAR GELMEZ, ANCAK BİR ÇİÇEKLE BAHAR BAŞLAR. BİR SÖZLE MEDENİYET KURULMAZ FAKAT MEDENİYET BİR SÖZLE BAŞLAR. 14 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 seltecek olan güzel sözlerimizdir. Sözlerimizi de güzel kılan niyetlerimizdir. Niyetlerimiz bozuk olursa, sözlerimiz, sözlerimiz bozuk olursa davranışlarımız da bozuk olur. Bunların arasında oldukça sıkı bir ilişki vardır. Sözün bu gücünü ve insanlara ne tür akıbet hazırlayacağını Yunus ne güzel ifade eder: “Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı, bal ile yağ ede bir söz…” Allah Rasulü sözün hayırlı olmasını o kadar vurguluyor ki, bir keresinde “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buharî, Rikâk 23.) buyurarak dikkatlerimizi sözümüzde bir hayır ve bereket yoksa susmanın daha faydalı olacağına çekiyor. Bu mealde bir başka hadislerinde Efendimiz (s.a.s.) “İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah olduğunu, mübah bir çeşit bulunmadığını gösteriyor. Ancak bu gibi hadisleri mübalağaya ve istikametli olmayan konuşmadan sakındırmak/ caydırmak anlamında yorumlamak gerekir. Şu halde gerek ayetler ve gerek hadisler hayra, yardımlaşmaya, dostluğa vb. yönelik konuşma çeşitleri dışındaki konuşmaların kişinin lehine olmadığına işaret ediyor. Hadiste sadece üç istisnanın belirtilmesi, hem o üç kısma giren konuşmaların önemini gösterir, hem de bunlar dışında kalan mübah konuşmalarda son derece dikkatli olmaya uyarı demektir. Âlimler, mübah yani dinen sakıncası olmayan konuşmaların aleyhte olmayacak sınırda kalsa bile ahirette faydasının olmayacağına dikkat çekerler. Normal bir sohbet mübahtır, ama gıybete, dedikoduya, malayaniye bulaşma tehlikesi her an mevcuttur. Sonuç olarak bir sözden ne çıkar diye düşünmemek gerekir. Bir çiçekle bahar gelmez, ancak bir çiçekle bahar başlar. Bir sözle medeniyet kurulmaz fakat medeniyet bir sözle başlar. İslam medeniyeti de vahiyle, sözle, “ikra!” denilerek başlamış ve şekillenmiştir. Teala'yı zikretmek müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd 63.) buyurmaktadır. Aliyyu'l-Kâri’ye göre hadisin açık manası, istisna edilen iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Teala'yı zikretmek dışında bütün konuşmaların kişinin aleyhinde KUL BAZEN İÇİNDE NE OLDUĞU BELLİ OLMAYAN (YANİ KÖTÜLÜĞÜNÜ VE NE SABİT OLACAĞINI DÜŞÜNMEDEN) BİR SÖZ SÖYLER DE, O SÖZ SEBEBİYLE ATEŞİN İÇİNDE, GÜNEŞİN DOĞDUĞU YER İLE BATTIĞI YER ARASINDA DAHA UZAK BİR DERİNLİĞE KAYIP GİDER. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 15 Gündem Prof. Dr. Tahsin Görgün TDV 29 Mayıs Üniv. Dil ve göz: Söz ve imaj üzerine İMAJ, KALP GÖZÜNÜ İHMAL EDEREK, SADECE BEDEN GÖZÜNÜ KULLANMAYI ÖNGÖREN VE SADECE ZAHİRİ GÖZÜNÜ KULLANAN İNSANLARI YANILTMA YOLU İKEN, KALP GÖZÜ İLE BAKAN İNSANLAR SADECE İMAJ KONUSUNDA DEĞİL, DİL KONUSUNDA DA TAHKİKİ BAŞARABİLİRLER. Alman Filozofu Martin Heidegger 1938 yılında yayınladığı bir yazısında modern çağı, ayırıcı hususiyetlerini dikkate alarak, “imaj çağı” (Zeit des Weltbildes) olarak teşhis eder. Günümüzde söylenen yaygın sözlerden birisi ise “image is everything” (imaj her şeydir) sözüdür. Sosyal psikolojide ve sosyal bilimlerde, hatta siyasette varlığın tanınmaya (recognition/anerkennung) irca edilmesi, insanı kendinde değerli bir varlık olmaktan çıkarıp, başkalarının gözünde sahip olduğu yerin onun varlığı ve değerini belirlediği; bunun da bir bütün içerisinde oynadığı fonksiyona irca edilmesi, bu tavrın önemli alametlerindendir. Bu yönden bütün yapısalcı ve fonksiyonalist yaklaşımların insanın varlığı ve değerini, bir yapı içerisinde üstlendiği fonksiyona irca etmeleri ve bunu da “rol” kavramı ile ifade etmeleri bununla alakalı olduğu gibi, insanın sadece görünen fiillerinin anlamlı olduğu ve insanın sadece başkalarına görünen fiillerden ibaret olduğu, dolayısı ile “ruh” gibi görülemeyen, fiillerden veya davranışlardan bağımsız bir varlıktan bahsetmenin anlamlı olmadığı düşüncesi, varlığın imaja ve dolayısı ile gözle görülene irca edilmesinin neticeleri arasındadır. Modern dönemin varlık meselesine bakışı, varlığın bir inşa olması yönünde gerçekleştiği için, insandan bağımsız ve insanları bağlayan bir hakikat düşüncesi yavaş yavaş terk edilmiş; Seyyid Bey’in daha önceden tespit ettiği gibi hukuku da güce bağlayarak, güç sahiplerinin haklı olduğu ve bunun böyle olması gerektiğini savunan bir dünya 16 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 sisteminin ortaya çıkmasını intaç etmiş; bu sebeple de bilgi meselesine bakışı, bilgiyi bir güç vasıtası olarak, sadece araç olarak, değerli kabul etmiştir. Modern dönemin geliştirdiği sanatlara bakılacak olursa, bunların hemen hepsinin göze hitap ettiği ve hemen hepsinin, insanı bir göz olarak kavradığı; bütün bir dünyayı ise gözlenen ve gözetlenen olarak iki kısma ayırdığını söylemek mümkündür. Bütün bir sinema ve sinemaya dayalı, görüntüye dayalı alanın bu kadar yaygınlaşması; haberlerin sürekli görüntülerle desteklenerek, bunun üzerinden, daha doğrusu insanlara gözleri üzerinden tahakküm etmenin gerçekleştiği bir dünyanın ortaya çıkarıldığını söyleyebiliriz. İçinde yaşadığımız dünya biraz da “hareketli resimler” üzerinden algılanan ve bunun üzerine kurulan, sanal bir dünya haline gelmiştir. İmaj bir resimdir; bir tasavvurdur. Tasavvur bir şeyin tasavvuru olduğu için, tasavvur edilenden çok tasavvur edene aittir. Bu sebeple bir tasavvurun tasvir ettiği hakiki bir varlık olması gerekmez. Edebiyat böylesi, aynî hakikati olmayan, Kaf Dağı, Zümrüd ü Anka Kuşu gibi mutasevver unsurlarla doludur. Son zamanlarda imaj araştırmaları kadar “tasavvur” tabirinin geçtiği araştırmaların da epeyce yaygınlaşması, bu konuda hesabı verilmemiş bir yönelişle karşı karşıya olduğumuzu gösterdiği gibi, bunun ötesinde ciddi bir kaymanın da yaşandığı söylenebilir. “Allah Tasavvuru”, “Peygamber Tasavvuru” başlığını taşıyan ve akademik çevrelerde yaygınlaşma emaresi gösteren bu tavır, Heidegger’in bahsettiği imaj ve tasavvur çağının bizdeki izleri olarak dikkatle ele alınması gereken bir tavırdır. Bu konuda özellikle dinî ilimlerle MODERN DÖNEMİN GELİŞTİRDİĞİ SANATLARA BAKILACAK OLURSA, BUNLARIN HEMEN HEPSİNİN GÖZE HİTAP ETTİĞİ VE HEMEN HEPSİNİN İNSANI BİR GÖZ OLARAK KAVRADIĞI; BÜTÜN BİR DÜNYAYI İSE GÖZLENEN VE GÖZETLENEN OLARAK İKİ KISMA AYIRDIĞINI SÖYLEMEK MÜMKÜNDÜR. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 17 olan hakikat, insanları bağlar; hem dayanak olarak, hem de beraber yaşayan, beraber var olan insanlar olarak. İnsanlar dilde ve dil vasıtasıyla birbirlerine ulaşır; birbirleri ile dilde birlikte var olurlar. Bütün mevcudat kadar İslam dini de bir sözle, bir emirle başlamıştır. İnsan, klasik İslam düşüncesinde “konuşan/nâtık canlı” olarak nitelenmesi, insanı dil üzerinden tanımlamaktadır. Bu tanım, hadd-i tâmm olarak bilinmektedir. iştigal edenlerin bu gibi tabirleri kullanmalarının, ön şartları ve neticeleri itibariyle, epeyce sıkıntılı bir durum ortaya çıkardığı; bu tavrın hem hareket noktası, hem de neticeleri itibariyle, -bunu kullananlar farkında olsunlar veya olmasınlar- dinin hakikatini inkâr ile alakalı olduğunun; Cenab-ı Hakk’ı ve Hz. Peygamber’i insanlara ait ve insanların keyiflerine göre ve keyfi bir şekilde oluşturdukları bir “tasavvur” olarak varsaydığı ve kurguladığının, Hz. Peygamber’den tevatüren geleni bile zan altında bıraktığının veya en azından böylesi ciddi bir riski içinde taşıdığının farkında olmak gerekmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse imaj ve tasavvur sübjektif/indî bir yönelişi ve dünya ve varlığın nihai sahibinin, onu gören ve tasavvur eden, görüş ve şekil olarak inşa eden insana ait olduğu iddiasını işaret eder. Her bir insanın başkasında bir imajı olduğu gibi onun tasavvuru kendisine aittir. İmaj da tasavvur da nihai olarak birer kurgudur. Hakikate şu veya bu oranda uygun olabilir veya olmayabilir. İmaj ve tasavvur, varlığa insani bir kaynak arayışının hem neticesi hem de ifadesidir. Dilin bu yönden esaslı bir farkı vardır. Dil, her ne kadar insana ait ise de sadece bir insana ait dil olamaz; dil insanlar arasıdır. Birden fazla insanın müşterek bir dili olabilir. İlginç bir şekilde yukarıda adı geçen Filozof, Heidegger, imaj veya tasavvur çağının ortaya çıkardığı sorunların üstesinden gelebilmek için dile yönelmeyi önerir. Çünkü dilde ve dil üzerinden biz hakikatle irtibat kurarız. Hakikat “dile getirilir” ve dile getirilmiş 18 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 İnsana ilk öğretilen de “isimler”dir. Bir şeyin adını bilmek, kendisini bilmenin ilk aşamasıdır. Bir işin adını koymazsanız, o şey yapılmış sayılmaz. Yapılan bir şey dile geldiği zaman, hakikat değeri kazanır. Dile getirmek kendi içinde hakikat iddiasını taşır ve bu cihetten anlamlıdır. Dil, yani konuşma, yani sohbet en azından iki taraf arasında cereyan eder. Biri dile getirir diğeri dile gelene yönelir; anlar veya anlamaz. Anladığı zaman, anlamamış gibi yapamaz. Anlamak, anlamlı bir sözü anlamak, insanın hakikatle irtibatının insani yoludur. Bu aynı zamanda insanın kendisini dil üzerinden hakikate açmasıdır. Hakikatin dil üzerinden keşfi, yepyeni inkişaflara zemin teşkil eder. İmaj ile göz arasında önemli bir irtibat olmakla birlikte, imajı göze irca etmemek gerekir. İmaj, gözün suistimali imkânının bir yolu olarak dikkate alındığında, benzer bir durumun dil için de geçerli olduğu söylenebilir. Dil de retorikçilerin elinde kötüye kullanılabilir; bir aldatma ve aldanma vasıtası hâline getirilebilir. Dili tahkik edecek ve ortada bir kötüye kullanmanın olup olmadığını keşfedecek olan, gözdür; ancak göz, sadece zahiri bir organ olan, bedenimizin bir parçası olan göz değil, bunun ötesinde insanın “kalp gözü” olarak da nitelenen, deruni kavrama ve nüfuz kabiliyeti olarak hakiki anlamda bu tahkiki gerçekleştirebilir. İmaj, kalp gözünü ihmal ederek, sadece beden gözünü kullanmayı öngören ve sadece zahiri gözünü kullanan insanları yanıltma yolu iken, kalp gözü ile bakan insanlar sadece imaj konusunda değil, dil konusunda da tahkiki başarabilirler. Dil insanda insani olanı ifade etmekle birlikte, -cemale matuf olarak- Cenab-ı Hakk’ın tecelligâhı olarak insan ve âlemin “ta’ayyün ettiği”ni ancak göz fark edebilir. Ancak göz, sadece insana has bir organ değildir; bu organ hemen bütün canlılarda müşterektir. Görmek, canlılara ait bir hususiyettir. Bu hali ve seviyesinde göz, algılama hususunda mecburdur. Bu mecburiyet, imaj çağını bir cebr çağı hâline getiren en önemli anahtardır. Gözü sadece bir algılama vasıtası ve organı olmaktan çıkaran anlama, insanı bu cebr asrından kurtaracak yolu da işaret eder. İlahî esma ve sıfatın görünebilmesi için göz gerekli olduğu gibi dil ve söz, esma ve sıfatın cami tecelligâh olmakla eşref-i mahlûkât olan insanın, diğer varlıklardan ayrıldığı en önemli sıfat/imkandır. Dilde fiziki dünyada mevcut olmayan haber, soru ve emir/talep formları bulunur. Haber insanı inanmak ve inanmamak hususunda bir tercihe sevk ederken, soru, insanı arama ve araştırmaya, emir ise bir tavır almaya sevk eder. Emir, muhatapta bir ihtiyarı, bir iradeyi, itaat ve isyan imkânını öngörmektedir. Cemâl göze hitap ettiği için güzeli ve güzelliği temsilen yüzü ifade etmektedir. İnsanın yüzü, ilahî sıfatların en önemli tecelligâhı olduğu için, cemal adını alır. Her ne kadar fiziki dünyadaki güzellik/ cemal fiziki göz yoluyla algılansa da, algılananın cemal ciheti ve sözdeki güzellik ancak duyularak ve anlamına nüfuz edilerek, yani “deruni göz” yoluyla kavranabilir. Bu aynı zamanda kalp gözünün de kapısını teşkil eder. Kalp gözü, insanın bilfiil iştirak ederek kavramasının, insanın hâlindeki değişikliği ifade eder. Demek ki cemal, sadece göz ile alakalı değildir; bütün duyu verilerinde cemal ile bir irtibat ciheti vardır. Göz kadar el de cemali algılayabilir. Hatta el, göz ile irtibat içerisinde, mevcut olan şeyleri taklit ederek ve bunun da ötesine geçerek, fiziki dünyada değişiklikler yapar; sanat ve zenaatler, binalar ve mahalleler; şehirler böylece oluşur. İnsan, cemale yönelerek, muktedir olur. Çünkü cemâl, insanı harekete geçiren en önemli saiktir. El, Arapçada kullanıldığı haliyle “yed”, gücü ifade ettiği gibi, güç, tatbik edildiği mevzu ve mevkide fiziki bir değişikliği ortaya çıkarır. Bu sebeple el, fiziki gücü ifade etmesi açısından, insanın ayırıcı hususiyeti olanı ifade etmez; aksine “tabii” ve “gayriinsani” olanı ifade eder. İnsandaki bu “gücü” ŞİMDİ BİRÇOK DÜŞÜNÜR DİLİ FARK EDİP, DİL ÜZERİNDEN, İNSANLARIN HAKİKATİ KEŞFEDEREK İNKİŞAF ETTİRMELERİNİN YOLLARINI ARAMAKTADIR. bir sanat aleti haline getiren akıldır ki, klasik dilde “nutuk” kabiliyeti tam da bunu ifade eder. Nutuk, yani düşünme ve konuşma, akıl ve fikir, eli bir sanat aleti haline getirir. Ancak akıl ve fikir kadar göz de, alet yapabilmenin ön şartıdır. İmaj, insan tarafından oluşturulan bir şey olduğuna göre, insan kudretinin müteallakı olarak varlık ve anlam kazanır. Bu sebeple de imajı oluşturanlar, imajın nasıl kullanılacağına da karar verdikleri için, onu araçsallaştırırlar. İmaj ile imajı oluşturan arasında tek yönlü cebri bir ilişki vardır. Resim hakikat iddiası ile muhatabı bir oldu bittiye getirir. Konuşmada ise mütekellim kadar muhatap da işin içindedir; her ikisini de dil bağlar. Dil, konuşanı da muhatabı da önceleyerek, aralarındaki iletişimi, onları kendisine uymaya zorlayarak mümkün kılar. İmajların üretimi ve kullanımındaki keyfilik dilde mevcut değildir; dil, keyfiliği aşmanın ilk ve en önemli yoludur. İslam dini, peygamberi olan bir dindir. Hz. Peygamber lisani bir vahiy getirmiştir. Bütün bir İslam toplumu ve İslam medeniyeti, bu lisani müdahalenin ortaya çıkardığı düzen ve değişiklikleri ifade eder. Hristiyanlık enkarnasyon/tecessüm fikrine bağlı olarak, resme ve imaja, resim ve imajların yorumuna bağlı olarak gelişmiştir. İslam medeniyetinde dil, Hristiyan dünyasında ise resim esas iletişim vasıtasıdır. Resmin ve imajın modern dönemde kazandığı yeni anlam, aslında Hristiyanlık ile de alakalıdır. Modern dönemde insanlık hayatı tek boyutlu, özellikle de, resimler üzerinden ve gözüyle yaşamaya yöneldi. Göz, insanın dünya ile irtibatının en önemli, belki bu cihetten yegâne aracı olarak kavrandı; bunun üzerinden imajlardan oluşan, hareketli resimlerin canlı tuttuğu, imajiner bir dünya inşa edildi. Şimdi birçok düşünür dili fark edip, dil üzerinden, insanların hakikati keşfederek inkişaf ettirmelerinin yollarını aramaktadır. Bu yolun mümkün olduğunu ve bu imkânın nasıl gerçek haline geldiğini geçmişte buna yönelenler gösterdiler. Günümüz ve gelecek, günümüzde ve gelecekte insanın ayırıcı hususiyeti olan dil ile irtibatı içinde nasıl yürüyeceğini izhar etmenin neticeleri tarafından belirlenecektir. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 19 Gündem Yakup Bıyıkoğlu Menemen Vaizi Güzel söz söylemek İNSANOĞLUNU, GERÇEK MANADA İNSAN YAPAN, BİZLERİ GÜZELLEŞTİRİP DEĞERLİ KILAN VE ÖTEKİ CANLILARDAN AYIRAN ÖZELLİKLERİN BAŞINDA SÖZ SÖYLEME YETENEĞİ GELİR. İnsanoğlunun kul olarak sorumlu olduğu şeylerden birisi, şüphesiz ki güzel ahlaktır. Güzel ahlakın da çekirdeğini “güzel söz söylemek” oluşturmaktadır. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Hani biz İsrail oğullarından; ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anne-babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz, herkese güzel söz söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız ve zekâtı vereceksiniz’ diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.” (Bakara, 2/83.) Bu ayetle beraber Allah ( c.c), insani bir vasıf olarak, herkese güzel söz söylemeyi emretmektedir. Biz insanoğlunu, gerçek manada insan yapan, bizleri güzelleştirip değerli kılan ve öteki canlılardan ayıran özelliklerin başında söz söyleme yeteneği gelir. Bizler, çoğu zaman öneminin bile farkında olmadığımız bu nimetlerle ilgili olarak Yüce Rabbimiz ayette: “Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah her bakımdan sınırsız zengindir, halimdir.” (Bakara, 2/263.) buyurarak, güzel söz ve bağışlanmanın, peşinden gönül kırma ile gelen sadakadan daha hayırlı olduğuna vurgu yapmaktadır. Dilin öyle özelliği var ki, yeri gelince dostlukları bitirir, yeri gelince nice düşmanlıkları izale edip, gönülleri fetheder. “Yumuşak sözler taş kalplere bile tesir eder.”, sözü bu gerçeği ne güzel ifade eder. Güzel bir söz neler yapmaz, kalplerin yaralarını sarar, kalpleri hoşnutluk ve güler yüzlülük, kardeşlik duygularıyla doldurur. Bunun yanında ayette birlikte zikredilen bağışlanma da ruhların kinlerini temizler, yerine kardeşlik ve doğruluğu yerleştirir. İnsan diliyle hem kendini, hem de başkalarını yüceltir. Dilden kalbe yol vardır. İnsan ömrü boyunca cehd ve gayret gösterip yükseldiği makamdan, kullandığı birkaç yanlış sözle düşebilir. Bu nedenle nerede, nasıl konuşacağımızı düşünerek konuşmak, bizi çıkılması zor olan müşkülden kurtarabilir. Anadolu’da güzel bir söz vardır. Güzel konuşan insanlar için “ağzından bal akıyor” denilir. Güler bir yüz, tatlı bir dille tamamlandığı zaman, kişiye 20 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 bütün kapılar açılır. Yine büyükler: “Gönüllerin anahtarı yumuşak huy ve yumuşak kelimelerdir.” diyerek gönüllerin güzel ve hoş sözle kazanılacağını ne güzel vurgulamışlardır. Güzel sözün açamayacağı kapı yoktur. Zira atalarımız: “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” derler. Tatlı dil ve güler yüzle, gönüller fethedilir. Önemli olan da gönülleri fethetmektir. Mevlanaları, Yunusları, Hacı Bektaşî Velileri, günümüze kadar yürekte tutan gönüllerde yerleştiren, onların hoşgörü ve güzel sözleridir. Onlar Hz. Peygamberi örnek alarak, hep sevgiyi, güzel sözü ve evrensel hoşgörüyü şiar edindiler. Bu engin hoşgörüde hep yüce Kur’an ve pak sünneti referans aldılar. Nitekim yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Musa ve Hz. Harun’a hitaben şöyle buyurmaktadır: “Firavun’a gidin çünkü o, azdı. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır düşünür veya içi titrer-korkar.” (Tâhâ, 20/43-44.) Cenab-ı Hak, küfrün örneği olan Firavun’a bile güzel söylemeyi emrettiğine göre, biz DİLİN ÖYLE ÖZELLİĞİ VAR Kİ, YERİ GELİNCE DOSTLUKLARI BİTİRİR, YERİ GELİNCE NİCE DÜŞMANLIKLARI İZALE EDİP, GÖNÜLLERİ FETHEDER. “YUMUŞAK SÖZLER TAŞ KALPLERE BİLE TESİR EDER.”, SÖZÜ BU GERÇEĞİ NE GÜZEL İFADE EDER. Güzel ahlak sahibi olma ve İslam adabı vasfının gereği olarak bizler, tatlı konuşmak, güler yüzlü olmak durumundayız. Zira Sevgili Peygamberimiz de: “Güzel söz sadakadır.” (Buharî, Edeb, 34.) buyurmaktadır. Dolayısıyla güzel söz, sahibini Allah’ın rızasına kavuşturan, nimet içerisinde bırakan fazilet ve iyiliklerdendir. Zira Kur’an-ı Kerim’de: “Güzel sözler ancak ona yükselir, salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır, 35/10.) buyrulmaktadır. Yüce Rabbimizin bu emri gereği, güzel sözler O’nun katına yükselecek ve vakt-i merhunda mükâfat olarak bize dönecektir. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 21 lamdır ve en şiddetli rüzgârlar karşısında bile sarsılmaz ve yıkılmaz, çünkü kökleri sağlamdır ve yerin derinliklerindedir. Meyveleri boldur. Çirkini ve batıGüzel söz söylemenin zıddı, çirkin, kötü ve kem lı temsil eden ağaç ise; kökleri sağlam olmayıp, sözdür. Kur’an-ı Kerim’de bu konuyla ilgili bir benyerin üzerinde olduğu için temeli sağlam değildir. zetme yapılır: İyinin yanında kötünün durumu da böyledir. Hafif “Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal bir durumda gidici olmaya, savrulmaya müsaittir. getirdi? (güzel bir söz) kökü sağlam, dalları göğe Bütün peygamberler ise, güzel sözü yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç temsil eden, ayetteki “hoş ağacın” Rabbinin izniyle her zaman meyve- MÜMİNLERİN en güzel örnekliğini teşkil ederler. sini verir. Öğüt alsınlar diye Allah SÖYLEMLERİNE, Buradaki sözden maksadı, sadece insanlara misaller getirir. Kötü bir KONUŞURKEN ağızdan çıkan kelime olarak düşünsözün durumu da; yerden koparıl- KULLANDIKLARI mek doğru değildir. Buradaki söz, mış, ayakta durma imkânı olmayan KELİMELERE SON aynı zamanda bir tavrı, duruşu, kötü bir ağacın durumu gibidir” DERECE İTİNA ETMELERİ inancı ve öğretiyi ifade etmekteVE GÜZEL SÖZ (İbrahim, 14/24-26.) Burada hakkı temsil dir. Tefsirlerimizde, ayetteki, “güzel eden güzel ağacın iki temel özelliği- SÖYLEMENİN ALLAH'IN söz”den kastın, tevhit inancının özü nin olduğunu görmekteyiz. Birinci BİR EMRİ OLDUĞUNU olan "Lâ ilahe illallah" olduğu ifade özellik sağlam olması, diğer özellik UNUTMAMALARI edilmektedir. Gerçekten en güzel de verimli olmasıdır. Bu ağaç sağ- GEREKİR. söz kelime-i tevhittir. Zaten bütün Müslümanlar olarak kimbilir birbirimize ne kadar müşfik ne kadar güzel sözle yaklaşmalıyız? 22 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 GÜZEL KONUŞAN İNSANLAR İÇİN “AĞZINDAN BAL AKIYOR” DENİLİR. GÜLER BİR YÜZ, TATLI BİR DİLLE TAMAMLANDIĞI ZAMAN, KİŞİYE BÜTÜN KAPILAR AÇILIR. YİNE BÜYÜKLER: “GÖNÜLLERİN ANAHTARI YUMUŞAK HUY VE YUMUŞAK KELİMELERDİR.” DİYEREK GÖNÜLLERİN GÜZEL VE HOŞ SÖZLE KAZANILACAĞINI NE GÜZEL VURGULAMIŞLARDIR. Dolayısıyla müminlerin aralarında güçlü bir sevgi ve dayanışma bulunması gerekir. Yüce Allah bir ayetinde; “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır.” (İsra, 17/53.) ifadesiyle, bu tehlikeyi kullarına açık bir şekilde bildirmektedir. Müminlerin Allah’ın bu emrine uymamaları, aralarındaki birliğin zedelenmesine ve müminler arasında soğukluk oluşmasına neden olabilir. Bu veciz ayetten alacağımız ilhama göre, Allah’a gönülden iman edip bağlanan müminler olarak sözlerimizi güzelleştirmeliyiz. Ayrıca şeytanın, müminlerin arasını bozmak için uğraşmakta olduğunun da bilincinde olmalıyız. İnsanlara karşı kucaklayıcı ve bağışlayıcı olmalıyız. Yüreği kırgın olanları, yaralı gönülleri güzel sözlerle bağışlamak suretiyle kazanmaya çalışmalıyız. doğru sözler, güzel sözler ve doğru davranışlar bu yüce kelimenin yansıması değil midir? Zira bütün peygamberler, bu kutlu kelimeyi yüceltmek için mücadele vermişlerdir. “Güzel söz söylemek” konusunu günümüz dünyasına getirelim. Rasulüllah, mümini: “Mümin; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buharî, İman, 4.) şeklinde tarif eder. Bu hadis gereğince, mümini bu kadar yücelten şey; şüphesiz sözde ve özde kendisini karşı tarafa emin kılmasıdır. Günümüz dünyasının en çok ihtiyaç duyduğu şeylerin başında “güzel bir söz” gelmektedir. Yine günümüzde insanlara güven ve huzur veren şeyin doğru sözlülük olduğu aşikârdır. Güzel ve doğru söz, gönüllerin fethi için temel umde, başka bir ifadeyle anahtardır. Sevgi ve güven dolu bir sözün açamayacağı bir kapı yoktur. Sonuç olarak müminlerin söylemlerine, konuşurken kullandıkları kelimelere son derece itina etmeleri ve güzel söz söylemenin Allah’ın bir emri olduğunu unutmamaları gerekir. Allah cümlemizi güzel söz söyleyen, bunu hayatında ilke edinip, şu kubbede hoş bir seda bırakan, hakkımızda güzel sözle şahitlik edilen ve son demde sözlerin en güzeli “Kelime-i Tevhid” ile Yüce Mevla’ya kavuşma bahtiyarlığına eren kullarından eylesin… Âmin! Kâmil bir mümin, Kur’an-ı Hakîm’e ve Rasulü’nün sünnetine uyan, Allah’a gönülden bağlı insandır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 23 D in-Düşünce-Yorum Ahlaki şeffaflık Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi msaydin@diyanet.gov.tr İÇİMİZDEKİ KÖTÜLÜKLERİ ÖRTMEYE ÇALIŞARAK, ONLARI İTİRAF EDİP YÜZLEŞMEDEN VE ONLARDAN KURTULMA ÇABASINA GİRMEDEN AHLAKLI OLAMAYIZ. BUNU YAPABİLMEK İÇİN ÖNCELİKLE ÖZGÜVEN DUYACAK KADAR KENDİMİZE SAHİP ÇIKMIŞ; UTANACAĞIMIZ DURUMLARDAN UZAKLAŞMIŞ OLMAMIZ GEREKİR. 24 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 Şeffaflık (açıklık, saydamlık), son yıllarda çokça kullanılan bir kavram. Bireylerde, toplumsal hayatta görülen sahtekârlıklar, aldatmalar, iç-dış uyumsuzluğu, yolsuzluk skandalları gibi olumsuzluklar, şeffaflık konusunun önemini ortaya çıkardı. Daha çok kurum ve kuruluşların şeffaf olmasının gerekliliğinin altı çizilmekte; şeffaf olan kurum ve şirketlerin başarılı oldukları ve olacakları, böyle olmayanları ise zor günlerin beklediği net biçimde dile getirilmektedir. Şeffaflık dürüstlüğün, samimiyetin ve güvenilirliğin göstergesi sayılırken, şeffaf olmama durumu ise arka plandaki sorunları/kötülükleri örtmenin yolu olarak düşünülmektedir. Kurumlar bireylerle var olduğuna göre, sanırım bireysel şeffaflık kurumsal şeffaflığın önüne geçmektedir. Bireyin hayatında şeffaflık, öncelikle bir ahlaki meseledir. Çünkü ahlak, samimiyetle/ içtenlikle var olabilir; iç ile dışın bir olmasını gerektirir. Ahlak, sahtekârlıkla, birtakım ahlaksızlıkların örtülmesi ile bir arada düşünülemez. • SAYI: 254 İçimizdeki kötülükleri örtmeye çalışarak, onları itiraf edip yüzleşmeden ve onlardan kurtulma çabasına girmeden ahlaklı olamayız. Bunu yapabilmek için öncelikle özgüven duyacak kadar kendimize sahip çıkmış; utanacağımız durumlardan uzaklaşmış olmamız gerekir. Gerçekte ahlaklı olmak, kendi varoluşumuza, onurumuza sahip çıkmak demektir. Tapscott, haklı olarak “Eğer çıplak kalacaksanız pürüzsüz olsanız iyi olur.” diyor. Evet, bireyin kurtulmak istemediği pürüzler, şeffaf olmasını engellemektedir. Ahlaki şeffaflık, Mevlana’nın deyişiyle, bireyin “olduğu gibi görünmesi”, özüyle sözünün, sözüyle eylemlerinin uyum içinde olması diye ifade edilebilir. Bu, tam bir bireysel hayatın tutarlılığıdır. Böylesine bir tutarlılığı, dengeli varoluşsal bütünlüğü kazanmak ise, pek kolay değildir. Bu ahlaki saydamlık olarak nitelediğimiz varoluşsal tutarlılık, ancak sağlıklı bir ahlaki gelişimle sağlanabilir. Henüz soyut düşünme emarelerini gösteremeyen küçük çocuğun tutum ve davranışlarında tutarlılık, denge ve bütünlük olmaz. Kural fikrine sahip olmayan birinden kuralların/ değerlerin yönettiği tutarlı, bütünlüklü bir duruş elbette beklenemez. Bu çocuklar, henüz ahlaki değerlerini oluşturacak düzeyde olmadıklarından içgüdülerinin/dürtülerinin ve dıştan gelecek ödül ve cezaların güdümündedirler. Onların hayatlarını bunlar yönlendirir, tutum ve davranışlarını bunlar belirler. Bu nedenle çocuğun nerede ne yapacağını, nasıl davranacağını kestirebilmek pek mümkün değildir. Söz gelimi, başkalarının takdirini, maddi ödülünü veya cezasını düşünerek uslu uslu duran bir çocuğun, onların güdümünden çıkınca hangi faktörün etkisiyle ne yapacağı bilinemez. Az önce çok uslu görünen bu çocuğun biraz sonra son derece serkeşlik gösteren biri olması mümkündür. Bu kadar kısa aralıklarla, büyük çelişkilere düşebilir, uçlara savrulabilir. İyi eğitim alamadığından fıtratındaki ahlaki yargı (Şems, 91/8.) ve idrak yeteneği yeterince gelişemeyen kişilerin biyolojik yaşı ilerlerken kişilik ve ahlak yaşı çocukluk döneminde kalabilir. Dolayısıyla çocuk gibi o da, genelde dürtüle- rinin, dıştan gelen ödül ve cezaların güdümünde savrulabilir. İnsanların gözü önündeki tutum ve davranışlarıyla, hiç kimsenin görmediği şartlardaki tutum ve davranışları birbirinden çok farklılaşabilir. Tanıdık çevredeki ahlaki duruşuyla, tanımadık çevredeki duruşu arasında uçurum oluşabilir. Birinci konumda mesela dürüst görünüp ikinci konumda bunun aksini yapabilir. Aynı kişilerin yüzüne karşı takındığı tavırla, arkalarından takındığı tavır tamamen birbirinin zıttı olabilir. Yüzüne övdüğünü, arkasından rahatlıkla yerebilir. Birinin yüzüne söylemeyi uygun görmediklerini, onun gıyabında daha fazlasıyla söylemekten rahatsızlık duymaz. Başkasının gıybetini zevkle yapabilir. Başkalarına iyi görünmeye çalışırken aynı zamanda dürtülerinin taleplerini yerine getirir. Bazen de, göze almaya değer görürse, içgüdülerini tatmin ederek haz duymak adına başkalarını kırabilir. ÇOCUĞUN NEREDE NE YAPACAĞINI, NASIL DAVRANACAĞINI KESTİREBİLMEK PEK MÜMKÜN DEĞİLDİR. SÖZ GELİMİ, BAŞKALARININ TAKDİRİNİ, MADDİ ÖDÜLÜNÜ VEYA CEZASINI DÜŞÜNEREK USLU USLU DURAN BİR ÇOCUĞUN, ONLARIN GÜDÜMÜNDEN ÇIKINCA HANGİ FAKTÖRÜN ETKİSİYLE NE YAPACAĞI BİLİNEMEZ. SAYI: 254 Böyle birinin tam bir keyfi hayat tarzından söz edilebilir. O, kendi olamamış, içgüdülerinin ve dış şartların esiridir. Kendi ahlaki varoluşunu gerçekleştiremediğinden dolayı o, görünürde sergilediği ahlaki tutum ve davranışlarının gerçekte öznesi • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 25 AHLAKİ ŞEFFAFLIK, MEVLANA'NIN DEYİŞİYLE, BİREYİN "OLDUĞU GİBİ GÖRÜNMESİ", ÖZÜYLE SÖZÜNÜN, SÖZÜYLE EYLEMLERİNİN UYUM İÇİNDE OLMASI DİYE İFADE EDİLEBİLİR. değildir. Onun nerede nasıl davranacağını dürtüleri ve dış şartlar belirlemektedir. Çünkü çocuk gibi o da, kendi tutum ve davranışlarının ölçütü olacak değerleri oluşturamamıştır. Bu nedenle onun özüyle sözü bir olmadığı gibi, sözüyle yapıp ettikleri de örtüşmemektedir. İçiyle dışının uyumu yoktur. İç dünyasında iyiyi/güzeli/doğruyu inşa edemediğinden, olduğu gibi görünmekten korkar. Onun dünyasında bir ahlaki tutarlılık, bütünlük, denge yoktur. Belki onun dünyasında, şeffaflık yerine tam bir ahlaki karmaşa, takiyye, muğlaklık, belirsizlik, çok yüzlülük vb. olumsuzluklar söz konusudur. Nerede ne yapacağı tahmin edilemediğinden, ona güven duyulmaz; gönül rahatlığı içinde onunla ilişki kurulamaz. O kadar ki, karşısındaki insanın şeffaflığını bile istismar edebileceğinden, onu karşı koz olarak kullanabileceğinden kaygı duyulabilir. Buna mukabil, doğuştan sahip olduğu anlam arayışını geliştirerek sürdüren bir birey ise, varlığı ve hayatı anlamlandırma çerçevesinde ahlak alanını keşfetmeye başlar. Ahlaki yargıda bulunma eğilimiyle yaratıldığından (Şems, 91/8.) dolayı her birey, bu süreçte ahlakla var olma ihtiyacı duyar hâle gelme potansiyeline sahiptir. Kendi iç dünyasında, ahlakını üretmeye, onu oluşturmaya çalışan bu birey, düşüncelerinde, duygularında, arzularında, kanaatlerinde, beklentilerinde ahlaka vücut verir. Bütün ahlaki tutum ve davranışlarını kılavuzlayacak ve belirleyecek ilkeler olarak değerlerini yapılandırır. Onun ahlak durumu, bir anlam alanını, bir değerler alanını kapsar. İçte oluşan ahlakî yapı, onun kararlarını yönlendirir ve bunları eylemler halinde somutlaştırmasını sağlar. Gazzalî gibi İslam düşünürlerinin ahlak tanımı tam da bu gerçekliği dile getirmektedir (Bk. Aydın, Ekim, 2011.): İçte var olan ahlak, dışa yansır. Bu anlamda oluşturduğu ahlakla var olmaya çalışan birey, dürtülerinin ve çevrenin vesayetinden kurtulup özgürleşir, onların nesnesi olmaktan çıkıp özneleşir. Artık, dürtülerinin etkisiyle ve dış çevreden gelecek ödül veya cezaları kâle alarak eylemde bulunmaz; tamamen içtenlikle benimsediği, bilinçle kabullendiği ahlaki değerlerinin gereği olan tutum ve davranışları gerçekleştirmeye 26 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 çalışır. İç dünyasında iyi/güzel/doğru olana yer verdiğinden dolayı, başkalarından saklamaya ihtiyaç pek duymaz, onu dışa yansıtmaktan rahatsız olmaz. Dışa vurduğunda onları test etmiş olur; yanlışlık varsa hemen onları düzeltmeye çalışır. Onun derdi varoluş düzeyini/kalitesini yükseltmektir, görüntüyü kurtarmak değil. Kendileriyle uyum içinde yaşamaktan mutluluk duyduğu ahlaki değerlerine aykırı davranmayı göze alamaz. Hasbelkader onlarla çelişen davranışta bulunuverse, vicdan azabından mahvolur ve duyduğu pişmanlık nedeniyle hemen değerleriyle uyum içinde olma kararı alıp rahatlar. (Bk.Aydın, Eylül, 2011: 117 vd.) Böyle bir bireyin, ahlakiliği açısından insanların arasında olmasıyla, tek başına olması arasında genelde fark yoktur. İçinde bulunduğu çevrenin tanıdık veya yabancı olması onun tutum ve davranışlarında tutarsızlıklara yol açmaz. Bu kişi, söz gelimi, insanların yüzüne başka, arkalarından başka türlü konuşamaz. Sahiplendiği değerlerler/ ilkeler genel geçerlik arz ettiğinden dolayı, başkalarıyla ilişkilerinde çifte (veya çoklu) standartlı olamaz. Dolayısıyla, kendisine yapılmasını istemediği şeyleri başkalarına yapmayı uygun gör(e)mez. Söz gelimi, kendisine iftira edilmesini istemediği gibi, kendisi de başkasına iftira etmez. Kendisinden TEMELDE VAHİY, İNSANIN FITRATINDA (VE AKILDA) POTANSİYEL OLARAK MEVCUT OLAN AHLAKİ DEĞERLERİ/İLKELERİ AÇIĞA ÇIKARMA VE İNKİŞAF ETTİRME İŞİNİ KILAVUZLAR. varlığı daha isabetli anlamlandırma imkânını elde edecektir. b- Meselenin ikinci boyutu ise, oluşturulan ahlaki değerlerin/ilkelerin iman gibi bireyi derinden etkileyen daha güçlü bir dayanağa sahip kılınmasıdır. Müslüman birey, vahiyden ilhamla oluşturup yapılandırdığı ahlaki değerleri anlamlandırma yanında bir de iman temeline dayandırmaktadır. Anlamlandırdığı ahlaki değerleri imanla desteklemektedir. hiçbir zaman ayrılmayan değerlere göre hareket ettiğinden dolayı onun nerede nasıl davranacağı, ne yapıp ne yapmayacağı, neleri onaylayıp neleri reddedeceği genelde bellidir. Kısacası o, ahlaklı kişidir. Özne olarak bu kişinin ortaya koyduğu ahlaki düşünce, inanç, tutum ve davranışlarında tam bir bütünlük, tutarlılık, denge ve dolayısıyla saydamlık vardır. Bu duruşuyla o, herkese güven telkin eder. Varlığı ve hayatı anlamlandırma çerçevesinde böylesine ahlaki değerler üretmeye çalışan birey, eğer İslam’a inanma imkânını elde etmişse, bu işi daha kolay ve daha güçlü biçimde gerçekleştirebilir. Zira temelde vahiy, insanın fıtratında (ve akılda) potansiyel olarak mevcut olan ahlaki değerleri/ ilkeleri açığa çıkarma ve inkişaf ettirme işini kılavuzlar. (Biçer, 2010:202.) Kur’an ve sünnetin bu konudaki katkısını iki boyutlu ele alabiliriz: a- Her şeyden önce söz konusu anlam arayışında Kur’an’ın ve sünnetin ahlaka ilişkin gerçekleri dile getirerek yaptığı kılavuzluğu, onun işini kolaylaştıracaktır. Bu kılavuzluk, müminin fıtratındaki ahlaki potansiyeli (Rûm, 30/30.) inkişaf ettirme yönündeki akli ve bilimsel çabasına olumlu katkı sağlayacak ve bu sayede o, uçlara savrulmaktan kurtulacak, daha emin adımlarla hızla yol alacak, hayatı ve Ahlakın ilahî otorite ile temellendirilmesi, yaptırım gücünü daha da arttırmaktadır. Kaynaktaki kutsiyet, mümin bireyin o ahlaki değerlere daha bir içtenlikle ve gönülden bağlanmasını sağlayıcı role sahiptir. Mesela Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu ihsan (Bk. Nahl, 16/90; Bakara, 2/195; Kehf, 18/30.) bilincini kazanan bir mümin, “Allah’ı görüyormuşçasına kulluk yapma”ya (Buharî, İman, 37.) çalışırken O’nun öngördüğü ahlaki ilkelere aykırı davranmayı göze alabilir mi? Şu ilahî mesajların doğruluğuna içtenlikle inanan bir mümin neler hisseder ve nasıl davranır? “İnsanın ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki yanında, bu iş için hazırlanmış bir gözcü olmasın.” (Kaf, 50/18.) “Herhangi bir işte bulunsan, onun hakkında Kur’an’dan bir şey okusan, siz ne iş yapsanız, o işe dalıp coştuğunuzda, mutlaka biz her yaptığınızı görürüz. Ne bundan daha küçük, ne de bundan daha büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık kitapta olmasın.” (Yunus, 10/61.) “Yanınızdan ayrılmayan muhafızlar var. Onlar değerli, şerefli kâtiplerdir. Yaptıklarınızı onlar bilirler.” (İnfitar, 82/1011.) “De ki, içinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 3/29.) “Rabbine and olsun ki, onların hepsini, yaptıklarından sorguya çekeceğiz.”(Hicr, 16/92-93; Ayrıca bk. Ğaşiye, 88/26.) Kaynak Aydın, Muhammet Şevki, “Ahlakta Niyet”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim, 2011. Aydın, Muhammet Şevki, “Amelî Ahlak da İmanı Etkiler”, Diyanet Aylık Dergi, Eylül, 2011. Aydın, Muhammet Şevki, Açık Toplumda Din Eğitimi/Yeni Paradigma İhtiyacı, Nobel Yayınları, 2011. BİÇER Ramazan, Küreselleşen Çağda İslâm, Gelenek Yay. İstanbul, 2010. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 27 D in-Düşünce-Yorum Aracı insan Doç. Dr. İsmail Karagöz Rehberlik ve Teftiş Başkanı ikaragoz@diyanet.gov.tr KİM GÜZEL BİR İŞTE ARACILIK EDERSE, ONA O İŞİN SEVABINDAN BİR PAY VARDIR. KİM DE KÖTÜ BİR İŞTE ARACILIK EDERSE ONA DA O KÖTÜLÜKTEN BİR PAY VARDIR. ALLAH’IN HER ŞEYE GÜCÜ YETER. 28 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 "Aracılık" iyi veya kötü bir işe vasıta olmak, bir işin çözümünde veya yapılmasında araya girerek yardım etmek anlamına gelir. Bu kelimenin Arapça karşılığı "şefaat"tir. Şefaat kelimesi Türkçede daha ziyade ahiretteki aracılık ve özellikle Peygamberimiz’in ahirette insanların hesaba çekilmelerinin başlaması ve günahkâr Müslümanların bağışlanması için Allah nezdinde yapacağı aracılık anlamında kullanılır. (bk. Necm, 53/26; Ebu Dâvûd, Sünnet, 23.) Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde daha çok bu anlamda kullanılmakla birlikte iki kişi arasında görülecek bir iş, elde edilecek bir fayda veya önlenecek bir zarar konusunda üçüncü bir şahsın devreye girmesi veya bir insanın kötü bir işe aracılık etmesi anlamında da kullanılır. Nisa suresinin 85. ayetinde geçen aracılık bu anlamda kullanılmıştır: "Kim güzel bir işte aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir işte aracılık ederse ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter." • SAYI: 254 Ayet-i kerimede iki şefaatten söz edilmektedir: 1. Şefaat-i hasene, 2. Şefaat-i seyyie. 1. Şefaat-i hasene "Şefaat-i hasene"; iyi, faydalı, güzel, Kur'an-ı Kerim'e ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun olan şefaat yani aracılık anlamına gelir. Mesela bir insanın namaz kılmasına, hacca gitmesine, oruç tutmasına, zekât vermesine, Kur'an öğrenmesine ve okumasına, eğitim ve öğretim görmesine, bir meslek sahibi olmasına, ev, mal ve mülk almasına, evlenmesine, çocuğunu evlendirmesine, bir işe girmesine, iki kişinin barışmasına, bir hastanın tedavi olmasına, bir hatadan, bir günahtan dönmesine, cami, Kur'an kursu, hastane, aş evi ve benzeri kamuya hizmet veren bir yapının veya bir hayır kurumunun oluşmasına, kısaca herhangi iyi ve yararlı bir iş ve görevin yapılmasına ve yerine getirilmesine aracılık etmek, vasıta olmak, yardım etmek, sebep olmak şefaat-i hasenedir. Şefaat-i hasene, Rabbimizin teşvik yüce ettiği, yapılması gereken güzel bir MÜSLÜMANLARA YARARI OLAN HER hında da bir eksilme olmaz. davranıştır. Hayırlı, iyi ve EYLEME VE İŞE ARACILIK ETMEK Ayet-i kerimeye göre Allah ve güzel bir işe aracılık eden SEVAP İKEN, MÜSLÜMANLARIN kul haklarına riayet edilmekimsenin sevap alacağı ZARARINA VE GÜNAH İŞLEMELERİNE sine aracılık etmek şefaat-i ayette açıkça bildirilmek- SEBEP OLAN HER TÜRLÜ EYLEM VE hasene, aksi eylem ve davtedir. Sözgelimi bir insanın İŞE ARACILIK ETMEK DE GÜNAHTIR. ranış ise şefaat-i seyyiedir. Kur'an öğrenip okumasına Dolayısıyla Müslümanlara ve namaz kılmasına aracılık yararı olan her eyleme ve işe aracılık etmek sevap eden kimse, Kur'an okuyan ve namaz kılan kimiken, Müslümanların zararına ve günah işlemelerisenin kazandığı sevaptan bir pay alır, bu kimsenin ne sebep olan her türlü eylem ve işe aracılık etmek sevabında da bir eksilme olmaz. de günahtır. 2. Şefaat-i seyyie Sahabeden Ebu Musa el-Eş'arî diyor ki: Hz. Peygambere bir ihtiyacının giderilmesini isteyen "Şefaat-i seyyie" kötü, zararlı, çirkin, Kur'an-ı biri geldi, Hz. Peygamber, yanında oturan arkadaşKerim'e ve Hz. Peygamber’in sünnetine uygun larına yöneldi ve onlara, "Aracı olun mükâfatınız olmayan şefaat yani aracılık anlamına gelir. Mesela verilir." (Müslim, Birr ve Sıla, 145.) buyurdu. Çünkü yine bir insanın içkiye alışmasına ve içmesine, kumar Peygamberimiz’in beyanı ile, "Hayra vesile olan, oynamasına, hırsızlık yapmasına, yalan söylemesihayrı yapan kimse gibidir." (Tirmizî, İlim, 14.) ne, zina etmesine, herhangi bir günahı işlemesine vasıta olmak, sebep olmak, yardımcı olmak veya Hayırlı işlere aracılık eden kimsenin sevap, günah namaz, oruç, zekat, hac, Kur'an okuma, iyilik işlere aracılık eden kimsenin ise günah kazanacağı yapma ve benzeri herhangi bir ibadetin, iyi ve hadis-i şeriflerde şöyle dile getirilmiştir: hayırlı işin yapılmamasına sebep olmak şefaat-i seyyiedir. "Kim bir insanı doğru yola (imana, hayır amellere) Şefaat-i seyyie, yüce Rabbimizin men ettiği, yapılmaması gereken kötü, çirkin ve günah bir davranıştır. Zararlı, kötü, çirkin ve günah bir işe aracılık eden kimsenin günahkâr olacağı ayette açıkça bildirilmektedir. Sözgelimi bir insanın içki içmesine veya hırsızlık yapmasına veya cana kıymasına aracılık eden veya laf taşıyarak iki kişinin birbirine düşman olmasına, fitne ve fesada sebep olan kimse, bu fiilleri işleyen kimsenin işlediği günahtan bir pay alır, bu kimsenin güna- çağırırsa bu kimse, bu doğru yola tabi olan kimsenin elde ettiği sevabın aynısını elde eder, tabi olan kimsenin sevabından da bir eksilme olmaz. Kim de bir insanı dalalete (inkâra, isyan ve günah fiillere) çağırırsa bu kimse, dalalete tabi olan kimsenin kazandığı günahın aynısını kazanır, tabi olan kimsenin günahından da bir eksilme olmaz." (Müslim, İlim, 16.) "Kim İslam'da güzel bir çığır açar, iyi bir şey ihdas eder, daha sonra bununla amel edilirse bu kimseye amel edenlerin SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 29 mükâfatı kadar mükâfat yazılır. Amel edenlerin mükâfatından hiçbir şey eksilmez. Kim de İslam'da kötü bir çığır açarsa, kötü bir şey ihdas eder de daha sonra bununla amel edilirse bu kimseye amel edenlerin günahı kadar günah yazılır. Amel edenlerin günahından hiçbir şey eksilmez." (Ahmed, IV, 358–359; Tirmizî, İlim, 15; Müslim, İlim, 15.) Birinci hadis-i şerifte hayra aracılık eden kimsenin bu hayrı işleyen kimsenin kazandığı sevap kadar sevap kazanacağı, aynı şekilde şerre aracılık eden kimsenin de şerri işleyen kimse gibi günah kazanacağı açık seçik bildirilmektedir. İkinci hadiste ise "sünnet-i hasene" yani iyi ve faydalı bir iş icat eden, faydalı bir buluş yapan, hayırlı bir müessese kuran kimsenin bu iş, buluş ve kuruluştan yararlanan kimsenin kazandığı sevap kadar sevap kazanacağı, aynı şekilde "sünnet-i seyyie" yani, kötü ve zararlı bir iş icat eden, günah işlenen bir oluşum gerçekleştiren kimsenin de bu iş, buluş ve oluşum sebebiyle günah işleyen kimsenin işlediği günah kadar günah kazanacağı bildirilmektedir. Şu hadis-i şerifte bu hususa bir örnek verilmiştir: “Haksız olarak öldürülen her kişinin kanından bir DİNEN CAİZ OLAN ALANLARDA KAMUYA HİZMET VEREN VAKIF, DERNEK VE BENZERİ KURULUŞLAR OLUŞTURMAK VE BUNLARA KATKI SAĞLAMAK HAYIRLI İŞLERE ARACILIK KAPSAMINA GİRER. 30 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 pay, Âdem’in ilk oğluna ayrılır. Çünkü o, insan öldürme çığırını ilk başlatan kişidir.” (Buharî, Cenaiz 33, Müslim, Kasâme, 27.) Müminin affı, sağlığı, işlerinin iyiye gitmesi, Allah'ın onu kaza ve beladan koruması , başarı vermesi için dua etmek aracılık etmektir. “Hiç şüphesiz en süratli kabul edilen dua, bir müminin bir mümine gıyabında yaptığı duadır.” (Ebu Dâvûd, Salât, 364; Buharî, Edebü’l-Müfred, No: 623.) “İki dua vardır ki bu dualar ile Allah arasında perde yoktur. Mazlumun duası, kişinin Müslüman kardeşinin gıyabında yaptığı dua.” (Heysemî, Ed'ıye, 17, No:17231.) “Bir kimse kardeşinin gıyabında dua ettiği zaman melekler, ‘amin, aynısı sana da verilsin’ diye dua ederler.” (Ebu Dâvûd, Salât, 362.) İyi veya kötü bir işe aracılık etmek Maide suresinin 2. ayetinde bir başka üslup ile şöyle dile getirilmiştir: "İyilik ve takva üzere yardımlaşın, ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın." Bu ayette yüce Allah, "birr" ve "takva" konusunda yardımlaşmayı, "ism" ve "udvan" konusunda ise yardımlaşmamayı istemektedir. "Birr" iyilik, ihsan, itaat etmek ve doğruluk gibi her türlü iyi, güzel ve faydalı söz, iş, davranış ve hayır fiilleri işlemeyi; "takva" ise Allah'a isyan olabilecek söz, eylem ve davranıştan uzak olmayı ve günahlardan korunmayı ifade eder. Buna göre Kuran'a ve sünnete uygun olan her türlü söz, eylem ve davranış konusunda yardımlaşılması Allah'ın emri olmaktadır. Bu emre uymak, ibadet, itaat ve sevaptır. "İsm" her türlü günah, "udvan" ise düşmanlık ve zulümdür. İşleyene ceza gerektiren, insanı hayır ve sevaptan alıkoyan söz, fiil ve davranışlar günahtır. Ayette yüce Allah intikam almak, düşmanlık gütmek, insan haklarını çiğnemek ve benzeri her türlü günah, zulüm ve düşmanlık konusunda yardımlaşmayı yasaklamaktadır. Bu yasağa uymamak günah ve isyandır. İyi bir işe destek vermek de kötü bir işten alıkoymak da yardımlaşmak ve aracılık etmektir. Şu hadis-i şerif bu hususu açıkça ifade etmektedir: “(Ey mümin! Mümin) kardeşine zalim olsun mazlum olsun yardım et.” buyurdu. (Bir sahabî), “Ya Rasulellah! Mazlum olan kişiye yardım edebiliriz, fakat zalime nasıl yardım edeceğiz?” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Zalimin iki elini tutar zulmüne mani olursunuz.” buyurdu. (Buharî, Mezalim, 4, III, 98.) Müslümanların birbirlerine dua etmeleri, Allah'tan af ve mağfiret, sağlık ve afiyet, hayır ve hasenat dilemeleri de şefaat-i hasenedir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.s.) müminin mümine yaptığı duanın kabul edileceğini bildirmiştir. Ayet ve hadislerden şu hükümleri çıkartabiliriz: 1. Hayırlı ve dinen yapılması mübah olan işlere aracılık etmek caizdir ve bu iş karşılığında ücret alınabilir. Çağımızdaki avukatlık, emlakcılık ve benzeri aracılık hizmetlerini bu kapsamda değerlendirebiliriz. 2. Dinen caiz olan alanlarda kamuya hizmet veren vakıf, dernek ve benzeri kuruluşlar oluşturmak ve bunlara katkı sağlamak hayırlı işlere aracılık kapsamına girer. 3. İçki, kumar, zina, hırsızlık ve benzeri günahların işlenmesine sebep olan kurum oluşturmak dinen caiz değildir ve bu kurumlara destek vermek günah işlenmesine destek vermek ve günahkârlara yardım etmektir. 4. Ev, daire, arsa, dükkan ve benzeri bir mülkü günah olan bir faaliyet için bağış yapmak veya kiraya vermek günaha aracılık etmektir ve dinen caiz değildir. Söz gelimi dükkânını kumarhane veya meyhane yapmak isteyen birine kiraya veren GÜÇLÜ VE HATIRLI KİMSELERİN YAKINLARI VEYA DOSTLARI İÇİN HAKSIZ OLARAK BİR İŞ BULMA, SINAV KAZANMA VE BENZERİ KONULARDA ARACI OLMALARI VE TORPİL YAPMALARI GÜNAHTIR. kimse kumara ve içki içilmesine vasıta olmuş, kumarcı ve içkicilere yardım etmiş, dolayısıyla günaha girmiş olur. 5. Bir günahı işlemek isteyene yardım etmek, söz gelimi birine kumar oynamayı, hırsızlık yapmayı, yalan söylemeyi öğretmek veya her hangi bir günaha destek vermek ve aracı olmak günahtır. 6. Hak, hukuk ve adaletin çiğnenmesine sebep olan aracılık ve yardımlaşma caiz değildir. Söz gelimi güçlü ve hatırlı kimselerin yakınları veya dostları için haksız olarak bir iş bulma, sınav kazanma ve benzeri konularda aracı olmaları ve torpil yapmaları günahtır. Bu tür günahlar, günümüzün modern hukukunda suça teşvik etmek, suça azmettirmek, suça yataklık etmek ve suça ortak olmak şeklinde ifade edilmektedir. Ayetin son cümlesinde geçen "mukît" kelimesi, "muktedir" yani her şeye gücü yeten veya "hafîz" yani koruyan, muhafaza eden anlamında Allah'ın güzel isimlerinden biridir. İyi ve kötü işlere aracılık yapma konusu anlatıldıktan sonra Allah'ın bu isminin zikredilmesi anlamlıdır. Biz bu ismin zikredilmesinden şu mesajı çıkarabiliriz: İyi ya da kötü bir şeye aracılık etsek Allah bunu bilir, korur ve karşılığını verir. Biz biliyor ve iman ediyoruz ki Allah'ın iyi şeylere aracılık edenleri ödüllendirmeye, kötü şeylere aracılık edenleri cezalandırmaya gücü yeter. Sonuç olarak; aracılık prensip olarak kötü, çirkin ve yasak değildir; ancak aracılığın meşru, hukuka ve ahlâka uygun olması gerekir. Bu tür aracılık Kur'an'da şefaat-i hasene olarak ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu tür aracılık teşvik edilmiştir ve sevabı muciptir. Günaha aracılık olan veya bir insanın haklarını ihlal eden aracılık ise yasaklanmıştır. Bu tür aracılık Kur'ân'da şefaat-i seyyie olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu tür aracılık yasak ve günahtır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 31 D in-Düşünce-Yorum Bir şahsiyet tezahürü olarak konuşma İnsan, konuşarak meramını ifade eder ve konuşarak anlaşır. Konuştuklarımız, şahsiyetimizin bizatihi tezahürüdür. İçerdiği menfi anlam dolayısı ile “İnsan konuşan canlıdır.” demek yerine konuşma, yaratılmışların en şereflisi ve mükemmeli olan insanoğlunun en belirgin özelliğidir, demek daha uygun olur. Mukadder Arif Yüksel Çorum/Bayat Müftüsü Başlı başına bir âlem ve bir muamma olan insanoğlunu anlamanın en önemli yolu, onu konuşturmak ve satır aralarındaki manayı çözümlemekten geçer. Kendini ifade etmenin ve başkasını anlamanın başlıca yolu konuşmaktır. İnsan, içinden geleni aklıyla tasavvur ederek konuşur. Konuşmayı sağlayan dil ve ses, anlamlı kelime ve cümlelerin duyulmasını sağlar, ancak dil ve ses, ifademizin bir nevi servis aracıdır. Aklımız konuşmanın bilgisini dağarcıktan, niyetini de kalbimizden kotarır. BAŞLI BAŞINA BİR ÂLEM VE BİR MUAMMA OLAN İNSANOĞLUNU ANLAMANIN EN ÖNEMLİ YOLU, ONU KONUŞTURMAK VE SATIR ARALARINDAKİ MANAYI ÇÖZÜMLEMEKTEN GEÇER. 32 DİYANET AYLIK DERGİ Konuşmada üslup da çok önemlidir. Kaba ya da yapmacık bir üslup, konuşma güzel olsa da konuşan hakkında olumsuz bir izlenim oluşturur. Bunun için “üslubu beyan ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 aynıyla insan” denilmiştir. Kalbinde arıza olmayanın dilinden doğru sözler duyulur. Samimi bir üslupla ifade edilen güzel ve doğru söz hem konuşana saygınlık kazandırır hem de dinleyene huzur verir. Bu sebeple doğru sözlü olmak için iyi niyetli ve temiz kalpli olmak da gerekir. Allah, iman edenlere doğru konuşmayı emreder: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin.” (Ahzab, 33/70; Ayrıca bkz. Nisa, 4/9.) Ayette geçen kavl-i sedid tabiri, sözü, kuşkuya, yanlış anlamaya mahal bırakmadan abartısız ve eksiksiz söylemeyi ifade eder. (Esed Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, s. II/868.) Konuşması güzel olanlar ve Kur’an-ı Kerim’e göre güzel sözlü olduğu için takdir edilenler şunlardır: “(İnsanları) Allah’a çağıran, salih amel (işi doğru ve güzel yapmak) işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussılet, 41/33.) Ayette bahsi geçen üç güzel sözlüden ilkinin hakkı söyleme, insanları İslam’a davet etme hususiyetine, ikincisinin, işini doğru ve güzel yapmasına (Salih amel, en sade ifadesiyle bir işi içten, doğru ve usulüne uygun bir şekilde yapmaktır.) üçüncüsünün ise şahsiyetli duruş sergilemesine vurgu yapılmaktadır. Doğru konuşmayanlara ve sözün güzelini söylemeyenlere de Allah’ın uyarısı şöyledir: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar.” (İsra, 17/53.) Allah’ın Peygamberimize tavsiye ettiği çeşitli davet metotlarından biri de “güzel öğüt”tür. (Nahl, 16/125.) Güzel öğüt, gerçekleri güzel takdim etmek, muhatabı ikna etmede yapıcı, umut verici bir üslup kullanmak, muhatap ikna olmasa bile en azından davete saygısını temin edecek bir diyalog kurmaktır. Hayırlı konuşma, hem doğru hem de güzel olan bütün sözleri ihtiva eder. Bizzat kendisi doğru ve güzel sözlü olan Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuşlardır: • “Kişinin boş sözleri terk etmesi Müslümanlığının güzelliğindendir.” (Nevevi, Kırk Hadis, no:12.) • “Ademoğlu sabah kalkınca bütün azaları diline şöyle uyarıda bulunurlar: Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Şüphesiz biz sana bağlıyız. Şayet sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğilir hata yaparsan biz de hata yaparız.” (Tirmizi, Zühd, 60.) En doğru sözü en güzel şekilde tebliğ eden en mükemmel insanın en veciz sözleri irat etmesinden daha tabii bir şey olamaz. Peygamberimizin başarısında Allah’ın desteği yanında güzel davranışının ve güzel konuşmasının da önemli bir payı vardır. (Bkz. Al-i İmran,3/159.) Yanlış anlaşılan ve maksadını aşan beyanlar ve sürç-i lisanlar, bir anlık dikkatsizliğin ve zihin yorgunluğunun bir tezahürü olabileceği gibi şuuraltının bir yansıması da olabilir. Bazı söz ve deyimler, sahibini tanımlar ve onların sıfatı haline gelir. Niceleri vardır ki kendisi konuşurken dinleyenlerin nasıl psikolojik bir eziyete katlandığını aklına bile getirmez, dinleyenler de ayıp olmasın diye dinliyormuş gibi yaparak durumu idare ederler. Hz. Ali, “Kişinin aklına her geleni söylemesi, aklının hafifliğine işaret eder.” der. Her istediğini konuşan, istemediği işitir. Akıllı insan, sözünü söylemeden önce zihninde tartar, sözün gerekli, faydalı ve yerinde olup olmayacağını ölçer, ondan sonra muhatabının idrak seviyesine göre düşüncesini beyan eder. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” ama söze ve konuşmaya bakılır. Çünkü bir insanı bütün yönleri ile tanımak için onu dikkatli dinlememiz gerekir. Bazen insanların, konuşmaları kadar susmaları, söyledikleri kadar söylemedikleri de önem arz eder. “İnsanlar, kıyafetleri ile karşılanır, sohbetleriyle/ fikirleriyle uğurlanır.” derler. Kişilik hakkında kıyafetin oluşturduğu geçici izlenimi sohbet, ya kalıcı hâle getirir ya da gerçeğin görüntüden çok farklı olduğunu ortaya koyar. Nice bilginler, etkili bir konuşma yeteneğine sahip olamadıkları için hak ettiği ilgi ve alakayı üzerlerine çekememiştir. Nice hatipler de etkili konuşma yeteneği sayesinde toplumda bilge ve bilginlerden daha saygın bir mevki elde etmişlerdir. Hatibin etkili fakat süslü ve abartılı sözü yanıltıcı olabilir. Konuşmayı kimin yaptığına, ne dediğine ve ne demek istediğine de bakmak gerekir. Çünkü en çok aldatma ve aldanmalar, süslü ve abartılı konuşma neticesinde ortaya çıkar. Hatibin konuşması kadar sözlerinin nasıl anlaşıldığı da önemlidir. Sözümüzü, birçok konuda veciz beyanları olan M. Akif Ersoy’un şu ikazı ile tamamlayalım: “İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum Nevruz! Ne büyük söyle, ne çok söyle; Yiğit işte gerek, lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme! Sözü sağlam, özü sağlam ol, ırkına çek.” SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 33 D in-Düşünce-Yorum Beyaz rahmet DÜNYA HAYATI, BÜTÜN ŞARTLARI, İYİLİK VE KÖTÜLÜKLERİ, KOLAYLIK VE ZORLUKLARI İLE BİRLİKTE ANLAM KAZANIR. BAZEN KABULLENMEK İSTEMESEK DE BUNU DEĞİŞTİRME ŞANSIMIZ YOKTUR. 34 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 D in-Düşünce-Yorum MODERN İNSAN ÇEŞİTLİ SEBEPLERLE ORTAYA ÇIKAN SIKINTI VE MEŞAKKATİN ÜSTESİNDEN GELEMEYEN, ONLARA MUKAVEMET EDEMEYEN BİR GÖRÜNTÜ VERMEKTEDİR. O ZAMAN DA BOLLUK VE BEREKET (RAHMET) OLARAK DEĞERLENDİRMESİ GEREKEN NİMETİ, KENDİSİ İÇİN GÖNDERİLMİŞ CEZA GİBİ ALGILAMAKTA VE ÖYLE NİTELEMEKTEDİR. Prof. Dr. İsmail Çalışkan Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Allah’ın rahmetinin tabiattaki tezahürleri “Rahmet”, sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın yaratıklarına gösterdiği derin sevgi, acıma ve şefkattir. Bu öylesine bir sevgi değil, her an bir yerlerde bir şekilde somut görüngüleri olan sevgidir. Çünkü ‘rahmet’, Allah’ın güzel isimlerinden olan Rahman ve Rahîm’in evrendeki tezahürüdür, onun boyutları ve çeşitleri sayılamaz. Kısaca rahmet; sevgi, acıma ve merhametten doğmuştur. Zorluk ve tehlikelere karşı koruma da bu anlam çerçevesine dâhildir. Bununla ilişkili olan ‘Anne rahmi’ tabiri, aynı zamanda yeni bir geleceğe, doğuma, taze bir ürüne ‘yatak’ olan yer demektir. Tıpkı yağmurun, karın, baharın yeni bir geleceği, doğumu ve ürünü müjdelemesi gibi. Birçok ayette, ‘Allah’ın gökten rahmetini indirdiği’, ‘yağmurun ve karın, yeryüzünde büyük bir yenilenmeye sebep olduğu, insanın menfaati açısından önemli katkılar sağladığı’, ‘yağmurun yeryüzünde büyük bir temizlik kaynağı olduğu’, ‘rüzgârların aşılayıcı olarak gönderildiği’ belirtilir. (Bkz.: Arâf, 7/57; Enfâl, 8/11; Ra’d, 13/17; Furkân, 25/48; Neml, 27/63; Kasas, 28/73; Rûm, 30/24, 46, 50; Şûrâ, 42/28; Zuhruf, 43/11.) Bunlar bize, O’nun şefkatinin yağmur damlaları ve kar taneleri şeklinde üzerimize boşaldığını gösterir. Dünyanın yapısındaki ölçü ve denge (kader), bunu gerektirir. Biz istesek de istemesek de, kabul etsek de inkâr etsek de rahmet gelecektir. Çünkü “Allah, rahmeti kendine mutlak ilke edinmiştir.” (Enâm, 6/12, 54). O, hem yarattıklarının ihtiyaçlarını karşılar, hem de onların hesap edemeyeceği nimetleri bahşeder. İslami dünya görüşü ve Allah tasavvurunda yağmur, kar, rüzgâr gibi tabiat olayları, Allah’ın birer rahmeti olarak telakki edilmiştir. Her halde onlara niçin rahmet denildiğini uzun SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 35 nılıyordu. Diğerlerine göre ne kadar anlamlı! İnsan-tabiat ilişkisi uzadıya açıklamaya gerek yoktur. Suyun hayatımızdaki yerini, yağmurun ve karın dünyanın doğal dengesinin korunması bakımından önemini bilmeyen yoktur. Hele hele son bir kaç yıldır gündemden hiç düşmeyen, küresel ısınma, nedenleri ve doğurduğu sorunlardan haberdar olmayan yoktur. O halde neden kar yağdığında basında ve kamuoyunda “beyaz kâbus”, “beyaz çile”, “beyaz kâbus geri döndü”, “beyaz kâbus hayatı durdurdu” gibi haberler ve konuşmalar işitiyoruz. Hâlbuki hangi coğrafi bölgede olursa olsun günümüz dünyasında yaşayan insanların bu tür olaylara şükran-ı nimet kabilinden yaklaşması gerekirken yakınmaları, sızlanmaları ne anlama gelir? Bir yerde gördüm, yağan bol kara ilişkin haber ve yorumlarda ‘beyaz bereket’ nitelemesi kulla- 36 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 İnsan dünyada tek başına hayat süren bir varlık değildir, olamaz da. Bu sadece manevi anlamda değil, maddi bakımdan da böyledir. Bazı materyalist teorilerde insanın dünyada ‘yalnız’ olduğu, Tanrı tarafından terk edildiği gibi önyargılar vardır. Bunlar insanlığın derdine deva olacak cinsten fikirler değildir. Bugün artık insanın sosyal ve doğal çevresi ile birlikte mutlu olabileceği dillendirilmekte, onun çevresi ile uyumlu yaşaması ve dünyanın bütün varlıklarının korunması gerektiği ısrarla vurgulanmaktadır ki doğrusu da budur. Bütün bunlara ilaveten evrende insanın manevi anlamda beraber olduğu varlık Allah’tır. O, insana iyi olmayı emreder, iyi olanı telkin eder ve kendisi iyi olanı yapar. Elbette içinde yaşadığımız dünya bize hep çiçekler sunmaz, her gün düğün ve bayram kutlaması gibi geçmez. Dünya hayatı, bütün şartları, iyilik ve kötülükleri, kolaylık ve zorlukları ile birlikte anlam kazanır. Bazen kabullenmek istemesek de bunu değiştirme şansımız yoktur. Ortaya koymaya çalıştığımız anlayış, insanın tabiata ve tabiat olaylarına bakışını da belirler. Buradan hareketle, Yaratıcı ile uyumlu ilişkinin insanlarla ve tabiatla olan ilişkilerde pozitif yansımaları olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aksi tutum ve tavır, bireyin iç dünyasında mini kaoslar meydana getirebilir. Dolayısıyla hayatın daima iyi ve kolay olan ne ise onu takdim etmesi gerektiği gibi beklentiler, zor zamanlarda insanın tutum ve davranışlarına hemen yansımaktadır. Bunu günümüzde birçok vesile ile test etmekteyiz. Modern insan çeşitli sebeplerle ortaya çıkan sıkıntı ve meşakkatin üstesinden gelemeyen, onlara mukavemet edemeyen bir görüntü vermektedir. O zaman da bolluk ve bereket (rahmet) olarak değerlendirmesi gereken nimeti, kendisi için gönderilmiş ceza gibi algılamakta ve öyle nitelemektedir. Onların sebeb-i hikmeti üzerinde düşünmeyi nedense ihmal etmektedir. Şayet bu nokta-i nazardan hareket edecek olursa, her şeyi en uygun, en güzel ve yerinde yapan (hakîm) Allah’ın bir mesaj verdiğini keşfedebilir. Dünyada meydana gelen bazı hadiseler, bazen bela ve musibet görünümünde olabilirler. Örneğin bazen yağmur böyle olabilir. (Nûr, 24/43.) Ancak şurasını unutmamak gerekir ki, Allah insanı musibet görünümündeki tabiat olayları karşısında yalnız bırakmamış, ona akıl gibi üstün bir nimet vererek büyük lütufta bulunmuştur. Aklını iyi kullanan toplumların musibet görünümündeki yıkıcı tabiat olaylarıyla nasıl başarılı bir şekilde mücadele ettiklerini bugün görüyor ve biliyoruz. Japon halkı buna en güzel örnektir. Bu bakımdan musibetlere her zaman bir felaketmiş gibi bakmak yerine onların insanın aklını ve zekâsını geliştirmesine katkı sağladıkları da düşünülebilir. Çünkü insanlar kendilerini, zor zamanlarda karşılaştıkları güçlükleri aşmak için çözüm yolları bulmaya ve bu nedenle de akıllarını daha iyi kullanmaya zorlarlar. O halde ilahî iradenin bazen kötü gibi görünen olayların arkasında gizli bulunan bir iyilik ve hikmetle insana yardımcı olmaya çalıştığını da düşünebiliriz. Demek ki dünya bir cennet olmadığına göre, insanların tabiat olaylarıyla ilgili söylemlerinde biraz daha dikkatli olmaları ve optimist bir yaklaşım sergilemeleri gerekir. Dolayısıyla hiç kimse kendi kusurlarını Allah'a fatura ederek sorumluluktan kaçmamalı, aklını ve zekâsını en iyi şekilde kullanarak zahmet gibi görünen hadiselerin rahmet boyutundan istifade etmeye çalışmalıdır. Asıl sebebi görmemek Sanırız bu tür olayları doğru değerlendirmenin bir başka engeli de asıl sebebin görülmemesi veya görülmek istenmemesidir. Bilindiği gibi yağmur, kar, fırtına, sel vs. durumlarda önümüze çıkan engellerin ve yaşadığımız sıkıntıların büyük kısmı tedbirsizlik, yapılması gerekenlerin zamanında yerine getirilmemesi ve altyapının hazırlanmamasından kaynaklanır. Bu durumda asıl sebebi görmeden en son konuşulacak şeyi konuşmak pek de akıl kârı değildir. Şiddetli geçen kış ve yoğun kar yağışı nedeniyle, yukarıda bazılarına işaret ettiğimiz yakınma türünden nitelemeler, karşılaşılan zorlukların asıl nedenini gör(e)meyen, dolayısıyla onları başka bir şekilde yansıtan yaklaşımın göstergesidir. Doğal afetleri bir kenara bırakalım, normal olaylarda bile yer yer hayatın iflas etme durumuna geldiğini görünce, modern hayatın çok gevşek bir yapıya sahip olduğunu düşünürüm. Dayanıklı hayat ortamlarını ve gereçlerini inşa etmeden, ‘Tanrı cezası’ kavramını kullanma aceleciliğinin doğru bir tutum olduğu söylenemez. Böylesi olaylar karşısında peşin ve büyük konuşmak, olayı abartılı ve magazinel hâle getirme isteğinin bir başka versiyonu olarak görülebilir. İnsan, tabiatla birlikte insandır, hayatı onunla anlam kazanır. Hem onu hem de diğer varlıkları yaratan Allah’ın insan hayatına daha büyük bir anlam kattığında şüphe yoktur. Allah’ın kâinata ve bu arada bizim yaşadığımız gezegene, daima teşekkür edilecek imkânlar ve nimetler sunduğu kabul edilmelidir. Böyle yaklaşıldığı takdirde şikâyetlerimiz, yerini daha iyi bulur. Çünkü; rahmet beyazdır, beyaz rahmettir. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 37 Aile içinde mutluluk ve huzurun gerçek belirleyicisi, eşler arasındaki uyumdur. Aile Aile içi iletişimde duyarlık Prof. Dr. Ertuğrul Yaman Yıldırım Beyazıt Üniv. (eyaman62@yahoo.com) A ile kavramı, nedendir bilmiyorum ama bende her zaman; toplanma, bir araya gelme, yuvarlak bir halka oluşturma kavramlarını çağrıştırır. Bu çağrışımda belki de ev kavramı yerine zaman zaman yuva kelimesinin kullanılıyor olması da etkili olmuştur. Sebebi her ne ise de sonuç itibarıyla aile söz konusu olduğunda, bütün hassasiyetlerim ayağa kalkar, dikkat kesilirim. Çünkü aile kurumu, Yüce Mevla’nın biz insanlara pek nezih bir ihsanıdır. Nitekim bütün kültürlerde evlilik törenleri bir hayli önemsenen törenlerdendir. Her bireyin yeni bir insanla hayatını birleştirdiği, hayat arkadaşını, can yoldaşını bulduğu bu törenler, her türlü hassasiyete değerdir. Aile; yalnızlıkların son bulacağı, yeni fidanların boy vereceği mükemmel bir gülistandır. Gülistana girerken destursuzluk yaraşmaz insana. İşte tam bu noktada, yeni bir yuva kurmaya, yeni bir gül bahçesi inşa etmeye niyetlenen aile büyüklerinin bütün duyarlıklarını harekete geçirerek birbirlerine karşı en nazik şekliyle davranmaları şarttır. Zira evlilik kurumunun temeli pek sağlam atılmalıdır. Burada asli görev ve sorumluluk dünür ailelerin büyüklerine düşmektedir. Yuvanın büyük bir rikkatle kurulması, ilişkilerin insan fıtratına uygun sürdürülmesi, yeni ailenin saadetini belirlemede ilk adımlardandır. İki aile arasındaki anlayış ve uyum, yeni yuvanın imarına ciddi katkılar sağlayacaktır. Dünür aileler, aralarındaki her türden küçük ya da büyük farklılıklara rağmen, ortak aklı yakalamada son derece hassas olmak zorundadırlar. Ailelerin, her şeyden önce, birbirlerinin hassasiyetlerine, farklılıklarına, istek ve beklentilerine dikkat etmeleri gerekir. Türk toplumunda, dünür aileler yeni evliler üzerinde ileri derecede etkili olduğu için, dünürlerin söz ve davranışlarını hassasiyetle düzenlemeleri elzemdir. İşin özünde hepimiz insan olduğumuza göre, diğer insanlara, canlılara, doğaya, olaylara, değerlere, duygulara, inanışlara, anlayışlara, algılayışlara… kısacası her konuya karşı hassas olmak zorundayız. Hassasiyeti yok etmek, duyarsızlaşmak bir anlamda insanlıktan uzaklaşma eğilimi demektir. Nitekim duyarsızlaşan insanların bir zaman sonra, hayvani davranışlara kaydığı gözlenmektedir. Aile; yalnızlıkların son bulacağı, yeni fidanların boy vereceği mükemmel bir gülistandır. Gülistana girerken destursuzluk yaraşmaz insana. Buradaki en önemli püf noktası, insanlığımız konusunda sonuna kadar hassas olabilmektir. İnsanın duygusal ihtiyaçları son derece önem arz etmektedir. Bu bağlamda, kişilerin her türlü zevk, renk, inanış ve yaşayış tercihlerine saygı duyabilmektir. İnsanların çektiği sıkıntıları görmezden gelmek, canlılara karşı duyarsız kalmak insanca bir davranış değildir. Nitekim duyarsız olanlara, duyarsız kalınabilir. Unutmamak gerekir ki ayarını bozduğunuz kantar, günü gelir sizi de tartar! SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 39 Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: “İçinde hangi yiyecek var acaba?” diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı. “Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye bağırarak telaşla bahçeye fırladı. Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: “Zavallı farecik... Bu senin sorunun, benim değil. Bana bir zararı olamaz küçücük kapanın.” dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve: “Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” diye adeta çırpındı. Koyun anlayışla karşıladı ama: “Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok. Dualarımda olacağından emin ol” dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve: “Evde bir fare kapanı var! Evde bir fare kapanı var!” dedi. İnek; “Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor.” dedi. Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan Aile içinde mutluluk ve huzurun gerçek belirleyicisi, eşler arasındaki uyumdur. Bu bağlamda eşlerin birbirlerinin hassasiyetlerine karşı duyarlı olmaları hayatî önem taşımaktadır. Eşlerin ruhsal huzurları bu sırda gizlidir. Aksi takdirde karı-koca kendilerini aynı çatı altında yaşamak zorunda hisseden mahkûm psikolojisine kapılabilirler. Yapılacak iş aslında çok basittir: Eşler, birbirlerinin farklı cins ve fıtratlara sahip oldukları ve değişik ailelerde yetiştikleri gerçeğinden hareketle hayat yoluna çıkmalıdırlar. Dolayısıyla her türden farklı alışkanlıklar ve hassasiyetler son derece doğaldır. Karı-koca, kendilerini en doğru kabul edip birbirlerine benzetme işgüzarlığından vazgeçmek zorundadırlar. Her bir eşin kendi doğruları olabilir. Önemli olan, dayatılmış tek doğrularda anlaşmak değil; farklı doğruların olabileceği noktasında uzlaşabilmektir. Eşler, birbirlerini ikna etmek yerine, anlamaya çalışsalar çok daha huzurlu yaşarlar. Birbirlerine kotalar, sınırlar koymaktansa özel hassasiyet alanları oluşturmak daha mantıklıdır. Asıl başarı, hassasiyetler farklı dahi olsa aile içinde ahengi yakalayabilmektir. Buradaki temel püf noktası, eşlerin birbirleri- 40 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı. Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehiri temizledi, yarayı sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi koyunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. nin bam tellerine basmamalarıdır. Hassas noktalar, ısrarla kaşınmamalıdır. Tam aksine özel noktalara dokunmamaya bilhassa dikkat edilmelidir. Eşler, birbirlerinin hassas noktalarını keşfedip ona göre davranabilirlerse, aralarında muazzam gönül köprüleri kurulabilir. Karı-kocanın bu yöndeki başarısı ailenin sigortasıdır. Çünkü eşler, birbirlerinin hassas noktalarına dikkat ederek konuşur ve davranırlarsa, ayrı düşündükleri hususları bile anlayışla karşılayabilirler. O takdirde de yuvanın her bir köşesi cennetvari bir bahçe, her bakış pırlantalı bir gül kadar iç açıcı olabilir. Eğer, eşler birbirlerinin hassasiyetlerine dikkat etmedikleri gibi, tam aksine hoşlanılmayan alanlara fütursuzca dalıyorlarsa o ailede huzur ve mutluluk yıldızlar kadar uzaktır. Anne-babaların birbirlerine karşı hassas davranmaları, aralarındaki nazik ve adil tavırları çocukların olumlu ve uyumlu yetişmeleri açısından son derece önem arz etmektedir. Çünkü çocuklarda hassasiyet kazanma duygusu, özellikle anne-baba ve aile bireylerinin model duygu ve davranışlarıyla kazandırılmaktadır. Çevrenin tutum ve davranışları da bu noktada etkili olabilmektedir. Evlerimizi huzurlu bir yuvaya çevirmek istiyorsak, Bu dünya nice krallar, nice şahlar gördü! Kimse herkese ve her şeye değer verelim. Ne yazık ki kalıcı değil; gelen gidecek, konan göçecek. Bu bilim, teknoloji ve uygarlık ilerledikçe, insanlık dünyaya gelenlerden kalan var mı? Ölümsüzlük değer kaybediyor. Söz ve davranışlar her geçen beratını alan var mı! Durum böyleyken bunca hadgün kabalaşmakta; insanlar, insanlara, değerlere sizliğe, kine, nefrete, kibire ve bencilliğe, kabalığa, ve doğaya karşı git gide duyarsızlaşmaktadırlar. vurdumduymazlığa ve duyarsızlığa ne gerek var ki! Dünya’nın merkezine kendimizi ve o süfli çıkarlarıHem bireysel, hem de aile içi hayatımızda bu denli mızı koyarak insanlığımızı unutmaktayız. önem arz eden hassasiyet duygusu nasıl kazanıOysa insan duyguları, değerleri ve hassasiyetleri labilir? Vicdanın sesine kulak verebilmek; empati kadar insandır. Sevmeyen sevilmez; saymayana yapabilmek; paylaşma, yardımlaşma ve dayanışma saygı duyulmaz; hoş görmeyen, hoş görülmez... duygularına sahip olmak; kitap okumak suretiyle Asla unutmamak gerekir ki insan bedenen nasıl başkalarının hayatlarını öğrenmek duyarlık kazangerçekse, ruhen de öyle gerçektir. Duygusal ihtimamızı sağlıyor. Bireysel ve bencil değil; toplumsal yaçlarımız da biyolojik ihtiyaçlarımız kadar –belki bir anlayışa sahip olmak, hassasiyet kazanma davdaha da fazla- karşılanmak ister. Nasıl ki beş duyu ranışını ciddi anlamda beslemektedir organımızla dış dünyayla iletişim kuruyorsak, duyİnsan ruhunu inceltici duygularla beslenmek, sanat gularımız aracılığıyla da iç dünyamızla iletişim ve estetikle iç içe yaşamak da hassasiyet kazankurarız. ma konusunda önemli ve doğru bir yoldur. Zira Sonuç itibarıyla duyarlı söz ve davranışlar her insan, ruhuyla insandır. Ruhumuz da midemiz gibi açıdan insancıldır ve huzur vericidir. Aile içinde birtakım gıdalara ihtiyaç duyar. Estetik ve edebî huzur ve bereket arayanlar, iki cihan saadesanatlar, insan ruhunu huzura kavuştuti arzulayanlar! Yapmanız gereken, iş ran en temel beslenme kaynaklarıdır. kendimize ve başkalarına duyduEstetik ve edebî sanatlar, insan ğumuz saygıyla hassas noktalara ruhunda her zaman farklı, ulvi Eşler, birbirlerikarşı duyarlı olmak zorundave derin duygular uyandırmışnin hassas noktalarıyız. Yüce Mevla’mızın emir tır. Ruhumuzu, gönlümüzü ve yasaklarına can kulağımıaydınlatacak yeni Yunus nı keşfedip ona göre davzı vermek; o güzel Nebi’yi Emrelere, Mevlanalara, ranabilirlerse, aralarında rehber edinmek hususundaÂkiflere hassasiyet kazanmuazzam gönül köprüleri ki hassasiyetlerimiz başımımak adına çok ihtiyacımız kurulabilir. Karı-kocanın zın tacı olmak gerektir. Ve var. Bu açıdan şiirin, edebionların yüzü suyu hürmetiyatın kısacası sanatın ve külbu yöndeki başarısı ne bütün yaratılmışlara karşı türün hem bireysel gelişmeailenin sigortasıdır. hassas davranmak boynumuzun mize hem de aile saadetimize borcu değil de nedir? büyük katkıları olacaktır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 41 A ile Aile içi beklentiler Mahbup Akyüz Psik. Danışman ve Rehb. Öğretmeni H er anne-baba çocuğuna sunduğu imkânlar dâhilinde onlardan sorumluluklarını yerine getirmesini bekler, bu doğru. Çocuklara her şey sonuna dek sunulmuşken, ebeveynler neredeyse yemeklerini bile bizzat kendi elleriyle yedirirken yavrularına, “Aman, yeter ki ders çalışsın.” düşüncesiyle hareket edip tek bir beklentiyi güçlü tutmak ne derece uygundur, işte bunun üzerinde düşünmek gerekiyor sanırım. Velilerimi gözlemlediğimde vardığım sonuç şu ki, biz elimizden geleni o kadar fazlasıyla yapıyoruz ki çoğu zaman, beklentimiz de çocuğumuzun elinden geleni değil, daha fazlasını yapması gerektiği yönünde oluyor. Böyle bir beklentiyi öğrenci karşılayamadığında ise çatışmalar başta olmak üzere, anne-babanın yaşadığı hayal kırıklığı yanında çocuğun yaşadığı “ben yetersizim” duygusu, kaygı gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkabiliyor. İnsanın önüne çok rahat sunulan şeyler basitleşmeye, sıradanlaşmaya başlıyor. Hâlbuki çocuğa verilen imkânların bir emek sonucu olduğu ve bir değeri olduğu anlayışını vermek çok da zor olma- Ebeveynler olarak çocuklarımızı iyi tanımak zorundayız ve onların kendisini tanımasına da fırsat vermeliyiz. Bu süreçte biz de hatalar yapabiliriz. sa gerek. Son model telefonlar, için, bazı sorumlulukları ona �nsanın önüne zamanında versek daha İphone’lar, PSP oyunlarının iyi olmaz mı? Ev işlerinverdiği heyecanı başka bir çok rahat sunulan de yardımcı olsa mesela şeyde göremeyen öğrenşeyler basitleşmeye, veyahut dışarıdaki bir cinin, derse başlamakta kısım alışveriş işlerini güçlük yaşaması normal sıradanlaşmaya başlıyor. o yüklense. Odasını geliyor bana. Ve sunulan Hâlbuki çocuğa verilen kesinlikle o toplaimkânlar dâhilinde hiçbir sa, dağınık da kalsa zorlukla karşılaşmayıp tek imkânların bir emek sonucu o onun sorumluluğu zorluğu derslerde yaşayınolduğu ve bir değeri olduğu altında olsa. Ödevleri ca, fazla çabalamak için bir onun yerine yapmasak, neden de bulamıyor çocuk. anlayışını vermek çok da yapmış olmak için yapmaBu anlamda bazı sorumlulukzor olmasa gerek. sına izin vermesek, çok fazla ları kademeli bir şekilde vermemüdahil olup bıktırmasak… li, çocuğumuzun kendisine verilen imkânların farkında olmasını sağlayaAnne-baba olmak kolay bir mesele bilmeliyiz. Tabii bunu “bizim zamanımızdeğil, hem de hiç değil. Öncelikle sabır işi; da böyle imkânlar yoktu, ne zorluklarla okuduk, fakat burada belirtilen sabır çocuklarımız ne yaparbüyüdük” şeklinde nutuk çekerek yapmamalıyız. sa yapsın onlara tahammül etmek değil. Sabırlı Her anne baba çocuğunun başarılı olmasını arzu eder. Elbette bunun için çocuğun önüne bazı hedefler koyulmalıdır ancak bu hedeflerin çocuğun kapasitesi ve yetenekleriyle uyumlu olması çok önemlidir. Ayrıca derslerini de renkli ve eğlenceli hâle getirerek bir şeyleri düzeltebiliriz. Müthiş bir hızla akıp giden hayatımızda birçok şey anlamlandırılmayı bekliyorken, ruhumuz bu hıza yetişemeyip geri kalabiliyor. Bu anlamda duraklamaya, sükûnete, manevi boyutta kendimizi tatmine ihtiyacımız var. Bizim bu noktalardaki dengeli tutum ve davranışlarımız çocuklarımızı da etkileyecektir. Hayatında maddi alanla manevi alanın dengesini kurabilmiş bir ebeveyn, çocuklarına da bu noktada olumlu örnek olacaktır. İşin bir de evdeki boyutuna değinelim isterseniz. Çalışma hayatının yorucu ve stresli kısmını atlatıp dinlenmeye geldiğimiz evimizde çocuklarımızla geçirdiğimiz vakitler ne kadar anlamlı? Çocuğumuz bizimle mi yoksa odasındaki bilgisayarla ya da mp4 çalarla mı vakit geçirmeyi tercih ediyor? Evet, çocuklarımızdan beklentilerimiz, özellikle dersleri konusunda yüksek beklentilerimiz var. Ve bunu hak ettiğimizi düşünüyoruz; çünkü deyim yerindeyse saçımızı süpürge ediyoruz(!). Böyle yaparak aslında gerçek sorumluluklarımızı yerine getirmiş oluyor muyuz, bunu bilmiyoruz. Beraber aile toplantıları, ev sohbetleri, akraba ziyaretleri gerçekleştirebiliyor muyuz? Çocuğumuzun özgüveni yüksek, sosyal, dışadönük ve kendini ifade edebilen bir birey olması olma (yani sürekli ve gereksiz yere müdahale etmeme), çocuklarımızın hata yapmalarına izin verme (çünkü insanlar hata yaparak öğrenir) ve onların birer birey olduklarını kabul etme konusunda. Ebeveynler olarak çocuklarımızı iyi tanımak zorundayız ve onların kendilerini tanımasına da fırsat vermeliyiz. Bu süreçte biz de hatalar yapabiliriz. Özür dilemenin ne kadar güzel bir erdem olduğunu, yaparak-yaşayarak öğretebiliriz. Bilmediğimiz insanları model almasına kızmak yerine, onlara model olmanın yollarını arayabiliriz. Bunları başarabildiğimiz ölçüde onlara karşı gerçek sorumluluklarımızı yerine getirmiş oluruz. Çocuklarımızla yüz-göz olmadan, sevgi-saygı çerçevesi içinde, önce bir insan yetiştirdiğimiz bilincini onu da katarak yapabilmeliyiz. Bunları yapmakla iş bitiyor mu, hayır. İletişim noktasında ciddi bir ilerleme kaydettikten sonra, öğrencinin okul hayatına birebir müdahale ederek değil, iyi bir gözlemci olarak katılmalı, bu anlamda faydalı bilgiler verebilmeliyiz. Yeri geldiğinde eksikliklerini tamamlamasına yardım ederek, yeri geldiğinde yüreklendirerek, kısa ve uzun süreli gerçekçi hedefler koyarak ve bunu kendi isteğiyle yapmasına izin vererek sürece katkıda bulunabiliriz. Bu anlamda hem kendini tanıyan, ne yaptığını bilen, sorumluluk sahibi, hem de hayata daha güvenle yaklaşmayı becerebilen bireyler yetiştirmiş oluruz inşallah. Bu yolda yapmamız gerekenleri en doğru şekilde yapıp takdiri Allah (c.c.)’a bıraktığımızda hayırlı sonuçlar alacağımıza yürekten inanıyorum vesselam. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 43 Müminler ancak kardeştir BİR AYET BİR YORUM “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10.) Doç. Dr. İbrahim Hilmi Karslı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Bu manada bütün mahlûkâtı meydana getiren unsurlar, bir düzenKtedir. sizliğe ve fesada yol açmamakta; aksine kendi aralarında uyumlu, ahenkli âinattaki her bir parça, varlıkta gerçekleşen bütüncül oluşa iştirak etmek- bir özellik ortaya koymaktadırlar. Kış ilkbaharı hazırlamakta, ilkbahar yazı müjdelemekte, yaz ise sonbaharı haber vermektedir. Canlılar bitkilere, bitkiler toprağa, toprak havaya ve suya muhtaçtır. Tabiatı meydana getiren her bir parça, tek başına anlamsızlığı ve eksikliği çağrıştırırken, bütüncül oluştaki duruşu ile bir boşluğu doldurmakta ve estetik bir görünüm kazanmaktadır. Böylece çoklukta birliğe ulaşılmaktadır. Ancak bu birliğe her nesne, kendi özelliği ve öznelliği ile katılmaktadır. Adeta bir enstrümanın çıkardığı münferit seslerin kulağı rahatsız etmesi, ancak diğer seslerle beraber oluşturduğu ses armonisi ile dinleyenlerin kulaklarında hoş sedalar bırakması gibi bir şey. Evet, farklılığı ve çeşitliliği içerisinde bütün kâinat aynı şarkının, yani birlik ve beraberliğin, vahdetin şarkısını terennüm etmektedir. Müminler arasındaki kaynaşma ve dayanışma duygusu herhangi bir cemiyette olandan farklıdır. Bu her şeyden önce Allah Teala’nın müminlere özel bir lütfudur. Yüce Yaratıcı onların kalplerini telif eder, onları kardeş yapar. Tabiat âlemi nasıl ki farklı nesne ve unsurlardan meydana gelmekte ise, beşerî topluluklar da çeşitli mizaç, huy ve psikolojik eğilimlere sahip bireylerden oluşmaktadır. Ancak söz konusu bireyler, kendi bencil eğilimlerini aşıp vahdet şuuruna ermedikçe, toplumda birlik beraberlik, kaynaşma ve dayanışma gerçekleşmez. Güçlü milletler aynı amaç ve hedef doğrultusunda kafa ve kalplerini birleştirebilmeyi başarabilen topluluklardır. Varlıktaki vahdet ve dayanışma, tevhide gönül veren müminlerin de temel bir özelliğidir. Kur’an, müminleri hak ve hakikat uğrunda kenetlenen, birbiriyle dayanışma içerisinde mücadele eden kardeşler topluluğu olarak anlatır. (Saff, 61/4.) Bunlar birbirine karşı son derece merhametli (Fetih, 48/29.), kendi aralarında alçakgönüllü bir iman topluluğudur. (Maide, 5/54.) Bir defasında Hz. Peygamber ashabıyla beraber otururken şu sözleri söyler: “Allah’ın şehit ya da peygamber olmayan öyle kulları vardır ki, kıyamet gününde Allah’a olan yakınlıkları nedeniyle peygamberler ve şehitler onlara gıpta ederler.” Bu sözü işiten sahabiler merakla sordular: “Kim bunlar, ya Rasulallah?” Allah Rasulü de şu cevabı verdi: “Bunlar, akrabalık ya da aralarında dönüp dolaşan bir maldan kaynaklanan çıkarları olmaksızın, sırf Allah için birbirlerini seven insanlardır.” (Ebû Dâvûd, Büyû’, 76.) Müminler arasındaki kaynaşma ve dayanışma duygusu herhangi bir cemiyette olandan farklıdır. Bu her şeyden önce Allah Teala’nın müminlere özel bir lütfudur. Yüce Yaratıcı onların kalplerini telif eder, onları kardeş yapar. Nitekim konu ilk müminlerin şahsında şu şekilde dile getirilir: “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi 44 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Müminler, kendi aralarındaki ilişkileri zanlara, vehimlere, şeytani dürtülere göre şekillendirmezler. Aksine onlar arasındaki kardeşlik, irade, azim ve kararlılıkla sürdürülen bir beraberliktir. Bu, heva ve hevesleri aşan, şeytanî ayartmalara takılmayan bir özellik ortaya koyar. verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Enfal, 8/63.) Ayetin aslına bakıldığında, “kalplerin birbirine ülfeti”nden bahsedilmesi dikkat çekicidir. Bu, müminler arasındaki kardeşliğin şekilde ve zahirde değil, özde ve derinlerde olduğunu göstermektedir. lek kuruluşundaki dayanışmaya, ne de aynı bölgeden veya aynı ırktan gelen yahut da aynı ideolojiye mensup insanların arasındaki beraberliklere benzer. Bahsedilen cemiyet ve gruplaşmalarda dünyevi hesap ve beklentiler vardır. Ancak iman kardeşliği etrafında kenetlenen cemaatlerde bunları aşan ulvi idealler ve yüce değerler söz konusudur. İslam’dan önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında yıllarca devam eden savaşlar vardı. Aralarında kanlı çatışmalar olmuş ve her iki tarafın ileri gelenlerinden birçoğu ölmüştü. Düşmanlık duyguları ve intikam hisleri kalpleri sarmıştı. Ancak yıllarca birbirine diş bilemiş bu kabileler; İslam’a gönül verince Allah onların kalplerini kaynaştırdı, birbiriyle kucaklaştılar ve kardeş oldular. İslam kardeşliği etrafında bir araya gelen insanlar, ferdi farklılıklarını terk etmeden birlik ve beraberliği, toplumsal vahdeti gerçekleştirirler. Yoksa kişisel yönelişler, şahsi hesaplar, benmerkezci ve egoist tutumlar şeklinde tezahür etmemelidir. Aksi bir durum, yani heva ve heveslerini terbiye edemeyenler, bahsedilen İslam kardeşliği için daima bir problem oluşturmuştur. Bu bakımdan İslam davasının başarısını amaç edinemeyenlerin, “ben” değil “biz” şuuruna sahip olamayan insanların, toplumsal vahdeti gerçekleştirmeleri mümkün değildir. İman davasına gönül verenler için önemli olan şahsi hesaplarının ve beklentilerinin gerçekleşmesi değil, İslam davasının muvaffak olmasıdır. Âli olan kişisel menfaatler değil; davanın geleceği ve başarıya ulaşmasıdır. Seyyid Kutub’un ifadeleriyle, müminlerin arasında Allah’tan başka hiç kimsenin gerçekleştiremeyeceği, ilahî akideden başka hiçbir akidenin başaramayacağı bir mucize meydana gelmişti. Nefretle dolu olan kalpler, o zıt tabiatlar, kardeşlik ve tevazu ile birbirine sımsıkı sarılan, birbirini seven, birbiriyle kaynaşan bir kitle haline dönüşüvermişti. (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1992/1412, III, 154.) Kur’an’ın emrettiği kardeşlik, birlik ve beraberlik, bugün yapıldığı şekliyle sadece iyi niyet, propaganda ve telkinlerle gerçekleşecek bir durum değildir. Aksine bu, şu ayette belirtildiği şekilde, ilahî değerlere gönülden bağlanmanın ve bu uğurda mücadele etmenin bir neticesi olarak Allah Teala’nın müminlere bahşettiği bir lütuftur: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a) sımsıkı sarılın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Al-i İmran, 3/103.) Günümüzde insanları bir araya getirmek üzere kültürel, siyasi ve ekonomik teşkilatlar kurulmakta, bu uğurda yoğun çabalar ve büyük paralar harcanmaktadır. Fakat bu tür birliktelikleri iman ve İslam davası etrafında kaynaşıp kardeş olmayla mukayese etmek mümkün değildir. Çünkü insanların kalıp ve fizik olarak bir araya gelmeleri ile kalp ve gönüllerinin kaynaşması farklı şeylerdir. Bu özelliği ile bir iman cemiyetini meydana getiren fertler arasındaki tesanüt ve kaynaşma, ne bir mes- Müminler arasındaki dostluk ve uhuvvet ilişkisi, sadece duygusal olarak gerçekleşen bir durum değildir. İnsanlar arasında beşer fıtratının bir neticesi olarak duygusal ilişkiler olması doğal bir durumdur. Bunlar, insandan insana değişir ve sınırlıdır. Ancak müminler arasındaki uhuvvet ve velayet kavramlarının ortaya koyduğu keyfiyet farklı bir özellik ortaya koyar. Bu, müminler arasındaki müşterek duygu, düşünce ve iman esaslarına bağlı kalmanın bir neticesidir ve çok daha kapsamlıdır. Müminler, kendi aralarındaki ilişkileri zanlara, vehimlere, şeytani dürtülere göre şekillendirmezler. Aksine onlar arasındaki kardeşlik, irade, azim ve kararlılıkla sürdürülen bir beraberliktir. Bu, heva ve hevesleri aşan, şeytanî ayartmalara takılmayan bir özellik ortaya koyar. Günümüz insanı, ne yazık ki, etnik taassubun, bölgeciliğin, mezhep ayrımcılığının, tahrik ettiği kin ve husumetin tuzağına düşmüştür. Her türlü tefrika, kirli siyasi oyunlar İslam ümmetinin birlik ve beraberliğini tehdit etmektedir. Bu bakımdan Müslümanların, Cahiliye’nin taassubundan İslam’ın kardeşliğine, parçalanmışlıktan birlik ve vahdete her zamankinden daha fazla ihtiyaçları vardır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 45 BİR HADİS BİR YORUM Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Din İş­le­ri Yük­sek Ku­ru­lu Üye­si Söz namustur* “Siz kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Vaat ettiğiniz zaman vadinizi yerine getirin. Size bir şey emanet edildiğinde emanete riayet edin. İffetinizi koruyun. Harama bakmaktan sakının ve elinizi haramdan çekin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/323.) b. es-Sâmit’in Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet ettiği bu hadiste U bâde bizi, dünyada cennet huzuru içinde yaşatacak, ahirette ise hakiki cennete ulaştıracak yüzlerce salih amelden çok önemli altı tanesi sayılıyor ve bunlar sevgili Peygamberimiz tarafından cennetin garantisi olarak gösteriliyor. Bilindiği üzere, hadisteki ilk üç şeyin tersini yapmak, yani yalan söylemek, sözünde durmamak ve emanete ihanet etmek, Allah Rasulü’nün münafıklık alameti olarak açıkladığı hususlardır. (Müslim, İman, 107.) Dolayısıyla hadiste sayılan nitelikler aynı zamanda imanın, başka bir deyişle iyi mümin olmanın özellikleridir. Tutmadığımız sözler için muhatabımızdan helallik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle yerine getiremediğimiz vaadler için özür diliyor muyuz? 46 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 Bu altı haslet hem bireysel hem de toplumsal ahlakın temel ilkeleridir. Ahlak daha çok, toplumsal alanda görünür hâle geldiğinde anlamlı olsa ve olumlu sonuçlar doğursa da, her şeyi görüp bildiğine inandığı bir yaratıcıya görmeden iman eden ve bütün söz ve eylemlerinin, O’nun kontrolü altında olduğunu bilen bir müminin, bu ahlaki güzelliklere sahip olması için, zuhur edeceği ortam ve fırsatları beklemesi gerekmez. Çünkü o fıtraten bunların bizatihi güzel olduğunu bildiği, Allah ve Rasulü’nün emir ve tavsiyelerinin de mutlaka iyi ve güzel olduğuna inandığı için, güzel ahlâkı benimsemiş ve içselleştirmiştir. Dolayısıyla o, içinde bal olduğunu açıklama ihtiyacı hissetmeyen, fakat sızıntısından bal küpü olduğu anlaşılan bir iyilik timsalidir. Cenneti garanti eden altı ahlaki ilkeden ilk ikisi sözle ilgilidir. Ahlaki nitelikler sayılırken, çoğumuzun ilk önce aklına gelen doğru sözlü olmak ve verdiği sözde durmak, ne yazık ki uygulamada fazla başarılı olamadığımız iki husustur. Bu zafiyet Hz. Peygamber döneminde de görüldüğü için, Cenab-ı Hak müminleri şöyle uyarmıştır: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olan bir şeydir.” (Saff, 61/2-3.) • SAYI: 254 Kişinin, yapmayacağı şeyi söylemesi bir yönüyle yalan, diğer yönüyle sözünde durmamaktır. Yalanı büyük günahlardan sayan Allah Rasulü (Buhari, Edeb, 6.), verdiği sözde durmayanlarla ilgili olarak da sert kıyamet gününde hasmı olarak saydığı üç grupdan biri olduğunu (Buhari, Büyû’, 106.) bildirmiştir. Ayrıca, verdiği sözden cayan, anlaşmalarına riayet etmeyen kimseler için mahşer gününde bir bayrak kaldırılarak, “Bu, sözünde durmayan falan oğlu filanın vefasızlığının alâmetidir,” şeklinde teşhirde bulunulacağını haber vermiştir. (Buhari, Edeb, 99.) Verdiği sözü yerine getirmek, müminin iman kalitesine işaret eden bir göstergedir. Onun için Cenab-ı Hak bunu müttakilerin özelliklerinden saymış, (Bakara, 2/177.); Allah Rasulü de bir hutbesinde, “Cahiliye dönemine ait anlaşmalara riayet edilmesi gerektiğini, çünkü Müslüman olmanın, verilen sözlerin arkasında durmayı daha çok gerekli kıldığını” belirtmiştir. (Tirmizi, Siyer, 30.) Bu yüzden kendisi, müşriklerle yaptığı anlaşmalara sadık kalmış ve bu uğurda bazı fedakârlıklara katlanmayı da göze almıştır. Örneğin, Mekke’de Müslüman olduğu için hapse atılan ve Hudeybiye andlaşmasından sonra kaçarak Medine’ye iltica eden Ebû Basîr’in, andlaşma gereği Kureyşlilerce geri istenmesi karşısında; “Ey Ebû Basîr! Bu (müşrik) kavme senin de bildiğin gibi söz verdik. Dinimizde vefasızlığa yer yoktur. Allah sana ve seninle beraber olan Müslümanlara bir çıkış yolu gösterecektir.” (Vâkıdî, Megâzi, 2/625.) diyerek, onu müşriklere geri göndermek zorunda kalmıştır. Ebû Basîr kendisini götüren iki kişinin elinden kurtulmayı başarmış ve Hz. Peygamber’in onun hakkındaki temennisi gerçekleşmiştir. Hudeybiye andlaşmasından sonra, Kureyş heyetinin başkanı olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel de Müslüman olduğu için atıldığı hapisten kaçarak Müslümanlara sığınmışsa da, Hz. Peygamber andlaşma gereği onu da babasına iade etmek mecburiyetinde kalmıştır. (Vâkıdî, Megâzi, 2/608.) Benzer bir olay, Kureyş’in Peygamberimize elçi olarak gönderdiği Ebû Rafi’in başından da geçmiştir. Kendi anlatımına göre Hz. Peygamber’i görür görmez kalbinde Müslüman olma arzusu beliren ve; “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a yemin olsun ki ben onlara asla dönmeyeceğim.” diyen Ebû Rafi’ye Peygamberimiz; “Ben andlaşmayı bozmam. Kimseyi de zorla alıkoymam. Sen şimdi dön. Şayet şu andaki duyguların orda da devam ederse geri gel,” karşılığını vermiş, bunun üze- rine Mekke’ye dönen Ebû Rafi’ daha sonra gelerek Müslüman olmuştur. (Ebu Davud, Cihad, 163.) Verdiği sözü yerine getirmek, müminin iman kalitesine işaret eden bir göstergedir. Sevgili Peygamberimizin bu uygulamalarından anlıyoruz ki, verilen sözün muhatabı düşman bile olsa buna riayet etmek Müslümanın ahlâkındandır. O halde kendi Müslümanlığımızın ayarını bu mihenk taşına vurarak tespit edebiliriz. Verdiğimiz sözleri yerine getiriyor muyuz? Bu sözlerin ne kadarını atlatma ve oyalama amacıyla kullanıyoruz? Tutmadığımız sözler için muhatabımızdan helâllik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle yerine getiremediğimiz vaadler için özür diliyor muyuz? Ortadoğu ülkelerinden birinde bulunduğum sırada, oradaki bazı Müslümanların tutumlarıyla ilgili olarak dinlediğim bir tespit, bu ülkeye ticaret veya başka amaçla gelen gayrimüslim yabancılar, oradaki Müslümanlarla bir iş görüşmesi yaptıkları zaman, onların, başına inşallah ekleyerek verdikleri sözlere derhal itiraz ederek, “sakın ha inşallah’lı olmasın, kesin olsun” diye itiraz ederlermiş. Halbuki İslâm kültüründe, ilgili ayetten de anlaşılacağı üzere (Kehf, 18/23-24.) hastalık, ölüm, kaza ve benzerleri gibi, insanın elinde olmayan ve onun gücünü aşan engeller için ihtiyaten söylenilen ve bu niyetle söylenmesi istenilen, “inşallah= Allah dilerse” tabirini, insanın kendi ihmal ve kusurlarının bir mazereti gibi kullanmak. Allah ve Rasulü’nün arzu ettiği insanlık hedefine uzak kalabildiğimiz gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu, en azından Cenab-ı Hakk’a karşı yapılan bir bühtandır. Sonuç olarak burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, doğruluk, ahde vefa, emanete riayet, iffeti korumak, gözü ve eli haramdan alıkoymak gibi insanı, salt biyolojik varlıktan ahlakî varlığa dönüştüren, başka bir deyişle insanı Müslüman kılan değerleri içermektedir. Müslüman kimliğimizi ancak bu değerleri yaşamak ve yaşatmakla koruyabileceğimizin bilincinde olan ecdadımız, “söz namustur” diyerek aslında fazla söze hacet bırakmamışlardır. * Bu yazı Diyanet Aylık Dergi'nin Temmuz 2007/199. sayısından alınmıştır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 47 D in görevlisinin hatıra defterinden Dr. Ali Kumaş Ağrı/Taşlıçay Müftüsü “Hoca” olmak Her insanın hayatında önemli dönüm noktaları vardır. O anlar insanları aydınlık veya karanlık ummanlara götürebilir. İşte o anda düşünmek, istişare etmek ve karar vermek çok büyük önem taşır. 2001 yılında ilahiyat fakültesinden mezun olmuştum. Memurluk sınavıyla memleketim olan Trabzon’un Köprübaşı ilçesinin Düzmahalle Camii’ne imam-hatip olarak tayinim çıktı. Kendi kendime şöyle düşünmüştüm: Acaba memleketime gidip imam-hatiplik görevine mi başlasam, yoksa İstanbul’da kalıp öğretmen mi olsam. Çünkü İstanbul’da kalmak bana daha cazip geliyordu. Büyüklerimle yaptığım istişarede derhal memleketime gidip yeni göreve başlamam gerektiği sonucu ortaya çıktı. Bunun üzerine bavulumu topladım ve İstanbul’dan da ayrılacak olmamın üzüntüsü içerisinde yola çıktım. Müftülükteki gerekli işlemlerin ardından görev yerime ulaştım. Görev yerim olan köye gittim gitmesine de, orada hiç ummadığım bir tabloyla karşılaştım: Lojman olarak kullanacağım yer doluydu. Çünkü o yaz köyün elektrik hatlarını yenilemeye gelen yaklaşık 48 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 yirmi işçi, benim kalmam gereken eve yerleştirilmişlerdi. Bu nasıl olur düşüncesiyle hemen muhtara koştum ve kendisine: “Muhtarım! Neden benim kalacağım lojmana, benim buraya geleceğimi bile bile başkasını oturttunuz?” dedim. Muhtar yaptığı yanlışlığı biliyordu bilmesine de, başka çaresi de yoktu. Bundan dolayı bir eziklik de yaşıyordu. Başını eğdi ve çaresiz bir edayla şöyle mukabelede bulundu: “Hocam! Ne desen haklısın. Fakat benim de başka çarem yoktu. Köyün muhtarı olarak bir çözüm bulmam gerekirdi. Siz de burada olmayınca lojmanı kendilerine verdim. Sen de bekârsın. Lojmanın bir odasını sana ayıralım. O odada kalırsın. Diğer odaları da işçiler kullansın. Böylece beraber kalırsınız ve büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş oluruz. Fakat kabul etmez, illa çıkmalarını istersen biz onları oradan çıkartırız. Fakat hem onlar hem biz zor durumda kalmış oluruz.” Bu cevap üzerine aslında kızgınlığım daha da artmıştı. İlk önce şöyle cevap vermeyi düşündüm: “Muhtarım! Bu yirmi işçinin senin evinin bir bölü- münde kalmalarını nasıl karşılarsın? Bunları koskoca köyde koyacak başka bir mekân bulamadın mı? Bir çözüm bulamazsan derhal istifa eder ve çeker giderim.” Fakat diğer taraftan şöyle düşündüm: “Ben, artık bir “Hoca”yım. Yani Hz. Peygamber’in mihrabına, ilmine mirasçı olmuş kimseyim. Yapacağım her hareket, konuşacağım her söz şahsımdan daha fazla “Hocalık” karakterini etkileyecektir. Ben böyle yaparsam muhtar benim hakkımda ve benim temsil ettiğim “Hoca” hakkında ne düşünür? Acaba muhtar, cami ve cemaatten uzaklaşır mı? Özellikle de işçiler, kendilerini apar topar kaldıkları yerden çıkartan kişi ve bu kişinin temsil ettiği “Hoca” hakkında ne düşünürler? Bu davranışım, kendilerini hocadan, camiden ve cemaatten uzaklaştırır ve hatta nefret ettirir mi?” Aslında bütün bu soruların cevabı belliydi ve olumsuz bir durum arz ediyordu. Muhtar bana bakıyor ve bir cevap bekliyordu. Bir karar vermeliydim. Nihayetinde o kararı, zor da olsa bulmuştum. İlk önce kendi kendime: “tevekkeltü ‘alellah” yani “Allah’a güvendim” dedim ve sonra cevabımı verdim: “Tamam, kabul ediyorum. Lojmanın bir odasını hazırlayalım. İşçilerle beraber kalayım. İnşallah bunda da bir hayır vardır.” Bu cevap üzerine muhtar teşekkür etti ve doğruca lojmanın yolunu tuttuk. İstanbul’daki rahat ortamdan sonra, içinde yirmi kişinin bulunduğu, tuvalet ve banyonun çok uygunsuz olduğu, suların ikide bir kesildiği bir ortama yerleşmiştim. Öncelikle aynı evi paylaştığım işçilerle tanıştım ve şöyle bir neticeyle karşılaştım: İşçilerin hiçbiri namaz kılmıyordu, dinî hassasiyetleri yoktu ve namaz kılmamak için birçok gerekçeleri vardı. Durum ciddiydi, fakat onları dışlamadım, azarlamadım ve ağır bir eleştiride bulunmadım. İmkân bulduğum sürece onlarla sohbet etmeye çalıştım. Zihinlerindeki soruları cevapladım. Cami, cemaat ve namazdan uzak kalmanın hiçbir mazeretinin olmadığını kendilerine anlattım. Aramızdaki samimiyet oldukça iyi bir seviyeye ulaşmıştı. Bir yatsı namazında bu işçilerden üçü, camiye cemaate geldi. Hatta içlerinden birisi de müezzinlik yapabiliyordu. Bu duruma çok sevindim. Fakat normal bir durum gibi bu sevincimi belli etmemeye çalıştım. Bir süre sonra artık işçilerin tümü neredeyse cemaate iştirak ediyordu. Onlarla ve çeşitli konularda sohbet ediyorduk. Ben onlardan memnundum, onlar da benden... Hatta bazen ekmek temin edememem sebebiyle bana ekmek veriyor, birçok defalar pişirdikleri yemekten ikram ediyorlardı. Daha doğrusu çaresiz kaldığım anlarda imdadıma yetişiyorlardı. Üç ay sonra işçiler işlerini bitirdiler, helalleşip vedalaştık ve köyden ayrıldılar. Başta aynı evi paylaşmak istemediğim bu işçilerin gitmesine de doğrusu üzüldüm. Artık evde tek başıma kalmıştım. Başımı iki elimin arasına alıp şöyle düşündüm: “Bu yirmi kişiden on beşinin namaz kılmasına vesile oldum. Camiye cemaate alışmalarını sağladım. Şayet onları evden çıkartsaydım, büyük bir ihtimalle “Hoca”dan nefret edecekler, cami ve cemaatten daha fazla uzaklaşacaklardı.” Bu olaydan sonra köyde yaklaşık iki sene görev yaptım. Daha sonra Akçaabat Darıca Eğitim Merkezinde İhtisas kursuna başladım. Bu olayın üzerinden yaklaşık üç sene geçmişti. Bir gün Akçaabat’ta bir camide namazımı kıldım, dışarı çıkarken, camiden çıkan birisinin beni beklediğini fark ettim. Yanına gittim. Bir yerden gözüm ısırmıştı fakat doğrusu çıkaramamıştım. “Hocam! Tanıyamadınız herhalde.” dedi. “Ben senin vesilenle namaza başlayan ve o günden sonra bir daha ara vermeyen, Düzmahalle’de lojmanında kaldığımız elektrik işçilerindenim.” diye sözünü devam ettirdi. Kucaklaştık ve caminin önündeki çay ocağına geçtik. Kalkmadan önce şu unutamadığım sözleri söyledi: “Hocam! Biz hâlâ senden bahsederiz. Sana dua ederiz. Bizimle üç ay lojmanını paylaştın ve hiçbir kötü sözünü duymadık. ‘Gerçek Müslümanlık böyle olmalıdır.’ diye düşünüyor ve biz de elimizden geldiğince Müslümanlığın gereğini yerine getirmeye çalışıyoruz.” Daha sonra ayrıldık. Darıca’ya doğru yürürken şöyle düşünüyordum: “Hoca olmak! Demek böyle bir fedakârlıkta bulunmayı ve sorumluluğu yüklüyor bizlere. Bir davranışı sergilerken, bir sözü söylerken, o söz veya davranışın “Hoca” karakterine zarar verip vermeyeceğini düşünmek... Kişinin kendi şahsını düşünerek değil, “Hoca” karakterini düşünerek hareket etmek. Sözle değil, davranışlarla insanlara vaaz etmek. Gerektiği zaman da çetin fedakârlıklarda bulunabilmek...” SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 49 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Kur’an ve sanat Mustafa Özçelik Bütün varlıkların kendi dillerinde hamd ve tespihlerini iade ettikleri düşünelecek olursa, sanatçının yaptığı olsa olsa bu kulluk seranadına katılmak olacaktır. Kur’an yüce Allah’ın sanatının bir eseridir ve O’nun bir sıfatı da musavvir oluşudur. Şüphesiz, O’nun sanatı insanınkiyle aynı değildir ama böyle bir sıfata sahip olması dahi konunun önemini bize göstermesi açısından önemlidir. Yine Kur’an’ın bir söz mucizesi olduğunu da bilmekteyiz. Öte yandan Peygamberimizin de yaşayışı, misyonu, kişiliği ve pek çok kutlu sözü sanat ve estetik konusunda Kur’an’ın verdiği ruhsatı vermekte, dolayısıyla bu meselede teorik bir sorunumuz bulunmamaktadır. Yine tarihe baktığımızda din ile sanatın iç içeliği bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Sanatın hangi sahasını ele alırsak alalım, pek çok isim, tevhidî sanatın temsilcisi olarak eser vermiş, Kur’an hakikatinin bu yolla da anlaşılması hususunda gayret sarf etmiştir. Öyleyse neden bugün sanata ilgisizlik gibi bir meseleden söz etmekteyiz. Düne ve bugüne baktığımızda bu meselede kimi haklı hususların da olduğunu söylemek durumun da kalırız. Şöyle ki, sanata bakışımız dün ve bu gün ne ölçüde Kur’an’a uygun bir bakış olmuştur? Bu bakıştaki en ufak bir sapma dahi esere yansıyacağından genel- lemeci bir mantıkla sanat, uzak durulması gereken bir husus gibi telakki edilebilmiştir. Sözün burasında nakledeceğimiz pek çok ayet bulunmakla beraber meseleyi öz olarak izah açısından Asr suresine bakmak şimdilik yeterli olacaktır. Sözü edilen surenin ayetleri mealen şöyledir: “Andolsun ki asra, insan ziyandadır gerçekten. Ancak iman edip salih amel işleyenler, birbirine Hakk’ı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr, 103/1-3.) Bu ayetlerde vurgulanan ilk nokta insanın ziyanda oluşudur. Bu ifadeyi “İnsanın Allah’tan gafil olması” şeklinde anlayabiliriz. Öyleyse sanat, derin dikkatlerin, ince hakikatlerin kavranmasının bir ifadesi olarak insanı “gaflet”e karşı uyarmanın bir vasıtası olur ki, bu şekilde anlaşıldığında sanat, müminin salih amellerinden birisi olarak karşımıza çıkar. Hakkı tavsiye, sürekli Hak’la beraber olmaya onu bilmeye, bildirmeye bir çağrı; sabrı tavsiye ise bu gaflete karşı direnmenin bir yolu olarak görülebilir. Ayrıca Hakk’ı bilmek prensibi sanatçıyı şeytani ilhamlara ve bilgilere uzak tutacağından sanatçı, SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 51 tabii olarak bir tebliğci ve davetçi konumunda olur. Böylece sanat, insanı doğru olanın katında tutmanın bir imkânı olarak hayatın her alanında kendini çeşitli formlarda ortaya koyar. Şiir, musiki, hat, mimari hepsi aynı anlayış ve bilincin ifadesi olarak kendi dilleriyle aynı misyonu üstlenmiş olurlar. Gerçekten de insanın dünyadaki asıl felaketi, gaflet hâli içinde oluşudur. Bu durum, fanilik duygusunu unutmaktan ileri gelir. Tekrar ayetlerin mesajına dönecek olursak, dünyada her şey fanidir ama bize kendilerini ebedî gerçeklermiş gibi sunarak bizi dünyanın kirli ırmağına sokmaya çalışırlar. Varlık ve şekiller aldatıcı oldukları için, bizi gaflete onlar düşürürler. İşte sanat, insanı bu tuzaklara düşmeme konusunda uyarıcı bir imkâna dönüşebilir. Vahdet’i bulma çabası, gaflet perdelerini aralama, varlıklara yansımış sırrı keşfetme niyeti olarak bizi fıtratımızdaki cevherle yüzleştirir. Fıtratımızın güzele temayülü de bununla ilgilidir. Sanatın işe güzellik noktasından başlaması da bundandır. Sanat, insandaki idrak, tefekkür melekelerini geliştirerek, zihni ve ruhu, ebedî gerçekleri anlama konusunda hazır hâle getirir. Bilmekteyiz ki, Allah’ın ayeti olmayan hiçbir şey yoktur kâinatta. İşte mesela bir şair, ister yıldızlardan bahsetsin, ister denizlerden bize hep ayetlerden söz ediyor demektir. Onun yaptığı, bu gerçekleri, bizim idrak ve his alanımıza sokmasıdır. Temel anlayışı bu şekilde belirledikten sonra, sanatçının şu veya bu konuyu, şu veya bu şekilde ele almasının yani biçim ve üslup çok önemli olmadığını da belirtmeliyiz. Burada esas olan sanatçının niyeti, İslami bilincidir. Zaten onun sanat görüşünü dünya görüşü belirlediği için o, konusuna İslam’ın öngördüğü ahlak, estetik, insan, hayat hakkındaki değer yargılarıyla bakacak, dolayısıyla eseri İslami olacaktır. Müslüman sanatçı, nefsinin imarını, hayatın imarından ayrı düşünemez. O, hayatın bu meselelerine de aynı duyarlılıkla yaklaşacak, uyaracak ve uyandıracak, bozulan bu hayat ahengini, kirletilen dünyayı eserine taşıyacak, teşrih masasına yatıracaktır. 52 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Müslüman sanatçı, bunu yaparken güzelliği asla putlaştırmayacak ve fanilik boyutlarından soyutlayarak ebedileştirmeye çalışmayacaktır. Yine, başkalarından farklı ve özellik gerektiren bir işi gerçekleştireceği için de asla gurura kapılmayacak ve “Yaratıcılık” (yoktan var edicilik manasında) rolüne soyunmayacaktır. Tam aksine hep acizliğini idrak edecek ve kendini Yaratan, kendine bu özelliği veren Kudret’e teslim olacaktır. Esas olan niyet ve kulluk bilinci olacağından sanat eseri sanatkârın hamd ve tespihi olacaktır. Bütün varlıkların kendi dillerince hamd ve tespihlerini ifade ettikleri düşünülecek olursa, sanatçının yaptığı olsa olsa bu kulluk serenadına katılmak olacaktır. Müslüman sanatçının eseri, bu özelliklere ilave olarak, kâinattaki özel birliği ve ahengi hisseden ve hissettiren bir eser olacaktır. Yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki bağ, sürekli vurgulanan bir bağ olacaktır. Burada elbette ki önemli olan, bizi sanatın götürdüğü yerdir ki, o da sözünü ettiğimiz birlik fikridir. Böyle bakılınca sanat, sanatçıya has bir kavram olmaktan çıkar ve hayatın her alanına teşmil edebileceğimiz bir kavrama dönüşür. Bütün bu alanlarda sanat, güzellik ve fayda kavramıyla ufkumuzu açan, idrakimizi genişleten, hislerimizi bereketlendiren bir olguya dönüşür ki, onu bir kulluk biçiminde idrakimizin temel esprisi de böylece anlaşılmış olur. Çizdiğimiz bu çerçeve içinde sanat, demek ki bizi dünyada tutan ama dünyaya yani gaflete karşı hep uyaran, bu yüzden dikkatimizi sürekli olarak ilahî güzellik ve gerçeğe çeviren, ebedîlik özlemimizi ve fanilik acımızı dillendiren bir vasıtadır. Bu imkânlarıyla sanat, Kur’an’ı daha iyi anlamamızı sağlamış olur. Burada Müslüman sanatçının bir tek şeye ihtiyacı vardır: Müslümanca düşünebilmek ve duyabilmek... Böyle yaptığında bizi de aynı şekilde düşündürecek ve hissettirecektir. Bugün, ortada Kur’an gibi bir nimet varken sanat eserlerimizin verimsizliği sorunu işte bu tefekkür ve hız imkânından yeterince nasiplenmememizle ilgilidir. Bu yüzden Kur’an’la bağlarımız ne kadar güçlü kurulursa sanat alanındaki gelişmemiz de aynı oranda güçlü olacaktır. Yani mesele bir iklim meselesidir. İşte bu iklimin kurulmasında sanatın mutlak idrakle paralel olarak yaşanan hayata dönük yüzü de önem arz edecektir. Öyle ya, Allah’ı bulmak, salt kalbî ve zihnî bir mesele olarak mı kalacaktır? Allah’la aramıza uçurumların sokulduğu şirk, küfür, isyan ve tuğyan dünyasında sanat bu meselelerle ilgilenmeyecek midir? Elbette hayır... Şüphesiz ilgilenecektir. Müslüman sanatçı, nefsinin imarını, hayatın imarından ayrı düşünemez. O, hayatın bu meselelerine de aynı duyarlılıkla yaklaşacak, uyaracak ve uyandıracak, bozulan bu hayat ahengini, kirletilen dünyayı eserine taşıyacak, teşrih masasına yatıracaktır. Bu bakımdan o, dünya saltanatıyla, zalimle, fasıkla meselesi, kavgası olan insandır. Yeryüzü, hayırlı amellerin yurdu olarak algılandığı için o, bu amellere engel olan herkesle ve her şeyle savaşacaktır. Sanatçı, insana direnmeyi öğretecek, katılaşan insan ruhu, hayırlı amellerin, estetik bir form içinde icrası ile yumuşayacak, gönül imarını, hayat ve tabiat imarıyla birlikte yapacaktır. Ama derinliği asla ihmal etmeden, şekil ve suretlere takılıp kalmadan, benlik davasına kalkışmadan. Burada sanatın bir de ahlakilik boyutu ortaya çıkmaktadır ki, sanatçı, kişiliğinde ve eserlerinde bu ilkeyi de dikkate alacaktır. Böylece bilgili, ahlaklı ve estetik tavrıyla sanatçı, Kur’an gerçeklerinin, mutlak gerçeklerin anlaşılmasında ve yaşanmasında etki sahibi olabilecektir. Sözü bağlamak gerekirse, sanat, Kur’an’da ve onun tebliğcisi yüce Elçide gereken izni bulabildiğimiz meşru bir faaliyettir. Müslüman sanatçı, insanı, hayatı ve dünyayı İslami perspektifle yorumlayan kişidir. Böylece zihnî ve kalbî gerçekleri daha iyi algılamamızı sağlayabilecek bir misyonun insanıdır. Sanat, insanların iman, ibadet ve ahlaklarında olgunlaşmalarında katkı sahibi olabilir. Sanatçı, bunun için fanilik ve ebedilik kavramlarından yola çıkacaktır. Sanatıyla büyük ve asıl sanatkârın eserini yorumlayacaktır. Müslüman’ın sanatı sırf duyguya dayalı değildir. Tefekkür, asla ihmal edilmeyecek bir olgudur. Müslüman’ın sanat görüşü, kâinat görüşünden ayrı bir şey de değildir. Her medeniyetin bir sanatı olacağı için, Kur’an medeniyetinin de bir sanatı vardır. Sadece o, niyeti, anlayışı ve amaçları itibarıyla kendine özgülük taşır. Dünün ve bugünün sanatını harici düşüncelerden arındırmak, Müslüman sanatçının belirgin bir vasfıdır. Müslüman sanatçı, sanatı hayırlı bir amel olarak telakki ettikten sonra meselenin biçimi, mesela şiirin hangi ölçüyle yazılacağı, romanın, hikâyenin İslami olup olmadığı gibi meseleler kolayca çözümlenecektir. “Yeryüzünde bulunan her canlı fanidir. Ancak, azamet ve ikram sahibi olan Rahman’ın zatı baki kalacaktır.” (Rahman, 55/ 26-27.) SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 53 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Yunus Emre’de birlik ve beraberlik düşüncesi Vedat Ali Tok Bugün dünyanın dört bir yanı kaynayan kazan gibi… Zayıf buldukları ülkelere bir taraftan sıcak diğer taraftan gizli ve sinsi emellerle soğuk savaş uygulayan güçlü devletlere ve genelde bütün insanlığa Yûnus’un bu dörtlüğü, asırlar öncesinden verilmiş ulvi bir insanlık mesajıdır. Tarihçiler Anadolu’nun fethi için 1071’i gösterirler. Anadolu 1071’de coğrafi olarak fethedilmiştir, fakat Anadolu’daki her kale ayrı ayrı destanları yazılarak fethedilir. Anadolu, Türk akıncılarının silah zoruyla alınmadı. İmandan yoksun gönüller, Yunusların, Mevlanaların, Hacı Bektaşların fikir ve felsefe zenginlikleriyle doldurula doldurula alındı. Onların çağrıları, paslı gönüller için birer billur kaynak oldu. Anadolu onların sayesinde yavaş yavaş fakat kuvvetle İslamlaştı. Bundan sonra da ulaşabildiği her yere aldığı bu kimliğin mührünü vurdu. Yunus’un yaşadığı 13. asır Anadolu tarihi için hiç de iç açıcı değildir. Anadolu hayli yorgun, çetin bir hareketlilik içindedir. Batıdan gelen ve yıllar süren Haçlı seferleri Anadolu’yu perişan etmiş, Doğudan gelen Moğol saldırıları ise ortalığı karıştırmış, Selçuklu Devleti beyliklere ayrılmış, merkezi yönetim zayıflamıştır. Vergiler artmış, savaşlar, başkaldırmalar, bölünmeler ülkeyi 13. asırda zor durumda bırakmıştı. Bu kargaşa içinde her şeye rağmen fetih hareketlerinin devam etmesi gerekiyordu. Yani Anadolu’nun Türkleşmesi, İslamlaşması hareketi… Anadolu’da bulunan gayrimüslimlerin yansıra Asya’dan göç ederek Anadolu’ya yerleşen Türklerin birçoğu Arapça, Farsça bilmiyor, dolayısıyla İslam’ı iyice öğrenemiyorlardı. Hâlbuki ileride İslam’ın bayraktarlığını yapacak olan Türklerin bu dini iyice tanımaları gerekiyordu. Nitekim öteden bu noktada Türk milleti, çevresinde top- 54 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Sevginin sıcaklığı ile kendinden geçip, benliğini sevgi denizinde eriterek, alev alev yakan Yunus, Allah’ın evi olan gönülleri yapmak, kırılanları tamir etmek için yaratıldığını söyler. landığı tarikatlardan faydalanma yollarını aradı. Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza, Sultan Veled gibi bir kısım şairler Türkçe yazdıkları şiirlerle, nesirlerle, halkı aydınlatmaya çalışıyorlardı. Yunus Emre, işte böyle bir kültür potasında yetişti. Yunus Emre’nin Kur’an-ı Kerim’i anlayacak kadar Arapça, Mevlana’yı anlayacak kadar da Farsça bildiği muhakkaktır. Yazdığı şiirlere baktığımız zaman onları bir ayet, bir hadis tercümesi şeklinde değerlendirebiliriz. Bir misal olması açısından onun şu mısralarına bakalım: Ben bir kitap okudum kalem anı yazmadı Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz Kehf suresi, 109. ayet: “De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” Nitekim ben beni bildim Yakîn bil kim Hakk’ı buldum Korkum onu buluncaydı Şimdi korkudan kurtuldum Hadis-i şerif: Kendini bilen Rabbini de bilir. Dost sureti gözgüdür Bakan kendi yüzün görür Hadis-i şerif: Mümin, müminin aynasıdır. Bu örnekler o kadar çok ki… Bu şiirler bir tesadüf sonucu ayetlere, hadislere benzerlik göstermemektedir. Yunus’un da asıl maksadı şiirde bir üstat olmak değildir. Anadolu insanının aydınlatılması ve onları İslamlaştırma idealidir. O, insanlığa şiir sanatını araç edinmek suretiyle insanlara rehber olmuş bir derviştir. Ben gelmedim da’vî için Beni işim sevi için Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim Sevginin sıcaklığı ile kendinden geçip, benliğini sevgi denizinde eriterek, alev alev yakan Yunus, Allah’ın evi olan gönülleri yapmak, kırılanları tamir etmek için yaratıldığını söyler.Yunus’un gönlü, bütün insanlığı kucaklayan müthiş bir sevgi çağlayanıdır. İster ki bütün insanlar mesut olsun. İnsan sevgisinin kaynağı ise sonsuz bir volkan gibi, içinde coşup patlayan Allah aşkıdır. Ne kadar açık söyler yaratılmışları Yaratıcısından dolayı sevdiğini, yani sevgisinin asıl kaynağını: SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 55 Yaratılmışı severiz / Yaratandan ötürü Yunus, yüreğindeki sevgiyi yalnız Allah’a yöneltirken Allah’ın isimlerine mazhar olan bütün yaratılmışları da sevmiştir: Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan Halka müderris olsa hakikatte âsîdir Ona göre değil cümle âlemi, kendi öz kardeşini bile kardeş görmeyen insanlar Hakk’ı gerçekten sevemez: Hakk’ı gerçek sevenlere Cümle âlem kardeş gelir İnsanlar arasındaki sevgi ölçüsü Peygamberimiz (s.a.s.)’in dilinde ne güzel ifade bulmuştur: “Kendin için istediğini, mümin kardeşin için de istemedikçe hakiki mümin olamazsın.” Bunun Yunus’taki ifadesi şöyledir: Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san 56 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 O, gönül almayı, gönle girmeyi, gönül vermeyi, gönül yapmayı düstur edinmiş bir âşıktır. Pekiyi nedir bu gönül? Nedir bu Yunus’un yüceltip durduğu, kırılması hâlinde ibadetleri bile değersizleştiren gönül? Gönül Çalab’ın tahtı Çalab gönüle bahtı İki cihan bedbahtı Kim gönül yıkar ise Gönül yıkan iki cihanda da bedbaht olur, çünkü gönül Allah’ın tecelligâhıdır, tahtıdır. Bu yüzden mukaddestir. O halde Yunus “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil” demekte haksız değildir. Yunus Emre, inancının gereği olarak gönlü kabalıktan, hoyratlıktan kurtarmaya ve korumaya çalışırken, aynı zamanda milli birliğe de hizmet eder. Zira yaşadığı devrin kardeş kavgalarına kadar varan taht mücadelelilerine sahne olduğu Kim bize taş atar ise güller nisâr olsun ona malumdur. Yunus’un sesi ise ellerden silahı attıVurmaklığa kastedenin düşem öpem ayağına racak ve gönülleri birleştirip kayYunus’un hiç mi düşmanı yoktur? naştıracak bir feryattı. Anadolu’daki Sevgiyle mi dolu bütün yüreği? parçalanmışlık Yunus’un nefesiyle Yunus’un gönlü, Hayır, onun da bir düşmanı vardır. birlik neşesine erecekti. Anadolu bütün insanlığı Bu, kindir. Düşmanlığa düşmanlık birliğinin fikir ve his planında kurulkucaklayan eder ve kine kin bağlar Yunus. ması Yunus ve çağdaşı büyüklerin müthiş bir sevgi eseridir. Yine o “Gelin tanış olalım / Adımız miskindir bizim çağlayanıdır. İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim Düşmanımız kindir bizim / Dünya kimseye kalmaz” diyerek Biz kimseye kin tutmayız birliğe, beraberliğe çağırır insanları, Kamu âlem birdir bize çünkü birlikten kuvvet doğacaktır. Bu, birlikte bir olmaya çağırış, Anadolu semalarında Yunus, paramparça bir yurdun birlik ve beraberliyankılanmış; Haçlı seferlerinin, isyanların, Moğol ğini fikir ve his sahasında sağlamlaştırırken, kendiistilasının ve kaybolan devlet otoritesinin yaralarını ni, nefsini aradan çekmiştir. İlahî aşkla incelen ve sarmıştır. Böylece Yunus, bir yandan gönüllere âdeta kaybolan fani varlığının hiçbir önemi yokimanlı sesiyle şifa sunarken bir yandan da ülkeyi tur. Taş atana, gülle karşılık verir Yunus. Vurmaya bütünleştiren manevi bir mimar olmuştur. kastedenin düşüp ayağını bile öper: SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 57 KÜLTÜR - SANAT - EDEBİYAT Topra¤›n ba¤r›nda aç›lan kap› Hayrettin Durmuş Günün birinde bir tabak kaldırılacak sofradan sessiz sedasız. Belki birkaç gün fazladan bir bardak taşınacak kahvaltı sofrasına. Gayriihtiyari televizyon kumandasını istemek için başını sana çevirecek sevdiğin. Oysa elektrik lambasını açmak için anahtara dokunmayacak parmakların. Gün doğacak yine erkenden ama ne aynaya bakabilecek, ne de aziz olan suya dokunabileceksin. Kitapların boşuna bekleyecekler seni. Binlerce hakikatin susup bir tek hakikatin sesinin duyulduğu gün. Artık onların sayfalarını da çeviremeyeceksin. Çocukların yetim kaldı zannedecek dostlar ama binlerce yetimin çığlığını duymayacaklar. Her gün derinleşecek gurbeti kitaplarının… Ne diş fırçalama telaşı, ne kravat ütüleme kaygısı. Gardroptan gömleklerin, vestiyer- den ayakkabın indirilecek yere ve dünya senin de pabucunu dama atacak. En son ne zaman güldüğünü, nerede yemek yediğini, hangi şiiri okuduğunu konuşacak dostlar bir müddet. Sen kendi başına yapayalnız bir yolculuğa çıkmış olacaksın çoktan. Gün gelecek unutulacaksın. Hatta “Bana da bir fatiha yok mu?” diye bekleyenlerden olacaksın. Kim bilir kaç nesil eskiteceksin yattığın yerden? “Yiğit çıplak doğar anadan” deyip selam verdiğin “bir gölgelik” dünyadan yine yapayalnız döneceksin. Seninle konuşmak için can atanların bile bakmaya çekindiği yüzünü örtecek beyaz bir bez. Doğarken sırtına geçirilen ecel gömleğinin farkında olmayanlar şaşkın En son ne zaman güldü¤ünü, nerede yemek yedi¤ini, hangi iiri okudu¤unu konuacak dostlar bir müddet. Sen kendi ba›na yapayaln›z bir yolculu¤a ç›km› olacaks›n çoktan. şaşkın bakacaklar kefenine. Güneşi koynuna alıp güzel bir bahçeye girmek de var, katran karası bir dehlizden geçerek kızgın alevleri boylamak da. Çaren yok. Berberde tıraş olan fani misali yüzünün yarısının sabunuyla “Önümden çekene, arkamdan itene bak” diyerek düşeceksin yollara. Süleyman’ın tahtında uçan halıya binsen, rüzgârlar, kasırgalar kesecek yolunu. Hüma olsan, turna olsan, kartal olsan da kırılacak kanatların. Puma adımlarıyla dolaşsan da dünyayı karıncanın önünde dağ gibi şişeceksin. Eğer emel küheylanını ehlileştirememişsen, günlerin nal toplamakla geçmişse Yunus olup çığlık atacaksın. “Muradıma maksuduma ermezsem / Hayıf bana, yazık bana, vah bana” diyeceksin. Son pişmanlığın fayda etmediğinin sırrına varırsan “herkes ağladığında sen güleceksin”. Ölümsüz gerçeği ölmeden bileceksin. Herkes unutacak, belki sen bile unutacaksın kendini ama seni senden çok düşünen unutur mu hiç? Ne yolunu gözleyen yavruların, eşin olacak, ne de senin yolunu gözlediğin biri. Girmek zorunda olduğun sınav yok. Bitirmeye mecbur olduğun okul kalmadı. Yapacak bir iş ve çalışacak bir işyeri yok artık. Fatura kuyrukları tükenecek, bankada sıra beklemeyeceksin. Sen “her şey geride yarım kaldı” sanacaksın, “sararacak portakallar var” diye bekleyeceksin bütün telaşın bitip yeni bir telaşın başladığı, toprağın bağrına dar bir kapının açıldığı gün. Toprağın bağrına dar bir kapı açılmadan vur kazmayı içine... Ö rnek hayatlar Mahmud Celâleddin Ökten (1882-1961) Mustafa Özdamar Celal Hoca’nın İmam-Hatip Okullarında yetiştirmek istediği insan tipi: Modern ilimlerle mücehhez, asrın ihtiyaçlarını müdrik, tavizsiz fakat müsamahakâr din adamı’ cümlesiyle İsmail Kara Arşivi çerçeveliydi. 60 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Bugün millete ve memlekete, milli manevi ve muasır değerlere yol ve yön veren kadrolar arasında Celal Hoca diye ünlenen Mahmud Celaleddin Ökten, 1882’de Trabzon’da dünyaya geldi. Küçük yaşta hafız olduktan sonra ilk ve orta tahsilini burada tamamladı. Bu arada medreseye de devam ederek oradan da icazet aldı. 1905 yılında yüksek tahsil için İstanbul’a geldi. Önce Darülmuallimin’i, daha sonra Darülfünun Edebiyat şubesini bitirdi. İstanbul’da medrese camiası ile temas kurarak devrin meşhur üstatlarından hususi dersler aldı. Darülfünun’daki hocaları ile uzun yıllar devam eden dostluklar kurdu. İlk resmi görevi 1912’de tayin olunduğu İstanbul Sultanisi Arapça muallimliğidir. Arapça derslerinin 1926’da kaldırılmasına kadar devam eden Arapça muallimliği sırasında “Celal Hoca” lakabı ile anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İstanbul’un muhtelif mekteplerinde Türkçe, Edebiyat ve Felsefe okutmuştur. 1947’de emekliye ayrılan Celal Hoca 1948’de açılan on aylık imam-hatip kursunun din dersleri öğretmeni ve müdürü olmuştur. 1950 yılında iktidar değişince yedi yıllık İmam-Hatip Okulu layihasını Milli Eğitim Bakanlığı’na sunmuş ve bu teklif gerçekleşmiştir. Celal Hoca 1951 yılında açılan İstanbul İmam-Hatip Okulu’nun kurucusu ve ilk müdürüdür. Bu yönüyle İmamHatip Okullarının banisi ve maddi-manevi rehberi olarak kabul edilir. Bu görevde üç yıl kaldıktan sonra aynı okulda hocalığa devam etmiş ve buradan 1959’da Yüksek İslam Enstitüsü’ne tayin olunmuştur. Celal Hoca’nın bu son görevi 1961 sonbaharında rahlesi başında ders hazırlarken gelen ilahî davete icabet edinceye kadar devam etmiştir. Hayatının olgunluk çağının başlarında bir nasip alan Celal Hoca, bu nasibi ömrünün sonuna kadar titizlikle muhafaza etmiş, bu şevkle üç kere hac yapmış ve vefatına kadar cami derslerini ihmal etmemiştir. Bu gayretlerin buğusu içerisinde millete ve memlekete olumlu yönde değişim ve dönüşüm ufku açan çok renkli bir Celal Hoca Kuşağı ortaya çıkmıştır. iyi bilen münevver kimseler olarak yetişmelisiniz! Dindar görüneceğiz diye mutaassıp olmayın! Aydın desinler diye de dinden taviz vermeyin derdi. Celal Hoca Kuşağı denilince, Celal Hoca’nın öğütleri, akranları, sonra da onların emek verdiği ikinci kuşak ve devamı aklıma geliyor benim. Çok söylerdi bunları, altını çize çize söylerdi. Taassuba ve onun karşısındaki lakayıtlığa, dine ilgisizliğe tahammülü yoktu. Ferdin, cemiyetin, milletin ve insaniyetin, kısaca büyük insanlık ailesinin ihtiyaç duyduğu her alanda adam çıkarmıştır bu nesil. Celal Hoca’nın İmam-Hatip Okullarında yetiştirmek istediği insan tipi: Modern ilimlerle mücehhez, asrın ihtiyaçlarını müdrik, tavizsiz fakat müsamahakâr din adamı’ cümlesiyle çerçeveliydi.” İnsanları her gün iki cihan azizliğine çağıran, kendilerine gelmeye, kendilerini bulmaya buyur eden imamdan, müezzinden, vaizden, müftüden tutun da, mimar, mühendis, hekim, işadamı, ilim adamı, fikir adamı, sanat adamı ve politika adamına kadar her dalda adam yetiştirmiştir. Din-dünya bütünlüğünün bölünmezliğine ikrarı olan bu kadro, zamanın akışı ve devranın dönüşü içinde, dinî ve milli değer yargılarından kopanları ürküten kavi bir uygarlık kuşağı hâline gelmiştir. Herkesi ve her kesimi iki cihanda da aziz etme çabası için çalışıp çırpınan bu uygarlık kuşağının ana hedefi, haklılara haklarını, haksızlara müstahaklarını vermeleridir. Çok zor bir hedef bu! Celal Hoca ve arkadaşları bu zorun üstesinden gelecek çok donanımlı, kavi ve kaliteli bir nesil yetiştirme derdindeydi. Bu derdin devası neydi? Celal Hoca bu konuda ne diyor ve ne düşünüyordu? Bu önemliydi. Celal Hoca’nın en değerli talebelerinden biri olan Prof. Dr. Ahmed Kahraman, Celal Hoca belgeselini hazırladığım günlerde bana şunu söylemişti: Salt kendi kârını değil, herkesin, her kesimin kârını taşıyan gözü tok, gönlü pek bir kervan bu; çok şükür, elhamdülillah! Gayretin boşa gitmedi, gayretin hoşa gitti, gayretin hedefi yakaladı Celal Hoca; çok şükür, elhamdülillah! Hâle yola koyduğun kervanın eksiği aksağı yok değil, elbet var ama onu izale etmeye çalışan yüzü ak, gözü pek evlatların, hayatın artılar ve eksiler trafiğinde kaçınılmaz hâle gelen hataları asgariye indirmek için uğraşıyorlar! “Modern ilimlerle mücehhez, asrın ihtiyaçlarını müdrik, tavizsiz fakat müsamahakâr” bir kadro bu kervan; çok şükür elhamdülillah! Sadece kendi milletine değil, büyük insanlık ailesinin tamamına huzur, güven ve mutluluk taşıma misyonuyla yüklü olan bu umut kervanı, vizyonunu geliştirip genişleterek yoluna devam ediyor; çok şükür, elhamdülillah… Benim gönlümdeki Celal Hoca Kuşağı, güneşin yedi rengini açığa çıkaran gökkuşağını andıran “vahdette kesret, kesrette vahdet” (birlikte çokluk, çoklukta birlik) neşesi saçan bir kuşaktır. Bu yedi renkle birlikte onların tonlarını da dikkate alan dikkatli bir kuşak... İsmail Kara Arşivi “Celal Hoca bize hep şunu telkin ederdi: Asrın ihtiyaçlarını müdrik, şark’ı garb’ı Şimdilerde böyle bir kervan var yollarda; çok şükür, elhamdülillah! SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 61 HiKMET PENCERESi M. Lütfi Arslan �stiğfar: Yöneliş ve yenilenme ‹stiğfar, bizim teyakkuz hâlimizdir, kendimizi toparlamak, esas duruşa geçmek, “ne oluyorum” diye kendini silkelemektir. Çünkü biz günahları üzerimize çökecekmiş gibi duran bir dağ gibi görürüz. 62 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 �stiğfarı hayat tarzı hâline getirmek sürekli bir pişmanlık hissi içnde yaşamak değildir; istğfarlı hayat gözetim hissi içinde yaşanan hayattır. M ekke fetholunmuş. Muzaffer kumandan şehre giriyor. Ama o kadar mütevazı ki… Başı önde, yüzü neredeyse devesinin terkisine değecek. Hamd ile Rabbini tespih ve istiğfar ediyor, çünkü emir öyle gelmiş: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbini hamd ile tespih et ve O’na istiğfar et, çünkü O tövbeleri çok kabul edendir.” (Nasr suresi) Fatih ve muzaffer elçiye gösterilen adres budur işte: İstiğfar… Başarı karşısında gösterilecek tavır bellidir artık: İstiğfar edeceğiz. Bu, sünnettir. Allah’ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği elçisine bahşettiği fetih ve yardım karşısında O’ndan beklediği işte bu yöneliştir. Çünkü her türlü başarı, güzellik ve iyilik Rab’dendir. Biz kendi irade ve ihtiyarımızla neticeye ulaşamayız. Biz sadece irade ve ihtiyar ederiz, Rabbimiz lutfeder. Nimet ve lütuf karşısında şımarmamak için istiğfar eder, kendimize yönelik sözde hisseden O’na sığınırız. İstiğfar, başımızı eğmek demektir; içimizdeki karanlık yanımızın başarıya ortak olmasına, dolayısıyla şirke düşmesine engel olmaktır. İstiğfar, bir tevhit yönelişidir; işleri, oluşları ve akışları adresine teslim etme firasetidir. İstiğfar, nefsin, şeytanın ve avanesinin hamlelerine karşı mütehammil kalabilme enerjisidir. İstiğfar, geldiği gibi tertemiz kalma iradesi göstermektir. Saf geldik, saf gitmek zorundayız. Hakiki vazife, bu dünyaya nasıl geldiysek öyle gitmeye azmetmektir. İstiğfar bu yoldaki azığımızdır. Her istiğfar edişimizde, gök kapılarının ardına kadar açıldığını ümit ederiz. Gönlümüz aydınlanır, geçmiş, an ve gelecek düz bir hatta birleşir, tek bir nokta olur. O noktaya hayatımız sığar, sevabımız sığar, günahımız sığar, biz sığarız. O noktadan bir pencere açılır, ebedî kurtuluşun ışığı taşar, o ışık hayatımıza ağar, sevabımıza SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 63 ağar, günahımıza ağar. Her istiğfar nur olur, gönül hanemizi doldurur. İstiğfardan uzak düştüğümüz her an ise sanki ötelerle aramızdaki mesafe açılır. O mesafeler uzar uzar, geçmiş, an ve gelecek birbirinden ayrı düşer. Geçmiş esef ve pişmanlıkla, an gafletle, gelecek yeisle bulutlanır. Uzak mesafelerde darmadağın olur, parçalanırız. Her bir parçamıza sonsuz nedametin karartısı siner. İstiğfarsız biz, biz olmaktan çıkarız. İstiğfar, bir titreme hâlidir. Emin değiliz. “Dön kullarımın arasına, gir cennetime” hitabını işitinceye kadar ne oluruz, ne olacağız, nasıl olacağız bilmiyoruz. Sürekli istiğfar etmeye mecburuz. O günahlarımızı toptan affedebilir, amenna; ama bunun garantisini bu hayatta bize bildirecek yoktur. Bir teyakkuz hâlinde yaşamaya, sürekli uyanık kalmaya ve bu uyanıklığı da istiğfarın esenliğinde yapmaya mecburuz. - Günah işledik ne yapmalıyız? ŞUBAT 2012 - Ne zamana kadar tövbeye devam etmeliyiz? -Şeytan yenik düşünceye, sizden ümidini kesip vazgeçinceye kadar tövbeye devam ediniz. Biz sürekli istiğfar ederiz. İstiğfar ederiz, işlediğimiz günahlar için… İstiğfar ederiz, bulunduğumuz hâlden emin olmadığımız için… İstiğfar ederiz, nasıl bir geleceğin bizi beklediğini bilmediğimiz için… İstiğfar, bizim teyakkuz hâlimizdir, kendimizi toparlamak, esas duruşa geçmek, “ne oluyorum” diye kendini silkelemektir. Çünkü biz günahları üzerimize çökecekmiş gibi duran bir dağ gibi görürüz. “Mümin günahlarını bir dağ altında oturup da üzerine dağın hemen çöküvereceğinden korkan bir - Tövbe edin. DİYANET AYLIK DERGİ - Yine tövbe edin. Abdullah ibn Mes’ud’dan şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Ali’ye sorulur: 64 - Tövbe ettik yine günah işledik. • SAYI: 254 kimse gibi görür. Facir ise günahlarını burnunun üzerine konup uçmuş bir sinek gibi görür.” Hekim ellerini iki yana açarak: Biz üzüldü mü istiğfar ederiz; acaba nerede hata yaptık, bilmeden neyi yanlış yaptık, yoksa bilerek mi yaptık, düşünür, istiğfar ederiz. “Af ya Rab hata rahına gittiklerime/Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime” der, mağfiret dileriz. O esnada orada bulunmakta olan meczup bir genç söze karışıp: Biz sevindiğimizde de istiğfar ederiz. Gurur ihtimali mi belirdi, mağfiret dileriz. Başımızın göğe erdiği zamanlarda başımızı eğeriz. Çünkü en güzel İnsan ve bir ömür onun izinde yürüyen güzel insanların yaptığı budur. Onlar ömürlerini istiğfarla yaşamıştır; güzelleşmek, temiz kalmak, geldiği gibi gitmek isteyenlerin yapacağı da budur işte: İstiğfarı bir hayat tarzı hâline getirmek... İstiğfarı hayat tarzı hâline getirmek sürekli bir pişmanlık hissi içinde yaşamak değildir; istiğfarlı hayat gözetim hissi içinde yaşanan hayattır. Gözetim, bir an ayağımız sürçse de düşsek diye bekleyen düşmanlara karşıdır. Gözetim kendi içimizdeki karanlık yanımıza karşı gözetimdir. Sınırlı bir ömürle, imtihan için gönderildiğimiz şu hayatta neyi niye yapmamız gerektiğinin sürekli farkında kalmamız, bunu durup durup kendimize hatırlatmamız gerekir. Bu bir tür metafizik gerilim içinde yaşamak demektir. İstiğfarlı hayat metafizik gerilimin merkezinde olduğu hayattır. Hepimizin hayatlarına pusu kurmuş düşmanların istiğfarlı hayata karşı yapacakları bir şey yoktur. Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri ilâç yaparken rastladığı bir hekime: – Ey tabip! Sende benim hastalığıma da ilâç var mı? dedi. Hekim sordu: – Hastalığın nedir? Bâyezîd Hazretleri: – Günah hastalığı… cevabını verdi. – Ben günah hastalığının ilacını bilmem, dedi. – Baba, senin hastalığının ilâcını ben biliyorum, dedi. Bâyezîd Hazretleri de sevinçle: – Söyle ey delikanlı! dedi. Halkın meczup gördüğü, ancak hakikatte bir ârif olan genç, günah ilacını şöyle tarif etti: – On dirhem tövbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhit tokmağı ile döv! İnsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!.. Bunları dinleyen Bâyezîd-i Bistâmî, içini çekti ve: – Senin gibi âriflere mecnun diyerek kendilerini akıllı sananlara eyvahlar olsun! dedi. On dirhem tövbe kökü ile on dirhem istiğfar yaprağı al! Bunları kalp havanına koy! Tevhit tokmağı ile döv! �nsaf eleğinden geçir! Gözyaşlarıyla yoğur! Aşk fırınında pişir! Böylece oluşacak olan macundan her gün beş kaşık al; hastalığından eser kalmaz!.. Şu ifadeleri sabah akşam hatırlayan, bu ifadelerin sağladığı şuurla hayatını tanzim edene saptırıcılar ve yol kesiciler ne yapabilir. “Allahım! Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Senin kulunum. İman ve ubudiyetimde gücüm yettiği kadar Senin ahd ü misakın üzereyim. Ya Rabbi! Yaptıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Senin bana inam ve ihsan buyurduğun nimetleri ikrar ve itiraf ettiğim gibi kendi kusur ve günahlarımı da itiraf ediyorum. Rabbim! Sen beni afv ü mağfiret eyle. Zira Senden başkası günahları afv ü mağfiret edemez, yegâne Gafûr Sensin.” İstiğfar eder, kendimize çeki düzen veririz; istiğfarımız hem hayat tarzımız hem balans ayarımızdır. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 65 UZMAN GÖZÜYLE Dr. Mustafa Koç / mustafakoc@london.com Evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıkları nelerdir? (I) “Sizin en hayırlınız eşlerinize karşı en iyi davrananınızdır.” (Hadis-i Şerif) “�ki farklı kişinin bir bütün oluşturma çabası, elbette ki zor ve sancılı olur. Ama iyi niyetli çabalar, tartışmayı büyütmez, geçimsizliği önler.” (R. Tausch) Evlilik; karmaşık, sürekli değişen ve iki kişinin daha önce hiç karşılaşmadıkları problemleri beraberce çözmek zorunda oldukları özel bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir. Söz konusu bu sistemin içinde eşlerin yanı sıra, aile yakınları ve çocuklar da yeni sorumluluklarla birlikte yeni iletişim ağları meydana getirirler. Dolayısıyla kendine özgü bir biçimde kurulan bu yeni sistemin içinde elbette ki çatışmalar, kızgınlıklar ve / veya problemler ortaya çıkabilir. Dolayısıyla evlilikte yaşanabilecek bu muhtemel sorunlarla başa çıkabilmek, ancak doğru iletişim yöntemlerini kullanmakla mümkün olacaktır. Hayatın karmaşıklığı içerisinde, tartışma yaşanmayan ve iletişim problemleri olmayan evliliklerin olduğunu düşünmek çok gerçekçi değildir. Bu bağlamda evlilik hayatında eşler arası iletişim yanlışlıkları ve krizler, daha çok romantik duyguların yaygın olduğu ilk dönemden sonra gelen kişilik ve güç çatışmalarının ortaya çıktığı orta ve uzun süreçte görülür. Genellikle bu dönemlerde yaşanan çatışmalar, çiftlerin ilgilerinin birbirileri üzerinden kayıp çocuk ve iş yaşamı gibi başka alanlara yönelmesiyle de ilişkilendirilebilir. Bunun yanı sıra çiftlerden kadın ve erkekte, kişiliğin üç temel özelliği olan; (a) düşünce kalıpları, (b) iletişim tarzı ve (c) iletişim yöntemlerindeki farklılıklar, yukarıda sözü edilen romantik dönemden sonra ortaya çıkarak aile içi güç çatışmaları şeklinde kendini göstermeye başlar. 66 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Evlilik: Farklı kişiliklerin birlikte yaşam çabaları Öte yandan evlilik hayatında, çiftlerden kadın ve / veya erkeğin geçmişten bugüne getirdikleri rol modelleri ve kişilikleri aynı değildir. Bu nedenle aynı olay karşısında birbirlerinden farklı tepkiler veren çiftler, geçmişten bugüne taşıdıkları yaşam senaryolarını değiştiremedikleri zaman ‘Neden eşim benim istediğim gibi davranmıyor? Benim kurallarıma ve şartlarıma neden uymuyor?’ şeklinde bir düşünce tarzı geliştirmeye başlarlar. Böylesi bir düşünme biçimi de, çiftlerin birbirlerini değiştirmeye çalışmalarına yol açar. İşte çiftler arasında evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıklarının temelinde bu türden kişilik çatışmalarının yer aldığı görülür. Aile yaşamında doğaları gereği erkek ve kadının, temelde kadın (karı-koca) koca iletişiminden beklentileri birbirinden farklıdır. Bu kapsamda erkek, bir problem olduğunda kabuğuna çekilerek çözüm üretmeye çalışır. Yani genellikle erkekler, problemle başa çıkmada çözüm odaklıdırlar. Buna karşın kadınlar ise, karşılaştıkları problemleri çözmeyi hedeflemeyip onu eşleriyle paylaşmayı isterler. Dolayısıyla erkek, iletişimin daha çok ‘bilgi aktarımı’ boyutunu öne çıkarırken; kadın ise, ‘yalnızlığı giderme ve paylaşma’ boyutunu önemser. Diğer bir ifadeyle konu, “aile içi iletişimde erkeği sonuç; kadını ise süreç ilgilendirir” şeklinde formüle edilebilir. İşte tam da bu noktada, eşlerden her iki taraf da, birbirinin bu yönünü görmezlikten gelirse, evli- lik ilişkilerinde sürekli iletişim yanlışlıkları ortaya çıkabilir. Yukarıdaki psikolojik tablodan hareketle evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıklarını önlemenin en önemli adımlarından biri, eşlerin, birbirlerine duydukları ilgi ve sevgilerini, söz ve davranışlarıyla dışa vurmalarıdır. Zira sevgi ve saygının en iyi anlatımı, içten ilgi göstermektir. Dolayısıyla çiftlerden birisi, eşinin duygu ve düşüncelerine ne kadar ilgi gösterirse, ona birey olarak o kadar değer verdiğini de kanıtlamış olur. Kısacası, sevmek ve sevilmek duyguları, tüm bireylerde temel bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Evlilikteki sağlıklı iletişimde altın kurallar Öyleyse evlilik hayatında, eşlerin yaygın iletişim yanlışlıklarını yapmayıp birbirleriyle sağlıklı bağlanma tarzları oluşturabilmeleri için şu noktalara dikkat etmeleri gerekir: a) Eşlerin, birbirilerinden ne istediklerini tam olarak bilmeleri gerekir. Dolayısıyla çiftler, birbirlerinden şikâyet etmeyi bırakıp ne istediklerini ifade ederek eşlerinin tepkisinden hareketle yollarına devam etmelidirler. İletişim sürecinde tam olarak neyin kastedildiği açıklanmalıdır. Örneğin; eşlerden birinin bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz durması karşısında, diğer eşin: “sen niye sinirlisin?” yerine “bir şeye mi sinirlendin?” demesi daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Zira bu iletişim örneğindeki “sen niye sinirlisin?” cümlesinin altında “sen sinirlisin” düşüncesi yatmaktadır. b) Eşler, birbirilerini dinlemelidirler. Çoğu zaman çiftlerin tek istedikleri, eşi tarafından dinlenmek ve anlaşılmaktır. Bu süreçte ise, “sen” yerine “ben” ifadesi kullanılmalıdır. Örneğin; “hep geç kalıyorsun” yerine “beklemekten hoşlanmıyorum” veya ‘dağınıksın’ yerine “senin dağıttığın eşyaları toplamaktan yoruldum” gibi ifadelere yer verilmelidir. c) Çiftler, birbirilerine karşı anlayışlı olmalıdırlar. Eşlerden birisi, bir fikri defalarca dile getiriyorsa ‘anlayış’ bekliyor demektir. Mutlaka çiftlerin birbirleriyle aynı fikirde olmaları gerekmez. Dolayısıyla iletişim yanlışı yapmamaları için sadece birbirilerini anlamaları yeterlidir. d) Eşler, herhangi bir problem karşısında iletişim çatışması yaşadıklarında, sadece çatışmaya konu olan problemi tartışmalıdırlar. Genelde bir tartışma sırasında ondan önceki tartışmaların da hesabı ortaya çıkartılır. Bu durum, işleri daha da zorlaştıracağı için sakıncalıdır. Dolayısıyla eşler, birbirleriyle kurdukları sözsüz iletişimde “sen değerlisin”, “güvenilirsin” ve “sevilmeye layıksın” mesajlarını vermelidirler. e) Çiftler, hislerini değil, tepkilerini kontrol etmelidirler. Çünkü eşler arası iletişimde genellikle çatışmanın nedeni duygu değil, çiftlerin o duygu karşısında verdikleri tepkilerdir. Öte yandan yine evlilikte yapılan yaygın iletişim yanlışlıklarına düşmemek için; a) Çiftler, önemli konuları zamanı ve zemini uygun olmayan ortamlarda gündeme getirmemelidirler. Zira eşlerden birinin birinci önceliği belki de o sırada diğer eşin birinci önceliği değildir. Bu sebeple çiftler, aralarında yaşadıkları herhangi bir problemi konuşmak için kendileri için uygun olan zamanı beklemelidirler. Yanlış zamanlama yüzünden çözümlenemeyen problemler, tam aksine zaman içerisinde büyüyebilir. b) Çiftler, birbirleri hakkında ön yargılı olmamalıdırlar. Yani aralarında yaşadıkları herhangi bir problem sebebiyle birbirilerini “peşin hükümle” yargılayıp haksız ilan etmemeleri gerekir. Örneğin; “sen anlaşılmazsın” yerine “seni anlamakta zorlanıyorum” demeyi tercih etmelidirler. Bu ifade ile eşin savunması kırılarak, onun açık olması teşvik edilebilir. Bu bağlamda eşler, birbirilerine söz vermeyi engellemektense cevap almaya çalışmalıdırlar. c) Çiftler, birbirleriyle “talimat verme” şeklinde bir iletişim tarzı kurmamalıdır. Dolayısıyla, birbirlerine isteklerini iletirken rica ifadeleri kullanmaya özen göstermeleri gerekir. Zira talimat / emir ile rica arasında önemli bir fark vardır; teorik olarak talimat yerine getirilmezse, örneğin; somurtma ve sessizlik gibi bazı tepkisel cezaları olabilir. Oysa ricanın cezası yoktur ve belki de bu yüzden rica edildiğinde istekler daha kolay yerine gelir. Ayrıca gerçek rica, kimseye sorumluluk da yüklemez. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 67 FIKIH KÖŞESİ DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULUNDAN Abdest almaya gücü yetmeyen kimse ne yapmalıdır? Abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi de olmayan kişi, teyemmüm ederek namazlarını kılar. Teyemmüm de yapamayacak durumda ise, kendisini abdestli gibi kabul ederek, kılabildiği şekilde namazlarını kılar. Lens gusle engel midir? Abdest ve gusülde gözün iç kısmının yıkanması farz değildir. Zira gözlerin iç kısmını yıkamakta meşakkat vardır. Ayrıca bu durum gözlere de zarar verebilir. Bu itibarla lens gözlerin iç kısmına konulduğundan abdest ve gusle engel değildir. Periton diyalizine giren hastanın abdesti ne zaman bozulur? Periton diyalizi böbrek yetmezliği hastalığında kullanılan bir tedavi yöntemidir. Bu yöntemle karın boşluğuna bir katater yerleştirilir. Bu kataterden verilen diyaliz sıvıları ile karın boşluğu doldurulur. Karın zarı bir filtre görevi görür. Kandaki zararlı madde ve fazla sıvılar karın boşluğundaki sıvıya geçer. Bu sıvının boşaltılması ile vücutta biriken fazla sıvı ve zehirli maddeler vücuttan atılır. Yukarıda izah edildiği şekliyle Periton Diyalizi uygulanan böbrek hastalarının karın boşluğuna verilen ve daha sonra dışarı atılan sıvılar vücuttaki dinen pis sayılan bir nesnenin dışarıya çıkması hükmündedir. Bu itibarla, idrardan korunma hususunda gösterilen titizliğin, bu su için de gösterilmesi gerekir. Mezkûr sıvının anlatıldığı şekilde vücut dışına çıkışı veya çıkarılışı, normal hallerde vücuttan dışarı çıkan dinen pis bir maddede olduğu gibi abdesti bozar. Elbiseye veya bedene bulaşması halinde bu kısmın yıkanması gerekir. Akli dengesi yerinde olmayan kişi gusül ile mükellef midir? Kişinin dinen sorumlu olması için, eda ehliyetine sahip olması gerekir. Eda ehliyetine sahip olabilmek için de akli melekelerinin yerinde olması ve ergenlik çağına ulaşmış olması şarttır. Bu iki niteliği taşıyan herkes, dinen sorumlu kabul edilir. Zihinsel engelliler eda ehliyetine sahip olmadıkları için, gusül, abdest, namaz vb. dinî vecibelerle yükümlü değillerdir. Kalın bağırsak ameliyatından dolayı abdestini tutamayan kimse ne yapar? Özürlü kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi şeyler özrü devam ettiği müddetçe namaza engel değildir. Özür hâli devam ettiği için bundan kaçınılması mümkün değildir. Ancak bunlar elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, temizlenmesi gerekir. Özür sahibi İdrar torbası kullanmak zorunda olan hastaların abdesti bozulmuş olur mu? Devamlı burun kanaması, idrarı tutamama, kusma, yaranın devamlı kanaması, kadınlardaki akıntı gibi abdesti bozan ve en az bir namaz vakti süresince devam eden ve her namaz vaktinde tekrarlanan bedenî rahatsızlıklara özür/mazeret, böyle kimselere de özür sahibi kimse denilir. Buna göre; kendisinden devamlı idrar geldiği için idrar torbası kullanmak zorunda olan hastalar, dinî açıdan özür sahibi konumundadırlar. Özür sahipleri, her namaz için vakit çıktığında abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nafile namaz kılabilirler. Ancak mümkün olduğunca namaza başlamadan önce torbadaki idrarın boşaltılmış olmasına dikkat edilmelidir. Bu nedenle abdeste başlamadan önce idrar torbası boşaltılmalıdır. Şu kadar var ki, vakit namazı için abdest alındıktan sonra, torba içinde biriken idrar ile kılınan namaz geçerlidir. Bu özürleri dışında abdesti bozan başka bir hal olmadıkça, vakit içinde abdestleri devam eder, vakit çıkınca bozulur. 68 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 insanlar; bir vakit için aldığı abdestle o vakit çıkıncaya kadar bütün ibadetlerini yapabilirler. Mesela: Öğle vaktinde aldığı abdestle ikindi vaktine kadar diledikleri kadar namaz kılabilirler. Ancak yeni bir vakit girdiğinde tekrar abdest almaları gerekir. Maliki mezhebine göre namaz vakitlerinin girip çıkmasıyla özürlünün devam eden özründen dolayı abdesti bozulmaz. Kalın bağırsak ameliyatı olup da sürekli dışkı çıkaran ya da bir namaz vakti hiç kesilmeden dışkı çıkarıp, sonra da her namaz vakti bu özrü en az bir kez tekrarlanan kişi özür sahibi sayılır. Bu durumda olan kişinin dışkısı, üzerinde bulunan bir torbada toplanıyorsa; bu torbayı çıkarıp boşaltmakta önemli bir zorluk yoksa boşaltır. Boşaltması ciddi anlamda sıkıntı veriyorsa, bu torba vücudunun bir parçası gibi düşünülebilir. Diş doldurtmak veya kaplatmak abdest ve gusle engel olur mu? Tedavi amacıyla diş doldurmak veya kaplatmak caiz olup abdest ve guslün sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak çıkarılıp takılabilen/sabit olmayan dişlerin gusül abdesti esnasında ağzı yıkarken (mazmaza) çıkarılması gerekir. Diş dolgusu yapıldıktan ve dolguyu korumak için üstü de kaplandıktan sonra, dolgu ve kaplamanın dışı, dişin dış kısmı hükmünü alır. Bu sebeple, ağız yıkanınca, kaplama yapılan dişler de yıkanmış sayılır. Bu nedenle kişi, gerektiğinde tedavi amaçlı olarak dişlerine dolgu veya kaplama yaptırabilir ve abdest ya da gusül alıp, ibadetlerini yapabilir. Yapılan bu işlem tedavi amaçlı ve zorunlu olduğundan, mezhepler arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. Diş dolgusu veya kaplaması konusundaki ihtilaflar, guslün veya abdestin geçerli olupolmayacağı konusuyla alakalı bir durum değildir. Çıkan dişin yerine bağlandığında kullanılan tel veya başka bir madde, çok sıkı bağlanacağı için, suyun altına girmesine engel olur. Buna rağmen fukaha, kopan dişi yerine bağlatmanın caiz olduğunda görüş birliği içindedirler. Guslederken ve abdest alırken vesvese sebebiyle organları tekrar tekrar yıkamanın hükmü nedir? Vesvese, çeşitli sebeplerle insanın yaşadığı kararsızlık, şüphe ve kuruntu halidir. Bu, çoğu kere abdest ve guslün alınıp alınmadığı, tamam olup olmadığı ya da bozulup bozulmadığı şüphesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gusül ve abdest alan kişinin vesvese sebebi ile gusül ve abdestini tekrarlaması gerekmez. Hatta kişi bu tür vesveselere itibar etmemeli, içine doğan şüphe ve tereddüt hallerinin asılsız olduğunu kendine telkin etmeli, ihtiyaç duyulması halinde psikolojik tedaviye yönelmeli; ayrıca manevi destek olarak Felak ve Nas Surelerini anlamlarını da düşünerek okuyup bu halden kurtulmak için Allah’a dua etmelidir. Bedenin herhangi bir yerine sürülen boyalar abdest ve gusle engel midir? Abdestte ilgili organların, gusülde ise tüm bedenin yıkanması farzdır. Bu itibarla abdest veya gusülde, yıkanması gereken uzuvlarda, suyun deriye ulaşmasına engel olacak herhangi bir tabaka bulunmamalıdır. Bu tür maddelerin abdest ve gusülden önce vücuttan temizlenmesi gerekir. Ancak kına gibi suyun deriye geçmesine engel olmayan boyalar abdest ve gusle mani değildir. Zira pek çok hadis, sahabilerin kına kullandıklarını, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in de kına kullanmayı tavsiye ettiğini göstermektedir. Kına, ruj, oje ve jöle gibi makyaj malzemeleri abdest ve gusle engel midir? Abdest ve gusülde yıkanması gereken organların -zaruret olmadıkça- tamamının hiç kuru yer kalmadan yıkanması gerekir. Buna göre abdest alırken, yıkanması gereken organlardan birinde kuru yer kalırsa, abdest sahih/geçerli olmaz. Gusülde ise vücutta, suyun ulaşabildiği her yerin yıkanması gerekir. (Mâide, 5/6.) Bu itibarla, abdest veya gusül alacak kimsenin, yıkanması gereken organlarında, suyun altına ulaşmasına engel olacak bir tabaka bulunmamalıdır. Oje gibi vücut üzerinde tabaka oluşturup suyun bedene ulaşmasına mani olan maddeler abdest ve gusle engel olur. Bunların abdest veya gusülden önce giderilmesi gerekir. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 69 İSLAMLA YENiDEN DOĞANLAR Prof. Dr. Gary Miller’in İslam’la tanışma hikâyesi Prof. Dr. Abdulaziz Hatip Şu anda Melik Fehd Üniversitesinde Matematik Profesörü olan Gary Miller, eski bir papazdı ve insanları Hristiyanlığa çağıran bir misyonerdi. Allah ona İslam nimetini nasip ettikten sonra bir konuşmasında Müslümanlara şöyle seslenmiş: Marmara Üniv. İlahiyat Fak. “Ey Müslümanlar! Eğer sahip olduğunuz nimetin ne kadar büyük olduğunu gereği gibi bilseydiniz, sizi Müslüman bir anne babadan dünyaya gönderdiği, Müslüman bir ailede yetişme fırsatı verdiği ve bu yüce dini üzere büyüttüğü için Allah’a çok hamd ederdiniz. Peygamberliğin manası, uluhiyetin manası, vahyin, risaletin, dirilişin, hesabın vs.’nin manası sizin dininizde diğer dinlerdekiyle gök ile yer arası kadar uzak ve üstündür.” “Beni bu dine asıl cezbeden husus, iman konularındaki netliktir. Bu netliği başka hiçbir dinde göremiyorum.” Nasıl Müslüman oldu? Beni bu dine asıl cezbeden husus, iman konularındaki netliktir. Bu netliği başka hiçbir dinde göremiyorum. 70 DİYANET AYLIK DERGİ Miller, Kitab-ı Mukaddes hakkında çok geniş malumata sahip bir misyonerdi. Ayrıca matematiği de çok severdi. Bu nedenle de mantığa ve olayları mantıki bir silsile hâlinde ele almaya meraklıydı. Bir gün Kur’an-ı Kerim’i okumak istedi. Amacı, Müslümanları Hristiyanlığa çağırırken yapacağı dinî tartışmalarında kullanabileceği bazı yanlışlıklar yakalamaktı. O, 14 asır önce yazılmış, çöl vs.’den bahseden köhne bir kitapla karşılaşacağını bekliyordu. Fakat ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Prof. Dr. Gary Miller’in üzerinde durduğu bir ayet de şudur: onu okudukça hayret ve şaşkınlığı arttı. Hatta bu dünyada başka hiçbir kitapta rastlanamayacak gerçekler keşfetti. Hz. Peygamber’in başından geçen ve sinirleri üzerinde olumsuz etki bırakan bazı olayları bulacağını sanmıştı. Mesela, değerli eşi Hatice’nin, kızlarının ve erkek çocuklarının hüzün dolu hikâyelerini okuyacağını zannetmişti. Ne var ki, bunlardan hiçbir şey bulamadı. Onu hayrete düşüren bir husus da, Kur’an’dan tam bir surenin Hz. Meryem’in adını taşıması ve Hristiyanların dinî kitap ve İncillerinde bile rastlanamayacak derecede Hz. Meryem’in onurlandırılmasıydı. Oysa Kur’an’da ne Aişe ne Fatıma adını taşıyan bir sure mevcuttu. Yine Hz. İsa’nın Kur’an’da 25 yerde adının geçtiğini, oysa Hz. Muhammed’in isminin ise sadece dört yerde yer aldığını gördüğünde hayreti bir kat daha arttı. Kur’an’ı daha bir dikkat ve ilgiyle okumaya başladı. Aklında hep tenkit edilebilecek bir açığı yakalamak vardı. Fakat sonunda çok önemli ve ilginç bir ayetle karşılaştı. Bu ayeti okuduğunda vurulmuşa döndü. Ayet şöyle diyordu: “Kur’an’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer Kur’an, Allah’tan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa, 4/82.) “Falsification test”, günümüzde bilinen prensiplerdendir. Bu da, doğruluğu kanıtlanıncaya kadar ortaya atılan teorilerde yanlış arama veya konuyu ciddi incelemeye tabi tutma kuralıdır. İlginçtir ki, Kur’an, Müslüman olsun veya olmasın herkese bu konuda meydan okuyor. Kendisinde asla bir hata bulamayacaklarını ilan ediyor. Dünyada hiçbir yazar böyle bir cüret gösteremez. Yani bir kitap yazıp da, “Bu kitap her türlü hatadan uzaktır” deme cesaretini gösteremez. Bunun tek istisnası olarak Kur’an, kendisinde hata ve tutarsızlık bulunmadığını ve böyle bir şeye asla rastlanamayacağını söylüyor.” “Hakkı inkâr edenler görüp bilmediler mi ki, göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık, hayatı olan her şeyi sudan yaptık? Hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 21/30.) Bu ayet 1973 yılında Nobel ödülü alan bilimsel araştırmanın tam da konusunu oluşturmaktadır. Söz konusu araştırma Big Bang teorisini konu alıyordu. Bu teoriye göre şu mevcut evren içinde uzayın ve yıldızların yer aldığı şu âlem büyük bir patlama sonucu doğmuştur. Ayette geçen “ratk” kelimesi bitişik nesne demektir. “Fetk” ise ayrılmış, parçalanmış anlamına gelir. Sübhanallah! Bu ayete göre de yer ve gökler bir zamanlar bitişikti. Allah onları birbirinden ayırdı. Kur’an’ı meydana getirmede Hz. Muhammed’e şeytanların yardımcı olduğunu ileri süren iddiaya cevap olarak da Kur’an şöyle buyurur: “Kur’an’ı asla şeytanlar indirmiş değildir. Bu onların yapacağı iş değildir! Hem isteseler de buna güçleri yetmez. Çünkü onlar vahyi işitmekten kesinlikle menedilmişlerdir.” (Şuara, 26/210-212.) Başka bir ayette de Kur’an okunduğunda şeytandan Allah’a sığınılması istenir: “Kur’an okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl, 16/98.) Şeytan bir kitabın yazımında yardımcı olup da ardından, o kitap okunduğunda kendisinden Allah’a sığınılmasını isteyebilir mi? Bu ayetler de bu eşsiz Kitab’ın icaz yönlerinden biridir. Asırlar öncesinden bu konuda ortaya atılacak iddialara son derece mantıki cevaplar vermiştir. Mukaddes denilen dinî kitaplar arasında bu üslupla söz söyleyebilen başka bir kitap yoktur. Diğer SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 71 tüm kutsal kitaplar, nereden geldiğini belirttikleri birtakım malumatlardan meydana gelmektedir. Mesela, tahrif edilmiş İncil, eskilerin kıssalarını anlatırken der ki: “Falan kral falan yerde yaşadı. Falan komutan filan yerde filan savaşı yaptı, falan şahsın şu kadar çocukluğu var, çocuklarının adları şunlar şunlardı vs.” Yine kitaplar genellikle, “Daha fazla bilgi istiyorsan, falan veya filan kitabı da okuyabilirsin” derler. Bu da o kitabın onlardan da istifadeyle hazırlandığını gösterir. Kur’an ise böyle değildir. O, okuyucusuna bir bilgiyi verir ve bunun yeni bir bilgi olduğunu söyler. Hatta bu bilginin insan aklının ürünü olmadığından emin olman için araştırma yapmanı önerir. Mesela, gayet ilginçtir ki, Kur’an’ın indiği dönemde Mekke halkı Kur’an’ın ve onun verdiği bazı bilgilerin yeni olduğuna, ne Hz. Muhammed’in ne de kavminin bilmediğine ilişkin meydan okuyucu iddiasını tekrar tekrar dinledikleri halde, çıkıp şunu diyememişlerdir: “Bunun neresi yeni? Biz bunu zaten biliyorduk!” Böyle diyemedikleri gibi, Kur’an için makul bir beşerî kaynak da gösterememişlerdir. Çünkü Kur’an’ın verdiği bilgiler gerçekten yeni ve orijinaldi. İnsan aklının ürünü olamazdı. Geçmişi, 72 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 geleceği ve şimdiki zamanıyla gaypları bilen Allah’tan geliyordu.” Prof. Dr. Miller, Müslüman olduktan sonra birçok makale kaleme aldı. Bunlardan birkaç tanesinin adı şöyledir: “Hristiyanlığa Kısa Bir Reddiye”, “Kur’an’ın Büyüklüğü”, “Hz. İsa’nın Tanrılığı İddiasına Karşı Bazı Düşünceler”, “Müslüman’ın İnanç Esasları”, “İncil ile Kur’an Arasındaki Fark”, “Misyonerlik Hristiyanlığı”. Prof. Dr. Miller, Kur’an-ı Kerim’i “Büyük” olarak sadece Müslümanların nitelemediğini, onun büyüklüğünü gayrimüslimlerin bile itiraf ettiğini, hatta bazıları İslam’a azılı düşman olduğu halde böyle bir itiraftan kendilerini alamadıklarını belirtir. Ayrıca, Kur’an’ın, öyle bazılarınca ileri sürüldüğü gibi çölde inen ve sadece çöl hayatından bahseden bir kitap olmadığını, bu iddiada bulunanların Kur’an’ı okuduklarında onun konularının zenginlik ve renkliliği karşısında hayrete düştüklerini söyler. Mesela, Kur’an’ın denizi, denizdeki fırtınaları ve denizde yolculuk yapanların ruh halini anlatan ayetlerini okuyan bir denizcinin, önce Hz. Muhammed’in denizci olduğunu zannettiğini, gerçeği öğrendiğinde ise, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in sözü değil, Allah’ın kelamı olduğunu anlayarak Müslüman olduğunu anlatır. Prof. Dr. Miller’e göre, Kur’an-ı Kerim bir beşer olan Hz. Muhammed’in aklının ürünü olsaydı, o sıralarda aklından geçen, zihnini meşgul eden ve hayatını etkileyen olay, şahıs ve duyguları yansıtması gerekirdi. Oysa acı tatlı pek çok olay yaşadığı, felaketler gibi mutluluklar da gördüğü halde, bunlar Kur’an’da yer almamaktadır. Mesela, sevgili eşi Hz. Hatice’nin vefatı, Hz. Fatıma hariç tüm çocuklarının vefatı gibi acı olaylara Kur’an’da hiç yer verilmemekte, hatta bunlardan hiçbirinin adı bile geçmemektedir. Kur’an’ın eşsiz bir özelliği ve mucizelik yönü de, kendinden son derece emin olması ve söyledikleri konusunda şüphesi olanların, verdiği bilgileri araştırması ve özellikle o konuda gerçek ilim ehli olanlara sormasını önermesidir. “Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun.” (Enbiya, 21/7.) ayeti bunun ifadesidir. daki bir insanın ürünü olamayacağı ve vahiy kaynaklı olması gerektiğini söylediğini belirtir. Hatta, Dr. Muir’in bu tespitlerinin Kanada’daki gazetelere de manşet olduğunu, söz konusu manşetlerden birinin, “Eski bir kitapta bulunmuş müthiş bir gerçek!” şeklinde atıldığını ifade eder. Ona göre Kur’an’da bunun gibi daha birçok konu var. Her birisini tek tek ele almak için uzun araştırmalara ihtiyaç vardır. Prof. Dr. Gary Miller’in, şu tespiti de oldukça çarpıcıdır: “Yeni Katolik Ansiklope-disinde Kur’an’la ilgili bir maddede aynen şöyle demektedir: ‘Geçmiş yüz yıllar boyunca Kur’an’ın kaynağıyla ilgili pek çok teoriler ileri sürüldü. Bugün bunlardan hiçbirini kabul edebilecek aklı başında bir insan bulunamaz.’ Görüldüğü gibi Katolik Kilisesi bile Kur’an-ı Kerim’in gerçek kaynağını çürütmeye Mesela, bundan birkaç sene önce Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde bazı Müslümanlar, anne rahminçalışan tutumları inkâr etmeye mecbur kalmıştır. deki yavru ile ilgili tüm ayet-i kerimeleri toplayıp Şüphesiz, Kur’an’ın kaynağı Katolik Kilisesi için Kur’an’ı, biraz önce kaydettiğimiz ayetin tavside bir problem olarak ortada durmaktadır. Çünkü yesine uyarak Kanada’nın Toronto Üniversitesi Kur’an, kendisinin Allah’tan vahiy yoluyla geldiünlü hocalarından Kis Muir’e verdiler. Bu zat bu ğini açıkça belirtmektedir. Kilise’nin dediği, bu sahanın en önemli mütehassıslarından olan ve pek güne kadar ileri sürülen kaynakların doğru ve çok eseri bulunan bir ilim adamıdır. Onu Riyad’a tutarlı olmadığıdır. Yoksa Kur’an’ın Allah keladavet edip araştırması için mı olduğunu kabul etmiş gerekli tüm şartları hazırdeğiller. Bunun için araşladılar ve bu ayetleri tamaOnu hayrete düşüren tırıyorlar ve vahiy olmadımen bilimsel bir açıdan bir husus da, Kur’an’dan ğını kanıtlayacak bir delil değerlendirmesini istediler. bulmaya canla başla çalışıtam bir surenin Hz. O, araştırmasının sonunda yorlar. Fakat başaramıyorMeryem’in adını taşıması hayretler içinde kaldı ve o lar. Makul bir izah getirekonuda yazdığı bir kitabın ve Hristiyanların dinî miyorlar. Fakat en azından ikinci baskısında önemli kitap ve İncillerinde araştırmalarında haysiyetli değişiklikler yaptı. Hatta bu bile rastlanamayacak davranmaya çalışıyorlar ve zatla kendisinin bir röportaj derecede Hz. Meryem’in yaptığını, röportaj sırasında kuvvetli bir delile dayanmaonurlandırılmasıydı. Oysa mikroskop altında çekilmiş yan öylesine bir izahı kabul Kur’an’da ne Aişe ne resimlerle bilgiler verdiğini, etmiyorlar. Kilisenin açıkFatıma adını taşıyan bir Kur’an’ın bu teknik gelişça belirttiği husus, on dört me sonucu erişilen bulgusure mevcuttu. Yine asırdır Kur’an’ın kaynağı larla tamamen örtüştüğünü, Hz. İsa’nın Kur’an’da 25 konusunda makul bir izahın sadece mikroskopla tespit yerde adının geçtiğini, yapılamadığıdır. Böylece en edilebilecek bu bilgilerin azından Kur’an-ı Kerim’in, oysa Hz. Muhammed’in öyle bir canlının karnını öyle kolayca inkâr edilebiisminin ise sadece yarmakla tespit edilebilecek lecek bir kitap olmadığını dört yerde yer aldığını türden olmadığını, dolayıitiraf etmiş oluyorlar.” (Ricâl gördüğünde hayreti bir sıyla bu son derece dakik ve Nisâ Eslemû, s. 63-93.) ve isabetli bilgilerin o çağkat daha arttı. SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 73 DAĞARCIK Yusuf Macit Dinî iletişim türleri Dinî iletişimde sözlü-sözsüz, yazılı, yüz yüze ve kitlesel iletişim türlerinin her birinden faydalanmak mümkündür. Bunların en etkilisi jest ve mimik gibi sözsüz iletişim unsurlarıyla birlikte kullanılan sözlü iletişimdir ki, vaaz, hutbe ve dinî sohbetler için vazgeçilmez bir yöntemdir. Bu tür iletişim dinî bilgi, dinî duygu ve düşünceleri anlatmanın ve paylaşmanın en etkili yoludur. Yüce kitabımız Kur’an bu yolla indirilmiş ve yayılmış, Hz. Peygamber’in sözleri de ilk önce sözlü iletişim yoluyla rivayet edilmiştir. Ancak burada Hz. Peygamber ve sahabe arasında cami içinde olduğu kadar dışarıda ve sosyal hayatın her alanında canlı bir iletişim sürecinin yaşandığı göz ardı edilmemelidir. Aslında bu, dinî iletişime hedef olan kişilerin sürece etkin olarak katıldığı, yerine göre soru sorulabildiği ve aynı zamanda kendilerine de soruların yöneltilebildiği bir iletişimdir. Aksi takdirde hedefin kaynak tarafından gönderilen mesajı pasif bir biçimde aldığı, geri bildirimin çok sınırlı olduğu tek yönlü iletim söz konusu olacaktır ki, bu tarz ideal bir iletişim yöntemi değildir. Sözlü iletişimle dinin mesajı hem aynı, hem de ayrı mekân ve zamanlarda, hem yüz yüze ve hem de kitle iletişim araçları sayesinde geniş halk kitlelerine ulaştırılabilmektedir. Günümüzde de çok değerli hocalarımızın vaaz, hutbe ve dinî soh- 74 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 betleri yerel veya ulusal değişik medya organlarında izleyiciyle buluşmaktadır. Ayrıca birçok dinî içerikli yazı ve makaleler, zaman ve mekânla ilgili sınırlılıkları aşan yazılı basın organlarında, çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmakta ve insanımız bunlardan istifade etmektedir. Yine günümüz insanın öğrenmek istediği herhangi bir konuya saniyeler içinde ulaşabileceği internet ortamı vardır ki, yadsınamaz ve ihmal edilemez bir öneme sahiptir. Bu her yaştan insanın etkin bir şekilde kullandığı ve hemen hemen her alanda elektronik bir kitaba veya benzeri bir bilgi kaynağına ulaştığı yazılı ve görsel bir iletişim türüdür. Diğer taraftan iletişim türleri ve bu süreçte kullanılan araçlar, iletilen mesajlar kadar önemlidir. Dolaysıyla iletişim araçlarının seçiminde, aracın etkinliği, kolay algılanabilir olması ve birden çok duyu organına hitap etmesi gibi özellikler tercih edilmelidir. Sonuç olarak iletişimin hangi türü olursa olsun dinî bilgi, dinî duygu ve düşüncelerin paylaşıldığı alanlar din hizmeti açısından hiçbir şekilde ihmal edilemeyecek kadar büyük öneme sahiptir. Sözlü iletişimle dinin Bunun için din hizmeti sunanların iletişimin mesajı hem aynı, hem her seviyesinde yeterli, de ayrı mekân ve donanımlı ve hazırlıklı zamanlarda, hem yüz olmaları ve çeşitli ileyüze ve hem de kitle tişim araçlarını yetkiniletişim araçları sayesinde likle kullanabilmeleri geniş halk kitlelerine arzulanan bir husustur. ulaştırılabilmektedir. • SAYI: 254 DAĞARCIK Doç. Dr. Muammer Erbaş Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Din görevlisinin misyonu ve yol rehberi “Onlar öyle mükemmel insanlardır ki, şayet kendilerini yeryüzünde egemen kılarsak namazlarını hakkıyla kılar, zekâtlarını verir, iyi ve meşru olanı yayar, kötülüğü önlerler. Bütün işlerin neticesi elbette Allah’a aittir.” (Hac, 22/41.) “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her şeye Kadir’dir.” (Bakara, 2/148.) Din görevliliğinde öncelikle samimiyet ve istek önemlidir. Fakat bunun iyi bir bilgi donanımıyla desteklenmesi gerekir. Aksi takdirde iyi niyetle de olsa, ortaya din adına pek çok yanlış çıkacaktır. Zira bu noktada yapılan yanlışlar, bir din adamından kaynaklanacağı için halk bunu onun şahsından ziyade genele veya bizzat dine mâl edecek, bu durumda ortaya çok daha vahim durumlar çıkacaktır. Bunun için din görevlilerinin, gerek başlangıç, gerekse görev sonrası itibarıyla kendi bilgi ve donanımlarını sürekli artırma ve bu sayede milletine üst düzey bir din hizmeti sunma gayreti içinde olmaları büyük önem arz etmektedir. “İşte onlar Rablerinden gelen hidayet yolundadırlar ve kurtuluşa erenlerdir.” (Bakara, 2/5.) Bu bağlamda bir din görevlisinin, önce yakın çevresiyle sağlıklı ve düzgün bir iletişim kurması, sonra iyi bir çalışma plan ve programına sahip olması, bunun neticesinde teorik ve pratik yönden üst düzey bir dinî birikim ve donanım kazanması, ardından da edindiği bu üst düzey niteliklerle bir yandan verimli ve kaliteli bir meslek yaşamı geliştirirken, diğer yandan da gerek fert, gerek aile, gerek iş ve gerekse toplum bazında örnek bir Müslüman şahsiyet oluşturması gerekir. “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Rasulüllah (Allah’ın elçisi) en güzel örnektir.” (Ahzab, 33/21.) Peygamberlerin günümüzdeki vârisi konumunda olan din görevlileri, dinî eğitim öğretimlerinin başlangıcından itibaren kendilerini İslam’ın temel iman, amel ve ahlak esasları itibarıyla ideal bir düzeye yükseltme gayret ve çabası içinde olmalıdırlar. Nitekim bir din görevlisi, şunu gayet iyi bilmelidir ki, çevresinde kendisinin tanıdığı tanımadığı pek çok kimse, sürekli olarak onun tavır ve davranışlarını gözlemekte ve bunlardan kendisi için olumlu veya olumsuz yönde neticeler çıkarmaktadır. Bu nedenle belli bir noktadan sonra o, artık en az kendisi kadar başkaları için de yaşamayı bilen diğerkâm bir şahsiyet geliştirmek durumundadır. Din görevliliğinde öncelikle samimiyet ve istek önemlidir. Fakat bunun iyi bir bilgi donanımıyla desteklenmesi gerekir. SAYI: 254 “İşte onlara, sabretmelerinden ötürü, mükâfatları iki defa verilecektir. Bunlar kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar.” (Kasas, 28/54.) • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 75 KÜRSÜDEN Konu: Din hizmetinde etkili ve anlamlı iletişim Dr. Abdurrahman Candan Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı I. Plan 1. Etkili ve anlamlı iletişimde güzel sözlerin önemi 2. İlahi hitabın etkileyici üslûbu 3. Sözlü hitap yöntemi II. İşlenişi Söz söylemenin, konuşmanın önemi, iletişimdeki etkisi vurgulanarak konuya başlanır. Güzel kelamın, tatlı hitabın insanlar üzerinde olumlu etkiler yaptığı ve tarih boyunca bütün toplumlar tarafından önemsendiği anlatılır. Konu ile ilgili ayetler, Peygamber Efendimiz’in uygulamaları ile birlikte verilir. Müslümanların belagata, şiire, güzel konuşmaya, edebiyata, sözlü ilmi geleneğe büyük önem verdiği ve eşsiz bir söz medeniyetinin oluştuğu anlatılır. Güzel kelamın nasıl olacağı ile ilgili kısa bilgiler verilir. Bu anlamda hitap şekli, ses tonu, kullanılacak cümlelerin seçimi, muhatabın kavrama kabiliyeti vb. konular, hayatın içinden örneklerle anlatılır. III. Özet sunum Kur’an-ı Kerim, anlamlı, uyumlu sözlere önem veren, güzel konuşmayı önemseyen, teşvik eden hatta kutsayan bir topluluğa nazil olmuştu. Her yıl panayırlarda şiir ve güzel konuşma meclisleri düzenlenir, insanlar büyük dikkat ve hayranlıkla söylenenleri dinlerdi. En güzel şiirler de Kâbe’nin duvarlarına asılırdı. Böyle bir topluluğa nazil olan Kur’an, eşsiz üslubu, zengin içeriği ve benzersiz hitap şekli ile Araplar üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Peygamber Efendimiz’in sade, yalın, anlaşılır, etkileyici ve muhatabın yüreğine işleyen hitap şekli, Arap yarımadasında yankı bulmuştu. Bir defasında yarımadanın ünlü söz ustalarından Akra’ b. Habis, Zibrikan b. Bedir, Amr b. Ethem ve yanlarına aldıkları birçok insan ile kutlu elçi ve ashabını sözleriyle mahcup etmek için Medine’ye gelmiş, ancak Hz. Peygamber’in söz meclislerinde yetişen ashabın etkileyici ve anlam yüklü sözleri karşısında sönük kalmışlardı. Özellikle Hz. Peygamber’in tatlı sohbeti, güçlü edası, etkileyici, heyecan verici sözleri karşısında adeta erimiş, beşer sözünün en güzel ve en güçlüsünün nasıl olacağını, nasıl dile getirileceğini görmüş, adeta büyülenmişlerdi. Neticede bütün sözlerin özünün Hz. Peygamber’e lütfedilmiş olduğunu kabul etmiş ve iman etmişlerdi. Söz, ihtiyaç hâlinde ve muhatap için bir anlam ifade edeceğine inanıldığı zaman sarf edilir. Dinimiz hakaret, dedikodu, iğneleyici, küçük düşürücü söz söylemeyi yasaklamıştır. İnsanları anlamsız konuşmalarla oyalamanın, lüzumsuz, abartılı, hakikati yansıtmayan söz söylemenin, sahibine vebal kazandırdığını belirtmiştir. Söz, muhataba değer vermek, bilgi kazandırmak, meclise anlam katmak, fayda vermek için söylenir. Sadece söz sanatına yönelik, gereği yerine getiril(e)meyecek, yalancı güzellik oluşturan abartı ve yapmacık konuşmalar, Allah katında değersiz olduğu gibi sahibine sorumluluk da getirir. IV. Konu ile ilgili bazı ayetler “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve her zaman doğru ve hak söz söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzab, 33/70-71.) “Her ne söz söylerse, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (Kaf, 50/18.) “İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussılet, 41/33.) “Kullarıma söyle: (İnsanlara karşı) en güzel sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.” (İsra, 17/53.) “Güzel sözler ancak O’na yükselir.” (Fatır, 35/10.) “Onlara sözlerin en güzelini söylemek nasib edilmiş, bütün güzel övgülere lâyık olan Allah’ın yoluna hidayet edilmişlerdir.” (Hac, 22/24.) “Rahman, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahman, 55/1-4.) V. Konu ile ilgili bazı hadisler Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhârî, Rikâk, 23.) Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “İyiliği emredip kötülükten sakındırmak ve Allah’ı hatırlatıcı sözler söylemek dışındaki bütün konuşmalar Ademoğlunun aleyhinedir.” (Tirmizi, Zühd, 62.) Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. “Allah Rasulü’nün kelamı onu dinleyen herkesin anlayacağı kadar açık ve duruydu.” (Ebu Davud, Edeb, 18.) Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bana bütün sözlerin özü verildi.” (Buhârî, Cihâd, 122.) Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kişinin faydasız, lüzumsuz (mâlâyânî) şeyleri terk etmesi, güzel bir şekilde Müslüman oluşunun göstergesidir.” (Tirmizi, Zühd, 11.) Allah’ın Rasulü şöyle buyurmuştur: “Allah, dilini eğip büken (çok bilgili edasıyla konuşmaya çalışan) belagat sahibini sevmez.” (Tirmizi, Edeb, 72.) SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 77 Peygamber Efendimizden şöyle rivayet edilmiştir: “Bir kimse sağına soluna bakınıp bir kimseye bir söz söylerse o söz bir emanettir, sırdır.” (Tirmizi, Birr, Sıla, 39.) Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü bana en sevgili ve makamca en yakın olanınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır. Kıyamet günü bana en sevimsiz ve konum itibariyle benden en uzak olacak olanlar boşboğaz olanlar, yapmacık konuşanlar ve lafı eveleyip geveleyenlerdir.” (Tirmizi, Birr ve Sıla, 71.) Ebu Hureyre’nin naklettiğine göre, Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Hoş/güzel söz sadakadır.” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 128.) Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Rasulüllah (s.a.s.) hoşuna giden bir söz işitti. Sözün sahibine de şöyle dedi: “Senin iyimser oluşunu ağzından (çıkan sözlerden) aldık.” (Ebu Davud, Tıb, 24.) VI. Konu ile ilgili bazı hikmetli sözler Abdullah b. Mesut şöyle demiştir: “Bela sözün neticesidir.” (İbn Ebi Şeybe, Musannef, V, 231.) Abdullah b. Amr şöyle demiştir: “Söz hapşırmaya benzer. Azı ilaç, çoğu hastalıktır.” (Bağavi, Şerhü’s-Sünne, IVX, 320.) Meryem oğlu İsa şöyle demiştir: “Allah’ı anmaksızın çok konuşmayın. Sonra kalpleriniz katılaşır. Katı kalp ise, Allah’tan uzaktır.” (Muvatta, Kelâm, 3.) Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Bir kişi bir söz söyler de o sözden dolayı cehennem ateşine düşeceği hatırına gelmez. Bir kimse de bir söz söyler, bu sözden dolayı Allah’ın kendisini cennete koyacağı aklına gelmez.” (Muvatta, Kelam, 2.) Ömer b. Abdülaziz şöyle der: “Sözlerini eylemlerinden saymayan kişinin hataları çok olur.” (İbn Şeybe, Musannef, VII, 175.) Ağızdan çıkan söz bil ki, yaydan fırlayan ok gibidir O ok gittiği yerden geri dönmez. Seli baştan bağlamak gerek. (Mevlana) Budur cihanda benim en beğendiğim meslek, Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek (M. Akif Ersoy) VII. Verilebilecek mesajlar Dinimizde güzel, açık, etkili sözler önemsenmiştir. Konuşulacak sözler, anlamlı ve ihtiyacı gidermeye yönelik olmalıdır. Söz, gerçeği yansıttığı ölçüde değer kazanır. İsyan, sefahat ve dalalete davet eden her türlü söz, şiir ve edebi metin muteber değildir. Söz, insanlığın kurtuluşuna vesile olabileceği gibi, yok oluşuna de neden olabilir. VIII. Yararlanabilecek diğer bazı kaynaklar Çetin, Abdurrahman; Hitabet ve İrşad: Güzel Konuşma İnsanları Etkileme Yolları, Aksa Yay. Bursa 1998. Özdemir, Emine, Güzel ve Etkili Konuşma Sanatı, Remzi Yay. İst. 1996. Karan, Cuma, Vaiz ve İmamlar İçin Cemaat ile Etkili İletişim, Gündönümü Yay. İst. ts. Muallimoğlu, Nejat, Bütün Yönleri İle Hitabet, Avcıol Yay. İst. 2005. 78 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 Kâmil Büyüker MEVLİD’E İLMÎ BAKIŞ bakiyesi topraklarda peygamber sevgisinin coşkun bir tezahüO smanlı rü olarak okunan, dinlenen mevlit asıl adıyla Vesiletü’n-Necat ilk defa MEVLİDİN ALTI YÜZ YILDIR YAPMAKTA OLDUĞU AKTARIM HZ. PEYGAMBER’İN ŞAHSINDA HUZURU, PAYLAŞMAYI, DİĞERKÂMLIĞI, VEFAYI, ESENLİĞİ VE TOPLUMSAL BARIŞI TEMİN ETMESİ BAKIMINDAN ÖNEMLİDİR. doğduğu topraklarda geniş bir katılımın gerçekleştiği sempozyumla tekrar hatırlandı ve hatırlatıldı. Yazılışın üzerinden 600 yıl gibi büyük bir zaman geçmesine rağmen Mevlid-i Şerif’i bu kadar cazibe merkezi ve okunur kılan nedir? Bu sorular ve mevlit yazarı Süleyman Çelebi Diyanet İşleri Başkanlığı, Diyanet Vakfı ve Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Yazılışının 600. Yılında Bir Kutlu Doğum Şaheseri Uluslar arası Mevlid Sempozyumu (16–17 Nisan 2009 Bursa)”nda sunulan tebliğ ve müzakerelerle etraflıca konuşuldu. Bunun neticesi olarak önemli bir eser vücuda gelmiş ve TDV yayınları arasından aynı isimle çıkmıştır. (Eylül 2010, 575 s.) Kitabın editörlüğünü Bilal Kemikli ve Osman Çetin yapmış. Süleyman Çelebi ve bir barış manzumesi olarak mevlit Şöhreti devrini aşmış, bugünlere kadar gelmiş olan Süleyman Çelebi hakkında sınırlı bilgilere sahibiz. 1351 yılında Bursa’da dünyaya gelen, 1422 yılında aynı şehirde vefat eden Süleyman Çelebi Vesiletü’n-Necat isimli bugün mevlit olarak okunan ve anılan eserini Bursa Ulu Camii’nde imamlık yaptığı yıllarda kaleme alır (1409). Rivayete göre Süleyman Çelebi, Ulu Cami’de bir vaizin Hz. Peygamber ile Hz. İsa ve Hz. Musa olmak üzere, bütün peygamberlerin eşit olduğuna dair verdiği vaaz üzerine Vesiletü’n-Necat’ı kaleme alır. Öyle ki yazılışının üzerinden altı yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen mevlit bugün okunmaya devam etmektedir. Eserin önsözünde mevlidin bu evrensel boyutuna değinilir ve şu cümlelerle bu durum ifade edilir: “Mevlid’de Hz. Peygamber’in veladetinden başlamak üzere, semavi dinlerin tarihsel ve kültürel mirasıyla buluşmanın yanında, kâinatla, feleklerle, bütün diğer âlemlerle makul bir rabıtadan söz edilir.” (s. 8.) İslam’ın barışla özdeşleşen mesajı, sadece insanlar arasında barışı değil, kendisiyle, eşyayla, kâinatla, yaratılmış olan bütün mahlûkâtla barışık olmayı öngörür. Buradan hareketle mevlidin altı yüz yıldır yapmakta olduğu aktarım Hz. Peygamber’in şahsında huzuru, paylaşmayı, diğerkâmlığı, vefayı, esenliği ve toplumsal barışı temin etmesi bakımından önemlidir. Kitabın yayıncısının ifadesiyle: “Mevlid’i barış manzumesi olarak değerlendirmek mümkündür.” Eserde yurt içi ve yurt dışından onlarca tebliğ yer alıyor. Ayrıca yine yayıncının inisiyatifiyle konunun ehemmiyetine binaen iki makale de eserde yer almış. Bu iki makale Prof. Dr. Mustafa Kara ve Prof. Uğur Derman’a ait. Mevlit etrafında toplumsal mutabakatın izleri Sempozyumun açılış konferansı “Mevlit: Bir Medeniyet Manzumesi/ Beyannamesi” başlığıyla Prof. Dr. Sadettin Ökten tarafından verilmiş ve eserde yer almış. Mevlit metnin, medeniyet birikimimize ve toplumsal barışa yaptığı önemli katkıyı şumullü bir şekilde özetleyen Ökten’in şu ifadelerinin özellikle altı çizilmesi gerekiyor: “Bu metin toplumun bütün veçhelerini ihata eden, huzur ve sürur ya da hüzün ve elem gibi SAYI: 254 • ŞUBAT 2012 DİYANET AYLIK DERGİ 79 MEVLİT ÜZERİNDE, duygusallıkları maşeri ölçekte tatmine Kelam Açısından Analizi”, Salih Çift ise “Tasavvuf Düşüncesi Açısından kavuşturan bir özelliğe sahiptir. Diğer ASIRLAR BOYUNCA Süleyman Çelebi ve Mevlid’i” tebliğlebir deyişle mevlit üzerinde, asırlar YAŞANAN MAŞERİ rini görmek mümkün. boyunca yaşanan maşeri tecrübelerTECRÜBELERDEN den süzülerek gelen toplumsal bir Mevlidin manası, maksadı SÜZÜLEREK GELEN mutabakat teessüs etmiştir. Buradan TOPLUMSAL BİR Esasen mevlidin yazılış maksadını tespit hareketle üzerinde maşeri bir mutaMUTABAKAT TEESSÜS için içeriğine bakmak lazım. Bunu Salih bakat teessüs eden bu eserin topluKaracabey tebliğinde hadislerle konuyu ETMİŞTİR. mun zihninde ve gönlünde yer alan izah ederken dile getirmiş: “Vesiletü’nmedeniyet telakkisinin bir temsilcisi, Necat’ın manzum siyer-i nebi kabul edisözcüsü veya ifadesi olduğu söylenebilir. Kısaca, lebilecek bir eser olduğu dikkate alınırsa içeriği ve böyle bakıldığında mevlit bir medeniyet beyannakaynakları hakkında belli bir kanaat kendiliğinden mesidir.” (s. 32.) oluşur. (…) Süleyman Çelebi eserin yazış maksadıMevlidin maşeri bir mutabakat olduğu düşüncesinin na uygun olarak Hz. Peygamber’in konumuna; en önemli yansımalarını medeniyetimizin izlerini “Sensin ol sultan-ı cümle enbiya taşıyan topraklarda görmemiz mümkün. Öyle ki Nûr-i çeşm-i evliyâ vü asfiya” sevincinde, tasasında, hüznünde ortak bir paybeyti ile işaret ederken Hz. Peygamber’in “Ben laşıma dönüşen merasimlerde mevlit, sadece bir peygamberlerin reisiyim bunda övünmek yok. Ben icradan öte, peygamber sevgisinden dolayı gözleri nebilerin sonuncusuyum bunda övünmek yok. İlk yaşartan, gönülleri titreten bir vazifeyi icra eder şefaat edecek olan ve şefaati kabul edilen benim pozisyona bürünmüştür. Bunun emarelerini kitapta bunda övünmek yok.” (Darimi, Mukaddime, 8, I, 40; Taberani, Kerkük, Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Bosna ve el-Mucemü’l-Evsat, I, 61; Beyhakî, el-İtikad, Beyrut 1401.) hadisini; Tataristan’da mevlit okuma geleneklerinin değerlendirildiği tebliğlerde görmek mümkün. Sofya’dan “Ey Risalet tahtının sen hatemi bir tebliğle katılan Başmüftü Yardımcısı Vedat S. Ey Nübüvvet mührünün sen hadimi” Ahmed tebliğinde Bulgaristan’da okunan mevlitbeytinde de “Benimle benden önceki peygamberlelerin sosyal etkisini şu şekilde açıklar: “Bulgaristan rin örneği bir bina yapan, onu süsleyip güzelleştiren Müslümanları açısından mevlidin belki de en önemama bir köşesinden bir kerpiç yeri eksik bırakan li tarafı, toplumu birleştiren, kenetlendiren özelliğikimseye benzer. İnsanlar o evi gezerler ve çok dir. Bu özellik, azınlık durumunda olan Bulgaristan beğenirler ama şu kerpiç de konulmaz mıydı derler. Müslümanlarının varlık ve kimliklerini muhafaza İşte ben o kerpicim. Ben peygamberlerin sonunetmeleri açısından son derece önemlidir. Katılıma cusuyum.” hadisini düşünmüş olabilir.” (s. 285-286.) göre mevlitler ya bir mahallenin ya bir köyün, ya da bir bölgenin Müslümanlarının bir araya gelme vesilesidir. Bu vesile ile insanlar, birbirleriyle tanışmakta, kaynaşmakta ve dertleşmektedirler. Mevlitler, komşuluk ve akrabalık duygularını perçinlemektedirler. Yapılan bir sosyolojik araştırmaya göre, var olan bütün yasaklama ve zorluklara rağmen, 1978 yılında Kırcali bölgesindeki ailelerin % 55’i yakınlarının vefatı üzerine mevlit yapmaktadırlar. Büyük bir ihtimalle bu oran daha büyüktür, çünkü bu araştırmalar esnasında insanlar genelde gerçek durumu gizleme ihtiyacı duymaktadırlar.” (s. 444.) Mevlidin tarihi ve sosyal bir fonksiyon ifa etmesinin yanı sıra mevlidin içeriği, okunması vs. tartışma konuları olmuştur. Bu hususla alakalı olarak eserde Ayşe Hümeyra Aslantürk “Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin Kur’anî Kaynakları”, Salih Karacabey “Vesiletü’n-Necat’ın Hadis İlmi Açısından Analizi”, Ahmet Saim Klavuz “Mevlid’in Akaid ve 80 DİYANET AYLIK DERGİ ŞUBAT 2012 • SAYI: 254 (Buhari, Menakıb, 16, III, 1300; Müslim, Fezail, IV, 1791.) Yine mevlit icralarıyla alakalı olarak, işin musiki yanını ihtiva eden bildiriler de ayrı bir önemi haiz. Yrd. Doç. Dr. Emin Işık hocanın müzakere metninde anlattığı küçük anekdot aslında icrada çok ince ayrıntılar olduğunu da gösteriyor. “Rahmetli Hafız Esat Gerede, Sultanahmet Camiinde Miraç Bahrini okurken “Ref olup ol şaha yetmiiiiş bin hicap” deyip “yetmiş” kelimesinin son hecesini “miiiiş” diye uzatınca, kürsünün dibinde mevlit dinleyen Filozof Rıza Tevfik, kendini tutamayıp “Yüz kırk oldu hafız, yüz kırk!” diye seslenmiş.” (s. 543.) Kitabın ekinde bir cd ilavesi mevcut. Prizren’de halen okunan besteli bir mevlidin yeniden okunduğu kayıtlar, 2005 yılında Ömer Tuğrul İnançer tarafından ilk defa bölgede kayıt altına alınmış ve Neyzen Hakan Alvan tarafından notaya aktarılmış. (2007)