Mustafa Armagan - Islam Ve Bilim Tartışmaları www.CepSitesi.Net İkinci Baskıya Önsöz 1980lerin ortalarından itibaren bilim tarihi ve bilim felsefesi disiplinlerine özel bir ilgi duymaya başlamıştım. Madem bilim modernliğin tartışılmaz kutbuydu, o zaman bilimin anlaşılması, modernliğin de şifresini sunacaktı bize. Bir başka modernlik veya bir Batıdışı modernleşme yolu olduğuna inanan ve bunu İslamla birlikte modernleşme olarak ortaya koyan bir neslin mensubu olarak Batı medeniyetinin özünün bilimde yattığına ve aynı zamanda bilim üzerinde tartışmanın, bu medeniyetin özünü tartışmak anlamına geldiğine inanıyordum. İçerisine girip de mesafe kat etmeye başladıkça bilim felsefesi tartışmaları, bize önceden kapalı ve yanına yaklaşılmaz gözüken bir çok kapının aslında ardına kadar açık olduğunu gösterecekti. Bilim, tartışılmazdı dışarıdakilere göre; onun adı anıldı mı, saygı nidalarıyla karşılanması vacipti. Herhangi bir iddiayı bilimsel kılığa büründürerek sundunuz muydu, akan sular dururdu tabir caizse. Ne var ki, koca koca bilim tarihçileri ve filozofları, hele Pierre Duhem, Steven Shapin, Paul Feyerabend, Thomas Kuhn, Kari Popper, Stillman Drake, Alexandre Koyre gibi isimlerin kitaplarını inceledikçe bizim Türkiyede bilime yönelik yanlış anlama ve itirazlarımızın ne kadar zavallı ve kısık sesli kaldığını görebiliyordum. Biz bilim hakkında konuşuyorduk, onlar ise bilimi tartışıyordu. Bizim görüşlerimiz sahnenin dışından, ne yalan söyleyelim, biraz acemice kaçarken, onların yaklaşımları sahnenin içinden üretilmişti. Bu yüzden de bizimkinden çok daha kendine güvenen bir sese sahipti. Öyleyse onları okumanın, modernlik eleştirisinde boğayı boynuzlarından yakalama fırsatı vereceğini kim inkar edebilirdi? Bilim neydi? Sonuçta ilahi bir yanı olmadığına göre pekala tartışılabilirdi. Anlamı, kavramları, yöntemleri, prosedürleri, sonuçları... kısacası bütün yönleriyle eleştiriye konu olabilecek bir beşeri etkinlikti ve bilim felsefesi tarihi, bu kesin zannedilen kalenin içten ve alttan ne kadar oyulmuş olduğunu ve görkemli iktidarının hangi hassas dengeler üzerinde durduğunu ayan beyan gösteriyordu. Bilim eleştirilebilirdi. Tamam ama bu eleştiriyi yapanlar sonuçta aynı medeniyet kuşağının ürünleri değil miydi? Aynı adamlar bir yandan Batının en sağlam kalesi olan bilimin duvarlarında gedikler açmaya çalışırken, öbür yandan da bu kalenin nasıl kurtarılacağını ve yeniden nasıl sağlam hale getirilebileceğini bir amaç olarak koymamışlar mıydı önlerine? Pozitivizme o kadar kıyıcı eleştiriler yönelten Popper ve Kuhn bile sonuçta Batı zihniyetinin Yunanperestliğini olmasa bile Yunanperverliğini paylaşmakta herhangi bir sakınca görmüyorlardı. O zaman bu eleştirilere katılsak bile Biz nerede duruyorduk? Bu tarihçi veya filozofların iyi birer öğrencisi olabilirdik. Ancak bizim farkımız neredeydi? Daha doğrusu, farkımız nerede olmalıydı? işte bu tartışmalara giriştiğimiz günlerde Seyyid Hüseyin Nasrın Islamic Science adlı insanı görselliğiyle de büyüleyen devasa kitabıyla tanıştım ve doğrusunu söylemek gerekirse etkilendim, iranlı düşünür, Müslümanlara has güçlü bir bilimin, hatta bilim geleneği ve felsefesinin var olduğunu tarihten getirdiği kanıtlarla gösteriyor ve bugün de islam aleminin bu renkli geleneğe dönerek, ondan beslenerek kendi kimliğini yeniden bulabileceğini ve böylece geri kaldığı bilim yarışında avantajlı bir konum elde edebileceğini söylüyordu. Temel problemimiz, kim olduğumuzu ve nasıl bir gelenek üzerinde durduğumuzu unutmamızdı. Öyleyse hatırla onu! Böylece bilim eleştirisiyle başlayan modernlik eleştirisi, bu kez mihverini değiştiriyor ve bir medeniyet tartışmasına bürünüyordu. islam medeniyeti ölmemiş, ancak geleneğini unutmuş, hatta inkar etmişti. Nasrın Türkiyede bu denli yaygın olarak okunmasının altında, sert kesintilerle unutulmuş olan geleneğin önündeki zihinsel engellerimizi kaldıran söyleminin etkisi yattığını düşünüyorum. Böylece bu iki çapraz etki, 1990lara doğru bilimin Müslümanlara has bir eleştiri ve yön kazanması gibi ilginç bir sonuç doğurmuş oldu. Hem kendimiz olarak kalabilme, hem de modernleşme şeklinde özetlenebilecek bir hamlenin sonucu olarak Batı biliminin karşısına islam bilimini çıkarma ve islam aleminin, bu arada da Türkiyenin bilimsel sorunlarına çözüm bulma çabası ön plana çıkıyordu. Bir Islami fizik, bir Islami kimya, bir Islami biyoloji mümkün müydü? Hatta bir Islami sosyoloji, bir Islami antropoloji, bir Islami psikoloji geliştirme çabamız sonuç verecek miydi? Bütün bunların üstünde modern dünyada Müslümanlara has bir çıkış yaparak modernliğin çekirdeğinde duran bilime Islami bir form kazandırılabilir miydi? Aslında bugün, yani 17 yıl sonra sorunun çok daha derinlerde yattığını, çabalarımızın yükselen ya da yükselmek isteyen bir dalganın endişe ve çırpınışları olduğunu daha rahat görebiliyorum. Hayatı ve aklı yeniden okuma ve ona kendi rengini verme şeklinde özetlenebilecek bu endişenin bilim üzerine yansımasıydı yaptığımız tartışma. Ve belki de bu yönüyle 20. yüzyılın ikinci yarısında iflas etmiş olan, bilimi hususi (partiküler) bir bağlamla ilişkilendirme çabası benim neslimde bu tür arayışlarla sesleniyordu dışarıya. Dişiyle tırnağıyla yükselmek isteyen taşra kökenli bir aydın grubu, siyasetin olduğu gibi tarih ve modernliğin gövdesini de tersine tarayarak yırtıyor ve yeniden yapmaya kalkıyordu. Aydın camianın bilimin evrensel olduğunu diline pelesenk ettiği bir zaman diliminde bilimin gerçekte Islami olduğunda evrensel olacağı iddiasında bulunmak, bu yırtma eyleminin bir parçasıydı gerçekte. Ancak bakın neler oldu? Bugün islam ve bilim ilişkisine daha uzlaşmacı bakış açıları geliştirmiş olsak bile, en azından o yıllarda düşlenemeyecek düzeyde bir partikülarizm doğdu Türkiyede. Eskiden Batı bilimi ve uygarlığının evrenselliğine ve mutlaklığına inanan kesimlerin zihniyetlerinde tersine bir hareket doğdu ve söylemlerinde Doğu, islam, Tarih vurgusu giderek artış gösterdi. Hızla partikülerizme yöneldiler. Buna mukabil, eskiden partikülerizme eğilimli kesimler (şu taşralı aydınlar da içinde olmak üzere), vaktiyle Islamın özgüllüğü ve evrenselliği üzerinde yapılan kuvvetli vurguların etkisiyle modernliğin evrensel trendlerine başkalarından daha kolay uyum sağlayabildiler. Çünkü Türkiyede aydın denilen kesimin evrenselliği, Cumhuriyetin ürettiği sahte ve gerçekte dar bir evrensellikti. Daha doğrusu, bir dürbün evrenselliğiydi. Dürbünün merceğinin gösterdiği kadarıyla muasır medeniyeti görüyor ve o dürbünle seyreden anlayışın ne kadar yerel ve taşralı kaldığını anlayamıyorlardı Bu dar muasır medeniyet anlayışının gerçekte bizatihi Batı uygarlığıyla herhangi alakası bulunmadığını ve evrenselleştirici soluğu bulunmayan bu partiküler bakışın, sonunda bir dışa açılışı değil, bir içe kapanışı tetikleyeceğini vaktiyle Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Birinci Türk Tarih Kongresinde dile getirdiği zaman anında üniversiteden ilişiği kesilmiş ve soluğu yurt dışında (Viyanada) almak zorunda kalmıştı. Dışa açılır gibi görünüp de tam tersine içe kapanan bu garip Batıcı anlayışın Türkiyeyi içine soktuğu kısır döngü, en somut örneğini musiki alanında veren büyük bir karmaşa doğurmaktan öteye gidemedi. Asırlardır devam eden Türk musikisini alaturka ilan ederek radyolardan yasaklayan zihniyet, gerçekte niteliği yasakladığının ve evrensel olmanın yollarını tıkadığının farkına varamıyordu. Tabii sözde müzik devrimi, tam bir hüsranla sonuçlandığında kimse şaşırmadı bu yüzden. Ancak Kemalizm ve resmi ideoloji, başlangıçta Batılı/Batıcı bir kalıpta kendisini meşru zeminlere doğru sürüklerken, zamanla başlangıçta Osmanlıdan devraldığı emperyal zenginliğini de yitirdi ve giderek içine kapandı. Bugün bu içine kapanma sürecinin aşağıya inen basamaklarını sayıyoruz. Öte yandan gerçekte Türkiyenin evrenselleşmesine en büyük katkıyı yapacak olan damar, yani Islami oluşum, birikimiyle temas kurduğu ölçüde zenginleşti ve gelişti. Bu süreçte dışa açılmak isteyenler, beklenenin aksine, onlar oldu ve yakınlarda Avrupa Birliği ile ilişkileri savunmak da liberallerle onlara düştü. AKP iktidarının AB ile ilişkilerini sadece denize düşen yılana sarılır esprisiyle geçiştirmek yerinde olmasa gerek. Bu tutum, taban tarafından da büyük ölçüde paylaşılan bir dışa açılış sürecinin bir parçası olarak görülmeli. Nitekim Haziran 2007de istanbulda düzenlenen ve Afrikadan Avustralyaya kadar 100 küsur ülkeden gelen yabancı öğrencilerin katıldığı Türkçe Olimpiyatları da taşranın bu dışa açılma hedefinin vardığı yeni boyutu göz önüne sermekteydi. Yanılmıyorsam Isaac Julienin bir filminde (Looking for Langstori) gölgelerin açlığından söz edilmişti. 1980lerin Türkiyesinde sahibini yemeğe duran aç gölgelerin görünür hale gelme sürecidir 2000lerde yaşadıklarımız. Yeni gölgeler ile eski gölgelerin mücadelesidir bir bakıma... Velhasıl, 1980lerin sonundan 2010a doğru giderken Türkiyede mevziler hızla el değiştiriyor ve dışa yöneliş ile içe kapanış süreçleri ters akıntılar şeklinde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla ilk baskısı 1990 yılında yapılan İslam Bilimi Tartışmaları, 17 yıl sonra yeniden yayınlanırken Türkiyeninkine benzer bir işlemden geçerek İslam ve Bilim Tartışmaları adını alıyor. Evrenselliğin Islamda mündemiç bulunduğu anlayışı, aslında evrensel olanın Islami olduğu gibi farklı bir bağlama bürünüyor. Birkaç söz de kitap üzerine. İslam ve Bilim Tartışmalarının bu basımında metinler genel olarak gözden geçirildi, bazı tashih hataları düzeltildi ve metinlerin okunmasını kolaylaştırmak için bazı ara bölüm başlıkları perde sayfalar halinde eklendi. Metne herhangi bir yazı eklenmedi veya çıkarılmadı. Zaman içinde elimde biriken yeni makaleleri, kitabın hacmini şişirmemek için ileride yapacağım bir çalışmaya saklamayı yeğledim. Tek değişen şey, birkaç yazının yeri ile eklenen indeks oldu. Tabii bir de okuduğunuz Önsöz. Mustafa Armağan Derleme kitapların ticari ve fikri bir cazibesi olduğu sanırım pek söylenemez. Nedense okur dediğimiz ilginç kitle, tek yazarlı bir kitabı, içindeki konular ayrı tellerden çalsa dahi çok yazarlı bir kitaba tercih etme eğilimindedir. Oysa Batı kütüphanesinde bu tür belli konulara hasredilmiş ortak yazarlı çalışmalar epeyce hacimli bir yekûn tutmaktadır. İngilizce akademik neşriyata bakılınca hemen her alanda ya da konuda bir ya da birkaç editörün gayretiyle hazırlanmış edisyonlara bolca rastlamak mümkün. Oralardaki okuyucu da bu tür çok başlı kitapları özellikle tercih ediyor kanaatindeyim. Nedeni de gayet basit bence: Madem demokratik ve çok sesli bir ortamda yaşanıyor, o halde neden hep tek bir yazarın solo yaptığı kitapları okumakta ısrarcı olunsun ki? Koro halinde söylenen fakat her katkıda bulunanın kendine mahsus bakışı ve edasıyla renklenen bir kitabı, daha doğrusu dergimsi bir metinler dizisini okumak, çeşitli görüşlere, muhalif bile olsa, hoşgörüyle bakabilmek diye tanımlayabileceğimiz çoğulcu demokratik hayatın bir alameti sayılmalı değil midir? Ülkemizde de 12 Eylül 1980den sonra giderek daha fazla sayıda derleme kitapların ya da kitap cesametinde dergilerin seçki veya ortak kitaplar şeklinde belli bir okuyucu ilgisine mazhar olduğunu müşahede ettik. Mesela YAZKO tarafından 1984de yayınla15 nan ortak kitap serisini buna örnek olarak verebiliriz.1 Bu da ister islamcı veya milliyetçi, isterse liberal ya da sosyalist olsun, tüm kesimlerde farklı sesler duymaya, başkasına da kulak vermeye yönelik belli bir eğilimin başladığının bir işareti sayılmalıdır. İslam ve Bilim Tartışmalarını yayına hazırlama amacım, yukarıda sıraladığım nedenlerle aydınlarımızın gündeminde sınırlı oranda yer tutabilmiş bir konuyu, olabildiğince çeşitli açılardan işleyen düşünürlerin yazılarından bazı kesitleri Türkiyeli okura sunabilmekti. 1960lı yıllardan itibaren özellikle İngilizce üzerinden yürütülen İslam Bilimi (Islamic Science) tartışmaları, şimdiden epeyce kabarık bir literatür oluşturmuş durumdadır. Hatta bu konuda MAAŞ Journal of Islamic Science adlı yılda 2 sayısı çıkan bir dergi de yayınlanmaktadır. Seyyid Hüseyin Nasr, Seyyid Nakib elAttas, Ziyaüddin Serdar, Perviz Manzur, Münevver Ahmed Enis, ismail R. Faruki, Riyaz Kirmani, Zeki Kirmani, Osman Bakar, Glyn Ford ve elinizdeki kitapta adları geçen ve geçmeyen daha birçok bilim adamı ve araştırmacı, İslam bilimi tezi üzerinde çalışmakta ve onun sınırlarını, anlamını, felsefesini, metodolojisini, tarihi mirasını ve gelecekte alacağı formu tartışmaktadır, islam Biliminin mümkün olup olmadığı üzerinde bir kutuplaşma bile doğmuştur. Sanırım bu tartışmanın başlangıçtaki yumuşaklığını kaybederek sertleşmeye ve inatlaşmaya dönüştüğünü de kaydetmemiz gerekecek. Zira Osman Bakar, gelenekselci perspektiften sertleşme eğilimini sergilerken, bu defa karşı kutuptan gelen bir saldırıyı da davet etmiş görünmektedir2. Nitekim Prof. Abdüs Selamın tale belerinden Pervez Hoodbhoy, islam and Science adlı kitabında başta Nasr olmak üzere gelenekselci ekolün bilimi tanımadan bilim hakkında ahkam kestiğini söylerken yer yer haklı noktalara da parmak basmaktadır.3 işte elinizdeki kitap, 1990lara doğru kabarmaya başlayan islam ve bilim konulu tartışmadan Türkiyeli okuyucuyu haberdar etmeyi amaçlıyor. Her ne kadar bu alanda daha önce tek tük bazı çeviri ve telif çalışmalar çıkmış ve belli bir miktar da ilgi görmüşse de, bütün tartışmaları kucaklayıp derli toplu bir şekilde sunmak ilk kez İslam ve Bilim Tartışmalarına nasip olmaktadır. Bu kitapla islam dünyasının geleceği için hayati bir seçenek olduğu iddia edilen İslam bilimi kavramını gündeme getirmek, kimi zihinlerde İslam ve bilimin uzlaşmasının mümkün olmadığı yolundaki kemikleşmiş tasavvurları çürütmek ve ardından bilimin mevcut bunalımını aşmanın yollarından biri olarak islam biliminin geleceğimize açacağı ufukları göz önüne sermek niyetindeyiz. İslam biliminin islam ve Batı dünyalarının içinde bulundukları bunalımdan çıkmalarına yardım edecek etkinlikte bir kavram olduğuna inanmamakla birlikte belki, dünyanın mevcut gidişatından sorumlu olan Batı biliminin çıkmazlarını gösterip bir nevi panzehir ödevi görebilir; öte yandan islam dünyası için de bir kurtuluş umudu, kapatıldığı Eflatunun mağarasından çıkması için bir imkan veya Yunan mitolojisinde geçen Ariadneın ipi gibi yol gösterici bir rol oynayabilir.4 İslam ve Bilim Tartışmaları kitabının, en azından Türkiyeli okuyucuya bu tartışmaların ne kadarının kendisi için bir anlam taşıdığını ve onu tefekkür çerçevesinde hangi zemine oturtması gerektiğini gösterebilir. Ve eğer bunu kısmen de olsa başarabilirse, bir iş görmüş sayılacaktır. Bilimin, özellikle de pozitivist bilimin kültürel arenaya hakim olduğu günümüzde elinizdeki kitaPervez Hoodbhoy, İslam and Science: Religious Orihodoxy and the Battle jor Rationality, London and New York: Kitapları. İkinci baskıya yazdığım Önsözdeki açıklamalara bakınız. bin bilimin gerçek anlamına eğilme noktasında bir basamak oluşturacağına inanıyorum. Kitaptaki makaleleri seçerken bazı ölçütlere dayandım doğal olarak. Mesela yaklaşık olarak aynı konularda yazılmış mükerrer sayılabilecek makalelerden sarfı nazar etmek zorunda kaldım. Aynı şekilde kitap içinde birden fazla yerde geçen benzer konuları, bazı makalelerin içerisinden ayıklamak zarureti hasıl oldu. Böylece bu kitapta toplanan yazıların olabildiğince fazlalıklarından arınmış olmasına, kısacası bir kitap bütünlüğü içerisinde okunabilmesine gayret ettim. Kitapta iki makale dışındaki çeviriler tarafımdan yapılmıştır. Ziyaüddin Serdarın Bilginin Islamileştirilmesi mi? İslamın Batılılaştırılması mı? başlıklı makalesini çeviren değerli kardeşim Mahmud Erol Kılıça ve Glyn Fordun İslam biliminin yeniden doğuşu adlı yazısını çeviren aziz dostum Erol Gökaya çevirilerini yayınlamama izin verdikleri için minnettarım. Ayrıca bu dosyanın gerek hazırlanması, gerekse basılması için beni yüreklendiren kadim dostlarım; omuzdaşım İlhan Kutluer ile bazı kaynaklara sayesinde ulaştığım Ahmet Kota şükran borçluyum. Umarım bu derlemeyle Ernest Renandan beri, yaklaşık 150 yıldır tartışmakta olduğumuz İslam ve bilim meselesine yeni bir katkı sağlayabilmişimdir. Mustafa Armağan Nisan 1990, İstanbul Giriş Bir ikilemin uçları İçinde yaşadığımız dönemde İslam ümmeti tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır diyor ve şöyle devam ediyordu şakaklarına ak düşmüş Filistinli profesör: Biz korkunç bir ikilemin boynuzlarına yakalanmış durumdayız. Ya bilimi alacak ve dinimizi ondan apayrı, öznel ve şahsi bir alana kapatacağız, ya da dinimizi düşünce ve hayatımızın temeli kılarak şerefyab olacak, buna karşılık bilim alanındaki zaafımızı ve onun sağlayacağı güçten yoksun kalmayı sürdüreceğiz. Bu, bence yanlış vaz edilmiş bir ikilemdir... Öyleyse yaşamakta olduğumuz ikilem doğru bir biçimde nasıl vaz edilebilir? İkilemi, yukarıdaki sözlerin sahibi İsmail Farukinin özetlediği şekilde ortaya koyunca, onun solunda ya da sağında yer almanın veya bu ikilemin vaz ediliş tarzını şu ya da bu yönden eleştirmenin, temeldeki bir ayrımı zımnen benimsemek anlamına geleceği açıktır. (Mantıkta geçen Altın dağ yoktur önermesinde zımnen bir altın dağın kabul edilişinde olduğu gibi.) Dikkat edilirse yukarıdaki pasajda öne çıkan nokta, bilime biraz fazla göz kırpmanın doğal sonucu olan bir tür saf laiklik ile saf anlamda bir dindarlık (pietizm) tutumu arasında yapılmış olan keskin ve su geçirmez ayrımdır: Bir yandan saf seküler bir anlayış, diğer yandaysa mutlak bir dindarlık mevcut olmalıdır bu ayrıma göre. Oysa böyle bir ayrımın modernitenin propagandistleri tarafından yasalaştırıldığını giderek daha iyi anlıyoruz. Tabii ayrım bir kez böylesine bir çarpıklıkla konuldu mu, görevin bu ayrımın ya da çatlağın nasıl ve neresinden doldurulabileceği ya da tamir edilebileceği noktasında yoğunlaşmasından daha tabii bir şey olamazdı. Oysa asıl sorun şudur: Birinden vazgeçmeden diğeri iyi yanlarıyla nasıl muhafaza edilebilir? Yani her iki yanı kaynaştırmanın uygun bir yolu yordamı yok mudur? Bunlar birbirinden, Nietzschein dediği gibi, iki ayrı gezegen kadar uzak ve farklı şeyler midir, yoksa temelde bir yerlerde, asılda buluşmuş durumda mıdırlar? Faruki bu ikileme düşmemek ve onları tarih boyunca Ehli Sünnet ulemasının yaptığı gibi yumuşakça telif etmek istedi. İki uçtan birine tutunmak yanlıştı ona göre: Çünkü islam dünyası, modern etkilerin girmesinden beri bu ikilemden çok çekmişti ve hala da çekmeye devam etmekteydi; o, bilgi şemamızın, inisiyatif bizde olduktan sonra düşmanın silahlarıyla donatılabileceğini öne sürdü. İslam dünyasında modern okullar ile dini okullar birbirinden kopuk eğitim yapmakta, bunun sonucunda da ya ateist bilim adamları ya da dindar cahiller ortalığı kaplamaktaydı. Aslında sorun şuydu: Bu iki eğitim sistemi arasında bir köprü nasıl kurulabilirdi? Dr. Farukinin tercihi, lslamileştirme (Islamization) amacıyla hem dini, hem de bilimsel bilgilerin bir araya getirildiği bir bilginin Islamileştirilmesi (Islamization of knowledge) programı idi Faruki bir sonraki nesilden düşünürler (Ziyaüddin Serdar, Münevver Enis, Perviz Manzur ve en son Pervez Hoodbhoy) tarafından çeşitli açılardan eleştirildi ve programının yanlış ama aynı zamanda yanıltıcı olduğu vurgulandı. Bu eleştirilere büyük ölçüde katılmakla birlikte şunu vurgulamalıyız ki, bilginin islamileştirilmesi programı yanlış değildir; fakat paradoksal bir biçimde doğru da değildir. O, sadece uygun (just) ya da yararlı bir programdır.5 İzninizle şimdi bu çetrefilli konuyu biraz açmaya çalışayım. YapısalcıMarksist ekolün önde gelen adlarından Louis Althusser, bilim adamlarına hitaben verdiği bir konferansta konumuz açısından hayati bir belirlemede bulunuyordu. Althussere göre, doğru iyrai), matematik ve fizik gibi nesnesi olan bilimlerdeki kanıtlamalar için geçerlidir ve teoriyle bir ilişkiyi dile getirir. Yani bir teori şu şu şartlarda sınanıp kanıtlandığında doğru olarak nitelenir. Bu doğru geçici olabilir; fakat teorik bir esasa, teori ile gerçek arasındaki ilişkiye dayandığı ve bilgi ile ilişkili olduğu için doğru diye adlandırılıır. Oysa uygun (just) kavramı, pratikle bir ilişkiyi içerir: Örneğin günlük hayatta uygun bir karar, uygun bir görüş, uygun bir pozisyon vs. deriz. Althussere göre pratik ilişki, pratik sonuçlar doğurur ve bu ilişki de çatışma ve çelişkilerin hüküm sürdüğü bir alandaki güç ilişkisi demektir. Doğru (doğruluk ilişkisi), bir teori ile fiziksel bir karşılık, bilgi ile nesnesi arasındaki ilişkiden doğar (bu ilişkinin sonuçları doğru ya da yanlış diye nitelenir). Uygun (uygunluk ilişkisi) ise pratikle, pratik şartlar çerçevesinde mevcut konjoktürün içinden onu değiştirmeye çalışmanın sonucunda ortaya çıkar ve uygun ya da uygun değil şeklinde nitelenir. Özetlersek, doğru, bilgiyle nesnesi açısından, dolayısıyla dışarıdan ilgiliyken, uygun, öznesi açısından ilgilidir. Buraya kadarki açıklamaların konumuzla ilgisine gelince. Faruki, baştaki sorunu bizi şaşılaştıracak bir şekilde ortaya koymuştu: Günümüzde Müslümanın hayatına ya saf bir dindarlık ya da tam bir sekülarizm (laiklik) hakim olmakta ve ikisi arasında bir tercihe zorlamaktadır onu. Faruki, temelde islam ümmetinin bir üyesi sıfatıyla konuşmakta ve ümmetin probleminin, içinde bulunduğu bunalımdan çıkış yolunu bulmak suretiyle kurtuluş formunda tezahür ettiğini ısrarla belirtmektedir. Dolayısıyla Farukinin programı, pratik niteliktedir ve selefleri olan modernist islamcıların (örneğin Muhammed Abduhun) yaptığı gibi, mevcut durumdan bir çıkış yolu arama çabasını yansıtır. Yani Farukinin çabası, pratiğin içinde kalarak mevcut bunalımı aşma çabasıdır. Dolayısıyla da uygun bir çabadır. Nitekim kendisi bilimsel veya felsefi bir tez (ki bu, teori demektir) geliştirmek yerine, bir kurtuluş ilahiyatı, pratik kaygılarla kurulmuş bir program oluşturmaya soyunmuştur. Oysa Farukiyi eleştiren yazarlar (ki elinizdeki kitabın hatırı sayılır bir bölümünü onların görüşleri işgal etmektedir), daha dışarıdan bir perspektif getiriyorlar soruna. Konuya pratik kaygılarla yaklaşmıyorlar. Amaçları, din ile bilim arasında felsefi (teorik) bir sınır çizme gayreti, yani geç kalmış bir tür Kantçılık şeklinde özetlenebilir. Onlar islamın teorik çerçevesinin çağın nesnesine uyup uymadığına değil, sözkonusu çerçevenin çağdaş sorunlara uygulanmasının doğru olup olmadığına bakmaya çalışıyorlar.7 Bilgi içinde bir dünyaya doğru Din ile bilim arasında sınır çizme çabası, ilk dini/felsefi faaliyetlere, özellikle Yunan düşüncesi ve sonrasına dek izlenebilir. Klasik çağ Müslümanlarının da benzeri bir sorunla karşılaşmış ol duklarını görmekteyiz. Yunan bilimi ve felsefesinin mirası karşısında Müslümanlar, bilime belli bir yorum getirip onu din (eddin) kapsamındaki yeni bilgi hiyerarşisine yerleştirmeye çalışmışlardı. Bu çaba en açık ifadesini akli ilimlernakli ilimler ayrımında bulmaktaydı. Nakli ilimler (elulûmunnakliyye) İslam vahyinin ışığında geliştirilmiş geleneksel ilimler iken, akli ilimler (elulûmulakliyye) dinin kaynaklarından türetilmeyen lakin genel olarak prensiplerini oradan devşiren ama gözlem, tefekkür, deney, araştırma vb. tekniklerle elde edilen bilgileri bünyesinde barındırırdı. Böylece geleneksel ulema, bilgi sorununa anlamlı ve işlevsel bir tasnif getirmiş ve bu tasnif ışığında bilim ile dinin teorik sınırlarını belirlemeye çalışmıştı Bu daha çok yatay, yani alana göre yapılmış bir tasnifti. Müslümanlar bir de dikey, yani hiyerarşik bir bilgi tasnifi yapmışlardır. Alt düzeyden somut bilgilerle başlayan bu hiyerarşinin basamakları, daha soyut ve kapsamlı ama edinilmesi aynı zamanda kişinin varlığını dönüştürmesine bağlı olan metafizik bilgiye doğru yükselmekteydi. Bilgi varlıktır (vücûd) diyordu. Molla Sadra.8 Çünkü gerçek bilgi, metodik çabalarla elde edilen, adeta zihni zorlayarak, kamçılayarak tutsak alınan türden bir şey değildir. Gerçek anlamda bilgi (ki bu düzeyde hikmetle eşanlamlıdır) bilgi konusu ile bilgiye sahip olan kişinin birleşmesini, onunla yekvücud olmasını gerekli kılar. Bu birlik, zannedildiği gibi öznenin bilgi konusuna abanmasıyla elde edilemez. İncilde geçtiği üzere, ancak zorlanmadığı zaman, bilinç engeli, zihin denilen dışa dönük yeti aşıldığında gerçekleşir. İnsanın bu gerçek bilgiye ulaşmak için yapacağı tek şey, kabını boşaltması, yani nefsini arındırmasıdır. Tasavvuftaki şarap ve kadeh sembolleri bunu anlatır aslında. Nefs çeşitli riyazet teknikleriyle, zikirle, dünyevi meşguliyetlerden (masiva) arındırılıp zihin engeli bertaraf edildiğinde, yani bilinç bir tür zaafa uğradığında bu bilgi, açılan rahnelerden insanın içine nüfuz edecektir. Bu, kendiliğinden akan bir bilgi olacaktır işte geleneksel öğretilerde telkin edilen ve gaye olarak kabul edilen bilgi, bu metafiziksel bilgidir. Diğer sıradan bilme biçimlerinden, örneğin dar anlamda bilimden onu üstün kılan taraf da, bilginin bilenin varlığına mal olması, onun varlığına katılması, yani bilginin bir varlık olmasıdır. Geleneksel bilgi hiyerarşisi kendi içerisinde tutarlıydı ve onu var eden bünye korunduğu sürece de bu tutarlılık işlemeye devam etti. Ancak modernizmin dalgaları darulİslamın kıyılarını dövmeye başladığı tarihlerde, genellikle askeri ve teknolojik galebeyle Müslüman toplumları zihnen ve maddeten sömürgeleştiren Batılı başarının arkasındaki güç farkedilmeye başlandı: Bilim. Bu, bilinen bilgi kalıplarının dışında bir durumdu. Zira bilim (elilm) terimi Müslüman toplumlardaki geleneksel anlamından farklı olarak akli ilimlere inhisar ettiriliyor, üstelik bilimde metafizik bir temel bulunmamasından dolayı da geleneksel bilgi hiyerarşisi (meratibululûm) tahrip edilmiş oluyordu. Modern felsefe, Ernest Gellnerin veciz ifadesiyle söylersek, bilgi içinde bir dünya yaratmıştır.9 Bilgi hayatın bütün alanlarına egemen olmuş ve ahlaki, toplumsal ve dini değerler bilimin ürettiği bilgilere tabi olmak zorunda bırakılmışlardır. Bir anlamda bilgi dünyası diğer tüm değerleri ezmiş veya yutmuş, onları adeta kendi seküler bünyesi içinde mass etmiştir. Oysa geleneksel toplumlarda bilgi, ne kadar önem verilirse verilsin ontic bir karakteri haizdi. Yani geleneksel (modernliköncesi) felsefelerde ana eğilim epistemolojiden çok, ontolojiye doğruydu. Geleneksel bir düşünür için neyi, nasıl bilebilirim?, bildiklerimden nasıl emin olabilirim? ya da bilginin kaynağı akılda mıdır, duyularda mı? türünden sorular tali önemde sayılırdı. Daha önemli ve temel sorular, Varlığımın kökeni nereye uzanmaktadır?, Nereden gelip nereye gidiyorum? (eski deyişle mebde ve mead soruları) veya Benim varlığımla benden üstte ve altta yer alan varlıklar arasında nasıl bir iç bağlantı kurulabilir? şeklindeki sorulardı. Geleneksel bir düşünce sisteminde bilgi, modern düşüncenin tersine ahlaki, toplumsal ve dini dünyalar içinde bir yere sahipti. Toplumsal, ahlaki ve dini sorumluluk hiçbir zaman bilimsel yaratıcılık adına feda edilmemişti. Kısacası bilgi dünyası (veya bilimsel alan) her zaman kendisinden üstte ve altta bulunan varlık mertebeleriyle (meratibulvücûd) irtibat halindeydi. Geleneksel düşünme biçimi metafiziği odak almıştı. Aslında... metafizik hakikatın herşeyin başlangıcı ve sonunun, Mutlakın, onun ışığında göreli olanın bilimidir... Metafizik, gerçekleşmesi kutsallık ve manevi mükemmellik demek olan, bu yüzden de ancak ve ancak vahye dayalı bir gelenek çerçevesinde ulaşılabilen gerçeklikle ilgili bir theoriadır. Metafizik, tüm bilimlerin çerçevesini çiziyor ve onları, şişip infilak edecekleri noktaya gelip dayanmamaları için sınırlandırıyordu. Metafizik hem ilahi (kutsal), hem de dünyevi (profan) alanlara dönük, her iki alemi de açıklayabilen ve dolayısıyla gerçek varlık ve bilgi hiyerarşisini tesis eden bir bilimdi. Bir yanıyla metafizik, ilahi (insanüstü) dünyaya ilişkin bilgileri bir vahiy çerçevesinde insanlara sunarken, öte yandan geçici ve değişken dünyevi aleme ilişkin açıklamalar getiriyordu. Örneğin, Ibn Sinaya göre tabiat felsefesi (bugün fizik, kimya vb. bilimler eskiden bu adla anılıyordu) metafiziğin değişen ve hareket eden alanıyla ilgilenen yönüdür.11 Dolayısıyla bilim, geleneksel uygarlıklarda bağımsız, kendi başına işleyen bir faaliyet tarzı olmamış, daima üzerinden gölgesini eksik etmeyen bir hikmet şemsiyesiyle sınırlandırılmış durumdadır. Bu nokta bizi bilim tarihçisi Thomas Kuhnun, bilimde paradigmaların kökenine ilişkin düşüncelerine götürmektedir. Kuhn bilim dediğimiz etkinliğin belli bir camianın içinde çalıştığı paradigmasından bağımsız düşünülemeyecek bir etkinlik olduğunu, bilimde ilerlemeden çok bir paradigmadan öbürüne geçilmesinden bahsedilebileceğini söyleyen Carnap gibi mantıkçı pozitivist veya Popper gibi neopozitivist düşünürlerin altını oyuyordu. Yalnız burada Kuhnun kullandığı kategorilerin evrenselliğine dair bazı şüpheler belirmektedir. Her türlü sistemli bilimsel faaliyetin belirli bir çerçeve, bir paradigma dahilinde sürdürüldüğünü savunan Kuhn12, paradigmanın Yunanlyonya biliminden itibaren ortaya çıktığını söyler. Bir iki yerde çekinceyle paradigmalar olmadan da bir tür bilimsel faaliyet yapabileceğini söyleyen Kuhn, genellikle gözden kaçırılan bir vurguyla, paradigmayı belli bir tarihi aşama, bilimlerin olgunlaşmasının bir alameti olarak görmektedir: Yalnızca Helenik Yunanistandan kaynaklanan uygarlıklarda temel düzeyde de olsa bilim denebilecek bir çaba buluyoruz. Bilimsel bilginin büyük kısmı ise son dört yüz yılda Avrupanın ürünü olmuştur. Başka hiçbir yerde, hiçbir zaman bilimsel üretkenliğin [kendisinden] kaynaklandığı o son derece kendine özgü [yani paradigmatik bilim] toplulukları yaşatılamamıştır. Böylece Kuhn, bilim tarihini iki ana döneme ayırmaktadır: Bilimöncesi (paradigmasız) dönem ve bilimsel (paradigmatik) dönem. Birinciden ikinciye doğru giden belirgin bir ilerleme çizgisi vardır. Ona göre böyle bir evrim zorunludur ve ikinci dönem, yani paradigmatik dönem, bilimsel açıdan daha fazla gelişmiştir. Şu halde Yunanöncesi uygarlıklar ile Yunan sonrasında ortaya çıkıp da geleneksel hikemi bünyelerini muhafaza eden bilimler, bilimöncesini temsil etmektedir. Kuhna göre ancak hikmetten kopmuş bilimlerdir ki, gerçek anlamda bilim hüviyetini kazanmışlardır. Modern bilimler fizik, kimya, astronomi paradigmatik bilimlerin en saf örneklerdir. Öte yandan Ernest Gellner Legüimation ojBelief adlı kitabında bilim felsefesindeki PopperKuhn tartışmasını14 müzakere ettikten sonra Kuhnun paradigma olayına bakışında iki temel yanlışı bulunduğunu belirtir. Birincisi der, bütün bilimler paradigmatik değildir, ikincisi, paradigmalar bilimsel faaliyetin tamamını içermezler.13 Buna göre Gellner, Kuhnun teorisindeki açığı şu şekilde deşifre etmektedir: Eğer tüm bilimler bir paradigmaya bağlı olarak faaliyet göstermemişse, şu halde başka uygarlıklarda (örneğin Hindistanda Mimamsa matematik okulu veya erken İslami dönemde Cundişapur okulu gibi) ortaya çıkan bilimsel camialar veya ortamlar nasıl açıklanacaktır? İkincisi de, eğer paradigmaların varlığı mantıki değil, tarihi bir zorunluluksa, bu zorunluluğa tabi olmayan ama kendine özgü bir mantığı olan bilimsel faaliyetler bilimden sayılmayacaklar mıdır? Kuhnun paradigmatik bilimi kendisinden başlattığı Yunan düşüncesi ve ona eşlik eden bilimsel faaliyet, temelde aklın anlamına ilişkin bir değişmenin yaşandığına tanık olmuştur. Tektanrılı dinlerden Musevilik ile Yunan düşüncesini yapısını mukayese eden Amerikan Varoluşçuluğunun kilit isimlerinden William Barrett şu ilginç sonuçlara varmaktadır: 1. Museviliğin ideal insanı mümindir. Yunan düşüncesine göre ise akıllı insandır; 2. Mümin, bütünlüğü içinde somut bir insandır. Musevilik evrensel ve soyut değil, somut, tikel ve bireysel insanın tasavvurudur. Yunanlılar ise tarihteki ilk düşünürleri yetiştirmiştir. Onlar evrensel, soyut ve zamandışı form ya da ideaları keşfetmişlerdir; 3. Yunanlılar aklın yolu olarak incelediği nesneden uzaklaşma (detachment) idealini benimserken, Museviler insanın ölümlü varlığı, çocukları, ailesi, kabilesi ve Tanrısına tutkuyla bağlanmasını vurgulamışlardır. Barrettın Musevilik ve Yunan felsefesi arasındaki karşılaştırmadan çıkarttığı üç sonucun konumuzla ilgisi ise şuradadır: Yunan düşüncesi gerçekte bazı hikemi/nebevi etkiler taşımaktaysa da, geleneksel uygarlıklar içerisinde istisnai bir konumdadır. Akıl ilk kez imanın önüne orada geçirilmiş, soyut ve spekülatif düşünce ve bilim ilk kez orada gerçekleştirilmiş ve incelenen konuyla inceleyen kişi arasındaki bağın kopartılması ilk kez orada vuku bulmuştur. Teori kelimesi, Yunanca theatai fiilinden gelmektedir ve anlamı görmek olup aynı zamanda tiyatro (İngilizce theater) kelimesinin de kökünü oluşturmaktadır. Tiyatroda nasıl bizim faili olmadığımız bir oyunu seyretmekte isek (yani oyuna seyirci kalmak dışında herhangi bir müdahalemiz sözkonusu değilse) teoride de incelenecek nesne ile aramızda herhangi bir ittihadın, birliğin meydana gelmesi gereksizdir. Bilim adamı bir teori ortaya atarken, ürettiği teoriyi veya hipotezi olguya giydirmeye veya en azından o olguyu teori uyarınca görmeye çalışır. Fakat hiçbir zaman olgu ile kendi somut şahsı arasında bir mütekabiliyet ilişkisi kurmaya yeltenmez. Çünkü aklı, incelediği olguya bağlanmasına izin vermez. Modern akıl ve bilgi kavramları da büyük ölçüde Yunan düşüncesinin mirası durumundadır. Bu anlayış da temelde dış dünya ile bizim aramızda özel türden bir ayrılık olduğunu öngörür. Bu ayrılığın esası, benim bilen özne oluşum ve dışımdaki herşeyin bana nesne oluşunda yatar. Modern felsefenin kurucusu kabul edilen Descartes, ilkin kendisine verilmiş bulunan bütün bilgiyi paranteze alarak bilginin hangi kaynaktan neşet ettiğini bulmaya çalışmış ve sonuçta akıl kanalıyla bildiğini ve varlığını aklına, yani düşünüyor oluşuna, düşünme fiiline borçlu olduğunu tesbit etmiştir. (Düşünüyorum, öyleyse varımın anlamı budur.) Ardından da dış dünyayı akıldan itibaren kurmaya koyulan Descartes, bu defa aynı yoldan giderek var olduğunu kanıtlamaya girişmiştir. Böylece modern felsefede varlık konusu, bilginin gerisine düşmüş, bilgi, geleneksel yüklemi olan Varlıktan kopmuş ve değerden bağımsız bir hale gelmiştir. Bilgi eskiden, yukarıda değindiğimiz gibi, bir varlık olduğuna göre, onun, o bilgiyi edinen kişi nin varlığına nüfuz etmesi ve onu etkilemesi gerekmekteydi. Aksi takdirde salt sözel bir bilgi, cahili bir bilgi olmaktan öteye gidemezdi. Ünlü bilim felsefecisi Kari R. Popper, bilimsel düşünce ve tartışmanın ilk kez eski Yunanda görüldüğünü söylerken, Avrupamerkezli paradigmanın tam göbeğine konumlandırıyordu fikir yuvasını. Rakibi Thomas Kuhn ise yine ilk sistemli bilimsel faaliyetin yalnızca ve ilk kez Yunanlılarla başladığını belirtiyordu. Taban tabana zıt bilim anlayışlarına sahip bu iki düşünürün Batı üzerinde temerküz eden düşüncelerindeki ortaklıkları şaşırtıcı değil. Çünkü her iki bilim felsefecisi de Batı kaynaklı tekelci bir kültür çerçevesinden bilim tarihine yaklaşıyorlardı. Bilim (ve felsefe) tarihi onlara göre Yunanlılara düşülmüş dipnotlarından ibaret gibidir. Bir başka bilim felsefecisi Paul Feyerabendin ısrarla vurguladığı gibi, Batı biliminin kendisinden başka hiçbir seçeneğe, hiçbir alternatif bilim arayışına ve anlayışına izin vermeyen tekelci ve tahakkümcü karakteri genellikle onun gözalıcı ilerlemeleri karşısında gözden kaçırılmıştır. Nitekim bugün de Batı biliminin geldiği noktanın, yalnız bilimsel başarılara değil, aynı zamanda askeri ve politik başarılara da bağlı olduğu bilmezden gelinmektedir. Nihayet Batı bilimi, diğer tüm bilgi biçimlerini kendisine katkı olacak şekilde kullanmakta, adeta bütün bilim tarihinin Batı bilimini oluşturmak üzere tarih boyunca ona doğru aktıkları yanılgısının üzerine oturmaktadır. Dolayısıyla bilişsel (cognüive) alternatifler, politik bir güçle desteklenmedikçe Batı bilimini besleyip desteklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Bilimsel faaliyet her zaman bilimsel olmayan bir çıkar örgütünün başı çektiği bir sosyal eylemdir. Güç ya da iktidar kavramı literatürde, bir insan ya da grubun kasıtlı bir şekilde bir başkasına davranışı üzerinde uyguladığı etki şeklinde tanımlanır. Modern dünyada egemen olan siyasi güç, önce aristokrasinin elindeyken, Fransız Devriminden (1789) bu yana Avrupa burjuvazisinin eline geçmiştir. Burjuvazinin desteklediği bilimselteknolojik örgütlenme modeli ise en geniş anlamda liberal diye nitelenebilir. Teknoloji ve bilim, büyük ölçüde ya burjuvazinin karlarını artırma ya da egemenlik alanını genişletme amaçlarına hizmet etmiştir. Halen devlet veya özel sektör bünyesinde devam eden bilimsel faaliyet, doğrudan doğruya insanlığın faydasına değil, bu güç ve kazanç dürtüsüne hizmet etmektedir. Liberal siyasi programa karşı ise modern dünyada başarı sağlayan iki esaslı huruç harekatı gerçekleştirildiğini görüyoruz. Zamanla bu huruç hareketleri etkisiz hale getirilmiş, yerini liberal yenidenyapılanmaya bırakmış ve sonuçta teknolojiyi kaba bir şekilde ideoloji doğrultusunda kullanma çabaları, Demir Perdenin yıkılmasıyla birlikte tarihin mezarlığına gönderilmiştir. Tabii daha incelikli ve görünmeyen tahakküm biçimlerine yerini bırakarak... Bunlar 1917 Bolşevik Devrimi ile II. Dünya Savaşını başlatan Nasyonal Sosyalizm, kısaca Naziliktir. Bolşevik devrimi, büyük ölçüde liberal ve kapitalist kar makinasının kurallarına göre kurulmuş bir teknolojik yapıyı ideolojik bir çerçeveye oturtmaya girişmiş ve bilim ile teknolojiyi ideolojinin emrine vererek burjuvakapitalist toplumlardan tamamen farklı temellere dayalı yeni bir toplum örgütlenmesine ulaşmak istemiştir. Rusyada devletin bilim üzerinde zorlayıcı (coercive) bir rol oynaması, Lyssenko olayında görüldüğü gibi bilimsel bulguların ideolojiler doğrultusunda çarpıtılması sonucunu doğuracaktır. Nazilik ise modern dünya karşısında daha köklü ve köktenci bir tutumu temsil etmektedir. Modern teknoloji ve bilimi burjuva bilimi sayan LeninciStalinci programdan farklı olarak Naziler, onu esasen Yahudi bilim ve teknolojisiyle özdeşleştirip eleştirmişlerdir. Nitekim Hitkr bir konu değinir: Çok muhtemeldir ki, bir Nordik bilim ve bir Nasyonal Sosyalist ?? Bilim vardır. Bunlar, LiberalYahudi bilime karşı olup, bu sonuncusu artık hiçbir yerde işlevini yerine getirememekte, kendi kendisini ortadan kaldırma sürecini yaşamaktadır. Bolşevikler nasıl burjuvakapitalist bilime karşı bir alternatif olarak ortaya çıkmışlarsa, Naziler de LiberalYahudi bilime karşı bir Nazi bilimi, daha doğru bir ifadeyle bir Alman bilimi (German Science) çıkarma gayreti içindeydiler. Onlar tamamen Alman ruhundan fışkıran hakikati arayanların21 bilimini yaratma çabası içindeydiler. Onlara göre hakikat, Alman kanında yatmaktaydı. Yahudi bilimi ve onun zihniyetini yaygınlaştıran teknolojinin mevcut gidişatı durdurulmalı, dahası dizginlenmelidir. Aksi takdirde o dünyayı tamamen kendi rengine boyayacak ve onulmaz bir akibete sürükleyecektir. Şu anda yaşananlar da zaten bu yaklaşan akibetin bunalımlarıdır. Nazilerin Nobel ödüllü fizikçileri Philipp Lenard tam 4 ciltlik Alman Fiziği (Deutsche Physik) adlı bir kitap kaleme almış ve bir Alman Fiziğinin nasıl oluşacağını, esaslarının neler olduğunu ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. Lenarda göre bilimin evrensel olduğu tezi bir yutturmacadır (hatta bir Yahudi yutturmacasıdır); bilim her zaman birisinin veya bir milletin bilimi olmak zorundadır. Bilim diye soyut bir kategori yoktur. Her bilimsel girişimden önce sorulması gereken temel soru şudur: Bir şeyler bilmeyi isteyen kimdir? Bu nedenle bilimin bilim yapanlarla bağlantısı, vazgeçilmez önemde bir konudur. (Bu arada belirtelim ki, Türkiyede 1936da Sabiha Zekeriyanın çıkardığı Projektör dergisinde Faşist doçentlerinin şefi diye nitelenen, Atatürkün Türkiyeye getirttiği Alman bilim adamı O. Rayte de aynı düşünceleri açıkça savunmakta bir beis görmüyordu.22) Naziliğin gerçek tehdidi, teknolojik olarak örgütlenmiş olan liberal toplumun asıl tabiatını daha somut bir realiteyle değiştirmeye yönelikti ve bu realite de beklenebileceği gibi kandı. Bilim ancak bir kan ya da toplum uğruna yapılabilirdi. Liberallerin savunduğu gibi evrensel bilime katkıda bulunmak diye bir şey hayal görmekle eşanlamlıydı. Nazilerin bilimin milliliği üzerindeki ezici vurguları, bilimin evrenselliği tezinin bir Nazi tehdidinin kalmadığı savaşsonrası yıllarının bilimsel literatüründe bile bir dogma haline gelmesine yol açmıştı. Çünkü Batı bilimi gibi evrenselcitekelci niteliklere sahip bir bilim paradigması için en büyük tehdit, bilimin özel bir bağlamla (kan, din, coğrafya vb. ile) ilişkilendirilip ideolojik bir güç haline gelmesiydi. Savaş sonrasındaki yoğun Nazi aleyhtarı propaganda, bu vurguyu uzun süre zihinlerden uzak tutmayı başardı. Ancak II. Dünya Savaşından sonra, özellikle 1960lı yıllardan itibaren yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerde kendi kaynaklarından beslenen, özkültürcü bir bilim anlayışının giderek yaygınlık kazandığına şahit olundu. Önce arkaik anlamda bir Çin bilimi, Hint bilimi, Afrika bilimi vb. tarzda oryantalist yayınlarda başlayan özel bilimleri belirleme çabaları, 1970li yıllara doğru giderek yoğunlaştı. Üçüncü Dünya ve islam ülkeleri bağımsızlıkları kazanıp Batı karşısında özellikle enerji ve petrol alanında ve 1974 Petrol Krizinde olduğu gibi ekonomik ve politik alanlarda görünüşte de olsa belli bir başarı kazanınca, bir derlenip toparlanma ve kendine dönüş çabası içine girildiğine şahit olduk. Özellikle eski Suudi Arabistan Kralı Faysalın gayretleriyle 1978de IFSTAD (islam Bilim, Teknoloji Kalkınma Vakfı) kuruldu. Vakfın kuruluş gayesi, islam ülkelerinde bilimsel ve teknolojik araştırma ve buluşların yaygınlaştırılıpdesteklenmesi olarak ortaya konuluyordu. 20. yüzyılın son çeyreğine girilirken (1976) Seyyid Hüseyin Nasr İslam Bilimi terimini kapağında taşıyan bir kitap neşretti: Islamic Science: An Illustrated StudyP Kitap, yayımının ardından Arapçaya çevrildi. Önerilen bu kavram kısa sürede özellikle İngilizce yazan Müslüman yazar, düşünür ve araştırmacılar tarafından benimsendi ve yoğun tartışmalara konu olmaya başladı. Bir kısmının adlarını ve makalelerini elinizdeki kitapta bulabileceğiniz sözkonusu yazar, aydın ve bilim adamları, Müslümanlara has bir bilim anlayışı, islam alemine mahsus bir bilim ve teknoloji politikası, İslam ülkeleri arasındaki bilgi transferi, Islami bir fizik, kimya, biyoloji...; sosyal bilimlerin ve genelde bilginin Islamileştirilmesi gibi konularda yüzlerce makale kaleme aldı, kitaplar yayımladı; birçok uluslararası sempozyum düzenlendiğini, konunun 1990lı yıllarda da çeşitli yönlerden müzakeresine devam edildiğini gördük. İslam Bilimi İslam Bilimi (Islamic Science) terimi, yukarıda da zikrettiğimiz gibi 1970li yıllarda Müslümanların dünya sisteminde politik bir güç olarak ortaya çıkışlarını tahkim edecek bir vasıta, islamın dünyada yeniden egemen bir güç olarak serpilmesi amacına hizmet edecek bir araç olarak ortaya atılmış ve çeşitli kuruluşlar ve araştırmacılar tarafından hararetle desteklenip savunulmuştur. Terimin temelde bir iktidar ilişkisini ifade ettiği gözden kaçırılmamalıdır. Dünya sisteminde yeni bir güç cephesi oluşturma ve iktidar dengelerini yeniden tayin etme gayesi güden Islami dalga, kendi kültürel temellerini belirlerken bazı spesifik teorik araçlara dayanmak istemekte, sonuçta ise özkültürcü bir kavramlaştırma ile kendi bilimimiz, kendi teknolojimiz, kendi düşüncemiz .. gibi evrenselin karşısına hususi taleplerle ortaya çıkmakta dır. İslam bilimi de işte bu taleplerden biridir ve Müslümanların dünya politika sahnesinde, modernliğe karşı muhtemel bir üçüncü huruç hareketinin işaretlerini vermektedir. Gördüğümüz gibi 20. yüzyıl bu anlamda iki huruç harekatına sahne olmuştu. Bolşevik devrimi ve Nazilikten birincisi Soğuk Savaş, ikincisi ise Sıcak Barışla bertaraf edildi. Acaba Islami dalga gerçek bir alternatif, Batının çatısına katkıda bulunmakla iktifa etmeyip Islamın çağdaş varoluşuna hayatiyet katacak bir alternatif üretebilecek miydi? İslam bilimi terimi önceleri Islami ilimleri (elulûmunnakliyye) ve genellikle de bilimin Islami bir kılıkta, Islamileştirilmiş bir şekilde yeniden ortaya çıkışını ifade ediyordu. Fakat ona bugünkü kapsam ve anlamını kazandıran isim, tartışmasız bir şekilde Seyyid Hüseyin Nasr olmuştur. Nasr, islam bilimini kesinlikle modern bilimin bir versiyonu olarak görmüyor, tersine onu geleneksel veya kutsal bilimin (scientia sacra) Darullslamdaki doğal uzantısı olarak anlıyordu. Nasra göre Gelenek (gelenek değil), en geniş anlamında eddindir, fakat Schuonu izleyerek geleneğin dinle aynı olmayıp dinin ilk aşamasından (Asrı Saadet) sonra gelenek halini aldığını; dolayısıyla dinin bu safhasında ortaya çıkan akli ve nakli bilimlerin geleneksel bilimin çerçevesi içinde yer aldıklarını söyler. Kısaca söylemek gerekirse Nasr, evrensel bir terim olan geleneksel bilimin, tarihi olarak islam coğrafyası içinde gerçekleştirilen formuna islam bilimi adını vermektedir. Ancak sorun da zaten buradan çıkmaktadır. Nasrın islam bilimi diye nitelediği Ortaçağ islam alemindeki tüm bilimsel faaliyet türlerinin özellikleri, gerçekte tarihten, islam biliminin tarihinden genelleme yoluyla çıkarsanmış birer ideal tip midir, yoksa somut, işbaşındaki bilim adamlarının gerçekleştirdiği çalışmaları mı yansıtmaktadır? Yani İslam bilimi, olan bir şey midir, yoksa olması gereken bir şey mi? Bu husus Nasrın yazılarında üstü kapalı geçilmektedir. Ayrıca Glyn Fordun dikkatimizi çektiği bir husus daha var ki, Nasrın en iddialı olduğu çevre bunalımına çözüm konusuyla il gilidir. Nasrın genellikle İslam bilimi ve teknolojisinin çevreye zarar vermediğini söyleyip her türlü çevre bunalımının faturasını modern bilime çıkartmak istemesine karşı Ford şu can alıcı soruyu sormaktadır: Geleneksel bilim ve teknolojiler gerçekte çevreye zarar vermiyorlar mıydı, yoksa zarar vermekten kaçınacak şekilde mi teçhiz edilmişlerdi? Yani Nasrın İslam biliminin çevreye zararı dokunmadığı görüşü, zorunlu olan şeyleri bir erdemmiş gibi sunmak olabilir miydi? İslam bilimi tezinin aksayan diğer bir yönü, eğer islam biliminin uygulayıcıları bir takım ahlaki ve metafizik dolayısıyla ideolojik kısıtlamalar dahilinde hareket edeceklerse, Lyssenkoları da olacak mıdır? sorusuna vereceği tatminkar bir cevabın bulunmayışıdır. Eğer her türlü bilgiyi aramak islam biliminin temel taşı ve kadın ve erkekler üzerine farz ise, sözgelimi atom bombası yapmaya ve onun sırlarını keşfetmeye, sonuçta da bu bombayı kullanmaya İslamın ahlaki ilkeleri cevaz vermediği takdirde takınılacak tavır ne olacaktır? Teoriden mi taviz verilecektir, yoksa bulgu önceden belirlenmiş ilkelere mi uydurulacaktır? Eğer cevaz, bilimin dışından dayatılacaksa, o dışarıdakilerin kalitesi tartışma konusu yapılmalı ve müdahalelerinin sınırı çizilmelidir. Aksi halde yapılan şey, bilim değil, düpedüz ideoloji olacaktır. Görüldüğü gibi Nasrın ortaya koyduğu şekliyle İslam bilimi teriminin açıklanmaya ve tadile muhtaç daha pek çok tarafı bulunmaktadır. Bunu ise islam bilimi üzerine yapılacak tartışmalar netliğe kavuşturacaktır. Örneğin bu tartışmacılardan Perviz Manzur, Ahlaki tahditlere evet! Dogmatik kısıtlamalara hayır! başlıklı makalesinde24, İslam biliminin açıkseçik belirlenmiş kavramlarının olmadığı yollu itiraza cevabının, İslamın rükünlerine giderek, kavramları bu temele dayandırarak netleştirmek olacağını belirtir ve şu tanımı getirir: Uygulanması aracılığıyla insanın Perviz Manzur, Ethical restraints Yes! Dogmatic constraints No!, A\Nahdah, First Quarter 87. Bu yazı ilk olarak lnquiry dergisinin July 1984 sayısında yayınlanmıştır (s. 5051). Allahın iradesiyle uyum içinde, tarafsız bir ahlaki düzen yaratacağı tutarlı bir bilgi sisteminin elde edilmesine yarayacak bir araç. Ziyaüddin Serdar ise bilimi metafizik bir temelden çok sosyal fayda açısından yorumlamakta, İslam bilimini de sadece islam toplumunun güncel ihtiyaçlarını karşılayacak bir araç olarak görmektedir. Nasr, Manzur ve Serdarın her üçünün de İslam bilimine yaklaşımları farklı açılardan olmakla birlikte (birincisinde metafizik, ikincisinde ahlak, üçüncüsünde ise sosyal fayda ön plandadır), islam biliminin gerekliliği hususunda müttefiktirler. Siyasi, ahlaki veya metafizikbilimsel açılardan islam toplumunun (ümmet) mevcut bunalımının aşılması ve yeniden teşekkülü ancak ve ancak teorisi ve pratiğiyle Islami bir bilim sisteminin tesis edilmesiyle sağlanacaktır, islam bilimi tezinin kavramları netleşip açıkseçik hale geldikçe, teorik tartışmalar işbaşındaki bilim adamlarının dünyalarına tercüme edilip yansıtıldıkça ve İslam dünyasının eğitim kurumları kendi kültür köklerini bir veri olarak hesaba katar hale geldikçe bu tezin islam aleminin geleceği açısından taşıdığı önem daha iyi anlaşılacaktır. Seyyid Hüseyin Nasrın kitapta yer alan iki makalesi, konuya bir tür giriş niteliği taşıyor. Nasr, islam bilimi çerçevesinde ortaya çıkan bilimlerin ana özelliklerini ve metodolojilerini ilk elden kaynaklardan çıkarmayı deniyor ve özellikle islam biliminde bilgi hiyerarşisinin oynadığı hayati rolü vurguluyor; onun metafizik düzenle olan bağlantısı üzerinde duruyor. Bu iki makalede Nasrın konuyla ilgili tüm düşüncelerinin özetlerini bulmak mümkün. Daha geniş bilgi isteyen okuyucular ise Türkçeye çevrilmiş eserlerini, özellikle de islam ve Ilimi okumalıdırlar. Münevver Ahmed Enis, islam Bilimi ne değildir? adlı makalesine, Farukinin bilginin islamileştirilmesi programını eleştirmekle başlıyor ve ardından Nasrınki de dahil birçok islam bilimi tasavvurunu tashih ediyor. Enis, önemli olarak dünyadan tamamen uzak irfani arayışların İslam kültüründe daima kuşkuyla karşılandığını ve irfani aşırılığın islamın bütüncü hayat görüşüne ters düştüğünü belirtiyor. Glyn Ford, konuya bilim felsefesindeki tartışmalar açısından yaklaşıyor ve İslam bilimi tezine karşı eleştirel bir tutum takınıyor. Yine de Fordun, bu tezin geçmişe dönük değil, geleceğe yönelmiş bir adım olduğunu vurgulaması oldukça anlamlı görünüyor bana. Ziyaüddin Serdar kitaba aldığımız 4 ayrı makalesinde konuyu enine boyuna irdeliyor; irdelemekle kalmayıp teorileştirmeyi de deniyor. Diğer tartışmacılardan bazılarının da tekrarladığı gibi, Serdarın ortaya attığı islam bilimine dair kavramsal çatı içerisinde şu kavramlar yer almaktaydı: Tevhid, hilafet, ibadet, ilim, helal, haram, adalet, zulüm, istislah (kamu çıkarı) ve ziyan. Serdar başka bir yazısında ise Maurice Bucaillein kitabını şiddetle eleştirirken bilimperestliğin Müslümanlar arasında hangi tehlikeli noktalara ulaştığını da ustalıkla sergiliyor. İsmail R. Faruki, kitapta yer alan her iki makalesinde de selefi bir yaklaşımla konuya, daha önce de belirttiğimiz gibi pratik açısından yaklaşıyor. Batıya tahsile gönderilen Müslüman öğrencilerin titizlikle seçilmesi gerektiğini söyleyen Faruki, Müslüman öğrenci kendisini, ümmetin tahsili için para harcayacağı son insan gibi görmelidir derken Müslüman öğrencilere hayati bir uyarıda bulunuyor. Nakib elAttas da Nasr gibi tasavvuf terminolojisini kullananlardan. Ondan farkı, islam metafiziğinin önermelerini ve genel sonuçlarını çağımızın zihni perspektifi ve bilgi alanındaki gelişmeleriyle uygunluk içinde yeniden ifade etmektir sözünde yatmaktadır. Vakar A. Hüseyni ve M. Zeki Kirmaninin ard arda gelen yazıları bir bakıma birbirinin eleştirisi niteliğinde. Hüseyninin taklit/yenilik şemasının eleştirisinde Kirmani, Bilgi, islam bilgi teorisi ve sosyal ihtiyaçlar temelinde tasnif edildikten sonradır ki, Batılı bilim adamlarınca yüzyıllardır derlenip toplanan malumatı kabul edecek olgunluğa gelmiş kabul edilebilir derken Serdara yakın bir konumda bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor. M. Ali Kettani, ünlü bir İslam bilim tarihçisi. Kettaninin asıl vurgusu değerler üzerinde. Ona göre islam biliminin altın çağı evrenselcilik, hoşgörü, bilim adamlarına saygı gibi değerler üzerinde yükselmiştir ve biz de altın çağı yeniden yaşamak istiyorsak bu değerleri diriltmemiz gerekir. Müslümanların matematiğe katkılarını inceleyen Abdülaziz edDaffa ise genellikle bilgi verici bir makale sunuyor. Daffanın makalesi Kettaninin diğer makalesi olan İslam bilimlerinin geçmişine toplu bakış ile birbirini bütünler mahiyette. Kitabın en ziyade ilgi çekecek ana bölümlerinden birisi, İki Efendi Arasında başlığını taşıyor. Bu bölümde, 19831984 yıllarında Arabia dergisinde yayımlanan bir dizi makale bir tartışma havasında sunuluyor. Sirac Münir, Cavid Ensari, Dr. Abdüs Selam ve Etzai Fatimanın makaleleri yer yer tansiyonu hararetli bir tartışmaya dönüşüyor. Aynı konuya nasıl bu kadar farklı açılardan yaklaşılabileceğini göstermesi açısından bu bölümdeki yazıları ilgiyle okuyacağınızı sanıyorum. Kitaptaki son makale islam Bilimi: Bir ölümkalım sorunu başlığını ve Dr. Enver Nesim imzasını taşıyor. Enver Nesim, islam dünyasında bilime, bilimsel araştırma ve geliştirme programlarına ayrılan miktarın gelişmiş ülkelere göre düşüklüğünden yakınıyor ve kendince bir takım stratejiler belirliyor. Nesim, haklı olarak ilk adımın, geleceğimizi biçimlendirmede bilim ve teknolojinin oynayacağı hayati rol hakkında islam dünyasında bir bilinç ve duyarlılık oluşturmaktan geçtiğini söyleyerek ekliyor: Kendimize has bilimsel ve teknolojik yeteneğimizi geliştirmeye yapacağımız tüm yatırımlar, ümmetin bekası için gerekli bir ön şarttır. Doğunun çöküşteki hatası pek fazla düşünmemesidir; Batı ise çökerken, çok fazla düşünmekte, ama yanlış düşünmektedir. 21. yüzyılda dünya gündeminde giderek daha fazla öne çıkmakta olan Müslümanların daha az ama daha doğru düşünerek kendilerini yeniden ifade etmeleri ve alternatif temellere dayalı bir yaklaşımla dünyanın karşısına çıkmaları, bu süreçte yalnız pasif sürükleniciler olarak değil, aktif katılımcılar olarak da rol oynamaları tarihin üzerlerine yüklediği bir misyondur. Birazdan çeşitli açılardan ele alınacak İslam ve Bilim tartışmaları Müslümanların modern çağda kendilerini yeniden ifadesine elverişli bir zemin hazırlayabilir ve modern çağla birlikte kendi geleneklerini de canlı bir müzakere ortamı içerisine taşıma imkanını sunabilir. Belki de Wittgensteinın bahsettiği anlamda bir merdiven olarak görebiliriz bütün bu tartışmaları. Merdiven amaç değildir. Duvara tırmandıktan sonra merdivene bakılmaz, malum... Bitirirken Rus sosyolog Pitirim Sorokin 20. yüzyılı insanlığın bütün tarihindeki muhtemelen en büyük bunalım dönemi olarak nitelemişti. Amerikalı felsefeci Willam Barrett ise Kendi durumuna bizimki kadar kafa yoran bir çağ hiçbir zaman olmamıştır diyordu. Gelenekselci mektebin en önemli temsilcilerinden Frithjof Schuon ise bu iki cümleye veciz bir ifadeyle şu cevabı veriyordu: İslam Bilimi, Nedir, Ne Değildir? islam Bilimi nedir? SEYYİD HÜSEYİN NASR İslam bilimleri, meyvaları bilimler olan engin bir uygarlığın hayat verici gücünü oluşturan İslam kavranmadan anlaşılamaz. Bu bilimler Müslümanlar arasında kazara meydana çıkmamış, tam tersine, meydana getirenlerin Müslümanlar olmaları ve Islami bir evrende soluk alıp vermeleri nedeniyle mevcut halleriyle ortaya konulmuştur. İlahi Kelamın (Divine logos) bütün büyük tezahürleri gibi İslam vahyi de salt ahlaki ve toplumsal düstur anlamında bir din meydana getirmekle kalmamış, aynı zamanda kainatın belli bir bölgesini ve bu bölgede yaşayanların ruhlarını da dönüştürmeyi başarmıştır. Bu fenomenleri inceleyen insanların ruhlarını olduğu kadar, İslam bilimlerinin konusunu oluşturan fenomenleri de daima belirli bir manevi üslupla belirlemiş ve doğrudan doğruya Kurandan kaynaklanan belirli bir tip bereketlt kendi rengini vermiştir.1 Bu nedenle İslam bilimlerine dair hiçbir inceleme, Islamın ilkelerine ve islam tarafından bilimlerin yeşermesi için zaman ve mekanda oluşturulan şartlara az buçuk da olsa başvurmaksızın yapılamaz.2 Ezeli ve biricik hakikatin insanlık tarihinin içinde bulunduğumuz çevrimindeki son vahyi olan islam, insan hayatının her noktasını kuşatan bir mesaj getirmiştir. Fakat islam, insanın ne yaptığından çok ne olduğuyla ilgilenir. Ya da insanın nasıl en derin ve asli tabiatında (fıtrat), yani Allahı Celal ve Cemal sıfatları ile yansıtacak tarzda yaratılan, Rahmanın nefesinden üflenmiş bir karakterde gerçekten ne olduğuyla ilgilidir. Bu amaca ulaşmak için islam, en üst düzene ilişkin metafizik bir öğreti ve Kuranın batıni boyutlarında muhtevi yüce scientia sacraya (kutsal bilime) çekip çıkartılamaz biçimde bağlantılı çok sayıda bilimleri getirdiği ve aynı zamanda kutsal bir tabiatta olan ve doğrudan vahiyden kaynaklanan çeşitli merasim ve suretler aracılığıyla bu öğretiyi insanlara ulaştırdı. Bu öğreti, ilkenin Birliği (tevhid) ve yaratıcı eylem (Kurandaki kün emri)3 aracılığıyla varolan herşeyin birbiriyle ilişkili oluşu ilkesine dayalıdır. Bu öğretinin beşeri düzeydeki tamamlayıcısı, kendisinde beşeri durumun kamilen gerçekleştiği ve aracılığıyla çokluğun Birliğe dönüştüğü Evrensel insan (elinsanulkamil) öğretisidir.4 işte islam, amacı, bu insanı o hakikatle uyum içinde yaşatmak olan beşeri hayatı düzenleyecek Şeriat denilen yasaları yürürlüğe koyar. O aynı zamanda bir kutsal sanat da oluşturmuştur ki, bunun da amacı, yeryüzündeki yolculuğu sırasında insanın islamın temel unsurlarının daha geniş, özellikle de bilimlerle ilişkileri bakımından ele alınışı için çevresini saran dünyadaki gerçekliği yansıtmaktır. Tıpkı tüm mükemmel gelenekler gibi islam da, insanın tabiatını İlahi Varlıkta ebedi olarak ne ise o hale getirecek şekilde yeniden biçimlendirmeyi ve onları bu dünyada Allahın halifesi rolüyle ve onu ölümsüz bir varlık yapacak değişmez alın yazısıyla uyumlu kılacak, amacı insanın davranışlarını dönüştürmek olan bütüncül bir hayat tarzıdır. islamın birleştirici bakış açısı, birbirinden bağımsız olarak boy veren bilgi biçimlerine asla hoşgörüyle bakmaz. Tam tersine, daima bir bilgi hiyerarşisini gözetir ki, bu hiyerarşi, içinde maddi cisimlerle ilgili olandan tutun da en üstteki metafiziğe kadar her tür bilgi biçimi bizzat gerçekliğin yapısını yansıtan bir birlikle organik olarak bağlantılıdır. Bundan başka, İslamın manevi boyutu, tabiatı icabı her zaman hikmet ve irfanla ilişkili olmuştur.5 Öyle ki, bilgi arayışına diğer geleneklerde bu kapsayıcılıkta nadiren rastlanır. Bilgi arayışı islamda sıradan insanlar arasında bile özel bir dini niteliğe sahiptir, islam bilimlerinin doğuşu ve daha sonraki gelişmeleri, islam vahyinin her yere sinmiş ruhunu bilmeden kavranamaz ve vahyin bu üslûbu zihinleri, eylemleri ve bilimlerin yaratılıp neşv ü nema bulmalarından sorumlu insan ve uygarlıkları çevreleyen unsurları biçimlendirir. Daha görünür bir planda, Islamın yayılış tarihinin tamamına hakim olan özel üslup, tabii ki, İslam bilimlerinin doğuş ve gelişmelerini anlamak için de temel önemdedir. Hz. Muhammed (s.a.v), 23 yıllık peygamberliği sırasında Arabistan yarımadasını birleştirdi. Onu takip eden Dört Halife, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Allah hepsinden razı olsun) ki Hulefai Raşidin denir bunlara henüz kurulmuş olan İslam dünyasını (darulİslam) sağlamlaştırdılar ve sınırlarını bir yandan Orta Asyaya, diğer yandan kuzey Afrikaya kadar genişlettiler. Fakat Hz. Peygamber tarafından temeli atılan mükemmel toplumsal ve si 5. Bu, İslamın manevi boyutunun aşk unsurunu dışarıda bıraktığı anlamına gelmez. Ancak bu önemli bir sorundur, zira hiçbir mükemmel manevi yol üç ana unsuru; yani korku, aşk ve bilgiyi dışlayamaz. yasi hayat örneği, Arap toplumunda potansiyel olarak varolan merkezkaç güçlerce ve adı islam olan insanlık tarihine bu göz alıcı ilahi müdahaleyle birdenbire durdurulmuş beşeri tutkular ve kusurlarla büyük bir sürtüşme ve baskıya maruz bırakıldı. Kutsal ve siyasi otoritelerin birleştiği bu ilk dönemin yoğun dini şevkinden ilk sapma, Hz. Alinin ölümüyle başladı Bundan sonra halife, karakteri itibariyle Islamda laikliğin mevcut bulunmayışından ötürü, her ne kadar tamamen dini bir özellik arzetse de, gittikçe daha az nebevi ve daha fazla siyasi hale geldi. Hz. Alinin Haricilerden6 biri tarafından şehit edilmesinin ardından kurulan Emevi hilafeti, yaklaşık bir asır hükümferma oldu. Onları Abbasiler, Endülüs Emevileri, Fatımiler ve hemen hemen bütün Batı Asyayı kontrolü altına alan güçlü Selçuklu devletinden önemsiz küçük hanedanlara kadar uzanan çeşitli sultanlıklar ve beylikler takip etti. Tedrici olarak İran ve Kuzey Afrika, teoride Abbasi hilafetiyle sembolize edilen siyasi birliğin sona ermeye başladığı Moğol istilasına kadar, teoride değil de gerçekte siyasi bağımsızlığını kazanıyor ve İslam dünyası Osmanlı, Safevi ve Moğollar olmak üzere üç büyük imparatorluğa bölünüyordu. Fakat siyasi karışıklık ve kargaşalıkların bu görünen durumu, hem şeriat, hem de kutsal bir sanat tarafından korunan islam toplumunun birlik ve istikrarını ortadan kaldırmadı ki ikisi de kendi tarzında, gelenek aleyhtarı bir dünya için düşünülmesi çok zor bir sürekliliği muhafaza eden ufuklara sahip Islami bir evrende Müslümanlara nefes aldırıyorlardı. Bunlar olup biterken islam coğrafi olarak sürekli büyüdü ve üç ana hamlede mevcut sınırlarına ulaştı. Abbasilerin ilk dönemine kadar süren ilk safhada, islam dünyasının toprakları ispanyadan Orta Asyaya kadar fethedilip birleştirildi. 7/13. yüzyıldan 10/16. yüzyıla kadar süren ikinci safhada islam bu kez tamamen barışçı bir şekilde ve çoğunlukla tasavvufun yardımıyla Hind yarıkıtasına ve Endonezya takımadalarına kadar yayılmaya devam etti. Nihayet son yüzyıldan itibaren de Afrikaya yayılma imkanını buldu. Aslında tarihinin her noktasında çeşitli siyasi iniş ve çıkışlarına rağmen islam (Müslümanların 8 asırlık yönetiminden sonra Hıristiyanların eline geçen Iber yarımadasını istisna edersek) herhangi bir bölgeden kesin olarak geri çekilmeden düzenli bir biçimde coğrafi olarak büyümeye devam etmiştir. Fakat islam bilimlerinin yeşerip boy attığı başlıca bölge, çoğunlukla Orta Asya ve irandan ispanyaya kadar uzanan darulIslamın bu ilk kısmıdır ki, bu topraklar, özellikle merkez bölgeleri, daima İslam dünyasının fikri ve coğrafi vatanı olagelmiştir. Yine bu topraklarda islam vahyinin mesajı herhangi bir başka yerden önce insan toplumunu yöneten şekil ve kurumlarla birleşmiş oldu. Gerek bilginin, gerekse amelin kendisinden kalkılarak belirlendiği İslam vahyi olan Kuranı Kerimden sonra onu insanlara ulaştıran Hz. Peygamberin Allahın kitabının öğretilerine getirdiği yorum ve açıklaması olan hadisi şerifler7 gelir8. Kuran ve Hadis nerede olursa olsun İslamla ilgili her şeyin kaynağıdır. Daha özgül olarak bu kaynaklar bilimlerin meydana getirilip serpilmesinde ikili bir rol oynamışlardır. İlk olarak, her türlü bilimin tabii ki ayrıntıların değil, ilkesinin Müslümanlarca Kuranda mündemiç olduğu düşünülmüştür ve Kuranın, sırlarını anlamayı ve bütün bilimlerin anahtarlarını içinde taşıyan iç anlamına nüfuz etmeyi 7. Hadis, Arapçada kelime anlamı itibariyle söyleme demektir fakat genel olarak dini bir bağlamda kullanılırsa bu kelime Sünnilikte Hz. Muhammedin (s.a.v.), Şiilikte ise hem Hz. Muhammedin, hem de imamların sözlerine işaret eder. Bkz. Nasr, Ideals and Realities of İslam, bl. 3. 8 Resulullaha Vefatından sonra seni nasıl analım? diye sorulduğunda Şöyle cevap verdi: Kuranı Kerim okuyun. Allah kelamı olan ve hem şekil, hem de anlam yönünden ilahi bir şekilde vahyedilen Kuran metni Hz. Peygamberin ruhundan izler taşır. Hadis, bu nedenle Kurana çok sıkı bir şekilde bağlıdır. Gerçekte hadis olmadan Kuranın büyük bölümü anlaşılamazdı. mümkün kılacak batını bir yorumu mevcuttur.9 İkinci olarak Kuran ve Hadis, Allahın Birligini şu ya da bu yolla belgeleyen her türlü bilgiyi aramanın değerini vurgulamak suretiyle bilimlerin serpilmesi için uygun bir atmosfer yaratmıştır. Bu nedenle bütün bir metafizik ve kozmoloji Kuran ve Hadisin bağrından çıkmış ve cümle İslam bilimlerinin üzerine kurulacağı bir temel olarak iş görmüştür.10 Aynı zamanda Kuran ve Hadis onlarda yansıdığı şekliyle İslamın ruhuna uygun her türlü akli faaliyeti teşvik edip yüreklendiren özel bir atmosfer de oluşturmuştur, islam bilimlerini, İslam tarafından yaratılan İslam dini ve uygarlığıyla olan organik bağlantılarıyla birlikte kavrayabilmek için İslamın bu iki ana kaynağında mevcut emirlerin önemi sık sık vurgulanmıştır; çünkü bu sözler Müslümanların zihinlerini çağlar boyunca öğrenmeye yöneltmiş ve onlara gerek bilgi, gerekse ilham kaynağı olmuştur. İslam bilimi, bir yandan Kurandan kaynaklanan ruh, öte yandan İslamın tevarüs ettiği ve içinde taşıdığı manevi kudrette, onu hem kendinden öncekilerden farklı, hem de onlarla süreklilik arzeden yeni bir cevhere dönüştürdüğü çeşitli uygarlıklara ait bilimler arasındaki birleşmeden doğmuştur. İslam dininin evrensel özelliğinden kaynaklanan ve İslam dünyasının (darulİslam) coğrafyasına yansıyan İslam uygarlığının uluslararası ve belli bir bölgeye münhasır olmayan yapısı, insanlık tarihinde gerçekten evrensel yapıdaki ilk bilimin vücuda getirilmesine imkan tanımıştır. İslam, Uzak Doğudakiler hariç, kendisinden önceki tüm büyük uygarlıkların fikir mirasını devralmış ve her ne kadar yeni bir manevi aleme dönüştürülmüş olsalar da, içerisinde çeşitli fikri geleneklerin yeniden hayat buldukları bir cennet haline gelmişlerdir. Bu noktanın, özellikle Batıdaki pek çok insanın yanlış olarak islamın basitçe Eski Yunandaki fikirlerin Ortaçağ Avrupasına geçmesini sağlayan bir köprü olarak işlev gördüğüne inanmalarından dolayı sık sık vurgulanması gereklidir. Gerçekte hiçbir şey hakikati aşamamıştır, çünkü hiçbir fikir, teori ya da öğreti İslam düşüncesinin kalesine bir an önce Müslümanlaştırılıp Islamın topyekün dünya görüşüyle bütünleştirilmedikçe girememiştir, islamla barış (selam) yapmayan ne olursa olsun, er geç islam bilimleri sıralamasında şu ya da bu köşeye yollanmıştır. islam bilimleri doğmadan önce de pek çok uygarlık gelip geçmiş ve gerçekliğin çeşitli bölgeleri ve farklı mükemmeliyet dereceleriyle ilgili bilimler meydana getirmişlerdir, insanlık tarihinin en bilinmeyenlerle dolu bölgelerine götüren ve her yeni keşifle hayret verici başarıları ortaya çıkan bilimin engin öntarihi bizi burada ilgilendirmiyor.12 Şimdi islam biliminin en yakın seleflerine dönmemiz gerekiyor. iki belli başlı nehir uygarlığı, Mısır ve Mezopotamya, tıp ve matematiği bu bilimleri teorik bir hale getiren ve geliştiren Yunan filozof ve bilim adamlarından önce olağanüstü bir düzeye yükseltmişti. Yunanlılar sırtlarını, tabiatı olduğu kadar gökleri de inceleyen bu kadim geleneğe yaslayarak (bilimsel faaliyet merkezlerinin İskenderiyeye kaymasından önce) sırasıyla Tales, Pisagor, Son incelemeler, Paleolitik döneme kadar geri giden şaşırtıcı akli ve daha özgül olarak bilimsel başarıları gün ışığına çıkarmıştır. Eflatun ve Aristoyu yetiştirdiler. Mısır topraklarında Yunan kudretinin alacakaranlığıyla kadim Mısır uygarlığının son nefesleri esnasında Yunanlı, Mısırlı ve Doğulu öğretilerin yeni bir sentezi, sonraları adeta Müslüman hocalar ve üstadlarmışcasına islam uygarlığına girecek olan Öklid, Batlamyus ve Galen gibi şahsiyetleri ortaya çıkartan bilim tarihinin en verimli dönemlerinden birine yol açmayı başarmıştır.13 İslam bilimini anlamak için Yunan ve Helenistik mirasın İslam dünyasına doğrudan Atinadan değil, fakat İskenderiyeden ki orada Eflatun çoğunlukla YeniEflatuncuların, Aristo ile Aleksander Afrodisyas ve Themistiusun gözüyle değerlendirilmiştir geçerek ulaştığını farketmek önemlidir. Titiz bir mantıkla mistik öğeleri birleştirip tüm bilimleri bilgi şekli ile pek çok başka yolla ilişkiye geçiren bir hiyerarşiye dayandıran İskenderiye bilimi, islam biliminin tarihi bir selefidir ve gerçekte nasıl iskenderiyeli Batlamyus ve Origen, Ataullah Iskenderi gibi üstadların vatanı olan Müslüman Mısırın değerli şahsiyetleri haline dönüştürülmüşlerse, aynı şekilde İslam bilimine dönüştürülmüştür. Fakat Yunan ve Hellenistik geleneğin İslam dünyasına intikali doğrudan olmamıştır. Hıristiyanlık tarihinin çeşitli yüzyılları İskenderiyenin altın çağıyla Islamın doğuşu yıllarına rastlar. İskenderiye, önce ilk Hıristiyanlığın muazzam bir fikir merkezine dönüştürülecek, ardından diğer Hıristiyan güç merkezleriyle, özellikle de İstanbul ve Antakya ile şiddetli rekabete girecek, nihayet Bizans imparatorlarının baskısı altında kendisindeki bilimsel faaliyetin öldüğüne tanıklık edecektir. Bu ölüm, güçlü bir biçimde Heronun kızı Hypatianın şehrin meydanlarından birinde asılması ve ünlü kütüphanesinin yakılmasıyla sembolleş 13. İslam perspektifiyle uyumlu kılınan ve İslamın düşünce evreniyle bütünleştirilen bu Hellenik ve Hellenistik ustalar öylesine Müslümanlaştırılmışlardı ki, günümüze kadar bu üstadların adları İslam dünyasının dört bir yanında pek çok çocuğa verilmiştir. Örneğin, Tahran gibi herhangi bir Müslüman şehrinde Aristolar, Öklidler ve Galenlere bir AngloSakson şehrinden daha fazla rastlanır (modern Yunanlılar kuşkusuz bu kadim adların kullanılmasında bir istisnadır). miştir14 Fakat bu trajik sondan önce İskenderiyenin başlıca düşünce faaliyeti Doğu Monofizit ve Nesturi kiliseleri ile Bizans Kilisesi arasında çıkan şiddetli rekabete bağlı olarak Antakyaya geçmişti15 Daha ileri bir noktada, Bizansa karşı herhangi bir ayrılıkçı hareketi doğal olarak destekleyen Sasanilerle Bizanslılar arasındaki rekabet, Doğu kiliselerinin öğretim merkezlerini Urfaya, Nizipe ve nihayet bizzat Pers İmparatorluğunun sınırları içine kaydırmıştır. Buna mukabil, Yunancanın öğretildiği ve Süryanicenin bilim ve öğretim dili olarak kullanıldığı Yakın Doğu Hıristiyan merkezleri, Eski Yunanın düşünce hayatını İslam düşünce hayatına eklemleyen tek kanal değildi. Harran halkı arasında, Yunan geleneğinin daha batıni yönleriyle Babil dininde mevcut unsurları bir araya getiren ve daha sonraları Müslümanlarca Sabiilik16 olarak tanınan dini bir inanç (kült) geliştirildi. Harranlılar YeniPisagorculuk ve Hermetisizmin olduğu kadar Babillilerin astronomik ve astrolojik öğretilerinin de mirasçısıydılar. Onlar Hıristiyan ilim merkezlerinden bağımsız olarak Yunan ve Hellenistik mirasın pek çok yönlerini ve Yunan dünyasından bağımsız olarak da Müslüman kaynaklara yansımış olan, fakat Yunan kaynaklarında mevcut bulunmayan Babil matematik ve astronomisinin bazı yönlerini Müslümanlara aktardılar. 14. Son yıllardaki araştırmalar açıkça göstermiştir ki, İskenderiye kütüphanesindeki kitapların büyük bölümü Müslüman fatihlerin Mısıra gelmesinden önce tahrip edilmiş ve 1/7. yüzyıl civarında Müslümanlara yakacak ya da koruyacak pek az şey kalmıştır. 15. Bu, çeşitli Hıristiyan kiliseleri arasındaki iç teolojik tartışmaların antik dünyanın bilimsel mirasının İslama intikaline nasıl yardımcı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bkz. L. De Lacy OLeary, How Greek Science Passed to the Arabs (London, 1964); ve M. Meyerhofa, Von Alexandrien nach Baghdad, Sitzungsberichte der Preussichen Ah.adem.ie der Wissenschaften, Phil. Hist. Klasse, 1930 (23): 389429. Ayrıca bkz. R. Walzer, Greek into Arabic (Oxford, 1962). Bu kitapta çeviri ve aktarma süreci çeşitli denemelerde tartışılmıştır. 16. Bu Sabiilik, bugüne kadar gelen Irak ve Güney İranın Sabi! ve Mandaean inançlarıyla karıştırılmamalıdır. Harran Sabiileri konusunda D. Chvvolsonun Die Ssabier und der Ssabismusu hala değerini korumaktadır (2 cilt, St. Petersburg, 1956). Aynı zamanda bkz. E. Drower, The Mandaeans oflraq and Iran (Oxford, İrana gelince, o da kimisi kendisine ait, kimisi de son tahlilde Yunan ve Hint kökenli olan pek çok bilimi İslam uygarlığına kazandırmıştır. Sasaniler döneminde İranlılar bugün Ahvan yakınlarında bulunan Cundişapur ki gerçekte hem Antakya, hem de Urfaya mirasçı oluncaya kadar yavaş yavaş büyüme yolundaydı, bir bilim (üniversite) merkezi, bilim tahsil etmek isteyen insanlar için bir sığınak olarak geliştirildi ve Sasanilerin çöküş yıllarında hiç kuşkusuz Batı Asyadaki, özellikle tıp alanında en önemli bilim merkeziydi. Cundişapur İranlı, Hind ve Yunanlı talebelerin toplanıp birlikte çalıştıkları kozmopolit bir toplanma yeriydi. Pek çok alanda, özellikle de tıp alanında bu okul herhangi bir başkasından daha fazla İslam bilimi ile kadim dünya arasındaki canlı bağlantıyı sağlıyordu. Beri yanda İranlılar, bir yanda astronomiye, diğer yandan da farmakolojiye özel bir ilgi gösterdiler ve önemli keşifler yaptılar. İran, İslam uygarlığının neredeyse bütün veçhelerine önemli katkılarda bulundu, en büyük merkezlerinden biri oldu ve onun yaratılmasında merkezi bir rol oynadı. Fakat bilim alanındaki [bilgi] aktarımı konusunda üçlü bir rol oynadı: Zici şehriyar gibi eserlerde görüldüğü gibi kendi bilimsel geleneğini İslama nakletti; Pehleviceye ya da Süryaniceye de çevrilmiş olan, fakat Cundişapur gibi İrandaki ilim merkezlerinde okutulan Yunan biliminin bazı parçalarını Müslümanlara ulaştırdı; son olarak, daha önceleri Sasaniler tarafından geliştirilen tıp, astronomi ve tabiat tarihi gibi Hind bilimlerinin büyük bölümünü İslama kattı. Bu son rolüne ilişkin özellikle çarpıcı bir örnek, ilkin Sanskritçeden Pehlevi diline, ardından da İbn Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilen ve çok kısa zamanda Arap edebiyatının şaheserlerinden biri ve aynı zamanda İslam tabiat tarihi için bir kaynak kitap haline gelen Kelile ve Dimnedir.17 Hindistana bakacak olursak, onun özellikle matematik (astronomi dahil) ve tıp alanındaki bilimsel geleneği, İslama, yalnızca Sasanilerin İranı vasıtasıyla değil, aynı zamanda Bağdatı ve diğer islam düşünce merkezlerini ziyarete gelen Hindistanlı bilim talebeleri aracılığıyla ulaştı. Hiç kuşkusuz Hind bilimleri İslam dünyasına 5/11. yüzyılda Biruninin yazıları ve Emir Hüsrevin çok sayıdaki eseriyle de girmişti. Fakat islam biliminin oluşumu söz konusu olduğunda bu, çoğunlukla Brahmaguptanın Brahmasphutasiddhantası gibi matematik ve astronomiyle ilgili bazı temel metinlerin ve özellikle de Hint biliminin islam bilimi üzerinde gözle görülür bir etki yaptığı ve doğumuna katkıda bulunduğu önemli unsurlardan biri olan ilaçlar ve zehirlerle ilgili bazı tıp kitaplarının çevrilmesi sonucunda ortaya çıktı. Son olarak Uzak Doğuyla ilgili bir kaç söz söylememiz gerekmektedir. Şu bir gerçektir ki, islam biliminin kuruluşu sırasında darullslam içerisinde Çinin bilimsel geleneğinden hiçbir işarete rastlanmaz. Çin bilimsel eserlerinin Farsça ve Arapçaya çevrilmesi yoluyla islam dünyasına resmen girişi için Moğol istilasından sonraya kadar beklememiz gerekir. Fakat Çinlilerle bir tür ezeli temasın bulunduğuna hiç şüphe yoktur. Kağıt yapma ve islam simyasının başlangıcında MingTang gibi belirgin biçimde bazı Çinli öğelerin görülmesi türünden son derece önemli teknolojik buluşların Müslümanlara aktarılması, sadece karadan ya da deniz vasıtasıyla yapılan ticaret ilişkileriyle sınırlı kalmayıp fikri ve bilimsel bir yöne sahip temaslara da tanıklık etmektedir. Bununla birlikte Yunanlı, Hind ve iranlı unsurlar islam bilimlerinin temelinde bulunan Uzak Doğu unsurunu, büyük ölçüde, Islamın üzerine, bu birleşme aracılığıyla islam bilimlerini yaratan yeni bir fikri ve manevi form empoze ettiği materia primayı [maddei evveliyye; ilk madde] meydana getirirler. Yunanca, Süryanice, Sankritçe ve Pehlevice gibi dillerden kadim uygarlıkların bilimlerini Arapçaya aktarma işlemi, yalnızca Budist Sutraların Çinceye ve Arapça eserlerin Latinceye çevrilmesi gibi diğer bu tür kapsamlı çeviri ve aktarma işlemleriyle benzer derecede insanlık tarihindeki en dikkate değer örneklerden biridir. Fakat gerek nitelik, gerekse nicelik açısından Arapçaya yapılan çeviriler, muhtemelen benzer yapıdaki tüm diğer olayları geride bırakır, islam maneviyatının irfani tabiatıyla uygunluk içinde, dışarıdan herhangi bir zorlama olmaksızın tamamiyle içten gelen bir bilme ihtiyacıyla motive edilen genç ve güçlü İslam uygarlığı, enerjisini, bu amaçla Halife Memunun ünlü Beytulhikmesi gibi akademiler kurarak kapsamlı bir çeviri girişimine kanalize etti.18 DarulIslam içinde dini azınlıkların bilginleri çeviri görevini can u gönülden üstlenen azınlıkların mevcudiyeti ve pekçok bilimsel eserin daha önce Arapçanın kızkardeşi sayılan Süryaniceye çevrilmiş olması, işleri kolaylaştırmıştı. Bununla birlikte 2/8. yüzyıldan 4/10. yüzyıla kadar süren aşağı yukarı 150 yılık bir dönemde Antikiteden Arapçaya yapılan önemli bilimsel eserlerin büyük bölümünün çevrilmesi hiç de sıradan bir iş değildi. Huneyn İbn Ishak gibi çeviri ustalarının19, halife, hükümdar ve vezirlerin kararlı çabaları sayesinde Hipokrat, Aristo, Theofrastus, Öklid, Batlamyus, Dioscorides, Galen ve pek çok başka adamların başlıca bilimsel eserleri Arapçaya titizlikle çevrildi. Üstelik bunlar bir sözlü (şifahi) geleneğin yardımıyla gerçekleşmişti. Bu hareket sayesinde Arapça, yüzyıllar boyu dünyanın en önemli bilimsel dili haline geldi20 ve uygun bir deyişle islam bilimlerinin hızlı gelişimine zemin hazırladı. Bu çeviriler Müslüman zihninin, üzerinde ölçüp tarttığı ve islam vahyinin terkip edici ve bütünleyici gücü sayesinde kendisininmiş gibi devralıp benimsediği kadim fikri geleneklere bağlı, fakat aynı zamanda belirgin bir bilgi kütlesi halinde kolayca ortaya çıkan islam bilimlerini altyapısını teşkil eden materia primayı oluşturdu. Bu noktadan itibaren bu bilim, islam perspektifinden, Kuran ve hadislere en temel bir şekilde yansıdığı üzere tarihi kökenlerinin özelliklerini açıklarken, herhangi bir başka şeyden daha fazla kainatı ve parçalarını incelemenin kendine özgü bir billurlaşması olmuştur. 18. Tarihçiler ve bilginlerce Arapçaya yapılan çevirilerin nedenlerinin bir özeti için bkz. S. H. Nasr, Maarifi hlami der Cihanı Muasır (Tahran, 1351, HicriŞemsi), Giriş Bölümü. 19. Bkz. O. Bergstrasser, Hunain ibn Ishak und Seine Schule (Leiden, 1913). 20. Bununla birlikte özellikle İslam tarihinin daha sonraki dönemleri için Farsçanın büyük önemini unutmamak gerekir. İslam Bilimi Ne Değildir? MÜNEVVER AHMED ENİS Şurası ilginçtir ki, günümüzde Batı biliminin düşüşü ve alternatif bilgi hareketlerinin tırmanışı arasında islam bilimi varlığını yavaş yavaş hissettirmektedir. Son 56 yıldan beri islam bilimi düşüncesi, bilimsel alanda yeni bir fikri güç olarak ortaya çıktı. Fakat onu, alternatif bilgi hareketleriyle aynı düzeyde ele almak ya da diğer herhangi bir karşı düşünceyle eşitlemek ahmaklık olur. Bütün bunlara rağmen ayırd edici özelliklerinden birisi olarak islam bilimi, en azından gerek resmi, gerekse alternatif bilgi sistemlerinden dilediği düşünce kırıntılarını alabilecek potansiyele sahiptir. islam bilimi, islamileşmiş bilim değildir. O, modern bilimin seçkinci ve indirgemeci anlayışını reddeder. Yaygın olarak kabul görmüş anlamıyla Islamileştirme, islam biliminin amacı değildir, zira o hakim Batı bilimi metodolojisinin şamar oğlanı olmayı reddeder, islam bilimine giden yol, ne Batı bilimi ve teknolojisini taklit etmekten, ne de geçici bir toplumsal radikalizasyon ya da sahte Islamileştirmeden geçer, islam bilimi karakteristik olarak ekseni güç, tekelleşme, para, sömürü ve yabancılaşma gibi değerleri olan sözkonusu Batılı bilimsel faaliyet türlerinden tamamen farklıdır. Bilgiyi bütün olarak ele alan islam biliminin çatısı altında bilginin parçalara ayrılması kabul edilemez. Bilgi yekpare olarak kavranmalıdır ve bir bilgi türü diğerlerinin aleyhine gelişme göstermemelidir; ancak böyle dengesiz bir bilgi gelişimini mazur gösterecek bir toplumsal ıslaha ihtiyaç görülmesi durumu müstesna, islam biliminin bütüncü epistemolojik yaklaşımı, bilimsel faaliyetin şartları için bazı hayati noktaları içerir. Bunların en önde geleni, bilginin organik birliğidir. İslam bilimi bu organik birliği, bir put sayarak takdis etmez, bunun yerine onu herşeyi kuşatan ve her yere yayılan Tevhid kavramından türetir. Tevhid kavramının ilk Müslüman bilginlerce fiili bilgi arayışında nasıl içselleştirip dönüştürüldüğüne klasik bir örnek olarak yüzyıllardır çokdisiplinliliğin islam kültürünün alameti farikası olageldiğini hatırlamak yeterlidir. Bu bilginler bilgiyi Tevhid çatısı altında birlik olarak algıladılar ve birbirinden farklı disiplinlere uyguladılar. Bu yüzden bir Müslüman bilginin aynı zamanda astronom, pratisyen hekim ve filozof olması sık rastlanan bir durumdur. Kesin bilim dallarının gelişmesinin bir disiplinle ilgili enformasyon (malumat) miktarındaki büyük artışın sonucu olduğu öne sürülmüştür. Bu kısmen doğru olmakla birlikte, İslam bilimi dış görünüşü itibariyle bu iddiayı kabul etmez. Disiplinlerin sınırlarının ortadan kalkması ve artan sayıda psikobiyoloji, biyofizik ya da biyokimya gibi karşıdisiplinci ve çokdisiplinci yaklaşımların doğması, bilginin temeldeki birliğine işaret eder. Disiplinci iddianın tersine şu söylenebilir ki, bu çokdisiplinci stratejinin ortaya çıkışı, daha ziyade, Batı bilimi hesabına birlik bilgisine ilişkin gecikmiş bir uyanışı göstermektedir. islam bilimi ne dar görüşlüdür, ne de herhangi bir kültürün geçici bir tezahürüdür. Evrenseldir. Onun evrenselliği, islamın evrensel mesajına derinden gömülü bulunan dünya görüşünden kaynaklanır. Kısmen Batı biliminin Apolloncu yönlerini biçimleyen kilisenin uzun süren düşmanca tutumuna karşın, islam bilimi fikri potansiyeli boşa harcayan bu tür gereksiz çatışmaları hoş görmez, islam biliminin dünya görüşü ne aksiyomatik olarak rasyonalist, ne de dogmatik olarak metafizikseldir. Tam tersine o, akıl ve vahiy çatışmasının islam biliminin ruhuna yabancı kıldığı bu iki düşünce modelinin, yine islam bilimi tarafından gerçekleştirilen tabii dengesine bağlıdır. Bir adım daha atarak şu söylenebilir ki, islam biliminin seçkin konumu, onun Tevhid ile arasındaki sıkı bağdan kaynaklanmaktadır. Akıl ve vahyin epistemolojik rolleriyle ilgili olarak kimi yaygın yanlış anlayışları gidermek burada uygun olacaktır. Bu yanlış anlayışlar, görünüşte rotasını şaşırmış bir islam bilimi fikrine yol açmaktadır. Özür dileyici ya da bilimsel açıdan cahil Müslümanlar, artan bir biçimde bilimsel verileri vahyin hakikatini desteklemek amacıyla kullanmaktadırlar. Bu eğilim Maurice BucailleAnin The Bible, The Quran and Science adlı kitabıyla hız kazanmış görünüyor. Bu kitap 1976daki ilk baskısından itibaren defalarca basıldı ve Arapça, Urduca ve Türkçe dahil çeşitli islam dillerine çevrildi. Ziyaüddin Serdar haklı olarak bu olayı Bucaillizmin yükselişi olarak niteliyor.2 Bucaillizm, bilimi kutsallık makamına çıkartmakta ve İlahi Vahyi . Batı biliminin doğrulamasına tabi kılmaktadır. Kuranın, modern bilimden gelecek hiçbir tezkiyeye (desteğe) ihtiyacı olmadığından başka, Bucaillizm Kuranı, Popperin bilimin ölçütü saydığı yanlışlama (rejutation) tezine aykırı düşmeğe davet etmektedir.3 Kuranda zikredilen belli bir olgu modern bilim tarafından reddedildiği takdirde, Kuran tıpkı Bucaillenin Kitabı Mukaddesi bir çırpıda sildiği gibi silinecek ve yanlış olduğu kanıtlanacaktır. Kuran tarafından doğrulanan ve bugün geçerli fakat yarın değişip zıt bir görünüm arzedecek ve yerini başkasına bırakacak bir teoriye ne demeli? Bu, Kuranın bugün geçerli olduğu fakat gelecekte geçerliliğini yitireceği anlamına gelmez mi? Bucaillizmin amacı, hakikat konusunda son sözü söyleyenin bilim olduğu şeklindeki efsanevi bilim tasavvurunu vahiyden sonraki makama oturtmak ve böylece onun kapsamlı bir şey olduğunu kanıtlamaktır. Bu açıdan o, teleolojik (ereksel; gai) yanılgıdan daha fazla bir şeydir, islam bilimi, hem bilimsel, hem de Islami perspektiflerden hatalı olan bilimsel verilerin Kuran metnine bulaştırılmalarını onaylamaz. Vahyin mekansal ve zamansal ebediliği, sürekli değişme içinde olan modern bilimin gelip geçici söylemleriyle sulandırılmamalıdır. İslam bilimi mağrur olmayıp özeleştiriye açıktır. İslam biliminin bu özelliği onu, kesintisiz olarak bağlamsal olduğu kadar metodolojik adalet isteyen diğer malum epistemoloji türlerinden ayırır. İslam biliminin metodolojisi ve bağlamı, bütün olası çağrışımlarıyla birlikte evrensel adaletin temel referans terimleri birliğini görmenin bir başka yolu olurken, baglamsal adalet de titiz bir toplumsal ilişkinin üzerine çıkar. Bu anlamda bilgi birkaç seçkin bencil akla hizmet edecek bir araç olmayıp evrensel olarak bölüşümcü bir adaletin aracıdır, islam biliminin toplumla ilgili normu, kültürel olarak basma kalıplaşmış değildir, tersine Islamın evrensel normlarınca belirlenmiştir, islam biliminin bu epistemolojik boyutu ve toplumla alakası, gerek resmi, gerekse alternatif bilgi sistemlerinin dar görüşlü yaklaşımlarıyla kıyaslandığında belirgin biçimde evrenseldir. Anakronizm, islam biliminin bir niteliği değildir. Geleceğe yönelik düzenleyici bir mekanizma olmaksızın yalnızca doğrusal büyümeyi kabul eden resmi Büyük Bilimden farklı olarak islam bilimi, gelecek bilincine sahiptir. Gelecek hakkındaki bu bilinç, islam bilimi metodolojisinin temel bir özelliğidir. Bilimsel faaliyetle ilişkileri çerçevesinde araçlar ve amaçlar arasında gözetilen hassas denge, islam biliminin geleceğe yönelik bir boyutu şeklinde değerlendirilmelidir. Sözgelimi, bu çok önemli dengenin korunmasıyla, onun körükörüne bir hakikat araştırması olmayıp bilimsel faaliyet için dikkatle hazırlanmış bir plan olduğu sonucuna kolayca varılabilir ki bu plan çerçevesinde bilim metodolojisinden, istenen toplumsal hedeflere varmakta yararlanılır, insanların zararına kullanılabilecek sosyal olarak istenmeyen bir sonucun ortaya çıkması durumunda metodolojik ayarlama böyle bir faaliyeti durdurmak üzere harekete geçecektir, islam biliminin fütüristik (gelecekçi) yöneliminin ortaya çıkması kesin olarak bu anlamdadır.5 islam biliminin sahip olduğu değerler, Islamın evrensel dünya görüşünden kaynaklandıklarından değişken değildir. Tam tersine, Batı biliminin gelip geçici değerleri, kendilerinin değişmezlik iddialarına rağmen değişken karakterlidir ki bu, besbelli nedenlerle bu bilimin ileri gelenlerince cesaretle muhafaza edilmektedir. Bu durumda Batı bilimi tüm değerdenarınmışlık iddialarına rağmen, sürekli değişen değerler belasıyla içice yaşamak zorundadır. Gerçekte, çağdaş değerlerdeki bunalımın nasıl bilim kurumu içindeki bu temel değer çatışmasından kaynaklandığını görmek için daha çok inceleme yapmak ilginç bir konu olurdu, ilk bakışta en az üç tane rakip değer sisteminin bu sürekli çatışmada yer aldığı görülebilir. Kitabı Mukaddesin değerleri, Batı biliminin değerdenbağımsızlığı (değer bakımından nötrlüğü) ve ileri gelenlerin değerleri. Alternatif bilgi hareketleri, yangına körükle gider gibi tabloyu daha da bulandırmıştır. Değerden arınmanın islam biliminin sorunu olmadığı açıktır. O, varoluşunun karşılıklı olarak kapsandığı evrensel bir değer sistemi içinde hareket eder: eskiyi devam ettirecek bu değerler üzerinde zenginleşir. Nasr gibi kimi bilim tarihçilerinin bizi inandırmak istediği gibi Simya, Astroloji, Gizli bilimler, Marifet, Metafizik; islam Bilimi bunlardan hiçbiri değildir.6 Bu modası geçmiş konulardaki kimi gizli ilimlerle ilgili Farsça yazmaların bir takım nüshaları, İslam bilimi için genelleştirme ölçüsü olarak alınmaktadır. İslam topraklarında bilim ve teknoloji konusundaki klasik eserlerde bu iddiaları destekleyecek yeterli tarihi kanıt mevcut değildir. Dahası, İslam toprakları geleneksel olarak karmaşık bir kültürler mozayiği olagelmiştir. Çeşitlilik içindeki birlik. Tam tersine gelenek, bu halk uygulamalarının diğer herhangi bir Müslüman kültürden daha fazla, büyük ölçüde Zerdüştçü geçmişine bağlı olarak Iran kültüründe üstünlük kazanmalarını sağlamıştır, islam kültüründe kesinlikle bilim ve teknolojinin beynelmilel bir yapıda olması nedeniyle bu halk uygulamalarından bazıları diğer Müslüman bölgelere nüfuz etmiş ve bu konularda bilimsel incelemeler kaleme alınmıştır. Bu konulara yakından bir bakış, Müslüman bilginlerin bu uygulamaları himaye etmek yerine amaçlarına uygun bir perspektif edindiklerini ortaya koyar. Sözgelimi, Islamın bilgi teorisine ilişkin kapsamlı incelemesinde imam Gazali bu ameliyeleri suçlamıştır.7 Bundan da öte, ne bunları uyguladıkları, ne de meslekten kişiler olarak onların kullanımını teşvik ettikleri yolunda bilim ve teknoloji alanlarındaki Müslüman üstadların eserlerinde hiçbir kanıt yoktur. Metafiziğin olduğu kadar Marifetin durumu da biraz farklıdır. Uygulamada, dünyevi varlıktan tamamen uzak irfani arayışlar islam kültüründe daima şüpheyle karşılanmıştır, irfana karşı gösterilen bu tepki, irfani aşırılığın islamdaki bütüncül hayat anlayışına son derece ters düşmesine bağlanabilir. Metafizik de aynı tepkilerle karşılaşmıştır. Bundan başka Ibn Rüşd, Ibn Bacce, Ibn Sina ve imam Gazali gibi bilginlerin Yunanlı ve diğer metafizik sistemler üzerine sorgulayıcı araştırmalar yaptıkları ve metafizikle ilgili araştırmalarının Islami perspektiften güçlü bir savunusunu gerçekleştirdikleri biliniyor. Bu yüzden islam biliminin ya sözkonusu halk pratiklerinin ürünleriyle ya da Marifet ve Metafiziğin incelenmesiyle biçimlendiğini ısrarla vurgulamak yanlıştır. Temel sorumuz olan İslam bilimi ne değildir?i cevaplamak için önce Bilginin lslamileştirilmesine yönelik bir kaç Islami girişim üzerinde durduk ve İslam biliminin mevcut haliyle izinden gittiği dünya görüşüyle zihnen birleşemeyeceğini tesbit ettik. Daha sonra, islam biliminin kutsal metinlerin bilimsel yorumuna dayalı Bucailleci metodolojiyi onaylayamayacağı yolunda bazı ikna edici kanıtlar sunduk. Nihayet Simya, Gizli Bilimler ve Astroloji ya da Metafizik veya İrfani aşırılık gibi halk ameliyeleriyle sınırlı olduğu öne sürülen İslam biliminin kapsadığı alan hakkında defalarca tekrarlanan düşünceleri bertaraf etmeye çabaladık. Resmi Batı bilimi ve onun piyasaya sürdüğü bilgi alternatifleri konusundaki başlıca gözlemlerin ışığında ve konumuzla ilgili bazı Islami söylemlere yakından bir bakışla sonuç olarak islam biliminin ne olmadığını söyleyeceğiz.8 1. islam bilimi, bilgi teorisi ve metodolojisi, geçici Batılı dünya görüşüne indirgenemeyen İslamın dünya görüşünün ürünleri olmaları nedeniyle islamileştirilmiş bilim değildir. 2. Her türlü bilgiyi organik bir birlik içine sokan Tevhidi mutlak makroparadigma dolayısıyla indirgemeci değildir. 3. Bilimin araç ve amaçlarını birbirine bağlayan gelecekbilinci ile donatılmış olduğundan anakronistik (zamanını şaşırmış) değildir. 4. Islamın evrensel normları içinde mutlak bir serbestçiçeklenme yöntemine izin verdiği için metodolojik olarak baskıcı değildir. 5. Dar disipliner uzmanlaşmaların tersine çokdisiplinliliği desteklediğinden dolayı parçalı değildir. 8. Ziyaüddin Serdar, Arguments for Islamic Science, Reis Ahmed ve Seyyid Nesim Ahmed (Hazırlayanlar), Questfor Nevv Science: Selected Papers of a Seminar (Aligarh: Centre for Studies on Science, 1984), s. 2975; bu yazı İslam biliminin yapısını daha iyi kavramak için temel metin olarak tavsiye edilir. 6. Bilgi teorisi ve metodolojisinin sağlam bir toplumsal bağlama oturması nedeniyle adaletsiz değildir. 7. islam biliminin ebedi değerleri Islamın değerlerinin aynasında yansıyan imgeler olduğu için geçici değildir. 8. Bilimsel çalışmanın toplumsal bağlamını tartışarak hallederken öznel olarak nesnel olduğundan toplumla ilgisiz değildir. 9. Mantıki bir yanılgı içermesinden ötürü Bucaillizm değildir. 10. Gizli bilimler, astroloji, mistisizm ve benzeri epistemik donanımlara iltifat etmediği için kültçü değildir. İslam Biliminin Yeniden Doğuşu GLYN FORD Barbarlar olmadan ne yapacağız şimdi? ; Ne de olsa onlar bir tür çareydi. Kavafis Mevcut tezahürleri içinde bilim ve teknoloji, insanlığın geleceğini derinden tehdit eder bir konumdadır. Nükleer bomba heyulasıyla bu tehdit en net biçimini alırken, çevrenin tahribi ve toplumun parçalanması sorunları da daha az tehlike arzetmemektedir. Günümüzün geçerli eğilimlerindeki çatlamalar, tabiatın ele alış ve kavranış tarzında yeni üsluplara ihtiyaç gösterir. Bu bunalıma elini uzatabilecek durumdaki İslam dünyası (darulİslam) tarihte yapmış olduğu bu görevi, (bu gerçeğin çok az insan farkında olsa da) yine yerine getirme fırsatıyla karşı karşıyadır. Batı bilimi ve teknolojisinin tek ve vazgeçilmez doğru olduğuna dair düşünce, yüzlerce yıldır (ve günümüzde de) insanlığı hipnotize etmiş ya da etmeye devam etmektedir; bu bunalımın yaratılmasına yardımcı olmuştur, hala da olmaktadır. Bilime nesnel hakikatmış gibi bakan bu anlayış, siyasi amaca hizmet eden bir efsanedir. Bilim ve teknoloji tarafsız olmayıp tam tersine değer yüklüdür. Bilim ve teknoloji, tıpkı Yunanlıların Truvaya soktuğu Truva Atı gibi, her yere ve her şeye Batı değerlerini taşır ve nüfuz etmesine yardımcı olur. Teknolojinin yarattığı sorunları çözmek için daha fazla teknoloji ithal etmek gereğinin fasit dairesi anlaşılana kadar bu durum böylece devam edip gidecektir. Çünkü Üçüncü Dünya, kendilerine verilen ithal teknoloji karşılığında, Batının gittiği yoldan gitmek için çaba sarfeden acımasız mantığın temellerini atmıştır. Modern bilim tarihi yazımı, Batı dışında alternatif bilimlerin tarihte varolmuş olduğunu yeni yeni göstermeye başlıyor, islam kültürü, endüstrileşmiş dünyanın gücü altındaki bütün diğer Batılı olmayan kültürlerle aynı kaderi paylaşmıştır. Bu düşünce emperyalizmi, aşağıda tartışacağımız bir takım etkenlerin bilimle bağlantısında özellikle önemlidir, islam biliminin tarihi, Batılı değerlerin diliyle ve soluk bir övgüyle yeniden okunmuş, amaçları tartışmasız bir biçimde Batı biliminin amaçlarına paralel sayılmış, başarıları ise sadece Yunan klasiklerine düşülmüş dipnotlar halinde kaydedilmiştir. İslam biliminin ana fonksiyonu, Avrupanın kutsal görevini unuttuğu talihsiz asırlarda, kadim bilimce oluşturulan ortamın muhafaza edilmesi olarak görülmüştür. Bu yüzden Rönesansla birlikte Avrupanın geçici unutkanlığı sona erdiğinde, islam bilimi kendisine nasip olan kısa süreli muhafızlık misyonunu tamamlamış, medeniyet meşalesi yani Yunan biliminin kitapları ve teknikleri gerçek sahiplerine intikal etmişti. Halbuki kendi çalışma sahasında ortaya çıkan sorunlarla ilgilenen, bağımsız varlığa sahip bir islam bilimi var olmuştu. Müslümanların Batılı bir bilim adamı sıfatıyla yaptıkları buluşlardan çok, bir islam bilimi imkanını yeniden hayata geçirmek için bu efsanenin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl evrensel olarak kabul gördüğünü açıklamak daha önemlidir. Bu yapılmayıp da son zamanlardaki felsefi gelişmelerden ders alınmadıkça, aynı entelektüel deli gömleği, kapitalizmin geç döneminde herhangi bir yeniden doğuşu önleyecektir. Bu efsanenin ve onun kabulünün ardında iktisadi, siyasi, hatta teknik nedenler bulunur. Esasen bu efsane, emperyalizmin, endüstrileşmiş milletlerin egemenliği altında bulunan gelişmemiş dünyaya bıraktığı mirastı. Çünkü tahakküm (emperyalizm) sadece siyasi ve iktisadi değil, kültürel bir olgudur da. Batının prestij ve gücü, Üçüncü Dünyada, yerli kültürün kendi kendini inkarına yol açtı. Bu özellikle bilim ve teknoloji alanında doğrudur. Çünkü kültürel açıdan en çok çatışmaların yaşandığı ve Batının en çok itibar gördüğü yer burasıydı. Ayrıca Batının askeri teknolojisi, üstünlüğünü kesin bir şekilde kabul ettirmiş ve dünya çeşitli Avrupalı milletlerin renklerine boyanmıştı. Sonuçta Batının teknik adamları, davetli olarak gittikleri Ortadoğunun saraylarına sızmışlar ve o ülkelerin daha iyi kontrol altına alınmasına zemin hazırlamışlardı. Ama dışarıdan teknik adam getirtmek yetmiyordu. Teknolojisinin tecrübeli bir işgücüne ihtiyacı olduğundan, gereken eğitimi almak için uygun adayların yurt dışına gönderilmesi icab ediyordu. Bu yeni yetmeler, emperyalist ülkelerden geri döndüklerinde, onlara alt kademelerde subaylıklar veriliyor, onlar da askeri konularda dışarıda öğrendiklerini uygulamaya çalışıyorlardı. Bu Batılı girişimlerin gücü, modernleşmeyi eksiksiz başarma amacını taşıyordu.2 En önemlisi, sanki din ile bilim arasında bir savaş varmış gibi, Batı kültürü giderek dindışı (secular) bir hale gelirken, dünyevi ellerin fikri sahaları sürekli teslim almasıydı. Bilim nesnel gerçekliğin peşindeydi. Bu inanç, Batı biliminin onun iddialarını kim inkar edebilirdi? bütün öteki bilgi sahalarından daha üstün olduğu anlamına geliyordu. Bu yüzden kaçınılmaz olarak Batı biliminin bulgularının Batılı olmayan birimlerce ya önceden haber verildiği ya da ona hizmet eder nitelikte olduğu söyleniyordu. Bu efsane, islam dünyasına uygun bir bilim için fırsat yaratılmasıyla ortadan silinebilir. Günümüzdeki şartlar buna izin veriyor. Resmi ya da gayrı resmi Batı sömürgeciliği bu asırda zayıflamıştır. II. Dünya Savaşından sonraki Milli Kurtuluş arzuları, emperyalizmin egemenliğinin parçalanmasına yol açmış; 1973 sonrası islam dünyasının artan iktisadi bağımsızlığı bu egemenliği zayıflatmış, hatta yer yer hiyerarşik yapısını tersine çevirmiştir. Benzer bir süreç, Batının uzun süredir terketmiş olduğu Weltanschauungnnun (dünya görüşünün) hakikatlerinin şüpheli de olsa yeniden değer kazanmasıyla meydana gelmiştir. Sebeplerini tartışmak için burada yerimiz müsait olmamakla birlikte Batı aydınları arasındaki kendine güven havası, bir şüphecilik ve tereddüt doğurmuştur. Bu, Batı endüstrileşmesinin karanlık sonuçlarıyla ve onun bilim ve teknolojisiyle alakasız değildir. Batının fikri hegemonyasını yıkmanın maddi şartları, ilerlemenin zorunlu bir safhasıdır ama bu, kesinlikle tek başına yeterli değildir. Zira alternatif düşünme çalışmaları da beraberce yürütülmelidir. Bilimi yeniden değerlendirirken bilimlerin kültüre bağımlı olduğunu ispat eden iki olay göze çarpar. Bunlardan ilki, Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında meydana gelen tarih metodolojisindeki dönüşüm, ikinci ise daha çok son zamanlarda bilimin mahiyetinin gerek bilim adamları, gerekse filozoflar nezdinde uğradığı değişimdir. Bu iki gelişme, bilim tarihçilerinin kafalarını karıştırmıştır. Birinci meselede son zamanlara kadar bilim tarihine taban tabana zıt düşen konular, bilimin mahiyeti hakkındaki inançlarını bırakamamaları nedeniyle bilim tarihçileri tarafından kural haline getirilmiştir. Onlara göre bilim, diğer disiplinlerden farklı olarak objektif gerçekliğin peşindeydi. Bu yüzden, bir tarih dalı olarak bilimin tarihi tekti ve bu objektif gerçeklik haritası dışında herhangi bir şey varsa da önemsizdi. Bilimsel araştırmanın mahiyetine ilişkin bu görüş, yukarıda da bahsedildiği gibi günümüzde doğru kabul edilmiyor. Bu değişiklikler, islam ve öteki Batılı olmayan bilimlerin yeniden gözden geçirilmesi ve yeniden doğuşu için fırsat yaratmaktadır. Bilim tarafsız mıdır? 20. yüzyılın yeni bir tarihin doğuşuna yardım eden ilerlemenin kaçınılmazlığı hakkındaki şüphe ve endişeleri, son zamanlarda bilimi de etkilemiştir. Bilim felsefesi camiasındaki mantıkçı ve mekanikçilerin oldukça verimsiz çalışmaları, bugüne kadar iki fikri akımın saldırısına maruz kalmıştır. Söz konusu akımların yaratıcıları iki kişidir: Kari Popper ve Thomas Kuhn. Bunlardan ilki olan Popper, mantıksal açıdan yanlış olan, teorilerin doğruluklarının sınanması amacını güden bilim metodolojisiyle ilgileniyordu.3 Bir önerme sayısız ya da çok sayıda doğrulayıcı örnek tarafından desteklenebilir. Mantıklı bir anlayış gibi görülen fakat bilim düşüncesini alttan alta tehdit eden bu doğrulama yaklaşımı, bütün olayları kendi öğretilerinin doğrulanışları olarak gören Marksizm ve Psikanaliz gibi yanlışlanamayan sahte bilimler tarafından öteden beri kullanılmaktaydı. Poppere göre bilimin arkasındaki dinamik, onun sürekli doğrulanması değil, yanlışlanması olmalıydı. Bilim adamları hipotezlerini yanlışlamayı sağlayabilmek; teori çürütülene ve aynı şekilde sınanabilecek, açıklama gücü daha fazla olan yeni bir teori ortaya koyana kadar onları bütünüyle uygulayabilmek şeklinde bir yol izlemeliydi. Bu filozoflardan ikincisi olan Thomas Kuhn, bir çoklarına göre can alıcı noktalara temas etmişti. Kuhn, bilim tarihi üzerine yaptığı incelemeler sonucunda uygulamada iki farklı ve alternatif bilimsel pratik olduğunu ileri sürüyor ve bunları normal ve devrimci bilimler olarak adlandırıyordu.4 Normal bilim, bilim adamlarının büyük çoğunluğunun her zaman üstlendikleri ve bütün bilimlerin çoğu zaman icra ettikleri şeydi ve tabiat hakkında sorgulanmadan kabul edilen yerleşik pratikler ve inançları içeriyordu. Örneğin: Batlamyusun astronomisi, çalışma sahasının bir tezahürü olarak kürelerin mükemmel yörüngeler içinde hareket ettiği dünyamerkezli (geocentric) bir aleme sahipti. Bu matris, araştırılan problemin türünü, bulmacaların çözümünde önerilen tarzı ve bu çözümleri karşılaşmak zorunda oldukları kabul edilebilirlik kriterini belirliyordu. Bu kabul edilen pratiklerin ve temel inançların çalışma sahasına Kuhn, Paradigma adını verir. Normal bilim döneminde özel bir alanın paradigması ihlal edilemez ve ona aykırı bir teori geliştirilemez. Bununla beraber herhangi bir paradigma içindeki süreç, eninde sonunda duraklar. İlginç sorular, kabul edilmiş çalışma sahasında Ortaya çıkar ve ısrarla ortaya çıkan anormal sonuçlar paradigmanın işleyişini durdurur. Önemli olarak değerlendirilen, ancak mevcut paradigmanın açıklama gücünü aşan tabiat olaylarını daha açıklanabilir hale getirme teşebbüsü içindeki bazı bilim adamlarının paradigmayı yanlışlayan bireysel çabaların ve anormalliklerin ört bas edilmesi suretiyle kontrol altına alınmalarının giderek imkansızlaşması, normal bilimde ilerleme bunalımını başlatır. Bu, bilimsel devrimdir. Bunalım, çöle yağan yağmura benzer. Çölde alternatif paradigmalar çiçek açar ve bunların hepsi, önceki paradigma altında normal bilim olarak yürütülen çalışmaların çoğunu unutulmaya terketmekle tehdit eder. Bu duruma iş hayatları tehdit edilen bilim adamları direnir ve bu hususta daha önceki çalışmalarını bir parça tadil ederek direnmelerini sürdürürler. Devrimci bilim dönemi kısa sürelidir. Bilim adamlarının yeni alternatiflerden birinin veya bir diğerinin ardında gruplaşmaya başlamaları uzun sürmez. Bu bilimsel devrim döneminde en elverişli olanın yaşaması (survival of fittest) kuralı gereğince mücadeleden sadece bir tanesi galip çıkar. En önemli nokta, Kuhnun bilimsel devrim döneminde yeni paradigma seçiminin, bilim adamlarının kişisel ve tarafgir değerlendirmelerinden bağımsız olmadığını iddia etmesidir. Çünkü Kuhn son tahlilde yarışan paradigmalar arasında bir seçim yapmak için bilim adamlarının ellerinde belirli bir bilimsel ölçü bulunmadığına inanır. Bu noktada objektif, tarafsız ve değerlerden bağımsız bilim inancı iflas eder. Çünkü paradigma seçimini etkileyen kişisel ve tarafgir değerlendirmelerde bilim, karakterini yitirir. Bilim adamlarının inançları, yaşadıkları toplumun inançlarını yansıtır. Bu nedenle bilim, toplumsal bir kurumdur. Boris Hessen 1931de çıkan Newtonun Principiasının sosyal ve iktisadi kökenleri (The social and economic roots of Newtons Principia) adlı yazısında, Marksist bir bakış açısıyla Principianın tek başına bilim mantığından doğmuş bir bilimin ürünü olmaktan çok, gelişen ingiliz burjuvazisinin ihtiyaçlarının sonucunda ortaya çıktığı iddiasını ortaya attı.5 Şüphesiz insan dürtüleri yalnızca iktisadi olmayıp aynı zamanda (Marksizmin naif anlamının dışında) dini, ahlaki ve ideolojik yapıda olsa da, materyalist tahlil, bilime Kuhn tarafından getirilen yorumun etkisine işaret eder. Kuhnun Bilimsel Devrimlerin Yapısı (The Structure ofScientific Revolutions) adlı eserinin ilk baskısının yayınlandığı 1962den beri bilim felsefecileri arasında şiddetli bir tartışma yapılagelmektedir.6 Ve bu mücadele, Kuhnun paradigma seçiminde bulunduğunu ileri sürdüğü irrasyonel faktörlere yeterince dikkat çekmiştir. Kuhnun çalışmasının irrasyonel tutumu meşrulaştırdığı ve neredeyse Batı medeniyetinin temellerini tehdit ettiği iddiaları Kuhnu bir dereceye kadar görüşlerinden vazgeçmeye zorlamıştır. Kuhn, kendisine yapılan bilimsel haksızlık ve eski arkadaşlarından bazılarının onu terketmesi karşısında kendi tezlerinin mantığını inkar eden bir adım atmış, Marxın ünlü sözünün etkisinde kalarak, kendinin Kuhncu olmadığını ilan etmiştir. Ama bu, başkalarının çalışmasını durduramadı. Bazıları bilimde bir ideoloji bulunduğunu açıklarken, bazıları da bilimde anarşi olduğuna iddia ettiler.78 Ama hiçbiri de dünyada bilimin konumunu tanımlamaktan ileri gidip onu değiştiremediler. Ne olursa olsun Kuhn bilimin tarafsız ve değerlerden bağımsız olmayıp kabul edilmiş dogmaların ışığında ortaya çıktığı gerçeğini açıkça ortaya koyarak at gözlüklerinin çıkartılmasına katkıda bulunmuştur. İslam Bilimi En yalın biçimiyle söylersek: Eğer bilim, son zamanlar gelene kadar tasvir edildiği gibi yegane fikri yapı değilse; eğer bilim tarihi, tabii dünyanın hakikatine ulaşmaya yönelmiş çabaların tarihi değil de, bilim ile bilim adamları ve toplum arasında yer alan farklı sosyal yapıların tarihi ise, bunların hepsinin hakiki bir İslam dünyası içinde özümlendiği bir islam bilimi ihtimali de var demektir. Zira islam bilimi, bilim haricinde, toplum ve kültür arasında genel olarak kabul edilen bağlantılarla da paralellikler gösterir. Örneğin hat sanatının gelişimi ve evrimi, sosyal değişikliklerin vasıtası olarak ele alınabilir. Saflığı ve sadeliğiyle ilk kufi yazılar Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefatını izleyen asırdaki zühdü yansıtırken, daha sonraki şehirleşmenin dinamik ve mahirane süslere izin verdiği görülür. Yine islam toplumu durulmaya başladığında kütlevi ve kasvetli sülüs hattı ortaya çıkar.9 islam hat sanatının gelişiminde olduğu gibi, islam bilimi ve toplumunu da birbirinden ayırd etmek imkansızdır. Bu yüzden İslam bilimi, Batı biliminin bir altgrubu olmaktan ziyade, kendi şartları içinde değerlendirilebilir. Böyle bir değerlendirme, islam biliminin yeniden doğuşuna daha çok katkı sağlayacaktır. Yine böyle bir değerlendirme, Batı düşünce modelleri ve ilgilerinin kalıbı içinde kötürümleşmek yerine, kendi çalışma sahasında ortaya çıkan soruları cevaplayarak islam bilim tarihinin, Batı kültür emperyalizmine teslim olmadan önceki tahliline ihtiyaç gösterir. Çünkü bu sayede İslam bilimi, eski ilgilerinin farklılığını gösterebilmiş olacak ve yeni bir İslam bilimini yapılandırabilecek unsurları tamamiyle olmasa da ortaya çıkaracaktır. Böyle bir yeniden değerlendirme nasıl olacaktır? Bu konuda Seyyid Hüseyin Nasrın çalışmasında yöneldiği bazı düşünceleri örnek olarak verebiliriz. (Ne var ki, inançları tasavvufun güçlü tesiri altında olduğundan Nasr, ideal bir örnek değildir.) Bununla birlikte Nasrın Islamic Science: An lllustrated 5tudysi10 buna örnek verilebilir. Nasr, dinin aslından uzaklaşmış olmakla birlikte onlarla bağlantı içinde olan bağımsız bir islam bilimi olduğunu iddia eder. Yunan bilimsel mirası da dahil olmak üzere dışarıdan İslam alemine giren bu düşünceler, ona göre, Islamın kainat anlayışının enginliği sayesinde yeni bir manevi ve fikri biçime bürünmüştür. Bu kainat anlayışının yapısı, kendi bilgi teorisiyle önceden belirlenmiş ve bu bilgi teorisi darullslamın bilimini biçimlendirmiştir. Nasr, Müslümanlar için farklı bir takım bilgi türleri olduğuna inanır: Akli bilimlerden elde edilen edinilmiş (kesbı) bilgi ve yaşayarak elde edilen verili (huzuri) bilgi. Eğer Nasrın dediği gibi bilginin yalnızca tek bir biçimi yoksa, bugün Batıda muhafaza edilen bilginin akli biçimi, diğer biçimlerle karşılaştırılmalıdır. Bilginin bu farklı biçimleri, Müslümanlar için hala kaynağı Kuran olan ve tamamı birlik içinde bulunan bir metafiziksel hiyerarşiye bağlanmış durumdadır. Bu nedenle her bilgi araştırması, dini bir atmosfer yüklüdür. Müslüman bilim adamlarının çözmeye çalıştıkları problemleri, dahası tercih ve kabul edilen çözüm tarzlarını bu atmosfer belirlemiştir. Bilim ve kültür arasındaki bu ortakyaşama (symbiotic) ilişkisi bazı düzeylerde etkilidir. Müslümanların günde beş vakit kıbleye yönelmesiyle, ay ve güneşin doğuş zamanlarıyla olan ilgisi, jeodezi ve astronomiye faydacı bir ilgi uyandırmıştır. Bir başka inanç düzeyinde bilim, şimdi kullandığımız anlamda bilimin kendisini de ıslah eden çokboyutlu hakikatin yalnızca bir görünümüdür. Böyle bir bilim tasarlamak, çağdaş bilimin bakış açısıyla eğitilenler için çok zordur. Nasr şimdiye kadar İslam biliminin ayırd edici özellikleri ve teknolojisi hakkında gerekli bazı bilgiler sağlamış durumdadır. Uyumu, dengeyi ve adaleti önemseyen Islami bir kozmolojiden zuhur eden bilim, Müslümanların tabii çevrenin en az bozulması ve insan yeteneklerinin en fazla kullanımıyla faydalı tabii güçlerin teknolojisini yaratmalarına rehberlik etmişti. Başına buyruk bir teknolojik değişim, engellenmişti: Baruta sahip olan Çinlilerin silah yapmaması gibi. Müslümanların çevreye uyumlu teknolojisi, özellikle de dini yapılar, yararlılığından gelen bir güzelliğe sahiptir. Nasrın hala sürdürdüğü ve öteki Müslüman tarihçiler tarafından gelecekte yapılacak değerlendirmeler, geçmişte kesintili de olsa bağımsız bir İslam biliminin var olduğunu gösterecektir. Bir yeniden doğuş ihtimalini kesin olarak ortaya çıkaran bu durum, geçmişe dönüş olmaktan çok, geleceğe doğru atılmış bir adım niteliğindedir. Yeni bir İslam bilimi, 20. yüzyılın son dönemi için bir bilim olmak ve dönemin işaretlerini taşımak zorundadır. Ama bu, islam biliminin temellerine işaret eden prensiplerin değerlendirilmesini gerektirir. Ziyaüddin Serdar,11 ileri sürmüş olduğu bir değerler silsilesi ile bunu başarmıştır: Serdar, İslam düşüncesinin özünde 10 değer bulunduğunu söyler: Tevhid, halifelik, ibadet bilgi (Um), helal, haram, adalet (adl), zulüm, genel menfaat (istislah) ve israf. Böyle bir bilimi yeniden yapılandırma girişiminde bu değerler, programların islam biliminin sahasına girip girmediğinin tesbit edilmesiyle teknik ve araştırma programlarında kullanılabilir. Özel bir programın sonuçlarının daha yüksek bir adalet ölçeğine mi, yoksa zulmün güçlendirilmesine mi yol açacağı; insanın yaratılışında varolan halifelik makamına hürmet edip etmeyeceği; israftan çok, kamu çıkarına mı yönlendirileceği hakkında sorular sorulabilir. Bu tip soruların, belirli ileri teknoloji projelerini saha dışına atacağı ortadadır. Örneğin: Bu değerler esas alındığı takdirde, Libyadaki Kufra vahası gelişme projesi hiçbir zaman başlayamazdı. Bu projedeki fikir, yeraltındaki sınırsız su kaynağının kullanımına ilaveten büyük miktarlardaki kimyevi gübrenin ve ileri teknolojinin ithali yoluyla çölü yeşile çevirmekti. Böylece et için kuzu üretimine temel teşkil edecek yüzlerce dönüm yonca yetiştirilmiş olacaktı. Bu proje, çiftçilerin ve suya uzun zaman önce yer altında teşekkül etmiş ve tekrar yerine gelmeyecek suya bağımlı olanların nafakası pahasına, hem kamu çıkarına, hem de halifelik değerlerine uygun düşmüyordu. Aynı şekilde Ortadoğuda sürdürülen yerleşim planlarının çoğunda Islami değerlere dikkat edilmemekte ve her yeri zorla işgal eden Batı tipi şehirleşme nedeniyle geniş aile kaçınılmaz olarak tahrip edilmektedir. Deniz kenarlarına yerleşmenin yaygınlaşması, 20. yüzyılın sermaye umudu çingeneleri (turistler) ve hareketlilik üzerinde ısrara ön ayak olan gelişmiş iletişimler yüzünden cemaat duygusu parçalanmaktadır. Endüstride, işin durmaksızın basitleştirilmesini ve parçalarına ayrılmasını öngören Taylorizm nedeniyle süreç tevhide ve ilme karşı işlemektedir. İnsanı kendi eserleri tarafından cüceleştiren mimari, tabiata duyulan hürmeti betona ve çeliğe yöneltmiştir. Daha başka birçok şey de, en az bunlar kadar Islami değerleri altüst etmiştir. Fakat bütün bu olumsuz örnekler, Batı biliminin İslam dünyasında iflas ettiğini gösterir. Bugüne kadar varolmayan şeylerin ön bilgisine ihtiyacı olduğundan yeni bir İslam biliminin olumlu etkilerini anlatmak açıkça daha zordur. Hatta böyle bir bilim sahasında çıkacak paradigmaları tasarlamak bile mümkün değildir. Yine de bazı önderler, islam biliminin ilgilerini ortaya çıkarabilir. İslam biliminin ilgileri, Batıdaki yüksek teknolojiyi üreten ve Müslümanların temel ilgi alanlarını acınacak denli ihmal eden mevcut bilimsel ilgilerden çok, Serdarın sunduğu Islami değerlere benzemelidir. Bu ilgi alanları aşağıdakileri de ihtiva etmelidir: Tarımda çiftçiliğin, tarım aletlerinden çok ürünlerin gelişimi üzerinde yoğunlaştırılması; çöllük bölgelerde, buraların değiştirilmeye çalışılmaktan ziyade kullanılması; farmakolojide, bütün etkileri insan fizyolojisi üzerine olan ilaçlardan çok Batı kültürünün dışında kalan geleneksel metodları destekleyen dengelenmiş bir ilgi; hayvan çiftliğinde yasak yiyeceklerin kökenleri üzerine ciddi bir incelemeyle Müslüman dünyada evcilleştirilebilen hayvanlarla ilgili bir çalışma; enerji teknolojisinde fosil yakıtları ve nükleer güçten ziyade güneş enerjisi; okyanusun termal enerjinin bir başka enerji şekline çevrilmesi gibi küçük çaplı denilebilecek enerji kaynakları üzerinde ısrar. Kimyada, suni çikolata ve aldatıcı renkli mamuller üretmekten çok yağışı az olan bölgelerde toprak verimsizliğinin nedenleri üzerine çalışma. Daha yumuşak bilimler arasında yer alan mimari ve şehir planlamacılığı, kitle kültürünün bunalımdan ziyade şahsi değeri ve cemaat hissini muhafaza etmesi ve güçlendirmesine ve Batının giremediği şehrin iç yaşantısının yabancılaşması ve parçalanmasına yol açmayan bir şehir çevresi yaratmak için tabii malzemeleri kullanma teşebbüsünde bulunabilir. Herhangi bir toplumdaki yürürlükte olan bilim uygulaması, toplumun ilgilerinin bir yansımasıdır ve toplumun izlediği yolu yansıtır. Bugün Müslüman toplumlar Batının kötü birer kopyası haline gelmektedirler. Ve sadece alternatif bir bilim ve teknolojinin karşısına dikilmesiyledir ki, darulislamda hakimiyet kurmuş olan Batı biliminin etkilerinin durdurulması ve tersine çevrilmesi mümkün olabilecektir. Bu yol şimdi açıktır. İslam Biliminin Temelini Atmak MÜNEVVER AHMED ENİS Son 10 yıla gelene kadar islam bilimi ortalıkta gözükmezken şimdi hızla ivme kazanan bir düşünce hareketi haline gelmiştir. Bu, görünüşte çok kafa karıştırıcı gelebilir. Tahsillerini Batı bilimi ve teknolojisinin etkisi altındaki bir dünyada elde etmiş olan bilim adamı ve aydınların çoğunluğu için bu tartışma çok can sıkıcıdır. Onlar bilimi nesnel, değer yargısından bağımsız bir faaliyet olarak düşünürler. O evrenseldir, kültür ve değerlerle ilgili değildir, öyleyse şu islam bilimi lafı ne demektir? Bir din olarak islamın bilimle ne alıp veremeyeceği vardır? Bir bilim adamı Müslüman, Budist, Çinli veya Amerikalı olabilir fakat onun dini veya milliyeti, maddi ve evrensel prensiplere göre yargılanan bilimi etkilemez. Bilim felsefesi çevrelerinde kahraman bilim anlayışı olarak bilinen bu bilim görüşü son iki yüzyıl içinde zuhur etmiştir. Aklı göklere çıkaran ve çağdaş Batı medeniyetinin temelini atan 18. yüzyıl düşünce hareketi, sanayi devrimi sırasında yeniden keşfedilen kendine güveni kazandırdı ve Aydınlanmanın hızını arttırdı. Ve bu olay, yavaş yavaş Bilimcilik (Scientism) diye bilinegeLaying the foundation of Islamic Science, Jmjuzry, len olayın içinde kendini belli etmeye başladı. Bu bağlantılar ışığında Batı biliminin ilerlemesinin tarihte bir benzeri olduğu görülmektedir. Bu, Hıristiyan Batının ilk zamanlarında meydana gelmiş bulunan kilise ve devletin birbirinden ayrılışı olayıdır. Bir anlamda son iki yüzyılda da vuku bulduğu şekliyle Batı bilimsel düşüncesinin gelişimi, kilise ve devlet arasındaki daimi çatışmanın sonucu olan ayrılmanın (kutsal ve dünyevi olanın ayrışmasının) kaçınılmaz sonucu olmuştur. Profan (dünyevi) bilginin doğuş ve gelişimi üzerinde Papalığın kontrolünün azalması ve baş belası Engizisyonun gücünü kaybedip daha az kurban almasıyla Batı bilgi endüstrisi hız kazanmaya başladı. Müslüman düşünce ustalarının fikir mirası Batıya (çoğunlukla tamamen çalıntı şeklinde) Latince tercümeler olarak nakledildi ve onları besledi; bu beslenme söylemi. Batılı bilim adamları için kendi içinde bir amaç haline geldi. Müslümanların fikri güçleri kadar siyasi güçlerinin de tükenmesiyle aynı zamana rastlar bu olay. Topraktan elde edilen yeni kazançlar, insanın hizmetine sunulan iktisadi faydalar ve Batıdaki bütün debdebe, dünyayı ele geçirmeye ve kontrol altında tutmaya hammadde olarak hizmet etmiştir. Bilim, bilim metodolojisi ve nihai ürünü olan teknoloji, bu dünya görüşünün ön cephelerini oluşturmuştur. Bu, bilimin sınırsız görünen gücü ve tabii çevrenin sınırsız kapasitesi etrafında bilim ve onun değişik ürünleri tarafından yapılan bütün tahribat ve sömürüleri beslemek üzere oluşturulmuş bir paradigmaydı. Kendilerini kültürel çatışma olarak göstermek, otomasyonun neden olduğu işsizliği artırmak, her yanı robot dolu bir çevrede sosyal yabancılaşma veya yiyeceklerdeki kanserojen maddelerin artan miktarı ya da anne sütündeki DDT gibi gen bozucu ve değiştirici maddelerin arzı gibi çevresel etkilerden biri veya birkaçı, objektif bilimin uğraşıları sırasında fena halde ihmal edilmiştir. Araştırma düzeni, bilim ve teknolojideki gelişme, dini liderler ve vaizler tarafından kürsüde oturarak yapılamaz. Bu düzen akıl almaz bir mesafe katetmiştir. Kilisenin siyasi kaderi, ulusdevlet siyaseti ve onun stratejik savunma siyasetiyle değişen ekonomisi için kilisenin görüşleri çerçevesinde siyasi ve iktisadi kontrol mümkün değildir. En kötü şeyin olmasına ramak kalmıştı. Bilim, dini gerçek konusunda güvenilmez bir kaynak olarak kabul etmek ve onu düşünce için doğrulanabilir ve deneysel bir yol olarak benimseyen birçok kişi tarafından kabul edilen en büyük yanılgı olmak üzereydi. Bu insanlar bilimden, onun yaşayan bir mucizesi olan teknolojiyi de yedeğe alarak bir yarıtanrı çıkardılar. Bu yarıtanrının sık sık duyulan sıfatları ise şunlardı: Tarafsızlık, nesnellik ve deneysel gerçeklik. Onu insanların cümle dertlerine deva olarak ve felsefesini de dini inançla elde edilmiş hatalara delil için bir ruhsal tedavi (psikoterapi) olarak sundular. Bilim kurumu açık bir elitizmle, telaş içinde kendini devlet içinde devlet yapmak için birçok fildişi kule yarattı. Metodolojik yaklaşımları veya düşünce ürünlerinin eleştirel değerlendirme sistemini açıkça tanımlamadan ya ilan et veya öldür hükmü yaratılmıştır. Ekolojik bilincin doğuşu, teknokratik kültürlerin büyüsünden kurtulma, onu takip eden enerji bunalımı, alternatif hayat tarzlarının araştırılması, insan sağlığı ve güvenliğine artan ilgi, elitist araştırma ve geliştirme programlarına azalan destek; bütün bunlar yavaş fakat derece derece Bilimcilik dinozorunun açıklarını ortaya çıkarmaya başladı. Kahraman bilim anlayışı darmadağın oldu. Kaybedilen savaştaki son bir siper gibi bilim kurumu indirgemeciliği koz olarak kullanmaya başladı. Başlangıçta indirgemeciliğin önerileri canlı bir felsefi tartışma doğuracak güçte felsefi bir delil gibi gözüktü. Araştırma yelpazesinin iki ucundaki keşifler, amaca göre kullanılabilecek bir bilgi yığını oluşturdu. Bu bilgi, maddenin temel tabiatına ve onun hayat formlarına ışık tutan fizik ve biyolojiden elde edilmişti. İndirgemeciliğin reçetesi artık hazırlanabilirdi: Her türlü madde, atom ve atomaltı parçacıkları ihtiva etmekte olup bütün canlı maddelerin biyolojik görünüşü DNAnın moleküler yapısında kodlanmış olarak bulunabilir. Bu şu demektir: Hayat ve onun değişik nitelikleri, saf biyofiziksel bir tahlile elverişlidir. Bu düşünce tarzı, evrim felsefesiyle tamamlanır. Bu iki parça birleştirildiğinde insanın diğer yüksek memeliler olan primatlara yakınlığı gibi hayati bir konuda spekülasyonlara yol açar. Bir indirgemeci için hayvan ile insan arasındaki fark, sadece DNA helezonunun kenarlarında sıralanmış bazların düzenindeki farklılıktan ibarettir, insan melezleşmesini içeren deneyler ve hayvan DNAsı bu iki tür arasında yaşanmış olan yakınlığın derecesine kanıtlar sağlamıştır. Hayvanlar üzerindeki deneyler ve ardından insanlar üzerinde yapılan bilgi testinin genelleştirilmesi, standart bir bilimsel uygulama olmuştur. Aslında bu, insan vücudunun anatomik keşfinin bir çeşit tabu sayıldığı Orta Çağa kadar geri gitmektedir. Bununla birlikte evrimci indirgemecilik ona yeni bir hız kazandırmıştır. Zaten evrim teorisi organik ilişkiyi desteklemişti, şimdi biyofiziksel devamlılığı sağlamak için indirgemeciliğe başvurulabilirdi. Böylece deneysel araştırmalar değişik türden binlerce laboratuvar hayvanını bilimsel nesnellik mihrabında kurban etti. Deney hayvanlarının biyolojik silah araştırmasında ve diğer birçok alanlarda kitle halinde kullanılması uygulaması, halen devam etmektedir. Biyofiziksel süreklilik, deney hayvanlarına yapılan acımasız muameleler ve kutsanmış evrimci indirgemecilik, doğa olaylarına getirilen hakim yaklaşımı oluşturan belirli bir dünya görüşü içinde birleştirildi. Biyofiziksel sürekliliğe ilişkin evrim teorisi paradigması, bütün canlı faaliyetlerini biyofiziksel kanunlar çerçevesinde açıklamak ve düzenlemek için araştırma yapan indirgemeci dünya görüşüne hammadde sağlamıştır. Bu, deney hayvanlarına karşı yapılan zulüm ve işkenceyi meşru gören bir dünya görüşüydü ve Francis Baconın tabiat, sırlarını işkence yapılınca açıklar şeklindeki sözlerinde yankı bulmuştu. Böylece indirgemeci dünya görüşü için tabii olaylar estetikten veya biyofiziksel alana girmeyen diğer niteliklerden yoksun şartlar altında incelenebilirdi. Evrimci indirgemecilik, tabiatı bakımından karşı konulmaz bir biçimde hayvani davranışı itibariyle mekanik bir dünya sunmak amacındaydı. Örneklerin ve metodolojik yaklaşmaların çoğunluğu, evrimci indirgemeciliğin temel akımlarını örneklerle ifade eden Batı bilimince geliştirilmiştir. Bu şartlar altında bilim yapmak gerçekten korkunçtu. Bilimsel nesnellikle meşrulaştırılan bu işkencenin sonuçlarına hala katlanıyoruz ve katlanmaya da devam edeceğiz, insanların, meseleleriyle ilgilenecek bir koruyucuyu yüz üstü bırakan ve canlıları, yaşama stratejileri sadece doğru kimya bileşimine ihtiyaç duyan ruhsuz ve duygusuz robotlara çevirmeyi amaçlayan yeni bir felsefe, yani indirgemecilik, biyofiziksel soyutlamaların derinlerine giderek daha çok gömüldü. Bir anlamda, evrimci indirgemecilik bilimsel nesnellik uğraşının bir uzantısı sayılır. Vahiyle gelen bilgiden sarfı nazar ederek (Tanrının öldüğünü ilan ederek) bilimin bilmek için ödüllendirilmiş tek araç haline geldiği öne sürülebilir. İrfani bilgi veya diğer bir çeşidi, bilginin doğrusal gelişmesi karşısında bir yana bırakılması gereken hastalık olarak değerlendirildi. Böylece klinik nesnellik, bu bilme metodunun bütünleyici bir parçası haline geldi. Zihinsel bir egzersiz olarak buna belki müsaade edilebilir ve hatta hoş karşılanabilir. Onu çirkinleştiren şey, yüksek insani değerlere tecavüzü ve verili bir sosyokültürel birime dayatılması yönündeki kitlesel girişimler ve nesnel gerçekliğe giden tek yol olma iddiasıdır. Zihinsel münafıklığın klasik bir örneğini sergiler o: Kendi bilgi stratejisi diğer kriterleri dışlarken nasıl olur da bir bilgi sistemi malum bir varlık haline gelebilirdi? Epistemolojik yanılgı böylece açığa çıkar: Nesnel bilim ve onun zürriyetinden gelen evrimci indirgemecilik, budanmış bir tabiat görüşü sunar. Kahraman bilim imajıyla harmanlanmış bu formül, tabiata karşı işkence ve canlı varlıkların hayvanlaştırılmasıdır. indirgemeci felsefe, kesin sonuçlara ulaşma çabasındadır. Tarafsız, nesnel ve adil (hepsi kendinden menkûl) bilimle desteklenen indirgemecilik, bir dünya görüşünü işler hale getirmek amacındaydı. O, 1 milyar dolarlık bir araştırma ve geliştirme stratejisi, deney hayvanlarının keyfi olarak kurban edilmesi veya bu amaçlara ulaşmak uğruna bilim için bilim yapılması gibi bütün araçları mubah kabul etti. Fakat başarılı olamadı. Onun başarısızlığı sadece sonuçta elde ettiği ürünlerde değil, kendi metodolojik stratejisinde, çelişkilerinde ve epistemolojik yanılgılarında ortaya çıkmıştır. İndirgemecilik hala gözde bir metod. Nesnel ve tarafsız araştırmalara yapılan harcamalar, eşdeğer bir barış zamanında yapılanları fersah fersah aşar. Bununla birlikte gerçeklik ve rasyonalite uğruna girişilen bu tek yanlı araştırma, temel nitelikte hiçbir şey ortaya koymamıştı. Normal şartlar altında aklı başında olmanın başka bir bilim fikrini benimsemeyi gerektirdiğinin sorulması beklenir. Bilim veya daha doğrusu Batı bilimi, psikolojik olduğu kadar ideolojik ve fiziksel karışıklıklar da yaratmıştır. Şu halde yeni bir kisve altında ortaya çıkacak bir bilimin mantığı (rasyoneli) nedir? Verilmekte olan zararı, köklü bir değişiklik halledecek güçte midir? Batı biliminin teori ve uygulamasına ilişkin süregiden tartışmalar, Batıdaki bilimsel çalışmaların tabiatına bazı yeni kavrayışlar kazandırmıştır. Ortaya çıkan bu tablo, Batı biliminin akademik bir disiplin olmayıp bir ideoloji olduğu yolundadır. Onun ürünleri, teknolojik aygıtları insan kadar, tabii olayların özü hakkındaki metafiziksel varsayım ve soyutlamalar üzerine inşa edilen bir kendi kendini idame ettirici sistemi telkin etmek ve öğretmek için de kullanırlar. Pratikteki sürekli gelişimi ve vahşiliği tahripkar, müsrifçe ve akılsızcadır. Mümkün olan her aracı, geçmişine ve de geleceğine bir atıfta bulunmadan kullandığı için sömürücüdür. Kendisini birleşik bir bilgi sisteminin çerçevesinden çıkaran kendine kabul ettirdiği deneysel sınırlamalar nedeniyle evrensel olarak doğrulanamaz. Nesnel olmaktan çok, özneldir. Çünkü üretildiği ve bölüştürüldüğü toplumun sosyal, kültürel ve tarihi değeriyle renklendirilmiştir. Batı biliminin eleştirisi, soyut bir işten öteye gidememektedir. Yalnızca nesnel bilgi uğruna bilim kurumunca susturulmuş olan bireylerin faaliyetlerini anlatmaktadır. Bilime yöneltilen yıkıcı eleştiriler bizzat Batının içinden filizlenmiştir. Bir dizi alternatif hareketin himayesinde görülen bilim ve teknolojinin sosyokültürel eleştirisi ciddiye alınmasa da, kahraman bilimin koca binası gözlerinin önünde yıkılırken, konumlarını korumak için harekete geçirilen gittikçe artan sayıda faaliyet halinde bilim adamı ve filozofları vardır. Bilimin kutsal adına üretilen yapay sınırlamaların kaldırılmak zorunda olduğu ve gerçek hayat şartlarıyla çok az veya hiç alakası olmayan teorilerle başa çıkılması gerektiği konusunda giderek yükselen bir uyanış sözkonusudur. Bu bilim eleştirilerinin meydana getirdiği yeni perspektifleri görmek ilginç olacaktır. Soğukkanlı, nesnel ve tarafsız bilim adamı imajı artık pek fazla itibar görmemektedir. Örneğin, SpiegelRosing, bilim kurumunda nesnel kabullerden çok dogmatik davranışın egemen olduğunu savunur, oysa bilim kurumu bizi sık sık yeniliğe giden yolun bilimsel söylemden geçtiğine inandırmıştır. SpiegelRosing bu iddiayı şiddetle reddeder ve bilimsel nesnellik değişmeye direnen kemikleşmiş bir metod olduğu için gerçekte onun yeniliğe karşı bir direniş olduğunu savunur. Dahası, duygunun bir yana bırakılması, engellerle karşılaşma ve stres kadar olayın seyrini önceden anlamanın da araştırmanın gidişatını sözkonusu bilim adamında nasıl şekillendirdiğini gösterir ve iddia edilen bilimsel nesnelliğin oluşturulması için bir dizi tedbir önerir.1 Bilim kurumuna meydan okuma, sadece eleştirel felsefe tarafından değil, bir dizi akademik uzmanlık konuları tarafından bu ortaya konulmuştur. Örneğin, Karin D. KnorrCetina tarafından zekice yapılan kapsamlı antropolojik laboratuar kültürü araştırmalarını ele alalım. Şimdi daha iyi anlaşıldığı üzere bilimsel araştırma, tasviri (descriptive) olmaktan çok inşaidir (constructive). KnorrCetina bu kuruculuğu bilgi üretiminin kararyüklü olma özelliği ile olan ilişkisi açısından çok doğru bir şekilde açıklamıştır.2 O, bağlamsal imkanı, bilimsel metodolojinin bünyesinde bulunan bir etken olarak tanımlar. Açıkça bağlam, bilimsel araştırma ve geliştirmelerin yörüngesi olma işlevini görür. Yukarıdaki incelemelerden elde edilen bazı daha ilgili ve anlamlı bilgiler, Batı bilgi endüstrisinin bir çeşit manzarasını verir. Araştırmanın mantığı fırsatçılık olarak değerlendirilebilir. Bu yolla bağlamın yerini yeniden belirlemek için bir değişim sağlar ve böyle yapmakla kendileri için birçok şey feda edilen gerçeklik ve nesnellik kaybedilmiş olur. Diğer bir deyişle bu nesnellik, kendine hizmet eden bir yapı içinde ifade edilmiş olup burada teşkilatın sürdürülmesi, statü ve sosyoekonomik tekeller, tarafsız söylemin önüne geçer. KnorrCetina, yayınlanmak üzere olan bilimsel bir yazının istisnasız bir şekilde bir ihtida veya daha doğrusu çarpıtma sürecine sokulduğunu gösterir. Laboratuvarın nihai ürünlerinden biri olarak nesnelliğini büyük ölçüde kaybetmiş bir şey çıkar. Batı biliminde disiplinler arasında vuku bulan eleştiriler bitmeyecek gibi gözükür; tam bir disiplinlerarası araştırma tarzı, bilimin değişik iddialarını sınayarak olgun bir statüye ulaşmıştır. Örneğin, bilimi sosyal bir fenomen olarak ele alan David Bloor, bilimin fildişi kulelerini, sosyal eleştirinin kanıtlarıyla yerle bir eder. Onun Bilgi ve Sosyal Düşünce3 adındaki eseri bilgi sosyolojisi, bilim felsefesi ve sosyal bilimler felsefesi üzerine bir yorumdur. Bloorun bu sınırlar bazı şeylerin gizliliğini korumak için konulmuştur şeklindeki iddiası, önceden hazırlanmış yapısal parametrelerin birleşik epistemolojik yaklaşıma karşı nasıl bir engel teşkil ettiği hakkında bazı şeyleri açıklar. Bu, KnorrCetinanın bilginin oluşturulmasındaki yerel olmayan evrenselliğin zımmen yokluğu şeklindeki sözlerine benzemektedir. Bloor, bütün bilginin yanılgıya açık ve tahmini olduğu şeklindeki savı reddeder, çünkü o, bu yaklaşımı felsefi göreceliğin en uç şekli sayar. Bloora göre bilim, metafiziğin kutsamasına ihtiyacı olmayan düşünce kalıbı olup Gerçek, tahmini olmaktan öteye geçemez. O bilgi sosyolojisini, nesnel bilginin imkansızlığını reddeder; ancak ona göre sosyolojik bir nesnellik teorisi, nesnel bilginin göreliği kadar geçerlidir ve relativizm (görecelilik), eleştiriden bağışık kalmamalıdır. Kendi bilgi tablosundan ve gerçek hayat şartlarından bağını koparan Batı bilimi ve onun kurumlarına karşı mevcut şartlar altında yaşayabilir alternatif bir bilim ideolojisi geliştirme şansımız nedir? Yoksa biz hepimiz bilimi defterden silmeli miyiz? Batı biliminin uygulaması ve felsefesi tarafında böylesine karmaşık bir ağ örmüş olan insanlığı hangi gelecek bekliyor? Alternatif bilim çağrısı muhalif bir hareket olarak mı anlaşılmalı, kurulu düzen karşıtı olarak mı damgalanmalı, muhafazakar ve fundemantalist diye mi ayıplanmalı, yoksa radikal bir ideoloji olarak hiçe mi sayılmalıdır? Bilgi sosyologları tarafından yapılan Batı biliminin eleştirel değerlendirmesi, Batı biliminin dallara ayrılmasının tek başına ne arzu edilir, ne de faydalı bir şey olduğunu açıkça göstermektedir. Diğer yandan evrimci indirgemecilik gibi fikirlerle beslenen tabiatındaki küstahlık ve tecrit politikası, yapılacak ıslahatı bir hayli güçleştirir. Bilgi endüstrisinden bir ıslah fikri hiçbir zaman gelmeyebilir. Islahçı hareketlerin mutlaka kaale alması gereken makul talepleri şunları amaçlamaktadır: Yeryüzünde yaratıkları tümüne organik olarak bağlı olan bir bilim ve teknoloji sistemi; yani totaliter ideolojiye değil, normatif rehberliğe tabi olan ve ihtirasın değil, ahlakın yönlendirdiği bir bilim ve teknoloji sistemi yaratmak. Nesnel bir çatı içinde çalışan fakat değerler ile kültürel ve sosyal ihtiyaçların göz önüne alınmasıyla sınırlanan alternatif bilim, ütopik bir hayal değil, çağımız için bir ihtiyaçtır. islam Bilimi, alternatif bir çıkış yolu olarak ortaya atılmıştır. Son 20 yıl boyunca Müslüman fikir çevrelerinde giderek büyüyen bir hareket olarak kabul edilmektedir ve bizim görevimiz bu çok kritik zamanda onun elverişliliğini Batı bilim tarihinde canlı bir görüş olarak sunmaktır. O gerçekten bir bilim midir? Batı biliminin yerini doldurabilir mi? islam Bilimi hangi açılardan çağdaş bilimden farklıdır? Günümüzde uygulanan bilimden onu ayıran epistemolojik ve metodolojik özellikleri nelerdir? Bilindiği gibi, islam Bilimini Ingilizcede tanıtmak üzere en başarılı girişim Seyyid Hüseyin Nasrınki oldu. Nasr, doktora tezi olan An Introduction to Islamic Cosmological Doctrines (age (Mass.), Harvard University Press, 1964) adlı eserle başlayarak yepyeni bir İslam Bilimi imajı sundu. The Encounter oj Man and Nature: The Spiritual Crisis oj Modern Man (Londra, Ailen ve Unwin, 1968) adlı eserinde çağdaş bilimin değerlerden bağımsız kabul edilen savlarını yıkarak, Müslüman toplumda geliştiği şekliyle bir bilim imajı oluşturma yolunda mesafe katetmiştir. Daha sonra yazdığı kitapta ise İslamın değer yapısının belirgin bir Müslüman biliminin ortaya çıkmasına nasıl öncülük ettiğini gösterdi. Ayrıca Three Müslim Sages (Cambridge, Harvard University Press, 1968) ve hlamic Science: An Illustrated Study (World of islam Festival Trust, Londra, 1976) adlı eserlerine de bakılabilir. Bununla birlikte Nasr, tasavvufa olan derin alakası, bütün dinleri bir tutması ve Yunan düşüncesi ve Hellenik yorumları kabule hazır oluşu nedenleriyle İslam Biliminin fazlasıyla ütopyalarla süslü bir yorumunu sunmuştur. Bu, İslam dünyasında ve konuyla ilgili Batılılar arasında okuyucu sayısını kısıtlayan ana nedenlerden biriydi. Ne var ki, Nasrın çalışmaları en azından Müslüman alimlerin çalışmalarının büyük hazinesini ve çalışma tarzını, felsefe ve metodolojisini modern bilginin karşısına oturttu. Diğer yandan İslam Bilimi ile ilgilenen Batılı bilim adamlarının tutumu, nefret ve önyargının karışık tepkisi ile özetlenebilir. Batılı bilim tarihçileri için İslam Bilimi diye bir şey yoktu. Geçmişte İslam Bilimini tanımayarak kitaplardan silmek, fikir hırsızlığının bariz bir örneğidir. Yapılan yanlış hesapla binlerce yıl atlanıyor ve Yunan mirası ile Batı bilimi birbirine bağlanarak İslam Bilimi aradan dışlanıyordu. Son 5 yıldır veya biraz daha fazla zamandır, birdenbire bunun aksine, Nature ve New Scientist gibi haftalık Batılı bilim dergileri, İslam Bilimi ve Müslüman ülkelerde bilimin yeniden doğuşunu kapak konusu yapmaya başladılar. Kendisine saygısı olan Müslüman düşünür ve bilim adamlarının çoğu bu kapakları gördüklerinde kendilerini afallamaktan alamamışlardır. Bana göre bu, bizim bugün anladığımız ve çağdaş anlayışın şekillendirdiği biçimiyle İslam Biliminin gerçek doğum saatidir. İçlerine bakıldığında Nature ve Nevv Scientistin kapak konuları, bu yazıların geçmişin bazı egzotik anlatımları türünden olmadığını gösterir. Bu makaleler, tümüyle Batılı paradigmaların anlayışı doğrultusunda yazılmıştı. Doğu ve Batıya ilişkin bir tarih bilinciyle İslam Biliminin gerekliliği ve çağımızda gerçekleşme imkanı konusunda oldukça güçlü tezler tartışıldı. Bu ilk adımların ve önde gelen diğer çağdaş dergilerde basılmış konuyla ilgili bir dizi makalenin oluşumu, Ziyaüddin Serdar tarafından yazılmış iki önemli eserde bulunabilir, ilk eser olan islam Dünyasında Bilim, Teknoloji ve Kalkınma4, islam biliminin belirmeye başlayan çehresinin şekillenmesine epeyce katkıda bulundu. Islami epistemolojinin açıklamasıyla işe girişen Serdar, İslam dünyası bağlamında bilim ve teknolojinin statüsünü sorguladı ve Batıyı taklit etmenin yanlış olduğu sonucuna vardı. Bilinçsizce yapılan teknoloji transferinin doğurduğu sosyokültürel çarpıklıktan ayrı olarak Batı bilimi, bilim ve teknolojiyi zulüm aracı olarak istismar eden yabancı bir siyasi ideoloji yayıyordu. Gücünü ahlaki ve değer yüklü bir yapıdan alan ve bilimi daha geniş bir dünya görüşü içinde bütünleştirmeyi amaçlayan bir tartışma yavaş yavaş genişliyordu. Serdarın ikinci eseri olan İslam Medeniyetinin Geleceği5, çağdaş dünyada İslam dünyasının statüsünü medeni bir ölçekte yeniden belirlemek yolunda bir döküm sunma teşebbüsüydü. Tarihi imajı destekleyen ve uzaysal yanılsamayı tercih edenler tarafından takınılan sahte gurura şüpheyle baktı ve bir gelecek vizyonu oluşturmaya çalıştı. Bu ve ortaya çıkan diğer eserler tutarlı bir islam Bilimi tablosu oluşturma yolundadır. İslam Bilimi ilkin, temel Islami değerler ve çağımızın gerekleriyle ahenk içindedir. Ne geçmişi unutur, ne de gelecek için ütopik düşünür. Günümüz tartışmalarının hemen başında dinin bilimle ne alıp veremediği olabilir? şeklinde ortaya çıkan soru şimdilerde cevaplanma yolundadır. Geleceği adıyla İnsan Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı: Çeviren: Deniz Aydın, İstanbul 1986.) Bir islam Bilimi tartışması, Batı biliminin başarısız olduğu, islam toplumunun ihtiyaçlarını karşılayamadığı ve karşılayamayacağı ve onun bir İslam toplumunda sosyal ve kültürel köklere sahip olmayacağı noktasında odaklanır. Indirgemecilik, akademik bir intihara mahkûm olmuştur. Felsefe, epistemolojiyi gerçekliğin daha net bir anlayışına yöneltememiştir; oluşturulan bilgi, siyasi kontrol ve iktisadi ihtiyaçlara hizmet etmektedir; bilimin ürettiği araçlar sömürücü ve ahlak dışıdır; ve bilimin nihai ürünleri zulüm ve yıkım aracı olarak kullanılmaktadır. Eğer bilimsel düşünce ve uygulamanın bu şekli değiştirilebilirse bilim insanların iyiliğine çalışabilir. Bu açıdan Serdar, günümüzdeki ünlü Müslüman yazarlardan önemli bir farklılık gösterir. Her şeyden önce Nasrın tersine, ne Batı materyalizminden korkar, ne de birçokları gibi özür dileyici (apologetic) bir tutum takınır. Hatta ne de bütün suçu Batıya atarak onu yozlaşma ve ahlaki dejenerasyonla itham eder. İslam Medeniyetinin Geleceği kitabında Müslümanların işlerini hızlandırmaya yardımı olacak sentezci yaklaşımlar kadar bazı Batılı analizleri de kullanır. Çöküş içinde olan ümmeti tekrar diriltecek ve ona daha iyi bir gelecek için rehberlik yapacak olan bir islam medeniyeti modelini yeni baştan oluşturmak amacındadır. Müslüman bilim adamları bir bilgi sisteminin epistemolojisi ve metodolojisinin fani değerlere değil, kalıcı ve ebedi değerlere dayanması gerektiğini savunurlar. Aynı şekilde verili bir bilgi grubu üzerinde temellendirilen bilim tanımı reddedilir. Bu nedenle Islami bir endokrinoloji veya astrofizik olamaz. Bu, hiçbir şekilde haklı gösterilemeyecek bilgi gövdesinin parçalanmasına yol açar. Öyleyse islam Bilimi nedir? Onların tezi, islam Biliminin, Batı biliminin ne bir yeniden yöndendirilmesi, ne de onun gelişigüzel bir taklitçisi olduğu şeklindedir. Onun kendine ait bir varlığı yoktur. Bir laboratuvara oturup, mikroskop altında gözlemleyip, teşrih edip üzerinde araştırma yapamazsınız, islam Bilimi, bir hayat tarzı olarak islamın bir parçasıdır. O, Islamın fikri ve ahlaki dünyasının ana damarından kopuk bir şekilde öğretilemez. İslam Bilimi, Islami değerlerin geniş kapsamlı çatısı içinde bir dünya görüşü oluşturan İslamın (Bilimin değil) bir altdalıdır. islam Bilimi, diğer bilgi sistemlerinden farklı olarak siyasi ve iktisadi •egemenlik için yüce kelamın (logos) rakipleri tarafından şımartılan bir ideolojinin adı değildir, islam Bilimi, İslam toplumunun değer yapısı üzerinde bilgi geliştirilmesini mümkün kılan bir matris sunar. Bilgi, bilgi içindir diye bir şey yoktur. Kavramsallaştırma, teorik formülasyon, deneysel doğrulama ve bilginin nihai şeklini alması sosyokültürel bir çevre içinde meydana gelir ve onu hasır altı etmek, namussuzluk ve ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Böylece İslam Bilimi, ona tabi olanlara olduğu kadar kendi başına da sahih bir dünya görüşüdür. O, ne maskeli bir yüzle kullanıcısına ihanet eder, ne de kendine sahte kökler arar. Mükemmeliyet üzerine inşa edilmemiş, açıkuçlu bir sistemdir. Sorumluluğun keskin kenarından bağışık değildir, islam Bilimi kendi kendisini ayarlamasıyla tanımlanır. Onun gerek duyduğu şey, önüne engeller konulmamasıdır, çünkü bilimsel faaliyet, araçlar ve amaçlarla ilgili konularda yapılan açık bir tartışmayla ayarlanır. Çünkü gerçek bilimsel faaliyet para dalavereleri, grup prestijleri ve stratejik çıkarlarla değil, bilginin nihai kullanımına gösterilen ilgiyle harekete geçirilir. Özgür düşünme ve araştırma taraftarları İslam Biliminin bilime bir tür sansür uyguladığını söylerler. Bundan daha saçma bir görüş olamaz. Özgür düşünme ve sözdeözgür araştırma taraftarları, Batılı araştırma paradigmaları içinde çalışırlar ve sadece araştırmanın şahsi eğilimlerin ve kültürel etkenlerin (siyasi ve iktisa(di etkenler de dahil) tesirinin gerçeğin değiştirilmesinde baş etkenler olarak gösterildiği bilgi sosyolojisi alanındaki bulguların hatırlatılmasına ihtiyaç duyarlar, itiraz edilecek nokta, bilgi arayışı değil, bu arayış sürecinde değişmez bir şekilde işin içine dahil edilen eşyalardır ve ikincisi nihai otorite düzeyine sonradan yükseltilmiştir. Özgür düşünce, bilginin yayılımının siyasi ve iktisadi çıkarlarca belirlenmediği, seçkin bir zümrenin sorumluluktan bağışık kalmadığı yerlerde gelişip büyüyebilir. Batılı düşünce modellerinin özgür düşüncelerin gelişmesi için böyle bir ortam hazırladığında ısrar etmek budalalıktan ibarettir. Şu halde Batı biliminden İslam Bilimine doğru bir değişim olmalıdır. Bazı epistemolojik kıpırdanmaların Batı biliminin hatalarını düzelteceğini sanmak, uyanıkken rüya görmek anlamına gelir. Eğer Batılı bilgi sistemi insanların tüketimine uygun gelmiyorsa hata, onun metafizik temellerinde ve sistemin üzerinde bina edilip yükseldiği ve yaşatıldığı sosyokültürel çevrede yatmaktadır. Batı bilimi ve teknolojisinin eleştirisinin mevcut epistemik eleştiriyi aşması gerekir. İlk olarak yapılması gereken şey, kültürel ve siyasi değişme için güçlü bir etken olarak hareket eden bir değer sistemi olduğu için değer analizidir. islam Bilimine yönelimin, tekerleği yeniden icat etmekle eş tutulamayacağı öne sürülmüştür. Biz insanın daha iyi yaşaması ve tabiat olaylarını anlaması için araç üreten bilgiyi biriktirmekte insanlığın emeğini inkar etmiyoruz. Bu değişim, bilginin ışığında arandığı ve faydalanıldığı değerler ve normların sil baştan düzenlenmesine yöneltilmelidir. Batı biliminin böyle bir altyapıdan yoksun olduğu açıktır. (Böyle bir ruhu telkin etmeye çalışan bir kaç düzenli teşebbüs hariç (örneğin Halk Hizmetinde Bilim (Science in the Public Interest) ve ingiliz Bilimde Sosyal Sorumluluk Derneği (British Society for Social Responsibilty in Science) gibi teşkilatların durumu). Öte yandan islam Bilimi pratiğinin tarihi, kendi kendini ayarlama, sorumluluk, araçlar ve amaçlar arasındaki denge ve diğer normların eskiden beri gelen saygın özellikler olduğuna şahitlik eder. islam biliminin bu nitelikleri, Islamın etik ve moral çatısı içinde köklere sahiptir, islamın etikmoral rehberliğinin islam Biliminin yapısını şekillendirmede nasıl birleşebileceği konusunda düşünceler yavaş bir şekilde evrilmiştir. 1981de Uluslararası İleri Araştırma Kurumları Federasyonu (International Federation of Institues for Advanced StudyIFLAS) himayesi altında Z. Serdar, islam ve Batı toplumlarında bilim ve değerlerin karşılaştırmalı bir araştırması konulu uluslararası bir konferans düzenledi. Stockholm semineri, bilim etrafında değer parametreleri geliştirmek için kullanılabilecek en azından 10 adet Islami kavram tesbit etmiştir. Tevhid, hilafet, ibadet, ilim, helal, haram, adalet, zulm, istislah ve ziyan. Değerler diline çevrildiğinde bu kavram sistemi, kendi bütünlüğü içinde bilimsel araştırmanın tabiatını kucaklar: O, gerçekleri ve değerleri birleştirdiği gibi kişisel ve sosyal sorumluluk üzerine bina edilmiş bir bilgi sistemini kurumlaştırır. Serdar, Bilimsel Araştırmalar Merkezinin (Center for Studies on Science) Hindistanın Aligarh şehrinde düzenlediği Yeni Bir Bilim Arayışı konulu seminerde yaptığı konuşmada7 bu kavramlardan bazılarını ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalışmış, bu Islami değerlerin kavramsal analizine dayandırılmış çağdaş bir islam Bilimi modeli sunmuştur: Tevhid, hilafet ve ibadet kavramları İslam Biliminin paradigmalarıdır. Bu paradigmalar, bilginin (ilm) geliştirilmesinin toplumun çıkarları ve sosyal adaletin tesisi için elde edilmeye çalışıldığı genel çatıdır. Bütün bilgiler ve insanın fıtratında mündemiç bulunan araştırma yeteneği, hilafetin alametleri olarak değerlendirilebilir. İbadet kavramı, sözdedünyevi olan ile kutsal olan arasındaki uçurumu kapatır. Bilgiyi arama yükümlülüğünün yerine getirilmesi, aynı zamanda ibadettir. Böyle bir arayış, helal ve haram kavramlarında mündemiç bulunan değerlerden beslenir. Toplumun menfaatini öne alan bilgi teşvik edilip ödüllendirilirken, topluma uygun olmayan sonuçlar doğuran bilgi arayışlarına izin verilmez. Görülebileceği üzere, Müslüman bilim adamlarının çalışmalarından filizlenen İslam Bilimi modeli, Batı biliminin neden olduğu içinde bulunduğumuz kaos dikkate alındığında, hayati bir tercihtir. Bu model, epistemolojik sorunlara, bilim metodolojisine ve onun toplumsal sorunçözmeye uygulanmasına çok genel bir yaklaşımdır. İslam Bilimi, sırf kendi varlığını idame ettirmek için var değildir. Bir değer çatısı içinde bulunuyor oluşu onun bakışını daraltmaz, tersine bu değer çatısı bilime kendini ortaya koyması için evrensel bir platform önerir. İslam Bilimi temelde öznellikle nesnel (subjectively objective) bir girişimdir, normatif amaç ve sorunlara nesnel çözümler, İslamın ebedi değer ve kavramları tarafından sınırları belirlenmiş bir alanda araştırılır. İslami değer ve kavramlar paradigmasına dayanan islam Biliminin bilgiye dar bir açıdan yaklaştığı tezi, kesinlikle doğru değildir. Bizim tezimiz şudur: Batılı bilginin kavramsallaştırılması, oluşumu ve gelişimi bir felaket olmuştur (ve olacaktır) ve bilgiye bu tür yaklaşımın neden olduğu acıları dindirecek ve mevcut sefaleti ortadan kaldıracak alternatif araçlar benimsenmelidir. Batılı medeniyet parametreleri evrensel ölçekte uygulanabilecek böyle bir değişikliği teklif edemezler. Bu, Batı medeniyeti evrensel olarak normatif kabul edilemeyeceği için Batı bilimi de evrensel bir norm olarak kabul edilemez demektir. Öte yandan, islamın değer ve kavramları evrenseldir. İnsanlığın eşitliği, cinsiyetlerin eşitliği, mutlak adalet, sorumlulukta eşitlik bunlar arasında sayılabilir fakat bunlar islama evrensel bir özellik kazandıran değerlerin sadece bir kaçıdır, işte islam Bilimine evrensel bir statü kazandıran şey, islamın bu özelliğidir. Serdar, islam Bilimi tezini oldukça ustalıklı bir tarzda ortaya koymuştur ve şimdiye kadar Batıyı taklit eden Müslüman ülkelerin bundan böyle bilim ve teknoloji ile kendi yerli değerlerini birleştirme sorununun üstesinden nasıl gelebilecekleri konusu çözüm beklemektedir. Bunların idraki ile biz, en azından, islam Biliminin istenen topyekün değişiklik için evrensel bir alternatif olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. II islam ve Batı Bilimi 5 İslam Bilimi Olmadan İslam Medeniyeti Düşünülemez ZİYAÜDDİN SERDAR İslam Bilimi teriminin günümüzde geçerli bir anlam kazanabilmesi için onu teşkil eden İslam ve bilim kelimelerinin anlamlarını gözden geçirmemiz gerekmektedir. Hem islam, hem de bilim geniş ölçüde yanlış anlaşılmıştır; sadece bir ikisinin yeni ve güncel bir analizi suretiyle islam Bilimine duyulan ihtiyacı dile getirmemiz mümkün müdür? islam kendisini, dine ait sınırların ötesinde, her şeyi kuşatan bir Din olarak tanımlamaktadır. Bu durumda İslam, sadece bir din olarak kalmaz. O aynı zamanda politik bir sistem ve sosyal teşkilata ait bir metoddur da. insana ait dini, pratik ve zihni problemlerin çözümü için bir metodolojidir. Bu yüzden bir kültür ve dünya görüşüdür. Yaşayan ve dinamik dünya görüşleri kendilerini birer medeniyet olarak kabul ettirmekte olup islam da aslında hem bir medeniyettir, hem de canlı ve dinamik, eksiksiz bir sistem olan dünya görüşüdür. Bu sistem, islam dünya görüşü ve medeniyetine kendine özgü karakterini veren ve yaşanılıp farkedilmesi gereken kalıcı değer Without Islamic Science, No Islamic civilization, AlNahdah, First Quarter 87. Yazı ilk olarak Incjuiry dergisinin Temmuz 1984 tarihli sayısında yayınlanmıştır. ve fikirler üzerinde bütünleştirilmiş bir yapıyı taşımaktadır, islam eksiksiz bir sistem olduğu için bu değer ve fikirler insan hayatının her kesitinde ve her türlü güçlük karşısında etkili olmaktadır. Bu değerlerin ulaşmadığı hiçbir husus yoktur: siyasi yapılar veya sosyal teşkilatlar, ekonomik endişeler veya eğitim hayatı, çevre veya bilimsel araştırma ve teknolojik çalışmalar vb. Bu değerler islam aleminin parametrelerini şekillendirir ve Islamın kendi medeniyetinin kaderini tayin etmesine rehberlik eder. Müslüman birey ve topluluklar tevhid (Allahın birliği), hilafet, ahiret (insanın ölümden sonraki sorumluluğu), ibadet, ilim (bilgi arayışı) ve istislah gibi değerler ve fikirler zinciri içerisinde kendi farklılıklarını açıklamada ve İslamın kalıcı değer ve düşüncelerince tanımlanan alan içinde kalınmak şartıyla duygularıyla ihtiyaçlarını birleştirmekte serbesttirler. Ve aslında islam tarihi boyunca değişik Müslüman topluluklar bu değer ve kavramları kendi zaman ve yerlerine bağlı olarak farklı yollarla yaşayıp farkına varmışlardır. Bu mekanizma sayesinde islam medeniyeti değişikliğe ayak uydurabilir ama kendine has ve ebedi değerlerini korumaya devam eder. Modern Müslüman topluluklar, islam dünya görüşünün kapsamı içinde karşılaşılan özel istek ve ihtiyaçlara sahiptir. Bu ihtiyaçların bir kısmı gıda ve barınak gibi tüm insanlar için geçerlidir. Diğerleri örneğin bağımlılığın ve teknolojik sömürünün üstesinden gelmek gibi Müslüman toplulukların kendilerine özgü tarihlerinin bir ürünüdür. Bununla beraber diğerleri islam kültürünün bir sonucudur. Islami bir hayat tarzına en iyi uyan konut türü, islamın kültürel ve estetik ilişkilerini açıklayan şehirler ve insan ile tabiat arasındaki bağı sergileyen doğal bir çevre. Tüm bu ihtiyaçların İslamın değer yapısı içinde islamın herşeyin birbiriyle bağlantılı eksiksiz bir sistem olduğunun idraki ile tam olarak karşılanmaları gerekir. Hiçbir şey parçalara bölünmemiş olup hiçbir şey diğerlerinden soyutlanmış olarak ele alınmaz. Çağdaş Müslüman toplumların ihtiyaçlarının karşılanıp problemlerinin çözümü için geliştirilen metod, işlem ve araçlar, islamın kültür ve değerlerinin ürünü olmalıdır. Bu aynı zamanda, insana ait İSLAM BİLİMİ OLMADAN İSLAM MEDENİYETİ DÜŞÜNÜLEMEZ problemlerin çözümü ve ihtiyaçlarının karşılanması için en güçlü araçlardan biri olan bilimin, islamın düşünce ve kavramları dahilinde çalışması gerektiği anlamına gelmektedir. Islami bir değer yapısı içinde işleyen bir bilim, bugün uygulanan bilimden bir dereceye kadar farklılık gösterir. Modern bilim, kusursuz Objektif Gerçek veya Eflatuncu bir ideanın arayışı değil, basitçe bir model dahilinde problemlerin çözümü için geliştirilmiş sistemdir. Lord Rutherfordun kelimeleriyle, Bilim, bilim adamlarının yaptığı şeydir. Bilim adamlarının yaptıkları ise problemleri, iyi tayin edilmiş dar alanlarda modern Batı medeniyetinin değer çatısı içinde çözümlemektir. Modern bilimin tarafsızlığı ya da değerden arınmışlığı diye bir şey yoktur: Ona öncelikleri, çalışması, metod ve işlemleri ve dünya görüşü zorla kabul ettirilmiş olup Batı toplumu ve kültürünün meselelerini yansıtır. Batı sisteminde bilim başlı başına asli değerdir ve herşey bilimin tapınağında kurban edilmelidir. Islamın tutumuysa bundan kökten farklıdır. Bilgi arayışı demek olan ilm sadece Islami dünya görüşü dahilinde ve Allahın rızası için aranırsa makbuldür. Bu yolla islam içinde bilim, kendi başına bir değer değil, ebedi bir değerler manzumesinin sonucudur. Öyle ki, islam Bilimi değerdenarınmış bir girişim değildir: Batının kültür ve medeniyetinin değerlerini ilerleten Batı biliminin karşısında islam Bilimi, islam dünyagörüşünün değerlerini yüceltmeye katkıda bulunur. Bazı Müslüman bilim adamları ve yazarlar Islamın bilgi arayışına hiçbir engel koymadığı ve bu bilginin yalnız başına ne iyi, ne de kötü olduğu konusunda birleşmişlerdir. İslamın bilgi arayışı ile ibadeti birleştirmesinin nedeni budur. Mesele şudur: İslam ilm ile ibadeti aynen hilafet, istislah ve adalet gibi değerleri birleştirdiği gibi birleştirir. Buradaki amacı, bilginin bunlara bağlı bir çatı içerisinde aranmasını temin etmektir. İslamda bilgi kendi başına bir meziyet değildir; bu tehlikeli bir Aristocu yanıltmacadır. Her türlü bilgi arayışı, ibadet değildir: Hz. Muhammed (s.a.v.) astrolojinin [ilmi nücûm] aslında ilmin bir parçası olduğunu kabul ederken bunu açıklamış ama bununla beraber içinde iyilikten çok kötülüğün bulunduğunu beyan etmiştir. Ve İslam tarihi boyunca Farabi, İbn Haldun, Gazali ve diğer bazı Müslüman alimler bilgiyi mendup ve mekruh bilgi diye sınıflandırmışlardır. İslam daima belli bilgi kategorilerinin saf kötü olduğunu ve bu tür bilgi arayışının Müslüman toplumları İslamdan uzaklaştırdığını vurgulamıştır. Batı biliminde saf kötü olan ve Müslüman toplumları İslamdan uzaklaştıracak çok miktarda şey vardır. Şöyle bir kaç örnek verecek olursak: O, dünyanın savaş makinasına bağlanmıştır; dünyanın askeri araştırma ve geliştirme çabalarına harcanan kaynak, sağlık, besin üretimi, enerji ve çevrenin korunmasının tümünden daha fazla finans ve insan kaynağı gerektirmektedir: Bu bilim, bilimsel metodun statüsünü tanrı seviyesine çıkarmıştır, bu yüzden de bilimsel metod haricinde hiçbir değer anlam taşımaz: bu öyle bir sömürü sistemidir ki, temel normu egemenliktir: azınlığın kütlesel çoğunluk üzerindeki hakimiyeti Halifelik ve sorumluluğu artırmak yerine, bilim adamına kainatın hakimi olduğu duygusunu veren sosyoloji, insan ırkını ıslah (eugenics) ve genetik mühendisliği gibi bilimlerin doğuşu; o, toplumu sürükleyen ve kendi başına buyruk bir sistemdir. Bu kadar çok adın insanın, insanlığın günümüzdeki kötü durumunu modern bilime atfetmeleri karşısında şaşmamak gerekir. İslam Bilimine muhtacız, çünkü Müslümanlar iyiyi emreden ve kötülükten nehyeden bir ümmeti oluştururlar ve bu yolla bilimin toplumda olumlu bir kuvvet olabileceğini gösterebiliriz, islam Bilimine muhtacız, çünkü Müslüman toplulukların ihtiyaçları ve öncelikleri Batı medeniyetinde ortaya çıkandan farklıdır. Ve son olarak, İslam Bilimine muhtacız, çünkü kendine ait modeli içerisinde işleyen objektif sorunçözücü sistemi olmayan bir medeniyet daima eksiktir. İslam Bilimi olmaksızın Müslüman toplumlar sadece Batı kültür ve medeniyetinin tali bir unsuru olacaktır. Kısacası İslam Bilimi olmadan yaşanabilir bir geleceğimiz olamaz. 6 Batı Bilimi Karşısında Müslümanların Tavrı* İSMAİL R. FARUKİ Batı ya da modernist dünya denilince ilk akla gelen şey, onun bilimidir. Bilim onun büyük sırrı, teknoloji ve güç, onun dışa vuran tezahürleridir. Batı ya da modernist dünya güçlüdür, çünkü o bilimsel olarak düşünüp çalışır; buna mukabil Müslüman, farklı biçimde düşünür ve davranır ve bundan ötürü güçsüz ve geridir. Bilim herhangi bir anlama gelecekse, o, insanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir görüşle birlikte doğanın ya da yaratılışın ve onun yasa ya da modellerinin araştırılmasıdır. Bu nedenle bilim, teknolojiye götürmelidir, teknoloji de beşeri isteklerin tatminine. ilk gözlemimizi bilim ve teknoloji ilişkisi konusunda yapmamız gerekir. Bilim, teknolojiye yol açmak zorunda mıdır? Bilim, kendisine hizmet edecek teknolojiyle mi belirlenecektir? İslamın bu soruya cevabı olumludur. Bütün Müslümanlar her gün insanın faydasına kullanılacak bilgiye yönelik umutlarını Rabbena ateyna ilmen nafian (Rabbim bize faydalı ilim ver) duasıyla ifade ederler. Bir başka duada Allahtan kendilerini faydasız ilimden sakındırmasını isterler: Rabbena neûzubike nün ilmin layenjaun Faydasız ilimden Rabbime sığınırım). Müslümanlar faydalı olmayan bilgiyi ne isterler, ne de ona saygı duyarlar. Eğer hepimizin ezberden okuduğu bu duanın işaret ettiği manayı ifade edecek olursak, saf fiziksel, kimyasal, astronomik ya da matematiksel araştırmanın bir işe yaramak zorunda olduğunu söylememiz gerekir. Eğer münhasıran faydasız olduğu tespit edilirse, bu durumda ondan sakınmamız gerekir. Teknolojiyi insan ihtiyaç ve isteklerinin tatminiyle ilişkiye geçiren ikinci husus, daha aşikar değilse de, aynı derecede açıktır. Hiç kuşku yok ki, insanın istek ve ihtiyaçlarının tatmini, Allahu Tealanın istek ve amaçları olan nihai hedefler ya da değerler doğrultusunda işleyen ahlaki yasalara bağlıdır. Bu şekilde düzenlenmeyen insan ihtiyaçlarının inkarı ya da ihlali anlamına gelen herhangi bir tatmin, insanın varlık nedeninden şeytani bir sapmadır. Şu halde, tatminin ahlak yasasına boyun eğmesi, teknoloji ve nihayet bilimin kendisi için de geçerlidir. Bilim ve teknolojideki her türlü teşebbüs zorunlu olarak ahlakla ilişkilidir. Bu, hakkında mutlaka açık bir fikre sahip olmamız gereken zorunlu bir ilişkidir. İnsanlık ondan ya faydalanır, ya da o kötü bir şeydir. Bu ilişkiyi inkar etmek, bize Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından öğretilen yukarıdaki iki duanın hakikatini inkar anlamına gelir. Eğer ki bu duaları okuyorsak, etkilerinin farkına varmaya ve ciddi olarak gereğini yapmaya başlamalıyız. Bilimden teknolojiye, teknolojiden insanın tatminine ve insanın tatmininden de ahlaka doğru olan ilerleme, Allahın kurduğu mantıki bir sıradır. O, kendi başına Allahu Teala tarafından düzenlenmiş ilahi bir modeli oluşturur. İnsan Allaha hizmet etmek üzere yaratılmıştır.1 İnsanın hizmeti, halife olması demektir.2 Onun halifeliği kültür ve uygarlığı kurarak yeryüzünü imar ve ihya etmektir.3 Yeryüzünün imarını, ilayı kelimetullah uğruna bilim ve teknoloji dahil her türlü donanımdan istemek durumun 1. Zariyat, 56. 2. Bakara, 30. 3. Yunus, 14. BATİ BİLİMİ KARSISINDA MÜSLÜMANLARIN TAVRI dayızdır. Bu mantıki sırayla Allahu Teala bize yolu, mutluluğa götüren Hakk yolu göstermektedir. Başka hiçbir yol yoktur. Eğer olsaydı, Allahu Teala herşeyi bilen (alim) sıfatıyla onu bilir, yüce lütfuyla bizi doğru bir biçimde haberdar ederdi. Bizden istediği şey, yalnızca itaattir. Atılacak adımların sırasına dikkat edilmelidir. Aksi halde akıbetimiz mutluluk değil, felaket olacaktır. Sorun kendiliğinden aydınlanmaktadır. Bugün biz ilahi emirleri gözetiyor muyuz? Mutluluğu (refah) ararken Allahın koyduğu sırayı takip ediyor muyuz? Ya da mutluluğa kestirmeden ulaşmak için ahlaki bağların üzerinden atlayıp geçiyor muyuz? Geçmişteki kestirmeden gidişlerimiz vaadlerini yerine getirmiş midir, yoksa felaketle mi sonuçlanmıştır? Modern dönemlerde Müslümanlar, bilimdışı düşünüp hareket edecek son insanlar olmalıdırlar. Onlar hala bilim ve teknolojiden başka yollarla maddi ve ahlaki mutluluğu arayan köhnemiş Orta Çağlardan kalma uygulamalara bel bağlıyorlar. Amaçlarına sihirbazlık (iheurgy) ile, yani gözleri önündeki tabii olayların gidişatını değiştirmek için onun ötesinde bulunan metafizik gücü zikretmek yoluyla ulaşmak istiyorlar. Hala çoğumuz yalnızca bilim ve teknolojinin meydana getirebileceği etkileri başarmak için sihirbazlık araçlarına güveniyor. Simya, astroloji ve numeroloji (sayıların sihirli etkileri olduğu inancı) ile ilgili büyüsel reçetelere övgüler düzüyorlar. Ne var ki, bu metodlar, gayelerini gerçekleştirmeye güç yetirememesi bir yana, küfre giren amellerdendir de. Muhammed b. Abdulvahhabın haklı olarak uyardığı gibi, bu uygulamalar Allahın haricinde başka güçlerin hadiseleri belirleme kudretine sahip olduğunu varsayar. Biz onlardan lehimize müdahale etmelerini istiyoruz. Bu düpedüz şirktir, çünkü o Allaha, evrene hükmetmesi sırasında ortaklar koşar. Tabiatı, Allahtan başka herhangi bir güçle donatılmış olarak kavramak, gerçekte şirktir. Dahası bu, açık bir biçimde hurafedir. Eğer verili bir durumda müdahil belirleyici gücün Allahtan başkası olduğunu söylüyorlarsa, şu halde istenildiğinde, arzu edilen değişikliği meydana getirmesini istemek için büyüden başka hiçbir güç mevcut değil demektir. Bu tür bir belirleme Allahu Tealaya Rabb, Halik ve kainatın müdebbirine değil, deus ex machinaya aittir. Ve eğer belirleyici gücün Allahu Tealanınki olduğu ileri sürülürse, ki bazı sufiler velilerin kerametlerinde bunun olduğunu iddia ederler bu durumda ilahi gücün zikredilmesinin, herhangi bir insanın yakarmasından başka bir şey olmadığı açıktır. Dolayısıyla her durumda Allahın belirleyici gücünü zikretmek için bir insana başvurmak anlamsızdır. Kendi başına insan, diğer herhangi birisi kadar Allaha yakındır. Kimse, hiçbir insanoğlu, Allaha giden gizli bir geçide sahip değildir. Tüm kullar Allahın önünde eşittir. O dilediğine lütfeder. Bunun zorunlu sonucu, simyacı, astrolog ve numerologun, gerçekteyse bilim ve teknolojiye es geçmek isteyen ve insani tatminleri başka araçlarla sağlamaya çalışan bütün sihirbazların iddialarının yanlışlığıdır. Onların bilim ve teknolojiden başka araçlarla arzu edilen tatmini sağlayacakları yolundaki taleplerinin boşluğu ve küfre varan zanları apaçıktır. Buraya kadar bilimin ahlakla ilişkisini tartıştık ve şu sonuca ulaştık: İslam, ahlaki amaçların bilim ve teknoloji vasıtasıyla gerçekleşmesini ister. Bu tez, bilimin kullanımına işaret eder. Şu halde biz ona ahlaki tez adını verebiliriz. Bu tez bilimi, doğanın yasa ya da düzenliliklerini keşfetmek için bir sorgulama olarak varsayan tanımla başlamış olup bizzat bilimin sonuçlarının kullanımıyla, yani doğa yasalarının bilgisiyle ilişkilidir. Aynı zamanda bu tez, bilimsel girişimin yapısını tartışma dışı bırakır. Bugün pek çok bilim savunucusu, bilimin ahlakdışı keşif ve sonuçlarından doğan herhangi bir kullanıma kulak asmaz. Bilim yalnızca herhangi bir din ya da ahlakla münasebeti bulunmayan kendi yasalarına itaat eder. Kimileri de bilimsel faaliyetin, başarılı olduğu takdirde Allahın etki alanından kopması gereken ateistçe bir faaliyet olduğunu söylerler. En azından bilim, işini uygun biçimde yaparsa saf bir mekanistik evren görüşünü kabul etmek zorundadır. Zira onun Eski Yunanda tragedyalar oynanırken, oyun düğümlenince sahneye bir aletle tanrı indirilir ve düğümü çözermiş. Buna deus ex machine tabir edilir. (Editör) amacı, maddi ve etken nedenlerin sırlarını çözmektir. Eğer tabiat yalnız bu nedenlerin değil, metafizik, gözlemlenemez ve ölçülemez bir gücün (örneğin Tanrının) da oyun sahası olsaydı, başarıyla yürütülemeyecek bir görevdi bu. Biz Müslümanlara göre bu tez, iki uçlu kılıç gibidir. Tanrıyı tabiattan ve bilim laboratuvarından kovan teorik uç ile Tanrının varlığını toptan inkar etmek suretiyle bilim tarafından vaz edilmiş tabiat yasalarından faydalanmayı gözeten ahlaki (moral) tezi safdışı eden etik uç. Tanrısız bir bilim adına öne sürülen tez, biri diğerinden daha az iddialı olmak üzere iki şekilde savunulur. Daha iddialı olanı, dünyanın hiçbir zaman bir yaratıcısı ya da mübdii olmadığını ve asla sona ermeyeceğini bilim adı altında öne sürer. O, yaratma fikrinin bilimdışı olduğunu, bir açıklama getirmeyip açıklamayı sessizce geçiştirdiğini iddia eder. Biz buna şöyle cevap veriyoruz: Yaratmanın kökeni ya da gayesi, yaratmanın ilk kaynağı ya da herhangi bir birimin nedeni, bilimsel ve verili bir nesne değildir ve bu yüzden o, bilimsel sınama ya da doğrulamaya konu edilemez. Bu türden bir sınama ya da doğrulamaya gitmek, ilk nedeni nihai değil, sıradan bir neden durumuna düşürmek ve inkar etmek demektir. Kendi başına saygın ve kendi içinde tutarlı bir bilim, varlıklarını tasdik ya da inkar etmek suretiyle olsun, verili olmayan nesneler konusunda susar. O, bilimcilik (scientism) ya da sözdebilimdir (pseudoscience) ve onun toy yandaşları bu tür iddiaları öne sürerler. Daha az iddialı şekliyle Tanrısız bilim tezi, doğa yasalarını verili olan içinde bulmaya çalışır. Araştırmalarını verili, dolayısıyla maddi ve ölçülebilir olanla sınırlar. Metafizik önermelerden kaçınır ve sanki Tanrının aktif müdahalesi o işte yokmuş gibi, maddi olanda verili nedeni araştırır. Bu nedenle Tanrının yokluğu, böyle bir bilimde temel bir varsayımdır. Bilimciliğin durumunda olduğu gibi kategorik bir olumlama olmasa da, sadece bir varmış gibi davranışı sözkonusudur. Dışarıdan bakanlara, yani bilim adamı olmayanlara göre bu, Tanrının inkarıyla aynı şeydir. Bu teze cevabımız, üç yanlış anlama üzerine kurulu olduğudur: İlkin, o şunu varsayar: İslamın kesinkes tasdik ettiği gibi, Allah var ise ve aynı zamanda her türlü varlık ve hadisenin nedeniyse, bilim her tabii olayda bu ilahi nedeni aramaya indirgenecektir. Ve madem ki, Tanrı tanımı gereği maddi değildir, şu halde bilimin arayışı, ilkellerin her ağacın ardında gizlenen cini arayışı gibidir. Bu varsayım yanlıştır, islam, ne tabiatta olup bitenlerin nedeninin dolaysız olduğunu, ne de onun münhasıran etken ya da maddi türden olduğunu iddia eder. İbn Teymiyenin açıkladığı gibi, Allah verili ve maddi olan tali nedenlerle işgörür. Onun yaptıkları bunlardan hali değildir. Tabiattaki nedensellik tek bir çizgi şeklinde* düşünüldüğünde, bu hakikatin kavranması hayli güçtür. Fakat tabii hadiseler zincirini bir nedenler alanı olarak düşündüğümüzde durum açıklık kazanır. Gerçekte tabiatta nedenselliğin, neden ve etkilerden oluşan tek bir doğru çizgide bulunması mümkün değildir. O hemen daima, tek bir uzayzaman noktasında odaklaşan ve birlikte vaki olduğu olaya neden olan sonsuz bir nedenler yumağı, yani onların bütün alanıdır. Bilim tabiattaki bir olayın bir, iki, bilemediniz üç dolaysız nedenine işaret eder; fakat sözkonusu olayı meydana getirmek üzere bütün bir nedenler alanının nasıl bir araya geldiğini hiçbir zaman açıklayamaz. Şu var ki, ilahi etken araştırılabilir ve bu, dolaysız neden ya da nedenleri araştırmada hiçbir engellemeye uğramadan yapılabilir. ikinci yanlış anlama, Allahın bir şeye neden olmasının, her zaman maddi ve etken neden türünde olduğu varsayımdır. Açıkça hiçbir neden, kendisine yöneldiği bir amaç, onu husule getiren bir bitim noktası olmadan tam sayılmaz. Tıpkı etken ve maddi nedende olduğu gibi, herhangi bir nedenler zincirinin gayesi veya sonucu, aynı şekilde hiçbir bilimin kuşatamayacağı bir alandır. Bilimin içeriği sık sık nedensel bağıntının dolaysız etkisiyle özdeşleştirilir. Fakat etkiler (sonuçlar) alanı, tıpkı nedenler alanı gibi, ikisi de kesinkes yaratma esnasında ilahi modelce amaçlanan şey olan nihai neden ve nihai gayeye başvurmaksızın asla belirlenip açıklanamaz. Yani nedenler sonuçlara, sonuçlar da nedenlere yol açar şeklinde (Editör). Üçüncü yanlış anlama, nedensellik ve değişmenin amacı, onun gai (finalistte) hedefidir. Doğa bilimleri geçmişte bundan bihaberdi. Günümüzde ise dünya üzerindeki bilim adamları yavaş yavaş onun gerçekliğinin ve mevcudiyetinin farkına varmaya başlıyorlar. Geçmişte bilim adamlarının ihmalleri, insanların ondan habersiz kalmalarına yol açmış, buysa şimdilerde ekolojik dengenin bozulması dediğimiz ve doğanın yağmalanması ya da sorumsuzca kötüye kullanılması diye adlandırdığımız feci sonuçlara neden olmuştur. Doğa, gai (finalistle) erekler ve amaçlardan biri olarak etken ve maddi neden ve sonuçlar sistemidir. Amaç, her ne kadar böyle sonuçlara sahipse de maddi, ölçülebilir ve hissedilir bir kategori değildir. O a priori (önsel) bir değer teorisi (axioloji) kategorisidir. Buna göre o, ne duyusaldır, ne de niceliksel olarak ölçülebilir. Bilim onunla başa çıkacak donanıma sahip değildir. Dahası, etken ve maddi nedenler kadar doğanın bir parçasıdır. Yaratma sırasında herşey bir gayeyle yaratılmıştır. Yaratmada hiçbir nedensel boşluğun olmaması gibi, hiçbir gayesizlik de bulunmaz. Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır.4 O her şeye, kendisine uygun bir ölçü kararlaştırmıştır.5 Kainatı yaratırken, her yaratığı bir diğerine hizmet edecek, hepsini insana hizmet edecek, insanı da Kadiri Mutlak olan Allaha hizmet edecek bir sistem şeklinde düzenlemiştir. Bilim Allah olmadan görevini yerine getirebilir mi? Bilim adamlarının pek çoğu 17. yüzyılda başlayıp 19. yüzyılda zirvesine ulaşan ateist Batılı ideolojiden etkilenmiştir. Bu nedenle 19. yüzyılda bilim adamlarının çoğu yukarıdaki soruya olumlu cevap verdiler. Olumsuz cevap verenlerse 20. yüzyıla kadar azınlıkta kaldılar. Bu bilim adamlarının konumu, bu yüzyılda fizik ve astronomide meydana gelen gelişmelerden büyük destek buldu. Günümüzde ateistik tezlerle çalışan dünyaca kabul görmüş bir bilim adamı bulmak güçtür. Bugün pek çok Müslüman bilim adamı, ateistik tezlerden etkilenmiş olup yöntemleri bilimsel alana sıkışıp kalmıştır. Zihinleri, birbirinden bağımsız çalışan iki ayrı bölmeye ayrılmıştır. Bilim Tanrı olmadan görevini yerine getirebilir mi? sorusu, bilimle kastedilen, etken ve maddi nedenlerle çerçevesi çizilmiş bir tabiat olayı üzerine yapılan soruşturma ise, olumlu olarak cevaplandırılmalıdır. Saf deneysel anlamda bu tür araştırmalar nihai nedenlere ya da amaçlara ve sonuçların a priori değerine başvurmadan yapılabilir. Bunlar olumlu olsun, olumsuz olsun, var sayılabilir ve geçici olarak bir kenara atılabilir. Fakat bilimle kastedilen, eğer tabiat olaylarının yapısı üzerine bir soruşturma, doğayı yöneten yasalara ilişkin bir araştırma ya da insanın, dünyasının çevresini anlamasına ya da idrak etmesine yönelik bir girişimi ise bu durumda doğanın bütünlüğüne ilişkin bir görüşe ulaşılmadıkça bilim yapılamaz. Böyle genel bir yaratma görüşü olmaksızın tabii olaylara ilişkin herhangi bir bilimsel bilgi kısmi ve parçalı kalmaya mahkûmdur. Bu tür bir çaba, sıradan (küçük) bilime götürür. Bitkisel, hayvani ve beşeri unsurlarla doğaüstünün ilişkileri araştırmacıları tek tük de olsa ilgilendirmeye başlamıştır. Her düzeyin geri kalan bütün düzeylerle ilişkisiyle ilgili birtakım görüşler, kesinlikle herhangi bir tek düzeyi, sonuçta bu düzey içindeki herhangi bir unsuru anlamak için zorunludur. Öte yandan bütün düzeylerin kavranması, bütünlüğün doğasına ilişkin daha kapsamlı bir kavrayışı gerektirir. Böylesi bir kavrayış her şeyi hesaba katmadan elde edilemez. Şayet daha önce söylediğimiz gibi, tabiatın ontolojik hiyerarşisi içindeki herhangi bir unsurla ilgili bilimsel bilgi mümkünse bu bilgi zorunlu olarak sıradan olacak ve hiçbir zaman nihai olduğunu iddia edemeyecekse de, kendi başına bilimsel doğa bilgisi ve bütünsellik, her gerçek bilimsel hamlenin ön şartıdır. Bilime ilişkin temel sorunlar, hiçbir zaman tek tek ilişkilerin araştırılması düzeyinde vuku bulmaz. Fakat bu sorunlar, kafalarında felsefi bir eğilim taşıyan bilim adamları doğrudan doğruya verili olanın ötesine geçmek istediklerinde kaçınılmaz hale gelir. Nihayet, doğanın sırlarını çözecek, cehaletten kurtaracak, kesinlikten korkmayı ve doğadan yararlanmayı öğretecek olan, bu tür felsefi ya da spekülatif araştırmalardır. Bilimin Tanrısız mümkün olup olmayacağı konusu, son tahlilde bilim felsefesi ya da teorisindeki iki problem etrafında döner. Tanrılı ya da Tanrısız bilim, metafizikteki iki tutumun ilahiyattaki cephesidir: 1) Deneysel nedenselliğin uygun bir yeterneden ilkesi olup olmadığı, ve; 2) Sözde doğa olgularının a priori değer teorisi olmaksızın gerçek olup olamayacağı. Şimdi islam geleneğinin bu sorunları nasıl ele aldığını görelim. Yukarıdaki sorunlar felsefi terimlerle Gazali tarafından halledilmiştir. Bu konuda Gazali, Ibn Sinayla ve yüzlerce yıl önceki filozofların görüşleriyle karşılaştı Ibn Sina tabiatın hiçbir nedensel boşluğun varolmadığı kapalı bir sistem olduğunu iddia ediyordu. O ve filozoflar tabiatı, neden ve sonucun birbirini zorunlu olarak takip ettikleri nedensellik zincirinden müteşekkil gördüler. Onlara göre tabiat, Tanrı tarafından imal edilmiş, fakat kendi başına çalışacak tarzda kurulmuş bir saat gibiydi. Makina tarzındaki dünya anlayışına göre, zaman ve mekandaki her nokta, kendisinden sonraki noktayı meydana getirmek için Tanrıya ihtiyaç göstermiyordu. Bu, herhangi bir verili nedenin, sonucunu doğuracağı ve doğurması gerektiği tezine dayanmaktadır. Onun sonucu, Allahı bir deus otiosus (atıl Tanrı) ya da dünyayı yarattıktan sonra dünyadan eletek çeken pasif türden bir Tanrı olarak görmektir. Müslümanların nedenselliğe ilişkin felsefi görüşünün doğal sonucu buydu. Aynı durum Batıda 19. yüzyıldaki nedensellik görüşünde de ortaya çıktı. Gazali, Ibn Sinayı ve onun filozof meslektaşlarını küfürle suçlayarak hakikatin savunmasına girişti. Onların doğayı kendi kaderini belirleme gücüyle teçhiz eden tutumları, zorunlu olarak doğayı Tanrının yanı sıra bir başka Tanrı olarak ileri sürmelerine yol açtı. Tanrı, doğanın Tanrı olmasına imkan sağlamak için doğadan uzaklaşmıştı. Kadiri Mutlak, ışığı parlatan, yağmuru yağdıran, ağacı büyüten, tavuğu yumurtlatan, insanların kaderlerini kontrolünde tutan ilahi unsurdan başka bir şey değildir. Tüm bunlar zorunlu tabiat olaylarıdır, hiçbir zaman olduklarından başka türlü olmayacak zorunlu nedenlerin sonuçlarıdır. Bu çok önemli tezin lehine gösterilen tek kanıt, pamuk ipliğiyle ayakta durmaktadır. Bu, nedenselliğin zorunluluğudur; verili nedenin, sonucu mutlaka doğuracağı yargısından ibarettir. Gazali bu kanıtı tahkik etti ve tıpkı yüzyıllar sonra David Humeun yapacağı gibi, ardışıklığın (succession) zorunlu nedensellik zannedildiğini keşfetti. Sonucun nedeni izlemesi, tamamiyle kendiliğinden belli kabul ettiğimiz bir olaydır. Aynı nedeni aynı sonucun bu şekilde takip etmesi doğada pekala tekrarlanmakta olup kontrollü deneyde de tekrarlanabilir. Fakat tekrarlanma, ardışıklığı zorunlu nedenselliğe dönüştürmez. George Santayananın Specticism and Animal Faith adlı kitabında dediği gibi, tekrarlanma, ardışıklıktan başka bir şeyin olmadığı yerde zorunluluk adına bizi ikna edebilir, bunun zil sesinin zorunlu olarak yiyeceğin nedeni olduğuna inanan Pavlovun köpeğinden ya da zil sesinin trenin istasyondan kalkışının nedeni olduğuna inanan çocuğun durumundan farkı yoktur. Gazali veciz bir ifadesinde şöyle der: Önce gelenin bize herhangi bir zorunlulukla arkadan geleni vermesi, ikinci öncegelenin tekrarlanmasından çok daha fazla kanıt gerektirir. Gazalinin Filozofların Tutarsızlığı (TehafütülFelasife) adlı eseri, Müslüman olsun, Batılı olsun mekanik evren görüşüne yönelik herhangi bir iddiaya karşı canlı bir anıt olarak geçerliliğini korumaktadır. 19. yüzyılın zorunlu nedensellik iddiası, Gazalinin katkısını görmediğinden çok şey ziyan etmiştir. Fakat bu iddia, Batı içindeki gelişmelerce çürütülmüştür. Nihayet, Einsteindan beri fiziğin yeni dünyası, belirlenemezciliğin (indeterminizm) zorunluluğun yerini aldığından söz etmeye başladı. Fakat belirlenemezlik nedir? O, tabiattaki zorunluluğun inkarı değil midir? Nedensel bağlantının, daha önce kendisinde bulunandan daha fazla belirlenime asla kapalı olmadığının, zorunlu olmadığının ve nedenin etkiyi doğurmasının farkedilmesi değil midir? Allahın bir şeye sebep olmasıyla kastettiğimiz şey, kesinlikle bu değildir, zira biz önceden biliyorduk ki, Allah ikincil ve üçüncül nedenler aracılığıyla iş görmektedir. Fakat o, zaman ve mekanın herhangi bir noktasındaki tüm belirleyicileri (determinantları) toptan kuşatır. Gerçeklik sadece iki unsurdan, Yaratıcı ve yaratıktan ibarettir. Şayet yaratıklar tüm zorunlu determinantların tek bir nedende içerildiğini, dolayısıyla onun sonucunu meydana getirdiklerini kanıtlayamazsa, bu durumda belirlenimin dışarıdan, yani Yaratıcıdan geldiğini kabul etmek zorunlu hale gelir. Gerçekliğin tek bir alemden, yani dünyadan (tabiattan) ibaret olduğunu iddia etmek, nedenselliğin bir aualitas occulta (gizli nitelik) olduğunu iddia etmektir. Öte yandan gerçekliğin üç ya da daha fazla unsurdan mürekkep olduğunu savunmak, evrenin boş yere kalabalıklaştırılması anlamına gelir. Bilim adamı olsun olmasın, ilahi belirleyicinin eseri üzerine parmak bastığı araştırmasından bir şey kesin olarak belirir: Araştırmasının, gerçekliği asla tüketemeyeceği, ilahi unsurun sonsuz tabiatı, uzay ve zamana yansımıştır. Bilim adamları bu olası unsurların kimilerinin belirleyici ilişkisini sınayabilir ve araştırabilirse de, hiçbir zaman onların tümünü kuşatamaz ya da elde edemezler. Onların sonsuzluğu, indeterminizmin esası olup evrensellikleri, yani zaman ve mekanın herhangi bir noktası üzerinde eylemde bulunacak olası belirleyicilerin sonsuz sayıda var olmaları, indeterminizmi metafizik bir ilke düzeyine yükselten esastır. Böylece 20. yüzyılın ikinci yarısı, diyebiliriz ki, Gazalinin bin yıl önce tesbit ettiği hakikati yeniden keşfetmiştir. Şimdi bu durumda bizim modern, başka deyişle bilimsel olmamız gerektiği kuşkusuzdur. Fakat sorun, 20. yüzyılın ikinci yarısında ufak tefek değişikliklerle yeniden üretilen Gazalinin kullandığı anlamda ya da 19. yüzyılın Batılı bilim adamlarınca çok küçük değişikliklerle yeniden ortaya sürülen kadim Orta Çağ Müslüman filozoflarının anlamında Bilimsel olup olamayacağımız sorunudur. Cevap, açıkça ikincisidir. Bu anlamda bilimsel olmak, hakiki anlamıyla Islami olmak demektir. Maalesef dünya üzerindeki Müslümanların çoğunluğu hala Karanlık Çağlarda yaşamakta olup tılsımlara ve diğer büyü araçlarına inanmaktadırlar. Müslüman üniversitelerinde 19. yüzyıl bilim felsefesi karşısında dizlerinin bağı çözülen, ev ödevlerini yapmakta tembellik gösteren, çağdaş Batılı bilimsel düşünceye dalan ve yararlanacağı ve çağdaş gelişmelerle ilişkiye geçireceği Islami düşünce miraslarının farkında bile olmayan kültürlü ve aydın insanlarla karşılaşıyoruz. Tanrısız Bilimin dayandığı ikinci temel, tabiatın baştan başa maddi olduğu, değerlerle herhangi bir ilişkisi bulunmadığı iddiasıdır. Bu tez çoğunlukla doğanın verilerinin gözlemciler ya da bilim adamlarından bağımsız ya da özerk olduğu şeklinde ileri sürülür. Bilim adamları değerlerden ne kadar etkilenmiş olursa olsunlar, doğanın verileri neyse odur. Yine bu tez, değerle ilgili olanın gözlenende değil, gözlemcide bulunduğunu varsayar ve bu varsayıma dayanarak gözlenenin değerden bağımsız, gözlemcinin de değerle ilgisiz olduğunu söyler. Burada bu varsayımın temeli nedir? diye sorulabilir. Varsayım, iki ayrı gerçekliği tek bir gerçekliğe indirgemeyi arzulayan indirgemeci bir mahiyette değil mi? Eğer sözkonusu tez, iki gerçekliğin mevcudiyetini inkar eder ve yalnızca hasmının iki gördüğü yerde bir görürse nasıl çözülebilir? İndirgemecilik, dolayısıyla Tanrısız bilim ya da aksiyolojik a priori gerçekliğin yanlış yorumudur. Deneysel gerçekliğe ilişkin hiçbir algılama yoktur ki, aynı verideki aksiyolojik gerçekliğin bir algılaması olmasın. Biz bilim üzerine, yalnızca onların deneysel tabiatı hakkında konuşabiliriz (konuşuruz da), fakat hatırlamalıyız ki, böyle yaptığımızda soyut olarak konuşmaktayızdır. Gerçek hayatta iki gerçeklik kategorisi, yani deneysel ve değerle ilgili modaliteler arasında hiçbir ayrılık yoktur ve olamaz. Bu nedenle Tanrısız bir bilimin ancak sınırlı bir geçerliliği olabilir. Bu bilim, ne mutlak, ne de evrenseldir. Dahası, bilim deneysel gerçekliğin değer kategorisini doğuruncaya kadar onun sonuçları asla tamam ve güvenilir olamaz. Burada araştırma alanı, uzayın boşluğu kadar korku vericidir. Onu araştıran bilim adamı, bir cep feneriyle gece yarısı ormanı fethetmeye çıkan adam gibidir. Nükleer fizyon ve genlerle oynama, son zamanlarda bilimsel bilgide değer sorununu ön plana çıkarttı. Çağdaş insanlık hala yalnız İslamın sunabileceği bir çözümün yolunu gözlemektedir. Batı bilimiyle Islami tabiat bilimi arasında dünya kadar fark vardır, islam biliminde araştırma, sonsuz biçimde tabiatta Tanrının ebedi modellerine yönelmiştir. Tabiat ne şeytani bir ormandır, ne de insanın fethedip boyun eğdireceği uğursuz bir barınaktır. Tabiat ne insanın dilediğince kötüye kullanılabileceği bir meta, ne de kendisine nasıl yaklaşılacağına cevap veremeyen atıl ve değerden bağımsız bir maddedir. O daha ziyade bir organizmayı teşkil eden mazbut bir nedenler ve amaçlar sistemidir. Tabiat, kendisini çekip çeviren ve nedensel ve ereksel etkiyle onu kuşatan Allah tarafından yaratılmıştır. O Allahın içine insanı yerleştirdiği mükemmel bir tiyatrodur. Bu tiyatroda insan, değerini eylemleriyle kanıtlar. Esnektir, yani insanın yine kendisi tarafından önerilen amaçlara göre belirlemesine açıktır. Bu da onu, insanın tercih ve yargılarına bağlı olan iyi ve kötünün kaynağı kılar, insan nihai anlamda tabiatın yardımıyla ahlak yasasını yerine getirmekle mükelleftir. İnsanın tabiattan yararlanma hakkı, bu durumda ahlak yasasına muhtevasını bağışlayan ilahi emirle sınırlıdır. Bilim yahut tabiatın hakikatine ilişkin bilgi, bunun için bu ilkelerce belirlenmedikçe bilgi olamaz. Gazali meseleyi zamanında şöyle ortaya koymuştu: Biz bilgiyi Allahtan başka bir nedenden dolayı araştırıyoruz. (Sonuç, bilgi olmayanın bilgisi olmuştur). Zira bilgi (ilm) Allahtan başka bir amaç uğruna aranmaz. 7 islam Bilimi ve Islami Değerler Sistemi M. ALİKETTANİ :; ; ,: Batıda bilim ve teknolojinin gelişmesi, Orta Çağlarda bilimsel açıdan batıl kavramları ilahi hakikatler diye sunan ve bu hakikatlere karşı çıkmaya kalkışanlara acımasızca işkenceler uygulayan Hıristiyan Kilisesine karşı bir ayaklanmadan doğmuştur. Böylece Batıda, Kiliseyi kamu hayatından ve geçici dünyevi (temporal) olanı manevi (spiritual) olandan tam olarak koparmadan hiçbir bilim ve teknoloji gelişmemiş, bu da sonuç olarak ister sosyalist, isterse kapitalist türden olsun laik ve maddeci Batı kültürünü yaratmıştır. Bütün dinlerin başından aynı olayın geçtiğini söyleyip Batının geçmiş tecrübelerini İslam dünyasına da teşmil etmek, tarihi gerçeklerden büyük ölçüde habersiz bulunmaktan kaynaklanmaktadır. Allahın birliğine, beden ve ruh arasındaki uyuma, herhangi bir günahtan azade olarak doğan insanın iyilik (hayr) üzre olduğuna inanan bir düşünce sistemiyle, Teslise, Asli Günaha ve kefarete inanan düşünce sistemi arasında herhangi bir benzerlik bulunamaz. Gerçek bir evrensel birlik (ecumenism) ve onu daha ileriye Islamic Science and Islamic values system, Hazırlayan: Ziyaüddin Serdar, The Touch of Midas: Science, Values and Enviıonment in İslam and West, Manchester University Press, 1984. (Bu yazının baş tarafı, ileride okuyacağınız İslam bilimlerinin geçmişine toplu bir bakış başlıklı makalededir.) götürme ihtiyacı, farklı inanç esaslarını ortadan kaldırmaya değil, tam tersine bu farklılıkları daha iyi anlamaya imkan sağlayacaktır. Eğer modern Batıyı ve bilimsel ve teknolojik unsurlarını doğuran Batılı tecrübeler İslam dünyasına uygulanacak gibi değilse, şu halde, islam Hıristiyanlıktan hangi bakımlardan farklıdır? Niçin bilim ve teknoloji Islamın yükseldiği dönemlerde canlanıp gerilediği dönemlerde yoksullaşırken, Hıristiyanlıkta tam da bunun tersi meydana gelmiştir. İslami Değerler İslam, dini inançlardan ibaret bir yapı değildir. O, insan hayatının bütün yönlerini kucaklayan bir ahlak ve idealler düzeni, İslam uygarlığının kendisinden filizlendiği bir kaynaktır.1 Bu uygarlık ve onun bilim ve teknolojiye katkıları, İslami değerlerin harekete geçirici kudreti olmadan ortaya çıkamazdı. İslamı tanımlayan temel kelime, Birliktir (Tevhid). Allahın Birliği her şeyden önce gelir. Allah bir, benzersiz, kendisi dışında herşeyin Yaratıcısı ve Yaşatıcısıdır. Allahın Birliğinin ardından insanlığın birliği gelir. Tüm insanlık, her ikisi de Allah tarafından yaratılan aynı ataların, Adem ile Havvanın torunlarıdır. Renk, dil ve nesepteki farkların hiçbir önemi yoktur. İslamda ırk temeline dayalı seçilmiş bir millet sözkonusu değildir. islamdaki birlik kavramı, aynı zamanda insanın şahsiyetindeki birliği de kapsar. Bu şahsiyet, dünyevi ve manevi olan arasında ikiye bölünemez. Dünyevi ve manevi olmak, tek bir olayın iki yüzüdür sadece, insan, özel hayatında olsun, aile ya da toplum hayatında olsun, söylediği ve yaptığı her şeyde Allahın Kelamına itaat etmelidir. Tüm erkek ve kadınlar, Allahın nazarında eşit olmalarından ötürü hemcinslerinden birine değil, yalnızca Allaha itaat ederler. Servet kendi başına önemsiz olup değeri insanın onunla ne kadar hayır yaptığıyla ölçülür. Temelde her türlü zenginlik Allaha aittir. Bir insanın özel mülkiyeti, ancak belirli bir müddet için onun gözetimine verilmiştir. Allah yeryüzünü insanların idaresine bırakmıştır. Bu nedenle insan bu emaneti uygun bir şekilde iyi yollarda kullanmalıdır. Bu, emaneti daha elverişli ve daha etkili kullanma araçlarına ihtiyacı, yani kendi başına dini önemi haiz bir davranış olan elverişli bir bilim ve teknoloji geliştirilmesi ihtiyacını getirmiştir. Islamın temel idealleri, içinde aklın tam anlamıyla hakkının verildiği mükemmel bir sistemde birbirleriyle bağlantılıdır, islam, insanı körü körüne inanmaya sevk etmez. O kendi başına imanı aramak zorundadır. Kendi varlığıyla hakikate ulaşmak ve [bu uğurda] çalışmak, bireye düşen bir görevdir. Böylelikle Allahın bilgisi, her Müslümanın, Onun yaratışındaki bilgiyi aramak uğruna yola çıkacağı bir idealdir. Dışınızda ve içinizde inananlar için ayetler vardır, görüyor musunuz? (Maide, 2021). İslam hakikati araştırırken, araştırmada her an hata edilebileceğini kabul eder. Bu yüzden hakikat araştırıcısına gösterilen büyük saygı ve hoşgörü, Islamın değer sisteminin ayrılmaz bir parçasıdır. Ne Kuranda, ne de Hz. Peygamberin sünnetinde bilimlerin temel kurallarını yalanlayan ya da insanı bilimsel açıdan yanlışlığı ortaya konmuş herhangi bir şeye inanmaya zorlayan bir kural mevcuttur. Allah insanı bir gaye için, Allaha kulluk etmesi için yaratmıştır. Kulluğu yerine getiren insanın Onu tanıması gerekir. Allahın ilmi körü körüne inanmaya değil, Onun, yani evrenin yasalarının bilgisine dayalıdır. İnsan, yalnız Allahı tanımak için değil, aynı zamanda insanlara faydalı olmak için de bilgisini kullanmak ister. Bilim, tabiatın güçlerini kontrol altına alacak araçlar ve yollar geliştirmekte kullanmak üzere Müslümana verilen rehberdir. Aynı zamanda ümmetin gerçekteyse bütün insanlığın iyiliğini araştırmak ve bu gayeye ulaşmak için iyi ve meşru araçlar geliştirmek içindir. Altın Çağ Dört Reşid Halife Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) ve Emeviler dönemiyle başlayan Islamın Altın Çağı boyunca bilim ve teknolojinin yükselişi hadisesinin ardında yatan faktör, bu değer sistemiydi. İlk Abbasi yönetiminin hükümran olduğu 8. yüzyılın ikinci yarısında belirgin bir İslam uygarlığı biçimlenmeye başladı. Mansur, Reşid ve Memun gibi halifeler tüm gerekli vasıtalarla bilimsel araştırmayı teşvik etmekte önemli rol oynadılar ve bir ulema geleneğinin yaratılmasına hizmet ettiler.3 Müslümanların ilk yaptığı iş, kendilerinden önce insanlığın bildiği herşeyi öğrenmek oldu; Yunanlıların, iranlıların ve Çinlilerin kitaplarını topladılar. 50 yıllık bu ilk safhanın ardında, kadim kültür ve medeniyetlerin gözlemlerinin düzeltilip yeni bilim alanlarının oluşturulduğu bin yıllık döneme girildi. Bu önemli süreçte Müslümanlar, kendilerinin diğer kültürlerce tamamen özümlenmelerine yol açacak iki büyük tuzaktan uzak durdular. İlk olarak, Islami ilkelerin çizdiği yoldan çıkmadılar. Olgular üzerinde yoğunlaşıp varsayımlara pek önem vermediler; tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ilişkin eserleri topladılar, buna karşılık büyü ve mitolojiyi bir yana bıraktılar. İkinci olarak, Müslümanlar evrensel dil olarak Arapçada ısrar ettiler. O zamana kadar gelmiş geçmiş tüm bilgileri Arapçaya çevirdiler ve dünyadaki bütün halklar arasında güçlü, etkili ve geçerli bir bilimsel iletişim aracı olarak bu dili geliştirdiler. Bu dönemde islam dünyasının tüm büyük şehirlerinde fışkıran üniversiteler ve araştırma laboratuvarları Asya, Afrika ve Avrupaya yayıldı. Hastaneler ve eczaneler küçük kasabalarda bile yaygınlık kazanıyor, hükümetler ise bu çabayı yüreklendirmek için birbiriyle yarışıyorlardı. Elektrik de dahil yeni teknolojiler doğuyordu; pil olduğu tesbit edilen bir aygıttan kalanlar Bağdat Müzesinde ortaya çıkarılmış ve sergilenmiştir. Hind Okyanusu konusundaki ilk Müslüman otorite, coğrafyacı Şihabuddin Ahmed Ibn Meciddir (14331536). Müslümanlarca zamanının Deniz Arslanı olarak tanınan Ibn Mecid, Vasco de Gamaya Hind okyanusunu geçerken gemi kaptanı olarak rehberlik etmiştir. Aşağı yukarı aynı dönemlerde Yeni Dünya (Amerika) toprağına ayak basan ilk Avrupalı Kristof Kolombun keşif gemisinde bulunan Dordigo de Lope, büyük Endülüslü Müslümanların soyundan gelen biriydi. Lope İspanyaya dönüşünde Engizisyon tehlikesine rağmen islam dinine inandığını açıkça ilan etmişti. Son önemli Müslüman kaşiflerden üçünü zikretmemiz gerekiyor. Muhammed İbnulHasan elVezzan (14831552), şehrin Müslümanlarca 1492de kaybedilmesi sırasında memleketi Gırnatadan ailesiyle birlikte göç etti. Fastan Müslüman Doğuya kadar seyahat etti; dönüşünde Hıristiyan korsanlarca Tunus açıklarında tutsak edildi. Kendisini hem Hıristiyan olmaya, hem de Giovanni Leone Africanus adını almaya mecbur eden Papa X. Leoya satıldı. ElVezzan birkaç yıl sonra kendi çabasıyla kurtulmayı başardı. Tunusa döndü ve Afrikanın topografisi, insanları, bitki örtüsü ve hayvanlarına ilişkin bir kitap hazırladı. (Kitabı, Marmol ve diğer Avrupalı tarihçiler tarafından kendi eserleriymiş gibi intihal edildi) Diğer iki kaşiften Piri Reis (ölümü 1555), önde gelen bir Akdeniz denizcisidir. Öbürü ise 18. yüzyılda Osmanlı yönetimi altındaki Doğu Avrupayı en güzel bir şekilde anlatan Evliya Çelebidir. Müslümanların mütecessis araştırmaları bu bölüm boyunca zikredilen bilim dallarından ibaret kalmamış, bütün bilgi alanlarını kuşatıp yeni alanlar açmıştır. Altın Çağın Özellikleri Yukarıda (bkz. bu kitabın 16. bölümü) Müslümanların bilim ve teknolojiye katkılarını uzun uzun gözden geçirmemizin nedeni, bu büyük başarıyı mümkün kılan değer sistemine dikkati çekmek içindi. Bu değer sistemi, onunla kimlik kazanan fakat bilim ve teknolojideki çağdaş önderlikten çok uzak kalmış bir milyar nüfusa sahip bir dünyada hala mevcuttur, fakat uyuşmuş bir haldedir. Sözkonusu Altın Çağın belli başlı özellikleri şunlardır: 1. Evrenselcilik, 2. Hoşgörü, 3. Piyasanın uluslararası karakteri, 4. Bilim ve bilim adamlarına saygı, 5. Bilimin gerek araçlarının, gerekse amaçlarının Islami karakteri. İslam evrenselciliği, bireyler arasında Islami açıdan kabul edilebilir tek külli bağın hayattaki ortak inanç ve gaye bağından kaynaklandığını kabul eder. Bütün Müslümanlar, birbirlerine tek bir milletüstü topluluğun, ümmetin içinde tek bir bağla bağlıdırlar. Ümmet, Kuranda, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan ve Allaha inanan kimseler olarak tanımlanmıştır. Ümmet bu yüzden bir millet, hatta bir dini cemaatten ibaret değildir. O hem her ikisi, hem de daha fazlasıdır; o bir modeldir. Bir Müslüman için ümmet dahilinde başkalarına bakarak bizin tanımı, aile, ırk ve coğrafya bağlarını aşar. O İslam inancına derinliğine gömülmüş durumdadır. Hz. Muhammed (s.a.v.) bütün Müslümanların kardeşliğini pek çok kez ifade etmiştir; her şeyden önce de hayatıyla. Şöyle buyurmuştur: Müslümanlar tek bir vücut gibidirler, eğer vücudun bir organı ağrırsa bütün vücut da ağrı ve ateşle acı çeker. Yine şöyle buyurmuştur: Kendiniz için istediğinizi kardeşiniz için de istemedikçe, gerçek mümin olamazsınız. Bununla birlikte ümmet içindeki bu samimi bağlılık, dışında kalanlara karşı geçerli değildir. Müslümanlar, kendilerinin genel olarak insanlığın bir parçası olduklarının bilincindedirler. Bütün insanlık Muhammed ümmetidir, zira Allah onu insanlığa elçi olarak göndermiştir. Altın Çağın bilginleri, herşeyi kuşatan (külli) bir bakışa sahiptiler. Onlar ister çağdaş, isterse kadim olsun, gayri müslimlerce geliştirilmiş düşünceleri kullanmakta bir beis görmediler. İşte bu özelliktir ki, İslamın ilk yıllarında bu kadar çok bilgiyi son derece kısa bir zamanda özümleyip sentez etmelerine imkan vermiştir. Bu evrenselcilik, hoşgörüyle birleşerek kendilerine yabancı yeteneklerin kabulünü ve fikirlerin değiş tokuşunu mümkün kılmıştır. Sonuç olarak Islami bilim topluluğu, belirgin biçimde ırk, dil ve hatta din bakımından kozmopolitti. Onlar birbirlerine ortak bir dünya görüşü, ortak bir kültürel dille bağlıydılar ve gerçekte ortak bir bilimsel ortamın parçasıydılar. Bu dönemin bilim adamları, o zamanlar 40 milyon kilometrekareyi aşan ve uygar dünyanın büyük kısmını oluşturan islam dünyasını baştan başa gezip dolaştılar. Bilim adamları bu uçsuz bucaksız topraklar üzerinde serbestçe dolaşıyor ve bulundukları her yerde hemşehri gibi karşılanıyorlardı, islam dünyasının siyasi üstünlüğü kaybolup gittiğinde bile bu durum değişmedi. Müslüman bir bilim adamı çoğu zaman, her biri onu çekebilmek için diğeriyle yarışan ve çalışmasını kolaylaştıran çeşitli siyasi sistemler altında yaşadı. Dolayısıyla Müslüman bilim adamı ve eseri, bütün islam dünyasında geçerliliğini koruyan bir değere sahipti. Kuranın ve Hz. Muhammedin öğretilerinin etkisi altında bilime ve bilim adamlarına gösterdikleri saygı nedeniyle farklı yönetimler aynı şekilde davrandılar. Her ana babanın bütün ideali, çocuğunu bir bilgi ve bilim adamı olarak yetişmiş görmekti. Tahsil, nesepten daha büyük bir asalet değeri olarak görülürdü. Sırasıyla bizzat bilim adamları, sorumluluklarını muazzam bir titizlikle yerine getiriyorlardı. Tıpkı servet gibi bilgi de onlarca bu bilgiyi dikkatle kullanacak insana, Allahın ihsanı olarak kabul edilirdi. Bu şu anlama gelir: Onların bilgisi, ümmetin iyiliği uğrunda kullanılmak ve başkalarına aktarılmak zorundadır. Bu niteliğiyle girişimlerinin nihai sonucu kadar bilim yapma yöntemleri de islamın değer sistemine tabidir. Gerilemenin Nedenleri İslam uygarlığı gelişip de Müslümanlar öğrenci konumundan öğretmen konumuna geçtikçe yeteneklerine daha fazla güven duymaya başladılar. Yüzyılların geçmesiyle bu güven, yerini insanlığın geri kalan kısmına karşı bir üstünlük duygusuna, ama iyiyi emredip kötülükten sakındırmak ve Allaha inanmak, ilkesine dayalı değil de, sadece Müslüman ve Arap olma olgusuna dayalı bir üstünlük duygusuna bıraktı Bu, sonunda halinden memnun olmaya ve ilk başta İslam uygarlığının doğmasına yol açan ideallerin yitirilmesine neden oldu. Allahı ve yaratıklarını tanımaya yönelik araştırmalar durdu ve ümmete yalnız İbadet ve Fıkıhta değil, bilim ve teknolojide de dogmatizm yerleşti. Ümmet, yaratıcılığını yitirdi. Nesil be nesil bilim adamı ve teknologlar ömürlerini geçmişin büyük ustalarının eserlerini öğrenmeye ve başarılarını taklit etmeye harcadılar. Nihayet bu rahatlık, ahlak ve ideallerin yitirilmesine ve sonuçta İslam toplumlarının sürekli duraklamasına ve pasifleşmesine yol açtı. Bu arada, İslam uygarlığının sürekli baskısı altında olan Hıristiyan Batı, kendisini azgelişmişliğinden kurtarıp modern Batı uygarlığını yaratacak idealler düzenini oluşturuyordu. Ümmetin bilgi yarışında geri kaldığının farkına varmasından önceki durum böyleydi. Şu halde acaba bu gerileme döneminde onun büyük ideallerine neler oldu? Bunun ilk kurbanı evrenselcilik oldu. Genel olarak Müslümanlar kendilerini dünyanın geri kalan kısmından ayrı bir unsur gibi hissetmeye başlamakla kalmıyor, İslam dünyasındaki siyasi ayrılıklar da, en içler acısı düzeyine çağımızda ulaşan ümmetin balkanizasyonunu (parçalanmasını) kuvvetlendiriyordu. Ümmetimizin kimliği, giderek yerini diğer kimliklere bırakmaya başladı: Milli kümelenmeler, millet içindeki bölge ya da kabileler, kabile ve bölge içindeki klanlar ve nihayet klan içindeki aileler. En fazla parçalanmaya uğramış şeklinde bu, kendisinden başka hiçbir bağ tanımayan bireyin egemenliğine yol açtı. Bu adeta İslam öncesi Arabistan, Mezopotamya, Mısır, Türkiye ve iranın öcünü almak üzere geri gelmiş Cahiliye Çağlarıydı (ve hala pek çok şekillerinde böyledir). Bu durum insanların, düşüncelerin ve malların hareketine engel oldu ve Batıdan gelen daha dinamik ve yıkıcı hareketlere kapı açtı. İslam dünyası kendisini, evrenselciliğini yitirirken ve Batının evrenselciliğiyle ağır ağır bütünleşirken buldu. Hoşgörü bu dönemde de sürdü. Hakikatte, İslam dünyası kendi hakimiyeti altındaki diğer dinlerin bağlılarına her zaman hoşgörüyle bakmıştır. Aslında bu hoşgörü, sonunda İslam dünyasının Batı tarafından sömürgeleştirilmesine yol açacak kapitülasyonlar sistemindeki gibi aşırı zaaflara kadar varmıştır. Bununla birlikte hoşgörüsüzlük bizzat Müslümanlar arasına da nüfuz etmiş, toplumda olsun, bilim ya da teknolojide olsun herhangi bir yeni düşünce, şiddetli baskıya maruz kalmıştır. Herşey yerli yerinde, kusursuzmuş gibi hiç kimse bu durumu değiştirmeye ve düzeltmeye yanaşmıyordu. Yeni ve üstün teknolojiler çoğunlukla İslam dünyasını ilk kez yenilgiye uğratan ve onun başka taraflarından sonra egemenliğini de ortadan kaldıran istilacı Batılı güçler eliyle içlerine sokulduğunda, sonuç gayet korkunç oldu fakat Müslümanların birbirlerine olan hoşgörüsüzlüğü aynen devam etti. Müslüman bilim adamlarının içinde çalıştıkları dünya, küçük birer pazarlar topluluğuna bölündü. Bunlar herhangi bir yeni ürünün geliştirilmesine yeterli değildi. Sonunda bu pazarlar da Batı ürünleri ve teknolojileri karşısında yenik düştü. Zamanla bilgi arayışı salt dini bilgiyi elde etme çabasına indirgendi. Bilim ve teknolojiye duyulan ilgi, toplumun onlara gösterdiği saygıyla birlikte ortadan kalktı Nihayet bu konular tek dini kurum olan medreselerden de kaldırıldı. Hala bilimsel bilgiyi aramayı teşvik eden üç beş insan Batı üniversitelerine gitmek zorunda bırakıldı Buralarda elde ettikleri bilgilerin ise lslami değer sistemiyle alakası yoktu. Toparlarsak, bilim ve teknolojiyi İslamın egemenliği altında kullanılır kılan amaç ve araçların birliği ilkesi yitirildi. İslam dünyası böylelikle yalnız fiziki egemenlik altında kalmayıp aynı zamanda zihnen de teslim bayrağını çekmiş oldu. Yeniden Dirilişe Doğru Sözkonusu fiziki ve zihni fetih, islam dünyasının Batılı ustalara öykünmesine yol açtı. Ne var ki, islam uygarlığının düşüşü ve Batının yükselişinin altında yatan nedenler hiçbir zaman tam olarak anlaşılamadı. Bunun yerine, Batılı kötü alışkanlıklar ve onun değer sisteminin kötü yönleri (örneğin gurur, toplumsal Darwincilik ve faydacı ahlak) titizlikle kopya edildi. Müslümanlar kendi teknolojilerini üretmek yerine, makina aksamını ve diğer Batılı mamulleri ithal etmekle yetindiler. Son iki yüz yıl zarfında bilim ve teknoloji alanlarında meydana gelen gelişmeler ümmetin durgunluğunu daha da içler acısı bir hale soktu. Ancak son 50 yılda iletişimin artması mesafeleri küçülttü ve adeta bir ümmet içindeki beraberlik hissini verdirecek jeopolitik ve idari sınırların engellerini ortadan kaldırdı. Uyuşukluktan sıyrılmaya ve ümmetin geri kalmışlığının altında yatan nedenleri araştırmaya başladık. Bu, insanlar ve nihayet yönetimler arasında islamın değer sisteminin yeniden keşfedilmesine neden oldu. 1969dan önce ümmetin farklı unsurları için Suudi Arabistan Kralı Faysal, danışmanı Şeyh Muntacir Kettaniyi 1965te fikrine destek toplamak için Kuzey Afrika devlet başkanlarına göndererek Islami dayanışma çağrısını yapıncaya kadar ortak sorunlarını toplanıp tartışacakları bir forum mevcut değildi. Çalışmalar, İslam Konferansı Teşkilatının (merkezi Ciddededir) oluşmasına yol açan 1969da Rabatta toplanan Birinci islam Zirvesiyle noktalandı.4 islam Konferansı Teşkilatı bugün 42 devlete ve islam dünyasını birleştirmeye çalışan çeşitli şubelere sahip bir teşkilattır. Başından beri şu husus göze çarpmaktadır: Ümmetin ortak yararı için bilimsel araştırma ve teknolojik kalkınma için dayanışma, islam dayanışması sağlanmazsa başarılamaz. Bunun farkedilmesi, 1978de islam Bilim, Teknoloji Kalkınma Fonunun (IFSTAD) oluşmasına neden oldu. İFSTAD (onun da merkezi Ciddededir) fiilen 1981de kuruldu. İFSTADın amaçları başlangıçta şu sözlerle ifade edilmiştir. • Üye devletler arasında islam dayanışmasını desteklemeyi ve aralarındaki ekonomik, toplumsal, kültürel, bilimsel ve diğer hayati alanlarda işbirliğini kuvvetlendirmeyi amaçlayan IKTnın hedeflerini korumaya çalışmak; • Bilim ve teknolojinin desteklenmesinin Müslüman halkların hızlı, koordineli ve geniş çaplı sosyoekonomik kalkınmayı başarma amacına temel olduğunun bilinmesi; • Yine, bilim ve teknoloji alanlarında islam dünyasının zengin tarihi deneyiminin ve Islamın evrensel manevi ve ahlaki değerlerini bilimin dünya görüşüyle birleştirecek olan islam kültürünü beslemeye duyulan ihtiyacın bilincinde olunması; • Nihayet 6, 7, 8 ve 9. İslam Dışişleri Bakanları Konferansında benimsenen önerilerin yerine getirilmesinde şu husus gözönüne alındı: İKTnin üye devletleri V maddeye (paragraf 5) dayanarak islam Konferansının amaçlarının bilim, teknoloji ve kalkınma için bir yan organ kurulmasına karar vermişlerdir. IFSTADm hedefleri şöyle sıralanabilir: 1. İslam dünyasının ve genelde insanlığın mevcut sorunlarından kimilerini çözmeye yardımcı olacak Islami bir çatı çerçevesinde bilim ve teknoloji alanlarındaki araştırma faaliyetlerini destekleyip teşvik etmek. 2. İslam dayanışmasının sınırlarını genişletmek amacıyla islam dünyasında bilim ve teknoloji alanlarındaki işbirliği ve koordinasyonu desteklemek. 3. Gerek bireysel, gerekse ortaklaşa olarak IKTnın tüm üye ülkelerin bilim ve teknolojiden (sosyal bilimler dahil) bu ülkelerin biricik Islami kişiliği ve karakterini pekiştirme ihtiyacı görüşünü koruyarak sosyoekonomik planlarının formülleştirilmesi ve uygulanmasından azami istifade etmelerini sağlamak. 4. Gerektikçe islam Konferansı Teşkilatı adına bilimsel incelemeleri teşvik edip yapılmasını sağlamak? İFSTAD öylesine hızlı gelişmektedir ki, Ziyaüddin Serdarın Vakıf adına yazdığı Science and Technology in the Middle East (Longman, London, 1982) bile daha şimdiden eskimiş durumdadır. Eğer IFSTAD tslam bilimi ve teknolojisini yaratan uygarlığın doğuşunu sağlayan ruhu yeniden tutuşturmakta bir araç olmayı başarabilirse, bunun başlangıcı, kesinlikle yeniden dirilişin işareti olacaktır. Bu yeniden dirilişin arkasında yatan güç, Islami değer sistemi olacaktır, islam dünyası Altın Çağın karakteristiklerini yeniden yaratmak zorundadır; evrenselcilik, hoşgörü, bilime ve bilim adamına saygı, bilimin amaç ve araçlarının birliği, nihayet bilim adamı ve teknologların ve bunların ümmet içindeki ürünlerinin serbestçe dolaşacağı, sınırlarla bölünmemiş bir coğrafya. Bir uygarlık, kendi sorunları hakkında düşünmeyi ve bu sorunlara yerli çözümler bulmayı terk ederse kenarda kalmaya mahkûm olur. islam, evrenselliği, hoşgörüsü, insanlığa saygısı ve insanın doğuştan iyi olduğuna dair inancıyla İslam dünyasının bilimsel ve teknolojik ilerlemesinin tek yoludur. Hz. Muhammedin bir keresinde söylediği gibi: Bu ümmetin son günleri, ancak başlangıcında ıslah ettiği şeyle ıslah edilebilir. 8 Bilime Islami ve Batılı YaklaşımlarA ZIYAÜDDIN SERDAR Midas yakın zamanlara kadar bir efsane kahramanı olarak bilinirdi. Oysa o Frigyada egemenlik kurmuş gözü doymak bilmeyen bir kraldı. Midas, Yunan tanrısı Diyonisusdan her dokunduğu şeyi altına çevirme yeteneğini kendisine bahşetmesini istemiş, çok geçmeden Pactolus nehrinin suyuna dokunur dokunmaz nehir altın külçeleriyle dolmuştu. Ne var ki, çok kısa bir zamanda altınla karnını doyuramayacağını anladı ve Diyonisusa bu kez kendisini neredeyse açlıktan öldürecek olan ihsanını geri alması için yalvarmaya başladı. Çağdaş bilim de Midasın dokunuşu gibidir. O insanlığı, rüyalar ötesi zenginliklere ulaştıracağını, hastalıklardan kurtaracağını, tabiat ve uzayın derinliklerini keşfedeceğini ilan etmekte. Fakat insanlık altın yapan dokunuşun ciddi kusurlara gebe olduğunu öğrenmektedir. Bilimin insanlığa büyük iyilikte bulunma yeteneği, şimdilerde kötülük yapma kapasitesi yanında gölgede kalmıştır. Bu bilinç bilimin bunalımı ve bilim için ve bilim aracılığıyla bunalım anlamlarını beraberinde getirmiştir.1 Bu bunalım, doğal çevreyle bilim ve teknoloji nerede ilişkiye girmişse orada hemen kendini belli eder. Siyasi ve çevresel kısıtlamalar, daha önceki tecrübelerimizin bizi, bilimlerin yarattığı karmaşık ve büyüyen problemler labirentinden çıkaracağını sanmamıza neden olan giderek artan sınırlayıcı pratik çözümlerdir. Eğer tuttuğumuz yolda gidersek yolun sonunda bizi bekleyen hayvanın tabiatı nedir? Cevap: yığınla korku. Olayın belki de en anlamlı yönü, bu derece çok sorun ve ikilemin eşzamanlı olarak beraberinde getireceği şaşkınlıktır. Doğal kaynaklarımızın kirlenmesine yol açan üretime yönelik teknoloji, toprak ve çevre üzerine topyekün ve kişi başına düşen baskılar, sürekli artan atık madde miktarı, korkutucu miktardaki nükleer, kimyasal ve biyolojik madde depoları insanlığın geleceğini tehdit eden evrensel bir tehlikenin işaretleridir. Bu tehdit kendi başına bilim içindeki bir bunalıma işaret eder; bilimden, gündelik hayatımızın kendisine dayandığı topyekün, birleşik bir sistem çerçevesindeki araştırma ve uygulamayı anlıyoruz. Bilim camiası içinden bilime yapılan saldırılar bu bunalımın belirtileridir. Bütün bir bilim eleştirisi literatürü, bilim adamlarınca üretilmiş olup bu literatür protestocu bilim adamlarının örgütlü hareketlerinin sayısı gibi yavaş yavaş kabarmaktadır.2 Rönesans sonrası bilim adamı kavramı, eğer böyle bir fikrin (yani kendini işine adamış, salt araştırmakla meşgul, münzevi bir keşiş gibi yarıdini bir şahsiyet) herhangi bir gerçekliği varsa artık eskimiştir. Şimdi açıkça görülüyor ki, bilimin etkilerini ve sosyal pratiğini sınırlayacak herhangi bir ahlaki (moral) ya da etik öğretinin yokluğunda bilim adamları, disiplinlerinin bütünlüğüne yönelik tehlikeye direnmek bir yana, onu tanımak için yeterince donanımlı da değillerdir. Genetik mühendislik, endüstrinin güçlü ve faydalı, dahası hiçbir ciddi yeniden düzenlemeye gerek duyurmayacak denli zararsız olmasını istemektedir. Bu tür gelişmeler, bilim adamlarını bilimi, değer yapısını ve toplumla ilişkisini bilinçli olarak gözden geçirmek suretiyle yeniden kurmaları ve bu uğurda mücadele etmeleri gerektiği fikrine götürmüştür. Onlar bilimin artık değerden bağımsız olduğunu düşünmüyorlar: Bilim etkileyen ve etkilenen insanoğlunun faaliyeti olduğundan toplumsal bir faaliyettir. Bilimin bilgisi, önermeleri, teknikleri insanoğlu tarafından yaratılmış ve insan toplulukları arasında geliştirilmiş, beslenmiş ve paylaşılmıştır. Bu nedenle bilimsel bilgi temelde toplumsal bilgidir. Toplumsal bir etkinlik olarak bilim, açıkça tarihin, [belli bir] zaman ve yerde vuku bulan ve insan fertlerinin karıştığı işlemlerin ürünüdür. Bu fertler yalnız bilim içinde değil, parçası oldukları toplumlar içinde de yaşıyorlardı.3 Bu demektir ki, ne bilim adamları, ne de bilim, toplumsal ve beşeri ilgilerden kopuktur. Bilimin değerlerden arındırılması diye bir şey yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Yalnızca günümüzün filozofkralları olarak bilim adamlarının görebileceği Eflatuncu bir Form [ya da İdea] sözkonusu değildir. Bilgi, metodoloji, işlem, teknik ile kültürel ve çevresel bağlam bilim dallarıyla ilgili olduğu kadarıyla birbirinden bağımsız su geçirmez bölmelerde yaşayamazlar. Bu yeni bilim anlayışının diğer bir boyutu daha vardır. Doğayı inceleme, açıklama ve onunla etkileşimde bulunmaya yönelik insani yaklaşım, kesinlikle zaman içinde ve kültürler arasında tekbiçimli olmamıştır. Marksist bilim tarihçilerinin tekrar tekrar işaret ettikleri gibi bilim tek bir kültürde ya da toplum içerisindeki her grup ya da sınıf için aynı anlama gelmemiştir. Diğer Batılı olmayan kültürlerin bilimi nasıl kavradıkları ve onların toplumlarında bilimin nasıl bir rol oynadığını incelemek ve değerlendirmekle öğrenilecek, bizi yeni kavrayışlara ulaştırabilecek epeyce unsur vardır. Sömürgecilik sonrasında Islami kimliğin yeniden keşfine paralel giden bu ilgiler ve kavrayışlarla uyarılan Müslüman bilim adamları, İslam biliminde varolan zenginliğe yeniden dönüp bakmaya başladılar. İslam dünyasındaki bilim adamları arasında hem tarihi yönü, hem de çağdaş uygulamaları bakımından İslam bilimine dönük bir ilgi artışı sözkonusudur.4 İslamın hükümranlığı altında bilimin tarihi ve gelişimi gerçekte bilime şu bilinen şeklini veren Müslümanlardıyakınlarda büyük bir ivme kazandı ve son bir kaç yıl zarfında İslam biliminin tarihiyle ilgili bir takım kurumlar (enstitüler) kuruldu. Batıda bilim ahlakına (etik) duyulan ilgiye mutabık olan Müslüman bilim adamları, çağımızda İslam biliminin ruh ve üslubunu yeniden elde etmenin mümkün olup olmadığını sorgulamaya başladılar. Gazali ve İbn Haldunun bilgi teorilerinin gösterdiği gibi, değerler ve ahlaki (moral) ilkeler, Müslümanların bilgiyi arayışlarında önemli bir rol oynamıştır. Çağdaş Müslüman bilim adamları bu bilgi teorilerinin hem Müslüman ülkelerin bilim politikalarıyla, hem de bilim adamlarının günlük çalışma ve araştırmalarıyla birleştirilip birleştirilemeyeceğini öğrenmek istiyorlar. Bu soruları cevaplandırmak kolay değil, fakat öz olarak konu, kutsal ile profanın (ilahi olan ile dünyevi olanın) sentezini yapan klasik Müslümanların arayışının bir parçasıdır. İslamda bilim ve değerler konusunun, Müslüman bir toplumun hedeflerini biçimlendiren bir kavram çatısı içinde ele alınması gerekir. Bu kavramlar, Islami bir kültürün temel değerlerini yaratıp içerisinde ideal bir İslam toplumunun gelişip ilerleyeceği bir parametre sunar. Söz konusu çatı, şu kavramlardan oluşur: Tevhid, hilafet, ibadet, ilm, helal, haram, adl (adalet), zulm, istislah (kamu yararı) ve ziyan. Bu kavramlar sistemi değerlere çevrildiğinde genel olarak bilimsel araştırmanın yapısını kapsamına alır. Olgu ve değerleri bütünleştirir ve toplumsal sorumluluğu dayalı bir bilgi sistemini kurumsallaştırır. Fakat bu değerler gerçekten ne anlama gelmektedir ve bilimsel ve teknolojik etkinliği nasıl biçimlendirirler? Tevhid kavramı, genellikle Allahın birliği şeklinde tercüme edilir. Bu birlik, insanlığın birliği, insan ve tabiatın birliği ile bilgi ve değerlerin birliği iddiasında bulunduracak her şeyi kucaklayan bir değer halini alır. Tevhidden hilafet kavramı doğar: insan Allahtan bağımsız değildir, tersine, kendi bilimsel ve teknolojik faaliyetlerinden Allaha karşı sorumlu olup hesap vermek durumundadır. Halifelik insanın hiçbir şeye özel hakkı olmadığını ve onun, dünya yolculuğunda ikamet ettiği yerin korunmasından ve idamesinden sorumlu olduğu tabiatı fethetmeye ve tahakkümü altına almaya gözünü dikmiş tek başına (Robinsonvari) bilim ve bilim adamı kavramlarının bu çatı içinde yeri yoktur. Şimdi eğer insan bilgiyi, tabiata dilediği gibi hükmetmek ve sömürmek için aramıyorsa, sadece edilgin bir gözlemci konumuna mı indirgenmiş demektir? Tam tersine, ibadet bir farzdır, zira o bir tevhid ve hilafet bilincine götürür; bilimsel faaliyet ve İslamın değerler sistemi için bütünleyici bir faktör olarak hizmet eden gerçek ibadet de budur. İbadet ya da Allahın birliğinin temaşası, bilgiyi aramanın en önemli yoludur. Fakat her bilgi arayışı ibadet midir? Bilgi ya da Islami bir çatı içinde edinilmeye çalışıldığında ilm kavramı, hakkında en çok yazılıp çizilen ve tartışılan kavramlardan biridir.5 İlmin 1200den fazla tanımı yapılmış olup Kindi (öl. 873), Farabi (öl. 950) ve Biruniden (öl. 1048) tutun da İbn Halduna (öl. 1406) kadar hemen bütün klasik Müslüman yazarlar kapsamlı bilgi tasnifleri yapmışlardır, ilm genel olarak iki kategoriye ayrılır; etik ve ahlaki (moral) çatıyı oluşturan vahyedilmiş bilgi ve farz olan bilgiyi arama, yani edinilmiş (kesbi) bilgi. Kesbi bilgi iki alt kategoriye daha ayrılır: Bireylerin yaşaması için vazgeçilmez olan etik ve ahlak (moral) gibi farzı ayn bilgi ile ümmetin tamamının yaşaması için zorunlu olan farzı kifaye bilgi. Bireyin ya da cemaatin faydası uğruna bilgi aranması ibadettir. Bilim için bilim anlayışı ise reddedilmiştir. Bilimin toplumsal sorumluluğunu ve faydacı olmayan karakterini belirleyen şey nedir? İşte burada helal ve haram kavramları devreye girer. Daha yakından bakıldığında haram, bir birey olarak insan için onun yakın ve uzak, genel çevresini tahrip eden herşeyi içine alır. Tahrip eden kelimesinin fiziki, zihni ve manevi anlamlarda anlaşılması gerekir. Öte yandan, bir birey için toplumu ve çevresi için yararlı olan herşey helaldir. Böylece helal çok cepheli fayda hasıl eden bir eylemdir. Ne var ki, birey için fayda getirebilecek bir eylem, toplum ya da çevre veya her ikisi üzerinde zararlı etkiler doğurabilir. Bu, helalin niçin adaletin bölüştürülmesi temelinde işlediğini açıklar. Haram zulmü doğurur. Islami değerler çatısı içinde zulm üç kategoride ele alınır: İnsan ve Allah arasında, insan ve insan arasında ve insan ve tabiat arasında. Bu yüzden adaleti (adl) artırmak amacındaki bilimsel ve teknolojik faaliyet helaldir; oysa yabancılaşmayı ve insanlıktan çıkmayı ve servetin üç beş elde toplanmasını, işsizlik ve çevrenin tahribini artıran bilim ve teknoloji zalimdir ve bu nedenle haramdır. Zalim bilim ve teknolojinin başlıca özelliği, insani, çevresel ve manevi kaynakları tahrip etmesi ve zarar (ziyan) vermesidir. Böyle bir bilim, bu yüzden ziyan olarak kategorileştirilir. Adaleti (adl) amaçlayan bilimsel ve teknolojik faaliyet bölüşümcü teknolojiler ve halk için bilimmeşruiyetini İslam hukukunun başlıca ilave kaynağı olan istislah (kamu yararı) kavramından alır. Bütün bunlardan İslam biliminin basit bir çağdaş modeli çıkmaktadır: islam biliminin paradigmaları tevhid, hilafet ve ibadet kavramlarıdır. Bu paradigmalar içinde İslam bilimi, adaleti ve istislahı destekleyecek ilm vasıtasıyla çalışır. Buna göre Müslüman bilim adamlarının sorumlulukları hem toplumsal, hem de manevidir. Bu çatı dahilinde geliştirilen bir tabiat bilimi, Allahı bilmeyi amaçlayacak, bilgi üretiminde araçlar ve amaçları uyumlu kılacak ve hem elde edilmesi, hem de uygulanmasında bilginin toplumla ilişkisini vurgulayacaktır. Bilimsel bilginin iyi yolda kullanılabileceğini görmek kolaydır. Lakin pek çok yazarın belirttiği gibi, kültürel ve değerle ilgili düşünceler olmaksızın yapılan salt bilgi peşinde koşmanın kötü olduğu da bir gerçektir. Bu kötülük tıpkı Midasın kulakları gibidir; her zaman yanındadır, fakat daima bir başlıkla gizlenmiş durumdadır. Midasa kötü sesinden dolayı Apollo tarafından eşek kulakları verilmişti. Midas başını bir başlıkla örtmüş, başlık kralın ayıbını saklayacak biçimde örülmüştü. Ne var ki, Midasın berberi yalnız kendisinin bildiği sırrı uzun süre saklayamadı ve toprağa Kral Midasın eşek kulakları var diye fısıldadı; bunun üzerine o civarda boy atan kamışlar onun sözlerini yankılayıp durdular. III Bilgi Islamileştirilebilir mi? 9 Bilginin Islamileştirilmesinin AnlaMI r MÜNEVVER AHMED ENİS ? •• ?: Yakınlarda Batılı bilginin Islamileştirilip islamileştirilemeyeceği tartışılmaya başlanmıştır. Bazı Müslüman bilginler düşüncelerinin önemli bir bölümünü bu konuya adamışlardır.1 Bilginin Islamileştirilmesi ilk bakışta kötü bir tekliftir. Biz modern Batının sahip olduğu bilginin, ister tabiat, isterse toplum bilimlerinde olsun, kendi ırkmerkezli dünya görüşünü yansıtan Batı kültürünün ürünü olduğunu öne sürüyoruz. Bu bilgi, içinde oluştuğu düşünce ve kültürün gerek bireysel, gerekse kurumsal tüm tarafgirlik ve önyargılarını taşıyacak surette imal edilmiştir. Bu noktadan kalkarak epistemolojik ve metodolojik düzeylerde bu bilgi bünyesinin sayısız kusurlarla malul olduğunu gösterebiliriz. Sözkonusu kusurlar ne gözlem hatalarıdır, ne de gelip geçici hadiselerdir; gerçekte onlar Batılı bilginin yapısında varolan değerlerdeki yetersizliklerdir. Üstelik Batılı bilginin toplumla ilgili yanına bir göz atıldığında şu görülür ki, Batı biliminin toplumsal bağlamına ilişkin kimi temel sorunları doğuran Batının kendisinde, çok güçlü toplumsal protesto hareketleri mevcuttur. Bu nedenle bilginin Islamileştirilmesi, Batılı bazı epistemolojik ve kültürel değerlere yönelik temel bir ıslah edici (reformist) stratejiye başvurmaksızın yararsız bir egzersizden ibaret kalır. Bilginin Islamileştirilmesine yönelik bir hareket planının kavramsal çatısı, tabiat bilimlerini İslamileştirme ameliyesini dışında bırakarak yalnızca eğitim ve davranış bilimleri üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu, son derece tehlikeli bir yaklaşımdır. Bilginin Islamileştirilmesini savunanlar, tabiat bilimlerini, kesin (exact) bularak haklı görürler ve giderek bu bilimlerin tutarlılığını sorgulanmaz kabul ederler. İkinci yanlış yorum, davranış bilimlerinin ve eğitimin, Islamileştirmenin hedefindeki disiplinler olarak düşünülmesidir. Bu çok basit bir şekilde davranış bilimleri ve eğitime ilişkin modern birikimin, Batı biliminin egemen paradigmasından etkilenmemiş olduğuna inanmaktır. Psikolojiparapsikoloji örneği, bize bu yumuşakçekirdekli (sojtcore) disiplinlerin bilim olarak kabulünün, onların resmi metodolojiyi benimsemeleri halinde mümkün olduğuna dair belgeler sunmaktadır. Bu bakımdan sözkonusu disiplinler, kesin bilimlerin tarafgir dünya görüşüne bir istisna teşkil etmez. Islamileştirmenin ilk aşaması olarak önerilen çalışma planı, Islami mirasın üstünlüğünü, ardından geldiği modern disiplinlerin üstünlüğüne çağırmaktadır. Her iki düzeydeki üstünlüğün, modern disiplinlerin toplumla bağını kurmasına yardım edeceği ve modern bilgiyle İslam mirasının sentezine yeni yollar açacağı varsayılmıştır. Hiçbir şey bu basitçi üçlemeden (simplistic triology) daha aldatıcı olamazdı. Bu, sözkonusu çalışma planının, modern disiplinlerin kuşku götürmez bağlamsal ve epijenetik (sözde genetik) ilişkisini kabul ettiğini göstermektedir. Dahası, bu yaklaşım, sözde İslam mirasının oluşumunun esasen disipliner yaklaşımlara indirgenmesi mümkün olmayan tümüyle farklı bir epistemolojik ve kültürel ortamda meydana geldiği olgusunu unutmuş görünür. Önerilen lslamileştirme planında ne Batı epistemolojisinin eleştirel bir değerlendirmesi, ne de onun çağdaş toplumsal eleştirileri lehine bir şey vardır. Bundan öte, önerilen sentez için kullanılabilecek belirgin bir Islami bilgi teorisini ortaya koymayı başaramaz. lslamileştirme, islam kültürü ile olan bağıntısı nedeniyle tartışılmaz kabul edilmiş bir Batılı bakış açısından ele alınmamalıdır. Batı bilimi, bu elitist gruba disipliner üyelik için başvurulduğunda uzlaşmaz bir tavır almaktadır, lslamileştirme giysisi altındaki taklitçi resmi metodoloji, ancak farkında olmadan Islami bilginin Batılılaştırümasına hizmet edebilir. islam bilimini bilimsel makroparadigmanın alttürlerinden biri olarak görmek, olsa olsa bir kaçıklık eseri olabilir. Zira islam bilimi ve onun mutlak makroparadigması, böyle denilebilirse, islamdır. Şu halde islam bilimi islam dünya görüşünün bir altdalıdır. Sözde bilginin Islamileştirilmesine karşı öne sürülebilecek başka bir kanıt da şudur: İslam bilimi, İslam dünya görüşünün sınırları dışında varolamaz. Bu yüzden, islamın evrensel normlarından farklı sosyalkültürel yapılar üzerine inşa edilen bilgi, epistemolojik açıdan islam bilimine ve onun Islamileştirilmesine yabancı olup hangi açıdan düşünülürse düşünülsün anlamsız bir çabadır. 10 Bilginin islamileştirilmesi mi islamın Batılılaştırılması mı?* ZIYAÜDDİN SERDAR Epistemoloji ya da bilgi teorisi, bir dünya görüşünün özüdür, İslami tatbikatta bu, kendi görüşünde neyin mümkün, neyin imkansız olduğunu belirleyen, neyin bilinebileceğini ve de bilinmesinin gerekli olduğunu ve neyin bilinebileceğini fakat bundan kaçınmanın daha iyi olduğunu ve tabii ki, neyin de bilinmesinin hiçbir zaman mümkün olmadığını belirleyen bir parametredir. Epistemoloji, bilgiyi tanımlamayı, onun temel farklılıklarını göstermeyi, kaynaklarını ve sınırlarını belirtmeyi amaçlar. Neyi bilebiliriz ve nasıl bilebiliriz?, epistemolojinin başlıca sorularıdır. Bunlar salt felsefi sorular olmayıp somut gerçekliğe dayanırlar. Bu sorulara verilecek cevap, insan faaliyetlerinin bütün yönlerini içerir ve kurduğumuz toplum yapısı da verilecek bu cevabın doğrudan bir sonucu olur. Gerçekten de, Kurandaki iim kavramı (ki genellikle bilgi olarak çevrilir) aslen islam medeniyetinin ana çehresini çizmiş ve o medeniyete rehberlik etmişti. O zaman (şimdi de böyle olmalı) ilm, İslami düşünce ve bilgilenmenin üslubunu biçimlendirmiş, hakikatin Müslümanlarca en iyi bir şekilde nasıl algılanabileceği ni ve mükemmel bir toplumun nasıl oluşturulup geliştirileceğini tanımlamıştır, İlm, İslama dinamik ve diri bir biçim vermek suretiyle Müslüman toplumun çevresiyle bütünleşmesini sağlayan bir tutkal vazifesi görmüştür. İlk dönem alim ve aydınları ilmi islam medeniyetinin esasını teşkil eden bir kavram olarak telakki ve itiraf ederlerken (ki bu herşeyi kuşatan bir değerdi), nedense günümüzün hem gelenekçi, hem de modernist uleması, bilgi teorisinin bir toplumu oluşturmakta oynadığı anahtar rolden bihaber gözükmektedirler. Çağdaş Müslümanların çalışmalarında epistemolojinin ihmali ve buna bağlı olarak da ilm kavramının ve değerinin hakiki anlamının anlaşılmaması, büyük ölçüde evrensel rol oynayan hakim bir bilme yönteminin sonucudur. Batı uygarlığının bilgi teorisi, günümüzde öteki alternatif bilme yollarını dışlayarak hakim düşünme ve araştırma tarzı haline gelmiştir. Böylece tüm Müslüman , topluluklar (aslmdaysa bütün bir yeryüzü), Batılı insanın tasavvuru çerçevesinde biçimlenmektedir. Bu epistemolojik emperyalizmin 300 yılı aşkın bir geçmişi vardır. Temeli, Avrupanın sömürgecilik maceralarının başlangıcında ve bilimsel rasyonalizmin, doğayı anlamak ve kontrol etmek için tek geçerli metod olarak ortaya çıkmasıyla atılmıştır. Bu, endüstri toplumlarındaki bireyin kendi dünyası hakkında akıl yorup onu bilmeyi, anlamayı ve denetim altına almayı araştıracağı yöntemi karakterize eden modern bilimin epistemolojisidir. Bu bilgi teorisi, sübjektifobjektif, gözlemcidış dünya ve yalnızca akıl ve gözlem ile bilinebilecek harici bir gerçeklik ile duyguların sübjektif halleri arasındaki ayrılığı önemle ileri sürmektedir. Olgular ve değerler, objektif gerçeklik ve sübjektif duyular arasındaki bu çatışma (dichotomy) modern bilimin en temel özelliklerindendir ve bu, bilgi ve hikmetin yerleşmiş olduğu birçok toplumdaki geçerli bilme tarzından tamamıyla ayrı bir bilme tarzıdır. Batı epistemolojisince üretilen hakim araştırma metodu, indirgemeciliktir. Hakikatin gerçek doğası, görüntülerin altında yatan güç ve yapıları öğrenebilmek için yüzeyi derince eşelenerek ortaya çıkarılır, lndirgemeciliğin ve modern bilimin bilgi teorisi138 nin başarısı, onun pratik değerinde yatar. Bu da, ayrı bir gerçeklik münasebetiyle ancak kontrol edilebilen ve insanoğluna müthiş bir kar sağlayan bilgiyi doğurmuştur. Öte yandan, modern bilimin epistemolojisi hayli acı ürünler de sunmuştur insanoğluna. Bilginin kazanılması yolunda tüm değerleri inkardaki ısrarı, talep edilen nesnenin (insan ve insan dışı) istismar edilebilen, çarpıtılabilen, bölünebilen ve hatta bilim adına kötüye kullanılabilen hareketsiz ve donuk bir fenomen olarak görülmesi yüzündendir. Sürekli kontrol ve hakimiyet peşinde olması, insanın içinde yaşadığı biricik mekanı tahrip tehdidinde bulunan ciddi ekolojik krizlere yol açtı. Metodolojisi ise bilimi, sorunçözümünün bitmez tükenmez devirdaimine ve bir özneyi analiz etmek için dondurma ya da sabitleştirme işlemine indirgeyip kilitlemiştir. Mübalağalı bir örnek belki ama, örneğin biyolojik indirgemede Frommun nekrofili (ölüye karşı şehvet duyma) dediği şey, dondursun ve sevsin diye öldürme tutkusudur bu. Kaçınılmaz psikolojik iç baskılar ve tahakküm ile irtibatlı olan bu bilim, tesadüfen ortaya çıkmış olmayıp bilakis doğrudan doğruya akılcı bilgi teorisinin ürünüdür. Tıpkı Nevvtonun, Darwinin, Freudun, B. E Skinnerin ve Edward Wilsonın aynı bilgi teorisinin ürünü oldukları gibi. Ve yine Sosyal Darwinizm, sosyobiyoloji ve birçok kereler yeryüzünü tahrip edebilecek güçteki nükleer silah stokları, hep bu aklı tek vasıta olarak gören bilgi teorisinin mantıki ürünleridir. Pozitif bilgi, kendisinden kaçıp paçayı kurtarmaya asla müsaade etmiyor. Emirleriyle insan iradesi ve özgürlüklerinin ezildiği gaddar hukuk da onun evlatlarından biridir. Öte taraftan, Batılı bilgi teorisinin hastalıklı eser ve sonuçları, bir takım filozoflar tarafından yaylım ateşine tutulmuştur. Bilhassa Hume, İnsanın Doğası Üzerine Araştırma adlı kitabında nesnelliğin hemen hemen bir tanrı durumuna çıkarılmasını eleştirerek dışımızda bir ben önerisinin ne derece doğru olduğunu sorgular. Hume, bilimsel nesnellik görüşünün bir dogması olan tekrarlamanın, eşyayı anlamamızda büyük rolü varsa da, bir iddia olarak hiçbir gücünün bulunmadığını ispatlamıştır. Aslında Hume, aklın ve kanıtların idrakimizde sadece küçük bir role sahip olduklarına, bilginin de tartışılmayacak hale gelmiş inançdan başka bir şey olmadığına inanıyordu. En nihayet Kuhn, tartışmayı daha da ileri götürerek nesnelliğin reddedildiği bir noktaya gelmiştir. Kuhnun bilim tarihinde icatların rolünü inceleyen çalışması, bilim adamlarının belirli inanç sistemleri ya da paradigmalar içinde çalıştıklarını ve nadiren bu kalıplardan dışarı çıktıklarını ileri sürer. Temelde bilim, bu paradigmalar içerisinde sorun çözme olayıdır. Tabiat, kendisi hakkında açıklama ya da tasvirde bulunmadığı gibi, faaliyetini matematiksel denklemlere göre de icra etmez. Onun referanslarına, halihazır kavramlar ve inançlara uygun bir anlam yükleneceğini ve bizim mevcut kavramlarımız ve inançlarımızda da hangi sınıra kadar o atıflara uygun bir düzenleme ve genişletme yapılacağını belirleyen gene bilim adamlarıdır. Başka bir ifadeyle bilimde teorik ile olgusal arasında kesin bir ayrılık yoktur, bu iki tip kavram da bizim icadımızdır. Bilim adamları arasında içerisinde faaliyet gösterdikleri paradigmanın normal bilimin temeli olduğu konusunda görüş birliği vardır. Modern epistemolojinin ürünlerinin hepsi (pedagoji ve eğitim, araştırma ve geliştirme ve yeni buluşlar dahil) bu normal bilimin içerisinde yer almaktadır. Bilim adamları paradigmalar konusunda hemfikir olmakla birlikte, mükemmel ve tam bir sonuç olamayacağı ve bilakis paradigmanın görünen tüm yetersizliklerine rağmen daha ileriki bir denemenin temelinin atılması konusunda anlaşmaktadırlar. Normal bilimde paradigmalar arıtılır, ihtimamla işlenir ve daha ileriki sorunçözümlerinin geliştirilmesi için kullanılır. Bulmaya kalkıştığı bir çözüm başarısız olduğunda veya icatları paradigmaya uygun düşmediği yerde, kabahati üstlenen hemen ya bilim adamının kendisi veya kullanılan aletlerdir ya da basitçe kötü kaderdir. Paradigmanın kendisini suçlamak ise normal bilim ile her türlü bağı kopartmak anlamına gelecektir. Her ne kadar bilim adamları her zaman kavram ve teorilerinin bir bakıma doğanın tümüne uygun düştüğünü savunmaktalarsa da, normal bilim içerisinde yaptıkları, sadece her seferinde fenomen BİLGİNİN ISLAMILEŞTIRİLMESİ Mİ İSLAMIN BAT1LILAŞTIRILMASI Mİ? leri kavramların altında düzenlemektir. Kavramlara anlamını veren normal bilimin eylemidir, yoksa eylemi belirleyen, kavramların doğasında bulunan anlam değildir. Öyleyse bilim adamı gerçekliği, daha önce hükmü peşinen verilmiş fikirlere uygun olarak oluşturmakla meşguldür. Öte yandan, normal bilim ile bağları kopartmak, bazı zamanlarda mümkündür. Bu, önceden kabullenilmiş çerçeve içerisine sokulmaya direnen ilginç sorular ve anormalliklerin ortaya çıkmasına bizzat paradigmanın kendisinin neden olduğu gün yüzüne çıktığında gerçekleşir. Ve sonuçta bazı bilim adamlarının doğrudan paradigmayı hesaba çekecekleri bir hal alacak olan bunalım, normal bilimin içerisinde gelişmeye başlar. Normal bilim denetiminde yapılan çalışmaların pek çoğunu kaldırıp çöp sepetine atmakla tehdit eden alternatif paradigmalar gelişmektir artık. Bu, devrimci bilimdir. Fakat devrimci bilim kısa ömürlüdür, çünkü en sonunda bir karşıt paradigmanın hakimiyeti ele geçirmesi ve normal bilim çarkının yeniden, bilinen sürecine başlaması kaçınılmazdır. Ne var ki, hakim konuma geçen yeni paradigma da saf bir nesnel temele oturmaz. Yeni paradigmanın seçimi kişisel etkiden, partizan değerlendirmelerden ve bilim adamlarının toplum görüşlerinden bağımsız olmamaktadır. Kuhn son tahlilde birey olarak bilim adamlarının rakip bilimler arasında bir seçim yapabilmelerini sağlayan mutlak bir bilimsel sınamanın olmadığına inanır. Yani Kuhnun epistemolojisine göre, objektif değerden arınmış, tarafsız bir bilim yoktur. Kuhnun görüşleri, Paul Feyerabend tarafından daha ileriye götürülerek, rakip paradigmaların seçiminin (aslında bir bilimsel teorinin diğerine tercihidir) salt estetik anlayış temeli üzerinde yapıldığı ileri sürülür. Yani bireyin hangi teoriyi desteklediği ve hangi paradigma için döğüştüğü, basitçe o bireyin zevkine bağlıdır. Batı epistemolojisine bilim camiası içerisinden (özellikle Whitehead, Kuhn, Polanyi, Feyerabend, Mitroff ve Ravetz) saldırılar gelmesi, alternatif bilgi teorileri ve Batılı olmayan düşünce sistemleri üzerinde düşünmeye başlanmasına neden olmuştur. Bilim camiasının dışından yöneltilen eleştiriler ise (başlıca Roszak, Nasr, Illich, Davenport ve de Chardin) tutarlı ve ciddi alternatiflerin varolduklarını düşündürmektedir. Genele bakacak olursak, Batının epistemolojik emperyalizmine karşı Müslümanların tepkisi çok yavaş ve cılızdır. Klasik dönemde islamdaki güçlü epistemolojik eleştiri geleneğine (aşağı yukarı dönemin tüm meşhur uleması bir bilgi tasnifi geliştirmiş ve ilmin değer ve kavramlarını incelemişti) bakarsak bu uyuşuk tepkinin bir hayli garip olduğu görülür. 1960lar ve 1970lerin başlarında Seyyid Hüseyn Nasr, Batı uygarlığında epistemolojik kriz üzerine yazdığı Encounter of Man and Nature (London, 1968) ve benzeri çalışmalarında, net bir tasavvufi perspektif sunan tek bilim adamıydı. Mamafih son on yıldır, Islami bir bilgi teorisinin ana unsurlarını yeniden ortaya koymak için yekvücut bir gayret sarfedildiği de göze çarpmaktadır. Bu çalışmalar, genellikle bilginin islamileştirilmesi konusu etrafında öbeklenmektedir. Konuya iki önemli bilim adamı, Seyyid Muhammed Nakib elAttas ve İsmail Raci elFaruki tarafından önemli katkılarda bulunulmuştur. Bilginin Batılı mahiyetinden kurtarılması (The Dewesternization of Knovtledge)1 adlı çalışmasında elAttas, Batılı bilgi teorisine ağır darbe vuran bir eleştiri getirmiştir. Herhangi bir ahlaki ve değer sınırı tanımayan Batı sistemi, bilginin herşeyi kuşatan şüpheciliğinin Islami epistemolojinin antitezi olduğunu söyler. Öte yandan Attas, aslında olağan şüpheciliğe itiraz etmemekte ve hatta şüpheye düşene kadar kimse tam iman etmiş sayılmaz diyen büyük Müslüman düşünür Gazali ile aynı düşünmektedir. Bu çeşit sağlıklı şüphecilik, akli gelişim için belki de lüzumludur. Ama Attas, toplumsal ve kültürel değerleri şüphecilik mabedinde kurban eden bir bilgi dokusuna karşı çıkmaktadır. Bilginin tarafsız olmadığını ve aslında, bilginin arkasında yatan bir öz ve içerik BİLGİNİN İSLAMİLEŞTİRİLMESİ Mİ İSLAMIN BATILILAŞTIRILMASI MI? ile yutturulduğunu belirtmemiz önemli bir husustur. Bir bütün olarak aldığımızda, günümüzde formüle edilip yapılanın hakiki bilgi olmayıp aksine, belirli bir uygarlığın dünya görüşü, zihinsel görünüm ve iç idrakinin penceresinden açıklama getirilen bir bilgi olduğunu görürüz. Şekillendirilip yayılan bilgi, bu uygarlığın ruhu ve karakteri zerk edilmiş bilgidir. Attas diğer çağdaş Müslüman Batı epistemolojisi eleştirileri ile beraber 17. yüzyıl Fransız felsefesi hareketini, Aydınlanmanın değer yargılarını modern bilim ve teknolojiye kaynaklık ettikleri için sorgulamaktadır. Her ne kadar bu hareketin ilk başlarında İslamın Batı bilimine önemli katkılarda bulunduğunu kabul etse de, daha sonra Batı uygarlığına kişilik ve karakterini kazandıran diğer unsurlarla kaynaşması için rasyonel bilimsel düşünceye Batının kültür potasına uygun yeni bir kalıp ve şekil verildiğini de belirtmektedir. Bu karışım, Batı bilgi sisteminin dünya görüş ve değerlerinde karakteristik bir ikilik (düalizm) doğurmuştur. Bu ikilik ki, çatışan düşünceler, değerler, kültürler, inançlar, felsefeler, dogmalar, öğretiler ve teolojilerden meydana geldiği için ve bunlarla beraber sürekli çatışmaya mahkûm edilmiş gerçekliğin ve hakikatin kuşatıcı ikiliğini aksettirdiği için hiçbir zaman uyumlu bir bütünlük haline gelemez. Bu ikilik Batı kültüründe daimi bir ruhi sıkıntı ve akabinde doymak bilmez bir arayış arzusu ve sonsuz bir keşifler yolculuğu doğurmuştur. Şüphe hep ortada olduğundan, yolcu aç gözlü, yolculuk da sonu olmayan cinstendir. Böylece ne arandıysa tam bulunamadı ve ne bulunduysa hiçbir zaman tam manasıyla hakiki gayesini vermedi. Değişme, gelişme ve ilerleme de Attasa göre şüphe ve ruhi baskıların sürüklediği bir yolculuğun ürünleridir. Özetlersek; Attasın görüşünün özü, Müslüman alimler ve bilim adamlarının Batılı bilgi sistemi2 içerisinde çalışmakla sadece ve sadece Batı kültürü ve uygarlığının değerlerine ve ruhi sıkıntılarına katkıda bulunmuş olacakları gerçeğidir. Bu çeşit bir ilim ve bilim karışımı, Müslüman toplumların ihtiyaçlarına cevap vermekten uzaktır ve esasen İslam dünyasında kendine toplumsal bir temel de bulamaz. Çağdaş bir Islami bilgi teorisinin ortaya çıkarılması yolunda sistematik bir plan sunan Faruki, tüm süreci bir kaç adım daha ileriye götürmüştür. Onun bilginin Islamileştirilmesi programı, uzun yıllar alan çalışmalarının ve bizzat kendisinin düzenlediği bir dizi uluslararası seminerin tartışma ve müzakereleri sonucunda oluşmuştur. Islamisation of Knowledge: General Principles and Workplan adlı kitabı adım adım bilginin Islamileştirilmesinin pratik sürecini sunmaktadır. Faruki ümmetin rahatsızlığı ancak epistemolojik bir aşıyla tedavi edilebilir, der. Ümmetin evvel emirde yapacağı iş, eğitim problemini halletmektir: Eğitim sistemi tamir edilip yanlışları düzeltilmeden ümmet için hakiki bir diriliş umudu olamaz. Aslında yapılması gerekli olan şey, sisteme yeni baştan şekil vermektir. Müslüman eğitiminin halihazırdaki ikiliği, yani bir Islami, bir de seküler (laik) alan ayrımı derhal ve ilanihaye yok edilmelidir, iki sistem birleştirilip bütün haline getirilmeli ve ortaya çıkacak olan yeni sisteme İslamın pratiği yedirilmelidir. Buna ilaveten zorunlu islam medeniyeti derslerinin uygulamaya konulması ile Müslüman gençliğe Islami görüş zerkedilmelidir. Daha önce birçok Müslüman alim buna benzer fikirler ileri sürmüş, hatta bazısı Farukiden daha radikal çözümler de önermişlerdi. Fakat islam eğitim sisteminin tamiri girişiminin bir parçası olan modern bilimin Islamlaştırılması görüşüyle Farukinin katkısı daha belirgin hale gelmektedir: Üstelik bilginin lslamileştirilmesi (somut bir şekilde söylersek, disiplinleri İslamlaştırmak, daha doğrusu 20 kadar disiplini Islami görüşe uygun olarak yeniden sunan akademik kitaplar hazırlanması) işi, en zor olanıdır. Hiçbir Müslüman şu ana kadar bu işin önemini idrak edip bunu pratikte gerçekleştirmenin ölçütlerini ortaya koymak için kafa yormuş değildir. Önceki ıslahçıların aklı fikri Batının bilgisi ve gücünü elde etmekti ama Batı bilgisi ile Islami görüş arasındaki ilişkinin farkında bile değillerdi. Bunu ilk farkeden, o çelişkiyi bizzat kendi düşünce hayatında yaşayan bizim neslimizdir, İşte bize yüklenen bu manevi sıkıntı ve ihtilaflar ve halkı Müslüman olan ülkelerin okullarında her gün gözlerimizin önünde cereyan eden Islami ruhun iğfali olayları birden bizi sarsarak aceleyle uyuduğumuz uykudan uyandırmıştır. O halde Farukinin başarmak istediği şey, sadece insanlığın tüm bilgi mirasının Islami perspektiften yeniden bir dökümünün yapılması ve bu çalışmanın yöntem ve programını sunmaktan başka bir şey değildir. Fakat maalesef Farukinin metodolojisinin çok sığ ve zayıf kaldığını itiraf etmeliyiz. Sadece yönteminin birinci ilkesini açıklamayı yeğlemektedir ki, bunlar da zaten imanın şartlarıdır. Sadece İslamın Allahın birliği (Tevhid) ilkesini ileri sürdüğünü söylemekle Onun yaratıkları olan insanlık, Müslüman alimin karşılaştığı metodolojik problemlerin üzerine nasıl bir parça daha yeni ışık saçabilir? Epistemolojinin dikenli tarlasında herhangi bir yol gösterici ortaya koyacak şekilde gelişmemiş olması, Farukinin birinci ilkesinin ilginç bir yönüdür. Bu biraz da Gerçeğin birliği ve bilginin birliği konusuyla ilgilidir. Eğer Gerçek ile bilgi, Faruki ve diğerlerinin dediği gibi aslında bir ve aynı şeylerse, o zaman başımız dertte demektir. Birçok ünlü bilim adamının da tasdik ettiği gibi, yakın gelecekte yanlış oldukları tek tek kolayca ispatlanabilecek yüzlerce bilgi vardır. Eğer bilgi gerçek ise o zaman bilginin elde edilmesi, hakikatin bulunması uğraşıdır. Yani şimdi bir kimse yeni yeni işkence teknikleri araştırmaları, antraks* yapımı metodları ve daha fazla insanı toptan katledebilmek için gelişmişO) silah araştırmaları yaparken, bunların hepsi de bir bilgi olduğundan ve hem de faydalı bilgi (kimilerine göre) olduğundan, hakikati mi aramak demektir? Sonra Hakikat tekil birimlerde ortaya çıkmaz: Bir dalga ve tanecik olarak bir ışık fotonunun işleyişinde hakikat nedir? İki soru da Farukinin Hakikat ile eş tuttuğu gerçekliklerin tezahürleridir. Faruki, eğer Allah elHakk ise, eğer Allah gerçekten Allah ise ki islamın görüşü budur o halde hakikat birden fazla Antraks: Bir çeşit hayvan hastalığı, şarbon. (Editör) olamaz demektedir. Bunun pek de doğru olduğu söylenemez. Eğer Allah, Mutlak Hakikat ise o zaman bundan yalnızca bir MutlakHakikat olduğu sonucu ortaya çıkar, hiç de gerçek birden fazla olamaz sonucu çıkmaz. Gerçekten de baştan başa bütün bir modern fizik düşüncesi, pek çoğunun mantıki tutarlılığı olmayan bazı hakikatlerle(!) (izafiyet ve kuantum mekaniği örneklerinde olduğu gibi) dolu değil midir? Farukinin bilginin Islamileştirilmesi için hazırladığı çalışma planının 5 hedefi vardır: 1. Çağın disiplinlerini iyice öğrenmek ve onlara hakim olmak; 2. Islami birikimi iyice öğrenmek ve ona hakim olmak; 3. Çağdaş bilginin her alanıyla İslamın özel ilgisini kurmak; 4. Geçmiş bilgi ile çağdaş bilgi arasında yaratıcı sentez yolları aramak; 5. Islami düşünceyi, Allahın ilahi düzenini ifa edecek yörüngeye oturtmak. Bu hedefler en sonunda bilginin Islamlaştırılmasını gerçekleştirecek 12 sistematik süreç ile yerine getirilecektir. 1. Merhale: Çağdaş disiplinleri kavramak. Faruki bunun için modern disiplinlerin sınıflara, unsurlara, yöntemlere, problemlere ve konulara ayrılıp analiz edilmesini önermekte ve bu analizin, bir klasik ders kitabının içindekiler tablosunu aksettirmesi gerektiğini söylemektedir. 2. Merhale: Disiplinin taranması. Disiplinler kısımlara ayrıldıktan sonra her disiplin üzerine çok seviyeli incelemeler yazılmalıdır. Bu, Müslüman bilim adamlarının her bir disiplini iyice kavramalarını sağlaması açısından büyük önem taşımaktadır. 3. Merhale: Islami birikimi iyice öğrenmek, ona vakıf olmak (antoloji). Islami birikime de aynı şekilde vukufiyet kesbedilmelidir. Yalnız burada her disiplinle ilişkili olarak Islami ilim mirasının antolojisine ihtiyaç vardır. 4. Merhale: Islami birikimi iyice öğrenmek (tahlil). Antolojiler hazırlandıktan sonra islami birikim güncel problemler açısından tahlil edilmelidir. 5. Merhale: Disiplinlerle islamın özel ilgisini kurmak. Faruki. bu bilginin şu üç sorunun cevaplanması ile kurulacağını söyle Kuranı Kerimden başlayarak modernistlere kadar ilmi birikimimiz söz konusu disiplince düşünülen tüm konulara hangi katkılarda bulunmaktadır? İkincisi, o disiplinin şimdiye kadar başardıkları ile karşılaştırır veya ölçersek Islami birikimin katkıları burada ne durumdadır? Birikim nerede istenileni vermekte, nerede yetersiz kalmakta ve nerede disiplinin sahasını ve görüşünü aşmaktadır? Üçüncüsü, Islami birikimin doyurucu olamadığı ya da hiçbir şey katamadığı konularda, ihtilafı ortadan kaldırmak, sorunu yeniden biçimlendirmek ve görüş alanını daha bir genişletmek için Müslümanların çabası ne yönde olmalıdır? 6. Merhale: Modern disiplinin eleştirel değerlendirmesi. Islamın ilişkisini tek tek disiplinle irtibatlandırdıktan sonra disiplin, Islami görüş açısından eleştirel bir tahlile tabi tutulmalıdır. 7. Merhale: Islami birikimin eleştirel değerlendirmesi. Aynı şekilde insan faaliyetinin her sahasındaki Islami birikimin verileri tahlil edilmeli, konu ile çağdaş ilgisi bulunup ortaya çıkarılmalıdır. 8. Merhale: Ümmetin ana sorunlarına göz atmak. Müslüman halkın politik, toplumsal, ekonomik, fikri, kültürel, ahlaki ve manevi problemleri ve nedenleri üzerinde sistemli bir araştırma yapılmalıdır. 9. Merhale: Tüm insanlığın sorunlarına göz atmak. Benzer bir çalışma, bu defa insanlığın tümünü kapsamaktadır. 10. Merhale: Yaratıcı sentez ve analizler: Bu adımda Müslüman alimler Islami birikim ile modern disiplinlerin sentezini yapmaya ve yüzyıllar süren geri kalmışlığın açığını kapamaya hazır olmalıdırlar(!) Sonra da Islami ilim çağdaş başarılar ile devamlılık kazanmalı ve ilmi modern bilimin düşünebildiği ufkun çok daha ötelerine götürmelidir. 11. Merhale: Disiplinleri Islami çatı altında yeniden şekillendirmek. Önce islam mirası ile modern disiplinler arasındaki eşitlik ve uygunluk sağlandıktan sonra üniversite kitapları, modern disiplinler islamın kalıplarına dökülmek suretiyle yeniden kaleme alınmalıdır. 12. Merhale: Islamlaştırılmış bilginin(!) yayılması: İlk adımdan itibaren meydana getirilmeye çalışılan bu bilgi, tüm insanlığı uyandırmak, aydınlatmak ve durumlarını düzeltmek için kullanılmalıdır. Farukinin bilginin Islamileştirilmesi için ileri sürdüğü bu çalışma planı, oldukça destek görmüş ve ciddi olarak bu 12 adım programını gerçekleştirmek üzere Washingtonda Uluslararası İslam Düşüncesi Enstitüsünün kuruluşuna yol açmış, ayrıca Pakistanlslamabadda yeni kurulan İslam Üniversitesinden de büyük destek görmüştür. Bu tür hırslı ve canlı bir program düşüncesi ve uygulaması Faruki için şeref ve itibar sorunu haline gelmiştir. Bu yüzden de maalesef hazırladığı program, temelinden sakat ve biraz da toy bir düşüncedir. Şimdi programın göze çarpan belli başlı eksikliklerini beraberce gözden geçirmeye çalışalım: Faruki öncelikle Batı sosyal bilimlerinin, ekonomi, siyaset bilimi, sosyoloji, psikoloji ve antropolojinin Müslüman olmalarını istemektedir. Bu disiplinlerin Avrupamerkezli olduğunu ve Batı Avrupanın etnik ve ulusdevlet özelliklerini taşıdığını söylemekte haklıdır. Tüm dünya, Batı sosyal bilimlerinin anladığı insan gerçeğine göre yapılandırılabildiği halde, gene onlar tarafından genel olarak beslenmekte, korunup geliştirilmektedir. Bilim ve teknolojidir tüm hakim toplumsal, ekonomik ve politik yapıları besleyen. Çağdaş toplum, bilim ve Batının epistemolojik emperyalizminin baş araçları olan bilimsel ve teknolojik bilgi tarafından şekillendirilmektedir. Malum devekuşu hikayesi... Farukinin görmezden geldiği açık gerçek, bugün modern dünyayı yaratan şeyin Batı biliminin epistemolojisi olduğu ve bilginin Islamileştirilmesi gibi bir programın da eninde sonunda dayanacağı yerin gene o epistemoloji olduğudur. 20. yüzyılın büyük bir kısmı söz konusu olduğunda, bu dönemde hem tabiat, hem de toplum bilimlerinin epistemolojik esaslarını veren şey, nesnel bilgi anlayışıydı (ki Hume ve Kuhn bunu eleştirdiler). Fakat bugün sosyal bilimlerin tabiat bilimleri ile ortak bir tarafının bulunmadığı hilesinin yalan olduğu aşikardır. Sosyal bilimlerde değerler ve nesnellik tartışmalarında bir çeşit idealist gelenek açıkça hakimdir. Şimdi a priori olarak şunlar kabul edilmektedir: 1. Algılama; düşünce olarak yansız olmasından ziyade hem dilbilimsel kategoriler, hem de gözlemcinin zihni ilgileri ve tutumlarıyla oluşturulur; 2. Deneyi düzenleyen ve mukabilinde de tanınan kategoriler, gerçeklik ve gerçekliğin kuralları gibi tarihin farklı çağlarının ve değişik grupların ilgileri ve değerlerini yansıtır, 3. İnsan gerçeklikle, açıklanmamış veriler olarak değil, daha ziyade bir fikri şema (Kant), ideolojiler (Marx), dil oyunları (VVittgenstein) veya paradigmalar (Kuhn) tarafından kurulmuş bir şey olarak karşılaşmaktadır. Öyleyse farklı insanların algılama, kavram, ideoloji, dil ve paradigmaları tarafından biçimlenmiş disiplinlere İslamın ruhunun üflenmesiyle hangi gayeye hizmet edilmiş olunacaktır? Buna bilginin Islamileştirilmesi mi, yoksa Islamın Batılılaştırılması mı demek gerekir? Bir Batılı sosyal bilimcinin mesleki faaliyetleri, normal bilim olarak gördüğü alan içerisinde cereyan eder. Bu yüzden dışarıdan gelecek herhangi birisi, tıpkı onun gibi mevcut hakim paradigmaya uymak zorundadır. Yoksa çalışmalarının kendisi için herhangi bir önemi ve anlamı olmaz. Öyleyse kesinlikle bunlardan farklı paradigmalar içinde çalışması gereken Müslüman sosyal bilimcilerin kendi disiplinleri ile Batılı sosyal bilimcilerinkini sentez etmeleri nasıl mümkün olacaktır? Bu, kavramların, değerlerin, ideolojilerin, dillerin veya paradigmaların bir sentezi midir? Bu unsurlar belki birer kalkış noktası değildir ama tezlerin içlerinde hayat bulduğu parametrelerdir. Biz bir fikri ancak sahip olduğumuz dünya görüşünden kalkarak ileri sürebiliriz, ileri sürdüğümüz başka sebeplerin de bir dünya görüşündeki insan tarafından muhakkak kabul edilip anlaşılması gerekmez. Bize açıklayıcı gelen sebepler, belirli taahhütlerle geçerli olan sebeplerdir ve eğer biz karşıt bir paradigmayı, karşıt bir dünya görüşünü doğrularsak o zaman yapabileceğimiz şey, sadece kandırmaya başvurmaktan başka bir şey olmaz. Büyük çapta sorun, temelde disiplin anlayışında yatmaktadır. Disiplinler, Farukinin bize söylediğinin aksine, gökte imal edilmiş şeyler değildir. Ne doğanın, ne de insanın faaliyetleri sosyoloji, psikoloji ve siyasi bilimlerin damgası vurularak öyle su sızdırmaz bölmelere ayrılmamıştır. Disiplinler, belirli bir dünya görüşünün rahminde doğmuş olup her zaman hiyerarşik olarak o dünya görüşüne tabi kılınmışlardır. Disiplinlerin, kendi başlarına bağımsız bir varlıkları yoktur, belirli tarihi ve kültürel çevre içerisinde gelişir ve de yalnızca kökleri ve tekamüllerinin gömülü bulunduğu dünya görüşü içerisinde bir anlam taşırlar. Günümüzde karşılaştığımız gibi, bilginin farklı disiplinlere ayrılması, Batı merkezli dünya görüşünün gerçeği nasıl algıladığının ve Batı uygarlığının kendi problemlerini nasıl gördüğünün tipik bir tezahürüdür. Örneğin oryantalizm disiplinini ele alalım; bu disiplin Batı uygarlığının İslamı incelenecek, analiz edilecek ve kontrol altına alınacak bir sorun olarak algılaması sonucunda geliştirilmiştir. O halde, Batı epistemolojisinde var olduğu şekliyle bilginin disiplinlere bölünmesini kabul etmek, İslamın dünya görüşünü Batı uygarlığına tabi kılmak demektir. Şurası var ki, Farukinin yapmayı amaçladığı çalışmanın böyle haince bir şey olduğu söylenemez. Fakat bilginin Islamileştirilmesi programının hedeflerinden birisi olarak modern bilimin her sahasıyla İslamın özel ilgisini kurmak denilince, sanki Farukinin ters bir mantık ile hareket ettiği sanılmaktadır. Modern bilgiye uygun hale getirilecek olan, İslam değildir, aksine modern bilgidir islama uygun hale getirilmesi gereken; zira islam bütün zamanlara a priori olarak uygundur. Çağdaş Islami epistemolojinin bulunması, yerleşik disiplinler üzerinde yoğunlaşmakla değil, islam medeniyetinin temel zahiri ifade biçimleri bilim ve teknoloji, politika ve uluslararası ilişkiler, toplumsal yapılar ve ekonomik faaliyetler, kırsal ve kentsel gelişme içerisinde gelişmiş paradigmalar, çağdaş ihtiyaçlar ve gerçeklere nispetle incelenmesi ve geliştirilmesiyle olur. Temel olarak iki çeşit paradigmaya ihtiyaç duyuyoruz: Bunlar bilgi paradigmaları ve davranış paradigmalarıdır. Bilgi paradigmaları, belirli bir bilgi araştırmasına ait olan, islamın temel esasları, kavram ve değerleri üzerinde durur. Davranış paradigmaları ise hem ulemanın, hem de bilim adamlarının içerisinde serbestçe çalışabilecekleri ahlaki sınırları belirler. Elbette bu esaslar, kavramlar ve değerler Kuranda, Hz. Peygamberin hayatında ve islamın düşünce mirasında aranacaktır. Fakat bunlar, çağdaş gerçekliğin perspektifinden incelenmelidir. Tıpkı paradigmalar gibi, disiplinler de iki tipe ayrılır: Bilgi olarak disiplinler (matematik, gramer, sosyoloji, fizik gibi) ve düzenli bir şekilde kendi kendini kontrol edebilecek bir hale gelinceye kadar insan davranışını (kişi ya da grup) şekillendiren disiplinler. Örneğin ana babanın çocuk büyütmesi, tıpta ve bilimde karmaşık görevler için ortak çalışmaları eleştirmek ve yabancı dil eğitiminde kültürel yorgunluk süreci gibi. Eğer bilgi, tam olarak gelişmiş Islami paradigmalar içerisinde aranırsa, bu iki çeşit disiplinde İslam toplumunun ihtiyaçlarına uygun olarak ortaya çıkacaktır. Belirli ihtiyaçlar ve belirli sorunlar ulemanın ve bilim adamlarının dikkatlerini bilgi araştırmasının belirli sahaları üzerinde yoğunlaştıracak ve böylece hem islam dünya görüşüne tabi, hem de ümmetin maddi, kültürel ve ruhi ihtiyaçlarını karşılayabilecek disiplinler oluşacaktır. Bu yüzden, islam epistemolojisinin yeniden keşfi için paradigmalar temel şarttır. Esas olarak bu paradigmalar, Müslüman alim ve bilim adamlarının acil dikkatlerine ihtiyaç duyan bilgi sahalarını göstermeli, islam dünya görüşünün ana çehresini tebarüz ettirmeli ve parametreleri belirtmelidir. Klasik dünyada islam epistemolojisi, Müslüman alimleri bu çeşit paradigmalarla donatmıştı, islam epistemolojisi, deneyin ve gerçekliğin bütünlüğüne inanır ve sadece bir tek değil, doğayı araştırmanın birçok farklı yolları olduğunu öne sürer. İlm kavramı, salt gözlemden en yüksek metafiziğe kadar bilginin birçok çeşidini kapsar. Bu sebepten İlm, vahiyden olduğu gibi akıldan da, ilhamdan olduğu gibi gözlemden de, teorik varsayımlardan olduğu gibi sünnetten de elde edilebilir, islamda her ne kadar tabiatı ve gerçekliği incelemenin pek çok değişik yolları eşit şekilde geçerliyse de, bunların hepsi de Kuran vahyinin ebedi değerleri karşısında tali konumdadır. Haddizatında islam epistemolojisi, islam medeniyetinin temel taşları olan ebedi değerler çerçevesinde her çeşit bilginin elde edilebileceğini belirtir. Bilme yollarının farklı oluşları yanında, İslam epistemolojisi ayrıca bu yolların birbirine bağlı oluşuna da dikkat çeker. Bilginin her çeşidi, Kuranın her dem taze olan vahyi tarafından biriyle irtibatlı ve organik olarak ilişkili hale getirilir. Bu yüzden islam, bilgi talebini bireyler üzerine yalnızca farz kılmakla kalmamakta, üstelik onu İslamın ibadet kavramıyla da ilgili bir olay haline getirmektedir. Buna göre İlm, bir çeşit ibadettir. Haddizatında bilgi, Allaha kulluk etmek ve Onun rızasını kazanmak için talep edilmektedir. Ayrıca İlm yalnızca ibadet ile ilişkili olmakla kalmayıp hilafet, adi, istislah gibi diğer bazı Kurani değerlerin tek tek her biriyle de irtibatlıdır. İlm ile ibadet arasındaki ilgi nasıl Allahın emirlerine karşı açıkça günah sayılan bir bilginin talebini yasaklarsa, aynı şekilde ilm ile hilafet arasındaki ilişki de tabiatı bir kutsal vatan haline çevirir. Allahın halifesi ve emanetlerinin koruyucusu olarak insan, tabiatın zararına olacak bir bilgiyi elde edemez. Tersine tabiatın bekçisi olarak ona hakim olmaya değil, Allahın ondaki işaretleri üzerinde tefekkür ederek onu anlamaya çabalar. Bu yüzden tabiatın incelenmesi, maddi dünyanın anlaşılması yanında manevi gerçeklerin de yansıması gibi iki sonuca varır. Üçüncü olarak İlm ile adl ve istislah arasındaki karşılıklı ilişki, bilginin elde edilmesini, İslam toplumunu ve kültürünü mutlu kılacak eşitlik, toplumsal adalet ve değerlerin yükseltilmesini temin eder. Çeşitlilik ve birbirine bağlıoluş, islam epistemolojisinin eşsiz bir karakteridir. Bilgi öğreniminde yalnızca tek bir bilgi türü olmadığını ve gerçeğin yegane ölçütü haline getirilmeye çalışılan ve diğerlerini dışlayan tek bir bilme metodunun da olamayacağını söylerken bir orta yol çizer. Bu yüzden islam medeniyetinde, bilginin sistematik bir tasnifine yöneliş her zaman belirgindir. Bilginin farklı dallar altında tasnif edilmesi işi, klasik dönemde birçok Müslüman alimin en baş uğraşısıydı. Bu da, hem içerisinde uygun bir bilginin aranacağı çok kapsamlı bir paradigma, hem de Müslümanların fikri çalışmalarının tarihinde fazlasıyla üretken olduğunu ispatlamış olan ulemaya gerekli olan bir yöntem ortaya koymuştur. Üstelik Islami epistemolojinin tek bir değerler kalıbı içerisinde bilginin her çeşidine eşit konum verme konusundaki ısrarı, bazı bilgi dallarının diğerleri aleyhine gelişemeyeceği anlamına gelir. Ayrıca islam, medeniyetinin gelişmesi için mutlak gerekli olan astronomi ve tarım, tıp ve matematik, ilahiyat ve sınıflandırma bilgisi gibi bir takım disiplinlerin başı çekmelerini teşvik etmiştir. Klasik dönemin Müslüman alimleri bilginin her sahasında net bir şekilde belirlenmiş bilgi ve davranış paradigmaları içerisinde çalışmışlardı. Bu yüzden öteki uygarlıkların sahip oldukları bilimleri de gerektiğinde sentez edebilme dirayet ve feraseti içindeydiler. Bu bilimler Müslüman alimlerin geliştirdikleri paradigmalar içine girer girmez derhal yeni varlığa dönüşüyordu. Buraya kadar çağdaş Müslüman alimlerin ve bilim adamlarının bilginin Islamileştirilmesi konusunda nasıl bir yaklaşım içerisinde bulunmaları gerektiğini gösterdik sanırım. Batı uygarlığı, ahlakı epistemolojiden ayırmak suretiyle islamın öngördüğü insanın yeryüzünde halife oluşu, tabiatın kutsallığı, toplumsal adalet, kamu yararı ve Allahın rızasını kazanma gibi konulara hiçbir atıfta bulunmayan bir bilgi örgüsü meydana getirmiştir. Bu bilgi örgüsü ve ona bağlı disiplinler, belki Batı uygarlığının ihtiyaçlarını ve refahını sağlayabilir ama Islamileştirilemez. O halde Müslüman aydının önündeki ilk görev, islam epistemolojisini kullanarak tabiat ve toplum bilimleri için alternatif bilgi paradigmaları geliştirmek ve çağdaş Müslüman halkların ihtiyaçlarına cevap verecek uygun disiplinleri kavrayıp bir kalıba dökmektir. İşte bu farklı Islami paradigmalar ve birleşik bilgi yapısı geliştirildikten sonradır ki, Müslüman alimler Batı uygarlığında yaratılan bilgi ve belki uygun seviyede bir sentez gerçekleştirilmesi üzerinde düşünebilirler. Bu oldukça zor ise de imkansız değildir. Kendilerine mahsus yöntemleriyle hem elAttas, hem de Faruki bir nebze olsun Müslüman alimlerin bu egemen tehdide karşılık verebilmek için harekete geçtiklerini göstermektedir. islam ve Bilim* ? SEYYID NAKIB ELATTAS Modern bilim ve felsefedeki evrimci tabiat anlayışı, geçmişteki insanların başarılarına bir çeşit küçümsemeyle bakar. (Bu, sözde Müslüman modernistler arasında da yaygın bir özelliktir.) Modern bilim ve felsefede evrim kavramının doğmasına yol açan Darwinin biyolojik evrim teorisi, islama ve tasavvufa yabancı bir görüştür. İhvanı Safanın, Ibn Miskeveyhin, İbn Arabi ve Mevlana gibi sufilerin yazılarında, sonraları ise İbn Haldunun eseri Mukaddimede tekrarlanan bilimsel bir evrim teorisi modelinin Darwinci evrim teorisiyle çarpıcı bir benzerlik taşıdığı doğrudur. Fakat benzerlik yalnızca görünüştedir. Zira Müslüman düşünürler ve Sufiler, Darwinin modern bilim ve felsefede başlattığı evrimci tabiat anlayışına aykırı olarak insan nefsinin manevi evrimini kuşatan tabiatta derece derece bir yükseliş olduğunu söylemişlerdir. Bu konunun ayrıntılarına girmenin yeri burası olmamakla birlikte Muhammed Ikbalin düşüncesini üzerinde geliştirdiği fikirlere işaret edip onun İslamda Dini Düşüncenin Yeniden Kuruluşu adlı kitabını eleştirerek işe girişebiliriz. Modern felsefe, bilimin yorumcusu haline gelmiş olup tabiat ve toplum bilimlerinin sonuçlarını bir dünya görüşü çerçevesinde düzenlemektedir. Bu yorum, bilimin tabiatı incelerken alacağı yönü de belirlemektedir. Bu yorumun gösterdiği çizgiler boyunca bilimin yönü, bilimin genel sonuçlarına dair önermelerin yorumlanışından ibarettir. Eleştirel değerlendirmeye tabi tutulması gereken, tıpkı onların bugün dinimiz ve düşünce tarihimiz içerisinde karşılaştığımız en çetrefil sorunları bize soru olarak yönelttikleri tarzda modern bilimdir: Modern bilimin kavram, varsayım ve sembollerini; deneysel ve akli yönlerini; değerlerin ve ahlakın sınırlarını aşan boyutlarını; asli meseleleri yorumlayışını; bilgi teorisini; dış dünyanın varlığı, tabiatın tekbiçimliliği ile tabii süreçlerin rasyonelliğini; alem teorisini; bilimleri sınıflamasını; sınırlılıklarını olduğu kadar bir diğer bilimle karşılıklı ilişkilerini; nihayet toplumla ilişkilerini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Çağdaş bilim, en başından beri nesnelerin birbirinden bağımsız olarak meydana geldiğini onaylayan bir felsefeden doğmuş ve gelişmiştir. Bu felsefeye göre, varolan herşey, ezeli/ebedi madde içinde gizli olarak yatan bir ilerleme, bir gelişme ya da evrimdir. Bu bakış açısından dünya bağımsız, ebedi bir alemdir; kendi yasalarına göre gelişen, kendikendini idare eden bir sistemdir. Allahın varlık ve gerçekliğinin inkarı bu felsefenin amaçları arasındadır. Başlıca metodları, duyu algısı ya da deneyimine dayanan, salt akla güvenmeye eğilim duyan felsefi rasyonalizm ile bir yanda aklı kabul ederken daha çok duyu deneyimine dayanma eğilimi gösteren ve otorite ile sezgiyi bilgi kaynakları olarak reddeden seküler (laik) rasyonalizmdir. Her iki rasyonalizm şeklinin bakış açısına uygun olarak görülen gerçeklik anlayışı, gerçekliği, tek gerçeklik düzeyi olarak düşünülen tabiat alemiyle sınırlamaya dayanır. Bu tür sınırlamalar, pratik güçlerin ve bilgi melekeleriyle duygu yeteneklerinin fiziksel gerçeklik düzeyine indirgenmesinden kaynaklanır. Bu sistemde bilgi, ancak tabiat olaylarının düzeni ve onların ilişkileriyle ilgili olduğu oranda geçerlidir; ve araştırmanın amacı, aracılığıyla uzay ve zamandaki nesneler ve olayların tamamının anlam kazandığı tabiatta olup bitenleri tanımlayıp sistemleştirmektir. Tabiat alemi, kökeni ve gerçekliği salt tabii güçlere indirgenmek suretiyle manevi anlamından ya da sembolik yorumundan boşaltılmış, düpedüz naturalistik ve rasyonalist biçimde ele alınmıştır. Rasyonalizm gerek felsefi, gerekse seküler türden olsun, otorite ve sezginin meşru bilgi kaynakları ve metodları olduğunu reddetme eğilimindedir. O otoritenin ve sezginin varlığını inkar etmez; fakat onları akla ve deneye indirger. Şurası bir gerçektir ki, hem otorite, hem de sezgide daima tecrübe eden ve aklını kullanan birileri vardır; ne var ki, bu otorite ve sezginin akla ve tecrübeye indirgenmesi gerektiği gerekçesini doğurmaz. Eğer sınırlılıkları bilinen normal insanın bilinç düzeyinde akıl ve tecrübe düzeyleri bulunduğu teslim edilirse, insan deneyiminin bilincinin üstünde, içerisinde sınırları yalnız Allah tarafından bilinen aşkın tecrübe, zihni ve ruhi bilgi düzeylerinin yer aldığı normal aklın ve tecrübenin sınırları ötesinde hiçbir düzeyi olmadığını varsaymak için sebep kalmaz. Anlamı birdenbire kavrayan sezgiye gelince, çoğu rasyonalist ve laik düşünür ve psikolog, sezgiyi duyusal gözleme ve zihin tarafından üzerine kafa yorulan mantıki çıkarıma ya da bir idrak sıçrayışından birdenbire herşeyin aydınlandığı gizli duyusal ve coşkusal birikimlere indirgemiştir. Fakat bu onların zannından ibarettir; zira birden parlayan tamalgının (apprehension) duyu deneyiminden geldiğine dair hiçbir kanıt yoktur; dahası, onların, kalp gibi sezgisel bir melekeyi inkar etmeleri de ki sezgiye karşı mücadelelerinde zımnen bu fikir bulunur zanna dayalıdır. insan madem ki, kendi dışındaki nesneler ve olaylar dünyasını kavramakta ve idrak etmektedir, o halde tabiatın incelenmesi insanı da içine almalıdır. Ne var ki, insanın, insan zihninin ve benliğinin incelenmesi, insanı yalnızca daha ileri bir hayvan türü olarak gören, akıl ve tecrübenin fiziksel gerçeklik düzeyiyle sınırlandırılması düşüncesinin metodolojik genişlemesinden ibaret olan psikoloji, biyoloji ve antropoloji gibi yeni bilimlerin metodlarına hasredilmiştir. Nihayet şüphe, akılcı ve laik inancın hakikate yardımıyla ulaştığı epistemolojik bir metod olarak değerlendirilmiştir. Fakat bizi hakikate ulaştıracak olan şeyin ancak şüphe olduğuna ve şüpheden başka birşey olmadığına ilişkin hiçbir kanıt mevcut değildir. Hakikate ulaşma, gerçekte hidayetin sonucudur, şüphenin değil. Şüphe, iki seçenekten birisi ağır basmaksızın iki kutup arasındaki gidip gelmedir; bu, kalbin biri ya da diğerine yönelmeksizin iki zıt şeyin ortasında bir yerde kalakalması durumudur. Kalp eğer diğer şıkkı reddetmeyerek birincisine doğru yönelirse, bu zandır; eğer diğerini reddederse bu durumda o kesinlik (yakın) kazanmıştır. Kalbin öbür şıkkı reddetmesi, onun hakikat olup şüphe olmadığının, fakat hatalı ya da yanlış olabileceğinin olumlu olarak bilinmesinin bir işaretidir. Bu, hidayettir. Şüphe kesin olsun, geçici olsun, ya zanna ya da bir diğer kesinsizlik durumuna götürür de asla hakikate götürmez. Zan ise şüphesiz Hak karşısında hiçbir şey kazanamaz (Yunus, 36). Bilginin kaynakları ve metodları konusunda modern bilim ve felsefenin tutumunun tersine biz, akıl ve tecrübe düzeylerinin yanı sıra otorite ve sezgi düzeylerinin de bulunduğunu ileri sürüyoruz. Bilim adamlarının, genel olarak da bilimin otoritesinden ayrı olarak dünya görüşümüzdeki en yüce kaynaklar, Kuranı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in mukaddes şahsiyetini de içine alan Sünnettir. Onlar yalnızca hakikati beyan etmeleri anlamında değil, hakikati oluşturmaları anlamında da otoriteyi, basitçe söylersek, normal akıl ve tecrübe düzeyine indirgenemeyecek aşkın tecrübe, kalbi ve ruhi bilgi düzeyleri üzerine oturtulan otoriteyi temsil ederler. Sezgide ve insan bilincinin normal düzeyinde tabiat dünyasını yöneten yasalar ve prensipleri kesin olarak keşfetme anlarında büyük bilim adamlarının ulaştığı daha üst mertebeler, akıl yürütme ve deneysel yeteneklerinin gücünü öğrenme, disipline etme ve geliştirmeleriyle, aynı zamanda da akıl ve tecrübenin tutarlı bir anlam vermeyi başaramadığı özgül sorunların yer aldığı düzeylerdir. Anlama ulaşmak sezgiyle olur; zira sezgidir ki, akıl ve tecrübeyi tutarlı bir bütün içinde birleştirir ve onların birbirinden bağımsızmış gibi gördüğü şeylerin sentezini yapar. Sezgi bir insana, kendisini hazır kıldığı bir anda aklını ve tecrübesini sezgiyi almaya ve yorumlamaya hazırlayıp disipline ettiği bir sırada gelir. Fakat akli ve deneysel yöntemlerin yalnızca gerçekliğin yapısının belirli yönlerine (tamamına değil) başvurmaya götürdüğü sezgi düzeyleri, ancak peygamberler ve velilerin bütünüyle gerçekliğin özüne ilişkin dolaysız kavrayışı ele geçirebildiği insan bilincinin en yüksek sezgi düzeyleridir. Peygamber ve velinin onu almaya hazır ve onu yorumlayacak güce sahip olması da gerekir; onlara hazır olmak, yeteneklerinin ve muhakeme güçlerinin eğitimle disipline edilmesi ve geliştirilmesinden ibaret değildir; aynı zamanda iç benliklerinin ve hakikatgerçeklikin (truthreality) kavranmasıyla ilgili benlik melekelerinin de eğitilmesi, disipline edilmesi ve geliştirilmesi gerekir. islam bilim ve felsefesi (daha doğrusu, Felsefenin zıddı olarak hikmet), tasavvuf geleneğine uygun olarak formülleştirilmiş ve Kuran ve Hadisin salim akıl, tecrübe ve sezginin otoritesi üzerine oturtulmuş temel bir metafizik yapı içinde tutarlı ifadesini bulur. İslam metafiziği ile modern bilim ve felsefe arasındaki, onların bilginin kaynakları ve metodları ile epistemolojik süreçleriyle ilgili kendi bağımsız tutumlarında kökleşmiş ayrılıktan ötürü kendimizi bir bilimin önermeleri ve genel sonuçlarının, aynı zamanda da bir felsefenin yorumlarının zorlamalarına teslim edemeyiz; öyle ki, hem bu bilim, hem de felsefe, araştırmanın amacının nihai gerçekliğe ilişkin doğruyu bulmak olduğunu görerek gerçek bilginin kaynak ve metodları olarak belirlenmiş deneycilik ve akılcılık modellerine sırtlarını dayarlar. Nihai Hakikat, modern bilim ve felsefenin önermeleri, sonuçları ve yorumlarıyla aynı seviyede ele alınan güç, enerji, elan vital (hayat atılımı), UzayZaman, Hareket, Değişme ve Oluş gibi müphem bir şekilde tasavvur edilemez. Tabiatın bilim yoluyla incelenmesinin, salt zaman ve mekandaki nesneler ve olayların dünyası üzerinde çalışan deneycilik ve akılcılığın metodlarına indirgenmemesi gerekir. Bu metodlardan türetilmiş önermeler ve genel sonuçların yeniden formülleştirilmesi ve metodların ıslah edilmesi de gerekir; öyle ki, onlar nihai gerçekliği pozitif terimlerle gösteren birleşik bir sistem içinde bütünleştirebilsinler. islam metafiziği ki, felsefi tasavvufun diğer adıdır zaten akıl ve tecrübeyi insan bilincinin akılüstü ve deneyüstü düzeylerindeki yüksek yapılarla birleştirmiş olduğundan birleşik bir sisteme elverişlidir. Şu halde ihtiyacımız olan şey (Ikbalin yaptığı gibi), bir yeniden kurma (reconstruction) değil, İslam metafiziğinin önermelerini ve genel sonuçlarını çağımızın zihni perspektifi ve bilgi alanındaki gelişmeleriyle uygunluk içinde yeniden ifade etmektir; bu ise uygun olduğu ya da gerektiği yerde çeşitli bilimlerdeki gelişmelerin İslam metafiziğiyle bütünleşmiş hale gelecek şekilde yönünün yeniden çizilmesi anlamına gelir. 12 Müslüman ya da Şeri BİLİm ve Teknoloji Nedir?* VAKAR AHMED HÜSEYNİ , Giriş İslam bilim ve teknolojisiyle ilgili üç disiplin olan felsefe, tarih ve sosyoloji, ilkin islamı, islam perspektifi içindeki bilimi ve ardından Islami, şeri ya da Müslüman bilim ve teknolojinin tanımlanmasını gerektirir. Arapçanın etimoloji ve semantiği, Kuran ve islamı inceleyen çok önemli iki temel disiplindir. Etimoloji, yani kelimelerin asıl anlamlarını ve iştikaklarını araştıran bilim dalı, Allah tarafından indirildiği ve Hz. Muhammed (sav) ile Müslümanların ilk bozulmamış kuşağı tarafından anlaşıldığı şekliyle Kurani Arapça terimlerin orijinal anlamlarını olanca ayrıntısıyla vermektedir. Semantik, yani kelimelerin anlamlarında meydana gelen gelişmeleri inceleyen bilim dalı, bu klasik Arapça kelimelerin büyük çoğunluğunun bize nasıl bozularak ulaştığını göstermektedir. Onlara bu kelimelerin ödünç alındığı yabancı diller, disiplinler ve toplumlar bağlamında yeni anlamlar eklenmiştir. Fiil kökleri selime ve şeria olan iki anahtar kelime, burada İslam biliminin geçici bir tanımı için kullanılmıştır. İslam, Şeriat ve Müslüman kelimelerinin tanımı Biz burada bilim ve teknoloji bağlamında kullanılan bazı anahtar niteliğindeki kelimelerin genel anlamlarını çıkaracağız. Silm, kelime kökü selamet, selm itaat ve bir diğer türevi esleme teslim oldu ya da kendisini birinin ellerine bıraktı ya da o, fıtrat, sağlık veya barış durumuna girdi anlamlarına gelir. İslama Kuranda başka adlar yanında din, yani davranış ya da hareket yolu adı verilmiştir. Bu durumda harfi harfine İslam (islam), Allahın iradesine itaat ya da teslimiyet için hareket veya çalışma yolu olarak tanımlanabilir. Sonuç olarak İslam, Kadiri Mutlak olan Allahın indirip belirlediği şekliyle selamet (barış), sağlık ve fıtrat durumunu doğurur. Kuranda şöyle buyurulur: Allahın dininden başka bir din mi istiyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa ister istemez Ona teslim olmuştur. Ona döneceklerdir (Ali İmran, 83). Edilgin sıfat müslim (Müslüman), Allahın iradesine itaat eden ya da teslim olan ve bu yüzden fıtrat, sağlık ve selamet durumunda olan kişi demektir. Ve göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur; her şey Ona itaat eder (Rum, 26). Böylece bütün nesneler, güçler, olaylar ve canlı varlıklar (insanlar ve hayvanlar gibi) istese de, istemese de Müslümandır. Bütün varlıklar, Allahın kendilerini yarattığı tabiatlarının (fıtrat) yasalarına boyun eğerler. Yalnızca insandır ki, doğuştan getirdiği ahlaki, akli, biyolojik ya da doğal tabiatının Kafiri (yani inkarcısı, örtücüsü ve reddedeni) olabilir. Bitkiler, domuzlar ve solucanlar, nehirler ve çekim gücü, Allahın verdiği tabiatlarına itaatsizlik etme serbestisine sahip değildir. Gezegenler yörüngelerini değiştiremez. Domuz biyolojik açıdan görevini yerine getirir, psikolojik açıdansa çamur ve pislik içinde olmaktan son derece mutludur. Çürümüş pislik içinde (aşağı dereceden bir hayat içinde) doğup yaşayan solucanlar, temiz bir çevreye yerleştirilir yerleştirilmez ölmektedirler. Su, yerçekimine aykırı yönde, yukarı doğru akamaz. Yerçekimi pozitif, çekici merkezcil bir güç ortaya koyan, fakat Allah dilerse negatif merkezkaç bir güç haline gelecek 162 İSLAMİ, MÜSLÜMAN YA DA ŞERİ BILtM VE TEKNOLOJİ NEDİR? şekilde değişikliğe uğratılabilir ve ardından yeryüzü paramparça edilebilir! Herşey Kadiri Mutlak alim (olan Allah)ın takdiri (belirlemesi) iledir (Enam, 96; Yasin, 38; Fussilet, 12). Şerea görünür kıldı ve önceden yerleştirdi ya da kurdu demektir. İsim şekli şerun açık yol anlamına gelir. Diğer isim şekilleri şira ya da şeria, nehir ya da göl gibi insan ve hayvanların içmek için kullandıkları doğal su yatağı ve bir sulama kanalına giden yol anlamındadır. Böylece şeria (şeriat), yarattığı her varlığı doğal olarak rızıklandıran Allah tarafından görünür kılınmış, kurulmuş ve yerleştirilmiş yol olarak tanımlanabilir. Bu sözler bizi şeriatın yalnız İslam fıkhı ya da hukuku gibi dar biçimde tanımlanıp sınırlanmış bir disiplin anlamına gelmeyeceği kanısına götürür. Onun anlam ve alanı, toplum ve doğa bilimleri, insan bilimleri, teknoloji, sanatlar ve zanaatlarla ilgili her konualanını ya da disiplini kapsar. O Allahın iradesi ve yarattığı kainat kadar evrenseldir. Bilim ve teknolojinin İslam perspektifindeki anlamı Geçen bölümde, Allahın iradesine itaat eden ya da teslim olanlar (müslim, dolayısıyla İslam) üzerinde durduk ki, bunlar Allahın iradesiyle yerleştirilmiş ya da tecelli etmişlerdir (şerea, dolayısıyla şeria). Allahın iradesinin bir yönü, yeryüzü ve arz hakkında Kuranda geçen 450nin üzerinde, uzay ve gökler (sema, semavat) hakkında 300ün üzerinde, dünya hakkında 115, alemler hakkındaysa 73 ayetin varlığıdır. Ayet, aynı zamanda Allahın işareti, mesajı, mucizesi gibi anlamlara da gelir ki, bunlar kozmolojik olaylar, güçler ve yapılardır: 382 ayet, kelimenin iki anlamıyla, yani işaret ve Kuranın birimleriyle ilgilidir. Kuranda toplam 6.225 civarında ayet vardır. Bunlardan yalnızca 11i Hacla, 12si oruçla, 32si zekatla ve yaklaşık 80i namazla ilgilidir. Kuranda Su Kaynakları Bilimleri ve Mühendisliği ile ilgili 900ün üzerinde (ve çeşitli ekonomik konularda 1400ün üzerinde) ayetin bulunduğu tespit edilmiştir. Böylece Kuran, ezici bir biçimde evrendeki ayetleri bildiren ayetlerle doludur: Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allahın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasına emre amade duran bulutları döndürmesinde düşünen kimseler için deliller vardır. İnsanlar arasında Allahı bırakıp Ona koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allahı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allahı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. Zalimler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allahta bulunacağını ve Allahın azabının şiddetli olduğunu keşke bilselerdi! (Bakara, 164165). Bu durumda bilimler (tabiat ya da toplum bilimleri) ve teknoloji Allahın ayetleridir. Gemicilik ya da deniz ticareti gibi bir zanaat Allahın ayetlerindendir. Bitkibilimi (botanik) ve hayvanbilimi (zooloji), dünyalarına yağmur sağlayan bulutlar ve rüzgarlardan elde edilen sonuçlar, hidrometerolojik olaylar ve etkenler hep Allahın birer ayetidir. Allahın ayeti olarak bilimler ve teknoloji, materyalist, laik ve Batılı ya da Marksist ateist/agnostik perspektiflerle başlamadığı gibi bitmemiştir de; bu bilim ve teknolojiler Allahın desteğiyle ayakta dururlar ve bu destekle var veya yok olurlar. Yukarıdaki tasviri ayet şunları göstermektedir: 1) Aklın amaç ve işlevi kozmolojik ayetleri anlamaktır; 2) Akıl bu ayetler vasıtasıyla Allaha götürür ve bu ayetler (bilimler ve teknoloji) Allaha götürmek zorundadır; 3) Kozmolojik ayetler (bilim ve teknoloji) ve ideolojik ayetler (hakikatler ve Kuranın felsefi disiplinleriyle sosyal bilimlerin doğruları üzerine olan ayetler) kopmaz bir bütün teşkil eder (tevhid anlamına gelen birleştiricilik özellikleri sayesinde). İslami. Şeri ve Müslüman bilim ve teknoloji Genel olarak Kuranın otoritesi, özel olarak ise İslam ışığında İslam, şeriat, ayet gibi örnek terimlerin KuraniArapça anlamlarıyla ilgili olarak bazı sonuçlara varabiliriz: 1. İslam, müslim gibi terimler, a) hakiki anlamlara; b) tamamen doğru olandan tamamen yanlış olana dek uzanan kurumsallaşmış anlamlara sahiptir. Bir terimin gerçek Kurani anlamı ile sosyolojik ve kurumsallaşmış anlamı arasında ayrım yapılmalıdır. 2. Gerçek islami BT (Bilim ve Teknoloji), hakikat olarak kozmolojik ayetlerin doğru bilgisidir, bu yalnız Allah tarafından kesinkes bilinir. İslam BTnin beşeri bilgisi insan, toplumlar, zaman ve mekanın sınırlılıklarına tabidir. 3. İslam BTsi, Kuranöncesi ya da Kuransonrası dönemlerdeki herhangi bir kişi ya da topluluk tarafından keşfedilebilir. Hakikatin, yani İslam BTsinin standartlarını insanlar oluşturmaz; anlamı kesin olarak Allah tarafından bilinen bu ayetler, insanların bilgisini yargılayacak ölçütlerdir. Bugün güvenle şu söylenebilir ki, çağdaş gayrı müslimler, İslam BTsinin bilgisine biz Müslümanlardan daha fazla sahiptir; çünkü biz yüzyıllar önce doğal BTyi incelemeyi bir yana bıraktık; bu, BTnin sınırlı katıksız akli (ya da laik) bağlamında da böyledir. Bununla birlikte, BTde gayri müslimlerin fazlasıyla ilerlemiş olmalarından dolayı onlar bugün islamın ahlaki hakikatlerinin en büyük inkarcıları (Kafirleri) durumunda olup sahip oldukları BTnin islami ahlak ve değerlerle çok az bağlantısı bulunmaktadır. Bu açıdan gerçek islami BTye ölçülemeyecek kadar uzaktırlar; Müslümanlar bu anlamda akliahlaki birleşik islami BTye daha yakındır. 4. Sosyolojik anlamda Müslüman BTsi, Müslümanlarca biliniyordu ve bilinmektedir ya da uygulanmıştı ve uygulanmaktadır. Bu (durum) gerçek islam BTden tamamıyla gayrı islami BTye kadar değişebilir. 5. islam BT felsefesi, İslam metafiziği, ahlakı, hukuku, mantığı (yani KuraniArapça etimoloji ve semantik) vb.nin BTye, yeni kozmolojik ayetlere girmesi ve değerlendirilmesi demektir. 6. islami BT tarihi en az iki türlü olabilir, a) O tüm insanlığın BTdeki mirasının her nesil tarafından değerlendirilmesidir. Bunun amacı, daha önceki BT anlayışlarının kendi sınırlı kozmolojik (katıksız akılcı) ve bütünleşmiş (tevhid) anlamlarında ne kadar doğru olduklarını yargılamaktır. Böylece biyoloji ya da fizikteki hurafe ve kavramların yanlış olduğu kanıtlanır, yani isterse büyük Müslüman ya da gayri müslim adlarla ilişkili olsunlar Islami BT olarak nitelenemezler! b) O, Hz. Muhammedin (s.a.v.) gününden bu yana Müslümanların Islami BT adına düşündükleri her şeyin kayda geçirilmesidir. Bugün islam Bilimi konusunda giderek kabaran yayınlar gözle görülür hale gelmekte ve tartışmalar Batı bilimi ile İslama ilişkin görüşleri ve bakış açılarını yansıtmaktadır. Çoğunlukla Islami bakış açısına sahip olan bu yaklaşımlar, Batı bilimini islam çatısı içinde özümleme gayesi gütmektedir. Görüldüğü kadarıyla bu görüş uyarınca meydana getirilen yayınlar, Batı biliminin temelini oluşturacak bir bakışla Kuranı Kerim ve islam uygarlığı üzerinde durmayı amaçlamıştır. Bunlar islamın potansiyel olarak farklı türden bir din ve farklı biçimde düşünen bir kültür ve uygarlığa sahip olduğuna inanmakta ve bambaşka bir islam Bilimi perspektifi geliştirmeye çalışmaktadır. Genel olarak modern bilimin aslındaysa Batı biliminin islam ahlakıyla donatıldığı takdirde kelimenin gerçek anlamında Islami bir şekilde işleyeceğine inanılmaktadır. Dolayısıyla modern bilimin yarattığı sorunlarla baş edebilmek için bir İslam Bilim ve Teknoloji siyaseti geliştirilmelidir. Bu yüzden Müslümanlar, bilimsel girişimler için Kurani saikleri (güdüleri) anlayıp değerlendirecek şekilde eğitilmiştir. İslamın ahlak sisteminin eklenmesiyle modern bilimin İslam düşünce sistemiyle gerçekten karşılaştırılabilir hale geleceği sanılmaktadır. Ne var ki, bu yaklaşım, muhtemelen onu savunanların anlayamadığı Bilimin gerçek tabiatıyla uyuşmamaktadır. Onlar aslında bir düşünce sistemi olan bilimin kendisinin, bağımsız bir uygarlık, kültür ve toplum yaratacak potansiyele sahip olduğunu gözden kaçırmaktadırlar. Son yıllarda bilime dair bu gerçek giderek daha fazla vurgulanmış olup alternatif bilimin yapısı çeşitli gruplar tarafından ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Müslüman aydınlar arasında bilime Islami bir yaklaşım geliştirme ihtiyacı, son günlerde büyük bir enerji, gayret ve hayal gücüyle desteklenmektedir. Tarih ve uygarlık tarafından da desteklenen bu yaklaşım, şimdilerde yaygınlaşma eğiliminde. Şunu kaydetmek ilginç olacak: Bu aydınlar tarafından son yıllarda sunulan şey, gerçekte Islamı bütün bir hayat sistemi olarak ele almayıp bilimi göz önünde tutan bir yaklaşımı sergilemektedir. Gerçeği arama amacındaki klasik bilim anlayışı, İslam Biliminin en önde gelen çağdaş temsilcisi S. H. Nasrın zihin idmanına rehberlik etmektedir. Beri yanda, bilimin bir sorunçözme etkinliği olduğu görüşü, Ziyaüddin Serdarın islam Bilimi için ürettiği tezlere egemendir. Nasr, modern bilimin Islami açıdan değerli bir eleştirisini gerçekleştirip onun felsefesini, temelindeki zaafları başarılı bir biçimde ortaya koymuştur. Bununla birlikte ortaya koyduğu İslam biliminin felsefesi, alternatif bir yapı oluşturacak potansiyelden yoksundur. O okuyucuları büyüler, fakat onları motive etmez. Zihinleri aydınlatır, fakat çıkış yolu göstermez. Gerçeğin peşinde koşmayı bilimin ana sorunu olarak alan Nasr, gayet inandırıcı biçimde okuyucunun çareyi mistisizmde bulmasına yol açar. Böylelikle geliştirilen islam biliminin tasavvufi eğilimde olmasına rağmen, yaklaşım, tavır ve her şeyden önce metodolojide herhangi bir temel değişiklik gerçekleştirmeyi başaramaz. Bunun sonucu olarak islam biliminin bu açıklaması sosyal olmaktan ziyade bireysel hale gelir ve bu yüzden de iş başındaki bilim adamlarını alternatif bir sistem olarak İslam biliminin canlılığı (işleyebilirliği) konusunda ikna edemez. Ne olursa olsun, kendi alanında Nasrın katkısı temel önemdedir. Öte yandan Serdar, modern bilimi, toplumun siyasi ve ekonomik durumunu etkileyebilen bir sorunçözme faaliyeti olarak görür. Bilimin öncelikle bir metodoloji olduğu görüşü Serdarın bilim anlayışına egemendir ve bunun sonucu olarak islam Bilimine metodolojik bir ilgiyle yaklaşır. Her ne kadar henüz metodolojik bir çatıyı ana hatlarıyla çizmemişse de, Serdar bilimin sadece gerçeği araştırmanın ölçüsü olarak alınamayacağını ikna edici bir biçimde göstermiştir. Bilimde siyasi fikirlerle ekonomik dürtüler öylesine etkileyicidir ki, onların huzurunda hiçbir sağlıklı ahlak yaşayamaz. Zira gerçekten işlevsel olacak bir ahlaki düstur, sözkonusu faaliyetin içsel bir parçası olmak zorundadır, ironi şuradadır: Batı bilimi mutlak bir biçimde Batılı yandaşlar tarafından da tutkuyla istenen türden ahlaka yabancıdır. Serdar bu durumun pekala farkındadır ve bu yüzden islam bilimine yaklaşımlarında işe Islami bilgi teorisiyle başlamayı tercih eder. Ayrıntılar her ne kadar şimdilik elde edilmiş değilse de, bu yaklaşımın bugün karşı karşıya olduğumuz durumla daha yakından ilişkili ve daha kapsayıcı olduğu görülmektedir. Nasr da, Serdar da İslam dünyası içindeki ve dışındaki çağdaş düşünürleri önemli ölçüde etkilemişlerdir. Bununla birlikte iş başındaki bilim adamları topluluğu üzerindeki etkileri bu derece açık değildir. Bunun nedeni besbellidir. Bu yaklaşımların hiçbirisi, iş başındaki bilim adamları için pratik rehberlik yapamaz, islam bilimi, günümüzde işleyen (geçerli) bir paradigma olmayışından ötürü esas itibariyle iş başındaki bilim adamlarına nüfuz etmeyi başaramamıştır. Bu perspektiften bakıldığında Vakar Hüseyninin islam bilimi ve teknolojisine ilişkin çağdaş düşüncelere yaptığı katkı oldukça büyük önem arzetmektedir. O, meslekten bir mühendis sıfatıyla konuya büyük pratik bilgi ve kavrayışla yaklaşır. Hüseyninin bugüne kadar çeşitli başlıklar altında gerçekleştirdiği şey, o zamana kadar diğer çağdaş yazarlar tarafından dokunulmamış olan islam Bilim ve Teknolojisinin pratik yönleriyle başarılı bir biçimde uğraşmaktır. Hüseyni İslam Çevre Sistemleri Mühendisliği1 adlı kitabında başarılı bir çatı ortaya koymuştur. Bu çatı islam Bilimi ve Teknolojisini geliştirmek için felsefesi, sosyolojisi ve yapısı, belki de alanı bakımından onu Batılı mütekabilinden ayırd edecek bir başlangıç noktası olarak kullanılabilir. Kitap temelde çevre sistemleri mühendisliğine ilişkin Islami bir bakış açısı geliştirmeyi amaçlıyor. Teknik, felsefe ve toplumsal yapının ideal kaynaşması olan bu disiplin, yazara parametrelerini Islami referans terimleriyle açıklamakta yardımcı oluyor. Yedi bölümden oluşan kitap, Kuran esaslarından tutun da İslamın ideolojik ve teknolojik modernleşmesine kadar uzanan konularla ilgilidir. ilk üç bölüm, çevre sistemleri mühendisliğine bağlı konuların temel tezahürleriyle uğraşmaktadır, ilk bölümde Kuranın mahiyeti ve ruhu ele alınmıştır. Yazar Kurandan aldığı tezlerin yardımıyla gerçek insani şerefi ve sosyal adaleti idame ettirmenin istenirliğini ortaya koymaya ve bu amacı gerçekleştirmeye girişerek bunun çok cepheli kalkınma ve maddi zenginleşmeye dayanmak zorunda olduğunu söyler. Bununla birlikte Vakar Hüseyni, maddi ilerlemenin gerçekten sağlıklı ve insanlığa yararlı olabilmesi için Evrenin hakiki bilgisinden ve onun Allahın ayetleriyle ilişkisinden hareket etmelidir. Bu noktaların daha ayrıntılı olarak incelenmesi Hüseyninin çalışmasını oldukça sağlıklı bir konuma getirir. ikinci bölümdeki tartışma içtihad ve ilişkili konular çevresinde döner. Yazar içtihadın temelde kültür, kültürlerarası, kültüriçi ödünç alma ve özümlemeyi içeren taklitçiyenilikçi bir işlem olduğunu söyler. Bu işlem şu aşamalardan geçer: 1. Islah ve uyarlanma, ya da; 2. Ödünç alınan hususta çok az ya da hiç değiştirme yapmaksızın aydınlanmış taklit, ya da; 3. Kuran, tabiat ve tarihte Allahın iradesinin vahiy temelinde yenilenmesi. Üçüncü bölümde tartışma, okuyucuları Islami Yapı diye adlandırılabilecek ve mühendislik müfredatı konusunun kaynaklar, şartlar ve ölçütler taslağı olan islamın ideolojik yönelimle çizilmiş bir bilgi ve eğitim sistemi için gerekli olduğu noktasında toplanır. Yazar, çeviri aracılığıyla ideolojik ve teknolojik bilimin aktarılmasını ve özellikle Ortaçağ bilim tarihine dayalı islam felsefesi ve bilim sosyolojisi aracılığıyla taklitçiyenilikçi bir (işlemi) savunur. Geri kalan bölümler çevre mühendisliği ile ilgili çeşitli yöndeki problemlerle ilgilidir. Yazar İslam hukuk tarihi, İslam devlet siyaseti ve islam toplumunun ekonomik sistemine ilişkin belgeler sunarak taklitçiyenilikçi özümleme işleminin İslam tarihinin başlarında geçerli olduğunu açıklar. Yedinci, yani son bölümde ise başarılı bir biçimde islam bilim ve teknolojisinin yeniden doğuşunun yanında yer alır ve bu konuda bir strateji önerir. Tarihi araştırırken Avrupa milletlerinin uyanışına neden olan sürece dikkatleri çeker. 12. yüzyıldan 15. yüzyıla değin yaklaşık 400 yıllık bir dönem Avrupa tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilir. Başlangıçta Avrupalılar sadece Müslümanların çeşitli faaliyet alanlarında gerçekleştirdikleri ilerlemelerden büyülenmişlerdi. Fakat bu zaman zarfında Müslümanları taklit etmeye başladılar. Bu taklit islamın Avrupadaki tahakkümünün değil, insanların Papalık zincirlerini kırıp özgürleşmelerine yol açan bir hareketin sonucuydu. Bu şekilde meydana gelen Avrupanın Islamileştirilmesi, aslında büyük ölçüde Avrupalı milletlerin zihni devriminin eseridir. Hıristiyanlığı Katolik ve Protestan olarak iki gruba bölen dini reformasyon hareketi, gerçekte bilinç özgürlüğü ve araştırma serbestisi amacını savunmuş olan İslamın gittikçe artan etkisiyle doğmuştur. Bundan başka bilginin Müslümanlardan Avrupalılara aktarılması seçici bir şekilde gerçekleşti ve yalnızca seçilmiş unsurlar Avrupa kültürünün bünyesine katılabildi. Başka bir deyişle, Avrupalılar bir bütün halinde İslam ideolojisini değil, onun meyve ve ürünlerini taklit ettiler. Bu seçicilik, İslama ve Müslümanlara karşı düşünce ve tutumlarıyla da desteklendi. Vakar Hüseyni gerçeklere uygun bir şekilde bilginin islam dünyasından Avrupaya geçmesinin taklidi bir model olduğunu ortaya koyar. O heyecanla, islam dünyasında Bilim ve Teknolojinin çağımızda yeniden doğuşunun aynı işlemi benimsemesi gerektiğini savunur. Hiçbir yenilik, der Hüseyni, Batının başarılarını taklit etmeksizin gerçekleşemez. O her kültürün tabiatı gereği evrensel olan bazı unsurlara sahip olduğu ve ödünç alan kültürün kendi değerler sistemini tehlikeye sokmaksızın borçlanıp taklit edebileceği inancındadır. Gösterdiği örnek, Ortaçağ Müslüman toplumu ile seçici ödünç alma ve özümlemeyle gelişen modern Batı Hıristiyan bilim ve felsefesidir. Müslümanların, çağımızdaki gelişmiş gayrı müslim milletlerden maddi ve teknolojik kültürü tamamen daha büyük bir serbestlikle borç alıp benimseyebileceklerini, hatta benimsemeleri gerektiğini öne sürer. Onun İslamın ideolojik kültürüne uygunluğu ve ilgisine kafayı takıp gelişme sürecinin geciktirilmesine izin verilmemelidir. Her kültürün belirli tarafsız ve evrensel olarak kabul gören unsurlara sahip olduğu iddiası tamamen temelsiz değildir ve bu nedenle görmezlikten gelinemez. Hüseyninin işaret ettiği iki örnek de tarihi olgulardır. Müslümanlar Yunan, İran ve Hindden ödünç alırken Islami karakterlerini kaybetmemiş ve aynı şekilde Batı, İslam uygarlığının ürünlerini benimserken de Islamlaşmamıştır. Ne var ki, bu iddia basitçe, ödünç alınan şeyin tarafsız ve evrensel olarak kabul edilebilir olduğunu, aynı zamanda ödünç alınan unsurların, ödünç alan toplumun toplumsal yapısını ve değer sistemini etkilediğine göre toplumun sosyopolitik ve sosyoekonomik yönleriyle öyle pek yakından bağlantılı olmadığını ileri sürmektedir. Üstelik bu unsurlar hiçbir şekilde iktidarla da bağlantılı değildir. En iyi halde onlar şahsi övünme kaynağı ve toplumsal ıslahatlar için birer araçtı. Örneğin, eğitim bireysel ilgi konusuydu ve kişisel nedenlerle yapılırdı. Hatta İslam uygarlığında toplum için gereken bilgi, Allahın iradesini gerçekleştirmenin aracıydı ve bireysel bir uğraştı, lslami dönemde bilim yapmak ne ekonomik güvenliğin garantisiydi, ne de güç ve kuvveti elde etmek için bir araçtı. İnsanların bu gibi disiplinlere olan ilgisi, temelde İslamın sözkonusu disiplinlerin kendisiyle kazanıldığı maneviyatta kök salmıştı. Bu tanınan farzı kifaye statüsü, bütün Müslümanlara son derece cazip geliyordu. Bugün durum tam tersine dönmüştür. Batıda boy veren hiçbir bilgi disiplini, Batının sömürgeci etkilerinden azade değildir. Bilim ya da değil, onların hepsi tarihi, toplumsal ve felsefi olarak İslama yabancı bir kültür ve uygarlıktan beslenmiştir. Bilim ve teknoloji adına Batıdan gelen şeyler bu nedenle nötr (değerdenbağımsız) olamaz. Yalnızca görünüşte böyledir onlar. O hala sömürgeci bir mahiyet taşır. Bu bilimin sömürgeci tabiatı en iyi şekilde küstah Batılı bilim adamlarının diğer ülkelerin bilim adamlarıyla karşılaşması sırasında ortaya çıkar. Bir üstünlük duygusu ve tepeden bakma tavrı egemendir onlara. Bu gurur, ödünç alan Batılıolmayan milletlerin ürkek tabiatları ile desteklenmekte ve böylece Üçüncü Dünya ülkelerinde kendine güvenememe ve fikri açıdan düşük standartlı bilginlerin artışı devam etmektedir. Vakar Hüseyninin geliştirdiği yaklaşım, ortaya çıkan ürkek borçluların riskine girmez; buna karşılık, yenilikçi kafalar doğuracağa da benzemez. Bununla beraber seçici ödünç alma ve taklit için ahlaki bir düstur sağlamaya hizmet eder. Zira herhangi bir yeniliğin mümkün olabilmesinde, ödünç alınan şeyin tam anlamıyla özümlenmesi esastır, islamın bilgi teorisiyle mevcut sanat ve bilimin toptan özdeşleştirilmesi gerçekleşmedikçe arzu edilen sonuç elde edilemez. Hüseyninin bakış açısındaki belki de en ciddi kusur, bilginin Batıda düşünülen biçimde çeşitli dallara ayrılmasını tamamen onaylamasıdır. Bu, gerçekte eserinin kalitesini düşürmektedir. Zira bu, en çok Batılı bilgi sistemindeki ziraat bilimine Şeri kisve temin etme girişimi olarak gözükmektedir. Para kazanmak amacıyla güdülenmiş bir iş girişimi olan ziraat biliminden, karakter ve görünüm bakımından ideolojik ve manevi olan değerleri rehber edinmesi beklenemez. Bazı sonuçların ahirette alınacağı umuduyla yapılan bir iş, dünyevi ve salt materyalist amaçları hedefleyen bir işten mutlaka farklı olacaktır. Şu halde gereken şey, bir değerler çatısı oluşturmak ve bilgiyi toplumun yapısı ve değerleri temelinde yeniden tasnif etmek olmalıdır. Yeni bir tasnif getirmedikçe Hüseyni tarafından kılı kırka yararak geliştirilen başarılı değer sisteminden arzu edilen sonuçların alınacağı beklenmemelidir. Batı tasnifini olduğu gibi almak ve onu Islami değerler çatısı içinde özümlemeye kalkışmak, muhtemelen bu disiplinlerin Islamileştirilmesi sonucuna ulaşamayacaktır. Bu şekilde geliştirilen disiplinler ne Şeri, ne de gayrı Şeri olacak, Batılı bilginin Islamileştirilmiş bir kopyası olacaktır. Bununla birlikte Hüseyni, topyekün islamileştirmenin bazı temel unsurlara daha ihtiyacı olduğundan yeni yaklaşımlar dener. Bu unsurlar görünüşte üç temel sorun doğurur: Birincisi, iki uygarlık karşılaştığında birinden diğerine gerçekte aktarılanın ne olduğudur. Daha özgül olarak konuşmak gerekirse, YunanRoma uygarlığıyla karşılaştıklarında fiilen İslam ümmetinin neyi benimseyip ödünç aldığı ve aynı şekilde İslamla yüz yüze geldiklerinde Avrupalıların neyi özümlediğidir sorun. İkinci sorun, ödünç alan toplumun konumuyla ilgilidir, islam toplumu Yunanlılardan ödünç alırken hakim bir toplumdu. Oysa Batı, İslamı taklit etmeye başladığında Müslümanlar kudret ve hayatiyetlerini yitirmek üzereydi. Başlangıçta fikri açıdan güçlü olmayan Hıristiyan Batı aydınları, islamın artan etkisine karşı savaş açtılar. Müslümanlar tedrici olarak gerilemeye başladıkları zaman toparlanan Batı, İslama borçlandı, onu taklit etti ve nihayet yeni bir sentezi vücuda getirmeyi başardı. Bu sentez o denli kusursuz ve dört başı mamurdu ki, yakın zamana kadar islam uygarlığıyla herhangi bir etkileşimde bulunduğu izlenimini bile vermiyordu. Bu durum, sadece ödünç veren Avrupalıların güçlü ve cesur olması ve Müslümanlardan herhangi bir şey kabul etmekte çekingen davranmamaları dolayısıyla mümkün olmuştur. Üstelik verenler (Müslümanlar) mağrur değildi. Onlar daha çok, güç ve kudretlerini hızla yitirmekteydi. Bir Islamileştirme stratejisi tasarlamaya girişmeden önce yapılacak en uygun şey, Müslümanların Birleşmiş Milletlerdeki ve bugün içinde bulundukları konumlarını düşünüp taşınmalarıdır. Üçüncü sorun, Islamın uygarlık çapında bir yeniden doğuşu için bilimsel ve teknolojik ilerlemenin şart olduğu düşüncesiyle ilgilidir. Gerçekte bu düşünce Bilgi güçtür şeklindeki Baconcu iddiadan kaynaklanır. Bir güç ve imkan kaynağı olarak bilgiye eşanlamlı sayılan bilim ve teknolojinin kullanımı, Batılı bir olaydır ve geçmişte ya da bugün başka hiçbir uygarlıkta bilgi böylesine ifsad ve istismar edilmemiştir. Müslümanlar işin başlarında hayat ve devlet güçlerinin çok az farkında olmalarına rağmen, çağlarının süper güçlerini ezip geçtiler. Medeniyet olarak daha güçlü olan Çin, Cengiz Han ve haleflerine engel olamadı ve bütün topraklarını onlara kaptırdı. Bu nedenle bilim ve teknoloji, bir topluluğun güçlü olması için tek başına yeterli olmayıp çok fazla üzerinde durulmaması gerekir. Bu hususları daha fazla kurcalamanın yeri burası değil. Fakat yukarıda zikredilen eksiklikleri telafi etmek üzere kullanılacak temel ölçülere işaret etmek önemlidir. Bilim ve teknolojinin transferi sürecinde transfer edilen ve ödünç alınan şeylerin ne olduğunu bilmek önemlidir. O sadece malumat ya da veri olabilir. Hipotez ya da teori olabilir. Felsefe ya da hatta siyasi kararlar da olabilir. Açıkça tarafsızlığa ulaşma ihtimali, hipotez oluşumu ve teori gibi kültür ve dilin rolünü üstlenen başka herhangi bir sürecin gittikçe daha çok göze batar hale gelmesi nedeniyle veri koleksiyonculuğuna karışıp gitmiştir. Felsefe ve siyasi kararlar alanında bir cemaate ait olma gayreti ve bu cemaattekilerin zihniyetlerinin onları kesinlikle tarafsız yapamayacağı açıktır. Bilimin bütün dalları baştan sona araştırılmalı ve anlaşılmalı, bu disiplinlerin temel verileri tesbit edilmelidir, islam Bilim ve Teknolojisinin yeniden doğuşu için başlangıçta gerekli olan şey budur. Bilgi, islam bilgi teorisi ve sosyal ihtiyaçlar temelinde tasnif edildikten sonradır ki, yüzyıllar boyunca Batılı bilim adamlarınca derlenip toplanan malumatı kabul edecek olgunluğa gelmiş kabul edilebilir. 14 Geçmiş ile Gelecek Arasında Çağdaş Müslüman Bilginler* İSMAİL R. FARUKİ İçinde yaşadığımız şu günlerde ümmet çok vahim bir durum içindedir. Biz korkunç bir ikilemin boynuzlarına yakalanmış durumdayız: Ya bilimi tercih edecek ve dinimizi apayrı öznel ve şahsi bir bölmeye kapatacak ya da dinimizi düşünce ve hayatın bütün yönleriyle ilişkili kılarak şerefyab olacak, ama bilimdeki zaafımız ve onunla gelen güçsüzlüğümüz sürecek. Bunun yanlış bir ikilem olduğunu varsaysak bile onu bilincimizden kopartıp atmayı henüz başarmış değiliz. Bu ikilem, kendimize olduğu kadar dinimize olan inancımızı da belirleyen Batıyla karşılaşmamız sonucunda ortaya çıkmıştır. Ümmetin, kendisine göre bilim, teknoloji, ekonomik ve askeri güç bakımından üstün düşman bir dünyayla karşılaşması yeni bir olay değildir. Ümmet aynı meydan okuma durumuyla daha önce de karşılaşmıştı. Arabistandan doğan ilk Müslümanlar, İslam dışındaki uygarlık donanımlarından hiç birisine sahip değildi. Onlar tabiat bilimleri, sanatlar, zanaatlar ve endüstri alanlarında yarışmaktan kaçınıyorlardı. Uygarlığın en üst noktasına ulaştığı açık, kıyısız bir denizin, yabancısı oldukları bir dünyanın tehlikelerini yaşamamışlardı. Kültür ve uygarlığıyla klasik Yunan ve Roma, Bizansın, yani Doğu Roma İmparatorluğunun mirası idi. Doğuda Hindin ilim ve bilgeliğini miras olarak alan İran da aynı derecede büyük bir uygarlığın varisi idi. Bizans ve Sasani (İran) imparatorlukları eski bin yıllık kültür ve ihtişamlarıyla kendilerinden geçmişlerdi. Yani Müslümanlar gelişip tarih sahnesinde boy gösterdikçe doğrudan doğruya iki devle, doğuda Pers devi, kuzey ve batıda ise Hıristiyan deviyle karşılaştılar. Bu ilk Müslümanların paniğe ya da hayranlığa kapılmak için hiçbir nedenleri yoktu. Onlar aşırı derecede gururlu, kendilerinden ve geleceklerinden fazlasıyla emindiler. Gerçekte kendilerinin muzaffer olacağına ilişkin mutlak ve sarsılmaz bir imanla herhangi bir ülkeyi fethedebilecek ya da herhangi bir meydan okumayı göğüsleyecek kadar emindiler kendilerinden. Üstün olduklarını ve üstünlüklerinin sonunda insanlığın tamamına yayılacağını biliyorlardı. Bu iman idi onları bizden farklılaştırıp niteleyen. Günümüzde biz de yeni bir geleceğin eşiğinde bulunuyoruz. Geçmişte olduğu gibi iki süper devlet tarafından parsellenmiş bir dünyayla karşı karşıyayız: en üstün bilgi ve teknolojiye sahip olan ve dünyanın doğal kaynaklarını denetiminde bulunduran Rusyadan Amerikaya kadar Batı ve Doğuda her yere yayılan fantastik bir hızla ilerleyip Çin ve Japonya gibi dev adımlarla ilerleyen ülkelerin olduğu bir dünya. Biz dünya Müslümanları her ne kadar içeri girmeye hazırlıklı değilsek de. bu arenanın eşiğinde bekliyoruz. Biz atalarımızdan belirgin bir biçimde farklı olarak ürkek, pısırık ve kendine güveni olmayan insanlarız. Bir asır ya da daha fazla bir zamandır kendimizi başarısız bir şekilde bu yeni dünyaya dahil etmeye çalışıyoruz. Aslında çabalarımız oldukça eskilere uzanır. Batılılaşma Yakın Doğuda Napolyon ile başladı, kısa bir süre sonra da Hind yarıkıtasında boy gösterdi. Modern dünyaya adım atma gereğinin Batıyı taklit etmek ve onun yolunda gitmek olduğunu sanıyoruz. Nesiller boyu Batılı üstadlarımızın dizleri dibine oturup onlardan ders aldık. Doğrusu, atalarımız da iranlı ve Bizanslı üstadların önünde diz çöküp onlardan ders almışlardı. Ne var ki, atalarımız bir, bilemediniz iki nesil içinde güzel bir şekilde Bizanslılar ve İranlılardan öğrendikleri her şeye hakim olmayı ve onları geçmeyi başarırken, biz, beşeri donanımın hiçbir alanında Batının ulaştığı mükemmeliyet derecesine ulaşabilmiş değiliz. islam ümmetinin bu tecrübesi, yaklaşık 200 yıl önce Mısırda başladı. Fakat Mısır herhangi bir alanda, ilim alanında olsun, uygulama alanında olsun Batıya ayak uyduramadı Nesiller boyu Mısırlılar oğul ve kızlarını eğitim ve inceleme yapmak üzere Batıya yollamaya devam ettiler. Sonuçta Batı taklitçiliğine yöneldiler, herhangi bir alanda başarı kazanamadılar. Durum islam dünyasının hemen her tarafında aynıdır. Niçin? Müslümanlar niçin öğrendiklerinde ve öğrendiklerini yaşadıkları problemlere uygulamada Batıyı takip etmek zorundalar? Onlar Batılı meslektaşlarından niçin geri olmak zorundadırlar? Allahu Teala Batılılara her türlü zekayı verdi de onu Müslümanlardan mı esirgedi? Müslümanlar niçin tıpkı günlük ihtiyacını karşılamak üzere pınara gitmek zorunda olan köylü gibi teknik bilgi (know how) için Batıya el açmaya mahkûm edilmiştir? Müslümanların kendi kaynaklarına sahip olmaları mümkün değil midir? Onlar yeni bir kaynak yaratamazlar mı? Ya da bilgi münhasıran Müslüman olmayanlar için kurulmuş bir vakıf mıdır? Cevap, bilginin kesinlikle kimsenin tekelinde olmadığıdır. Tabiat ya da Allahın yarattığı şeyler açık birer kitaptır. Herkesçe okunabilir. Herkes onu okumaya davetlidir fakat yükümlü değildir. Aynı şekilde tarih açık bir arenadır. Bu arenaya herkes girip onun gidişatına hakim olabilir. Fakat bilgiye de, tarihe de hazırlıksız dalanlara yazıklar olsun! Atalarımızla ilk Müslümanlarla neslimiz arasındaki fark, temelde budur. Dedelerimiz gayri müslimlerin sahip oldukları bilgiye imanla yaklaşırken, bizler Batının bilgisine iman olmadan yaklaşmak istiyoruz. Biz Batıya, onların sofralarından artan kırıntıları yemek isteyen dilenciler gibi gidiyor ve kolaylıkla acıyarak önümüze attıkları şeylerle yetiniyoruz. Tabii olarak Batı, bize hiçbir zaman bilgisinin ve gücünün anahtarlarını vermeyecektir. Bu kendilerine göbekten bağlı kalmamız ve iradelerine tabi olmamız için tezgahladıkları bir planın gereğidir. Bu onların neden mal ve hizmetlerini ithal etmemize izin verdiklerini ve akla gelen her yolla bu anahtarları elde etmekten bizi alıkoymaya çalıştıklarını açıklar. Bir asır ya da daha uzun bir süredir Batıda eğitim gören Müslümanlar, büyük bir başarısızlığa uğradı. İlkin, görevine en hazırlıklı aday olduğu için değil, ailesinin, dışarıda göreceği eğitim masraflarını karşılayabilecek derecede zengin ya da ona bilim adamlığını bağışlayacak üniversite veya hükümette sözü geçecek kadar güçlü olduğu için Batıda okumaya gönderilmiştir. İkinci olarak sosyal statüsünü yükseltmek ve geçimini çıkarmak arzusuyla mezun olmaya motive edilmiştir. Üçüncüsü, bu amaca yönelik olarak tahsil ettiği disiplinin basit esaslarından başka hiçbir şeyi öğrenmiyordu. Batılı hocaları da onun yeterliliğini, kendilerini ehil gördüğü için onaylıyorlardı. Dördüncü olarak memleketine dönünce akademik bir mevki edinip maddi ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmıştır. Zihni kapasitesi zaten düşükken bu kez ders notlarından başını kaldıramaz hale düşmüştür. İslam dünyasında bulunan çok sayıdaki kolej ve fakültenin hali özetle budur. Onların talebelerinin hocalarından daha fazla bir şey başarma arzularının olmaması şaşırtıcı olmasa gerektir. Bu olumsuz gerçeklere karşılık Müslüman gençlerin dışarıda görecekleri eğitim, aşağıdaki ilkeler doğrultusunda yönlendirilmelidir. İlk olarak Batıya en zeki, en ehil, en iyi hazırlanmış öğrenci tahsil görmek için yollanacaktır. Zira ümmet parasını, ikinci sınıf ve vasat talebeler için harcayamaz. Harcadığı paralar mevcut eğitimin kalitesini düzeltmeye gitmelidir. Bilgi ve üstünlüğü elde etmek kolay değildir. Yabancı kültürün egemenliğinde öz vatanında garip yaşama, yabancı bir dille iş görme, ümmetin tarihte yaptıklarının anlatılmasıyla meydana getirilen zihni şaşkınlık ve Batılı hayatın birbirinden farklı cazibeleriyle büyülenme, Müslüman öğrencilerin enerji yeteneklerine ağır bir darbe indirmiştir. Yalnızca çelik gibi mukavim olanlar direnebilir, hayatta kalabilir, görevlerini ifa edip onları göndermemizin asıl amacı buymuşçasına muzaffer olabilirler. ikinci olarak yalnızca iyi donanımlılar arasında Islami görüşle motive edilenlerin dışarıda öğrenim görmelerine izin verilecektir. Ümmetin her türlü bilgiyi elde etmek, Allahu Tealanın yaratışındaki modellerin yapısına ilişkin ebedi yasaları öğrenmek ve bu bilgileri tarihte ilayı kelimetullah uğruna kullanmak isteği, onların her şeyi olmalı ve mümkün olan en büyük gayreti göstermek üzere harekete geçirmeli, nihayet gerek rüyalarında, gerekse uyanıkken onları meşgul etmelidir. Islami anlayış mutlak ön şarttır. Onsuz, hiçbir öğrenci disiplinin anahtarını ele geçirmesi için zorunlu olan, hocasından daha fazla şey bilmeyi, o bilgiyi başka bir toprağa dikmeyi ve bilgisinin ufuklarını Batının başarısının ötesine götürmeyi isteyemez. Eğer öğrenci A ya da B işini yapabiliyorsa, niçin hocasını geçmek için kendini sıkıntıya soksun? Niçin disiplinin bütün literatürünü elde etme göreviyle kendini yükümlü hissetsin? Niçin pragmatik olarak çok arzu edilen maddi gayelere ulaşmak için gerekli olan her şeyin öte yanına nüfuz etmek istesin? Ancak eğer tek başına ve nihai hedef olarak Allahu Teala onun bilincine nüfuz edip her zerresine sinerse bunları yapabilir. Yalnızca eğer Allahın iradesi ya da kanunları onun amaçları olursa tüm alışılmış sınırların ötesine geçebilir. Dolayısıyla en sarsılmaz ve kamil imana, İslama en derin şahsi rabıtaya sahip olmalıdır. Üçüncü olarak bu tür iman ve rabıta ile donanmış Müslüman öğrenci, kendisini, ümmetin öğrenimi için para harcayacağı son insan gibi görmelidir, İslami dünya görüşü bu öğrenciye amacının sözkonusu disiplini ümmetin dokusuna nakletmek olduğunu öğretir. Bu tür doku nakli için Müslüman öğrencilerin en yoğun eğitim programlarıyla sözkonusu disiplinde dünyada ne yapılmışsa ortaya dökülmesi, gözden geçirilmesi ve devam ettirilmesi yoluyla, nihayet araştırmaların kurumsallaştırılması ve geliştirilmesi yoluyla yetiştirilmesi gerekir. Son tahlilde bizi atalarımızdan ayıran ve onların başarısı ile • halihazır başarısızlığımız arasındaki büyük fark, islamın dünya görüşüyle açıklanabilir. Onlarda bol bol mevcut olan ve bizde zerresi bulunmayan şey budur. Bu dünya görüşü, onları gerekli üstünlüğü ele geçirmek için çabalamaya sevk ederken, bizdeki yokluğu, her türlü ciddi girişimi ve istikrarı ortadan kaldırmıştır. Gerçekteyse bu dünya görüşü eksikliğinin çok daha kötü bir etkisi olmuştur. Bu eksiklik bizde disiplini tarihini ve gelişmesini, metodolojisini, problemlerini, temel ilkelerini, nihai hedef ve beklentilerini bir bütün olarak görme yeteneğini yok etti. Bütün bunlara ilişkin bilgilerin tamamı, bütüncül bir görüş elde etmek için zorunlu olup bu görüş de o dalda otorite olmak, o disiplini değerlendirip eleştirmek, siperlerinden çıkaracak yolları düşünmek ve onu daha uzak amaçlara doğru yönlendirmek için zorunludur. Herhangi bir bilgi ve çalışma alanına ilişkin bütünlüğe sahip eleştirel bir yaklaşım, ilki için bir referans çerçevesi vazifesi görecek başka bir bütüncül görüşe dayanmadan başarılamaz. Müslüman için İslamdan başka bir bütüncül görüş olamaz. İslamın dünya görüşü, Müslümanın referans çatısını teşkil eder. Islami dünya görüşü Müslümaın gayesi ve ümmeti uğruna bilgiye hakim olmak için çalışmaya iten ahlaki ihtiyacının yanı sıra herhangi bir alandaki bilginin bütünlüğünü eleştirel olarak anlamak için teorik bir temel sağlama şeklindeki bilgi teorisi ihtiyacını da karşılar. Öğrenme süreci (ister botanik ya da zooloji, isterse güzel sanatlar ya da felsefe gibi bilgi alanlarında olsun), yani bilgiyi in toto (bütün olarak) kavrama işlemi teorik ve değer teorisiyle ilgili (codolojik) varsayımlar, başka deyişle Islami dünya görüşü olmaksızın elde edilemez. Islami dünya görüşü en yüce gaye, hayat ve varoluşun nihai anlamıdır ki, atalarımız onu Allah Subhanehu ve Tealada, Onun vahyinde, Onun insanlar ve dünya üzerindeki iradesinde buldular. Varsayımlar, dünya görüşünü eklemleyecek ayrıntı ilkeleridir. Onlar Kuranda ve Sünnette bildirilmiştir. Atalarımız bizden farklı olarak bu dünya görüşüne sımsıkı sarılmışlardı. Onların kafaları, ruhları ve vicdanları bu görüşle dopdoluydu. Yabancı bir ülkeye gittiklerinde ilim öğrenmek, onlar için dini bir vecibeydi; her türlü bilgiye tamamen hakim olmaya ve onu aşmaya, elde edilen bilgiyi eski olsun, yeni olsun Allahın ümmeti uğruna kullanmaya yönelik dini bir vecibeydi. İşte bu iman sayesindedir ki, peşinde koştukları şeyleri başarmaları manevi ve fikri açıdan kolay olmuştur. Örneğin, sağlık bilimleriyle uğraşırken (Islami dünya görüşüyle donanmış) zihinlerinin onları Allahın yeryüzünü iskan etmek, barınmak, sağlıklı, temiz, zinde ve güçlü olmak yolundaki emirlerini gerçekleştirmeye teşvik ettiği tahmin edilebilir. Romalıların, Yunanlıların, İranlıların ya da Hintlilerin tıbba ilişkin söyledikleri her şey bir an önce öğrenilmeli, eleştirel olarak islam perspektifinden kıymet biçilmeli ve değerlendirmesi yapılmalı, her boşluk, Müslümanın kendisini keşfetmeye adadığı yeni bilgiyle doldurulmalı, her şey ilahi emirleri yerine getirme amacına yönelik olmalıdır. işte tıp bilimi bu ilham sayesinde ilerler. Hicretin ilk yüzyılındaki Müslümanın sosyal itibar ve meslek kazanmak amacıyla Amerika ya da Avrupaya giden hicretin 15. yüzyıldaki Müslüman öğrenciyle arasındaki tezat budur. Böylesine zavallı ve sefil insanlar, bırakın disiplinlerine hakimiyet sağlayıp hocalarını geride bırakmayı, bir tıp öğrencisini bile motive etmekten acizdirler. Aynı şey diğer disiplinler için de geçerlidir. Bir Müslüman eğlence ve turizmden başka gayelerle dışarı giderse motivasyonu fi sebilullah olmalı, Allahın emrini yerine getirmeyi amaçlamalıdır. Tahsil Allahın rızasını kazanmak için yapılırsa Onun yaratışının hiçbir şeyi dışarıda bırakmadığı keşfedilir. Allahu Tealanın yarattığı her şey onun nazarında, gözlem ve analizinde önemlidir. Bütün yaratıklar Allahın iyi olan yaratmasındaki amacın parçası olarak iyi hizmet etmek üzere insanın emrine verilmiştir. Herşey yaratılışın bütününe bağlantılı olup organik bir bütünlük oluşturur. Bundan başka İslamın dünya görüşü Müslümana, kazandığı bilgiyi bir Müslüman kardeşine aktarmasını emreder. Bu nedenle o öğrendiği şeyi öğretilebilir şekle koymalı, yani onu genelleştirmeli, tasnife tabi tutup kategorize etmelidir. Elde ettiği şeyi ispatlamalı ve bir kanıta bağlamalıdır; öyle ki, onu okuyan herkes ondan şu ya da bu ilahi emri yerine getirmekte faydalansın. Atalarımızda varolup da bizde zerresi bulunmayan bu imandır işte. Onu zihin ve kalplerimize damla damla zerketmek için ne yapılabilir? Açıkçası, bir milyarın üzerinde nüfusa sahip olan İslam dünyasındaki beyin gücünün hiçbir eksiği yoktur. Maddi ya da doğal kaynaklar bakımından da bir eksiklik sözkonusu değil; islam dünyası yeryüzünün en zengin topraklarına sahiptir. Ilıman iklimle, bol güneş ışığıyla ve suyla ödüllendirilmiştir. Bengaldeş, Cava ve Nil Deltası denilen çok küçük arazi parçalarını istisna edersek, islam dünyasının büyük bölümü boştur. Bu yerler dışındaki nüfus yoğunluğu doğal kaynaklarımızla karşılaştırılmayacak denli düşüktür. Ne var ki, biz un, yağ ve şekeri olan fakat helva yapmaktan aciz bakkala benziyoruz; çünkü bakkal bir gayeden, istekten ve helva yapma becerisinden yoksundur. Modern Müslümanın zihniyeti, teknolojik açıdan iman zaafı şeklinde tasvir edilebilir. Sosyolojik açıdan ise onun durumu, ileri bir alçaklık kompleksi vakası, trajik bir kendine, ümmetine, imanına güven (buna mirasından haberdar olmayı da ekleyelim) eksikliği durumudur. Aşağılık kompleksi onun enerjisini zayıflatıyor, köleliğe ve taklitçi bir geleneğe mahkûm ediyor. Modern dünyayla karşılaşıp ümmetin gücünü yitirmesi, onun marazilik ve hastalık üretmesinin en başta gelen sorumlusudur. Diğer yandan, köyde yetişen, bütün hayatını köyde geçiren ve dış dünyayla ilişkisini tamamen kesmiş sıradan bir köylü bu kompleksten rahatsızlık duymaz. Bu, dış dünyayla daha sık ve yoğun olarak kurduğumuz temasın niçin daha büyük hastalıklara yol açtığını açıklar. Üstelik kendimizi tecrit ederek kurtulmayı isteyemeyiz. Kendi kendini tecrit, zaten bu kitle haberleşme araçları çağında mümkün de değildir. Şu halde görevimiz, modernliğin ya da Batının bu sözde golünü göğüslemek, çözümlemek ve her şeyiyle anlamaktır. Onun kalplerimizde bu terör tohumlarını ekmesine imkan veren özünün ve esasının ne olduğunu kavramaktır. IV İslam Bilim Tarihine Bir Bakış 15 İslam Bilimlerinin Geçmişine Toplu Bir Bakış* M. ALIKETTANİ Matematik Modern matematiğin hemen bütün dalları Müslüman bilim adamlarının çabalarına bağlanabilir.1 Buna matematiğin ya doğrudan Arapçadan alınan ya da Müslüman uzmanlarca icad edilmiş kelimelerden aynen çevrilen esasları ve terminolojisi de dahildir, ilk Müslümanlar Arap alfabesinin harflerini rakam yerine kullanıyorlardı. Fakat 9. yüzyıl dolaylarında Batıdaki Müslümanlar her sembole bir değer veren elerkamulgaribiyyeyi (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 ve 9) keşfettiler. Doğudaki Müslümanlarsa kadim Sankrit karakterlere sahip el erkamulhindiyyeyi buldular. Müslüman bilim adamlarının en büyük buluşlarından birisi sıfır rakamıdır. Sıfır, dokuz temel rakamla birleşerek sonsuz çeşitlilikte değerlere sahip sayıları basitçe ifade etmeyi mümkün kılmaktadır. Müslümanlar, her sembolü mutlak değere olduğu kadar konumsal değere de uygun düşen on sembol aracılığıyla bütün sayıları ifade edebilen ondalık sistemi getirmekle yeni matematiksel modellerini kurma yolunda önemli bir adım attılar. Çarpım (darb) işlemi için kafes yöntemini kullandılar; bölme (kesr) için sıfırdan başlama, ardından da uzun yoldan bölme yöntemlerini çabucak bırakıp onun yerine ilk olarak denemeyanılma yöntemini kullandılar. Bir kesiri ifade etmek için ondalıklarla ifade ve ayrım çizgisini (0:5 ve 1/2 gibi) kullandılar. Aynı zamanda çift, tek ve amicable sayıları (birşeyin diğerlerine eşit olmasını sağlayan etkenlerin toplamı) da göz önüne aldılar. Cebir (elcebr), Orta Asyada, Aral gölü yakınlarındaki Harezmden gelen bir dehanın, Muhammed ibn Musa elHarezminin eseridir (750850). Harezminin adı günümüzde sayısal analizde kullanılan algorithm (logaritma) kelimesine kaynaklık etmiştir ve şöhreti, Batılı bilginlerce Öklidinkiyle kıyaslanmıştır. Bütün zamanların en büyük matematikçilerinden biri2 ve kudretli bilimsel dehaya sahip bir şahsiyet. O, Yunancadan çeşitli eserler çevirdikten başka ünlü kitabı HisabulMukabelede. cebiri, bir niceliğin denklemin bir yanından öbür yanına aktarılması şeklinde, mukabeleyi ise ortaya çıkan sonuçların basitleştirilmesi (sadeleştirilmesi) şeklinde tanımladı. Harezmi cebirini geliştirirken, sayı (rakam) kavramını sınırlı büyüklükteki aritmetik özelliğinden bir bağıntı öğesine ve sonsuz ihtimallere doğru değiştirdi. Harezmi, bir sayının kare kökünü (cizr) bulmak için uzun yoldan bölmeye benzer bir yöntem izledi. Daha sonra bir bilinmeyenli birinci ve ikinci dereceden denklemleri çözmeye yarayan cebirsel bir sistem kurdu; bu sistemde tüm quadratik denklemler için iki kökün varlığını kabul etti. Bir üçgenin yüksekliği ve üç kenarının uzunluğu bilindiğinde tabanının iki parçasını bulmak amacıyla cebirsel bir yöntem getiren cebirsel çarpma ve bölmeyi tartıştı. Nihayet kare şeklindeki bilinmeyen değişken için meyi (güç) kavramını ilk kez kullanan kişi oldu. Harezmi, cibb (sinüs), tecibb (kosinüs), zül (kotanjant) ve tezill (tanjant) teorilerini ortaya koymak suretiyle trigonometriyi inkişaf ettiren ilk Müslüman matematikçilerden oldu. Eseri sinüs, kotanjant ve diğer trigonometrik değerlere sahip 100 tabloyu içerir. Ayrıca daire, elips, parabol ve hiperbol (konik seksiyonlar) gibi iki değişkenli quadratik denklemlerin geometrik betimlemelerini mükemmelleştirdi. Günümüzde Irakta bulunan Kûfeli bir Arap Ebu Yusuf Yakub ibn Ishak elKindi (801870) modern aritmetiğin temellerini atmıştır. Kindi, bir giriş, sayılar teorisi üzerine sekiz ve bir cismin üç boyutuyla zamanı ölçme konusunda iki elyazması kitap bıraktı. Yine astronomik incelemelerde yararlanılan küresel geometriyi ilk geliştiren kişi oldu; küreler üzerine bir kitaptan başka bir küre üzerinde azimutun inşası ve üçüncü olarak bir kürenin nasıl düzleneceği üzerine kitaplar yazdı. Harranlı bir Süryani olan Sabit ibn Kurra (835900), Yunan matematiğinin önemli bir eleştiricisiydi. Öklidin eserlerini, Arşimedin düzenli heptagon konusundaki eserini, Appoloniusun konik kesitlere ilişkin sekiz kitabından yedisini ve Batlamyus ile 6. yüzyılda yaşamış bir iskenderiyeli müfettiş olan Eutociusun postülalarını çevirip yorumladı. İrrasyonel ve amicable sayıları da içeren bir sayı teorisi geliştirdi. İbn Kurra ayrıca Ûklid öncülleri ve önermelerini ele alan, iki doğru çizginin bir üçüncüsüyle kesildiği durumda (ki burada Öklidin postülasını ispata çalışmaktaydı) ortaya çıkan sorunlar ve önermeler konusundaki kitabında cebirsel geometrinin kurulmasına yardımcı oldu. Bu Süryani uzman, limitler teorisini kullanarak elipsgiller dahil tüm şekillerin cisimlerinin yüzey ve hacimlerini belirlemek suretiyle bütünleştirme (integration) ilkesine ulaşmayı hemen hemen başardı. Harranlı bir diğer bilim adamı olan Muhammed ibn Cabir elBattani (850929), trigonometriyi (musellesat) sistematik biçimde geliştirdi ve onun alanını küresel trigonometriye dek genişletti. Sinüs, tanjant ve kotanjantların ilk eksiksiz tablosunu yüksek bir doğruluk oranıyla hesapladı; matematiğe, kökensel trigonometrik bağıntılar kurmaya yarayan trigonometrik oranlar fikrini soktu. Sinüsleri, Yunan kirişleri karşısındaki üstünlüklerinin bilincinde olarak kendi astronomik incelemelerinde kullandı Cebirsel bağıntıları trigonometrik işlemlere uygulayarak genel ve doğruküresel üçgenler için yanlar ve üçgenler arasındaki bağıntıyı geliştirdi. Afganistandan bir İranlı, EbulVefa elBuzcani, 10. yüzyılın en büyük matematikçisiydi. Yüksek dereceli denklemleri geometrik olarak çözümleyerek Harezminin çalışmasını tamamladı. Buzcani, bütünleştirme (integration) ilkesine ulaşmasına ramak kalan konik kesitlerin eksenleri çevresinde dönmeleriyle meydana gelen cisimlerin hacimlerini hesaplayarak konikler üzerinde çalışmalar yaptı. Bu İranlı bilginin eseri, trigonometride hatırı sayılır bir yere sahipti; zira bir açının sekantı ve kosekantı ile onun tanjant ve kotanjantı arasındaki bağıntıları olduğu kadar, yarım açı ve tam açılardan sinüs ve kosinüslerini bağıntılayacak ifadelerden çıkarttı. Fizikçi Ibn Yûnusun çalışması (öl. 1009), ilk kez iki açının kosinüslerinin sonucunun, farklarının kosinüsünün toplamına ve onların toplamının kosinüsüne eşit olduğunu kanıtlayarak logaritmanın müjdecisi oldu. Böylelikle Ibn Yûnus, logaritmik işlemlerin kullanımını mümkün kılarak kosinüslerin sonucunu bir toplama dönüştürdü. Bağdatlı Ebu Bekir elKerhi (öl. 1024), ElKafi filHisab ve elFahri adlı kitaplarında aritmetik üzerine çalışmalar yaptı. Integral hesaplarına göre, iki kübün toplamının hiçbir zaman bir küp olamayacağı teoremini kanıtladı, ikiden daha yüksek dereceli bazı özel denklemlere rasyonel çözümler ve lineer denklemlere tahmini çözümler için bir yöntem geliştirdi. Optik üzerine araştırmalarında yeni bir teknik kullanan fizikçi İbnulHeysem (9651039), cebir ve geometri arasında yakın bağıntılar kurarak analitik geometriyi keşfetti. Bir dairenin yüzeyinde verili iki noktadan bu noktalarla kesişen doğrular çizme problemini çözdü. (Bu problem fizikçinin, bir daire üzerindeki bir hiperbolü kesiştirmek suretiyle çözdüğü quadratik bir denkleme götürmektedir.) Aynı zamanda konikler vasıtasıyla kübik denklemi çözmeye çalıştı ve köksel eksende olduğu gibi özgün geometrik teoremleri kanıtladı. Üç dik açılı dörtgeni (Batıda lambert dörtgeni denir!) kullanarak Ûklidin beşinci postülasını ayrıntılı biçimde açıkladı ve bu suretle dördüncü açının mutlak doğru bir açı olması gerektiğini ispatladı. İbnulHeysem, verilen bir doğruya eşit uzaklıktaki bir noktanın hattının zorunlu olarak doğrununkine paralel olduğunu varsaydı; bu, Öklidin postülasına denk bir varsayımdır.4 12. yüzyılın başlarında EbulCud Ibn Muhammed IbnülLeys, hiperbollerin kesişmesi ve eşkenar hiperbol kavramını uygulayarak bir açıyı üçe bölecek bir yöntem önerdi. Ve heptagon ve nonagonları çizme yöntemlerini buldu. Meşhed yakınlarındaki Nişabur şehrinden bir iranlı, Ömer Hayyam (10451121) cebir ve geometri üzerine önemli çalışmalar yaptı. Aynı zamanda konik kesitleri kullanarak kübik denklemlerin bütün tiplerini pratik yoldan çözdü. Orta Asyalı bir Türk matematikçisi olan Gıyasuddin Cemşid ibn Mesud elKaşi (ölümü 1424) kök 60ın kesirlerini ilk bulan ve değiştirdiği formülleri, kitabı MijtahulHisabda ilk olarak ortaya koyan kişi olup onlu kesirleri matematiğe sokan ilk bilim adamıydı. Endülüsün mazlum halkı son günlerine kadar dehalar yetiştirmeye devam etti. Matematikçi EbulHasan Ali elKelsadi (14121486) Bastah (bugünkü İspanyada Baza) şehrindendir. KeşfulEsrar an İlmulGubar adlı kitabında bugün bütün dünyada kullanılan cebirsel sembolleri ortaya attı. Şın harfini karekökün, kef harfini bilinmeyen miktarın (x), cim harfini karenin, mim harfini küpün, lam harfini eşitlik işaretinin sembolü olarak kullandı. Aynı zamanda bir oranlar dizisiyle bir niceliğin (sayının) karekökünün bulunacağı ihtimaline değindi. 16. yüzyılda Cezayirli ibn Hamza elMagribi geometrik işlemler konusundaki eseriyle logaritmik işlemlerde Ibn Yünustan da ileri gitti ve hakikaten önemli bir teorem geliştirdi. Son büyük Müslüman matematikçilerden birisi, İranın İsfahan şehrinden Bahaüddin elAmili (15471622) idi. Kitabı Hülasa elHisabda sağır (deaf) sayıların kareköklerini bulmak için yaklaşık bir kural buldu. Aynı zamanda cebir ve aritmetik üzerine de kapsamlı çalışmalar yaptı. Fizik 9. yüzyılın en önemli eseri, Bağdatlı fizikçi Mûsa ibn Şakir ve oğulları Muhammed, Ahmed ve Hasanın KitabulHiyeZidir. Bu kitap mekaniğin yasalarını ve denge problemlerini ele almaktadır. Matematikçi elKindi (801870) ışığın yansımasıyla ilgilenen optiğin öncüsü ve aynı zamanda müzikal sesler teorisini geliştiren ilk insan olmuştu. Fiziğe diğer bir önemli katkı, Türk filozofu Ebu Nasr elFarabinin (872950) boşluğun varlığını kanıtlayan deneyleri anlattığı RisaletülHalasıdır. Farabi hava dalgalarına dayanarak müzik seslerini inceledi. Mısırlı Ebu Said Abdurrahman ibn Yûnus (öl. 1009) sarkacı buldu. Salınımını hesaplayıp onu, Galilenin çağından çok daha önce zamanı ölçmekte kullandı. Basralı (Irak) IbnulHeysem (9651039) kesinlikle modern optiğin babasıdır. KitabulMenazirde yüzyıllar sonra Smell van Royen tarafından bulunduğu iddia edilecek olan ışığın kırılması yasasını ispatladı, iki farklı ortamın karşılıklı yüzlerini kesen ışığın kırılması ve düşmesi (incidence) üzerine tablolar yaptı. IbnulHeysem alacakaranlığı, olayın başlangıcı (sabah) ve sonunda (akşam) 19 derece olan ufkun altındaki güneşin meydana getirdiği çökmeye oranlayarak atmosferik kırılmaya bağladı. (Bugün kabul edilen değer 18 derecedir.) Bu noktadan hareketle akışkan atmosferin yüksekliğini yaklaşık 88 kilometre olarak hesaplamıştır. IbnulHeysem aynı zamanda küresel ve parabolik aynalardaki görüntülerin oluşmasını sağlayan yasaları formülleştirmiş, küresel sapmayı ve merceklerin gerçekleştirdiği büyütme olayını açıklamıştır. Doğru bir biçimde gözün sebakiyyesinin (retina) onun duyarlı kısmı olduğunu tespit etmiştir. Yunanlıların optikle ilgili öğretilerini reddederek gözün nesnelerin görüntülerini onlardan aldığı ışığa tepki göstermek suretiyle kabul ettiğini ispatlamıştır. O, bir nesnenin şeklinin gözdeki mercekler aracılığıyla aktarıldığı düşüncesindeydi. Kendisi neredeyse fotoğrafın keşfine ulaştıracak camera obscura ile rastlantı sonucu karşılaştı. IbnulHeytem, geometriden yararlanarak bir aplanatik yüzeyin yansıması ve çukur bir ayna üzerinde bir noktanın bulunması gibi problemleri çözdü. Onun çalışması yüzyıllar sonra mercek sanayiinin temellerini attı. iranlı hekim İbn Sina (9301037) ile birlikte ışığın sınırlı bir hıza sahip olduğunu söyleyen ilk insandı. IbnulHeysem ayrıca cisimlerin hareketini de inceledi. Hareketin yönlendirilmiş vektör olduğunu ve bir cismin üzerinde faaliyet gösteren merminin, biri hareketin yönüne paralel, diğeri ona dikey bir öğeyi içeren güçlere sahip olduğunu hesapladı. Bir cismin eğer hiçbir güç onu durdurmaz ya da hareketini değiştirmezse sonsuza dek hareket edeceğini ortaya attı. Nihayet, iki eşit gücün yerini onların toplamına denk bir üçüncü gücün alabileceğini ve onlardan eşit uzaklıktaki bir noktada hareket edebileceğini kanıtladı. Ses, bir başka bilim adamının, elCelmdekinin araştırma konusuydu. EsrarulMizan adlı eserinde şunları söylüyordu: (Ses) titreşimi suyun ya da havanın hareketinin taşınması değildir, o bir etkidir ki, hareketten sonra hareketi ve sükûndan (durgunluktan) sonra sükûnu meydana getirir. Sözlerine şunları ekliyordu: Yankı, havanın yüksek bir dağa ya da duvara çarparak dalgalanmasının yansımasıyla meydana gelir. Buradan yankının, sesi işitmekle onun yankısını işitmek arasında küçük bir zaman (farkı) olması (nedeniyle) ortaya çıkan kısa aralıklar yüzünden algılanmadığı ortaya çıkar. Harezmli bir başka bilim adamı, ses ve ışığın hızlarını çok yakından duyan Ebu Reyhan elBiruni (9731048) idi. O, ışığın hızının sesin hızına bakılarak ölçüldüğü takdirde aşırı ölçüde büyük olduğunun bulunabileceğini kaydetti. Aynı zamanda madenlerin ve maden olmayan maddelerin özgül ağırlıklarını büyük ölçüde doğru olarak hesapladı. Zaman onu bazı noktalarda haklı çıkardı. Keza basınca dayanarak çalışmalarını açıkladığı artezyen kuyuları konusunda da büyük bir eser yazdı. Mervli (şimdiki Türkmenistandaki Mary şehri) EbulFeth Abdurrahman elHazin, 12. yüzyılın başındaki en değerli fizikçilerden biriydi. Kitabı MizanulHikmede esasen mekanik ve hidrostatikle uğraştı. Hazin havanın tıpkı sıvılar gibi kaldırma gücüne sahip olduğunu ve havada bulunan bir cismin ağırlığının, gerçek ağırlığından daha düşük geleceğini gözlemleyerek havanın ağırlık ve yoğunluğunu hesapladı. Özgül yoğunluklarının, bu değerleri doğru şekilde ölçerek, ısı ya da tuzluluk ile değişeceğini de biliyordu. Evangelista Torricelli gibi bilim adamları tarafından yüzyıllar sonra öne sürülen pek çok deneysel sonuçlar Hazin tarafından hem de çok daha doğru biçimde elde edilmişti. O, sıvıların yoğunluk ve ısısını ölçmek için aerometreyi ilk kullanan kişiydi. Aynı cismin en ufak parçacıklarını bir arada tutan çekici güçlerin (sözde Van der Wall gücü) ve (daha sonra Nevvtona atfedilen) çekim gücünün varlığına inanıyordu. Düşen bir cismin hızı, bu cismin aldığı yol ve geçen zaman arasındaki gerçek ilişkiyi 17. yüzyılda Galile tarafından keşfedilen tüm yasaları ilk farkeden kişi oldu. Son büyük Müslüman fizikçilerden birisi de, mekanik, optik ve atmosferle ilgili olaylar üzerinde çalışan İranlı Kutbuddin eşŞirazi (12361311) idi. Gökkuşağına, güneş ışınlarının havadaki ufacık su damlalarında kırılmasının yol açtığını açıklayan ilk kişi oydu. Onun döneminden sonra Müslüman fizikçilerin hem nitelik, hem de nicelik bakımından geriledikleri bir gerçektir. Astronomi Arap dünyasında antik uygarlıkların astronomiye ilişkin eserlerinin çevrilmesi Emeviler döneminde başlayıp Abbasilerin ilk döneminde devam etti. İbrahim Ibn HabilulFezari (öl. 777) pek çok Hintçe kitap çevirmesinin yanında astronomide ilk özgün eseri veren Müslüman bilim adamı idi. Usturlabı icat etti, güneş ve ay tutulmalarını önceden tahmin etti; güneş yılı, yıldızların hareketleri ve namaz vakitleri konularında çalışmalar yaptı. Sonraları özellikle ElHaccac Ibn Yusuf tarafından Batlamyusun (Ptolemy) ElMecseti (Almagesti) gibi Yunancadan astronomiyle ilgili kitaplar çevrilmeye başlandı. Ardından islam diyarında dünyanın dört bir yanındaki astronomları kendine cezbedecek gözlemevleri (rasathaneler) inşa edildi. Müslüman astronomların ilk büyük başarısı, hiç kuşkusuz bir nüshası Leydende (Hollanda) mevcut bulunan Ibn Yûnusun KitabuzZiculKebirulHakimi yazmasında açıklanıp 10. yüzyılda EbutTayyib Sind Ibn Ali tarafından tanımlanan eserdir. Halife Memun, bir grup Müslüman gökbilimcisine, dünyanın çevresini ölçmeleri için emir vermişti. Onlar bu görevi dümdüz iki çöldeki toprak tabakasının büyüklüğünü ölçmek suretiyle yerine getirdiler; buldukları derece 56.666 Arap miliydi (111.812 km) ki, bu hesaba göre yeryüzünün çevresi 40.253.4 km geliyordu. Gerçek rakamlarsa ekvatordan 40.068.0, kutuplardan ise 40.000.6 kmdir. Memun tarafından atanan saray gökbilimcisi Harezmi, astronomik tabloları ilk düzenleyen kimseydi; gezegenlerin hareketlerini, güneş ve ay tutulmasının eğikliğini ve hassas jeodezik ölçümleri hesapladı. Daha önce bahsettiğimiz matematikçi Kindi, küresel bir evren modeli geliştirdi ve geometriden yararlanarak onun şeklinin sınırlı olduğunu öne sürdü. (Aynı zamanda okyanusların yüzeyinin, hatta yeryüzü yüzeyinin küresel olduğunu da ispatladı.) Ay ve güneş tutulmalarını ve diğer gök dairelerini göstermek üzere bir küre iskeleti çizdi. Bir diğer matematikçi Battani (850929), güneşin hareketi sırasında zamanın denkleşmesindeki (equation) hafif bir değişmeden kaynaklanan apsisleri* keşfetmek suretiyle güneş apojesi Apsis: gezegenin yerçekimi merkezine en uzak ve en yakın noktaları, elipsin tepeleri. Apoje (apogee): Bir gök cisminin (örneğin ayın) yörüngesinin yeryüzünden en uzak noktası. Doruk, zirve. nin boylamında M.S. 150 yıllarında Batlamyusun ölçümünden bu yana 16° 17 kadar bir artık olduğunu gözlemledi. Dünyanın yıllık açıklığını 54°5 saniye olarak, ay ve güneş tutulmasını 23 derece 35 dakika olarak, güneş yılının uzunluğunu ise 365 gün 5 saat, 46 dakika olarak (yalnızca 2 dakikalık bir hatayla) ölçtü. Güneşe azami, orta ve asgari uzaklıkları basit bir trigonometrik kural yardımıyla 1,146, 1,108 ve 1,070 dünya yarıçapı olarak hesapladı; hesabı yalnızca 20 faktör uzak düşmüştü fakat onun dışmerkezliğinin değeri gerçeğe çok yakındı. Güneş, ay ve gezegenlerin hareketine ilişkin astronomik tabloları olduğu kadar 880881 yılı için sabit yıldızlar katalogunu da derledi. Orta Asyadan Ferganalı gökbilimci EbulAbbas İbn Muhammed İbn Kesir (9. yüzyıl), tüm enerjisini yeryüzünün ay ve gezegenlere olan uzaklıklarını ölçmeye hasretti. Güneş (64° 166) ve Marsın (8,876) uzaklıkları için dünyanın yarıçapına oranlayarak ortaya koyduğu değerler gerçek rakamlara (sırasıyla 64°376 ve 8,4841) inanılmaz ölçüde yakındı. Ayın hacmini yeryüzününkine oranlayarak doğru olarak ölçtü ve güneş, Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürnün nisbi hacimlerini de buldu. Bunlar bilim adamlarının Kopernikin zamanına kadar kullandıkları değerler oldu. Tahran yakınlarındaki Reyde doğan Abdurrahman esSufi (903986), sabit yıldızların tablosunu çıkardı ve onların göksel konumlarının haritalarını çizdi; binden fazla yıldızı, sembolik olarak hayvan grupları halinde adlandırdı. Bu sistem halen kullanılmaktadır ve bu yıldızların Avrupadaki adları onun eseridir: Algorab (elQurab), Deneb, (eldib), Eldeburan (eldeberan) ve Benetnasch (banat nass). Başka bir İranlı olan Muhammed elBuzcani (940998), yüzlerce yıl sonra Tycho Brahe tarafından bulunduğu iddia edilen ayın hareketlerinde sapmalar olduğunu keşfetti. Adından sık sık söz ettiğimiz İbnulHeysem, deniz yüzeyinden atmosferdeki ışık kırılmasını hesaba katarak gerçek yıldız konumlarını belirlemek üzere optiği kullandı. Bir yıldızın hacmiyle ilgili yasayı onun zenitten (samt) geçiş süreciyle geometrik olarak ispatladı ve küresel cisimlerin niçin daire şekline göründüğünü açıkladı. Biruni, Galileden 6 asır önce dünyanın kendi çevresinde döndüğünü iddia ediyordu. Usturlabdan ve bir deniz ya da düz bir çöl yakınındaki yüksek bir dağdan yararlanarak oldukça karmaşık bir jeodezik denklemi çözmek suretiyle dünyanın çevresini hesapladı. Aynı zamanda dünya üzerindeki herhangi bir noktadan Mekkenin yönünü bilimsel olarak tespit etti. Kadisli (bugün Ispanyadaki Cadiz) bir Endülüslü, İbn Tufeyl (öl. 1185), daha sonra Dante tarafından İlahi Komedyada taklit edilen Hayy bin Yakzan adlı felsefi bir roman yazdı. Bu kitabında evrenin yasalarının birliği ve bu yasaların sürekliliği (kendisi evrenin sonlu olduğuna inanıyordu) üzerinde bir teori geliştirdi. Önceki pek çok Müslüman bilim adamının yaptığı gibi Batlamyusçu modeli reddetti ve onu gerçekliğe daha yakın kılmaya çalıştı. Suriyeli Alauddin İbnusSatirin (13061375) en önemli başarılarından birisi, 150 yıldan daha fazla bir süre sonra gelen Kopernike nisbet edilecek olan ay teorisi idi. Batlamyusun öne sürdüğü ay aralığındaki aşırı değişmeyi bir yana bırakarak güneşin, bir zamanlar Batlamyusun varsaydığı gibi dairevi (circular) değil, elipsimsi bir yol izlediğini iddia etti. IbnusSatir yalnızca tekbiçimli dairevi hareketlerin kombinezonundan doğan hareketlerden yararlandı. Onun sistemi sabit bir açısal hızda dönen sabit büyüklükteki niceliklerden oluşuyor ve Kopernikin çok yıllar sonra yapacağı gibi Batlamyusu bir kenara bırakıyordu. IbnusSatir aynı zamanda eliptik eğikliği 1364 yılında Şamda yaptığı ölçümde 23 derece 31 dakika olarak tespit ederek gök cisimlerinin • hareketlerini araştırmıştır. Bugün biz gerçek rakamın 23 derece 31 dakika 19°18 saniye olduğunu biliyoruz. Birçok astronomik araç icad etti, düzenli biçimde hassas gözlemlerde bulundu ve en önemli eseri olan RasdusSatiri yazdı. Son önemli Müslüman astronom Tarudanttan (Fas) yükselen bir ses, Şemsüddin erRudani (16271683) oldu. Rudani zamanı ölçmek için küre biçimde bir makina icat etti. Bu makinanın içinde gülleler iş görüyor ve herhangi bir boylam ya da enlemde çalışabiliyordu. Müslüman bilim adamları diğer bilim dallarında olduğu gibi kimyada da ilkin kadim kitapları Arapçaya çevirmekle işe başladılar. Fakat Yunanlıların kimya konusundaki araştırmaları, temel madenleri altına çeviren felsefe taşı ve insanı ebedi sağlık ve gençliğe kavuşturan hayat iksiri gibi felsefi görüşlerle doluydu. Bilimsel çözümlemede deneye gerçek yerini kazandıranlar, ilk kez Müslümanlar oldu; onlar deney vasıtasıyla farklı kimyasal teorilerin değerini test ettiler. Zamanla adları Avrupa dillerinde Arapça çeşnisi gibi kalmış olan pek çok yeni ürünü keşfettiler: Chemistry (elkimiye: kimya), alambic (elalanbik: imbik), alcohol (elkühûl), alcaline (elkalavi), arsenic (ezzırmk) vb. Müslüman bilim adamları dünya ekonomisinde devrim yaratan kağıt sanayisinde daha önce bilinmeyen bir işlem geliştirdiler. Bu işlem 751de Orta Asyada bulunan Semerkandın Müslüman valisi Ziyad İbnusSalihin Çine askeri bir heyet yollamasıyla başladı. Bu etki, Müslümanlara ilkel bir kağıt işleme yöntemini öğreten çeşitli esirler eliyle geldi. 794de Horasanın Müslüman valisi elFadl İbn Yahya elBermeki, bu işlemi geliştirdi ve ilk kağıt fabrikasını kurdu. EsSalibi, LetaifulMaarif adlı kitabında onun başarılarından şöyle söz eder: Semerkandın kağıtları Mısırın papirüslerini ve eskilerin üzerine yazı yazmak için kullandıkları derileri geride bıraktı, çünkü bu ? kağıtlar hem daha elverişli, daha ince, daha maharetli, hem de .. daha kullanışlıdır. Sözkonusu sanayi 9. yüzyıl civarında Suriye ve Mısıra, 10. yüzyılda Endülüse (Müslüman İspanya ve Portekize), 11. yüzyılda ise Kuzey Afrikaya ulaştı. Üretilen kağıtların numuneleri İspanya kütüphanelerinde, özellikle Escorialda bulunmaktadır. Iraktaki Kûfeli Cabir Ibn Hayyan elKûfi (738813) ilk büyük Müslüman kimyacı ve hiç kuşkusuz modern kimyanın babasıydı. Şamda Bevvabe yakınlarındaki laboratuvarında çalışırken deneylerini madeni, nebati (bitkisel) ve hayvani materyalleri kullanmak suretiyle beş duyuya dayandırdı. Deneylerini kendisi şöyle anlatır: Onu ilk kez elim ve beynimle tanıdım, doğru hale gelinceye kadar araştırdım ve nihayet ondaki yanlışları gözlemledim. Ibn Hayyan kesme, yakarak toz haline getirme ve kristalleştirme işlemlerinde kullanılan araçları icad etti. Arıtma, buharlaştırma, sıvılaştırma, billurlaştırma, yakarak toz haline getirme, damıtma, mumlama, saflaştırma, eritme, dondurma, kavurma, alaşım/karışım ve oksitlenmeye ilişkin temel işlemlerin tümünü tanımlayarak geliştirdi. Su banyosu kullanılarak yapılan doğrudan damıtma ile kum banyosunu kullanmak suretiyle yapılan dolaylı damıtmayı birbirinden ayırdı. Ibn Hayyanın iddiasına göre, Su, yalnızca damıtma yoluyla saflaştırılabilir, başka türlü sudaki kirler onun içinde çözünürler ve saflaştırmanın herhangi bir etkisi olmaz. Ibn Hayyan alkalinler, asitler, tuzlar, boyalar ve yağları da içeren pek çok yeni ürün tesbit etti. Sülfürik asiti, nitrohidroklorik asiti (aqua regia ya da kral suyu ki, platin ve altın gibi metalleri eritmekte kullanılan nitrik ve hidroklorik asitlerin karışımıdır), sodyum hidroksiti ve hatta Danziger Gokhvasser şurubunu hazırladı. Aynı zamanda CH3COOH (ki buna sirke asiti diyordu) ile sülfatlar, nitratlar ve potasyum ve sodyum karbonatlar gibi çok sayıda tuzu üretmeyi başardı. Kuru çamaşırları koruyacak ve ilaveten pası önleyecek bir madde icad etti. Değerli yazmalarda kullanılmak üzere mürekkepler, elbiselerde ve hayvan postlarında kullanılmak üzere farklı renklerde boyalar hazırladı. Toparlayacak olursak, Cabir Ibn Hayyanın kimya üzerine 500den fazla araştırması bulunmasına rağmen, pek azı bize ulaşmıştır. En ünlü kitapları Yetmiş (The Seventy), Asitler (TheAdds), Zehirler (The Poisons), Nihayetülltkan, Risaletülafran ve EsSunatulllahiye velHikmetulFelsefiyedir. Son eserden aşağıya alacağımız bir bölüm onun bilimsel anlayışının büyüklüğünü ortaya koymaktadır: Civa ve kükürt tek bir maddeyi meydana getirmek üzere bir araya gelir fakat bu maddenin tamamen yeni olduğunu ve civa ve kükürtün tamamiyle değişeceğini sanmak yanlıştır. Gerçek şu ki, her ikisi de kendi doğal özelliklerini korur ve meydana gelen herşey bir daha farklılaştırılması kabil olmayacak derecede etkileşip karışan iki maddenin kısımlarıdır. Eğer biz kimi özel araçlar yardımıyla iki kategoriyi en küçük parçacıklarına ayırabilseydik her bir elementin (unsur) kendi teorik özelliklerini koruduğu görülecekti. Sonuç, elementler arasındaki kimyasal kombinezonun onların özelliklerinde herhangi bir değişme olmadan sürekli bağlantılar yoluyla meydana geldiğidir. Son büyük Müslüman kimyacı, iranlı Ebubekir Zekeriya erRazidir (854932). Tatlı maddeleri ekşitmek (mayalandırmak) suretiyle alkolü olduğu gibi sülfürik ve diğer asitleri de hazırladı. Civa ve bileşiklerini inceledi, nihayet kimyada kullanılmak üzere 20den fazla aletin tasarım ve kullanımını ele aldı. Razi deney işlemini, önce kullandığı malzemeleri, sonra aygıtları, yöntemleri ve deney şartlarını tanımlayarak geliştirdi. Kimyasal maddeleri ilk kez maden, bitki ve hayvan kategorilerine ayırdı ve canlı bir bedenin işleyişinin karmaşık kimyasal tepkilere dayandığını öne sürdü. Mecritten (Madrit) bir Endülüslü, EbulKasım elMecriti (9501007), kütlenin korunumu ilkesini ilk kanıtlayan yaklaşık 900 yıl kadar sonra Lavoisierye yakıştırılan onurdur bu kişi oldu. Konuyla ilgili deneyini bizzat kendisi RutbetilHakimde şöyle anlatır: Saf ve parlak civayı alıp onu camdan mamul yumurta biçimli bir kaba koydum, nihayet onu da mutfak kaplarına benzer bir başka kaba aktardım. Elimi aletin dış yüzüne değdirebileceğim kadar düşük ateşte onu ısıttım. Isıtma işlemi kırk gün sürdü ve aleti açtığımda civanın toplam ağırlığında hiçbir değişme olmaksızın (ki ağırlığı 0,113.5 gramdır) kırmızı toza dönüşmüş olduğunu gördüm. Kırmızı toz, bugün bildiğimiz civa oksit (HgO) idi. Bu deneyi Lavoisierninkiyle karşılaştırınız. Hekim Ibn Sina (9801037) madenlerin, taşların ve dağların oluşumuna ilişkin gerçeğe uygun teoriler geliştirdi. Madenlerin kolayca altına dönüştürülebileceği inancına karşı çıkıyordu: Çünkü her madenin bildiğimiz dönüştürme yöntemleriyle değiştirilmeyen kendine özgü bir yapısı vardır. Diğer kayda değer Müslüman kimyacılar ise şunlardır: Filistinli Muhammed elMakdisi (10. yüzyıl), Iraklı Ibn Cezle (öl. 1080), Rızam minezZehab\n yazarı Endülüslü EbulHasan IrfaerRes (öl. 1197), ElMukteseb fi Keyfiyeti IntacizZeheb adlı eserinde altın üretme yöntemlerini anlatan Iraklı EbulKasım Ahmed elIraki (13. yüzyıl) ve Türk İzzuddin Ali ElCildaki (öl. 1361). Tıp Müslümanlara ait ilk hastaneler, islam ordusunun açık hava hastaneleri de dahil, daha Medinede Hz. Peygamberin sağlığındayken kuruldu. İslam devleti genişledikçe şehirde genel hastaneler görülmeye başlandı. İlk uzman sağlık kuruluşu 707 yılında Emevilerden elVelid tarafından Şamda kuruldu. Bu bir cüzzam hastanesiydi. (Emeviler ayrıca ruh hastalıkları konusunda uzmanlaşmış) askeri ve seyyar hastaneler ve kurumlar tesis ettiler. 9. yüzyılda Abbasi halifelerinden Memun zamanında eczaneler devlet denetiminde teşkilatlandırıldı. Her şehrin kendi resmi eczacıbaşısı vardır. Uzmanlık metinlerinin çevirileri, islam devletinin güney Iraktaki Cundişapur gibi ünlü tıp okullarını tevarüs etmesiyle erkenden başladı. En büyük çevirmen, hiç kuşku yok ki, Iraklı bir Hıristiyan olan Nesturi mezhebinden Huneyn Ibn Ishak (807877) idi. Huneyn, Yunanca eserleri, özellikle de Hipokratın, Galenin, Egeli Paulun ve Dioscoridesin eserlerini çevirdi. Tıbba ilişkin, özellikle göz, gözün yapısı ve hastalıkları ve eczacılık konularında orijinal eserler kaleme aldı. ilk büyük Müslüman hekim, 850912 yılları arasında yaşamış olan İranlı Ebubekir Zekeriya erRazidir; ilkin Tahran yakınlarındaki Rey Hastanesinin başhekimi olarak, sonra ise aynı sıfatla Bağdat Hastanesinde çalıştı. Önde gelen hekimlerden biri olan Razi kızamığı çiçek hastalığından ilk ayırt eden ve onlar hakkında eser yazan ilk kişiydi. Bize 24 ciltlik tıp ansiklopedisi olan Ki£abu!Hdviyi bıraktı, içinde klinik vakaları büyük bir doğrulukla kaydetmektedir. Bir diğer eseri ElMansûri yüzyıllar boyu yararlanılan bir tıp ansiklopedisi olmuştur. Razi, ayrıca biri diyet (perhiz), diğeri farmakoloji üzerine iki kitap kaleme aldı. İkinci kitabı SırrulEsrarda ilaçları madeni, bitkisel ve biyolojik kategorilere ayırdı ve vücuttaki etkilerini tanıttı. Aynı zamanda ilk kez hayvanlar üzerinde yeni ilaçları, yan etkilerini de inceleyerek, denedi. Anestezide afyon ve haşhaştan yararlandı, laboratuvarında sodyum hidroksit ve potasyum karbonat gibi tuzları üretmeyi başardı. Hem teorik, hem de uygulamaya dönük yapıda olan diğer bir tıp ders kitabı, iranlı hekim Ali IbnulAbbas elAhvazi (öl. 940) tarafından kaleme alındı: ElKitabulMeleki. Yazar damarlarla atardamarlar arasında bağlantıyı sağlayan bir ağdan ilk kez söz etti. Akciğerin hareketinden dolayı tüberkülozun tedavisindeki güçlüğe ve lenf bezi ve bademciklerdeki rahatsızlıkların cerrahi müdahaleyle giderileceğine değindi. Ahvazi, çıkıkları ve alt çeneninki gibi üzücü kemik kırıklarını iyileştirmeye çalışan ünlü bir çıkıkçı (osteopat) idi. İyileşmelerini müteakip hastalarının yataklarına yazılı endikasyonlar bırakırdı. Farmakolojide çeşitli haplar, tozlar, şuruplar, merhemler, müshiller ve diş macunları hazırlayıp tarif etti. EbulKasım Abbas ezZehravi, 30 ciltlik etTasrif li men Aceze anitTelif adlı 500 yıldan fazla bir süre standart metin kabul edilmiş olan eserinde ameliyatlarından ve kullandığı cerrahi aletlerden bahseden 936 Kurtuba (Cordova) doğumlu bir cerrahtı. Mesaneden taş söktürmek, rahimden ölü bir ceninin alınması veya bir organın kesilmesi gibi hassas ameliyatları başarıyla gerçekleştirdi. Jinekoloji, göz ve kulak bozuklukları ile diş çıkarma konularında metinler yazdı. Kullandığı aletlerin pek çoğu kendi buluşuydu. nı adlandırdı: essebakiye (retina), elkurniye (cornea), essai! eltnai (göz sıvısı) ve essail elzucaci (vitreous humor: gözün retinayla çevrili boşluğunu dolduran pelte koyuluğundaki saydam ve renksiz sıvı). Getirdiği açıklamalar gerçeğe mutabık olup mercekler konusundaki eseri göz kusurlarını düzeltmek için çalışanlara yol göstermiştir. Buhara yöresinde yetişen çok sayıdaki dehadan birisi de Ebu Ali İbn Sina ya da Batıda bilindiği adıyla Avicenna (9801073) idi. Menenjiti doğru olarak tanımlayan, mediastinitis ve zatülcenbi tefrik eden ve tüberkülozun bulaşıcı özelliğini keşfeden ilk uzman odur. Sarılığa yol açan hastalıkları tanımlamış ve yüz felcinin kökenlerini organik olanlar ve organik olmayanlar şeklinde ikiye ayırmıştır. Göğüs hastalıklarını incelemiş ve beyin kanaması ve ankilatasisini (eklem katılaşması) ki ince bağırsağın üst kısmında yerleşen bir kurdun meydana getirdiği hastalıktır gerçeğe uygun biçimde anlatmıştır. Ibn Sinanın tıp alanında ders kitabı olan ElKanun, kendisinden sonraki 500 yıl boyunca hem İslam, hem de Batı dünyasının standart kitabı olmuştur. Aynı zamanda anatomi, çocuk sağlığı, jinekoloji, kısırlık ve genital bozukluklara ilişkin ünlü kitabın da yazarıdır.7 EbulAbbas İbn Cezle, 1080 yılında ölen bir Mısırlıdır. Kitab TakvimulAbdan adlı patoloji konusunda bir ansiklopedi telif etti; bu ansiklopedide kanser dahil bilinen tüm hastalıkların klinik tanımlarını verdi. Farmakoloji konusundaki ikinci eseri Kitab MinhaculBeyarida ise şifalı bitkileri ve iyileştirici etkilerini kaleme aldı. Malaka asıllı üçüncü Endülüslü, en büyük Müslüman farmakolog olmaya hak kazandı. O, şifalı bitkileri hakkında bilgi toplamak uğruna çok sayıda Müslüman ve Müslüman olmayan beldelere yolculuk eden Ebu Muhammed İbnulBaytardır (11971248). ElCamiulEdviyetulMufredesinde: tarif ettiği 1400 ilaçtan 300ü kendisine aittir. Şam şehrinden bir Suriyeli, Alaaddin EbulHasan IbnunNefis (12101298), pek çoklarınca Ibn Sinayı geçtiği düşünülen ender rastlanır dehaya sahip bir hekimdi. Şerhi Kanun Ibn Sina adlı eserinde başkalarının pek çok yanlışını düzeltti, özellikle de kalp ve akciğerleri bağlayan atardamarlarla ilgili olanlarını. İbnunNefis, Avrupalı doktorların onun eserlerinden harfi harfine çevrilmiş ifadelerle 300 yıl sonra bulduklarını iddia edecekleri kanın kılcal damarlar vasıtasıyla dolaştığını, doğru olarak ilk kez dile getirdi. Kan dolaşımı bu Suriyeli hekimin eserlerinde beş kez anlatılmış ve akciğerin yapısının ne olduğunu anlayan, bronşları ve nefes alıp vermeyle kan damarları arasındaki bağlantıları ilk yakalayan kişi olma unvanını kazanmıştır. Koroner damarların çalışmasını da kalp kaslarının uyarılması şeklinde anlatmıştır. IbnunNefisin çalışmalarından sonra tıp alanında Müslümanların yaratıcılığı azalmaya başladı. Bununla birlikte 14. ve 15. yüzyıllar bu alanda üç büyük ismi ortaya çıkardı: Iraklı Yûsuf elKutbi, Türk Kadir Hacı Paşa ve Suriyeli Hıristiyan Davud elAntaki (öl. 1599). Coğrafya Müslümanlar denizcilikte kullanılmak üzere mıknatısı geliştirdiler, daha önce zikrettiğimiz usturlabı ve gemici pusulasını icat ettiler. Limanlar ve menzilhaneler (merahil) ağıyla Asya, Afrika ve Avrupayı birbirine bağlayacak yeni kara ve deniz yolları oluşturdular. Gemi yaptıkları fabrikalara DarusSınaa (arsenals) adını verdiler ve gemilerin yöneticilerini emirulbahr (admiral: amiral) olarak adlandırdılar. Ayrıca yıldız ve deniz yolları haritalarıyla yollarını bulabilmek için yeni bir yöntem kullandılar; boylam meridyenlerle enlem paralellerini sabitleştirerek küresel kartografiyi oluşturdular.8 Nefis Ahmed, Müslim Contribution to Geography, Eşref Ashraf, Lahore, 1965. Müslümanlar Çin, Japonya, Hindistan, GüneyBatı Asya ve Hind Okyanusunu, İskandinavya, İrlanda, Almanya, Fransa ve Rusya dahil Avrupayı ve Afrika ile Akdenizi keşfettiler. Kutup bölgelerine ulaştılar, hatta Atlantik Okyanusunun ötesindeki bir kara parçasından haberdardılar. Onlardan, Müslüman olan elUsbune ya da şimdiki adıyla Lizbon şehrinden oraya ulaşmaya çalışan eşŞerif elidrisi (11001180), eşşubban elmağrûrin (gururlu genç halk) diye bahsetmiştir. Daha önce zikrettiğimiz matematikçi Harezmi, dünyanın çevresinin ölçülmesine katkıda bulundu. Halife Memunun emriyle bilinen dünyanın ilk Islami coğrafi haritasını çizmeye yardımcı oldu ve SûretulArz adlı eserinde Batlamyusun coğrafyası üzerinde genişletmelerde bulundu. 9. yüzyıl, pek çok ehliyetli Müslüman coğrafyacı ve kaşif ortaya çıkardı. Örneğin, bunlar arasında KitabulBuldanmda yolculuklarını anlatan Ahmed elYakubi ve ElMesalik velMemalik (Yollar ve Ülkeler) adlı kitabı basılmış olan coğrafyacı Ubeydullah Hurd Dabah (825912) vardır. Bir yüzyıl sonra Iraklı EbulHasan elMesudi o güne dek bilinen bütün dünyanın ayrıntılı bir atlasını hazırladı. İranlı olan Zahrab, Nil, Fırat ve Dicle nehirlerini ve bunlar üzerinde kurulan sulama sistemlerini en ince ayrıntısına dek anlatırken, hemşehrisi Ebu Muhammed IbnulHaik, Arap yarımadasını çalışma konusu yaptı. İslam dünyasından bir diğer coğrafyacı, 947de doğan Ebu Abdullah elMakdisidir. Yığınla seyyah arasından EkberurRıhle adlı kitabında Hindistana ve Çine yaptığı yolculuğu anlatan Ebu Zeyd elHassanulSayrafiyi, 921de Volga havzasına yaptığı kısa yolculuğu nakleden Ahmed Ibn Hammadı ve Hindistan, Afganistan, Tibet ve Çine yaptığı seyahatleri kaydeden Ebu Dalf elYenbuiyi de zikretmeliyiz. 11. yüzyılda iki ad özellikle göze çarpmaktadır. Birincisi, geride Arap yarımadasını kapsayan genel bir coğrafya rehberiyle özel bir coğrafya sözlüğü bırakan Endülüslü Ebu Ubeyd Abdulaziz elBehridir (öl. 1094). İkincisi ise Asya kıtasının büyük bir kısmını dolaşan İranlı Nasırı Hüsrev (10031061) adını taşımaktadır. Gırnatadan bir Endülüslü, Ebu Hamid Abdurrahman elKaysi (10801169) Avrupa ve Rusyayı gezdi, Macar Müslümanlarının baş kadısı oldu ve Doğu Avrupaya yapılan Mağribi göçünü kayda geçirdi. Müslüman coğrafyacıların en büyüğü, hiç kuşkusuz Faslı Ebu Abdullah Muhammed eşŞerifulİdrisidir (11001180). Çalışmalarından çoğunu adanın Norman istilacılarca Müslümanlardan geri alınmasından sonra başkent Palermoda Sicilya Kralı Roger adına yaptı. Idrisi yalnızca bir seyyah ve başarılı bir coğrafyacı olmaktan çok, matematiksel coğrafya disiplininin temelini atmıştır; sonraları (1569) Felemenkli Gerhard Mercator tarafından kendisinin olduğu iddia edilecek olan yeryüzünün silindir şeklindeki tasarımı sistemini ortaya koydu. Dünyayı yedi iklime bölerek herhangi iki boylam meridyeni arasındaki bölgeye iklim adını verdi. Daha sonra her iklimi on bölgeye ayırdı. Böylece Idrisinin dünya haritası yetmiş tabakaya ayrılmış oldu. Valenciadan bir Endülüslü, EbulHuseyn Ibn Çübeyr (11451217), Arap ülkelerine. Akkalıların (Galiledeki kıyı şehri Acre) kaleleri civarında Haçlıların işgal ettiği devletlerden geriye kalan toplumsal durumu kaydettiği bir seyahat yaptı. Aynı zamanda kaderlerini doğru bir şekilde önceden tahmin etmek suretiyle Norman sömürgecilerin yönetimindeki Sicilyalı Müslüman cemaatin içler acısı durumlarını dile getirdi. Nihayet, Yunan menşeli bir Müslüman, Ebu Abdullah elHemevi (öl. 1223), basılı Islami coğrafya sözlüğü MucemulBuldanm müellifidir. 13. yüzyılın kayda değer öbür coğrafyacıları, Gırnatalı kaşif EbulHasan Ibn Said (12101280), Güney Afrika üzerine eğilen Valencialı Ebu Muhammed elAbdari ve Endülüs ile Güney Afrikaya yaptığı seyahatleri kayda geçiren Faslı Ebu Abdullah Ibn Reşiddir. Ondan sonraki yüzyılda başka bir Faslı, Ebu Abdullah Ibn Battuta (13031377) tüm zamanların en büyük Müslüman seyyahı unvanını kazandı. Evini barkını Tancada bırakarak Maldiv adaları, Endonezya takımadaları, Hindicin ve Çine kadar doğuya uzanan yolculuğu tam 30 yıl sürdü. Müslümanların Matematiğe Katkıları ABDULLAH EDDAFFA Müslümanlar İslamın ilk yıllarında (yaklaşık Miladi 700lerde) dikkatlerini matematik ve astronomi gibi uygulamaya yönelik bilimlere çevirdiler. Müslümanların matematik ve astronomiye duydukları ihtiyaç dini bir temele dayanıyordu. Geometrik araçlardan günde beş vakit yöneldikleri Kıblenin yönünü tayin etmekte yararlandılar; aritmetik ve cebire mirasın hesaplaması ve takvim yapma konusunda başvurdular. Astronomiden Ramazanın başlangıcını ve diğer mübarek günleri tesbit etmekte faydalandılar. Bununla birlikte Müslümanlar geliştirdikleri bilimlerin uygulamalarını dinin ihtiyaçlarıyla sınırlamayıp bu bilimleri pek çok yönlerden insanlığın yararına da kullanmışlardır. Sık sık uygarlığın aynası adı verilen matematik alanına yöneldiklerinde kültürel gelişme için gayret isteyen bir yol tutturdular. Kuranı Kerimin, inançlarına deliller bulmak için yeri ve gökleri incelemeye teşvik etmesinden dolayı Müslümanlar Orta Çağlarda büyük bir avantaja sahiptiler. Hz. Muhammed (sav) ashabından beşikten mezara kadar bilgiyi aramalarını (Çine kadar gitmelerini gerektirse bile) istemiştir. Zira Kim ki bilgiyi (ilmi) aramak için yola çıkarsa Allahın Cennetine giden yol üzerinde yürür.1 Miladi 600den 1200e kadar uzanan dönemde islam imparatorluğu, Hindistandan ispanyaya, hilafetin merkezleri olan Bağdat ve Kurtubaya kadar yayıldı. 9. Ve 10. yüzyıllar, aksi takdirde yok olacak olan Yunan matematiği alanındaki klasikleri koruyup yaydıkları için kendilerine dünyanın çok şey borçlu olduğu Müslüman matematikçilerin altın çağı olarak görülebilir. Avrupa, Rönesansını bu altın çağa borçludur. Avrupanın Karanlık Çağlarında vuku bulan islam devletinin görülmeye değer yükselişi ve sonunda çöküşü özel bir dikkatle incelenmelidir. 622de Resulullahın (sav) Mekkeden Medineye hicretini takib eden 10 yıl içinde Arap yarımadasının (şimdiki Suudi Arabistan topraklarının) dağınık kabileleri, muazzam bir dini gayretle kudretli bir millete dönüştürüldü. Hz. Muhammedin (sav) ölümünden sonra da halifeler, yalnızca akıllı ve ustaca bir yönetim göstermekle kalmadılar, saraylarına seçkin bilginleri davet ederek ilim öğrenmenin başlıca teşvikçisi de oldular. Astronomi ve matematikle ilgili sayısız Hintçe ve Yunanca kelime Arap diline ya tercüme edildi ya da olduğu gibi muhafaza edildi. Daha sonraki Avrupalı bilginler onları Latinceye ve diğer Batı dillerine yeniden tercüme etmekle yetineceklerdi.2 800 yıllarında Bağdat, islam hilafetinin yönetiminde bir ilim merkezi haline geldi. Aynı zamanda alim, filozof ve kelamcı olan halife Memun bir kütüphane, bir medrese (akademi) ve bir çeviri dairesinden mürekkep ünlü BeytülHikmeyi kurdu. Burası M.Ö. 3. yüzyılın ilk yarısında kurulan iskenderiye Kütüphanesinden beri en önemli eğitim teşkilatını oluşturuyordu. Halife Memun, bilginleri tüm önemli Yunanca metinleri Arapçaya çevirmekle görevlendirdi. Böylece Batlamyus, Öklid, Aristo MÜSLÜMANLARIN MATEMATİĞE KATKILARI ve pek çok diğer bilim adamı ve filozofun eserleri Bağdattan Sicilya ve ispanya gibi uzak beldelerdeki İslam üniversitelerine kadar ulaştı. Müslümanlarca kurulan Ispanyadaki üniversiteler aracılığıyla bilimsel bilgi Karanlık Çağlarda Avrupaya aktarıldı. işte Karanlık Çağların bu dönemi matematik tarihinde Müslüman Çağı diye adlandırılır. Sultanlar, dini cemaatler ve zengin tüccarlar kadim kitapların çevirisi ve uğruna Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve hatta Zerdüşt bilginlerin istihdam edildiği yeni bilimsel şaheserlerin yazılması hususunda yarış içindeydiler. Her ne kadar din ve ırk bakımından aralarında fark bulunsa da, bütün bu insanlar ortak bir çizgide buluşuyorlardı. Hepsi islamın dili olan Arapçayı kullanıyorlardı.3 Ebu Reyhan elBiruni Arapçanın bilim dili ve Arapça sövgüleri Farsça övgülere tercih ettiğini söylüyordu. Türk medreselerinde kullanılan ders kitaplarının çoğunun, ta 18. yüzyıla kadar Türkiyede bilim dili olarak kalacak olan Arapçayla yazılmış olduğu ifade edilmektedir. Harvard Üniversitesinden George Sarton Life of Science (Bilimin Hayatı) adlı muazzam eserinde şunları söylüyor: Bir gerçeği vurgulamam gerekir ki, her ne kadar Arapça yazan bilim adamlarının faaliyetinin büyük bölümünü Yunanca eserlerin çevrilip özümlenmesi teşkil ediyorduysa da, onlar bundan çok daha fazlasını yaptılar. Kadim bilgiyi basitçe aktarmakla yetinmeyip yeni bir bilgi yarattılar. Bununla birlikte birkaç Yunanlı hemen hemen birdenbire olağanüstü seviyelere tırmandılar. Bu, Yunan mucizesi dediğimiz şeydir. Ama birisi pekala kalkıp farklı bir A anlamda bir Arap mucizesinden söz edebilir. İki yüz yıldan daha az bir süre içinde uluslararası ve ansiklopedik çapta yepyeni bir uygarlığın yaratılması, tasvir edebileceğimiz fakat tam anlamıyla açıklayamayacağımız bir olaydır.5 Şimdi bu dönemde Müslümanların matematiğe katkılarını koordine etmek ve gelecekteki yazımlar için bir temel sağlayacak bulguları yorumlamak için zemin elverişli görünüyor. Illinois Üniversitesinden Profesör George A. Miller şöyle yazmaktadır: Matematik tarihi 2,000 yıl önce de bugün kullandığımız düşünce süreciyle elde edilmiş olan mükemmel ve ilham verici sonuçlara sahip tek bilimdir. Matematik tarihi bu yüzden dikkatleri bilimsel başarıların kalıcı değerlerine ve bu başarıların dünyamıza sunduğu büyük fikri mirasa yöneltmek için son derece yararlıdır. Müslümanların katkısının çapı islam matematik tarihine ilişkin yetkin bir eser henüz kaleme alınmamıştır. Bizim amacımız Müslümanların matematiğe katkılarının ve Yunan ile Hind matematiğinin korunmasının özet bir tarihi gelişimini sunmaktır. E W. Kokomoora göre, Muhtemelen Yunan Altın Çağının tek bir önemli eseri yoktur ki, Araplarca çevrilip üzerinde çalışmamış olsun.6 Tablo 1 islam Biliminin Doğuşu Yüzyıl Açıklama Sonuç Yedinci 570 civarında 622de İslamın başlayışı Hz. Muhammedin (sav) doğuşu Sekizinci ve Atılım dönemi Müslüman halkın dokuzuncu yakınlaşma (birleşme) dönemi Onuncu İslam (Müslüman) Müslümanların bilimsel Çağı faaliyetinin doğuşu Onbirinci İslam düşüncesinin Müslümanların deneysel Altın Çağı ve teorik bilimlerdeki cesareti Onikinci ve Dönüm Noktası İslam devletinin çöküşü ve Onüçüncû Batı kültürünün doğuşu 6. K W. Kokomoor, The Status of mathematics in India and Arabia during the Dark ages of Europe, The Mathematics Teacher, Cilt 29, January 1936, s. 229. MÜSLÜMANLARIN MATEMATİĞE KATKILARI Müslümanlar matematik alanında kendilerine ait engin bir bilgi geliştirdiler. Onlar matematiği Yunanlıların koyduğu sınırların ötesine taşıyan bilimsel eserler telif ettiler. Bu özellikle cebir ve trigonometri alanları için doğrudur. Müslümanlar yalnız matematiğe değil, aynı zamanda astronomi, tıp, coğrafya, kimya, farmakoloji ve ziraata da katkıda bulundular. Bazı Müslüman matematikçiler 8. yüzyıldan 13. yüzyıla değin Müslümanlar anlaşma aracı olarak Arapçayı kullanan ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Bu bölümde katkılarını Arap dilinde yapmış olan matematikçilerin eserlerini ele alacağız. Ebu Bekir elKerhi, Bağdatın kenar mahallerinden Kerhte doğdu ve 10191029 dolaylarında öldü. Bağdata yerleşen Kerhi, aritmetik, cebir ve geometri konusunda eserler yazdı. 9. yüzyılın ilk yarısında yaşayan (780850) Muhammed elHarezmi, cebirin babası diye adlandırılmıştır. Müslüman bir matematikçi ve astronom olan Harezmi, Halife Memun tarafından Bağdata davet edildi ve saray astronomluğuna atandı. HisabulCebr velMukabele adlı eserinin adından cebir terimi türetildi. ElHarezmi bazı Yunanca eserleri de Arapçaya çevirdi. Muhammed elBattani, 850de Mezopotamyada Battanda doğdu ve 929da Şamda öldü. Suriyeli bir Arap hükümdarı ve valisi olan Battani, en büyük Müslüman astronom ve matematikçi kabul edilir. Battani trigonometriyi ıslah etmiş ve ilk ko tanjantlar tablosunu düzenlemiştir. Ebu Sehl eiKûhi, yaklaşık 985 yılında Müslüman bir astronom ve geometrici olarak Bağdatta yaşadı. Kûhi çabalarını ikinci dereceden daha yüksek denklemlere götüren Arşimedci ve Apolloncu problemlere hasretti.7 7 George Sarton, Introducüon to the History of Science: From Homer to Omar Khayyam, Baltimore, The Williams and Wilkins Company, 1927, c. I, s. 665. 833 yılında Harranda doğan İbn Kurra, 902de Bağdatta öldü Bir matematikçi ve astronom olarak Yunan matematikçilerinin eserlerini çevirdi ve sayılar teorisi üzerinde çalıştı. Müslüman matematikçiler, kültürün insanın geçmiş, halihazır ve gelecek başarılarına duyulan ilgiden ibaret olduğunu biliyorlardı. Kadim Mısır ve Roma döneminde olduğu gibi matematik günlük problemlerin çözümü için bir araç niteliğindeydi.8 California Teknoloji Enstitüsünden Profesör Eric Temple Belle göre: Tarihin her dönemindeki bütün uygar toplumlar matematikle uğraşmışlardır. [Matematiğin] Tarih öncesi kökenleri dil ve sanatınki kadar ele geçirilemez olup ilk medeni adımlar bugünkü ilkel halkların davranışından çıkartılabilir. Kaynağı ne olursa olsun matematik, başlıca sayı ve form (suret) kanallarından geçip bugüne kadar ulaşmıştır. Birincisi aritmetik ve cebir üzerinden, ikincisi geometri üzerinden.9 Avrupa Rönesansının Müslüman ataları Bu bölüm matematik öğrencilerine, özellikle de Islami bir temele sahip olanlara yararlı olabilir. Başlıca hedefimiz salt keşifleri kaydetmek değil, daha çok matematiksel düşüncenin ilerlemesini açıklamaktır. Müslümanlar matematikle ilgili hatırı sayılır ölçüde bilgi toplamışlardır. Bugün pek çok Amerikalı ve Avrupalı, Hıristiyan dünyasının onsuz Batı uygarlığının bugünkü düzeyine ulaşamayacağı araçları elde ettiği hazineyi tanımazdan gelir. Hıristiyanlık Batıya manevi ve ahlaki bir temel oluştururken, ona mantık, matematik ve pek çok bilimsel tekniği hediye eden klasik Yunanlılar olmuştu. Yüzyıllarca Avrupalı matematikçiler çocukluklarından beri içlerine işlemiş Aristo mantığı metoduyla onun zihni işlemlerde bir etken olarak varlığından çoğunlukla habersiz olarak akli çıkarımlar (tümdengelimler) yaptılar. Aynı şekilde, insanın çeşitli bilimlerin en temel hakikatlerine ilişkin bilgisi Pisagor, Arşimed ve Ûklid gibi kişiler sayesinde elde edilmiştir. Şurası gerçekten şaşırtıcıdır ki, Batılılar Yunan ilmine dayanmalarına rağmen Avrupa ondan neşet eden kesintisiz bir gelenek meydana getirmekte başarısız olmuştur. Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Avrupa yaklaşık 500 yıl, kilise haricinde büyük ölçüde Yunan mirasından habersiz kaldı. Çok sayıda Nesturi, Yakubi ve diğer din adamları Yunan ilmiyle çok yakından ilgilendilerse de, bu din adamları özellikle Mezopotamyadaki Müslümanlar arasına yayılmışlardı. Paris, Oxford ve Romada tahsilli vatandaş bile Ûklidin adından başka bir şey bilmiyordu ve Yunanlıların Batıya miras bıraktığı engin bilgi hazinesi hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Massachusetts Teknoloji Enstitüsünden Profesör DirkJ. Struik şunları yazar: Yunan geleneği, klasik Yunan eserlerini Apollonius, Arşimed, Öklid, Batlamyus ve başkalarını Arapçaya sadık bir şekilde çeviren bir Arap bilginleri okulu tarafından yeşertildi. Batlamyusun Büyük Koleksiyon adlı kitabına karşılık olarak Almacest adının genelde kabul görmesi, Arapça çevirilerin Batı üzerindeki etkisini .• göstermeye yeter. Bu çoğaltma ve tercümeler sayesinde başka türlü yitip gidecek pek çok Yunan klasiği muhafaza edildi. Müslümanlarda Yunan matematiğinin teorik yönü pahasına hesap ve tatbikat yönünü vurgulama doğrultusunda tabii bir eğilim sözkonusuydu. Arap astronomları özellikle trignometriyle ilgilendiler.10 Sarton A Guide to History of Science (Bilim Tarihi Rehberi) adlı kitabında şunları söyler: Batı kültürünü açıklarken matematik alanında Hind ve Çindeki gelişmeler şöyle ya da böyle atlanabilir fakat Müslümanlardaki gelişmeleri görmezden gelmek bütün tabloyu darmadağın eder ve onu anlaşılmaz hale getirir. Nasıl Amerikalılar Avrupalıların omuzları üzerinde duruyorlarsa, Müslümanlar da Yunanlı atalarının omuzlarında oturmaktaydılar. Arapça daha önce Yunan ve Latince hariç herhangi bir başka dile nasib olmayacak derecede yaygın uluslararası matematik diliydi. Arap kültürü bir köprü, Doğu ve Batıyı birbirine ören başlıca köprüydü, hala da bir dereceye kadar öyledir. Latin kültürü Batılıydı, Çin kültürü Doğulu; Arap kültürüyse hem Batılı, hem Doğuluydu. O Batının Hıristiyanlığı ile Doğunun Budizmi arasında serpildi ve her ikisiyle de temas halinde oldu. Rober Briffault The Making ofHumanity (insanlığın Oluşumu) adlı kitabında konuyu şöyle özetliyor: Matematik Arap uygarlığının, islam kültürünün damgasına silinmez bir etki bıraktığı modern gelişmeye en ciddi katkısını oluşturur. Bu etki hiçbir yerde, modern dünyanın sürekli belirgin gücünü teşkil eden bu kudretin yaratılışında ve zaferinin tabiat, bilim ve bilimsel ruh kaynağı konusundaki kadar açık olmamıştır.12 Özet Kimi çevrelerde dinin Avrupada matematiğin ilerlemesine engel olduğunu söylemek moda haline gelmiştir. Müslümanların matematikteki başarıları islama bir ayrıcalık kazandırmaktadır. Batıda matematikte ilerlemeyi engelleyen şey, dar anlamda kilise otoritelerince dinin dogmatik biçimde yorumlanmasıydı. Bunun örneği, Galileye yapılan baskıdır. Müslümanların matematiksel keşiflerinin çoğu, islamdan ötürü gerçekleşmiştir. Yine islamdır, Müslüman matematikçileri özel bir alanda sınırlamaktan alıkoyup evrensel bir bakışa sahip olmalarına neden olan faktör. islam Bilimlerinin Metodolojisi Üzerine Düşünceler SEYYİD HÜSEYİN NASR Batılı ve modern Batı düşüncesinden etkilenmiş Müslüman bilginler, bazı modern bilim felsefecilerine günümüzde bilimsel metod olarak kabul edilen şeye tekabül edecek ya da onunla özdeş olacak islam bilimleriyle ilgili bir metodoloji keşfetmeye çalışmaktadırlar. Bu bilgin, tarihçi ve bilim felsefecilerine göre, genellikle kesin (exact) ya da tümevarımsal (inductive) denilen tek tip bilim vardır ve bu bilim genellikle bilimsel metod adı verilen tek bir metod vasıtasıyla beslenmiş ve uygulanmış olup ona dayanan deney, gözlem ve tümevarımla özdeşleştirilmiştir. Bu tezi Batı bilimi adına tartışmaksızın ve meşruluğunu müzakere konusu yapmaksızın ki bu daha öncelikle pek çok çağdaş Batılı bilim felsefecisince üstlenilmiş bir görevdir amacımız, islam bilimleri bağlamında bu terkipte yer alan iddiayı incelemek ve İslam uygarlığı içinde geliştirilmiş çeşitli bilimlerde kullanılan metod ya da metodları sergilemektir. Muhakkak ki, geçmişte bugün bilimsel metod denilen metodu kullanan Müslüman bilim adamları var olmuştur. Bu gerçeği görmek için gerek islam bilimlerinden herhangi birinin tarihini, gerekse Ortaçağ biliminin genel manzarasını gözden geçirmek yeterlidir. IbnulHeysem ve Biruni gibi fizikçiler, Fergani, Ibn Yûnus, tekrar Biruni ve Kutbuddin Şirazi gibi astronomlar ve Muhammed b. Zekeriya erRazi ve Ibn Sina, Ibn Zuhr, elGafiki, IbnulBaytar ve pek çok diğerleri gibi hekim ve tabiat tarihçilerince kullanılan bilimsel metod hakkında çeşitli şeyler yazılıp çizildi.1 Fakat sorun, bilimsel metod diye adlandırılan şeyin bugün kullanılıp kullanılmadığı değil, onun tesis edilmiş tek metod olup olmadığı ve islam bilimlerinde tek bir metodolojinin bulunup bulunmadığıdır. Bu soruyu cevaplandırmak için herşeyden önce islam bilimlerinden neyi kastettiğimizi belirlemek gerekir; çünkü en kapsamlı anlamıyla bilim, Arapçada elilm terimine tekabül eden Latince scientadan başka bir şey değildir. Bu terim, Tanrının dünya hakkındaki ve insanın Tanrı hakkındaki bilgisinden tutun da tarih ve fiziğe kadar uzanan geniş bir tayfı kucaklamaktadır. Hatta elilm terimi, elulûmunnakliyye denilen ve akli bilimlere (elulûmulakliyye) zıt olan dini bilimleri de içine alır. Ne var ki, ikinci kategori bile bilim kelimesinin Ingilizcedeki kullanımının, çeşitli islam dillerindeki akli bilimler den daha fazla tabiatla sınırlanmış olması nedeniyle elinizdeki yazının kapsamı haricinde kalmaktadır. Bu denemeyi yazarken aklımızda olan şey, Ingilizcede bilim (science) kelimesinin anlamına aşağı yukarı tekabül eden akli (intellectual) bilimlerin bu yönü ya da bu dallarıdır. Akli bilimler, tabiat bilimlerini (ettabiyyat), matematik bilimleri (erriyaziyat) ve bir diğer kategoride sözde gizli bilimlerin (elulûmulhafiyye) büyük bölümünü kapsamaktadır. Bununla birlikte hatırlatmamız gerekir ki, islam düşüncesinde bu bilimlerin ilkeleri, sözkonusu bilimlerin kendilerinde değil, metafiziğin (elilahiyyat) kapsamında ele alınmıştır. Aynı zamanda şunun farkına varmak da önemlidir: Müslüman düşüncesi her bilimin ve disiplinin sınırlarını çizme ve o disiplini inceleyerek uygun metodları ortaya çıkarma konusunda özellikle duyarlıdır. Günümüze gelinceye kadar medreseler ve özel çevrelerde hala okutulmakta olan geleneksel islam bilimlerinin bu dallarında her konuyu incelemeye, konunun ve ardından incelenmesinde kullanılan metodların açık bir tanımlanmasıyla başlanır. Geleneksel tabiat bilimleri ve matematik günümüzde nadiren öğretilmekteyse de, bu uygulama, onların canlılığını sürdürdüğü birkaç yerde ve aynı zamanda hala geniş ölçüde öğretilmekte olan diğer bilimlerde (eluiûm) devam etmektedir. Eğer bir insan, sözgelimi fıkıh ilkelerini (usûlulFıkıh) incelemek isterse ona ilkin, gerçekte bugün Batıdaki bilimsel olmayan konular için verilenden çok daha kesin bir dille konunun tanımı sunulur. Daha sonra sözkonusu disiplinde kullanılan metodlar anlatılır. Ancak bu iki öğeyle, yani konunun ve incelemede kullanılan metodların tanımına adamakıllı aşinalık kesbettikten sonradır ki, öğrenci konunun kendisini öğrenmeye başlar. Aynı işlem, geleneksel okullarda hala okutulmakta olan diğer akli bilimler için de mutatis mutandis (gerekli değişiklikler yapılmış olarak) geçerlidir. Şayet birisi, diyelim geometriyi (elhendese) geleneksel usulde ve geçmiş çağlarda yapıldığı şekliyle öğrenmek isterse bu bilimin anlamını, neyle uğraşıp neyle uğraşmadığını, ilk ilkeler bilimi ya da metafizik dahil diğer bilimlerle ne türden ilişkisi bulunduğunu ve nihayet araştırma sırasında ne tür metodlar kullanıldığını tartışmaya belli bir miktar zaman ayırır. Gerçekte bu, diğer konulara başlamadan önce öğrencilerin niçin ilkin mantık öğrenip kıyas (tümdengelim), istikra (tümevarım) ve burhan (kanıtlama) gibi düşünme ve akıl yürütmeyle ilgili çeşitli metodlarla tanıştırıldıklarını açıklar. islam bilimleri büyük çoğunluğu itibariyle tümdengelimi kullanarak salt gözlem ve deneyle iş gören modern bilimin tersine, sözkonusu alanın tabiatına uygun farklı metodlar ve o konunun anlaşılma biçimi gibi sonuçlar çıkarmaya çalışır. Aslında aynı konuyla ilgili birden fazla bilimin olması mümkündü, ancak farklı temeller üzerinde ve islamın bilginin tabiatına bakışı için son derece temel olan bilgi hiyerarşisine dayalı olması şartıyla. Bir ağaç botanik açısından incelenebilir, giderek gözlem yapılıp tanımlanabilir, tıp onun ürünlerini test edip ilaç haline dönüştürebilir, fizik, formunu ve maddesini analiz edebilir, tasavvuf ise, böyle denilebilirse, Allahın varlığında onu temaşa edebilirdi. Bu nedenle islam bilimlerindeki metodolojiyi araştırmanın usulü, her bilimi Müslüman yazarlarca tanımlandığı şekliyle almak ve bu bilimde kullandıkları metod ya da metodların ne olduğunu anlatmak olacaktır. Bu, bu haliyle yalnızca açıkça medreselerde öğretilen biçimsel ve resmi bilimleri değil, aynı zamanda geleneksel bilimler arasında hem manevi, hem de bilimsel bakış açısından oldukça ilginç bir bilim olan simya gibi gizli ya da garip (elulûmulhafiyye ya da elulûmulgaribe) olanlarını da içerir. Bu tip bir inceleme, görünen olguların gözleminden zihnin Allah tarafından aydınlatılmasına kadar uzanan bir metodlar manzumesi sağlayacaktır. Bu da elİlmin kendisiyle olduğu kadar Islami bilim anlayışıyla da uyum içinde olacaktır. Mevcut anlamı içinde bilimle ilgili olarak islamın ve düşünce geleneğinin karşılaştığı sorunlarla ilgilenenler için belki de daha akla yakın gelecek bir başka yaklaşım, diğer uçtan başlamak ve bugün bilim olarak düşünülen şeyi geliştirip yeşertirken Müslüman bilim adamlarınca ne tür metodların kullanıldığını ortaya dökmek olacaktır. Bu perspektiften konuya yaklaşılacak olursa, islam bilimleri arkeolojik ilgi konusu olmaktan uzak olarak bilim, felsefe ve din, akıl ve sezgi, fenomenlerin gözlemi, bilinç ve benzeri konuları bir kez daha düşünüp taşınan önde gelen çağdaş fizikçilerin bazılarını açıkça cezbedecek zengin bir metodlar ve teknikler tayfı sunmaktadır.3 Sorunu özet olarak bu perspektiften ortaya koyalım. Örneğin fizikte Müslüman Aristocuların (Meşşailer) ki Aristoya dayanmış, fakat yer yer onun hareket teorilerinin (projectiller konusu gibi) bazı yönlerini eleştirmişlerdir bir fizik geliştirirken kullandıkları felsefi kanıtlama metodlarıyla karşılaşıyoruz. İbn Sina ve EbulBerekat elBağdadinin adlarıyla ilişkili bu mantıki ve akli eleştiriden, ünlü hız (impetus) teorisi doğmuş, öte yanda İbnulHeysem modern fiziğin en temel kavramlarından birisi olan momentum kavramını elde etmiştir.4 Bununla birlikte aynı alanda çeşitli madenler ve değerli taşların özgül ağırlıkları üzerine yaptığı deneyler vardır.5 IbnulHeysemin çalışmalarında, Arşimedinkilere benzer deney metodları, çoğu çağdaş okuyucunun bilimsel metoddan anlayacakları şeyi çok andırır bir tarzda ele alınmıştır. 3. Bu konularla ilgilenen çağdaş bilim adamlarının sayısı azalmak bir yana, fizik alanında katedilen neredeyse her adımla birlikte artmaktadır. Eugene Wigner, [Niels] David Bohr ve Cari E Yon Weiszacker gibi önde gelen fizikçiler, fiziğin kendisiyle olduğu kadar son yıllarda bu tür sorunlarla da ilgilenmişlerdir. Gerçekte çağdaş fizik aracılığıyla metafiziksel ve felsefi nitelikteki sorun ve problemler ki bu problemleri modern bilim 17. yüzyıldan beri perspektif ve ilgisinden uzak tutmaya çalışmıştır bilime tekrar sızmayı başarmışlardır. Matematiksel astronomiyi matematiksel modellere uygulamak ve onu deneye dayalı yaklaşımdan ayrı ele almak, belki de en tam ve başarılı şekliyle İslam bilimlerinde, özel olarak da İbnulHeysemin yazılarında ve özellikle de optik üzerine yazdığı eserlerde görülür. Ona haklı olarak sonraları Galile, Kepler, Newton ve diğerlerince geliştirilecek olan bu konunun babası adı verilmiştir.6 Fakat temel eseri KitabulMenazirde bile, diğer ışık inceleme metodları da kullanılmakta ve İbnulHeysem hiçbir zaman Allah göklerin ve yerin nurudur (Nur, 35) ayetini aklından çıkarmamaktadır. Yine fizik alanında İşrakiliğin kurucusu ŞeyhulIşrak Şehabeddin Suhreverdinin geliştirdiği ışık fiziği vardır. Başlıca eseri olan Işığın Doğuşunun Bilgeliğinde (Hikmetullşrak)7 maddi cisimleri ışığın dereceleri olarak tasavvur eden bir fizik geliştirmektedir. Bu, modern fizikte madde ile enerji arasındaki eşdeğerlik (equivalence) ve maddenin dalga teorisi üzerinde kafa yoranların ilgisini çekecek tipte bir fiziktir. Suhreverdiye göre bu maddi dünyanın bilgisi ve her türlü bilgi, zihnin aydınlanmasından (işrak) neşet eder ve bilincimizle maddi dünya hakkındaki bilgimiz arasında temelden bir ilişki söz konusudur. Son olarak yine fizik alanında Sadruddin Şirazinin fizikle fazlasıyla ilgili olan ve maddi dünyadaki sürekli oluş ve değişimi, aracılığıyla tasvir etmeye çalıştığı cevherüstü hareket (hareketi cevheri) öğretisiyle karşılıyoruz.8 Bu öğretide Şirazi, bu bilgiye Allahın Arşından gelen bir ilham sayesinde ulaştığını söylemektedir ki, bunu yazılarında genellikle Arşdan inen hikmet (elhikmetularşiyye) olarak nitelemektedir. Bugün bilindiği şekliyle hem kimyaya, hem de tıbba ikincil bir kozmoloji ve kutsal psikoloji olan simya alanına dönersek, yine simyacılarca kullanılan şaşırtıcı sayıdaki metod ve yaklaşımla karşılaşırız. İslam simyasının babası adını alan Cabir ibn Hayyanın yazıları, kimya bilimindeki gözlem ve deneyi içerir. Bunun yanında fiziksel ağırlıklarla ölçülemeyen ama maddi elementlerin özel bir karışımına yönelik Dünya Ruhunun eğilimi ve çeşitli varlık dereceleri arasındaki mütekabiliyet demek olan dengeyi (elmiZan) kullanmak suretiyle yapılan tabiatın sembolik incelemesiyle karşılaşıyoruz.9 Batı simya ve tıbbının ünlü Razisi (Rhazes) ile beraber kimyanın doğuşuna10 ve düzenli laboratuvar deneylerine şahit oluyoruz. Fakat onun ünlü cevherlerin sınıflandırılmasına ulaşmak amacıyla kullandığı metod nedir ve basit fiziksel gözleme dayanmayan Cabirin yazılarını nasıl yorumlamıştır? Ondan sonra da renkleri yalnız fiziksel gözle değil, derin bir biçimde ele alan Muhammed Kerim Han Kirmani gibi müteahhirinden mistik simyacılar vardır.11 Tabiatı yalnız dış yüzüyle değil, latif ve gizli şekil ve güçleriyle gözlemleyip inceleyen ve insanın latif vücudu ve latif melekelerinden söz eden simyacılar ve diğer batınilerden de söz edilmelidir. Bir başka alandan, yani tıptan söz etmek istersek, çok sayıda metodun olduğu göze çarpar. Tıpkı Razinin elHavi adlı kitabında olduğu gibi, bazı hekimler çeşitli ilaçlarla klinik gözlem ve deney üzerinde durdular. Kanun adlı eserinde Ibn Sinanın yaptığı gibi başkaları da, tıbbın esaslarını genel bir felsefi perspektiften ve dünya görüşünden türettiler; aynı zamanda da bazı problemleri çözmekte akli sezginin (hads) önemini vurguladılar. Yine çok sayıda hekim, psikosomatik tıbbı uyguladı ve hiçbir sistematiğin olmadığı bir alanda kendi sezgi kuvvetlerine güvendiler. Şu soru da sorulabilir: Müslüman bilim adamları, disiplinlerini ve araştırma alanlarını geliştirirken hangi metodları kullanmış ve hangi metodlarla daha sonra olgulara ve mantıki analizin katılığına karşı sınanmış olan özgün fikir, kavram ve teorilere ulaşmışlardır? Ibn Sina hız teorisine, Nasiruddin etTusi, onu ilk keşfeden E. S. Kennedy tarafından Tusi çifti adı verilen gezegenlerin hareketi modeline nasıl ulaşmıştı? Sorun, bu düzeyde modern bilim bağlamında da ortaya konulmuş olan bir problem, yaratıcılık problemi halini alır. Ne Bohr kendi adını taşıyan atom modeline tamamen tümevarım metoduyla ya da şimdilerde bilimsel metod olarak belirlenebilecek herhangi bir metodla ulaşmış, ne de Einstein, izafiyet teorisini, gözlemlediği yığınla olaydan yola çıkarak ortaya atmıştır. Daima bir sezgi, herhangi bir çerçevesi çizilmiş metoda indirgenemeyen yaratıcı bir tabiatın (içgüdünün) sıçrayışı söz konusudur. Eğer bu (yani gözlemden sonuca gitmek) gerçekten mümkün olsaydı, her fizik öğrencisi Bohr ve Einsteinın, kendi zamanlarındaki fizik bağlamında başardıklarını gerçekleştirebilirdi. İslam bilimlerine gelince, teori ve kavramların kökeni olan bu yaratıcı süreçle ilgili olarak zikredilmesi gereken en önemli husus, İslam bilimlerinin Islami oldukları ve başka bir şey olmadıklarıdır. Günümüz bilim tarihçileri ve felsefecilerince geniş ölçüde kabul edilmiştir ki, özel bir bilim tipinin paradigmaları, bu bilimin takip edeceği yolu ve alacağı biçimi belirler. Şimdi İslam bilimlerine bakacak olursak, bu bilimin paradigması, Islami dünya görüşünün kendisiydi. Müslüman bilim adamlarının ele alıp inceledikleri dünya yahut evren, onlar için Islami bir nitelik taşıyordu. Bir taş hala taştı, fakat o yalnız taştan ibaret değildi. Çünkü o, bağlamı içinde daha büyük bir bütünle alakalıydı. Taş, her ne kadar açıkça bu yönleri dışlanmıyorsa da, kristal yapısı ve özgül ağırlığına ilave bir anlama sahipti. Keza akıl ve göz, Kuran vahyinin ruh ve şekliyle değişikliğe uğratılmış akıl ve gözdü.13 Müslüman bilim adamlarının akıllarında beliren şey, İslam vahyi tarafından biçimlendirilmiş ve böyle bir aydınlanmanın mümkün olduğu manevi bir evrende aydınlatılmış olan aklın bu gerçek muhtevasıyla ilişkiliydi. Vahiy ve aydınlamadan akıl yürütmeye, oradan deneysel ve duyusal bilgiye kadar uzanan bilgi elde etme araçlarının hiyerarşisine dayalı Islami bilgi teorisi, doğrudan doğruya islam bilimlerinin metodolojisi konusunu anlamamıza bağlıdır.14 Bu duruma göre, biz bilim teriminin halihazırda anlaşıldığı şekliyle içine aldığı alanlara islam medeniyeti içinden bakıp islam bilimlerinin yeşermesi ve gelişmesi için ne gibi metodların kullanılmış olduğunu sorarsak, tabiattaki olguların gözleminden akıl tarafından ruh dünyasından fikirlerin alınmasına değin sersemletici bir metod yığımyla karşılaşırız. Batıda, Arşimedin yüzen cisimlerle ilgili fizik ilkesinin çözümünün zihnine parlaması üzerine hamamdan evreka (buldum) çığlığıyla deli gibi dışarıya fırlamasını ve gezegenlerin hareket kanunlarına yol açan Johannes Keplerin müziksel duyarlılığının da sözde bilimsel metodun aksamından sayılması gerektiğine, çünkü onların bilim tarihinin ilginç olayları arasında olan başarılarla sonuçlandıklarına işaret edenler mevcuttur. Bu bilginler şunu iddia etmektedirler ki, en büyük bilimsel keşiflerin bazısının hangi şartlar altında yapılmış i olduğu gözönüne alınırsa, bilimin bilim adamlarının yaptığı şey j olduğunu, bilimsel metod diye bir şeyin olmadığını ve bilim adı verilen faaliyet tipinde bilim adamlarının çağlar boyunca faaliyette bulunmuş olduğunu düşünmek gerekecekti. Bilimin modern anlamı açısından aynı şeyler islam bilimleri hakkında da söylenebilirdi; yani Müslüman bilim adamlarının, sayesinde, islam bilimleri dedikleri o bilgi gövdesini meydana getirdikleri çok sayıda metod ve bilme yolu mevcuttur. Ne var ki, bizzat islam perspektifinden zikredilmesi gereken fevkalade önemli bir ilke sözkonusudur. islam, her açıkça tanımlanmış disiplin için özel bir metod ya da metodlar grubunu tanımlamamış ve bu metodları birbirleriyle çelişen değil, tamamlayan metodlar telakki etmiştir. Bilginin nesnel kutbu olan onun hiyerarşik evren kavramı, bilginin öznel kutbu olan insanın içerisindeki melekeler ve bilme güçleri, farklı metodlar kullanılmasına ve farklı bilimler geliştirilmesine yol açmıştır. Bu metodlar ve bilimler birbirini imhaya çalışan muarız güçler olmaktan ziyade, tıpkı çok sayıda melodinin birbiriyle ve bütün içerisinde bir araya gelmesi gibidirler. Tabii ki, sürtüşmenin olduğu dönemler ya da anlar olmuştur, fakat hemen daima uyum baskın çıkmış ve islamın birlikçi (tevhidi) perspektifi bilme metodlarının ve onlara dayanan bilimlerin çeşitliliğini, Tevhidin içerisine tam bir bütünlük oluşturacak tarzda yerleştirmeyi başarmıştır. Bu metodlar ve onlara dayanan bilimler, İslam uygarlığında yalnızca yaratıcı gücünün zirvesinde olduğu dönemlerde uyum içinde yaşamakla kalmamışlar, çoğunlukla Farabi, Nasiruddin etTûsi, Bahauddin elAmili gibi tek bir şahsiyetin nefs ve zihninde de uyum içinde olmuşlardır. Bu şahsiyetler bir bilgi perspektifi ya da boyutundan diğerine, tabiatın gözlenmesine dayanan bir bilimden kalbin irfan ya da marifet vasıtasıyla aydınlanmasından doğan bir bilime geçmekte hiçbir çelişki görmemişlerdir. Şeyh Bahauddin elAmili, islam tarihinin önde gelen bahçe mimarlarından biri olabilir, ünlü eserleri yazabilir, Fars ve Arap edebiyatının en güzel tasavvufi şiirlerinden bir kısmının müellifi olabilirdi. Su akımları, taşları ve ağaçları incelemenin, feleklerin dönüşünü matematiksel hesaplara dayanarak hesaplamanın ve tabiattaki elementleri Allahın sıfatlarının hiçlik aynasındaki tecelli ve yansımaları olarak görmenin bilimleri Amilinin varlığında barış ve uyum içinde yaşamıştır. Bugün islam dünyası dünyada varoluşunun, en azından cemaat olarak15 varoluşunun 15. yüzyılına girerken, modern bilimin 15. Açıkça bugünlerde kutlanan 1400. yıl, Kuranı Kerimin ilk inişinden değil, Resulullahın Mekkeden Medineye hicret etmesinden itibaren başlar; bu olay Islami hayatın Medinede beşeri bir cemaat olarak başlangıcı anlamına da gelir. en önemlilerinden olduğu bir yığın fikri meydan okumayla karşı karşıyadır. Bu meydan okumalar, hiçbir zaman onu görmezden gelerek ya da Müslüman tarafından hiçbir fikri çaba harcamaksızın bu bilimin, daha önce İslam uygarlığı içinde yeşermiş olanlar gibi İslamla barış ve uyum içinde yaşayacağı öne sürülerek göğüslenemez. Gerçek şudur: Modern bilimin paradigması bir başka dünya görüşüyle bağlantılıdır ve onun meydan okumaları ancak bu bilimin gerçekten neyi zımnen içinde taşıdığını ve birliğe dayalı ve bütünsel olan Islami dünya görüşü için ne anlama geleceğini bilmek suretiyle göğüslenebilir. Bu meydan okumayı çözmek için değişimin koşar ayak gidişinin ve volkanik patlamaların bu tür sorunlar üzerine sakince kafa yorma, düşünme ve içe yönelme için zaman ayırmaya güçlükle imkan verdiği bir dünyada mümkünse tabii İslamın fikir hayatının içinde yaşadığı görkemli binanın pek çok görünüm ve boyutlarıyla birlikte kapsamlı bir incelemesine yönelmek zorunludur. Günümüzün Müslüman entelektüeli, kaynaklara bir tür basit dönüş adı altında bu binanın reddiyle değil, onun tam anlamıyla kavranılıp anlaşılmasıyladır ki, çağdaş bilimdeki olumlu unsurları islam düşüncesinin kalesine dahil etmeye çalışabilir. İslam bilimlerinin metodolojisini incelemenin bugün bizlere öğreteceği en büyük ders, islam medeniyetinin, aynı zamanda diğer bilgi tarzları ile bütünleştirilmiş olan çeşitli tipte bilgi tarzlarını ve bilimleri terime verilebilecek en kesin tanımla kesin ve bilimsel olan bilimleri geliştirip kendi içinde yekpare kılmaya yetenekli olduğudur, islamda, içinde ayrı ayrı disiplinler ve bilimlerin birbiriyle uyumlu hale getirildiği, Birin yüceliğini yansıtacak bir bütün içine yerleştirildiği ve İslamın kalbi demek olan ve ilanı ve gerçekleşmesi islamın dünyaya vahyedilme nedeni olan bu Birlik yahut Tevhidin fiiliyata geçirildiği pek çok yüze sahip bir fikri yapı meydana gelmiştir. V İki Efendi Arasında 18 iki Efendi Arasında: Kuran mı yoksa Bilim mi?* ZİYAÜDDIN SERDAR . ;? Güney Amerika islam Tıp Birliği Dergisinin Nisan 1985 sayısındaki başyazı, şaşırtıcı bir keşfi duyuruyordu: Kanadalı bilgin, Kuran ve Hadisin insan embriyolojisi üzerine görüşlerinin doğru olduğunu söyledi. Haber bize, Toronto Üniversitesi Hekimlik Okulu Anatomi Bölümü Başkanı Dr. Keith Mooreun Islami açıklama ile modern insan gelişimi anatomisi arasında mutlu evliliği keşfettiğini anlatıyor. Dergide Moore tarafından söylenen şu sözler de yer almaktaydı: 7. yüzyılda söylenmiş olan bu ifadelerin bilimsel doğruluğu karşısında hayrete düşüyorum... Müslümanların, bu ayetlerin Tanrı tarafından yapılan açıklamalar olduğuna inanmaları son derece yerindedir. Keith Mooreun, Müslüman doktor, alim ve bilginlerin böylesine heyecanlanmasına yol açan keşfi neydi? Eseri olan Highlights of human embryology in the Koran and tha Hadith, ilk kez 7. Suudi Tıp Toplantısında sunulmuş ve o zamandan beri Africa Eventsın (Mayıs 1985) da içinde olduğu bazı yerlerde tekrar tekrar basılmıştır. Yazar, bir ceninin gelişmesini tanımlayıp bunları klinik şekiller ve ders kitaplarındaki açıklamalarla süsleyerek modern biyolojiye uyan belirli Kuran ayetlerini de örnek vermektedir. Örneğin insan suresinin Şüphesiz ki biz insanı karışık bir nutfeden yarattık şeklindeki 2. ayeti Moore tarafından, erkek üreme hücrelerinin birleşik kesecik sıvısı ile karışımına ya da erkeklik veya dişilik salgısına delalet ettiği şeklinde açıklanmıştır, içeri girmeyi başaran sperm ve yumurtacıktan oluşmuş karışık damla, embriyonun öncüsü zigot haline gelir. Aynı şekilde örneğin aşağıdaki ayetler: And olsun ki biz, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu, sağlamca durup dinlenecek bir yerde nutfe haline getirdik. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı durumuna getirdik. Kan pıhtısını ise çiğnenmiş bir et parçasına dönüştürdük. O çiğnenmiş etten de kemikler yarattık; kemiklere et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah, ne yüce ve ne mukaddestir (Müminun, 1214). Bu ayetleri gözden geçirerek, Moore biraz plastiseni 28. günündeki bir embriyo gibi şekillendirdi ve üzerine dişlerinin izini koydu. Çiğnenmiş plastisen, dişlerin izine benzeyen embriyonun somiteleriyle embriyonun bir karbon kopyasıydı. Daha ileri incelemeler göstermiştir ki, 6 haftalık bir embriyoda kemikler oluşmaya başlar ve kaslar bunlarla birleşir. 7. haftada kemikler embriyoya artık bir insan şeklini vermiştir. Kulaklar ve gözler 4. haftada oluşmaya başlar ve 6. haftada veya zigotun oluşmasından 42 gün sonra görünür hale gelir. Moore bu gelişimlerin Kurandaki tanımlamalarla uygunluk içinde olduğunu savunur. Tüm bunlar neyi kanıtlamaktadır? Bu, Kuranın bilimsel gerçekler ile dolu bir hazine sandığı olduğunu mu anlatır? Bu ne işe yarayacaktır? Modern bilimi, Kuranla eşit hale getirerek meşru kabul etmeye ya da bilimsel değeri olan gerçekleri taşıdığı için Kuranın ilahi kaynaklı olduğunu kanıtlamaya dayanan girişimler, yüzeyde zararsız, hatta takdir edilecek birer harekettir. Ancak bu tehlikeli olabilecek bir metoddur. Kuran ve bilimin karşılaştırılmasından varılan sonuç ikikatlıdır: Eğer 1400 yıl önce indirilen Kuranda değinilen gerçek ve teoriler modern bilim tarafından destekleniyorsa Kuranın ilahi kaynaklı olduğu tasdik edilmiş olur (eğer onaylama gerçekten isteniliyorsa); ve tersine, eğer modern gerçek ve teoriler Kuranda bir yanlış buluyorsa, modern bilim de aynı evrensel ve ebedi geçerliliğe, aynen Kuran gibi, sahip demektir. Benim itirazlarım basittir ve gerçi sona doğru daha derin tartışılacak ama şimdilik, yol gösterici bir kitap olan Kuranın başka hiçbir kaynaktan onay almaya gerek duymadığını söylemek yeterlidir. Müslümanlar için a priori olarak geçerli ve ebedidir. Bilimi Kuranda bulmaya yönelik her girişim, ebedi Kutsal Kitabı bilime vasıta kılar; ve bilimi hakikatin ne olup ne olmadığına karar verecek bir hakem seviyesine çıkartır. Dahası, bilimsel teorilerin tarafsız, evrensel ve daima geçerli olduğunu savunan mitolojik görüşü doğrular. Bunun ötesinde, bilim gerçeklerinin Kuranın teşbihi, mecazi ve sembolik ayetleri içinde bulunmaya çalışması, sık sık birbirini tutmayan sonuçlara götürür. Kuranın oldukça bilimsel ve modern olduğunu ispatlamaya çalışan savunmacı Müslüman yazarlar, genellikle Kuranın ilmin aranması ve aklın kullanımına büyük önem verdiğini vurgularlar. 250 kadar ahlak ayetine mukabil, Kuranın 8de biri olan 750 ayet müminlere tabiatı araştırmayı, düşünmeyi ve bilimsel teşebbüsü toplum hayatının mütemmim bir cüzü yapmayı şiddetle tavsiye eder. Daha ileri olarak Kuranın en son keşif ve gelişmelerle desteklenen çeşitli bilimsel gerçek ve teorilere değinmekte olduğu belirtilir. Kurana bilimsel meşruluk kazandırmaya çalışan bu tür savunmacı eserler, 1960ların başlarından itibaren görülmeye başlanır. İlk tezlerden biri Kahireden çıkmıştır: Kurandaki Kozmik Ayetler Üzerine.1 Görülüyor ki, [bu eserin yazarı] elFendi, son (1950lerde) astronomik keşiflerin ve bilimsel teorilerin zaten Kuranda belirtildiğini ispatlayarak yenmeye çalıştığı derin bir aşağılık kompleksi içindedir. O, Kuranı bilimsel düşüncenin en iyi örneği olarak düşünür. Bu şekilde hemen hemen bir astronomik olaya değinen her Kuran ayetinden modern astronomiye paralellikler çıkartmaktadır. Örneğin şu ayetlerden: Gökleri gördügünüz gibi direksiz yükselten hep Odur ve Ne de gece gündüzü geçebilir ve her biri yörüngelerinde birbiri ardınca gelirler. ElFendi şu sonuçlara ulaşır: Eğer gökyüzünü başlarımızın üzerindeki herşey olarak düşünecek olursak, bu durumda o kesinlikle bizim galaksimizde veya diğer galaksilerde uzayın derinliklerinde bulunan gezegenler, güneş ve diğer yıldızlar ile başlayıp dünyayı çevreleyen uzayla devam etmekte ve bizi çevreleyen kainatla son bulmaktadır. Tüm bu gök cisimleri kendi yörüngelerinde hareket ederler. Bu, göğün kendisidir. Allah tarafından yaratılmıştır ve uzaydaki her cisim Onun azametli yapısındaki bir tuğla gibidir. Tüm bu gök cisimleri birbiri ardınca hareket eder ve merkezkaç kuvveti ile evrensel çekim kuvveti sayesinde orantılı konumları içerisinde tutulurlar. Yarım daire şeklindeki yörüngeler veya elipsler içerisindeki dönüşün doğurduğu merkezkaç kuvveti ve evrensel çekim kuvveti, aslında inşa edilmiş direkler olarak düşünülebilir. Gerçi böyle kuvvetleri gözlerimizle göremeyebiliriz, ama bu hiçbir zaman onların olmadığı anlamına gelmez, çünkü ölçebilir ve doğruluğunu tesbit edebiliriz. Eğer herhangi birimize sahip olduğumuz normal olanlara ek bir duyu verilse, o kişi bu (kuvvet tiplerini), bizim normal duyularımız sayesinde maddi bir cismi hissedebildiğimiz gibi, tam olarak hissedebilecektir (s. 2122). ElFendi bununla da yetinmez. Atmosferin bir direk olarak düşünülebileceğini ve ışığın, küçük direkler olan spektrumun renkleri ile bir direk gibi olduğunu savunarak delillerine devam eder. Kuranın diğer ayetlerinde, kırmızı devlerin ve beyaz cücelerin yaratılışı, esirin varlığı, gezegenlerin oluşumu ve büyük patlama (big bang) teorisiyle ilgili deliller bulur. Dahası var: Kuranın diğer gezegenlerde hayat olduğuna dair iddiasının bilim tarafından desteklendiğini de yazar: Ve sizin Rabbiniz göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir, Ona göklerde ve yerde her ne varsa teslim olur ayetleri de dahil olmak üzere bazı ayetleri tırnak içine alarak uzaydaki yabancıların nasıl görünebileceklerini tasvir etme cüretini göstermiştir (burada onun bu sonuçlara Kurandan mı, yoksa bilimden mi vardığı açık değildir): Eğer bizim gezegenimizin dışında yaşayan gelişmiş varlıkların sahip olacakları şekil veya endamı tanımlamaya kalkarsak, bu durumda hiçbir karışıklığa yol açmaksızın hiçbir şeyin birbirine benzemediği ilkesinden hareket etmemiz gerekir. Bundan dolayı bu yaratıklar, bizimle aşağıdaki özellikleri paylaşırlar: 1. Vücudun, katı maddeden oluşan bir iç osteolojiye olan bağımlılığı; 2. Sinirleri için bir ana merkezin (beyin) ve vücudun değişik kısımlarıyla ilgili direktifleri ileten bir ağın (sinirler) varlığı; 3. Vücudun önünde veya tepesinde emin ve hareketli bir organ içerisinde bulunan, beyin için en iyi sığınak; 4. Yaratığın hareket etmede kullanılan bacaklara olan bağımlılığı ve 5. Konuşmak ve beslenmek için bir ağzın varlığı.. Bu sadece kötü bilimden ibaret değildir. Kuranın alayını da yapmaktan geri kalmaz. Birçok diğerlerine kıyasla elFendi yine de oldukça aklı başındadır. Pakistanlı bir sinir psikiyatristi olan AzizülHasan Abbasi Kuran ve Zihin Sağlığı2 adlı eserinde şeker hastalığı, tüberküloz, mide ülserleri, romatizma, eklem iltihapları, kan basıncı, astım, dizanteri ve felç gibi hastalıklar için modern tedavilerin Kuranda bulunduğunu ortaya koymuştur. Son yıllarda bilim ve İslama yapılan bu oldukça avami yaklaşım, Fransız cerrah Maurice Bucaille tarafından resmileştirilmiştir, incil, Kuran ve Bilim3 adlı kitabını, aşağılık kompleksi olan Müslümanlar okumuş ve Arapça, Farsça, Türkçe ve Urducadan Endonezyacaya kadar hemen tüm Müslüman ülke dillerine çevrilmiştir. Bucaille, modern bilginin ışığında kutsal kitapların detaylı ve geniş bir analizini yapmaya çalışır. 4 konuya ağırlık verir: Astronomi, yeryüzü, hayvan ve bitkiler alemi ile insanın üremesi. İzlenen metodoloji, Kuran ayetlerini zikretmek ve arkasından onlar üzerine iyi bir bilimsel açıklama vermektir. Bucaille daha objektif olmaya çalışır ve Kuranda ortaya konulduğu sırada elde edilmesi mümkün olmayan bilimsel bilgilerin bulunduğunu ve aslında bu bilgilerin bir kısmının Peygamberin zamanındaki insanların inançlarına ters düştüğünü söyler. Ayın ve güneşin yörüngeleri, su devirdaimi ve üreme ile ilgili ayetlerin incelenmesinden sonra şu sonuca varır: Kuran hiç şüphesiz en sağlam modern bilgi ile uyuşmazlığa düşen tek bir mesele bile taşımamakta ve o zamanlar bilinmeyen konular üzerine hiçbir fikri kapsamamaktadır. Dahası, bununla birlikte modern zamanlara kadar bulunamamış olan çok sayıda gerçek, Kuranda belirtilmiştir. Aslında bu sayı öylesine fazladır ki, 9 Kasım 1976da yazar, Fransız Tıp Akademisine (French Academy of Medicine) Kurandaki Fizyolojik ve Embriyolojik Bilgi üzerine bir inceleme sunmuştu. Bu bilgi, değişik konulardaki diğer birçokları gibi insanın açıklamasına doğru, uzun zamandır çeşitli bilim dallarının tarihi hakkında bildiklerimizin yeniden değerlendirilmesine yönelik bir talep doğurmuştu. Modern insanın bilimde hata olmayacağıyla ilgili buluşları, Müslüman müfessirlerin Kuranın Allahın varlığını kanıtlayan bir kitap olduğu düşüncesiyle tam bir görüş birliği içinde bulunmaktadır. Bu, Tanrının hatalı bir fikir ifade edemeyeceğini kasteden bir düşüncedir. Ama Bucaillenin bıraktığı yerde Bucaillizm başlar. Bazı yeni çalışmalar Kurandaki bilimsel gerçekler ve teoriler için daha da ileri araştırmalar gerçekleştirmiştir. Örneğin Şemsi Hakk, bu yolla, Kurandaki kuantum mekaniği ve görecelik teorisinin tohumlarını bulma başarısını gösterir ve Büyük Patlama teorisi için Kurandan kanıt getirir.4 M. Mansuri Küda, biyosferin oluşumuyla ilgili teorilerin Kuranda bulunduğu göstermiştir.5 Moore embriyolojinin tamamına dair delilleri Kurandan kolayca çıkartmıştır. Tüm bu bilimsel veriler ve yığınla teoriden Kuranda hiçbir şey bağışık kalmamıştır. Reşad Halifenin istatistik analizi Kuran En Büyük Mucize6 de bunu vermektedir. Halife, Kurandaki baş harflere bazı surelerin başında görünen mukattaa harflere ağırlık verir ve her bir harfin tekrarlanma sayısını bilgisayara yükler. Bundan ne sonuca varıldığını Reşad Halifenin kendi dilinden dinleyelim: Kurandaki tek harfler ondaki her kelimenin, hatta her harfin dikkatlice hesaplandığını göstermektedir. Kuranın kendisi bu gerçeği Hûd Suresinin ilk ayetinde açıkça belirtmektedir... Kurandaki tek harflerin düzenlenmesi, Kuran boyunca bu harflerin titizce ve üstün bir bilgiyle yerleştirildiğini ispatlar. Bu bilginin insan tarafından hiçbir insan tarafından bilindiğini kimse iddia edemez. Bunu fiziksel, elle tutulur bir kanıta çevirmek üzere bilgisayara bir kişinin böylesine matematiksel kontrollü bir kitap (Kuran gibi) yazabilmesi için ne kadar kontrol ve idare gücüne hakim olması gerektiği soruldu. Ünlü matematik formülüne göre bu durumda gereken manipulasyonlar 114 üssü 14e eşitti. Bu değer, 626.000.000.000.000.000.000.000.000 (626 septrilyon), şüphesiz bugünün en gelişmiş bilgisayarları da dahil olmak üzere tüm yaratıkların kapasitesinin ötesindedir. Bu sayıya baktığımız zaman, İsra suresi 88. ayetindeki De ki: Eğer insanlarla cinler birbirlerine yardımcı ve destek de olsalar, bu Kuranın bir benzerini getirmek için bir araya gelseler şüphesiz yine de bir benzerini getiremezler ifadesini kolaylıkla anlayabiliriz. Dahası bu, faydalı cümleler olarak hesaplanmamış bulunan sayıdır. Bu matematiksel olarak taksim edilmiş alfabetik harfleri faydalı cümleler halinde yerleştirmek ise başlı başına ayrı bir iştir... Halife, analizinin temeli üzerinde ayrıca Kuran ayetlerinin bugünkü sıralanışının ilahi olarak vahyedildiğini, ayetlerin düzenlenmesinin (ister Mekkede, ister Medinede nazil edilmiş olsun) doğru olduğunun ispat edilebileceğini, Kuranın her bir sureyi ayetlere bölmesinin ilahi olarak düzenlenmiş olduğunu (Ayet değeri ortalamasının tüm Kuran boyunca anlamlı bir özellik olduğunu), bu yüzden açılış ifadesi Bismillahirrahmanirrahim (Esirgeyen, Bağışlayan Allahın adıyla) kelimesinin Tevbe suresi hariç her surenin mütemmin bir cüzü olduğunu, hatta Kurandaki belli kelimelerin imlalarının bile matematiksel bir anlamı bulunduğunu da kanıtlamaktadır. Bunlar bizim bilgimize hiçbir şey katmaz. Fakat Kurandaki hakikat ile matematiksel gerçeği eşit düzeye ve Kuranı daha çok modern bir bilgi temeli haline getirir. Bundan sonraki mantıki adımın Kuranı bilimsel bir ders kitabı olarak sunmak olduğu görülüyor. Afzalur Rahman, bizi tam anlamıyla bunu yapmaya zorlamaktadır.7 Bilim hakkındaki bilgisi (Kuranı anlamasında olduğu gibi) ana okulundaki bir çocukla aynı seviyede olan Rahman şöyle der: Kuran maddi evrenin mükemmel bir resmini verir ve bilimsel, akli bir tavrın ötesinde olan şeyi ise bilimsel düşünceye danışmaktadır. O ısı, ışık ve sesten elektriğe kadar hemen tüm ortaokul bilim konularını Kuranda bulur ve bunları uygun Kuran ayetleriyle birlikte uzun bir liste halinde sunar. Bu kitap, okullarda okutulması (belki öyledir de) ve gelecek Müslüman alimlerin hazırlanması için yazılmıştır! Şimdi Bucaillizm için kalan tek şey, okul programlarına girmek ve tanıtılmaktır. Muhammed Abdüs Sami ve Müslim Seccad bu amaçla bir taslak geliştirmiştir.8 Fizik, kimya, biyoloji ve zooloji üzerine her ders kitabının tüm bölümleri Kurandan uygun bir ayeti esas almalıydı. Ama Rahmanın tersine, bu iki Pakistanlı bilim adamı bazı problemleri önceden görebildiler: Örneğin, evrim teorisi hakkında nasıl davranacağız? Bu teori Tanrının varlığına inanmayan insanlar için akli bir gerekçe temin etmeye çalışır. Belki tüm bunların ardından bilimde Kuranın söz ettiklerine birebir uymayan pek az kısım olabilir. Psikolojik mesaj değerinden dolayı Bucallizm özellikle eski Müslüman alim, hoca ve aydın kuşağına başvurur. Bir yönden Kurana ve islama olan imanlarını kuvvetlendirirken, diğer bir yönden de Batı biliminin üstünlüğüne ve evrensel geçerliliğine olan inançlarını takviye eder. Bununla beraber Bucaillizmin doğuştan getirdiği tehlikeler çok önemlidir. Apaçık bir gerçek var; Bucaillizm garip, şaşırtıcı bir ilahiyat vücuda getirir. Tüm bilimsel bilgi Kuranda kapsandıgına göre, Kuran üzerinde bilimsel bir prespektiften çalışmak herşeyi açığa çıkaracak ve yeni teori ve gerçeklere götürecektir. Kuran açıkça doğal gerçeklere onaylayıcı referanslar taşısa da, kesinlikle bilimsel bir ders kitabı değildir. Bir rehber kitaptır. Onun bilginin aranması için getirdiği motivasyon, sadece motivasyondur. Bilgi Kuranla başlar ama onunla son bulmaz. Ama daha önemlisi, Bucaillizm Kuranı bilim ile eşitleyerek bilimi ilahi bir makama çıkartmakta ve Vahyi (Kuran) bilimin doğrulamasına tabi kılmaktadır. Kuranın modern bilimden gelecek hiçbir tezkiyeye ihtiyacı olmadığından başka, Bucallizm Kuranı Popperin bilimin ölçütü saydığı yanlışlama tezine aykırı düşmeye davet etmektedir. Zikredilen belli bir olgu gerçekle uyuşmadığı ya da yine Kuranda zikredilen belli bir gerçek modern bilim tarafından reddedildiği takdirde Kuran, Bucaillenin İncili bir çırpıda sildiği gibi silinecek, yani unutulup gidecek midir? Ve eğer bugün Kuranda onaylanan ve geçerli olan belli bir teori, yarın tam tersi bir görünüm arzeden başka bir teoriye yerini bırakırsa ne olacaktır? Bu Kuranın şimdilik geçerli ama yarın geçerli olmayacağı anlamına mı gelir? Bunun ötesinde, Bucallizm bilimi kutsal bilgi makamına yükselterek bilime yönelik tüm eleştirileri etkisiz bırakarak çürütür. Çünkü bilgi arayışı Kuranda öylesine şiddetle vurgulanmıştır ki, Müslüman alimlerin büyük kısmı modern bilime saygı duymaktadırlar. Bucailizm bu saygıyı yeni bir düzeye çıkarır: Müslüman alimler, bilimin tamamını sadece iyi ve doğru olarak kabul etmekle kalmaz, bilime karşı eleştirel veya şüpheci bir tavır gösteren herkese saldırırlar. Bunun yanı sıra, evrensel olarak faydalı bilime olan inanç, zararlı bir tür kaderciliğe götürür. Bilim evrensel ve tüm insanlığın faydasına olduğu için sonunda Müslüman toplumlara dönecek ve onların ihtiyaçlarına hizmet edecektir. Bilim Hakikatı aramakla uğraşmaz; onun buluşları ve gerçekleri Kuranın ayetleri ile aynı geçerliliğe sahip değildir ve olamaz da. Bilim, bir sorun çözme girişimidir: verili bir model ve dünyagörüşü içinde problemleri çözmek için geliştirilmiş bir metod ve bir tekniktir. Tıpkı Abdüs Sami ve Seccadın, evrim teorisinin Tanrının varlığına olan inancı çürütmek için akli bir gayret olduğunu tesbitleri gibi, modern bilim de, tabiat ve insanın egemenliği ve kontrolü için gösterilen bir çabadır. Bacon, doğanın, sırlarını işkence altında itiraf ettiğini söylediğinde, işkence ve zor kullanmayı modern bilimin bütünleyici ve meşru bir parçası yapmış oldu. Bilim, tıpkı bugün olduğu ve uygulandığı gibi, belli bir kültür ve onun dünya görüşü hakimiyetini korumak için düzenlenmiştir. Kuranın ayetlerinin modern bilimin içinde aranıp bulunması, onun hayati karakter ve tarzını değiştirmeyecektir. Bilimsel metodun içerdiği değerden arınmış gözlem, bir masaldır. Orada hiçbir şey dünya görüşümüz ve kültürümüz içinden süzülmeksizin kavranılamaz. Bilim adamları dahi sık sık gözlemlerini, kendi özel fikirleri, peşin hükümleri ve topluluklarının normları ve değerleriyle değiştirirler. Sadece gözlem değil, deneyler bile kültürel bir çevre dışında yapılamaz; ancak bir dünya görüşünün fikri çerçevesi içine yerleşmiş bir teorinin çatısı içinde anlam kazanabilirler. Tabiatın yasaları gözlere silinmez mürekkeple yazılmış matematik formülleri değildir. Onlar enstitü ve laboratuvarlarda tükenmez kalemlerle imal edilir. Bu imal edilmiş yasa ve teorilerin bir kısmının Kuranın dedikleriyle uyuşmasının kendi başına hiçbir anlamı yoktur. Kuran, bilgi aramayı değerler çerçevesinde teşvik eder: dikkatimizi odaklaştırmamız ve bilimsel faaliyetimizi şekillendirmesi gereken, bu değerlerdir. Sadece bu değerleri canlı bir gerçeğe dönüştürmek suretiyle Kurana karşı dürüst davranmış ve ona karşı borcumuzu tamamen eda etmiş olabilir miyiz? 19 Ekonomik Kurtuluş İçin Bilim Politikası CAVİD ENSARİ Batı Beyrutun İsrail ordusu tarafından acımasızca yok edilmesi, İslam blokunun etkin bir savunmasının gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bu, gene acil çözüm bekleyen İslam bilimini gündeme getiriyor. İslam ülkelerinin kendi bilimleri olması gerektiğine inanıyorum. Bilim, dinleriyle uyum halinde bulunmalı ve uygarlıklarının ruhunu desteklemelidir. Aynı zamanda bu Islami atmosfer içindeki bilimin kendine yeterlilik, ekonomik dönüşüm ve savunma konularındaki ana sorunlarını çözecek bir teknoloji üretmesi gerekir. Ben, bilimi İslam ülkelerinin kurtuluşu sorununda önemli bir nokta olarak görüyorum. 20. yüzyılda yaşayan Müslüman bilim adamının karşılaştığı en büyük sorunlar, islam ülkelerinin ekonomik ve politik kuruluşlarına yardım etrafında dönmektedir. İslam ülkelerinin ekonomi politikaları, onların ekonomik ve askeri zayıflıklarını azaltmayı başaramamıştır. Zengin doğal kaynaklar ve eldeki insan gücüne güvenerek, öncelik hızla, çeşitli islam ülkelerinden personelin Batıda geniş bir bilimsel disiplinler yelpazesinde eğitimine verilmiştir. Bu yaklaşımın bilimsel anlamda ileri Batı ile gelişen İslam dünyası arasındaki uçurumu aşmaya yarayacağına inanılmaktadır. Arabia, November 1982. Teknoloji cephesindeyse Batının teknolojik knowhowunu ithal çabaları yoğunlaştırılmıştır. Bu da islam dünyasındaki teknolojik açığı kapatmanın yegane yolu olarak görülmüştür. Bugünün Batı biliminin Ortaçağ bilimine dayandığı, Ortaçağ biliminin de daha çok İslam bilimi olduğu sanılmıştır. Bu bilimin bir zamanlar Batıya aktarıldığı şekle benzer yöntemlerle bugün de teknoloji islam dünyasına ithal edilmektedir. Peki acaba Ortaçağın bilimi gerçekten islam bilimi miydi? 9. yüzyıl hekim ve tarihçilerinden Ebu Yakub Ibn Ishak elKindi, Mutezile inançlarına sahipti ve aşiretinin atalarını Antik Çağ Yunanlılarına bağlamaktan büyük gurur duyardı. Kindi İslamın gerçeğin tek ve mucizevi kaynağı, Hz. Peygamberin hayatının bütün çağlar için en güzel örnek olduğunu reddediyor, daha çok, değişik inançların karşılaştırılmasının kişinin günün problemlerinin hangisini daha iyi çözdüğüne karar vermesini sağlayacağına inanıyordu. Çağdaş dünyada birçok bilim adamı kendilerini yeniden islam biliminin savunucusu ilan ediyor. Özellikle ilgi çekenlerden birisi de, Nobel ödülüyle taçlandırılmış Prof. Abdüs Selamın çalışmalarıdır. Prof. Selam çalışmalarının tabiatta sonsuz bir birlik bulunduğunu gösterdiğini söylemektedir. Selamdan önce tabiatta dört temel gücün bulunduğu kabul ediliyordu. Çekim, elektromanyetik, kuvvetli nükleer ve zayıf nükleer güçler. Bunların hepsi birbirine dönüşen, fakat bağımsız etkileşim şekilleri olarak tanınmaktadır. Fakat Selam ve arkadaşları elektromanyetik ve zayıf nükleer güçlerin temelde aynı olduğunu açıkladılar. Bu teori, deneylerle de doğrulanmaktadır. Sadece zayıf nükleer gücün değil, aynı zamanda kuvvetli nükleer gücün de elektromanyetik güçle aynı olduğunu kanıtlayacak deneylere başlanmıştır. Prof. Selam, yaklaşık üç yıl içinde, Allahın izniyle bütün nükleer güçlerin yalnız zayıf nükleer gücün değil atomları birbirine bağlayan elektromanyetik güçle aynı olduğunu kanıtlayacağız, demektedir. Bundan sonraki son hedef, çekim gücünü yeni tanınan elektronükleer güçle birleştirmektir. Bu vahdetin (birlik) anlamı, elmanın düşmesine neden olan veya ayı yörüngede tutan gücün çekim gücünün, elektrik gücünü ve nükleer gücün bütünün birer parçası olduklarıdır. İlk olarak Einstein tarafından ortaya atılan bu fikrin kesin bir formülasyonu ve biçiminin ortaya çıkması 50 yıl veya daha fazla sürebilir. Doğanın görünüşte birbirinden bağımsız güçleri arasında birlik aramak biz fizikçilerinin inançlarının bir parçasıdır. Bu görüşte Islami hiçbir şey olmadığını söylemeye gerek yoktur. Bu fikirlere Antik Çağ Yunan materyalistlerinin eserlerinde ve modern materyalistlerle filozoflarda da rastlanmaktadır. Maddi güçlerin birliğinin kanıtlanmasının islamın varlıkla ilgili görüşleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Onun yaptığı, daha çok, öz ve madde hakkındaki Islami öncüllerin temelde 20. yüzyıl materyalist düşünürlerinin fikirleriyle benzeştiği konusunda kanıtlar sağlamaktır. Bu durumda da islam bilimi, Batı biliminin Müslüman isimli kimselerce tekrarından başka birşey olmamaktadır. Zaten Batının islam dünyasındaki stratejisinin kilit noktalarından biri de, İslam kültürünün mirasçısı olsa bile, Batıya sadık bir entelektüel elit kesim vücuda getirmek olmuştur. Bu elit tabaka kendini, Batı ideolojileri ve politikalarına Islami bir kılıf giydirmeye adamıştır. İslamla liberalizmi, İslamla sosyalizmi ve islamla milliyetçiliği telif etmek için gösterişli fikirler ileri sürülmüştür, islam bilimi yandaşları da aynı okulun izleyicileridir ve Müslümanların teknolojik bağımsızlık ve özgüvenini yok edecek şartları hazırlamaya yönelik politikaları desteklemektedirler. Abdüs Selam Müslüman bilim adamlarıyla Batı arasındaki, özellikle teorik ve temel bilimlerde işbirliğini çoğaltmak için yeni bir bilgi ortak pazarının kurulmasını istemektedir. Birçok Müslüman bilim adamı için bilimsel konularda Batının takdirini kazanmak, en yüce bilimsel mertebedir. Onlar bilerek, araştırma programlarını Batılı bilimsel kuruluşların ihtiyaçlarına ve yönelimlerine göre ayarlamaktadır. Bu kuruluşlardan burs almak ve Batılı bilimsel yayınlarda bahsedilmek Müslüman bilim çevreleri için başarının ana kriterlerindendir. Bu nedenle birçok Müslüman bilim adamı ülkelerini ekonomik kalkınmasıyla ve Islam dünyasının savunmasıyla ilgisi olmayan alanlarda çalışma yapmaktadır. Buna en iyi örnek, Pakistandır. Burada Abdüs Selamın yönetiminde ülkenin en ünlü üniversitesi Islamabadın önde gelen bilim adamları, 10 seneden fazladır parçacık fiziğiyle uğraşmaktadırlar. Araştırma yayınları toplanmış, burslar verilmiş, birçok kişi Batıda kıskanılacak derecede ün kazanmıştır ama bundan Pakistanın pratik kazancı hemen hemen hiç olmamıştır. Islamabad Üniversitesi fizikçileri Pakistanın nükleer programına veya sanayinin gelişmesine hiçbir katkıda bulunmayacaklarını göstermişlerdir. Öte yandan Dr. Kadir Han örneğinde görüldüğü gibi, Batıyla ilişkilerini kesmeleri, kendilerine pahalıya mal olmuş büyük Müslüman bilim adamları, Pakistanın teknolojik ve bilimsel gelişiminde lider rolü oynamaktadırlar. İslam dünyası kendini nükleer hırsızlığa, sınai ve teknolojik korsanlığa karşı korumak zorundadır. Öte yandan tutarlı bir bilim politikasına da ihtiyaç vardır, islam dünyasının ekonomik ve askeri zaafını en kısa sürede azaltacak çelik, elektronik, petrokimya ve tarım sanayilerinin hedefi belirlenmelidir. Bu sanayilerin geliştirilmesi, İslam dünyasına geniş kaynaklarını seferber etme imkanını verecektir. Bunun için önceliği yerel ihtiyaçların giderilmesine dönük yenilik ve değişikliklere veren kapsamlı bir yetiştirme programına ihtiyaç vardır. Müslüman bilim adamları kendi toplumlarına dönmeli ve kendi insanlarını yetiştirmeye çalışmalıdırlar. Müslüman bilim adamları ülkelerinin politik kültürünü Kuran ve Sünnetin ışığında yeniden gözden geçiren devrimci hareketlerin birer parçası olmalıdırlar ve zaten çoğu da öyledir. İslam biliminin görevi, doğal kaynakları islamın ideolojik hedefleri için seferber etmektir. 20 Bilimsel, Araştırmalara Islami Bir Bakış* Dr. ABDÜS SELAM 1 (Emri gereğince) denizde yüzmek üzere gemileri, (lütfedip verdiği rızkı aramanız için) denizi buyruğunuz altına veren Allahtır, belki artık şukredersinız. (Casiye, 1213) Tefekkür, tabiatın (biliminin) anlaşılması ve kanunlarının bulunmasıdır, teshir, tabiata (teknolojiyle) egemen olmaktır. Her ikisi de, çağlar boyunca insanlığın ortak çabası olmuştur. Kuranın tekrar be tekrar her ikisinin de Müslümanların görevi olduğunu açıklaması, islam için bir şeref vesilesidir. Bu açıklamalara uyarak Hz. Peygamberin ölümünden yaklaşık 100 yıl sonra Müslümanlar o güne kadar gelmiş bilimleri öğretmeyi ve onlarda söz sahibi olmayı bir görev bildiler ve bu böyle 600 yıl sürdü. Bu konuda yarı sayısal veriler içeren bir araştırmayı George Sartonun Bilim Tarihi adlı eserinde bulabilirsiniz. Sarton bilimsellikte zirveye ulaşılan çağları 50 yıllık sürelere böler. Her birini ünlü bir şahsiyetle simgeler. I.S. 750den 1100e kadar aralıksız Cabir, Harezmi, Razi, Mesudi, Ebu1Vefa, Biruni ve Ömer Hayyam birbirlerini izler. Bu 350 yıl boyunca Araplar, Türkler, Afganlılar ve iranlılar (islam Birliğinin kimyacıları, hekimleri, coğrafyacıları, matematikçileri, fizikçileri ve astronomları) önder durumdaydılar. Sartonun şemasına göre I. S. 1100den sonra ilk Batılı isimler duyulmaya başlamış, ama liderlik 250 yıl boyunca Ibn Rüşd, Nasiruddin Tusi ve Ibn Nefis gibi Müslümanların ellerinde kalmıştır. Modern bilimler açısından ulaşılabilen sonuçları bir örnekle vurgulamak istersek, benim alanım olan fizikte şu alıntılar yeterli olacaktır: Yunanlıların görüşlerine karşın diyor Sarton, Ibn Sina (9801037), ışığı ışık kaynaklarının yaydığı çok hızlı giden parçacıklar olarak kabul ediyordu. Isının, kuvvetin ve hareketin mantığını kavramıştı. Onun çağdaşı olan, en büyük fizikçilerden İbnülHeysem (Batıda tanındığı adla söylersek Alhazen 9651039), optikte deneysel sonuçlar elde etmiş ve bir ışık ışınının, bir ortamdan geçerken en kolay ve hızlı yolu seçtiğini söylemişti. Burada yakınlarda bulunan Fermat prensibine yüzyıllar öncesinden işaret etmiş oluyordu. Eylemsizlik kanununu bulmuştu ki, bu sonradan Newtonun 1. kanunu olarak anıldı. Işık refraksiyonunu da, ışık parçacıklarının iki ortamı ayıran yüzeyden geçerken oluşan kuvvetler dikdörtgenine uygun olarak mekanik yolla açıklamıştı (bu da sonradan Newton tarafından bulunup geliştirilmiştir). Mervli elHazini (12. yüzyıl) evrensel bir yerçekimi teorisi geliştirerek yerçekiminin dünyanın merkezine yöneldiğini söyledi. Havanın ağırlığı olduğunu da ilk o açıklamıştır. Kutbüddin eşŞirazi (12361311) ve öğrencisi Kemalüddin, gökkuşağı üzerine ilk açıklamaları yaptılar. Işığın hızının içinde bulunduğunu ve hiperboloid merceklerin küresel sapmayı önleyeceğini söylediler. Burada Biruniden (9731048) bahsetmek isterim. O, çağdaşı IbnulHeysem gibi büyük bir araştırmacıydı. Görüşlerinde en az 6 asır sonra yaşayan Galile kadar modern ve tutarlı idi. Doğa kanunları konusunda Galile ile aynı görüşleri paylaşıyordu. Müslümanlar neden 8, 9, 10 ve 11. yüzyıllarda bu kadar hızla bilimsel araştırmalar ve buluşlar yaptılar? insanın aklına üç neden geliyor: Birincisi ve hepsinden önemlisi, Müslümanlar Kuranda tekrar tekrar yapılan açıklamaların takipçileriydi. Şam Üniversitesinden Dr. Muhammed Eycezül Hatibe göre, hiçbir şey bilimin önemini 750 Kuran ayeti kadar vurgulayamaz ve yeterli neden olamaz. Bu, Kuranın sekizde biri tutar (buna karşılık ahkam bildiren 250 ayet vardır). Bu ayetler müminleri bilimsel araştırmaya yöneltir ve bilimsel olmayı ümmet hayatının bir parçası haline getirir. Birinci nedenle ilişkili olan ikinci nedene gelince: Bu islamın bilim ve bilgi sahiplerine, yani alimlere tanıdığı statüdür. Kuran, alimin, yani bilim ve bilginin aydınlattığı insanların üstünlüğünü vurgulayarak şöyle sorar: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? islam Peygamberi demiştir ki: ilim aramak kadın veya erkek bütün Müslümanlara farzdır. Dahası o ümmetine, ilmi Çinde de olsa bulmaya gitmelerini söylemiştir. Buradan anlaşılıyordu ki, o Çin örneğiyle dini bilgiden değil, bilimden bahsediyor ve bununla bilimsel arayışın evrenselliğini vurguluyordu. Bu da bizi islamın bilimsel başarılarının üçüncü nedenine, onun evrensel mahiyetine getiriyor, islam birliği milletleri ve ırkları kapsıyordu, dahası bütün Müslüman toplumlar, dışlarındaki kişi ve fikirlere karşı hoşgörülüydü. islamın bilime verdiği değeri gösteren bir başka kriter de onun Arapislam toplumunda kazandığı önemdir. Gibbin bilimle yan yana giden Arap edebiyatı için yazdıklarını alıntılayalım: Bilimsel gelişim islamda başka hiçbir yerde olmadığı kadar sürekliydi. Nedeni, yönetici kademelerde ona gösterilen saygı ve hoşgörüydü. Nerede Müslüman toplumlar çöküş içindeyse, orada bilim ölüyordu ve vezirler bilimi kollamaktan hoşlandıkça, bunu bir kazanç ve ün vesilesi saydıkça, meşale yanmaya devam etti. Ama bu durum sonsuza dek sürmedi ve 1100den sonra islamda bilim gerilemeye başladı. 1350de gerileme belirginleşti. Bunun neden böyle olduğunu kimse tam olarak bilmiyor. Aslında dış nedenler de var, örneğin Moğol istilasının neden olduğu yıkım gibi. Ama ne acıdır ki, herşeye bir durağanlık hakim oldu. Cengizden 60 yıl sonra torunu Hülagu, Meragada bir gözlemevi kuruyor ve burada Tusi çalışmaya başlıyordu. Kanımca İslam dünyasında bilimsel hayatın durmasının nedeni, daha çok taklitçilik ve içine kapanıklılıkla açıklanabilir. Konuyu açmak için Ibn Haldundan (13321406) bahsetmek istiyorum. O en büyük sosyal tarihçilerden ve her dönemin alanındaki en büyük dahilerindendir. Mukaddimesinde şöyle yazar: Duyduk ki, Frankların ülkesinde ve Akdenizin kuzey kıyılarında felsefi ilimler üzerine büyük çalışmalar varmış. Onların orada tekrar okundukları ve kalabalık sınıflarda öğretildiği söyleniyor. Şimdiki sistematik yorumlarının geniş olduğu, onları bilen çok sayıda insan ve çok sayıda öğrenci olduğu söyleniyor. Allah doğrusunu daha iyi bilir ama açıktır ki, fiziğin konuları din açısından bizim için hiçbir önem taşımaz. Bu nedenle onları kendi hallerine bırakmalıyız. Ibn Haldun merakın ve çabanın değil, duygusuzluğun ve dışlamanın sembolüdür. Bu duygusuzluk, içe kapanıklığa neden oldu. Herkesin bildiği gibi, bilimlerdeki durgunluk ve bilimsel otoriteye gösterilen aşırı hürmet, düşüncenin ölümü demektir. 9. ve 10. yüzyıllardaki görkemli günlerimizde Bağdad ve Kahirede ileri bilimler için uluslararası enstitüler (beytulhikmeler) kurmuş ve burada değişik uluslardan bilim adamlarını ortak çalışmalar etrafında toplamıştık. Ama 1300lerden sonra hepsi bitti. Hikayemizi bitirelim. Ibn Haldundan sonra bu fikri durgunlaşma sürdü. Hatta büyük İslam imparatorlukları olan Osmanlı Devleti, Iran Safevileri ve Hindistandaki Babür imparatorluğu devrinde bile islamda bilginin aşırı sistematik yapısı artık bir engeldi, sohbetlerde yeniliklerden çok geleneksel bilimler konuşuluyordu. Sultanlar ve şehinşahların Avrupalılarca gerçekleştirilen teknolojik ilerlemeden habersiz olduklarını söylemek ise güçtür. Onların Venediklilerin veya Cenovalıların top dökme sanatındaki tartışılmaz üstünlüklerini bilmemeleri imkansızdır. Fakat geliştirilen teknolojileri kıskansalar ve isteseler de, artık bilim ile teknoloji arasındaki temel bağları anlayamıyorlardı. Örneğin 1799da III. Selim modern cebir, trigonometri, mekanik, balistik ile metalürjiyi Türkiyeye getirdi. Fransız ve İsveçli öğretmenler getirtti. Avrupa silah sanayisiyle yarışmak istedi. Fakat bu alanlarda temel bilimsel araştırmaların önemini anlayamadı ve sonuçta Türkiye hiçbir zaman Avrupaya yetişemedi. 30 yıl sonra Mısırda Kavalalı Mehmet Ali Paşa, kömür ve altın arama ve işletme konusunda eğitim görmüş elemanlara sahip oldu. Fakat bu, onu ve kendisini izleyen Mısırlıları jeolojinin temel bilimleri konusunda eğitmeye yöneltmedi. Bugün bile her ne kadar teknolojinin bir ihtiyaç ve güç olduğunu anlamaya başlasak da, ona ulaşmanın kısa vadede mümkün olmayacağını kabul edemedik, temel bilimlerin ve bunların öğretilmesinin uygulamalı bilimlerde ustalık için gerekli olduğunu hala anlayamıyoruz. Makyaveli dinlersek, bize şu sloganla özetlenebilecek düşünceyi satmaya uğraşanların karanlık emelleri olduğuna inanacağız: Teknolojiye evet, bilime hayır. Bu durumda tarihin yapraklarını nasıl geriye çevirebilir, bilim ve teknolojide yeniden ilerlemeye nasıl başlayabiliriz? Kuran ve sünnetin emirlerine uyarak, bütün bir toplum ve özellikle o toplumun gençleri olarak bir bilim rönesansı çabasını anlayışla karşılamaya yönelmeliyiz, insan gücümüzün yarısından fazlasını yeterli bir bilimsel eğitimden geçirmeli, temel ve uygulamalı bilimleri elde etmeli, bunu da Gayrı Safi Milli Hasılamızın (GSMH) % 12sini araştırma ve geliştirmeye ayırarak yapmalıyız. Bunun da en az 1/4i teorik bilimlere ayrılmalıdır. Bu SSCBde böyle yapıldı. Bu, 19. yüzyıl Meici devriminden sonra Japonyada böyle yapıldı. Ve bu, bugün planlı bir şekilde ve çılgınca bir hızla Çin Halk Cumhuriyetinde böyle yapılmaktadır. Kesin belirli hedefleri ise uzay bilimleri, genetik, mikroelektronik, yüksek enerji fiziği, tarım ve termonükleer enerjinin kontrolüdür. Bu ülkelerde temel bilimlerin önemli olduğu, bugün için erişilmemiş olan şeylerin yarın uygulanacakları ve devamlı sınırları zorlamak gerektiği artık kesin olarak anlaşılmıştır. Onlar artık bilim ve teknolojide ilerlemenin tek yolu olduğunu biliyorlar. Bu toplumlar, Japon, Çin veya Hint bilimi sloganlarıyla kandırılmıyor. Onlar bilim ve teknolojiye talip olmanın kültürlerini yok edeceğinden korkmuyor. Bu bağlamda IslamArap ülkelerinin GSMHlarının Çininkini geçtiğini ve insan gücünün de onunkinden az olmadığını söyleyebiliriz.* Ve Çin, bilimde islam ülkelerini geceli en fazla 10 yıl olmuştur. Yukarıda bilimde ustalıktan söz ettim. Bunun en hayati temellerinden biri de bilim adamıakademisyenin iş alanındaki güvenlik ve sürekliliğidir. Bütün insanlar gibi bir bilim adamı veya teknolog da en başarılı çalışmayı iş alanında güven, anlayış, adalet ve fırsat gördüğü zaman verebilir ve bilim adamı her türlü dini ve politik ayırımdan korunmalıdır. Bu makalemle islam ve Arap ülkeleri arasında her ne kadar politik bir birlik yoksa da, bilimsel bir birliğin temelini atmak istiyorum, islam bilimlerinin görkemli günlerinde böyle bilimsel bir birlik mevcuttu. O zamanlar Ibn Sina ve Biruni gibi Orta Asyalı kimseler Arapça eserler yazıyordu. O günlerde IbnülHeysem Abbasi hilafetinin topraklarında bulunan vatanı Basradan onun politik rakibi olan Fatımi halifeliğine, bugünkünden hiç de daha az şiddetli olmayan politik ve dini farklılıklara rağmen, anlayış ve dostluk göreceğinden emin olarak gidiyordu. Bilimsel birlik, bilinçli işbirliği ister, hem bilim adamlarından, hem de hükümetlerden maddi, manevi destek ister. Bugün islam ülkelerinden bilim adamları çok küçük bir topluluk oluşturuyor: Uluslararası standartlara kıyasla sayı olarak bilimsel araştırma ve bilimsel yaratıcılık olarak %l10 civarında. Birbirimizle yardımlaşmaya, kaynaklarımızı birleştirmeye, birlik şuurunu hissetmeye ve öyle çalışmaya ihtiyacımız var. En az 25 sene boyunca bu bilimsel birliğin, Ümmet elllmin, dini ve politik ayırımla rahatsız edilmemeye ihtiyacı var. Özet olarak, islam ve Arap birliği içinde bilimsel bir rönesans 5 ana unsura bağlı olmak durumundadır: Anlayış, cimrilikten uzak yönetim, güvence, ayırımın kaldırılması, bilimsel özerklik ve bilimsel atılımın evrenselliği. Bu bizi teknolojiye getiriyor. Kuran teshire (teknoloji) de tefekkür (bilim) kadar önem vermektedir. Tabiat üzerinde hükümran olabilmek için sadece bilimsellik değil, uygulama da gereklidir. Mukaddes Kitabımız bize Hz. Davud ve Hz. Süleyman örneğini vererek onların, çağlarının bilimlerdeki üstünlüklerini anlatmaktadır. Biz ona demiri yumuşak kıldık diye bir ayet okuyoruz. Ayrıca: Biz rüzgarları onun emrine verdik denilen Zülkarneyni biliyoruz. O, demirden ve bakırdan tuğlalarla duvar örmüştü. Bunlar o çağın metalürji, inşaat, rüzgar gücü, haberleşme ve savunma teknolojilerine örnek olarak verilmektedir. Bütün Müslümanların bildiği gibi, Kuranm yazdıkları boş şeyler değil, gelecekte örnek olması istenen şeylerdir. Bugün toplumlarımızda teknolojide en ileriye gitmeyi neler engellemektedir? Her şeyden önce ülkemizin tarihinde daha önce hiçbir zaman teknolojiyi geliştirmek için son on yıl boyunca yapıldığı gibi, bu kadar kısa sürede bu kadar çok para ve çaba harcanmadı. Zahlana göre 1978de ArapMüslüman ülkelerle yabancılar arasında teknoloji transferi için tutarı 400 milyar dolarlık anlaşmalar imzalanmıştır. Ne yazık ki, bu projelerin çoğu teknolojiden nasipsiz muhafızlara kurban edilmiştir. Kurban edilmelerinin teknolog ve mühendislerimizin yeni gelişen araştırma ve geliştirme işbirliğiyle çok az ilgisi ve işi vardır. Toplumlarımız, teknoloji tüketicisi oldular, teknoloji bilincine sahip olamadılar. Üç çağrı ile yazımı bitirmek istiyorum Birincisi, vatanlarındaki ve vatanları dışındaki meslektaşlarıma, ikincisi alimlerimize. Üçüncüsü de yöneticilerimize. Birincisi kardeşlerime, yani bilim adamlarına: Görevlerimiz olduğu gibi haklarımız da var. Sayımız az. Oluşturduğumuz birliklerin büyüklüğü kritik sınırın altında. Fakat bir ümmet elilm (bilim ümmeti) olarak birleşirsek bu böyle olmayacaktır. ikinci çağrım, insanlara dinlerini öğreterek toplumlarımıza yön verenlere: Mukaddes Kitabımızın teshir ve tefekkür emirlerini ve bunların topluma gösterdikleri hedefleri unutmayınız, izninizle belirtmek istiyorum ki, bunun bir işareti de, islam ülkelerindeki dini seminerlerin modern bilimlerin öğrenilmesi konularını da kapsaması ve sadece ibn Sina çağı bilimiyle yetinilmemesidir. Son olarak üçüncü çağrım, olaylardan sorumlu olanlaradır: Bilim önemlidir, çünkü Allahın yarattığı dünyanın anlaşılması için temel bilgileri içerir. O önemlidir, çünkü sivil ve askeri alanlara uygulanmadığında toplumumuz hayatiyetini devam ettiremeyecektir. Fakat bilimsel hamle kolay değildir. O, islamın geçmiş dönümlerinde olduğu gibi, cömert bir devlet ve iyi bir yönetim olmadan gelişip serpilemez. GSMHınızın uluslararası standartlara uygun şekilde % 12sini bu, islam dünyası için yılda yaklaşık 48 milyar dolar eder araştırma ve geliştirmeye harcamalı, bunun da en az 1/4ini teorik bilime ayırmalıyız. Lütfen Gibbin bir daha, Hicretin 15. yüzyılında islamın bilim adamları vardı, fakat onlara imkanlar sağlayacak prensleri ve bakanları yoktu diye yazmasına izin vermeyiniz. 21 Abdüs Selama Cevap: Bu Çözüm, İslam Bilimini Kısırlaştırmaktan Başka Bir İşe Yaramaz* CAVİD ENSARİ Batılı emperyalist güçlerin islam dünyasından çekilmesinden beridir, birçok gayri müslim, işlerimizi nasıl göreceğimiz konusunda bize önerilerde bulunmaya kendilerini zorunlu hissetmişlerdir. Bu kişiler arasında Maxime Rodinson, Wilfred Cantwell Smith, piskopos Kenneth Cragg, Prof. Abdüs Selam, Misel Eflak, Gunnar Myrdal ve Mahatma Gandhi bulunmaktadır. Bu önerilerin bazıları içtendir ve akıllıcadır. Müslümanlar ve hükümetler bu mümtaz insanların görüşlerinden dikkatli bir değerlendirmeden geçirerek yararlanabilirler. Fakat bu yabancıların önerilerinin islam uygarlığının temel aldığı metafizik öncüllerle uyuşması beklenmemelidir. Bu nedenle onlar islam ülkelerinin politikalarına temel olamaz. Gayri Islami önerilerin kabul ettiği en önemli esas, Batı normları ve ahlakının evrenselliğidir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve ilerleme gibi sosyal ideallerin bütün ahlaki ve sosyal sistemlerin temeli olduğu kabul edilmektedir. Batı dışı değer yargıları barbar, ilkel ve mantık dışı görülmektedir. Gayrı müslim tavsiyeciler islamı gerici ve ilerici eğilimlerin bir alaşımı olarak yorumlamaktadırlar ilerici eğilimler değişmez bir şekilde Batıdan en çok faydalanan ve ekonomik gelişme, bilimsel ilerleme, bağımsızlık ve sınıf savaşımını islam hukukuna uyduran eğilimler olarak algılanmaktadır. Bu görüşe göre islamın geleceği, Batı uygarlığının akıntısına girmesi ve Batınınkinden farksız hale gelecek fikri gelenekler ve sosyopolitik kurumlar oluşturmasında yatmaktadır. Prof. Dr. Abdüs Selamın söylediği gibi Abbasi, Fatımi ve Endülüs dönemlerinin Batı etkisindeki bilim adamları, islam dünyasının o dönemin laik yöneticilerince desteklenen Ortaçağ fikir gelenekleriyle islam dünyası aracılığıyla Batı arasında köprü oluşturmuşlardır. Ibn Sinanın ışığın mahiyeti hakkında Yunanlılarla düştüğü anlaşmazlığa gelince, bu farklar bile Helenistik düşünceden ayrılış değil, onun devamıdır. Ibn Sinanın Helenlerle birçok ortak temel inançları vardı. Ibn Sina YeniEflatuncu Aristoculuğun en tutarlı yorumcularından biridir. Prof. Selamın kardeşim dediği fizikçi IbnülHeysem de bir başka Aristocuydu. Bir bilim tarihçisinin, De Boerin sözleriyle, IbnülHeysem çeşitli doktrinleri inceledi ve hepsini az çok gerçeğe yaklaşmak için yapılan başarılı atılımlar olarak gördü. Onun için gerçek, maddi ve algılanabilir olandı. Bu nedenle genellikle tekfir edilmesine ve islam dünyasında çoktan unutulmuş olmasına şaşırmamak gerek. Ibn Rüşd de imam Gazalinin şaheseri TehafütülFelasifeye karşı yazdığı TehafütütTehafütündeki saldırılarıyla tanınır. Mutezile filozofları Batıda Rönesans sırasında ve ondan sonra büyük ilgi gördüler. Onlar tabiatın, evrenin ve varoluşun materyalist bir yorumuna dayanan bilimsel teorileriyle tanınırlar. Batıda tabiatın, bilimin damarlarına hedonizm (hazcılık) zerkedilmiştir. Bu nedenle Batının maddi dünyaya olan düşkünlüğünün insanı anlamaya ve onu fethetmeye düşkünlükle hiçbir ilgisi yoktur. Gerçekten de dünyayı fethetme düşüncesi onun dini ve manevi anlamını kavrama çabasını baltalamıştır. Buna Hıristiyanlık, sosyal etkileşimi ayrı ayrı platformlarda birbirinden tecrit ederek cevap vermiştir. Bu nedenle laisizm Batı uygarlığının başlıca temellerinden biri olmuştur. Gayrimüslim tavsiyeciler, islam dünyasının ilerlemesi için laisizmin kabulünü zorunlu görmektedirler. Abdüs Selam bir Ümmet elIlm kurulmasını istemektedir. Bu islam dünyasında ve Arap ülkelerinde siyasi bir birlik bulunmasa da, kurulması gereken bilimsel bir birliktir. O, vezir ve bakanlara ve de laik yöneticilere seslenmekte ve geçmişte olduğu gibi cömert bir yönetim dilemektedir. Orta Doğuda Mutezile bilimcileriyle Abbasi ve Emevi halifeleri arasındaki ilişkilerin tekrar oluşturulması taraftarıdır. Böyle bir birliğin kurulması, İslam dünyasında laisizmi (sekülarizmi) güçlendirecektir. Vezirler ve bakanlar, islam dünyasının bilimsel yalnızlığını sona erdirmek için cömert yönetimler oluşturacaklardır. Prof. Selam, bilimsel yalnızlık, düşüncenin ölümüdür diye yazmaktadır. Başka bir yerde ise kendi ülkelerinde yaşayan ve çalışan çok az bilim adamının dışarıdaki bilimsel kuruluşlara gidebildiğini belirtmektedir. Bu beni Triestede bir uluslararası fizik merkezinin kurulması önerisine itti demektedir. Bu merkez Birleşmiş Milletler bünyesindeki Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve UNESCOya bağlıdır ve en çok BM, italya ve isveç tarafında finanse edilmektedir. Prof. Selama göre, islam ülkeleri halihazırdaki Batılı bilim merkezleri ile kuvvetli mali ve kurumsal ilişkiler geliştirmelidir. Bu kuruluşlarda yapılan bilimsel araştırmaların ise islam dünyasının sorunlarıyla hiçbir ilgisi yoktur ve bu kuruluşların teklif ve burslarını kabul eden Müslüman bilim adamları büyük bir ihtimalle Batılı hocalarına sürekli bağımlı hale gelecek ve onların teorik paradigmalarını ve siyasi perspektiflerini kabul edeceklerdir. Peki, temel bilimsel araştırma nedir? Belki Prof. Selamın kendi çalışması temel bilime bir örnek olarak verilebilir. Ömür boyu süren araştırmalardan sonra elektromanyetik ve zayıf çekirdek güçlerinin tabiatta bulunduğu varsayılan 4 ana güçten ikisi temelde aynı olduğunu kanıtlamıştır. Şimdiyse kuvvetli çekirdek gücünün elektromanyetik güçle aynı olduğunu kanıtlamak için araştırmalar planlanmaktadır. Prof. Selam demektedir ki: Tabiatın görünüşte birbirinden ayrı güçleri arasında bir birliğin olması, bizim fizik olarak inançlarımızdan bir tanesidir. Allahın yarattıklarının bir bölümünü anlamak bir lütuf ve ayrıcalıktır. Arabianın Kasım sayısındaki Ekonomik kurtuluş için bilimsel politika adlı makalemde yazdığım gibi, bu teoride islama gerekli hiçbir şey yoktur. Bu teori Antik dönem Yunan materyalistlerinin de, çağdaş materyalistlerin de eserlerinde mevcuttur. Varlığın birliği varsayımı birçok yanlış fikirli grup tarafından Vahdeti Vücud doktrinine dönüştürülmüş ve İslam onlarca Ari ve Sami metafizik temaların karma bir bileşimi olarak gösterilmeye çalışılarak olağanüstü özellikleri yalanlamıştır. Zaten maddi güçlerin birliğinin kanıtlanması islam dünyasının ne işine yarayacaktır ki? Prof. Selam 10 yılı aşan bir süredir Pakistandaki bilimsel çalışmaların liderliğini yapmaktadır. Islamabad Üniversitesindeki parlak genç fizikçilerin çekirdek fiziğinin çıkmaz sokağına yöneltilmelerinde herkesten çok sorumluluk taşımaktadır. Bu tür çalışmaların Pakistan endüstrisi ve savunmasıyla ne ilgisi vardır Islamabad grubu Pakistanın endüstriyel kalkınmasında ne rol oynamıştır? Özellikle Pakistanda uranyumun zenginleştirilmesi ve kullanılmış nükleer yakıtın yeniden değerlendirilmesi alanlarındaki çalışmalarla Prof. Selamın yaptıklarının hiçbir ilgisi yoktur. Prof. Selam, islam bilimcilerinin Batılı bilimsel kurumlarla birleşmelerini savunmaktadır. Acaba Batı, islam ülkelerine nükleer savunma gücü geliştirmeleri için izin verecek midir? Bu konudaki Batı politikası tahminlere yer bırakmayacak kadar iyi bilinmektedir, israile nükleer silah veren ve islam ülkelerine saldırılarını destekleyen aynı Batıdır. Batı, Hindistanın nükleer programını engellemek için hiçbir şey yapmazken, Pakistan ve Irakın nükleer programlarını durdurmak için casusluk yapmış ve saldırıda bulunmuştur. Batı, teknolojik etkilenmenin islam ülkelerinde en alt düzeyde kalmasını sağlayacak bir politika izlemektedir. Örneğin bilgisayar endüstrisi (bkz. Arabia, Aralık 1982) ustaca önlemler alarak teknolojik tekelini korumuş ve Arap ülkelerine teknoloji ihracını bilinçli olarak kısmıştır. Büyük imkanlara rağmen Batılı çok uluslu şirketler bu tür ihracatı kısmayı sürdürmektedirler. Her yıl yüzlerce, belki de binlerce Müslüman bilim adamı Batıya tahsil görmeye gitmektedir. Bu hiçbir zaman Batının İslam dünyasına karşı tutumunu değiştirmesine neden olmamıştır. Bağlantıların ve bilimsel işbirliğinin artmasının İslam dünyası ile Batı arasındaki ilişkilerin yapısını temelden değiştireceği konusunda da hiçbir kanıt yoktur. Filistin ve Afganistanın işgali sürdükçe, Batının SSCB ve islam dünyası ile ilişkileri çatışma halinde olacaktır. İslam dünyasının Filistin ve Afganistandaki emperyalist etkinliklere karşı çıkmak ve İslam dünyasının başka bölgelerinde bu tür girişimleri engellemek için hazırlanmaktan başka çaresi yoktur. Birçok tavsiyeciler, İslam dünyasını uygarlaştırmak için Batının üstünlüğünü kabul etmekten başka çare olmadığına bizi inandırmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda Mirza Gulam Ahmed Kadıyani, cihadı illegal ilan etmişti. Erbain adlı eserinde şöyle yazar: Hz. Musa devrinde çocukların öldürülmesi normaldi. Hz. Muhammedin devrinde çocukların, yaşlıların ve kadınların öldürülmesi yasaklandı. Benim zamanımda da cihad emri tamamen kalkmıştır. Ama İslam dünyası bunu dinlemedi. 20. yüzyılda İslam dünyasında yeniden bir uyanış başladı. Bu uyanış, bazı İslam ülkelerinin yöneticilerini de etkiledi ve İslam ümmetinin tarihi görevinin büyüklüğünü anladılar. Bu da laisizmin reddine, fikri ve siyasi bağımsızlık arayışına götürdü. Bilim politikasına gelince, bu arayışın iki yönü vardır. Prof. Selam, Ümmet elİlmin özel bir üsttopluluk olarak kurulmasını, siyasi ve dini ayrımcılıktan korunmuş bir statüye kavuşturulmasını istemiştir. Bu Ümmet elİlmin islamın dinisiyasi cemaatinin bir parçası olmadığını göstermektedir. O, cemaatin değer yargıları veya siyasi içselleştirmeleriyle uğraşmayacaktır. Oysa İslam, dini ve dünyevi konularda ayrım yapmayı kabul etmez. Müslüman bilim adamı siyasi ve ideolojik konsensüs oluşumuna katılmalıdır. Müslüman bilim adamı davaya kendini adamış bir hizmetçi olarak islam dünyasının ideolojik kimliğini oluşturmalıdır. ikincisi, İslam dünyasında bilim, ümmetin kalkınması sırasında ortaya çıkan somut sorunlarla uğraşmalıdır. Şimdiye kadar islam dünyasındaki eğitim ve araştırmalar daha çok temel bilimler üzerine yapılmıştır. Başka kelimelerle ifade edersek, hedefleri özellikle Batıdaki eğilimler referans alınarak belirlenmiştir. Bu da islam dünyasındaki bilimsel etkinlikleri anlamsız ve kısır bir çerçeveye sokmaktadır. Batının siyasi üstünlüğünden kurtulabilmiş ülkeler bunu kendilerini kendi istekleriyle izolasyona tabi tutarak başardılar. Bu hem Rusya, hem de Çin için böyledir. Ve eğer [Commodore] Perry, Japonya ile Amerika arasında ilk ticaret bağlarını kurmayı, onu fethetmekten vazgeçmek için bir ön şart olarak öne sürmeseydi Japonya için de böyle olacaktı. Rusyanın, Çinin ve Japonyanın temel bilimleri, o ülkelerin pratik ekonomik ihtiyaçlarını ve siyasi düşüncelerini yansıtmaktadır, islam ülkeleri Batı bilimini de, teknolojisini de ithal etmekten kendilerini kurtaracak bir bilim politikası izlemelidir. Dikkatler, yerli bir bilimsel ve teknolojik kapasite geliştirmeye yöneltilmeli ve bu kapasite islam dünyasının ideolojik kimliğini güvenceye almak üzere kullanılmalıdır. 22 islam ve Bilim Dünyası siRAC MÜNİR Son 50 yıldan beri çeşitli görüşten Oryantalistlerce ve sonra da Batı kaynaklı Oryantalist eserlerce İslam dünyasının önüne bir görüş sürülmektedir. Bu görüşe göre modern bilim ve teknoloji Ortaçağ İslam düşüncesinin ürünüdür. Meşalenin kendisi sönmüştür fakat o sürekli yayılan ve üslü olarak ilerleyen bir bilim ve teknik geleneğini başlatmıştır. Şimdi bilim meşalesi Batı tarafından taşınmaktadır. İbnülHeysemden Şah Veliyyullah Dehleviye dek İslam uygarlığı bir çeşit karanlık çağa gömülmüş ve bu, Yunan uygarlık ateşinin sönmesinden sonra Batının içine düştüğü durumla kıyaslanır olmuştur. Şimdi İslam dünyası cehalet ve karanlık çağından çıkarken, Kuranı Kerimde sürekli tekrarlanan tefekkür konusunda bahsedildiği ve yeterince temellendirildiği gibi, Batıdan istediğini öğrenmeye hakkı vardır. Batının bilimi, müminlerin kayıp hazinesinden başka bir şey değildir. Bu basit düşünce, işlevsel bir ideolojiye dönüştürülebilmek için gerekli bütün özellikleri taşımaktadır. Ayrıca zamanın sürekli ilerleyişi teorisine de uymakta, tarihin doğrusal ilerleme varsayımıyla uyuşmakta ve bazı tarihçilerce de tarihi ilerlemenin bambu eklemi teorisi diye adlandırılmaktadır. Bir öğreti temelinden yoksun olmasının yanı sıra, evrensellik adına duygusal nüanslar ve kendi tarihi ile uluslararası kılavuzluk rolü için retrospektif (geriye dönük) bir gururu da taşımaktadır. Bu düşünce, sömürge sonrası çağında geleneksel görüşe karşı savunucu bir alet olarak ortaya çıkmıştır. Formülasyon aşırı derecede semboliktir ve İslam düşüncesinin artık üçüncü aşamasına girmiş olduğunu göstermektedir: Düşüş, kayma, çarpılma. Çok şeytani bir strateji yürütülmektedir. Çavid Ensarinin islam ülkeleri kendi dinleriyle ve kültürleriyle uyumlu ve uygarlıklarının özüne aykırı olmayan kendi bilimlerine muhtaçtırlar düşüncesi her ne kadar aşırı öğeler taşımıyorsa da, Dr. Abdüs Selam tarafından şiddetli tepkiyle karşılanmıştır. Neden? Dr. Abdüs Selam, içinde felsefe, bilim, uygarlık ve kültürün birleştiği karmaşık örgüyle kuşatılmış bir gerçeklikten beslenen grubun sözcülüğünü üstlenmiştir. Ensarinin yalın düşüncesi, bu çeşit bir gerçekliği kalbinden vurmakta ve her şeyi tehdit etmektedir. Tepki, basit nedenler yüzünden gösterilmiş değildir. Şimdi birinci durumu tahlil edelim: Çağdaş Batı bilimi, islam düşüncesinden kaynaklanmıştır. Doğru. Çok sayıda Batılı kaynak bunu doğrulamaktadır. Bunların arasında Sartonun önemli bir yeri vardır. Her uygarlık bir mihver gerçeklik etrafında örülmüş kurumlardan oluşur. Bilimi ve sanatı, kaynaklarını bu çekirdekten alır ve ona bağlı olarak anlam kazanır. Gene onun birincil bilimleri vardır ki, onlar merkeze daha yakın olup rengini daha çok almışlardır. Sonra ikinciler halkası gelir ki, genellikle tarafsız renkleriyle ve yarı dini önemleriyle mihver gerçekliğin rehberliğinde oluşmuşlardır. Yakınlığın derecesi, önemin derecesini belirler. ikincil bilimler uygarlığın kenarında yer alır, yabancı etkilere açıktır ve yabancı entelektüel gelenekleri etkiler, islamdaki felsefe ve deneysel bilim böyle idi. Onlar mihver gerçekliğin en dış kabuğuydu ve ona bağlı oldukları kadar değerliydiler. Mihver prensipten kopartılınca değersiz bir kabuk gibi kaldılar. Evrenseldiler, çünkü herhangi bir yapıya uyabildiler, her türlü anlamı alabildiler. Artık mihver gerçekliğin damgasını taşımıyorlar, işte islamın modern bilime etkisi bunlardır. Bunlar islam uygarlığının kenarında bulunuyordu. Yunan düşüncesinin etkisinde kalmışlar, onu İslama olabildiğince intibak ettirmişler, yabancı kültürlere yayılmışlar, bazen da o kültürlerin gizli potansiyelini faaliyete geçirmişlerdi. Bu izafi fenomen, Ortaçağ Batısına parlak göründü ama taşıdığı anlamla değil, yüzeysel tekniklerinin gelişmişliğiyle. Onun ancak bu yönü Batıya geçebildi, çünkü mihver prensibin anlaşılmadığı bir durumda geçebilecek olan sadece buydu. Batı biliminin orijinal islam düşüncesi ile pek bir ilgisi yoktur. Batı bu izafi fenomeni alıp onu derindeki anlamından kopardı, kendisine mihver gerçeklik yaptı ve ondan bütün uygarlığını türetti. Uygarlığı laikliğe dayanır, çünkü temel tuğlası daha önemli olan dini özelliklerden arındırılmıştır. Şimdi bu dev canavar, İslam düşüncesinin çocuğu olarak tanıtılmaktadır. Dini kültürlerde önemli olan, hiyerarşi duygusudur. Maddeye istenilen biçim verilebilir fakat mutlak ile izafinin yahut vazgeçilmezle gereklinin karşılaştırılması öldürücüdür. Bu, müşrik (putperest) mantığıdır. Batı düşüncesinin mantığı, izafi olan kabuğu büyüterek onu mutlak derecesine getirir ve herşeyi ona bağlayan böyle bir karışıklıktan kaynaklanır. Günümüzde mutlak olan, önemsizliğe kadar cüceleştirilmiş, izafi olan onun derecesine yüceltilmiş, böylece Dr. Abdüs Selamın şiddetle savunduğu modern varoluş düşüncesinin çeşitli dalları ortaya çıkmıştır. Bunun aslında Allahın birliği ile bir ilgisi yoktur; o her olay, kuvvet ve alanda, kısaca insan aklının alabileceği herşeyde gözlenebilir. Bunun Onunla bir ilgisi yoktur. Bütün güçlerin birliği kanıtlansa bile, bu sadece eski bir varsayım olan kozmik birliği doğrulayacaktır ki, kozmik birlik ilahi değildir. Modern bilim taraftarının kozmik olaylarla uluhiyyeti nasıl karıştırdığını ve alçalttığını buradan açıkça anlıyoruz. Ensari, konunun özüne dokunarak çağdaş bilimsel görüşün metafizik perspektiften yoksun, bunun da dini bir uygarlıkta yaşayabilmek açısından bir handikap olduğuna dikkat çekmektedir. Dr. Abdüs Selam gibi metafizik inançları savunan birisi ilginç bir duruma düşmektedir. Onların bilimsel temeli böyle bir inanca izin vermemekte, hatta onu saçma olarak nitelemekte, en azından bilinmezliğin sınırlarına iteklemektedir. Onların tek yapacağı fiziği daha yüksek bir metafizik dereceye yükseltmek, tefekkürü Batı bilimi, teshiri de teknoloji yapmaktır. Bu ne acıklı bir mazerettir! Ümmet elilm konusuna geri dönerek, kullanılan bu terimin dini ve Islami bir tanımı olduğunu fark ederiz. Gene o duygusal atmosfere gireriz. Halbuki böyle bir topluluk iki nedenle ortaya çıkmamalıdır. 1. Resmen olmasa da, bu topluluk şeklen zaten vardır, 2. Böyle bir topluluk bilim adamlarının ümmetin sorunlarına yabancılaşmasını artıracaktır. Son yarım yüzyıldır yılmaz bir çabayla öğretmenlik yapan Batı düşüncesi, bilim adamlarını zaten yeterince dini bakış açısından, milli hedeflerden ve bilimsel üretimlerini kendi insanlarının içselleştirmelerinden ayırmıştır. Onlar, birkaç örnek dışında, yabancılaşmış bir güruhtur, uydurma bir evrensellikten hoşlanmaktadırlar, manen ve maddeten köksüzdürler. Yüreklerindeki bu yabancılaşma, Ümmet elIlmi profesyonel bilim adamlarına dönüştürmüş, vezirlerin ve bakanların emri altına sokmuş, kendi içlerinde soyut ilişkiler sürdüren ve genellikle gerçeklerden ve hatta bazen ulvi gerçekten bile uzak bir duruma getirmiştir. Dr. Abdüs Selam da bütün kalbiyle bunun farkındadır ama ne yazık ki, bu Ümmet elilm vardır ve bilimsel evrensellikten destek bulmaktadır. Bir Müslüman için ümmet birdir, öyle ayrımlar imkansızdır ve eğer bilim adamı köklerini bu ümmetten alırsa bir değeri ve anlamı vardır, yoksa bir toz tanesi gibi kaybolup gidecektir. Dini uygarlıkların insanın değerini ölçen tek ölçüsü vardır: Mutlak olana bağlılık. Eylem alanı o kadar önemli değildir ama mihvere ve bölünmez olana bağlılık önemlidir. Aslında problem bir buzdağının görünen bölümüdür, islam bilim politikası sorunu, kültürlerarası ilişkilerden soyutlanamaz. Sorun mutlak ile etrafındaki birincil ve ikincil bilimler sorunudur. Bu liste sonsuza dek uzatılabilir. Kısaca çağdaş dünyada sorun yalnız bir siyaset sorunu değil, aynı zamanda hayatın her düzeyinde gerçek bir varoluş sorunudur. Kökünü ümmetin içselleştirmelerinden alan, imanın vazgeçilmezliğinden kaynaklanan ve aynı zamanda sorunları teknik düzeyde çözen, Islami perspektife sahip yeni bir bilime gelince; Dr. Abdüs Selama göre böyle farklılaşmış bir bilim topluluğu sorunu yoktur. Onunkisi, bütün uygarlıkların Batı dünyasını meydana getirmek üzere doğduğuna ve onun da merkezkaç bir hareketle evrenselleşeceğine inanan bir 18. yüzyıl hümanistinin yaklaşımına benzer. Ensariye göre ise sorun, hayati derecede önemlidir. Sorun, Batının bilimsel akıntısından kurtulmak ve seçenekler aramaktır. Ama kim bu sorunla uğraşıp Batı düşüncesinin kör yolundan uzaklaşacak bir siyaset oluşturabilir? İslam ülkelerini bilim siyasetleri ya Dr. Abdüs Selam gibi kişilerce ya da bizzat Batılılarca yapılmaktadır. Onlar siyasetleri ancak uygulamaya koyarlar, oluşturamazlar. Batının teknolojik mucizesinden gözleri kamaşmış olarak sorunun özünü güçlükle kavrayabilirler, çok daha az olarak da yaklaşımlarını değiştirmek gerektiğini duyarlar. Bu yalnız bilim siyasetinde böyle değildir. Batılı düşünce, her alanda sanki tek seçenekmiş gibi uygulanagelmektedir. Ama kısa bir süre önce bu durum değişmeye başladı. Bu, bürokrasinin tutumundaki ani ve teşekküre layık bir dönüşten veya yönetici konumundaki kişilerin yeni bilinç ufuklarına ermelerinden değildir. Onlar hala aynıdır. Modern teknolojinin hayranlığına gömülmüş ve alternatifleri unutmuş durumdadırlar. Islami hareketler, ister siyasi olsun, ister sosyal, isterse entelektüel, yaklaşımda bir değişiklik getirmişler ve bir süredir politika üreten kişiler üzerinde etkili baskılar oluşturmaya başlamışlardır. Siyaset ve ekonomi alanlarında Islami düşüncenin tırmanışına tanık olduk ve oluyoruz. Uygulamalı veya teorik bilimlerde her şey karmaşık dönüşümlere girmektedir. Sorunun gerçek yapısını kavramak zamanı gelmiştir. Ama şimdi, İslam metafiziği bağlamında bilimler ortaya çıkıyor olsa da, onlar bürokrasinin rahat döşenmiş odalarına sokulmayacaktır. Vezirler ve prensler, sorunun özünü kavrayabilmekten en yoksun kimselerdir ve isteksiz bir hava estirmektedirler. Değişim, islam dünyasındaki Islami öğretim kurumlarından kaynaklanan Islami hareketlerden çıkacaktır. Bir şey kesindir: Bu değişim, hükümetlerden ve laboratuarlarda çalışan veya siyaset yapan kurumları yöneten sayısız Dr. Abdüs Selamlardan gelen tepkiyle karşılaştığında bir patlamaya dönüşecektir. Ensarinin yeni politika isteği semboliktir. 10 yıl önce kimse böyle düşünemezdi. Ama şimdi herkes sorunun önemini kavramıştır. Bir bilimsel perspektife kültürel bir temel öncülük edebilir. Geçmiş yarım yüzyılda yıkıntı halindeki kültürel ve dini bilinç yeniden toparlanmış ve hatırı sayılır bir düzeye erişmiştir. Şimdi yeni bir bilimsel perspektif oluşturacak kadar olgunlaşmıştır ama onun nasıl bir şey olacağını henüz kimse bilmiyor. 23 Temel Bilimin Karşılayamadığı İhtiyaçlar ETZAI FATİMA İslam dünyasında bilimin yeri konulu Ardbiddaki tartışma, önemli konuları gün ışığına çıkarmıştır. Tartışma bizi islam dünyasının ilk yüzyıllarındaki karşıtlığa götürüyor: Mutezile ile Eşariler arasındaki anlaşmazlığa. Bu anlaşmazlık, Müslüman kafaların en iyilerini neredeyse 200 yıl uğraştırmış ve müminlerde bilimsel yöntem ve araştırma hakkında şüpheler üretmiştir. Şüpheler bazı Mutezile alimlerinin inkarcı eğilimlerinden kaynaklanmıştır. Genel yargının tersine, BeytülHikmelerde Arapçaya çevrilen Yunan felsefesi eserleri, bilimsel düşüncenin ilerlemesine ve Kuran mesajının anlaşılmasına, Gazali Yunan mantığı efsanesini yıkıncaya dek engel olmuştur. İşte Yunan felsefesine olan bu isyan, modern kültürün temellerini hazırlamıştır. Bu gelişmelerin tarihini inceleyen Muhammed ikbal, bunu Müslümanların saf spekülatif felsefe ile yetinmemelerine bağlamıştır. Ibn Hazmın algılama teorileri, Ibn Teymiyenin tümevarım {induction) hakkındaki düşünceleri, Biruninin tepki süresini keşfi ve Kindinin algılamanın uyaranın şiddetine paralel olduğunu bulması ile birleştirilince, gözlem ve deney yöntemleri ortaya çıkmış olur. Bilimsel yönteme bu temel katılımların yanı sıra diğer birçok keşifler de listeye eklenebilir. Şimdi Dr. Abdüs Selamın makalesinde (Arabia, Mart 1983) sözü geçen, Kuranda ve hadislerde bilimsel araştırmanın hükmü hususuna gelebiliriz. Selam, Kuranın Casiye, 1213. ayetlerini düşüncesine dayanak olarak almakta ve teshir kelimesini insanın denizler üstündeki hakimiyeti şeklinde tefsir etmektedir. Bunun, başka ayetlere bakıldığı zaman (Isra 66, Rum 4648, Lokman 31, Mümin 79 81) Kuranın ruhuna tam uymadığı görülecektir. Bu ayetlerden de anlaşılmaktadır ki, insan kullanandır, fakat hakim değildir. Dahası Kuranda bu konularda tevhid ve ahirete de atıf yapılmaktadır. Bu demektir ki, bu haberler ve tefekkür, insana tevhidi ve öte dünyayı hatırlamak içindir. Bu ayetlerden, Abdüs Selamın Müslümanların tabiatın (bilimin) kanunlarını öğrenmeleri ve kullanmaları gerektiğini söylerken yaptığı tefsirde olduğu gibi, dini anlamı kaldırmak Kuran metnine aykırı düşmekte ve uymamaktadır. Kuran Müslümana bilimin izinde gitmesini önerir. Hz. Peygamber de duasında söylediği gibi böyle yapmıştır: Ya Rabbi, eşyanın ilmini bana öğret. Oysa Kuranın evrensel çağrısını kısıtlamak, Kurani mesajın doğru bir yorumu değildir. Kuran, mesajını ilgi alanlarına bölmez; o bütün insanin anlatımıdır. Kuranm yalnız bilimi kapsadığı genellemesi yanlıştır. Kuran, üstün bir rehber kitaptır ve ondan Allahın açıklamadığı şeyler hakkında anlam çıkarmak büyük yanlışlıklara neden olabilir. Gerçekten de bu, Kuranın içeriğine aykırıdır çünkü kendisinin de bildirdiği gibi, Kuran ayetler taşır ki, bu ayetlerin kendi içinde açık (muhkem) olanları ve kapalı (müteşabih) olanları olduğu gibi alegorik (remzi) olanları da vardır. Onda kitabın temeli olan muhkem ayetler vardır, diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir (Ali İmran 7). Kuran birçok tabiat olayını delil gösterse de, bu onun bir bilim kitabı olmasından kaynaklanmaz. Kuranın insanları tabiatı gözlemlemeye yöneltmekteki amacı, onda yansıyan Mutlak Kudreti görmeleri içindir. Bilim ise tanımında da görüldüğü gibi, deneye tabi tutulamayan hiçbir şeyi kabul etmez; buna insanın algılama alanının dışındakiler de dahildir. Bilimin varsayımları, Kuranın gerçekliklerinin tersine, belirli sayıda olamaz. Böylece İslam biliminden bahsetmek ya da tefekkür, tabiatın (biliminin) kavranması ve keşfedilmesidir veya teshir tabiat üzerinde (teknolojiyle) egemenlik kurmaktır demek, akıl karı değildir. Kuran tefekkürden Allahın sonsuz varlığının gerçeğinin kavranması olarak bahseder; teshir ise Casiye 12 13. ayetlerden de anlaşılacağı gibi Allahın işidir, insanın değil. Aynı ayette geçen litebtegu kelimesi de gösterir ki, teshir Allah tarafından yapılır ve insanın onun denizde ve karada verdikleriyle rızıklanmasına izin verilmiştir. Bu demektir ki, insan Allahın bütün verdiklerinden aklını kullanarak yararlanmakta hürdür. Kuranda Allahın bildirdiği ve Peygamberi Hz. Muhammedin (sav) hayatında uyguladığı sınırlar içinde insan bunu yapabilmek için bilim ve teknolojiyi kullanabilir. Eğer Allah Kuran yoluyla bilim vermek isteseydi, verirdi. Ama Bakara suresi 189. ayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, onun dileği bu değildir: Sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: Onlar insanların ve haccın vakitlerinin ölçüsüdür. Yeni ayın değişik evrelerinin sırrı hakkındaki soruya cevaben Kuran, basitçe bu evrelerin insanın pratik ihtiyaçları için olduğunu bildirir ve onların bilimsel açıklamasına girişmez. Fakat bu, müminlere ayın evrelerinin fiziksel nedenlerini bilimsel yöntemlerle araştırmalarını da yasaklamaz. Alkışlarla karşılanmasını beklediği, zayıf nükleer ve elektromanyetik kuvvetleri birleştiren ve böylece temel kuvvetleri dörtten üçe düşürerek İslam bilimine katkıda bulunan keşfini açıklayan Dr. Selam da, her dini cemaatte rastlanan o aşırı coşkulular sınıfına dahil edilebilir. Dr. Selam gibi seçkin bir Hintli doktor ve Sanskrit bilimcisi olan Dr. Ramamada tabiat kanunlarının birliğinde, Vedaların büyük Brahmasının gerçekleşmesini görmektedir. Ayrıca Maxwell de manyetik ve elektrik güçlerin bir olduğunu bulmuş, daha sonra da ışık ve elektromanyetik olayların aynı olduğu gösterilmişti. Ne Maxwell, ne de Einstein Müslümandı. Aslında bugünkü fiziğin ana konusu birleştirmektir. Fizikçiler üç ana kuvvetin (yerçekimi, elektromanyetik ve güçlü nükleer kuvvetler ile birkaç tane matematiksel ve fiziksel sabite) bütün fiziksel bilgiyi kapsayabileceğine inanırlar. Matematiksel sabiteler, dairenin çevresiyle çapının birbirine oranı olan pi ve üstel fonksiyon sabitesi olan edir. Fiziksel sabiteler, yerçekimi sabitesi olan g, ışık hızı c, elektron yükü e ve Planck sabitesi Jıdir. Fakat yeni bir fiziksel sabitenin ya da kuvvetin bunlara eklenmesi ya da bunlardan çıkartılması, bu teorileri Newton döneminden kalanlardan daha İslami yapmayacaktır. O zamanlar bu kuvvetler birbirlerinden ayrı biliniyordu. Bu, bizi Cavid Ensari tarafından sorulan islam Biliminin ne olduğu sorusuna getirir. Birincisi, bu terim uygun düşmüyor, çünkü bilimin bölümlere ayrılması sözkonusu değildir. Dahası, bilim laik toplumlarda da gelişmiştir. Gerçekten de çoğunlukla Müslümanlar ya da Müslüman gruplar tarafından yürütülen bilimsel araştırmalar, islam bilimi olarak adlandırılamaz. Deney deneydir. Yine de bilimin ahlaki boyutuna dikkati yoğunlaştırmakta fayda olsa gerektir. Bu boyut, bilimin içinde yürütüldüğü değerler sistemi, bilim ahlakı, ulusal bilim politikası vb.dir. işte burada islam, bilimsel etkinliğin yürütülmesinde önemli bir rol yüklenebilir. Razinin zehir yapmayı reddetmesi ve bunu yapamam, çünkü mesleğim benden ancak insanları iyileştirecek ilaçlar yapmamı bekler, dinim de başkalarına zarar vermemi yasaklar demesinden, günümüzün kimyasal ve biyolojik savaşları için büyük dersler çıkarılabilir. Belki de islam biliminin, islamın ahlaki çerçevesi içinde yürütülen, insanlığın iyiliği için yapılan ve insanın maddi ve manevi boyutları arasında dengeyi sağlayan bir bilim olduğunu söyleyebiliriz. Bilimin Müslüman toplumlarda oynayabileceği rollerden biri de, Seyyid Kutubun dediği gibi, tabii olayları anlayışımızı derinleştirerek Kuranın anlamını kavramamızı kolaylaştırabileceğidir; tıpkı klasik Arap dilini anlamamızın bunu (Kuranı anlamamızı) kolaylaştırdığı gibi. Yani eğer yapabilirse algılama alanımızın ulaşabildiğinin dışındaki gerçekliklere doğru yaptığımız fikri uzanımdadır bilimin bize yardımı. Ayette de denildiği gibi, ...ve gerçekten varılacak olan Allahtır. Bilimin çağdaş toplumda belirli işlevleri vardır, fakat İslamın yayılmasında rol oynadığına dair kesin bir belirti yoktur. BeytülHikme, islam dünyasında bilimin ilerlemesinde bir kilometre taşı olarak görülür, fakat unutulmamalıdır ki, islamın altın çağından sonra kurulmuştur. O halde, bu büyük başarıların nedenleri başka yerde aranmalıdır. Bütün dünyayı sarsan bu etkiyi doğuran şey, Müslüman kitlelerin islama olan sımsıkı bağlılığı değil miydi? Hz. Ömerin şöyle dediği söylenir: Biz islamla şereflenmiş bir halkız; eğer şeref ve büyüklüğü islamdan başka yerde ararsak Allah bizi şerefsiz kılar. Eğer bilim Müslüman bir toplumda gelişecekse, o toplumun sosyal, dini ve ekonomik etkinlikleriyle ilgili olmalıdır. Bu iki nedenle böyledir: Birincisi, İslam toplumu asıl karakterini sürdürebildiğinden gücünü hala normlarından ve değer sisteminden alır; epistemoloji, gelenekler, tarih bilinci ve kardeşlik olarak... ikincisi, tarih gösteriyor ki, Mutezilenin eserleri ümmetçe benimsenmemiştir. Ahmed bin Hanbelle Halife Memun (Mutezili görüşün savunucusu) arasındaki tartışmanın, ümmetin ezici çoğunluğunun Ahmed bin Hanbeli desteklemesiyle sonuçlandığı gayet iyi bilinmektedir. Çağdaş toplum, Batılı materyalist değerlere tutsak oldukça bilim, teknoloji, toplum ve gelişme arasındaki ilişkilerin kurulmasında işlev gören yerli değerler ve geleneklerin akılcılaşması gerekli görülmüştür. Günümüzde, islam dünyasındaki bilimsel araştırmalar, pragmatizm ve faydacılığa dayanan Batılı gelişme felsefeleriyle doldurulmuştur. Bilim adamları, kendilerine etkilendikleri Batı ülkesine giden yolu açacak moda araştırma alanlarıyla ilgilenmektedirler. Zaten islam ülkelerinin bilimsel araştırma kuruluşlarından elde edilen araştırma sonuçları da Batı ülkelerinde kullanılmakta, öte yandan birçok islam ülkesi, ileri araştırmalar için gerekli teknik altyapı ya da uzman sıkıntısı çekmekte; bunlar da bütün bilimsel girişimlerini etkisiz hale getirmektedir. Bu nedenle Prof. Selamın temel araştırmalar için istediği öncelik, teknik bir altyapının kurulmasını gerektirmektedir ki, islam ülkeleri temel araştırmalarından yarar sağlasın. Eldeki kaynaklar ise araştırmaya ve geliştirmeye kaydırılmalıdır ki, bunlar yüzeysel kalmasınlar. Cavid Ensarinin Prof. Selama yazdığı cevapta vurguladığı gibi (Arabia, Nisan 1983) ülkelerinin kalkınmasına bilim adamlarının ne derecede katkıda bulundukları konusu gerçekten önemlidir. Temel araştırmalar, çağdaş bilimsel gelişmenin temelidir. Kendine yeterlilik programının değerli bir parçasıdır bu araştırmalar. Gelişmiş ülkelerin temel araştırmaları yürütme ve başka yerlerde yapılan bu tür araştırmalardan yararlanabilme yetenekleri onlara teknoloji alanında üstünlük kazandırmaktadır. Oysa bugün islam ülkelerinde temel araştırmaları yürüten bilim adamları, araştırmalarını ülkelerinin ulusal hedeflerinden çok kendi alanlarında derinleşmek yönünde yürütmektedirler. Bu da bu ülkelerdeki bilimsel araştırmaları baltalamaktadır. Bilimsel araştırmaları yöneten ekip, genç bilim adamlarına kaynak sağlamak ve onları ulusal hedefler doğrultusunda araştırmaya heveslendirmek yerine, kaynakları kendi araştırma alanları için tüketmektedir. Bu araştırmalar ise genellikle en çok Batıya yarar sağlamaktadır. Dahası bu insanlar, örneğin uluslararası bilimsel kongrelere katılmalarına izin verilmemesi gibi en ufak bahanelerle ülkelerini terk etmekten de çekinmemektedirler. Bu bilim adamları, ülkelerinde güçlü bir temel bilimler temeli oluşturmak konusunda da pek sorumluluk duyuyor gibi görünmüyorlar. Bu insanların mal mülk peşine düştüklerini ve islam 268 gerçeğinden uzaklaştıklarını, yurtseverlikten de yoksun olduklarını söylemek pek haksızlık olmasa gerektir. Bilim bütün insanlığın malıdır ve geçmişte de ulusal sınırlar içine hapsedilmemiştir. Oysa teknolojiye gelindiğinde durum değişmektedir, çünkü o ticari etkinliklere bağlıdır. Son yıllarda bilim bile yalnız kapalı toplumlarda değil, açık denilen toplumlarda bile dar coğrafi sınırlar içine hapsedilmeye başlandı. Amerikan Bilimsel Gelişme Birliginin bir toplantısında MlTden Dr. Rosemary Chalk, devletin ürettiği teknolojik hardwarei* korumak adına çıkardığı kanunlarla temel bilimleri denetlemek istediğini söylemiştir. Michigan Üniversitesinden bir başka bilim adamı Dr. Harold Shapirs de teknolojiyi denetleyen kanunların bilimsel bilginin denetimine de teşmil edilmek üzere yeniden yorumlandığını açıklamıştır. Bu durumda ne doğru dürüst bilimi, ne de teknolojisi olan Müslümanlardan izolasyonist (yalnızlık politikası izleyenler) diye bahsetmek, aslında gerçekten uzaklaşmaktır. Gerçekten de, bütün Müslümanların ve gelişen ülkelerin bir bilimsel ve teknolojik temel oturtma yönündeki çabaları engellenmektedir. Bu UNCTAD, UNIDO, UNCSTD gibi çeşitli BM kuruluşlarının etkinliklerinden belli olmakta ve buralarda gelişmiş ülkeler, teknolojilerini gelişen ülkelerle paylaşma çalışmalarına katılmayı reddetmektedirler, ancak buna karşılık, ikinciler görünen ve görünmeyen bir takım şeyler ödemeye hazırlarsa bu değişiyor. Arap ülkeleri örneği çarpıcıdır. Gelişmiş ülkeler büyük projeleri baskı için kullanmaktan çekinmemiştir. Bu projelerin bir çoğunda da yerli personel kullanılmaz. Onların gerekli bilgi ve uzmanlığı elde etmeleri, anlaşma şartlarınca engellenir. Cavid Ensari, bilim ve teknolojinin gelişen ülkelere ulaşmadığını söylemekte haklıdır; oysa binlerce Müslüman öğrenci Batıda öğrenim görmektedir. Bu öğrencilerin büyük kısmrysa orada kalmakta ve ülkeleriyle çok az ilgilenmektedirler. İslam ülkelerinde bilimsel ve teknolojik araştırmaları desteklemek ve gelişmeleri uygulamak yönünde bir uyanış başlamıştır. Bu Ağır sanayi ürünleri (Çeviren). ülkeler yoksulluğu önlemek ve yeni kazandıkları bağımsızlıklarını güvenceye almak konusunda titizdirler. Ama şimdiye dek teknolojik açıdan kendine yeterlilik ve bilimin ulusal kalkınma hamlelerine uygulanması konusunda bir politika geliştirilmiş değildir. Bu kısmen eğitim görmüş personel yetersizliğine, kısmen de politik istekler ve de bilimin yapısına bağlıdır. Son 300 yılda geliştiği şekliyle bilim, Müslümanın kafasına uygun düşmemektedir. Bugünün bilimi, pragmatizmin ve duyumculuğun bir sonucudur. Bilim, ölçülemeyen, deneye sokulamayan, tartılamayan ya da sayılamayan şey kabul edilemez diyerek insanları islamın temellerinden uzaklaştırmıştır. Bunun yanı sıra, yararlı olmayan hiçbir şey ahlaki değildir de der. Madde ve hareketten başka her şeyin reddi ve kozmik olayların metafizik açıklamalarının temelden akıl dışı ve savunulamaz ilan edilmesi, manevi bir boşluk yaratmıştır. Özgür ve zengin olan İslam ülkeleri körleşmiştir ve bu fikri Haçlı seferine karşı koymak zorundadırlar. Bu durum, Müslümanların, hedefi Allahın rızasına ermek olan eylemlerinin temellerini aşındırmıştır. 300400 yıl önceki Avrupada endüstrileşmenin başladığı dönemin aksine, çağdaş toplumlarda tüketim malları, temel sanayiler, iletişim ve ulaşım ile savaş endüstrisinin gelişmiş teknolojiye olan ihtiyacı alabildiğine artmıştır, islam ülkelerinde yerli imkanların yokluğu halinde bu ihtiyaçlar, islam ülkelerinin uluslararası ilişkilerdeki bağımsızlığını kısıtlayıcı ve gelişmiş ülkelere bağımlı bir teknolojiyle karşılanabilir. Bugün kitle iletişim araçlarıyla da reklam edilen, çeşitli insanların hayat standartları arasındaki farklar insanlarda istek ve ihtiyaçları artırmıştır, islam dünyasında ise beslenme, giyim, konut, eğitim ve diğer temel insan ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, insanların ruhi açıdan gelişmesine duyulan ihtiyaç da gitgide artmaktadır. Yalnız temel bilimler, bu ihtiyaçları karşılayamaz. Sorunlar çok karmaşıktır ve bir toplumun gelişmesi için bilimden yararlanmak ayrıntılı planlama ister. Bu, sözkonusu çevre hakkında yakın bilgi elde etmekle olur. Kendi çevresiyle ilişkisi olmayan bir bilim adamının yeterli bir süre verilse de, toplumsal sorunları çözmesi zordur. O zaman günah keçileri bulmak zorunda kalacaktır: Sözgelimi, bilim adamları için yetersiz çalışma koşulları ve ulusal bilim politikalarının hayal gücünden yoksun oluşu gibi. Tabii bu da gelişmiş ülkelere kaçmak için yeterli mazeretleri sağlayacaktır. İslam ülkeleri bir yandan gelişmeleri için bilim ve teknolojiyi nasıl uygulayacaklarını düşünürken, bir yandan da aşağıdakilere dikkat ve ciddiyetle eğilmelidirler: 1. Manevi ihtiyaçların doyurulması ve Müslümanların ihtiyaçlarına islam dünyası içinde cevap verilmesi; 2. Mali, fiziki ve insan gücü kaynaklarının mobilize edilmesi; 3. Önceliklerin tanınması ve kaynakların tespiti; 4. Sosyal olayların sıratı müstakimden (doğru yoldan) sapmasına engel olacak şekilde izlenmesi; 5. Bilimsel ve teknolojik gelişmenin Islami değer yargılarıyla uyumlu kılınması; 6. Ülkelerin birbirleriyle işbirliği havası doğurmaya çalışmaları ve böylece birbirlerinin eksik kaynaklarını karşılamaları. Müslüman aydınlara ortak bir buluşma imkanının sağlanmamış olması, uzun süredir duyulan bir eksikliktir. Bu sağlanırsa bu konuda görüşlerini bildirmek için bir araya gelebilirler. Belki de bu, Batılılaşmaya karşı güçlü bir silah olarak iş görebilir. Bu aydınların görevi, modern bilim ve teknolojinin ancak Batılı değerler sistemi içinde başarılı olabileceği efsanesini yıkmak için her türlü söyleme başvurarak savaşmaktır. VI Sonuç: İslamın Geleceği ve Bilim islam Bilimi: Bir Ölüm Kalım Sorunu* ENVER NESİM Muhtemelen yeryüzünün dört bir yanındaki insanlar bilim ve teknolojinin, değişmenin en etkili unsurları olduğu konusunda anlaşacaktır. Modern dünyada, nasıl seyahat edip haberleşeceğimizden tutun da, temel beslenme ve barınma ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağımıza, kendimizi nasıl eğlendireceğimize ve avutacağımıza kadar herşey bilim ve teknolojinin egemenliğindedir. Herşey bilim ve teknoloji tarafından üretilip beslenmektedir. Daha da kafa karıştırıcı soru, ilmi arama konusunda dini bir yükümlülüğü bulunan Müslümanların niçin insan çabasının bu hayati sektörünü hemen tamamen görmezden geldiğidir. Bu gerçekleri daha basit bir şekilde ifade etmeye çalışalım: Müslüman ülkeler, bilim ve teknolojiyi ciddiye almadıkları takdirde Batı uygarlığının bir uzantısından ibaret kalmaya mahkûm olacaklardır. Araştırma ve yeniliğe açılmaksızın İslam ümmetini planlamaktan söz etmenin ya da daha doğrusu İslam uygarlığı için yaşama şansı olan bir geleceği düşünmenin pek az anlamı kalır. Robotların, mikroelektroniğin, suni zekanın ve genetik manipülasyonun ortalığı kapladığı bir çağda Müslümanlar, kendilerini yeni sömürgecilikten ve bağımlılıktan azade bir geleceğe sahip olabilecekleri gönül rahatlığını ve umudunu daha fazla geciktiremezler. Bu nedenle kendimize has bilimsel ve teknolojik yeteneğimizi geliştirmeye yapacağımız tüm yatırımlar, ümmetin bekasının ön şartıdır. Eskiden beri gelişmekte olan ülkelerin bilimsel araştırmaları Gayri Safi Milli Hasılalarının (GSMH) hiç değilse yüzde birini ayırmaları gerektiği söylenir. Çoğu Müslüman ülke bu giderek modası geçen hedefi bile karşılamaktan acizdir. Modern çağların gerekleri, en azından özgün bir araştırma üslubu oluşturulmak isteniyorsa Müslüman bir ülkenin GSMHsımn yüzde beşinin bilime tahsis edilmesini ister. Karşı karşıya bulunduğumuz meydan okumanın niteliği, birtakım etkenlerle belirlenmiştir. Sınırlı ve sürekli azalan kaynaklar, hızla artan nüfus, rekabete dayalı bir dünya piyasası ve teknolojik ilerlemeye duyulan güven, önümüzdeki günlerin belirleyici görünümleri olacak, sıkı sıkıya belirlenmiş ve gerçekçi bir yaklaşımın benimsenmesi ve ortak gayelerimize ulaşmak için uygun ölçülerin kabul edilmesi gerekecektir. Temel araştırmanın köklerine ilişkin anahtar unsurlardan olan en yeni bilgi ve kavrayışın araştırılması büyük bir önceliğe sahiptir. Meydana getirilen disiplinlerarası bilgi, teknolojik ilerlemeler ve endüstriyel yeniliklerin ele geçirilmesi için temel teşkil edecektir, islam dünyasının ve ihtiyaçlarının gelecekte alacağı şekli bugünden kestirmek, bunlar tümüyle ekonomik ihtiyaçlarla sınırlı olsa bile önemsiz bir görev sayılmaz. Bu nedenle biz halihazır ve gelecekteki ihtiyaçlarımızın gerçekçi bir değerlendirmesini yapmak ve değerli kaynaklarımızı bu ihtiyaçların karşılanmasına yönlendirmek zorundayız. Açık stratejiler Bizim gerek tek tek Müslüman ülkelerde, gerekse genelde ümmet düzeyinde bilim ve teknolojiyi geliştirmek için açık stratejilere ihtiyacımız vardır. Bilim ve teknoloji için stratejilerin geliştirilmesi, içinde çeşitli adımların yakından birbirleriyle dayanışma ve ilişki içinde bulunduğu çokbasamaklı bir süreçtir, tıpkı bir zincirleme reaksiyonda ya da bir biyosentetik süreçte olduğu gibi her basamaktaki hadisenin birbirini izlemesi gibi. En başta atılacak adım, geleceğimizi biçimlendirmede bilim ve teknolojinin oynayacağı son derece hayati rol hakkında İslam dünyasında bir bilinç ve duyarlılığın oluşturulmasıdır. Kimi insanlar böyle bir duyarlığın zaten varolduğunu söyleyebilir. Bu konuda onlara katılmıyorum. Onlarla anlaşamadığım nokta, büyük ölçüde uluslararası komiteler ve organizasyonlar kurmakta karşılaşılan gereksiz bürokratik işlemleri görmezden gelmeleri ve bilimin bizim için yapabileceği güzel şeylere övgüler düzülmesidir. Duygusal tatminin, şanlı geçmişteki başarılarına sürekli atıfta bulunmakla elde edilebileceğini anlıyoruz; fakat açık söylemek gerekirse bu, bizim gelecekteki temelli başarıları elde etmemize yardımcı olmayacaktır. Bilim bilincinin ve duyarlılığının olmayışı, bir takım nesnel gözlemler ve ölçütlerle de kanıtlanmıştır. Bu tür bir duyarlığa ikna edici bir kanıt, geleceğe yönelik siyaset ve stratejiler oluşturulması olabilirdi. Kaç tane Müslüman ülke bugün bu denli iyi tanımlanmış stratejilere sahip olduğunu iddia edebilir? Başka bir ölçüt, uzman bilim adamlarının koyduğu toplumsal kabul ve boyutun derecesidir. Bir başka ölçüt ise çeşitli düzeylerde ilim tahsiline verilen önem ve eğitim sistemine yakından bir bakışa sahip olmaktır. Bilim laboratuvarları ne ölçüde bilimsel bilinç düzeyini yansıtacak şekilde donatılmıştır? Bu tezahürlerin İslam dünyasında mevcut olmadığını söylemek zor değildir. Bu nedenle gelecek stratejilerine doğru ilk ve en önemli adım, bu bilim bilincinin oluşturulmasıdır. Her toplum ve uygarlık, onları diğer toplumlardan ayırd eden bir takım özelliklerle karakterize edilmiştir. Bir toplumun bilim bilincine sahip olmadığı, bu özellikler ortaya konmak suretiyle belirlenebilir. Uzun zamandır Müslümanlar imanlarıyla yaşadı. Onlara göre hakiki bir Müslüman olmak demek, İslamın beş şartını yerine getirmekti ve bunları yaptıktan sonra kendilerini ilgilendirse bile, diğer bilgi alanlarına eğilmeyi gereksiz görüyorlardı. Bilim bilinci Oysa gerçek, tamamen farklıdır. Çevresindeki dünyadan habersiz bir Müslümanın, bilimde ilerlemenin toplumsal sorumluluğunu yerine getirmeyen bir topluluğun Rasulullahın (sav) mesajının gerçek izleyicileri olduklarını iddia etmeye hakları yoktur. Eğer iyi bir Müslüman olmak için gereken herşey islamın 5 şartından ibaretse niçin Kuranı Kerimde 900den fazla ayet, müminleri dünya üzerine düşünmeye, tefekküre ve tabiatın sırlarını çözmeye çağırmaktadır? Gelecek için refah yaratacak stratejiler geliştirmekten söz ettiğimde, bu maddi kazançlar ve dünya metaıyla karıştırılmamalıdır. Bilim bilinci, tüm ahlaki sonuçlarıyla birlikte bir islam toplumunun topyekün çatısı altında izlenebilir. O, bir toplumun sahip olduğu olağanüstü potansiyel bilgitemelli teknolojinin değerlendirilmesi ve aydınlık bir şekilde anlaşılması demektir. Bunun yanı sıra, bu bilinci pratik ve reel başarılara dönüştürecek islamın ahlaki, toplumsal ve manevi gayelerine güçlü ve derin bir bağlanma ve adanma duygusu da gereklidir, işte bu bilim bilincidir ki, bizim muhteşem bilimsel geleneklerimizin dirilişine doğru ilk adımı oluşturacaktır. Bu yolla bilim bilincine sahip olan bireyler, toplumsal sorumluluklarının ve Allaha hesap vermenin bilincine varırlar ve kendi bireysel rollerini bürokratik ya da kurumsal inisiyatifleri beklemeden oynamaya başlarlar. Son 10 yıl boyunca doğrudan islam bilimi ve İslam ülkelerinde bilimin ortaya çıkardığı yeni sorunların tartışıldığı bir takım uluslararası konferanslar ve sempozyumlar düzenlenmiş, yayınlar yapılmıştır. Bu çabalar, konuya son derece zengin kavrayışlar getirmiş ve bir bilgi birikimi sağlamıştır, islam biliminin çağdaş niteliği konusundaki tartışmalar on yıllardır sürüp giderken, bizim islam ülkelerinin ihtiyaç duyduğu bu bilim türü ve iki ya da daha fazla islam ülkesinin işbirliği yapabileceği veya ümmet düzeyinde üstlenilebilecek potansiyel projelerin tesbit edildiği araştırma alanları için rehberlik yapacak kavrayışları kazanmamız gerekmektedir. Bundan başka, somut politikaların belirlenmesiyle bizi daha da ileri götürecek kimi teorik konular üzerine de bazı çalışmalar yapılmış durumdadır. Sözgelimi, tabiatı gereği moral ve etik değerlerin davranışlarımızı yönlendireceği bir İslam toplumu bünyesinde bilim ve teknoloji topluluğunun kamu refahı ve mutluluğuna hizmet edeceği, genel olarak kabul edilmiş bir husustur günümüzde. Bu, son derece önemli bir ayrım olup doğrudan doğruya bir İslam toplumundaki bilim ve teknolojiyi Batı dünyasında kazandığı işleyiş ve gayelerden farklı kılar. Hakiki bir islam toplumunun tüm diğer yönleri gibi bilim de, bir Islami değerler manzumesi ve hayatımızı yöneten yol gösterici ilkeler çatısı altında faaliyet gösterir ve bu görünüşte birbirinden ayrı birimler büyük uyumlu ve dengeli varlık içinde bütünleştirilmelidir. Şimdi bir İslam bilim politikası modeli ortaya koyacağız. Bu model, çağdaş bir sentezi oluşturacak tevhid, hilafet, adalet, istislah (kamu çıkarı) gibi değerleri esas alır. Islami olduğu iddiasındaki herhangi bir ülkenin benimseyebileceği ve pratik olarak sanayileşmiş ülkelerin öncelik ve politikalarını taklit etmekten daha iyi olduğunu gösterebileceği bir bilim politikasıdır bu. Araştırma faaliyetleri Böyle bir bilim politikasını takip etmeye ne gerek vardır? ilkin o bilimsel faaliyeti Müslüman toplumların ihtiyaçlarıyla mezcedip tslamın etik ve moral değeriyle telif edecektir. Bu, tarım, kırsal sorunlar, koruyucu tıp, alternatif enerji kaynakları ve diğer alanlar ki bunlar insanlığın genel refahını meydana getirecektir üzerinde durmak anlamına gelecektir. İkinci olarak, araştırma çabaları, verili bir bölgenin ihtiyaçlarını yerine getirmeye tepki olarak ortaya çıkacak ve bu bölgenin öncelikleri tarafından belirlenecektir. Bu, temel araştırmaların bu misyona yönlendirilmiş esere feda edilerek ihmal edileceği anlamına gelmez. Gerçekte bu ikisi arasında yapılan ayrım yapaydır. Batı toplumlarının ve İslam dünyasının gayeleri arasındaki açık ve belirgin farkları veri olarak alırsak, araştırma faaliyetleri ve göreli önceliklerinin denge ve kompozisyonunun tümüyle birbirinden ayrı olmasını bekleyebiliriz. Mesleki tarafgirliğimi açıklamaksızın umudum ve tahminim odur ki, biyolojik bilimler, genetik mühendislik ve biyoteknoloji alanlarındaki araştırmalar öncelikle bu tercihlerle belirlenecektir. Zira bunlar tıbbi araştırmalara, çevrenin kalitesine ve tabii kaynaklardan yararlanma ile çok yakından ilişkili olduğundan toplumlarımızın geleceği için hayati önem taşımaktadır. Üçüncü olarak, temel araştırmaları çeşitli bilimsel disiplinlerde sürdüreceğiz, çünkü temel araştırma, hızla değişen ve rekabetçi bir dünyada yaşayabilmek için vazgeçilmez önemdedir, islam dünyası bir takım nedenlerle aktif olarak temel araştırmaya katılmamış olup bu durumun değiştirilmesi gerekmektedir. Eleştirel bir bilimsel yaklaşım, İslam toplumunun bilimsel ve teknolojik ihtiyaçlarını karşılamak için gelecek stratejileri ve hareket yollarını geliştirmekte kullanılacaktır. Bilimsel insan gücünün niteliği, başarılı olmasında anahtar bir faktör olacaktır. Her ne kadar her bölge kendi yerli stratejilerini geliştirecekse de, rehber ilkeler geliştirecek ve farklı disiplinlerde uzmanlaşmış 10 ya da 12 son derece saygın bilim adamı ve araştırmacı dan oluşmuş küçük bir seçkin grup oluşturmak önemli olacaktır. Geleceğin planlaması Şurası gayet açıktır ki, eğitim sisteminde köklü değişiklikler yapmadıkça hiçbir uzun vadeli çözüme ulaşamayacağız. Bilimsel unsurlar ve yönelimin benimsemesi gereken düzey budur. Okul ve laboratuvarlarımız, bilime olan bağlılık derecemizin aynaları olacaktır. Okullarda başlayan süreç, daha sonra lise ve üniversitelerde de sürecektir. Tanıdığım tek bilim, tezgah üzerinde yapılandır; bu nedenle genç erkek ve kadınların titizce düzenlenmiş ve planlanmış laboratuvarlarda aktif araştırmaya katıldığı bir İslam dünyası görmek, rüyamız olmalıdır. Onlar fiziksel evrenin asli ve temel sorunlarının daha derinlerine inmeli ve sürekli daha iyi çözümler aramalıdır. Şurası da ısrarla vurgulanmalıdır: islam dünyasının kendi bilimsel ve teknolojik ihtiyaçlarını planlayarak bir model bulmak amacıyla Batıya yönelmeye ihtiyacı yoktur, islam dünyası içinde modellerimizi kurmaya ve etkin yaklaşımlar öne sürmeye yetenekli görüş ve hayal gücüne sahip yeterinden fazla insan bulunmaktadır. Yine, teknoloji ve knowhow transferi anlayışına hiç gerek bulunmadığı da söylenmelidir. Buna uygun olarak, bilgi yalnızca tutarlı ve sıkı çalışma ile elde edilebilir. Sanayileşmiş toplumların basitçe kendi çabalarının sonuçları üzerinde ilerlediğini sanmak miyopça bir seraptır sadece. Kimsenin bize hayat borcu yoktur; kendi çatımızı kendimiz çatmalıyız. Geleceğimizi planlarken mümkün tedavileri araştırmak için teşhisten öteye geçmemiz şarttır. Teşhisle ancak, semptomların analizi, rahatsızlığın nedenleri ve tarihi perspektifler gibi şeyler belirlenebilir. Oysa biz bir yandan uzunvadeli bir temel üzerinde plan yapıp nihai çözümleri incelerken, öte yandan kendimizin lakaytlığa ve beklegör oyununa düşmesine izin vermemeliyiz. Mevcut olanı tüm sınırlılıkları ve karmaşıklığıyla, kusurlarıyla ve bazı katı gerçekleriyle açıklamak ve ertelemeksizin en etkili adımları başlatmak temel önem taşımaktadır. Bu adımlar, yukarıda işaret ettiğimiz gibi günümüzde açık seçik bir hale gelmiştir. Bundan sonra tekerlek dönmeye başlayacak, bilimsel sorunlar üzerinde çalışılacak ve Müslüman bilim adamları en önemli alan hangisiyse o alanda eğitim göreceklerdir. Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir. ………SON…… Buraya Yüklediğim EBookları Download Ettikten 24 Saat Sonra Silmek Zorundasınız. Aksi Taktirde Kitabin Telif Hakkı Olan Firmanın Yada Şahısların Uğrayacağı Zarardan Hiç Bir Şekilde Sitemiz Sorumlu Tutulamaz ve Olmayacağım. Bu Kitapların Hiçbirisi Orijinal Kitapların Yerini Tutmayacağı İçin Eğer Kitabi Beğenirseniz Kitapçılardan Almanızı Ya Da EBuy Yolu İle Edinmenizi Öneririm. Tekrarlıyorum Sitemizin Amacı Sadece Kitap Hakkında Bilgi Edinip Belli Bir Fikir Sahibi Olmanız Ve Hoşunuza Giderse Kitabi Almanız İçindir. Benim Bu Kitaplar Da Herhangi Bir Çıkarım Ya Da Herhangi Bir Kuruluşa Zarar Verme Amacım Yoktur. Bu Yüzden EBookları Fikir Alma Amaçlı Olarak 24 Saat Sureli Kullanabilirsiniz. Daha Sonrası Sizin Sorumluluğunuza Kalmıştır. 1)Ucuz Kitap Almak İçin İlkönce Sahaflara Uğramanızı 2)Eğer Aradığınız Kitabı Bulamazsanız %30 Ucuz Satan Seyyarları Gezmenizi 3) Ayrıca Kütüphaneleri De Unutmamanızı Söyleriz Ki En Kolay Yoldur 4)Benim Param Yok Ama Kitap Okuma Aşkı Şevki İle Yanmaktayım Diyorsanız Bizi Takip Etmenizi Tavsiye Ederiz 5)İnternet Sitemizde Değişik İstedğiniz Kitaplara Ulaşamazsanız İstek Bölümüne Yazmanızı Tavsiye Ederiz Bu Kitap Bizzat Benim Tarafımdan ByIgleoo Tarafından www.CepSitesi.Net www.MobilMp3.Net www.ChatCep.Com www.İzleCep.Com Siteleri İçin Hazırlanmıştır. EBook Ta Kimseyi Kendime Rakip Olarak Görmem Bizzat Kendim Orjinalinden Tarayıp Ebook Haline Getirdim Lütfen Emeğe Saygı Gösterin. Gösterinki Ben Ve Benim Gibi İnsanlar Sizlerden Aldığı Enerji İle Daha İyi İşler Yapabilsin. Herkese Saygılarımı Sunarım . Sizlerde Çalışmalarımın Devamını İstiyorsanız Emeğe Saygı Duyunuz Ve Paylaşımı Gerçek Adreslerinden Takip Ediniz. Not Okurken Gözünüze Çarpan Yanlışlar Olursa Bize Öneriniz Varsa Yada Elinizdeki Kitapları Paylaşmak İçin Bizimle İletişime Geçin. Teşekkürler. Memnuniyetinizi Dostlarınıza Şikayetlerinizi YönetimeBildirin Ne Mutlu Bilgi İçin Bilgece Yaşayanlara. ByIgleoo www.CepSitesi.Net