CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 1 Mayıs 2011: İşte Devrim Cephesinin Gücü YIL: 5 • SAYI: 54 22 MAYIS 2011 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Onca ideolojik gerilemeye, onca dağınıklığa rağmen ne muazzam güçtü O... Biz yendik! Biz kazandık! Zor oldu, güç oldu, uzun sürdü… Coplandık, gazlandık, bombalandık… Gözaltına alındık, işkenceler gördük, tutuklandık… Vurulduk, yaralılar verdik, sakatlar verdik, Şehitler verdik… 34 şehit verdik önce. Sonra tek tek, sonra iki şehit birden verdik. Yaralılar verdik onlar- ca, yüzlerce, binlerce… Sakat kaldı kimilerimiz ömür boyu… Onlar bir dönem için bizi yenmiş gözüktüler. Kitlesel olarak kutlayamadığımız dönemler oldu. Parababalarının ve onların iktidarlarının belirlediği alanlarda kutlamak zorunda kaldık. İkiye böldüler, ikiye bölündük… Tamam dediler Yendik, kazandık dediler. 1 Mayıslar artık kutlanamaz, dediler. Çıka- mazlar meydanlara, çıkamazlar sokaklara dediler. Ama yanıldılar! Uluslararası Parababalarıyla Uluslararası Proletarya arasındaki savaşın bir bölümü olan 1 Mayıs mücadelesinin Türkiye cephesinde biz yendik! Biz kazandık! Çünkü biz İşçi Sınıfıyız, çünkü biz emekçi halklarız, çünkü biz ezilen ve sömürülen uluslarız! Çünkü biz aydınlarıyız, bu ülkenin, gençleriyiz, yurtseverleri, antiemperyalistleriyiz… Çünkü biz Halkız, çünkü biz Haklıyız! *** 1900’lü yılların başlarında başladı mücadelemiz. Kesintisiz, aralıksız, soluksuz sürdü bugüne kadar. İlk 1 Mayıs, İkinci Meşrutiyet’in ilanından bir yıl sonra, 1909’da Üsküp ve Selanik’te kutlandı. Rum, Türk, Yahudi, Bulgar işçiler kol kola yürüdüler. Dört dilde yayımlanan ortak 1 Mayıs bildirisi yayımladılar. Devamı sayfa 12’de Kurtuluş Partisi ve Venezüella Büyükelçiliği, 11 isan Darbe Girişiminin Yenilgiye Uğratılışı’nın 9’uncu Yıldönümünü Kutladı Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... A B-D Emperyalistlerinin son yıllardaki en büyük kâbusuydu Latin Amerika’dan sol rüzgârları estiren Hugo Chavez. Dünya Halklarının umudu oldular Chavez Yoldaş ve arkadaşları. Sosyalist Kamp’ın çökmesiyle insanlığın başındaki kara bulutlar, Venezüella’da Bolivarcı Devrimle dağılmaya, Sosyalist Güneşin pırıltısı ve sıcaklığı Dünya Halklarına kendisini hissettirmeye başlamıştı. İşte AB-D Emperyalistleri için bu kâbus demekti, uykularını kaçıran karabasan demekti. Yok etmek lazımdı Sosyalist güneşin bu pırıltısını ve sıcaklığını. 12 Nisan 2002 de geçtiler harekete, Devrimi yok etmek üzere. Yerli satılmışları oturttular Chavez Yoldaş’tan zorla aldıkları İktidar koltuğuna. Bayram havası esti ABD Emperyalistleri ve Yerli Satılmışlar Cephesinde. Sandılar ki bu bayram havası kalıcı. Hesap edemediler Chavez Yoldaş’ın arkasındaki milyonları ve Yiğit Venezüella Ordusu’nun Genç Subaylarını. Yeter, dedi milyonlar, şimdiye kadar sizin bayram ettiğiniz; artık sıra bizde. Ve Chavez Yoldaş ve Venezuella Halkı sadece 72 saat ara verdikleri onurlu, kararlı yollarına yeniden devam ettiler. Karşıdevrimin bastırılışının yıldönümü, Venezüella Halkının Temsilcisi Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Devamı sayfa 16’da Halkın Kurtuluş Partisi’nden Seçimlerdeki tutumumuz üzerine P artili arkadaşlarımızın bildiği gibi, getirmektir. seçimlere katılmamız konusunda Ne yazık ki, Yüksek Seçim Kurulunun Yargıtayın ve önümüze çektiği seti Yüksek Seçim aşmamız mümkün olKurulunun kanunsuz madı. Partimiz, setavırlarıyla yani ençimlere katılabilmek gellemeyle karşılaşiçin gerekli olan örtık. Yargıtayın yaptığı gütlenmeyi yasal sükanunsuzluğu İdare renin sınırları içinde Mahkemesine başvugerçekleştirmişti. Bu rarak aştık. Sevindiçok nettir. Durum ricidir, kıyıda köşede böyle olmasına rağkanunlara hâlâ saygı men YSK, siz örgütduyan ve o çerçevede lenmenizi sürenin bigörevlerini yapmaya timinden 15 gün sonçalışan mahkemeler ra yaptınız diyerek, YSK Başkanı Ali Em kalmış. Tayyipgiller bu Partimizin seçimlere tür kalıntıların da kökünü kurutma derdin- girmesini engelledi. İtiraz ettiysek de, deler. Önümüzdeki dönemde en önemli “kararlarımız kesindir. İtiraz edilemez” hedeflerinden biri budur. Yargıyı AKP’nin denilerek başvurumuz reddedildi. hukuk bürosu durumuna tam anlamıyla Başyazı Devamı sayfa 3’te ABD, hak hukuk tanımaz, insanlık nedir bilmez, vicdandan ve ahlâktan yoksun, dünyanın başhaydut devleti olduğunu bir kere daha ortaya koydu “S ırtlanların, çakalların, enge- TO üyesi, dolayısıyla da AB-D müttefiki reklerin bile iğrendiği, deve olan Türkiye’ye bile vermediği, gelişkin dikenlerinin bile ısırırsa tü- silahları, Afganistan’daki Sosyalist kürdüğü” bu alçak, önce, Afganistan’ı İktidara karşı savaştıracağı bu Ortaçağcı cennet yapmaya programlanmış namus- güçlere verdi. Onların nasıl kullanılacağılu, halksever, yurtsever Sosyalist İktidara nı bizzat CIA görevlileri bunlara öğretti. saldırdı dolaylı olarak. ABD Sosyalist Halk Emperyalistlerinin en İktidarı’na saldırdı. önde gelen temsilciDerebeyleşmiş aşiret lerinden, ideologlareislerini örgütledi. rından Zbigniew Derebeyliklerinin tehBrzezinski bile bu dit edildiğini gören bu öğreticilerin içindeyOrtaçağ kalıntısı güçdi. O bile ler, Sosyalist İktidara Afganistan’a gelerek karşı ABD bu gericilere moral Emperyalistleriyle angüç ve bilgi verdi. Osame Bin Laden laşıp işbirliğine-ittifaPakistan’daki binka girdiler. ABD onları silahlandırdı, lerce medrese, dünyanın her yerinden eğitti, ordulaştırdı. toplanan bu Müslüman unsurları iyice Ardından, kendi “Yeşil Kuşak eğitti. Afyonladı. Ortaçağcı ideolojiyle Projesi”nin ürünü, yine bir başka türden doktrine etti ve işte cihat budur diyerek Ortaçağcı olan, Şeriatçı unsurları, tüm Afganistan’a gönderdi. Tabiî bu arada asİslam ülkelerinden tek tek ya da üçer be- keri eğitim de aldı bunlar, medrese eğitişer devşirdi. Onları Pakistan’daki, mi sonrasında. Afganistan’ın güneyindeki kamplara göİşte bunların başına da Osame Bin türdü. Aynı şekilde örgütledi, ordulaştır- Laden’i getirdi. O. B. Laden, “Taliban” dı, eğitti ve tekniğin son sözü olan savaş yani Talebeler denen bu genç unsurları, araç gereçleriyle donattı. Kırk yıllık NADevamı sayfa 8’de 2 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Kurtuluş Partisi’nden Abdullah Gül Yargılansın! Kurtuluş Yolu/Ankara Kurtuluş Partili Avukatlar ve Kurtuluş Partililer, ABD Emperyalizminin uluslararası hukuku hiçe sayarak Usame Bin Laden’i katletmesini öven Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında “Suçu ve Suçluyu Övmek” eylemini gerçekleştirmesi sebebiyle suç duyurusunda bulundular. Suç duyurusundan önce Ankara Adliyesi önünde bir basın açıklaması yapan Kurtuluş Partililer eylemde; “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek” , “Emperyalistler Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak” sloganlarını attılar. 09.05.2011 AKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞIA Suç İhbarında Bulunan: HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ Vekilleri : Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Doğan ERKAN, Av. Pınar AKBİNA, A. Ayça Alpel Av. Burak ÇELEBİCAN Sezenler Cad. 4/15 Sıhhiye/ANKARA Şüpheli Suç : Abdullah GÜL : Suçu ve suçluyu övmek (TCK 215. md.) Olaylar ve Beyanlarımız : Bilindiği gibi 02.05.2011 günü Usame Bin Laden ve arkadaşları ABD ordusunca Pakistan’da kaldığı evde yargısız infazla katledilmiştir. Bin Laden, ABD Emperyalistleri tarafından Afganistan’da, bir dönemin Necibullah önderliğindeki sosyalistlerine karşı savaştırılmak için yetiştirilmiştir. Bu anlamda, Afganistan Halkına karşı, bizzat halk güçleri ve halk mahkemelerince yargılanması gereken suçlar işlemiştir. Bu yetki ve görev, münferiden Afgan Halkına ve mahkemelerine aittir. Ancak, ABD tarafından katledilmesinin sebebi, Sovyet tehdidi kalktıktan sonra Laden’in, AB-D Emperyalistlerini tüm Arap-İslam topraklarından kovmak üzere savaşa devam etmesiydi. Bu anlamda, ulusal kurtuluşa yönelik bir savaş yürütmesiydi. Dolayısıyla, ABD güçlerinin ne tarihsel, ne de hukuksal olarak Laden’i değil yargısız infaz etmek, yargılamak hakkı dahi yoktur. Laden’in Yargısız infaz edilmesi sürecinde ABD güçleri sırasıyla şu suçları işlemiştir: - Egemen devletin (Pakistan’ın) bilgisi ve izni dışında, uluslararası hukuka aykırı olarak yabancı bir devletin topraklarına girilerek Pakistan fiilen işgal edilmiştir. Böylece Devletler Hukukunun en temel ilkesi olan Egemenlik hakkı yok sayılmıştır. - Silahsız olduğu bilinen ve ikrar edilen Laden, canlı olarak da yakalanabilecekken infaz edilmiştir. Böylece Yaşama Hakkı ve Adil Yargılanma Hakkı yok edilmiştir. - Herkesin kendi inancına göre defnedilme hakkı da temel insan haklarındandır. ABD Emperyalistleri, Laden’in cenazesini İslam inancına aykırı bir şekilde denize atarak, bu kadar bir hakkı bile çok görmüşlerdir. ABD’nin tüm bu eylemleri Savaş Hukuku’na, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne ve Cenevre Sözleşmesi’ne tamamen aykırıdır. ABD güçleri, Laden’e düşman muamelesi yapmalarına Kurtuluş Partililer, İzmir’de ATO Komuta Merkezi Önünde Haykırdı: Katil ATO İzmir’den Defol! Kurtuluş Partililer, 28 Mart Pazartesi saat 18.00’da Şirinyer Metro İstasyonu önünde toplanarak ATO Üssü olan Orgeneral Vecihi Akın Kışlası önüne kadar sloganlarla yürüdü. Yürüyüş boyunca ve basın açıklaması sırasında “Katil ATO İzmir’den Defol”, “Katil ATO Libya’dan Defol”, “Katil ATO Türkiye’den Defol”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganları atıldı. ATO Komuta Merkezi olarak seçilen kışlanın sokağında basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasını İzmir İl Sekreteri Levent Çelik okudu. Türkiye topraklarında ATO üsleri kalmayacaktır. Kurtuluş Partililer bu konuda kararlı bir şekilde mücadeleyi sürdürecektir. 28.03.2011 İzmir’den Kurtuluş Partililer N rağmen, savaş hukukunun yakalama-teslim alma-uluslararası mahkemede yargılanma-savunma vb. temel savaş hukuku kurallarını asla işletmemiş, hiçbir Uluslarüstü düzenlemede bulunmayan bir eylemle, doğrudan infaz etmiştir Laden’i. Bu eylemin adı ise Uluslararası Terörizmdir. Bu nedenle ABD yetkilileri savaş ve terör suçlusu olarak Uluslararası Adalet Divanı’nda yargılanmalıdır. Suç duyurumuzun konusu ise, Devletler Umumi Hukuku’nun “yersellik” ilkesi açısından, Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Abdullah GÜL’ün konuyla ilgili açıklamaları hakkındadır. Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’da düzenlenen görev ve yetkileri arasında yer almamasına rağmen Abdullah GÜL, Cumhurbaşkanlık görevini kötüye kullanmak suretiyle ABD’nin açıkça uluslararası terör suçu olan eylemini överek, ABD’nin Laden’i öldürmesinden memnuniyet duyduğunu basın yoluyla ifade etmiştir: “Bu şunu gösteriyor; teröristler ve terör örgütlerinin başlarının sonu, eninde sonunda canlı veya cansız ele geçirilmektir. “Dünyanın en tehlikeli ve sofistike başında bu şekilde ele geçirilmiş olması, herkese ibret vesilesi olmalı. “Büyük memnuniyetle karşılıyorum.” (www.bbcturkce, 02 Mayıs 2011) Bu beyan, eylemlerinin dayanağını Anayasa’dan alması gereken Cumhurbaşkanlık sıfatıyla bağdaşmamaktadır. Zira, herkesin kendi kurallarını işlettiği yerde hukuk düzeninden değil, ancak cangıl yasalarından bahsedilebilir. Abdullah GÜL’ün bu ifadeleri, açıkça suçu ve suçluyu övmek niteliğindedir. Terör yoluyla yargısız infaz eyleminin övülmesi bir yana, bir parça hukuka ve insanlığa inanan bir bireyin kınaması gereken bir suçtur. Bu itibarla, TCK’nun 215. maddesinde düzenlenen “suçu ve suçluyu övmek” suçunu işleyen Abdullah GÜL hakkında gerekli usuli işlemlerin yapılarak yargılanmasını ve cezalandırılmasını talep ediyoruz. Abdullah GÜL’ün bu eylemi, Anayasa’da sayılan Cumhurbaşkanının tek başına yapabileceği işler kapsamında olmayıp, makamın objektif görev ve yetki alanı dışında olduğundan, dokunulmazlık kapsamında değildir. Abdullah GÜL’ün şahsi ve cezai sorumluluğu bulunan bir eylemdir. Dolayısıyla Abdullah GÜL bu eyleminden dolayı yargılanabilir ve cezalandırılabilir durumdadır. Sonuç ve İstem: Abdullah GÜL’ün anılan eyleminden dolayı, TCK’nin 215. maddesi çerçevesinde yargılanmasını ve cezalandırılmasını arz ve talep ederiz. Saygılarımızla. 09.05.2011 İhbarda Bulunan Halkın Kurtuluş Partisi Vekilleri Av. Metin BAYYAR Av. Sait KIRAN Av. Doğan ERKAN Selam Olsun Bizden Önce Geçene Selam Olsun Savaşırken Düşene Mehmet Taşdemir 1953-04.05.1978 Bütün çabanız boşuna Direnen ve mücadeleyi yükselten halklar karşısında yenilmeye mahkûmsunuz Yol ver ölüm Çök yıkıl ey mezar Bak Devrim dev gibi dimdik İnsan ateştir, yanarken yakar Bomba patlarsa açılır gedik Recep Vurmuş 1973-22.05.2007 ATO; insanlığın Sosyalizme ulaşmasını engellemek, uluslararası Parababalarının Dünya Halklarının aleyhine olan çıkarlarını korumak amacıyla, 1948 yılında kurulan Emperyalist bir savaş örgütüdür. NATO; kurulduğu tarihten itibaren, bünyesinde gizli olarak faaliyet gösteren Süper NATO yani Kontrgerilla eliyle, Dünya Halklarına kan kusturdu, gözyaşı döktürdü, zulmetti ve insanlığı yoksulluğa ve açlığa mahkûm etti. NATO; emperyalistlere karşı direnen, mücadele eden halklara karşı yapılan katliamlarla anıla geldi 1948’ten bugüne. Portekiz’in Faşist Salazar Ordusu Mozambik’te, Angola’da NATO silahlarını kullandı mazlum halklara karşı. Yugoslavya, Afganistan, Irak ve bugün Libya Halkını, Emperyalistlerin aşağılık çıkarları uğruna katletmekten hiç çekinmedi bu kirli savaş örgütü. NATO; Sosyalist Kamp’ın dağılmasından sonra emperyalistlerin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin uygulanmasında karşılarına çıkan antiemperyalist direnç noktalarının kırılması ve antiemperyalist mücadelenin önlenmesi stratejisi doğrultusunda kirli faaliyetler için dünyanın her yerinde görev yapan halk düşmanı kanlı bir örgüttür. Ülkemiz, Halkların düşmanı olan bu emperyalist örgüt NATO’ya, yerli satılmışlar tarafından 1952’de dâhil edildi. Böylece emperyalistlere karşı ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan Türk Ordusu, NATO Ordusu’na dönüştürüldü. Yerli Parababaları ve DP İktidarı, ABD’ye yaranmak ve NATO’ya kabul edilmek için Kore’ye asker göndermiş, Türkiye’den binlerce kilometre uzakta Mehmetçikler şehit verilmişti. Dünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan halkımızın çocukları, yine Ulusal Kurtuluş Mücadelesi veren başka bir halkın üzerine emperyalistlerce gönderilmişti. Bugün de işgalci “Haçlı Orduları”yla beraber, kardeş Libya Halkına karşı emperyalist NATO’nun saflarında savaşmak üzere Mehmetçikleri gönderiyor Tayyipgiller. Oysa 1910’larda Mustafa Kemal ve geleceğin Kuvayimilliye komutanları şahsında, İtalyan işgaline karşı Ömer Muhtar önderliğinde direnen Libyalıların yanında savaşmak için gönüllü olarak Libya’ya gitmiş ve emperyalist işgale karşı Libyalılarla omuz omuza savaşmıştık. İşte ülkemizin içine düşürüldüğü içler acısı durumun, emperyalist uşaklığının utanılası tablosu. Biri “dinci”, biri “milliyetçi”, birisi de “solcu” Meclisteki üç parti AB-D Emperyalistlerine uşaklıklarını göstermek için birbirleriyle yarışırca tezkereyi apar topar Meclisten çıkarmışlardır. Malum ya önümüzde seçim var... Seçimi de halkımızdan önce bu emperyalist alçaklar yaptığı için, sözde “dinci”, sözde “milliyetçi” ve sözde “solcu” partiler, uşaklık sınavından geçme telaşıyla dini, halkı, vatanı atıvermişlerdir emperyalistlerin ayakları altına… Kurtuluş Savaşı’yla mazlum halklara örnek olan ülkemiz, işte bu yerli işbirlikçiler sayesinde, halkların düşmanı emperyalist örgütlerin üyesi haline getirilmiştir. Ülkemiz, emperyalistlerin iğrenç çıkarlarına alet edilmiştir; Somali’de, Kore’de ve Afganistan’da… Ve bugün yine Ülkemiz Libya’da Emperyalistlerin iğrenç çıkarlarına alet edilmeye çalışılıyor. Türk ve Kürt Mehmetçiklere kardeş Libya Halkını vurması emrediliyor. Bu emri vermek ve Mehmetçikleri cepheye sürmek için “mutabakat” sağlamak üzere NATO Avrupa Kuvvetler Komutanı Oramiral James Stavridis ülkemize kanlı ayaklarını bastı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, Türkiye’nin, ABD’nin “koruyucu güç/hami devleti” rolünü kabul ettiği için “çok müteşekkir” olduğunu söylüyor. Bu rol yetmiyor ABD ve AB Emperyalistlerine. İleride girişilecek kara harekâtında Mehmetçikleri savaş alanına sürmenin pazarlığını yapmak üzere gönderiyorlar komutanlarını. Libya Halkının kanı Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 üzerine iğrenç pazarlığa tutuşacaklar Halk düşmanı Tayyipgiller’le. Daha doğrusu emirlerini sıralayacaklar AB-D Emperyalistleri, Tayyipgiller de güçlü bir “Sağol Komutanım” diyerek hizaya geçecekler. NATO sözcüleri dünden, daha Hükümet bir açıklama yapmadan, Libya‘ya yönelik silah ambargosunu denetleme görevine Türkiye‘nin 5 gemi ve bir denizaltı ile katılacağını söylediler. Hükümet de bir açıklama yaparak, NATO sözcülerinin açıklamalarını doğruladı ve bu konuyla ilgili olarak Meclise “tezkere” getireceklerini açıkladı… Libya Halkına silah doğrultmayacağız diyerek esip gürleyen Tayyipgiller, Haçlı Ordusunun Libya açıklarındaki deniz misyonuna, Müslüman kanı dökmek üzere en büyük katkıyı yapıyor. AB-D Emperyalistlerine kul köle olan Tayyipgiller, 23 Mart 2011 tarihi itibariyle Haçlı Seferine katılmak üzere tezkereyi Meclise sundular. Ve bir kez daha ne kadar sadık hizmetkâr olduklarını tüm dünyaya göstermiş oldular. “Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Uğur Yiğit, Deniz Kuvvetlerine bağlı 2 savaş gemisinin Libya açıklarında olduğunu, 2 geminin de Libya’ya doğru yola çıktığını açıkladı. Oramiral Yiğit gemilerin tezkere çıkar çıkmaz göreve başlaması için bugün bölgeye hareket ettiğini belirtti.” (Hürriyet, 23 Mart 2011) Gördüğümüz gibi, NATO emir veriyor, gemiler harekete geçiyor, Meclis ise konuyu daha görüşecek… Kim yönetiyor Türkiye’yi? Tayyipgiller mi, ATO mu?.. ABD Askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmeleri için secdeye duran, ABD’nin bütün ülkelere son 50 yıldır demokrasi götürdüğüne inanan, Körfez Savaşı’nda Müslüman Irak Halkının işini daha kısa sürede bitirmek için Meclisten tezkerenin geçmesi için canhıraş çalışan Tayyipgiller’den farklı bir davranış beklenemez. Ama AB-D Emperyalistlerinin, onların yerli uşaklarının bütün çabaları boşuna. Halk bir zalim iktidara karşı, “Ey zalim!”, diyerek ayağa kalkar ve meydanları doldurursa onun karşısında hiçbir güç duramaz… Hiçbir sömürücü iktidar, halkın bu şahlanışı karşısında tahtını koruyamaz… Arap Halkları gücünü gördü. Gücünü ortaya koydu ve onun başarısını gördü. Zaferini gördü. Eğer herhangi bir zamanda yeniden böyle bir eyleme girişirse başarabileceğini, kazanabileceğini gördü. Halk gerçek anlamda özgüven kazandı. Özgüven ki, bütün mücadelelerde işin olmazsa olmazıdır. İşte bu kazanım her şeyden önemlidir. Bunu Arap Halkı yaşadı ve gördü. Dünyada ulusal kurtuluş mücadelesini ilk olarak zaferle taçlandırma onuruna sahip bu halk da 1920’lerde gücünü gördü ve tüm dünyaya gösterdi. Eninde sonunda vereceği İkinci Kurtuluş Savaşı’yla yarım kalan kurtuluşunu tamamlayacak ve zafer kazanacaktır. 85 yıl önce kovduk yeniden geldiler, yerli uşakları sayesinde. Ama bu sefer gelmemek üzerine göndereceğiz AB-D Emperyalistlerini ve yerli uşaklarını inlerine. Buna inancımız tam. 24.03.2011 Emperyalizmin Savaş Örgütü ATO Ortadoğu’dan Defol! Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org 3 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Osama Bin Laden’in öldürülmesi Yoldaş Fidel’in Düşünceleri K onuyla ilgili olanlar, 11 Eylül 2001 olaylarının hemen ardından Küba Halkının, ABD Halkına dayanışma elini uzattığını ve New York kentindeki İkiz Kuleler’e yapılan vahşi saldırının kurbanlarına sağlık alanında yardım için samimi işbirliği vaadinde bulunduğunu hatırlayacaktır. Ayrıca aynı gün saldırının ardından yaşanan kaos ortamında inecek hava meydanı bulamayan, havadaki ABD yolcu uçaklarına havaalanlarımızı açtığımızı da hatırlatayım. Küba Devrimi her zaman insan hayatına saygıyı ön planda tutmuş ve buna halel getirecek her türlü eylemden kaçınmıştır. Batista tiranlığına karşı silahlı mücadeleyi hiç tereddüt etmeksizin desteklemiş olsak da, prensip olarak masum insanların hayatına mal olabilecek terör saldırılarına her zaman karşı çıkmışızdır. Bu duruşumuz sayesinde, yaklaşık yarım yüzyıldır bu tür hassas konularda söz söyleme hakkını kendimizde bulabiliyoruz. 11 Eylül saldırılarının olduğu gün Ciudad Deportiva’da yapılan bir toplantıda görüşlerimi belirtirken, uluslararası terörizmin hiçbir şekilde şiddet ve savaşla çözüle- meyeceğini söylemiştim. Yeri gelmişken, Bin Laden’in uzun yıllar boyunca ABD’nin dostu olduğunu hatırlatayım. Sovyetler Birliği ve sosyalizme karşı askeri olarak ABD tarafından eğitilmişti. Ancak ne olursa olsun silahsız bir insanın, ailesinin gözleri önünde öldürülmesinin kabul edilebilir bir yanı yoktur. Dünya’nın gelmiş geçmiş en güçlü devletinin yaptığı ise tam da budur. Bin Laden’in ölümünü duyurduğu konuşmada Obama, dikkatli seçilmiş kelimelerle kamuoyuna hitap etti: “(...) Biliyoruz ki en kötü görüntüler dünyanın görmediği görüntülerdir. Yemek masasındaki boş sandalye… Anne ve babaları olmaksızın büyümek zorunda kalan çocuklar. Çocuklarıyla bir daha hiç bir zaman kucaklaşamayacak anne babalar. Kalbimizde birer boşluk bırakarak aramızdan alınan 3 bin vatandaşımızı unutmadık.” Bu açıklama dramatik bir gerçekliği hatırlatsa da dürüst insanların ABD tarafından haksızca başlatılan Irak ve Afganistan Savaşlarını hatırlamalarına engel olamaz. Irak ve Afganistan’da anne ve babaları olmaksızın büyümek zorunda kalan yüz binlerce çocuğu ve çocuklarıyla bir daha hiç bir zaman kucaklaşamayacak olan yüz binlerce anne babayı hatırlayalım. Irak, Afganistan, Vietnam, Laos, Kamboçya, Küba ve dünyadaki pek çok başka ülkede milyonlarca kişi evlerinden yurtlarından atılmıştır. Yüz milyonlarca insanın hafızalarında, hâlâ işgal altındaki Küba topraklarında, Guantanamo Üssü’nde yaşanan insanlık dışı muamelelerin görüntüleri bulunmaktadır. İnsanların hiç seslerini çıkarmadan aylarca, yıllarca maruz kaldığı tarifsiz işkenceler vardır. Sözüm ona yaşadıkları medeni toplumun içinden, evlerinden kaçırılarak gizli hapisanelere getirilen ve öldürülen insanlar… Obama, Bin Laden’in, ailesinin gözleri önünde infaz edildiğini, Pakistan yasalarının ihlal edilmiş olduğunu, 200 milyon nüfuslu Müslüman bir ülkenin ulusal onurunun zedelendiğini ve geleneklerinin çiğnendiğini gizleyemez. Yasalara aykırı biçimde, hiçbir yargılama yapılmadan öldürülen kişinin ailesine, gerçekleştirilen bu suikast nasıl açıklanacak? Bu görüntülerin dünya kamuoyu tarafından öğrenilmesinin önüne nasıl geçilecek? 28 Ocak 2002 tarihinde CBS muhabiri Dan Rather televizyonda yaptığı açıklamada; Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırılardan bir gün önce, yani 10 Eylül 2001 tarihinde Osama Bin Laden’in Pakistan’daki bir askeri hastanede hemodiyalize girdiğini belirtmişti. İddia edildiği gibi mağaralarda saklanacak ve yaşayacak bir sağlık durumu yoktu. Bin Laden’i öldürüp denizin dibine atmak herhalde hem bir korku, hem de bir zaafiyetin simgesi olarak görülürken, ölen kişiyi olduğundan daha tehlikeli bir hale getirmiş olmaktadır. Olayın ilk etkisi yatıştıktan sonra ABD kamuoyu bu tarz eylemlerin, ABD Halkını korumaktan çok, daha fazla bilenmiş intikam saldırılarının hedefi haline getirdiğini anlayacaktır. Fidel Castro Ruz 4 Mayıs 2011 AB-D emperyalistlerinin Libya’ya saldırısı Arap Halkının uyanışını, şahlanışını engelleyemeyecek! A BD ve AB (AB-D) Emperyalistleri Arap Halklarına kan kusturmaya devam ediyorlar. Irak Halkının akıtılan kanı kesmedi AB-D Emperyalistlerini, şimdi de Libya Halkının başına yağdırılıyor bombalar. Arap Dünyasındaki siyasi mayalanmanın Arap Halklarının kurtuluşuna, özgürlüğüne gitmesinden korkuyorlar. Otuz kırk yıldır kendilerine uşaklık etmeyi görev bilmiş, halk düşmanı kanlı diktatörlerin birbiri adına yıkılması ürküttü emperyalistleri. Önlem alıyorlar, ekonomik ve siyasi bir programı olmayan Politik Devrimlere karşı. Önce Fransa, Kanada arkasından ABD Emperyalistleri yolladılar Libya Halkının üstüne bombaları, füzeleri... AB Emperyalistlerinin, Libya’ya saldırısının bir diğer nedeni de Libya’nın petrolüdür. Sülfür (kükürt) oranı düşük Libya petrolü (“Tatlı petrol” diye de adlandırılmaktadır), kolay ve ucuza rafine edilebilmektedir.) Ve AB ülkelerinin rafinerilerinin çoğu, Libya petrolünü rafine etmektedir. O Fransa ki, katliamcılıkta ve zalimlikte üstüne yoktur. Cezayir’de yaptıkları dünya halklarının belleğinde capcanlı durmaktadır hâlâ. Binlerce Cezayirliyi işkencelerde katletti, on binlercesini yıllarca cezaevlerinde çürüttü. Ve 19541962 yılları arasında süren Kurtuluş Savaşı esnasında tam 1 buçuk milyon Cezayirliyi öldürdü. Sadece Cezayir’de mi bu katliamları yaptı Fransa? Benin, Burkina-Faso, Cibuti, Çad, Gabon, Gine,Kamerun, Komor Adaları, Moritanya, Nijer, Senegal ve Tunus’ta da aynı zalim sömürgeci yöntemlerini uyguladı. Halklara kan ve gözyaşından başka bir şey vermedi. Ve Kanlı Zalim ABD Emperyalizminin Siyah Yüzlü Temsilcisi Obama, Kaddafi’nin kendi halkına karşı uyguladığı şiddet karşısında sessiz kalamayacakları için operasyon başlattıklarını söylüyor utanmadan. Dünya halklarına yıllardır kan ve gözyaşı kusturan, milyonlarca insanı savaşlarda katleden, Halkları birbirine düşüren, petrol yataklarına sahip olmak için Arap Halklarının başına kendilerine göbekten bağımlı şeyhleri, kralları geçiren ABD Emperyalizmi değilmiş gibi, yüzsüzce pavkırıyor kan, gözyaşı, zulüm ve ölümün temsilcisi B. Obama. AB-D Emperyalistlerinin Paris’te düzenledikleri Libya zirvesinden çıkan ortak bildiride “Albay Kaddafi’nin Uluslararası toplumun isteklerini reddetmeyi, kendi halkını küçümsemeyi sürdürmesine izin vermeyeceğiz. Libyalılara, ülkelerini yeniden inşa etmelerinde, bu ülkenin egemenliği ve toprak bütünlüğüne tamamıyla saygı çerçevesinde yardım etmeyi sürdüreceğiz” denilmekte. Irak Halkının başına bombaları yağdırdıkları 19 Mart 2003’te de böyle demişlerdi AB-D Emperyalistleri. Bugün Irak fii- len 3 parçaya bölünmüş durumda. 4 milyon masum Iraklı hayatını kaybetti. Halen de günde onlarca Iraklı hayatını kaybetmeye devam ediyor. Yugoslavya’ya saldırmadan önce söylemleri aynıydı, bugün Yugoslavya 7 parça… Ne zaman bir ülkeye adım attılar AB-D Emperyalistleri, arkasından kan ve gözyaşı o ülkenin kaderi haline geliyor. 42 yıldan beri iktidarda olan, 1969’da, 27 yaşında genç bir subayken subay arkadaşlarıyla birlikte Politik Devrimle iktidarı ele alan Muammer Kaddafi’nin bu devrimi Nasır Devrimi karakterindeydi. Ondan önce krallıktı Libya. Kral İdris El Sunusi, her yaz Bursa kaplıcalarına gelir, bir ay burada dinlenirdi. İşte böyle bir anda yaptı Kaddafi liderliğindeki genç subaylar devrimi. Kral da dönemedi ülkesine… Kaddafi de başlangıçta Nasır gibiydi. Arap milliyetçisi ve İslamî Sosyalistti. Kaddafi iktidarı, başlangıçta, söylediklerinde tutarlı oldu. Ülkenin büyük petrol gelirini Batılıların ve ülkenin vurguncularının elinden aldı. Burjuva Sosyalizmi diyebileceğimiz bir ekonomik çizgi izledi. Halk nefes aldı, bu yeni politikayla. Ve benimsedi yönetimi. Sonra bu iktidar Arap Birliği’ni savunuyordu. Ve Siyonist İsrail’e şiddetle karşıydı… Politikada böyle bir anlayış ve tutum ortaya koydu. İşgal altındaki Arap topraklarının kurtarılması ve Arap Ulusunun birliğinin sağlanması en öncelikli politikasıydı bu iktidarın. Tabiî bu anlayış AB-D Emperyalistlerinin ve İsrail’in tüylerini diken diken etmeye yetti. AB-D, 1986 baharında Kaddafi’yi ortadan kaldırmaya yönelik bir hava saldırısı düzenledi Libya’ya. Kaddafi, şans eseri o an konutunda bulunmadığı için ölümden kurtuldu. Eşi ve çocuğu öldü. Bu alçakça ve uluslararası hukuku hiçe sayan saldırı, Kaddafi iktidarını iyice ABD karşıtı yaptı. Kaddafi, o dönem Sosyalist Kamp’ın oluşturduğu askeri örgüt olan Varşova Paktı’na girebileceğini açıkladı. AB-D Emperyalistlerine uşaklığı kabul etmeyen ve onurlu, yurtsever duruş ortaya koyan ülkelerin arkalarını dayayacakları güçlü kaleydi Sosyalist Kamp o zamanlar. Ne yazık ki şimdi yok. İşte o nedenle AB-D Emperyalistleri böyle kuduzlaşmış bir vaziyette dünyayı kana ve ateşe boğabiliyorlar. Katliamlar ve işgaller yapabiliyorlar… Sosyalist Kamp’ın yıkılması dünyanın her yerinde olduğu gibi Libya’da da ilerici, halkçı düşünce ve davranışlara çok büyük darbe vurdu. Dünyamız, hep söylediğimiz gibi, bayır aşağı yuvarlanmaya başladı. Tarih, bir süreliğine de olsa, sanki geriye işler gibi oldu. İşte bu geriye gidiş, Libya liderliğini de etkiledi. Üstelik de artık dar günde sırtını dayayacağı güvenli kale ortada yoktu. İşte tam da o yıllarda hatta biraz öncesinde başlayan Birinci Körfez Savaşı ve 2003 yılındaki İkinci Körfez Seçimlerdeki tutumumuz üzerine Baştarafı sayfa 1’de Oysa bunların ciddiyetleri, yasalarla olan alışverişleri BDP’li Bağımsız Milletvekili Adaylarıyla girdikleri sürtüşmede çok açık bir şekilde ortaya çıkıvermiştir. Hatırlanacağı gibi, YSK, BDP’li 7 Milletvekili Adayını da “Adli sicilleri Milletvekili olmalarına uygun değil” diyerek, seçimlere sokmama kararı almıştı. Ve bize söylediği gibi, “kararımız kesindir” de demişti. Fakat bu olayın açıklandığı andan itibaren BDP’nin Türkiye çapında başlattığı Protesto Eylemleri karşısında; önce çalkalamışlar, 72 saat sonra da tükürdüklerini yalayıp yutarak, bu 7 adaydan 6’sının “seçimlere girmesinde bir engel bulunmadığını” ilan etmek zorunda kalmışlardır. Zor oyunu bozmuştur. Bu çok net… Ne yazık ki biz şu anda BDP’nin sahip olduğu kitlesel güce sahip olamadığımız için bu kanunsuzluğa dur diyemedik. Oyunlarını bozamadık. O nedenle bir kez daha ortaya çıktı ki, kitleselleşmeliyiz. Ancak o zaman böyle setleri aşarız. Yoksa böylesi engeller önümüze hep çıkarılacaktır. İşte YSK da, onun kanunculuğu da böyledir. Buradaki Tayyipgillerci ve Fethullahçı üyeler, Ortaçağcılıklarından, vatan ve halk düşmanı oluşlarından dolayı bize düşmandırlar. CHP sempatizanı üyeler de CHP’nin oylarını böleceğimiz endişesiyle bize karşıdırlar, seçimlere girmemizi istememişlerdir. Yargıtayda da durum aynıdır. Bu şartlarda önümüzdeki (12 Haziran 2011) seçimlerde ne yapabilirdik? Kime oy vermeliydik? CIA, MOSSAD, Fethullah üçlüsünün kaset operasyonuyla ideolojik hattı da dahil olmak üzere, tepeden tırnağa yeniden belirlediği Amerikancı ve AB’ci, türbancı, çarşafçı, laiklik diye bir hassasiyeti olmayan, cemaatlerin de siyasete karışmamaları koşuluyla (sanki mümkün olabilirmiş gibi) serbestçe örgütlenip çalışmaları toplum için faydalıdır, diyen, Türkiye’nin “şeyhler, müritler, dervişler” ülkesi haline getirilmesine hiç ses çıkarmayan, hatta bunu olumlu bulan, 27 Mayıs Politik Devrimi’ne düzenbazca saldıran, Ordunun AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller ve Fethullah tarafından şamar oğlanına dönüştürülmesine destek çıkan “Yeni CHP”ye mi oy vermeliydik? Hayır. Böyle bir şey yapmak, halkı kandırmak olurdu. AB-D’ye, “Kürt Sorunu’na daha aktif biçimde müdahale etmelisiniz” diye sık sık çağrılarda bulunan, AB-D’ci BDP’nin desteklediği adaylara mı oy vermeliydik? Hayır. Savaşı sonucunda Irak’ın tümden AB-D Emperyalistleri tarafından yakılıp yıkılıp işgal edilmesi süreci Kaddafi’nin gözünü korkutmuştur. ABD Emperyalistlerinin Irak’la birlikte İran, Suriye, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba Cumhuriyeti ve Libya’yı da düşman ilan etmesi, bu ülkeleri “Şer Ekseni” olarak adlandırması, Irak’tan sonra sıranın bunlara da geleceğini bildirmesi, Kaddafi’de şafağı attırmıştır. AB-D Emperyalistleri İkinci Körfez Savaşı hazırlıklarını yaparken Kaddafi, diz çökmüş ve AB-D’nin her istediğini yapmaya hazır olduğunu bildirmiştir. Üstelik bu çöküşle de yetinmemiş, “Her Arap ülkesi benim gibi davranmalı” diyerek, ihanetini bir de utanıp arlanmadan savunmaya kalkmıştır. O günden beri de Kaddafi ve Libya liderliği AB-D Emperyalistlerinin şamaroğlanı durumundaydı. Tâ ki Libya’da halk isyanı başlayana dek… Tabiî Kaddafi’nin bu korkusunun maddi temeli de var: O da genelde olduğu gibi, iktidarın nimetlerine, süreç içinde alıştı. Sosyalist Kamp’ın yıkılışından sonraysa iyiden iyiye halk düşmanı, vurguncu, burjuva liderlerinden biri olup çıktı. Kendisi ve oğulları hadsiz hesapsız servet edindi. Tabiî vurgunla… Kamu malını iç ederek… Kaddafi’nin devrimin ilk yıllarındaki içtenliğinden, halk severliğinden, namusundan eser kalmadı. Yani çürüdü. İşte bu çürük kişiliğin üzerine bir de AB-D Emperyalistlerinin tehdidi ve ondan kaynaklanan can kaygısı düşünce Kaddafi ayakta kalamadı ve diz çöktü. AB-D, böyle liderleri ve iktidarları pek sever. Zaten o alçaklar, bütün dünyanın bu tür liderlerle yönetilmesini isterler. Tunus ve Mısır’da zaferle sonuçlanan halk isyanlarının, kaçınılmaz biçimde, büyük petrol Bunlar, Kürt Sorunu’nun gerici, burjuva, AB-D’ci çözümünü savunuyorlar. Bizse Kürt Sorunu’nun devrimci çözümünü savunuyoruz. Bu ikisi arasında akla kara gibi fark vardır. O nedenle bizim BDP’nin adaylarıyla da bir işimiz olamazdı. Yeni Sahte TKP’ye ise sahte olduğu için, gerçek TKP’yle bir ilgisi olmadığı için oy veremezdik. Yıllarca CIA Sosyalizmi yapmış, NATO’yu savunmuş, Sosyalist Kamp’a ve Küba’ya ağır küfürler savurarak tavır almış, 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünü, mahkemelerde, “12 Eylül Harekâtını destekleyen tek sol parti biziz” diyerek açıktan savunmuş; uluslararası devrimci, demokrat hareketlere ve sosyalist ülkelere karşı ağır suçlar işlemeyi sürdürmüş, Kürt Sorunu’nda da defalarca görüş değiştirdikten sonra, hatta Abdullah Öcalan’la Bekaa’da gülleşmiş olmasına rağmen, şu anda “Türkiye’de Kürt Sorunu yoktur” diyerek tümüyle şoven bir hatta kayan velhasıl görüş değiştirmekten başı dönmüş, pervane olmuş İP’e mi oy verebilirdik? Hayır… O zaman geriye ne kaldı? Şu: Bağımsız adaylardan yalnızca Çetin Doğan’a oy vereceğiz. “Ergenekon Davası” adlı CIA operasyonunun hedefinde olduğu için… Sonra bu saldırı karşısında boyun eğmeyip direndiği ve saldırganlara meydan okuduğu için… Tabiî aynı zamanda da antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nı, onun önderi Mustafa Kemal’i, tam bağımsızlığı ve laikliği savunduğu için… CHP listesinden aday olan-seçime giren şu adaylara da oy vereceğiz: - İlhan Cihaner, - Mustafa Balbay, - Emine Ülker Tarhan, - Atilla Kart, - Tolga Çandar, - Mehmet Haberal, - Sabahat Akkiraz, - Kamer Genç Bu adaylar da aşağı yukarı Çetin Doğan Paşa’yla aynı özelliklere sahiptirler. İkisi zaten (Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal), “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonunun mağdurları arasındadır. Hatta Prof. Dr. Mehmet Haberal, bu saldırıyla öldürülmek istenmektedir. O yüzden CHP listesinde olmalarına rağmen bunlara da oy vereceğiz. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi gelirlerine sahip olmasına rağmen bu iki ülke halkına benzer bir ekonomik sömürü ve siyasi zulüm altında yaşayan Libya Halkını da etkilememesi düşünülemezdi. Libya Halkı da yüz binler halinde meydanlara döküldü. Sömürücü, zalim, hain, korkak Kaddafi yönetimine karşı isyan bayrağı açtı. Şu ana kadar da bini aşan kurban vermesine rağmen isyanını sürdürmektedir. Zaten isyancı halk, ülkenin doğusunda ve batısında bazı şehirleri de ele geçirmiş durumdadır. Öyle görünüyor ki, isyan burada da kısa ya da uzun vadede sonuca ulaşacaktır. Arap Halkları gücünü gördü. Gücünü ortaya koydu ve onun başarısını gördü. Zaferini gördü. Eğer herhangi bir zamanda yeniden böyle bir eyleme girişirse başarabileceğini, kazanabileceğini gördü. Halk gerçek anlamda özgüven kazandı. Özgüven ki bütün mücadelelerde işin olmazsa olmazıdır. İşte bu kazanım her şeyden önemlidir. Bunu Arap Halkı yaşadı ve gördü. Dünya Halkları da onu izledi. Dünya Halklarında da böyle bir anlayış, kazanım oluştu. Tabiî bu oluşumda ve isyanların zaferinde Latin Amerika’da Fidel’in, Che’nin, Raul’un, Chavez’in ve Morales’in önderlik ettiği devrimci iktidarların ve onlardan kaynaklanan, dünyanın her yerine yayılan sol rüzgârların da belli oranda etkisi olmuştur. Bildiğimiz gibi, Latin Amerika, bugün ağırlıklı olarak ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkmıştır. İşte bu durum da diyalektiğin “her şey birbirine bağlıdır” kanuna uygun biçimde Arap Halkını da etkilemiştir. Demek ki Halk bir zalim iktidara karşı, ey zalim, diyerek ayağa kalkar ve meydanları doldurursa onun karşısında hiçbir güç duramaz… Hiçbir sömürücü iktidar, halkın bu şahlanışı karşısında tahtını koruyamaz… İşte AB-D Emperyalistlerinin Libya’ya saldırması bu yüzden. Arap Halklarındaki bu şahlanışın, dünyadaki bütün kötülüklerin, insanlığın başına gelen bütün felaketlerin sorumlusu AB-D Emperyalistlerine karşı bir şahlanışa dönüşmesinden korkuyorlar. Korkunun ecele faydası yok der bir atasözümüz. Eninde sonunda Halklar başlarındaki bu emperyalist musibetin egemenliğine son verip, hak edilen ve insanlıktan çalınan o güzel günleri elbirliğiyle getireceklerdir. 20.03.2011 Libya Halkı Yalnız Değildir! Katil AB-D Ortadoğu’dan Defol! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 4 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Hikmet Kıvılcımlı, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın Teorik ve Pratik Önderidir (II) Geçen sayıdan devam Emperyalistler, Kürt Sorunu’nu halkların yararına çözmezler Yine on yıllardır Türkiye’nin en önemli siyasi meselesi bildiğiniz gibi Kürt Meselesidir. Bunu da teorik planda Usta’mız 1933’te Elazığ zindanında çözümlemiştir. Aynen oradan çıkan sonucu formülasyonu benimsiyoruz. Nedir oradan çıkan formülasyon? “Anadolu ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti.” Formülasyon bu. Biz bugün ne diyoruz? Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti. Devrimci çözüm bu, arkadaşlar. Kürt Meselesine bakışı budur hareketimizin. Bunu da net olarak, hem Programımızda, hem yayınlarımızda, hem konuşmalarımızda açıkça ortaya koyduk. Başkaca bir devrimci çözümü yok. Peki başka çözümü var mı Kürt Meselesi’nin? Var. Hani diyoruz ya, her şeyin bir doğrusu bir yanlışı, halklar açısından bir iyisi, bir kötüsü var; bir devrimcisi, bir gericisi var. Gerici çözümü nedir? Burjuva çözüm, arkadaşlar. Yani, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa Birliği’nin dayattığı burjuva çözüm. Bunun örneği nedir? İşte Güney Kürdistan’da, Irak’ta; Barzani, Talabani önderliğinde gerçekleştirilen çözüm, arkadaşlar. ABD’ye, “sakın askerlerini buradan götürme, bizi koru”, diye yalvaran bir kukla yönetim oluşturma çözümü ve Güney Kürdistan’ın en yüksek dağına, Kürt bayrağıyla ABD bayrağını yan yana dalgalandırma çözümü. Ve gencecik Kürt çocuklarına, “Thank you Amerika” diye marşlar söyletme çözümü. “Bize özgürlük getirin”... Ve Kürt yetkililer, bazı programlarda izliyoruz, “özgürleştirici”, diyor Amerika için. İşgalci ne demek? Özgürleştirici… Yani dünya halklarının başdüşmanıyla bu denli ittifaka girmiş, uydulaşmış bir yönetimin ortaya koyduğu çözüm. Bunun devrimcilikle ilgisi yok. Bizim böyle bir çözümle ilgimiz yok. Biz devrimciyiz, her konuda devrimci çözümler öneririz. Bu hem devrimci ahlâkımızın, öz saygımızın gereği, hem de Önderimize, Önderlerimize duyduğumuz saygının bir gereğidir. Hiç kimse bize yanlışı savundurtturamaz. Doğru bildiğimizi söylemekten geri durduramaz. Hiç kimse… Ölüyor bile olsak, doğruları haykırmaktan geri durmayız biz. O bakımdan, PKK’nin ortaya koyduğu ve bugün Tayyip’le birlikte, “Açılım” diye, Türkiye Halklarına benimsetmeye çalıştıkları çözüm, Amerikancı çözümdür. Ve bu halklara hizmet etmez. Halkların kardeşliğini de sağlamaz bu çözüm. O bakımdan, biz devrimci çözümü savunuruz... Halkların gönüllü birliği ancak emperyalistlere set oluşturur Yine açıkça diyoruz biz: dört parçayı birleştirmeyi hedef alan bir çözüm; Kürdistan’ın ve Türkiye’nin, Edirne’den Çin’e kadar tüm Türk devletlerini içine alan bir çözüm. Bu da açık devrimci bir gerçek. Biz nasıl 22 parçaya bölünmüş Arap Ulusu’nun; bir tek ulus, çatı, bayrak altında birleşmesini istiyorsak; Kürt Ulusu’nun birleşmesini istiyorsak; Siyah Afrika’nın birleşmesini istiyorsak; Latin Amerika’nın birleşmesini istiyorsak; Türk Ulusu’nun da bütün parçalarının birleşmesini istiyoruz. Hâ, geçmişte bunu Enver Paşa, burjuva anlayıştaki Pantürkistler vb. savundu. Onlar emperyalistlerin gölgesinde, desteğinde çözümler aradılar. Onlarınki çıkmaz yoldu. Ama biz, yeni bir Sosyalist Sovyetler oluşturacağız Edirne’den Çin sınırına kadar, TürkKürt Halk Cumhuriyeti olarak, arkadaşlar. (Alkışlar…) Bunu da kim istemiyor? Kanıtlarıyla ortaya koyduk: ABD Emperyalistleri, Avrupa Birliği Emperyalistleri istemiyor. O zaman, biz onların istemediği şeyi istemek, gerçekleştirmek için mücadele etmek durumundayız, onunla mükellefiz. Devrimci irademiz bize bunu emreder. Hiçbir önyargımız yok. Biz her konuda devrimciyiz! (Toplantımızı yöneten Yoldaşlarımız, benim konuşmama başlamadan önceki ricam üzerine bir buçuk saatimizin dolduğunu söylüyorlar, sağ olsunlar. Zamanımız azaldı...) Şimdi, emperyalistler hep kendi belgelerinde, gizli belgelerinde ortaya koydukları gibi, dünyayı küçük küçük yani şehir devletçiklerine bölmek istiyorlar. Yani her bir parça kolay lokma olsun, istedikleri gibi oynasınlar… Bunu belgelerle gösterdik, yayımlarımızda da var. Biz bunun tam tersini savunmalıyız o bakımdan. Tüm Latin Amerika, aynı halk mı? Aynı kökenden mi geliyor? Evet. Che bunun için mi savaştı, Bolivya’da karargâh kurdu, savaş bayrağını açtı ABD Emperyalizmine karşı? Evet. Fidel ve Yoldaşları, Küba Devrimi’nin önderleri bunu mu istiyor? Evet. Venezüella’nın yiğit önderi Chavez bunu mu istiyor? Evet. Morales bunu mu istiyor? Evet. ALBA diyorlar, değil mi? Adını da koydular, arkadaşlar: “Latin Amerika’nın Bolivarcı Birliği” açılımı. Simon Bolivar, tüm kıtanın özgürleştiricisi, Latin Amerika Halklarının deyimiyle lakabı “Libertator: Özgürleştirici”dir. Bunu gerçekleştirmek istiyor. Bunu savunuyor. Latin Amerika Halkları birleşirse, Afrika Halkları birleşirse, Arap Halkı birleşirse (Ortadoğu’da; Atlantik Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne kadar uzanıyor, arkadaşlar, Arap Ulusu’nun yayıldığı geniş topraklar, o birleşirse) ve Türk ve Kürt Halkları, bu iki ulus, bir eşit kardeşler federasyonu, bir devrimci sosyalist federasyon olarak birleşirse, Edirne’den Çin sınırına kadar, emperyalistler ne yapabilirler?.. Hangi halka fiske vurabilirler? Buna imkân var mı? Yok! Onun için, biz bunu savunuyoruz. Belki bizlerin buna ömrü yetmeyecek, görmeyeceğiz ama genç yoldaşlarımın mutlaka ömrü yetecek. Çünkü Tarih hızlı akar. İşte faşist diktatörler yuvası Latin Amerika, bir anda devrimci rüzgârların estiği Latin Amerika haline geldi. İşte en büyük ülkesi Brezilya bile gittikçe ilerliyor değil mi? Adım adım da olsa ileriye gidiyor… Yeni seçilen Başkan Dilma Rousseff, Lula’dan ittifak halinde başkanlığı devraldı ve ondan daha ileri çıktı. Daha halkçı. Çalışan ve ezilen sınıflara daha yakın. O bakımdan, bu eski dünyada da büyük değişiklikler olabilir, hızlı değişiklikler birden yaşanmaya başlanabilir. O yüzden, umutsuz olmanın hiç gereği yok, arkadaşlar. Devrimci bir Kürt Hareketi yaratılmalı Bu son, “Açılım” deyince Kürt Meselesi’nde, Mustafa Yıldırım ona da giriyor burada, kanıtlarıyla hem de… Bu “Açılım”ı, bildiğimiz gibi programlaştıran, maddeleştirerek Tayyip’in eline veren, ATO’nun yan kuruluşu olan Atlantik Konseyi. Onun yöneticileri maddeleştiriyorlar, daha önce yayımlarımızda, yazımızda koymuştuk Kurtuluş Yolu’nda; maddeleştirip Tayyip’in eline veriyorlar. Şu andaki talepler olarak ortaya konulan şeylerin hepsi orada söylenen şeyler. Bunu, Mustafa Yıldırım da, o belgelerden söz ediyor, ortaya koyuyor. Mustafa Yıldırım bir de, Avrupa Birliği temsilcilerinin, Amerika’yla beraber, Barzani’nin yetkili temsilcilerinin, Türkiye’nin temsilcilerinin ve Sorosçu örgütlerin temsilcilerinin aynı toplantıda kararlaştırdıklarını söylüyor, bu “Açılım”ın programını… O bakımdan bu açılımlar, bu çözüm ve bu gidiş, Amerikancı bir gidiş, arkadaşlar. İşte biz devrimciler olarak ne yazık ki böyle darmadağın olduğumuz için, hareket olarak, kadro olarak güçsüz ve cılız olduğumuz için, bir Kürt devrimci hareketi, komünist hareketi de şu anda yaratamıyoruz, devrimci çözümü sağlayacak. Ama bu hareket de ileride mutlaka var olacak. Kürt Meselesi’nin devrimci çözümünü, komünist çözümünü savunacak bir hareket mutlaka oluşacak, arkadaşlar. Bu kaçınılmaz… Biz ne kadar güçlenirsek, o hareket de o kadar çabuk oluşur. “Ergenekon Davası”nda net siyasi tavır alan tek Partiyiz Yoldaşlar bir de, son yılların diyelim, en çok tartışılan, medyada yer alan konularından biri de nedir? “Ergenekon Davası” adlı CIA operasyonudur. Şimdi, bu davada da biz net tavır aldık. Bizim dışımızda net, açık tavır alan hareket var mı başka? Ben bilmiyorum… Var mı, arkadaşlar?.. Bir Dinleyici: Onaylayanlar var. Bizim gibi karşısında olan yok. urullah Ankut Yoldaş: Yok. Evet, yanında olanlar var. Bir Başka Dinleyici: Hepsi alkış tutuyor! urullah Ankut Yoldaş: Evet, alkış tutanlar var. Hatta Silivri’ye gidip orada destek verdiler değil mi operasyona, arkadaşlar? Diğer bir kısmı da, utangaçça, pısırıkça, sessiz kalarak onaylıyor, destekliyor. Ama onlar dünyadaki bu değişiklikleri, altüstlükleri göremiyorlar ki… Dediğimiz gibi, neyi görebilirler ki bunu görsünler? Şimdi, o CIA operasyonunda saldırıya uğrayanlardan hiç eski Kontrgerilla’nın içinde yer almış kadrolar var mı? Sadece sos olarak Veli Küçük gibi, İbrahim Şahin gibi birkaç kişi var. Bunlar eski CIA güdümündeki Kontrgerilla içinde de var olanlar. Ama onlar, gerçeğin üzerini örtmek için, maske olarak, korkuluk olarak, incir yaprağı olarak kullanılıyor. Yani deniyor ki, bakın Veli Küçük, bir sürü Kürt işadamını Körfez bölgesinde, Marmara’da öldürttü. Öyle mi? Öyle! İbrahim Şahin, Abdullah Çatlı’nın yandaşı, işbirlikçisi. Beraber cinayetler, katliamlar yapmışlar, öyle mi? Öyle! Bir Dinleyici: Perinçek de var Hoca’m. urullah Ankut Yoldaş: Perinçek… Şimdi ayrı bir kategori o. Dinleyici devamla: Hayır, onlar da seksen öncesi ispiyonculuk yapıyorlardı ya, karşıdevrimci… urullah Ankut Yoldaş: İspiyonculuk yapıyorlardı tabiî. Tabiî… Ona hep giriyoruz, geçen son sayımızda da girdik. Usta’mız CIA Sosyalizmi olarak damgaladı o zaman... Dinleyici devamla: Yani o da CIA’cı… urullah Ankut Yoldaş: Tabiî. Doksanlı yılların sonuna kadar, bizim Sevrcilerle aynı tezi savundular. Ama ondan sonra, o tarafı iyice rezilleştirdikten sonra, zıpladı Ulusalcı cepheye. Şimdi bu tarafta oynuyor. Ama onun ne yapacağı, nerede, nasıl dönüş yapacağı belli değil. Yani o ayrı bir kategori… Her türlü siyasi ahlâktan, insanî namustan yoksun bir hareket olarak görüyoruz biz. Güncel çıkar nerede, ona göre tavır alan bir ekip, bir grup, arkadaşlar. Şimdi eski Kontrgerilla’nın, MİT’in önderleri, yetkilileri var mı bu operasyonun içinde? Yok! MHP, dedik ki bunun özel örgütü. Var mı MHP’nin yöneticilerinden kimse bunun içinde? Hayır yok! Peki her türlü hukuku çiğneyen sıkıyönetim mahkemelerinden, askeri mahkemelerden, Denizler’i asan, Erdal Erenler’i asanlardan var mı burada? Yok! Peki bu faşist darbeleri tezgahlayanlar var mı, darbeciler?.. Yok, hiçbiri yok! Peki kimler var? 1999 sonrası, Amerika’nın Türkiye’ye karşı düşmanca duygular içinde ve planlar içinde olduğunu görerek uyanmaya başlayan ve Ulusalcı, Mustafa Kemalci, Laik köklerini, geçmişi hatırlayan; ABD’ye, NATO’ya, Avrupa Birliği’ne karşı tavır alan, tutum belirleyen namuslu subaylar var. Bu operasyonun da arkasında kim var? Açık: ABD var, CIA var. Ve onun en büyük işbirlikçisi olan Fethullahçı hareket var. Ve Tayipgiller var, bunun arkasında. Şimdi, dünyada, Sosyalist Kamp’ın yıkılışına kadar tüm faşist darbeleri, İran’daki Musaddık’a karşı yapılan darbeden başlamak üzere, tüm faşist darbeleri planlayan CIA, nasıl olur da bir anda darbeciliğe, askeri hareketlere karşı olur? Böyle bir şeye imkân var mı? Yok! O zamanlar, eskiden, Sosyalist Kamp’ın varlığında, gelişen devrimci hareketleri ezmek için, orduda kendi ideolojisiyle doktrine ettiği, örgütlediği ve Kontrgerilla yapısıyla yönettiği Amerikancı subaylar vardı. Onunla bu faşist darbeleri yönetiyordu, devrimcileri eziyordu. Ama şimdi, kendisine aynı şekilde karşı olan devrimci kitlesel güçler kalmadığı için, artık Türkiye’ye, 1991’e kadar açıklamadığı, karnında gizlediği Yeni Sevr planını yani BOP planını dayatıyor. Yani Türkiye’yi parçalamak istiyor. Onun için de Türk Ordusu’nu, Mustafa Kemalci geleneğe sahip olan kesimlerini budamak istiyor, o kesimini yok etmek istiyor. Ve onun üzerine bu operasyon başlıyor. Yine yargıda aynı şekilde… Namuslu yargıçları attı. İşte İlhan Cihaner: Erzincan Başsavcısı. Aydın, laik, yurtsever bir savcı. Ortaçağcıların üzerine gittiği için, bir anda bunların saldırısına uğradı. Hanefi Avcı olayı Yine son günlerde en çok adından söz edilen yayımlardan biri de, Hanefi Avcı’nın, “Haliçte Yaşayan Simonlar, Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabı; çoğu arkadaşımız sanıyorum edinmiştir, bir bölüm arkadaşlarımız da okumuştur. İbretle okunması gereken bir kitap. Anlattığı olaylar açısından, ortaya koyduğu belgeler açısından, arkadaşlar… Yoksa AB konusunda, Amerika konusunda filan çok isabetsiz yanlış, polis mantığıyla ortaya koyduğu düşünceler var ki, tabiî onlara katılmamız, ciddiye almamız mümkün değil. Bugüne kadar kırk yıllık polislik hayatında çok başarılı olduğu için yöneticilik hayatında Türkiye’de emniyette “teknik takip” denen yani modern elektronik araç gereçlerle zanlıları diyelim, şüphelenilen insanları takip ederek olayları açığa çıkarmada başarılı olduğu için, bu konuda gerçekten de tüm polis ve asker mekanizmasının, kendi dönemine kadar bir anlamda nal topladığını açıkça gördüğü için, hafif de megalomanisi var. Her konuda ben bilirim havası var. Ama biz olayların dışında, anlattığı olayların ve belgelerin dışında, yanlışlığını apaçık görüyoruz, apaçık sırıtıyor. Hatta önemli bir çelişki de burada, başta kendi meslek hayatını anlatıyor. İki bölüm: birinci bölümde kendi meslek hayatını anlatıyor. Onu sanıyorum daha önceden kaleme almış, emekli olunca yayımlamak üzere. Başarılı bir meslek hayatı var gerçekten, onu yayımlamak üzere… Ama bir gayrı ahlâki diyelim, ilişkisi var bunun da. Evli biliyorsunuz. Kaç yıldır? Kırk yıldır mı diyor?.. Uzun yıllardır evli yani... Ama bir de, bir öğretmenle ilişkisi varmış. Fethullahçılar, bunun kurduğu teknik ekipmanla ve kadroyla, kendisini de dinliyorlar. Megalomanisi var dedik ya; özgüveni normalin üzerinde. Öyle olunca, Fethullah’ın konferanslarına gidip tüm görüşlerine katılmış olmasına rağmen onun “Işık Evleri”nde kalmış olmasına, oturup sohbetlere katılmış, onları takip etmiş, müdavimi olmuş olmasına rağmen Ortaçağcı diyebileceğimiz dinsel görüşlere sahip olmasına rağmen Fethullah’a tabi olmuyor. O örgütlenme, o yapı içine girmiyor. Çünkü o yapı içine girince görüyor ki, orada kullaşıyorsun. Orada piyon haline getiriliyorsun. İmam-yukarıdaki ne derse, ona uymakla mükellefsin; itiraz hakkın yok. Alçaklar tabiî çok katı bir askeri disiplin içinde örgütlenmişler. O yüzden Cemaatin yapısı içine girmiyor. Onun dışında ama ben onlara karşı değilim, diyor. Yararlı da buluyorum, diyor. Ama onların devlet içinde ikinci bir devlet olarak örgütlenmelerine karşı. Sonuç olarak özetlersek (zamanımız daralıyor): Kitabının birinci bölümde “Ergenekon” operasyonuna da giriyor ve tümüyle destekliyor o CIA operasyonunu; burada, birinci bölümün sonlarında. Yani bu operasyonun arkasında tümüyle… Ama Fethullahçı ekip kendisini de dinlemeye alıyor. Ve bunu da öğrendiği anda, bakıyor ki, kendisi de gidecek. Ve başına geleceği biliyor. Silivri’ye götürüleceğini biliyor. Öyle olunca, ben çabuk davranayım, diyor, bunların örgütlenme yapılarını ve şemalarını, güçlerini açık ediyor. Ve ikinci bölümde, Ergenekon Davası’nı yeniden ele alıyor, orada yüzde seksen, hatta yüzde doksan belgelerle bizimle aynı görüşlere varıyor, aynı görüşte. Bir dinleyici: Yasayı değil, imamların dediğini uyguluyorlar, diyor! urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet… Böylesine birbiriyle zıt, yüz seksen derece çelişen Ergenekon operasyonu konusunda, iki görüş belirtiyor, arkadaşlar. İşte burada, bir belgede ortaya koyuyor. Fethullahçıların poliste nasıl örgütlendiklerini, askerde nasıl örgütlendiklerini, yargıda nasıl örgütlendiklerini, milli eğitimde nasıl örgütlendiklerini, nasıl çalıştıklarını ve işin ilginci, başbakan ve bakanlar da bu örgütlenmeyi ve bu yapıyı biliyorlar, diyor. Başbakanın en yakınındaki isim, diyor, baş harflerini veriyor, bu yapıyı çok iyi biliyor. Yani bu uydurulan, tahrif edilen, ekleme çıkarmalarla suç unsuru haline getirilen bu ihbarları, kasetleri, CD’leri tümünü bunlar üretiyor. Ve daha böyle ne kadar belge var tahrif edilip kullanılacak bunu bilmiyoruz, diyor. Başbakanın ve hükümetin elinde daha var bu belgelerden, diyor. Yani peyderpey bunları kullanıma sürüyorlar. Ve bizim yine hiç tereddütsüz gördüğümüz, ABD güdümlü operasyonun ilk saldırısı olan… İlk saldırı nerede başladı, arkadaşlar? Van’da. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a ve üniversitenin sekreteri Enver Arpalı’ya karşı yapıldı. “Onur intiharı” etti. Enver Arpalı. Onurundan içeride intihar etti. Onlara kaçakçılık yapmak üzere örgütlenmiş bir organize suç örgütü diyerek operasyon yaptı. Hâlbuki Yücel Aşkın namuslu, laik, kültürlü, donanımlı, yurtsever bir bilim insanı. Yaptığı hiçbir şey yok, hiçbir suç yok. Ferhat Sarıkaya, değil mi o operasyonu yapan? O operasyonu yapan savcı, düzenleyen?.. Ve arkasından Şemdinli Operasyonu. Bir Dinleyici: Büyükanıt’a. urullah Ankut Yoldaş: Büyükanıt’a. Onu da koyuyor burada. Tamam, diyor, Hakkâri’de PKK sempatizanı bir yayınevine bomba atmak, bir itirafçı ile iki astsubayın gerçekleştirdiği bu saldırı, Susurluk üyelerinin yaptığı bir şey. Açık. Gerçekten de eski Kontrgerilla’nın bir uzantısı. Biz de öyle koyduk, o olayı değerlendirirken, arkadaşlar hatırlarlarsa Kurtuluş Yolu’nda. Bundan, diyor, üst düzeydeki o bölgenin komutanları da haberdardır. Ama Van’daki Asayiş Bölge Komutanının ve Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın bundan haberdar olması mümkün değil. Yani hiçbir belgeye, kanıta dayanmadan, onları da davanın, olayın baş suçlusu, sanığı haline getiriyorlar. Yani cemaatin belli merkezlerde üsleri var. Adli kurum kisvesi altında bu üsleri. Fakat oralarda görev yapanlar, maskelerini bir tarafa atarsak, hukukçu, yargıç, savcı filan değil, diyor. Polis görünümünde olan da polis değil, diyor. Bunların tümü cemaatin değişik maskeler altındaki mensuplarıdır. Emirleri de resmiyetteki 5 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... üstlerinden değil, cemaatin o bölgedeki imanından alırlar. Türkiye çapında cemaat örgütlenmesi belli bir olgunluğa eriştikten sonra yaptıkları ilk saldırıydı, diyor, Ferhat Sarıkaya’nın önderliğinde Van’daki saldırı için. Tamam, o, o zaman açığa alındı, yaptığı suç nedeniyle meslekten men edildi. Ama bizce hakkında mevkiini, görevini, sıfatını kullanarak suç işlediği için ceza yargılaması da yapılmalı. İlk saldırı buydu, diyor. Ondan sonra devam etti. Burada ilginç tabiî… Teknik takip meselesini çok iyi bildiği için, mesela İkinci Ergenekon Davası’nın 51 Nolu CD’si için bir kısım diyor ki, bunu generaller üretti. Ben de dahil, biz de diyoruz ki, hayır, bunu cemaatin polis içindeki örgütlenmesi, yapısı üretti. Eğer istenirse bu CD’yi kimin ürettiği bulunur, diyor. Yüzde yüz bulunur, diyor. Ama bunun üzerine gidilmez. Gitmezler bunun üzerine. Yani tümüyle, diyor, oradaki, dikkat edersek bir de, sürekli yapma, sunî belgelerden, kanıtlardan oluşuyor bu dava, diyor. Hep kazılar yapılıyor, neler bulunuyor, diyor? Bombalar, roketatarlar… Gerçekten bizim de dikkatimizi çekmişti. Hiç ateşli silah yani kısa ya da uzun namlulu ateşli silah; tabanca, tüfek bulunmuyor, arkadaşlar. Polis olduğu için hemen dikkatini çekiyor. Filan yerde kazı yapılıyor roketatar bulundu. Filan yerde bomba bulundu… Neden hiç tabanca, tüfek bulunmuyor? diyor. Çünkü bunlarda seri numarası var, diyor. Seri numarasıyla bir tüfeğin ya da tabancanın, hangi ülkenin fabrikasında üretildiği ve hangi ülkelerin sınırlarından legal geçiş yaparak Türkiye’de devletin hangi birimlerine verildiği bulunur, diyor. Mesela biz, Susurlukta Abdullah Çatlı’nın üzerinde olan 7.65 çapındaki bir tabancanın İtalyan yapısı olduğunu, oradan İsrail’e satıldığını, İsrail’den Türkiye’de Emniyete verildiğini tespit ettik. Yani bu şekilde bulduk, diyor. Ama bomba ve roketatarlarda seri numarası olmaz. O yüzden oraya siz istediğiniz şekilde koyarsınız ve onun kaynağını da: nereden, kimden geldi, nerede üretildi bulamazsınız. O yüzden hep bunları koyuyorlar. Yapanlar da hep cemaatin unsurları, diyor. Ordu içinde de örgütlüler, diyor. Bütün plan, program, gizli rapor, yazışma hepsine vakıflar. Ve onların bir kopyası da hep cemaatin arşivlerinde, diyor. Gerektiği anda, ihtiyaç hissettikleri anda, o belgeleri alırlar, isteklerine göre tahrif ederler, eklemeler çıkarmalar yaparlar, suç unsuru haline getirirler, diyor. Ve önemli bir durum daha: önce kendi medyalarında yayımlarlar, diyor. Yani televizyonlarında, gazetelerinde ve internet sitelerinde… Ondan sonra da polise, savcıya verirler. Amaç, halkın gözünde suçlu ilan ettikleri kişilerin yıpratılması, bitirilmesi, saygınlıklarının, güvenilirliklerinin yok edilmesi; böylece bir direnç noktası olmaktan çıkarılması, diyor... Biz hep ne dedik, arkadaşlar? Beşiktaş’taki, Silivri’deki savcılar, yargıçlar hukukçu değil, savcı, yargıç değil; ABD’nin, CIA’nın emrinde çalışan, Türkiye Halklarına karşı saldırıya geçmiş, ABD’nin amaçları doğrultusunda hukukçu maskesiyle operasyon yapan insanlar, dedik. Ve namuslu, yurtsever insanları alıp zindana tıkan insanlardır. (Slogan: Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi…) Cemaatin “Ergenekon Operasyonu”ndaki yeri Şimdi Hanefi Avcı da aynısını diyor. Zamanımız çok azaldı Başkan Arkadaş, ama isterseniz vurucu bir bölümü (Başkan yarım saatimiz kaldı, diyor. Eh! Yine de mutlu oldum. Bir yarım saatimiz kalmış.) okuyuvereyim. Bir bölüm… Aslında okunacak böyle ilginç, ibret belgesi olacak onlarca sayfa var: “Diğer yandan yapanın her yaptığı yanına kâr kalıyor. Bazı ihbarcılar hiç araştırılmıyor, normalde tek bir kişide bulunması imkânsız, en az on kişilik bir ekibin birkaç ayda toplayacağı bilgileri içeren isimsiz, imzasız ihbar mektupları insanların suçlanması için kullanılıyor. Belli amaçlar için yazıldığı ortada olan ihbarlar kötü niyetlilerin silahına dönüşüyor. Kesin deliller üstüne kurulan hukuk sistemimiz imzasız, kimliksiz, kasıtlı amaçlar için yazıldığı belli olan ihbar mektupları ile kim oldukları belli olmayan, söylediklerini her gün değiştiren, çoğu bulunup getirildiğinde yalan söylediği anlaşılan gizli tanıkların hayatın olağan akışına uygun olmayan beyanlarına emanet edilmiş durumdadır. Ergenekon davasının baş sanıklarından Ümit Sayın, bir süre sonra gizli tanık olarak karşımıza çıkıyor. Bu kişiyi tanıyanlar, ifade ve e-maillerini okuyanların şimdi onun gizli tanık olduğunu ve bunu birinci sınıf savcı ve hâkimlerin yaptığını duyunca bu kadar büyük garipliklerin yapıldığına inanamıyor. Bütün bu olanları adalet teşkilatının kendi işleyişiyle ilgili sorunlar olarak görmek mümkün değildir, bu olaylar adaleti öyle bir noktaya getirmektedir ki adaletsizlik organına dönüştürmektedir. Bu durum bir süre daha devam ederse olacakları akılla izah etmek mümkün olmaz. “Şu çok açık ve net: Bir örgüt, cemaat adalete sızmış, kendi kurallarını uyguluyor, kendi operasyonlarını yapıyor. Ortada hukuk yok, kimsenin numara yapmasının, bilmiyoruz demesinin manası yok. Bütün avukatlar, gazeteciler, polisler verilecek kararların ne olacağını merak dahi etmiyor zira kararı net olarak davaya hangi savcı ya da hâkimin baktığı belirliyor; Herkes bu durumun farkında ama hâlâ kralın ne kadar güzel bir elbisesi var diyoruz. Kral çıplak!! “Tarafsız hâkim ve savcılar hukuka göre davranırken, cemaat taraftarları örgütlü ve hukuka göre değil, cemaatin talimatına göre davranıyor. Cemaatin istemediği kişiler serbest bırakılınca bu defa cemaatin etkilediği medya o savcı ve hâkimi topa tutuyor, haksız itham ve suçlamalar, linç kampanyaları ile hâkim ve savcılar taciz ediliyor, çalıştırılamaz hale getiriliyor. Cemaatin tutuklanmasını istediği kişiler tutuklanınca bu kez bu savcı ve hâkimlere övgüler yağdırılıyor. Hukuk sistemindeki tarafsız hâkim ve savcılar korumasız, desteksiz ve zor durumda bırakılmıştır. Görülmekte olan bir dava hakkında TBMM’de bile görüşme yapılamaz şeklindeki Anayasanın, hâkimleri koruyan maddeleri neden işletilmiyor? Tüm dava dosyaları ve deliller belli gazetecilere alenen servis edilerek linç kampanyaları yürütülüyor, ama buna karşı hiçbir şey yapılmıyor. “Et kokarsa tuzlanır, tuz kokarsa ne yapılır? Kurumlar ve kişiler hatalı davranırsa hukuk onların yanlışlığını bulur ve düzeltir ama adalet bozulursa onu kim düzeltecek? Türkiye’de adalet çürüyor, gerçi zaten çürümüştü ama bu defa yok ediliyor. Bu durumdan herkes, en fazla da bugün bu duruma yol açanlar zarar görecek. “Böyle giderse iş adaletten çıkacak ve insanlar silaha sarılacak. İnsanların hayatları, şerefleri ile bu kadar oynanırsa, onlara en yakışıksız isnatlarda bulunulursa, hayatta onurlarından başka kaybedecekleri olmayanlar, kendilerine atılan lekeyi temizlemek için her şeyi yaparlar. Bu duruma çok uzak değiliz artık. “Alışılmadık Polisler “Polis teşkilatı eskiden birbirini korur, kollar, birbiri aleyhine şahitlik yapmazdı. Biz bu durumdan şikâyetçiydik. Yanlış yapan kendi meslektaşımız da olsa bu konuda şahitlik yapılmasını, bilgi verilmesini isterdik. Ben teşkilat içerisinde rüşvet yiyen, irtikap yapan polislere karşı en çok tahkikat yürüten kişiyim. Her olayda delil ararız ama polisin karıştığı bir olayda daha ciddi, daha inandırıcı deliller bulmadan o polisi şüpheli yapmayız. Rüşvet alırken, suçüstü, fotoğraf ya da video görüntüleriyle yakalamamıza rağmen teşkilat içerisinde tahkikatın hissettirilmeden yapılması arzu edilir, keşke daha az ceza alsalar, görevden uzaklaştırılmasalar şeklinde umut edilirdi. Bu, zorlu görevlerde beraber çalışmanın verdiği dayanışma ve yakınlaşma duygularıdır. Oysa şimdi işler değişti. Bir grup polis kritik noktaları ele geçirmiş, diğerlerine suç isnadını da aşan resmen iftira atmaktan geri durmuyor. İşlenmiş bir suçu aydınlatmak gibi bir amaçları yok tahkikat sırasında dinleme ve izleme yaparken temiz ve dürüst olduklarını bildikleri, birlikte çalıştıkları kişilere iftira ediyorlar. “Ben aslında bu psikolojiyi tanıyorum. Bir örgüte, ideolojik bir gruba ya da bir cemaate bağlandın mı, kişisel iraden ve özgürlüğünü kaybedip o grubun liderliğinin iradesine kendini teslim ediyorsun. Yanlış ya da doğru diye bir şey kalmıyor, grubun amaçları her şeyi belirliyor, hak da adalet de izafî hale geliyor. Tıpkı Simondaki gibi ideoloji karşısında gördüğün ya da bildiğin değil sana anlatılan doğrudur, böyle bir ruh halinde haksızlığa uğradığını düşündüğün kardeşini bile korumazsın. Bugün de geçerli olan durum aslında bu. Ben içinde bulunduğum tarafın hak, adalet, iyilik, güzellik diyerek Simonlaşmayacağını zannediyordum, o yanlışa düşmek başkalarına mahsustu, bizde böyle bir şey söz konusu bile olmaz sanıyordum, maalesef yanılmışım. Şunu artık bilmeliyiz ki karşımızda arkadaşlarımız, meslektaşlarımız yok, bir ideolojiye, bir gruba bağlanmış, o grubun disiplinine tâbi olmuş örgüt mensupları var. Artık bunu kabullenmeliyiz. “Bir müddet sonra çok alışılmadık memurlar, uzmanlar göreceğiz, tuhaf raporlar verecekler. ormal insan davranışları ile bir örgüte ya da cemaate bağlı olan kişilerin davranışları asla birbirine benzemez ama normal insanlar bunu anlayamaz. Geçmişte örgüt idealleri uğruna ailesini terk eden, annebabasını arayıp sormayan, onlarla ilgilenmeyen, hatta örgüt isterse onlara kötülük yapmayı göze almış pek çok militan gördüm. Bir kişi bir örgüte mensupsa tüm aile yakınlığını, aklına ve ruhuna hitap eden her şeyi örgüt bağlamında görür. Örgüte inandığı, ideallerine bağlandığı için verilen talimatlara isteyerek harfiyen uyar. Bunun yanında geçmişini ve geleceğini bağladığı, yaşama amacını onun üzerinden kurguladığı örgütten ayrılırsa tüm yakınlarını, dostlarını kaybedeceği, yalnız kalacağı korkusu duyar; bunun için de verilen her talimatı yerine getirir. Talimatlara, örgüte gönülden bağlılık ya da korku nedeniyle uyma bazen iç içe geçmiştir, ayırt edilemeyecek şekilde ikisi aynı anda hissedilir. Bundan dolayı bir kişi illegal bir yapıya, örgüte, cemaate bağlanmış ise o kişi artık devletin değil, kendi grubunun talimatlarına uyar. e kanun ne kural ne vicdan ne de bilim ölçü olmaz. Ben bu durumu yıllarca mücadele ettiğim tüm örgütlerde gördüm. O zamanlar o örgütlerin militanı olup bugün demokrasi ve özgürlük savunucusu olan arkadaşlarımla görüşüyorum, onlar da aynı kanaatteler. Örgüte mensup olmanın böyle bir durumu doğal olarak yarattığını, aksinin mümkün olmadığını, o gün yapılan yanlışları bugün artık anlıyorlar. “Bugün de şahit olduğumuz durum budur. Bu polisler, savcılar, hâkimler yasalara, kendi görevlerinin gereklerine göre değil cemaatin isteğine göre davranıyorlar. İlerde aynı benzer davranışları her meslekte göreceğiz, hukukçu olup hukuka aykırı olarak toplanan delilleri, her türlü kısıtlayıcı tedbirleri ve tutuklamaları savunan, belgeleri değiştiren, sahte rapor veren uzmanlar ortaya çıkacak. Hukuk çiğnenmeye başlanınca bunun artık hiçbir sınırı olmaz.” (Hanefi Avcı, agy, 5. Baskı. s. 523-527) Yani bizim de işaret ettiğimiz gibi, ne yazık ki Türkiye bir süre daha bayır aşağıya gitmeye, daha karanlık günlere doğru sürüklenmeye devam edecek. Bunu da bugünkü şartları değerlendirerek görüyoruz. Dibe vuruncaya kadar böyle devam edecek bir süre daha. “Ergenekon, Balyoz vb. adlarla anılan operasyonların hazırlanış biçimi ve uygulanışı bazı suni katkıların olduğu gerçeğini gösteriyor. Ergenekon veya benzeri davaların tüm belgeleri cemaat tarafından daha önceden temin ediliyor, hukuki bir nitelik kazanması için kasıtlı olarak çeşitli gazeteciler üzerinden servis edilip yayınlatılarak savcılara ulaştırılıyor. Hatta bana göre buna karar veren cemaat yapısı önce bu planı bazı savcı ve polislerle birlikte hazırlıyor, onların tavsiyesi ile dokümanlar basına veriliyor.” (agy, s. 530) “Cemaatin, özel yetkili mahkemelerin savcıları ve hâkimlerini kendi amacı doğrultusunda ayarlama yaklaşımının belli olgunluğa geldiğine karar verildikten sonra bu yönde girişimde bulunulan ilk dava olması açısından bu olay bence önemlidir. (Van Davası, Yücel Aşkın’ın davası için söylüyor. – N. Ankut.)” (agy, s. 528) “Aslında bu örgütlülük yalnızca Emniyet içinde mevcut değildir, cemaat hemen hemen tüm kurumlarda az veya çok örgütlü haldedir. Öğrendiğim kadarıyla, MİT, ordu, yargı ve milletvekilleri içinde imam konumunda kişiler bulunmaktadır. “Cemaat hakkında herhangi bir ihbar geldiğinde, daha araştırmaya başlanmadan o birimdeki cemaat mensuplarınca haber verilip tedbir alınmaktadır. Yakın zamanda birkaç defa MİT ve Emniyete cemaatin faa- liyetleri, hatta en üstteki imam Ömer kod adlı kişi hakkında bilgi gitmiş, MİT araştırmaya başladığı an haberdar olunmuş ve gerekli tedbirler alınmıştır. “Genelde her kurumun imamı işleri yönetmektedir. Emniyet, ordu, MİT, basın ve medya, yargı, maliye gibi tüm büyük kurumlardan sorumlu olan bir imam vardır. Her imamın altında o kurumun her biriminde sorumlular mevcuttur, bu en yukarıdan başlayıp alta kadar yoğun örgütlü olarak devam eder. (agy, s. 564) “Bugün için cemaatin yaptığının bundan farkı yoktur; Polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütlenme kurarak, bu teşkilatın sistemlerini bozarak çalışmalarını engelliyorlar. Üstüne üstlük bu teşkilatların personeli arasında ayırım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak, kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaralıyorlar. (agy, s. 569) “Karşı karşıya olduğumuz durum hukuken yanlış yapan birkaç işlemden ibaret değildir. Ya da birkaç polisin hatası veya birkaç hâkimin ve savcının hukuku yanlış anlaması ve taraflı davranışı değildir. Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir. Karşımızdaki kişiler polis, hâkim ve savcı değil örgütün, cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İçinde bulunulan durum bu şekilde bilinip algılanmaz ise hatalı değerlendirme yapılmış olur” (agy, s. 562-563) “e Yapılabilir? “Maalesef bu gruba karşı çıkmak çok kolay değil. Bir anlamda Fethullah Hoca’nın insafına kalınmıştır. Çok abartıyorsun, bir iki cemaat mensubu kamudaki görevlerinden alınır ve sorun çok kolay halledilir diye düşünenler, cemaati tanımadıklarından, cemaatin elindeki bilgilerin mahiyetini bilmediklerinden ve en gizli yerlere kadar sızmış cemaat mensuplarının neler yapacağını anlayamadıklarından durumun ciddiyetini tahayyül edemiyorlar. Bugün adları duyulan, cemaatin hedeflerine uygun hareket eden kamudaki polis, hâkim ve diğer yöneticilerin aslında cemaat açısından hiç önemli olmadığı, hepsinin bir anda değişmesinin hiçbir şey ifade etmeyeceği, asıl gizli kalmış, en mahrem yerlere sızmış hatta ters düşünce ve fikirde olduğu zannedilen cemaat elemanlarının ne olacağı önemlidir. Şu an bu kişilerin zararlı faaliyetlerinin önlenmesi için asgari düzeyde şunların yapılması gerekir: “Öncelikle istihbari dinlemeler ciddi olarak araştırılmalı, kişileri tehdit ve şantaj amaçlı kanunsuz olarak dinleyenler tespit edilmeli. Bunun için sahte isimle, kimliği bilindiği halde IMEI numarası ile yapılan dinlemeler belirlenerek kimi takip etmek için yapıldığı ortaya çıkarılmalı, böylece kimlere tuzak kurulduğu veya kurulmak istendiği belirlenmelidir. Bu kontroller yapılır ve bu konu araştırılırsa, dinleme kararı almak için tanzim edilen sahte raporlar ortaya çıkarılacaktır. Bugün tahminlerin üzerinde pervasızca insanlar dinleniyor ve bu dinlemeler tamamen cemaatin kontrolünde kullanılıyor. “Bir yandan bu zamana kadar kime tuzak kurulduğu, kimlerin şantaja hedef olduğu, kimlere sahte ihbarlar ile leke atıldığı, iftira edildiği anlaşılabilir. Böylece bugün başta Ergenekon, Balyoz, Erzincan davası, vb. ile Emniyet Genel Müdür Yardımcıları aleyhinde açılan şaibe altındaki benzeri bütün davalar ve delilleri hem şaibeden arınarak ortaya çıkar, hem de uydurma olanlar ayıklanır, doğru olanlar da netlik kazanır. Diğer yandan da hukuksuz dinleme yapanlar, iftira atanlar, insanların özel hayatlarına nüfuz edenler, gizli çekilen fotoğraf ve vidoları, telefon konuşmalarını internette yayanlar ortaya çıkarılarak hesap sorulabilir. “Bu suretle başta Emniyet olmak üzere bazı kurumlara sızan cemaat yapıları ve onların devlet imkânlarını, görevlerini kötüye kullanması ortaya çıkarılabilir, sahte yazılan raporlar, tutanaklar ve sorumlular tespit edilebilir. Bunun için tüm özel yetkili mahkeme hâkimlerinin verdiği önleme (istihbari) dinleme kararları, bu konudaki TİB kayıtları ve İstihbarat merkezlerinde (polis jandarma ve MİT) yasal olarak bu konuda tutmak zorunda oldukları tutanaklar birbirini teyit edecek şekilde kontrole tâbi tutulduktan sonra hak- sız ve şantaj amaçlı dinlemelerin tespit edilmesi gerekir. “Sistemin bu kadar bozulması, başta cemaat ve hükümet dahil kimseye fayda getirmeyecektir; güven ve ciddiyeti yok ederek sistemi bozacaktır. Bozulan bir devlet sisteminden kimse fayda ummamalıdır. “Polis, Jandarma ve MİT teşkilatının vatandaşlara yönelik dinleme işlemleri mutlaka denetlenmelidir, bir defaya mahsus denetim değil, sürekli bir denetim mekanizması kurulmalıdır. Bugün için adli dinlemelerde, dinleme sonucunda ya kişiler için dava açılmakta ya da belli bir süre dinlendikleri fakat suç unsuru bulunamadığı yönünde kişilere savcılıklarda tebligat yapılmaktadır. Bu durum az da olsa bir güvencedir. Ama önleme/istihbari dinlemelerinde denetimin her kurumun müfettişlerince yürütüleceği belirtilmiş ise de bugüne kadar hiç denetlenmediği gibi dinleme yapan birimler her türlü hukuksuzluğa başvursa da bunları ortaya çıkaracak bir mekanizma yoktur. “Özel yetkili mahkemelerin tüm hakim ve savcıları emsali hakim ve savcılarla değiştirilmelidir, bu sağlanmadan cemaate muhalif olan hiç kimsenin özgürlüğü ve hayatı güvencede olamaz. Uzun süreden beri cemaat, sistemin hassasiyetini kullanıp son 5-6 yıl içerisinde tavassutla her hâkim ve savcı kararnamesinde özel yetkili mahkemelere belli oranda cemaate mensup hâkim ve savcıları yerleştirmiştir. Bugün bu mahkemelerin savcı ve hakimleri her olayda görüldüğü gibi hukuku hiçe sayarak insanların hürriyetini tehdit ediyor. Bu mahkemelerin bazı üyeleri cemaat taraftarı iken bazılarının da cemaatin dinleme ve izlemelerinde tespit edilen görüntü ve ses kayıtları nedeniyle, yani şantajla cemaate boyun eğmek mecburiyetinde kalmış oldukları çokça iddia edilmektedir. “Ergenekon davasında hazırlanan 51 nolu CD’deki hâkim, savcı ve üst düzey yöneticiler hakkındaki gizli görüntülerin kimileri Ergenekoncular, (benim de dahil olduğum) kimileri ise cemaat taraftarı polisler tarafından oluşturulmuş olduğunu iddia etmektedir. Ortaya çıkarılan şantaj ve tehdit görüntüleri, içindeki kişiler açısından değil, bu görüntüleri çekenler açısından araştırılmalı ve failleri bulunmalı. Peki, bulunabilir mi? Eğer ciddi araştırılır ve araştırmacılar desteklenirse, yapanlar kesin olarak bulunur. Her iki iddia da (bence birincisi zaten iyice araştırıldı) tarafsız ve her türlü imkânla desteklenmiş bir araştırma grubu tarafından incelenirse, gerçek ortaya çıkarılacaktır. Bunu, Emniyet İstihbarat Dairesinin imkanlarıyla kesin olarak tespit etmek mümkündür. Fakat korkarım araştırma yaptırılmaz veya yasak sağma kabilinde olur. “Özel yetkili mahkemelere son 6-7 yıl içinde atanan tüm savcı ve yargıçlar hemen değiştirilmelidir, mevcut kadro ile adalet mümkün değildir. Hatta olaylar çok tehlikeli boyutlara gitmekte olup, mağdur edilmiş bazı kişilerin silaha sarılarak kendilerine haksızlık yaptığını düşündükleri cemaat yanlısı kişilere yönelme ihtimali çok uzak değildir, devletin vatandaşına iftira atması kabul edilemez. Bu mahkemelerin verdiği kararlar ve Emniyet içerisindeki cemaat yanlısı polislerin kullandığı dinleme ve izleme imkânları denetlenmezse, ülkedeki tüm muhalifler, hatta şimdiden sonra özel şirket ve holdingler için tehlike çok yakın hale gelmiştir. Bunun hoş görülecek tarafı da kalmamıştır. “Adalet bakanlığında cemaat taraftarı olduğu herkesçe bilinen Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı ve başta il savcılarını ve diğer savcı ve hâkimleri hiçbir hukuki şüpheye dayanmadan dinlettiren cemaat yanlısı müfettişler bu görevlerden uzaklaştırılmalıdır. İllerde bir dinleme kararı almak için onca delil, bilgi ve rapor bile yeterli kabul edilmezken, hâkim ve savcıların neye dayanarak dinlendiğini bilmeye hakkımız olsa gerek. Mesele hâkimlerin özel hayatlarından öteye geçmiş, tüm kamuoyunu ilgilendirir hale gelmiştir. “Cemaatin istediği gibi karar vermeyen her hâkim ve savcı aleyhinde oluşturulan kampanyalar utanç verici halde devam etmektedir. Ergenekon davasına bakan İstanbul Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Köksal Şengün hakkında basına servis edilen dinleme tapeleri, bazı sanıkları tahliye etti diye hâkimin yıllar önce gözaltına alınıp beraat ettiği bilgilerini bile basına sızdıran yapı daha neler yapıyordur, kimleri tehdit ve şantajla neye mecbur ediyordur? “Cemaat adına yapılan, Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Aslan, Mustafa Gülcü, Celal Uzunkaya ve Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Unsal’m haklarındaki davaların, Savcı Cihaner ve arkadaşları hakkındaki tahkikatların yapılış biçimleri tarafsız savcılar tarafından tahkik edilmeli, bu olayda iftira eden polis, savcı ve hâkimler yargı 6 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... lanmalı, kurdukları tuzakların, uydurulan delillerin hesabını vermeleri sağlanmalıdır. Sonrasında ise özel yetkili mahkemelerin bugünkü gibi bir yetki kullanmalarına hukuken mani olunacak düzenlemeler yapılmalıdır. Erzincan savcısının tutuklanması, İstanbul ve Ankara savcılarının dinlenmesi gibi yetkilerin kullanılmasına müsaade edilmemelidir. “Karşı karşıya olduğumuz durum, hukuken yanlış yapılan birkaç işlemden ibaret değildir ya da birkaç polisin hatası veya birkaç hâkim ve savcının hukuku yanlış uygulaması veya taraflı davranışı değildir. Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis, hakim ve savcı değil, örgütün/cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil, cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İçinde bulunulan durum bu şekilde bilinip algılanmaz ise hatalı değerlendirme yapılmış olur. “İstanbul, Ankara, Erzurum ve İzmir’deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir. Özel nelik işlem yapılmamaktadır. “Bugün bu olaylara mani olma makamında, olmasına rağmen yeterince müdahil olmayanlar şunu bilmelidirler ki kendileri hakkında da şu an cemaat tarafından arşivlenen bilgiler bir gün aynı şekilde basına servis edilecektir.” (agy, s. 580-586) diye devam ediyor, vaktimiz yok arkadaşlar… Yani demek istediğimiz, CIA yönetimindeki “Ergenekon” Operasyonu konusunda da, olayı anında, net olarak, devrimci ideolojimizin ışığında (biz belgelere, Hanefi Avcı’nın sahip olduğu belgelere dayanarak değil), Önderimizin bize teorik miras olarak bıraktığı devrimci ideolojimizin ışığında, görüp değerlendirdik. Ve bu kadar net değerlendirdik. Burada bir eksik var. Çok önemli bir eksik: olayın sadece yarısını görüyor Hanefi Avcı. Biz tümünü gördük. Nedir o yoldaşlar? Bir Dinleyici: ABD ve AB’yi görmüyor. urullah Ankut Yoldaş: Hah! Sadece yerel bir saldırı olarak değerlendiriyor. Ama Pensilvanya’da cemaati ve onun baş imamı İblisi, Fethullah’ı oynatan kim? ABD, CIA. yetkili savcılar tarafından bu iller dışında gözaltına alınan ya da aranan kişiler hakkında karar çıkarmadan önce kimlik, iş ve ev adresleri gibi bilgilere ihtiyaç vardır. ormalde bu bilgiler o illerin savcıları veya çok uygun olmasa da Emniyet Müdürlükleri üzerinden resmi yazışma yoluyla temin edilmesi gerekirken, bugüne kadar hiçbir yazışma yapılmamıştır. O halde bu bilgiler nasıl temin edilmiştir? “Devletin terör ve illegal örgütlerle mücadele etmek için kurduğu (zamanında kuruluşunda benim de bulunduğum) elektronik sistem ve yöntemler sıradan vatandaşlara karşı kullanılamaz. Eğer bugün olduğu gibi kullanılırsa, bu insanların özel hayatı diye bir şey kalmaz, bunların önünde kimsenin saklanma ve kurtulma imkânı olamaz, buna asla müsaade edilmemelidir. Bu duruma bir an önce mani olunmalıdır. “Yasalarımız ancak belli ağır suçlarda kamunun menfaatini korumak için dinleme, izleme gibi özel bilgi toplama yöntemlerini öngörmüş, diğer kişisel suçlarda bu yöntemlerin kullanılmasını yasaklamıştır. Dolayısıyla en ağır suçları işleyen ve denetimden kurtulmak için çok özel yöntemler kullanan teröristlere karşı devletin kullandığı en sofistike yöntem ve usullerin sıradan insanları takip ve izleme için kullanılması ve elde edilen bilgilerin el altından internet sitelerine, basına sızdırılması, insanların özel hayatlarının en ince noktalarına kadar girilmesi hukuka aykırıdır. “Demokrasilerde objektif ve tarafsız olmayan kaynaklarca belli amaçlar doğrultusunda kamuoyunun yönlendirilmesi için çalışılması, bu amaçla yalan haberlerin yayılması, kitlelerin psikolojik harekâta tâbi tutulması ve hatta bunun devlet tarafından yapılması bile kabul edilmezken bugün ülkemizde cemaat tarafından kendi ideolojileri istikametinde halkın olaylar ve kişiler konusunda yanlış kanaat sahibi olmasına, halkın kendi kurum ve yöneticileri hakkında kara propagandaya maruz kalmasına devlet müsaade etmemelidir. “Basına el altından sızdırılan bilgilerle ve fısıltı halinde yayılan dedikodularla bir kamuoyu oluşmaktadır. Cemaatin dört koldan başlattığı propaganda karşısında hedef olan hâkim, savcı, polis müdürü, muvazzaf veya emekli askerlerin tek tek kendilerini koruma ve savunma imkânları yoktur. Devlet bu kişileri korumalı, kendilerini savunmaları için imkân vermelidir. Kamu görevlilerinin basına açıklama yapması hukuken yasaktır ama cemaatin hedefi olan kişiler hakkında her türlü olumsuz haberin yayılmasına mani olacak bir mekanizma bulunmamakta veya 657 sayılı kanundaki memurları koruyan hususlar çalıştırılamamaktadır. “Aslında basına el altından özellikle belli polisler tarafından bilgi sızdırıldığı herkesçe bilinen bir husustur ama bunu önlemeye yö- Zaten Mustafa Yıldırım da ve bazı basına çıkan belgeler de, CIA ile içli dışlı çalıştığını ortaya koyuyor. Şimdi Hanefi Avcı’nın bildiğini, CIA ve AB casus örgütleri; İngiliz, Alman casus örgütleri, MOSSAD bilmiyor mu? Bilmemesine imkân var mı? Yok, arkadaşlar. Tersine, onlar işte biraz önce söylediğimiz gibi, bugünkü açıklanan, konu ettiğim AB İlerleme Raporu’nda da söylendiği gibi, “Ergenekon” operasyonu iyidir, devam edin, diyorlar. Daha pek çok açıklamaları oldu değil mi Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin? Netçe belli ki, bu bir CIA operasyonudur. Neyi amaçlıyor? Operasyonun hedefi Antiemperyalist Laik Cephedir Türkiye’de yurtsever, laik, antiemperyalist, Mustafa Kemalci geleneğe sahip namuslu güçleri yok etmeyi amaçlıyor. Böylece hiçbir karşı koyacak güç bırakmamayı amaçlıyor. Yeni Sevr’i böylece Tayyipgiller’e ve diğer hainlere, satılmış medyaya, satılmış Parababalarına uygulatmak, gönlünce uygulatmak istiyor. Bu operasyonun amacı bu! Demek ki ilk başta ideolojimizin gücüyle bunu da gördük ve net, açık, kesin tavır aldık değil mi yoldaşlar? Hiçbir tereddüt yok tavrımızda, ilk bildirimizde. Demek ki, biz hep diyoruz, ideolojimiz bu kadar güçlü, yolumuzu bu kadar net aydınlatır! Yeter ki her türlü önyargıdan bağımsız, diyalektik çalışan bir mantıkla ve metotla olayları görebilelim, değerlendirebilelim… Şimdi yoldaşlar, insan bu mantık ve metotla bakınca, olaylar kolay anlaşılır, olayları görmek çok da zor değil. Yani nasıl yeni tanıdığımız bir insanın bile ortaya koyduğu, savunduğu tezde ne kadar içtenlikli olduğunu, kolayca anlayabilmemiz gibi, bir içtenlikten yoksun söz, cümle, bir kaçamak bakış hemen insanın içyüzünü, kişiliğini ele veriverir. Ama yeter ki, onu görebilecek, değerlendirecek bir mantığa ve metoda sahip olalım ve bilince, bilgiye sahip olalım. Öyle olunca olayları kolayca görebiliriz. İşte bu olayda da, teorimizin ışığında, olayın üzerine netçe düşürdük ve gördük, arkadaşlar. CHP’deki son gelişmeler Bir Dinleyici: CHP’deki durum da devam ediyor Hoca’m, karışıklık… Şimdi Önder Sav’a... urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet… Ahmet Arkadaşımız, CHP’deki bu altüstlüklere değinmemizi istiyor sanırım kısaca da olsa. Zamanımız kalmadı… Dinleyici devamla: Kısaca da olsa... urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet… Şimdi bu olay ilk patladığında, ne diyelim, medyadaki yaygın ismiyle “kaset” olayı ilk patladığında, biz yaptığımız değerlendirmede koymuştuk görüşümüzü, yine her zaman olduğu gi- bi lafı dolandırmadan, ılımlandırmadan, flulaştırmadan; açık, kesin, net; hiçbir şöyle mi, böyle mi denmek isteniyor tereddüdüne yer bırakmadan, kesince koymuştuk, arkadaşlar. Tayipgiller’de hiçbir ulusal değer yok. Halk sevgisi de yok. O yüzden onlar her türlü ihanete hazır. O potansiyele sahipler. O ideolojiye de sahipler. Onlar zaten çantadaki keklik… İstedikleri gibi kullanıyorlar. Adam ne diyor? “Beni kanalizasyon deliğine süpürme kullan”, diyor, yalvarıyor; Şaban Dişli ve Cüneyt Zapsu’yu aracı kullanarak, değil mi?.. Böyle bir adam ne yazık ki!.. Ne yazık ki… Halkımız, işte böylesine özgüvenden, değerden, onurdan diyelim, nasiplenmemiş birini, Başbakan diye benimsiyor. Yani halkımızın düşürüldüğü duruma bakın. Şartlanmışlığına bakın. Körleştirilmesine bakın. Uyutulmuşluğuna bakın… Ama işte, din afyonu böyle bir şey. Ve insanda, hiçbir hayvanda olmayan körlük var. İnsan aklı çok müthiş bir güç, neler bulmuyor işte?.. Ama aynı insan, bazen o kadar körleşir ki, hayvanın bile yapmayacağı, göreceği şeyleri göremez, yapmayacağı hataları yapar. Hani bizim Sevrciler için dediğimiz, uzun kulaklı, garip çilekeşler bile kavrayış yönünden bunların ilerisindedir. Onlarda önyargı yok. Şartlanmışlık yok. Gözbağı yok. Bir bataklığa bir kere düşerse orada ya ölür, ya da güç bela çabalayarak çıktı mı, bir daha oraya itemezsiniz. Kaçar. Bir insan zalimlik yaparsa, ona yaklaşmak istemez. İyilik gördüğü yere meyleder. Ama insan bir kere şartlandırıldı, uyutuldu, kandırıldı, din afyonuyla da afyonlandı mı artık hiçbir şey göremez. Çevir çevir vur tokadı. Darbenin nereden ve kimden geldiğini anlayamaz. Yoksa bunun dinle, Müslümanlıkla, insanlıkla, onurla ilgisi yok. Beni kenefe süpürme, kullan diyen bir insan, hangi insanî değerden söz edebilir... Öyle insana nefretle, iğrenerek bakmaktan başka bir ilişkimiz olamaz bizim. Biz hep diyoruz ki, Dürüstlükler Hareketiyiz. Bizim önder kadrolarımızın bir tekinin yalanını bulamazsınız. İçtenlikten yoksun bir davranışını bulamazsınız. Bir kere bile yalan söylediğini gördüğümüz bir arkadaş tümüyle çöker. Bunu öğretti Önderimiz bize, o kişiliği kazandırdı ve biz de hep onu benimsedik, onu savunduk. Neysek oyuz… Hakkımızı isteriz, doğru bildiğimizi sonuna kadar savunuruz, ama bilmediğimizi de, bilmiyoruz o konuyu, bilmiyoruz, deriz… Olduğumuzdan başka türlü görünmek bize asla uymaz. Ve hep, düşman karşısında da onurumuzu koruruz. O yüzden de işkencelerde yüzde seksen oranında ayakta kalan tek hareketiz biz, arkadaşlar. Kadrolar açısından, kadrolarımızın yüzde sekseni 12 Eylül’ün işkence zindanlarından başı dik çıktı. (Alkışlar…) Ne diyordu Usta’mız? “Ömrüm boyunca işkencede direnmeyi en büyük siyasi, insanî erdem gördüm.” Teslim olmak yok. Çünkü devrimcilik, kelleyi koltuğa almak demek. Usta’mızdan öğrendiğimiz bu bizim! Bunu yapamadın mı, gerçek militan olamazsın. Haa, buna yüreğin yetmiyorsa, sempatizan olursun. Ama ben militanım, ben böyle benimsiyorum dedin mi, öyle olacaksın! Usta’ya ben yüzde yüz layığım, onu temsil ediyorum dedin mi, öyle olacaksın! Önderimizin dediği şekilde olacaksın. Çöktün mü, çözüldün mü, ihanet içine düşmüş olursun… Peki, biz tabiî insanız, arkadaşlar. İnsanî duyguların en yüceleri var. En sonsuz içeriğe sahip olanı var. Bunu her insan yapamayabilir. Yani konu konuyu açıyor. Çözülen arkadaşlara da toleransla davranırız. Tamam, gizli iş yapmayız, askeri iş yapmayız o arkadaşla. Legal planda çalışırız… O konuda da dünya kadar iş var. O konuda çalışalım arkadaş, deriz. Yani bunu da açıkça söyleriz. Ama asla o arkadaşı böyle davrandı diye küçümsemeyiz. Kesinlikle… Çünkü nasıl kaş, göz, boy, pos, güç, kuvvet, fizikî bakımdan, hatta zekâ bakımından diyelim, farklılıklar varsa, direngenlik bakımından da vardır. Herkes yüzde yüz aynı olamaz; üst üste çakışamaz. Demek ki bu konuda da, yani direngenlik konusunda da herkes aynı şeyi göstermeyebilir. Bunu da çok anlayışla kabul ettiğimiz için, o arkadaşlara karşı da sevgimiz ve saygımız hiç azalmaz. Kesinlikle! İnsanız… Ne diyor Usta’mız? “İnsancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz.” Biz de böyleyiz. Tersine, o arkadaşı üzmemek, kırmamak için daha duyarlı davranırız. Hatta bir söz ve davranışımızla acaba bilmeden onu alınganlığa iter miyiz diye daha hassas davranırız. Yani konu konuyu açıyor hep, zamanımız kalmadı… Bu yüzden entellektüel namusa ve insanî ah- lâka, insancıl ahlâka çok önem veririz biz. Bizde iki şey için insanlar ağır olarak cezalandırılır. Bir: İhanet. İki: Önemli bir cinsel suç işlerse. Onun dışında herkes hata yapar, hepimiz hata yaparız. Üst üste onlarca da hata yapsak, içtenlik olduktan sonra, inanç olduktan sonra hepsi telafi edilir. O bakımdan kimseyi kırıp, üzmeyiz. Ama bu iki suçtan cezalandırıyoruz. O bakımdan, böyle burjuva önderlerini gördüğümüz zaman, bizim midemiz bulanır. Daha önce de söyledim, Can Yücel rahmetli, Özal çıkınca (şimdiki gibi, Tayyip gibi o da konuşur, ihanet düşüncelerini, satışlarını, ilkel konuşma tarzıyla anlatırdı), tekme vurup televizyon ekranını kırıyor. Bu arada da tabiî ekranın camı bacağını kesiyor; doktora kaldırmak zorunda kalıyorlar. Yaşar Miraç, tanırsın Mustafa Arkadaş, o da mahalleden, Kuzguncuk’ta oturuyormuş, komşusuymuş; gelip kaldırıyor hastaneye. Yani ekranda bile görmeye tahammül edemiyoruz… Gerçekten tahammül edilmez insanlar… Sırf Tayyip mi?.. Değil. Al, Burhan Kuzu. Anayasa profesörü, değil mi Metin? Metin Yoldaş: Evet. urullah Ankut Yoldaş: Soruyorlar, diyorlar ki, yahu senin siyasi hayata girmeden önce yazdığın kitaplar var, burada diyorsun ki, HSYK’da Adalet Bakanının ve müsteşarın olması, HSYK’nin bağımsızlığına gölge düşürür, olmaması gerekir. Şimdi tam tersini savunuyorsun. Metin Yoldaş devamla: Kuvvetler Ayrılığını savunuyorsun. urullah Ankut Yoldaş: Kuvvetler Ayrılığını savunuyorsun… Diyor ki; o şahsi görüşümdü, bu siyasi görüşüm... (Gülüşmeler…) Bir Dinleyici: Hoca’m, kafayı değiştiriyor oraya giderken. urullah Ankut Yoldaş: Evet, evet… Şimdi ne konuşulur böyle insanla?.. Hani, sözün bittiği yer, denir ya… Hep kadroları aynı, arkadaşlar. Müslümanlıkları Yezid’in Müslümanlığı… Yezid’in kim olduğunu biliyorsunuz: Muaviye’nin oğlu. Dedesi Ebu Sufyan. Bedir Savaşı’nda Hz. Hamza’nın şehit edildiği ve Hz. Muhammed’in dişinin kırıldığı, dudağının yarıldığı, hasbelkader ölmekten kurtulduğu savaşta düşman safın önderi, lideri, örgütleyicisi, olan kişi Yezid’in dedesi, Ebu Sufyan’dır. Onun oğlu olan Muaviye ise Yezid’in babasıdır. İslamiyet’e ne zaman giriyor Ebu Sufyan, yazmıştık, arkadaşlar? Mekke’nin fethinden bir gün önce. Hz. Muhammed’in önderliğindeki İslam orduları gelip Mekke’yi fethetmek üzere gelip kapısına dayanıyor. Hz. Muhammed, her zaman yaptığı gibi, şehre haber gönderiyor: Bizi savaşmaya mecbur etmeyin, barış yoluyla şehri teslim edin, diyor. Mekkeliler için kaçış, kurtuluş yok. Ama geliyorlar, Mekke’nin önderi Ebu Sufyan diyor ki, bize yarına kadar mühlet ver; şehri size teslim edeceğiz, Müslüman da olacağız. Artık direnmenin anlamının kalmadığını görüyor: ya ölecek, ya Hz. Muhammed’e biat edecek. Tabiî Hz. Muhammed de hep söylediğim gibi, gerçek bir toplum önderi, arkadaşlar. Çok zeki, cesur… Ve İlkel Sosyalizmi gönlünde yaşatması ve hayatında uygulaması bakımından da bizim sevgimizi kazanan bir dini önder. Sen bu kadar zarar verdin İslamiyet’e, Hz. Hamza’yı, benim en sevdiğim büyüğümü öldürdün ve bizimle bugüne kadar savaştın; yok kabul etmiyorum, cezalandırılacaksın, demiyor. Tamam, diyor. Tabiî yine hep söylerim ya arkadaşlar, kadınlar daha direngendir. İdeallerine, değerlerine (doğru olsun, yanlış olsun), daha bağlı, daha sadık. Hani geçen sayımızda da sanıyorum yazmıştık: anamdan, yakın çevremizde gördüğümüz kadınlardan ve kadın yoldaşlarımdan edindiğim izlenim benim, bu. Yani Paris Komünü’nün, Ekim Devrimi’nin deneylerinden, derslerinden çıkardığım sonuç bu. Yani kadınlar daha dürüst, daha içtenlikli. Ve değerlerine daha bağlıdırlar. (Alkışlar…) Hz Muhammed’le görüşmeden geri dönüyorlar ekip olarak. Ebu Sufyan’ın karısı hemen anlıyor tavırlarından. Dedim ya; bir bakış, bir duruş, bir hareket hemen insanın davranışını, ruhiyatını ele verir, diye. Zeki, mücadeleci bir kadın… Çünkü iki oğlunu Bedir Savaşı’nda kaybediyor. Onun öcüyle, onun intikam duygusuyla dolu. Hz. Hamza’nın ciğerini yemesine rağmen, intikam ateşi sönmüş değil. Bir bakıyor, anlıyor. “Dinini sattın değil mi, yağlı işkembe?” diyor, Ebu Sufyan’a. Şimdi yanlış bir yerde direniyor ama yiğitliği takdire değer… Yine hep söylerim ya; cesaret bir vatandır bizim için. Yani yiğitlik kimde olursa olsun, yiğit adam içten olur. Saygı uyandırır… Kadın da yiğit… Yani oradan… Oğlu Muaviye işte. İkisi beraber, aynı günde, Müslüman oluyor. Onun oğlu da Yezid. Muaviye biliyorsunuz, Ali’den sonra Halife oluyor, Hz. Ali’den sonra. En halkçı halife Hz. Ali. En saf, en içtenlikli, yani en yufka yürekli ve çocuksu. Ama savaşta en yiğit olduğu halde insanlara, dostlarına, yoldaşlarına, arkadaşlarına, halka karşı en yufka yürekli halife Hz. Ali. Ondan sonra artık İslam’ı ele geçiriyorlar. Onların İslam’ı belirgin oluyor. Yezid, biliyorsunuz, Hz. Muhammed’in Ehlibeyt’im dediği, yani kendi soyundan gelen 23 kişi de içinde olmak üzere, Hz. Hüseyin’in etrafındaki 73 kişiyle beraber hepsini Kerbela’da önce günlerce Fırat’ın kenarında olmalarına rağmen susuz bırakıyor, Kerbela çölünde. Atlılardan set çekiyor, Fırat’tan su almalarını engelliyor. Sonra da teker teker katlettiriyor. Katlettirmekle de kalmıyor, Hz. Hüseyin’in cesedini, atlılarının ayakları altında kâğıt gibi ezdiriyor. Başını da kestirip Şam’a, kendi sarayına gönderiyor. Yani şimdi İslamiyetle ilgisi olabilir mi bunların? Hz. Muhammed’e bağlılığı, sevgisi, İslamiyete ilgisi olabilir mi? İmkânsız! İşte bunlar da onun devamcısı. Aynı bunlar gibi, lüks içinde yaşıyor. Sarayda… Hz. Muhammed’in nasıl yoksul yaşadığını hep anlattık, biliyorsunuz. Bunlar da aynı onun (Yezid’in) devamcısı. 1950’den sonra geliştirilen, anlatılan din yorumu, anlayışı da bu, yani Yezid’in yorumu, onun tuttuğu yol... Geçen ramazan ayını geçirdik. Hani akşamları, her kanal bir ilahiyat profesörünü çıkarıyor, konuşturuyor oruç hakkında, İslamiyet hakkında. Orucun faydaları hakkında konuşturuyor. Dedim kim ne diyor, nasıl yaklaşıyor İslama, oruca bunlar, izliyorum… Yani hepsi hep Yezid’in İslamını anlatıyor. En çok Bayraktar Bayraklı, 21 cilt Şerh yazmış yani Açıklama: Kur’an’ı tefsir ediyor. Kitabını övüyor. Onu anlattı. İnternette fiyatına baktım, dört yüz küsur lira. Dört yüz küsur liraya tefsir… Tamam, 21 cilt ama olur mu yani?.. Olmaz. Oysa gerçek İslamiyette bu tür faaliyetlerde kar amacı güdülemez. Ve anlattığı da, hep Yezid’in anlayışı. Tek birinin yorumu dikkatimi çekti benim. Yani güzel şeyler söyledi. Diyor ki; yoksullar var ne yazık ki şu anda aramızda. Onlar yoksulluklarını anlatamıyorlar çevrelerine, komşularına beyan edemiyorlar ama kuru ekmekle oruç tutuyorlar. Onlara dikkat etmemiz gerekir, iyi gözlememiz gerekir komşularımızı, bu ihtiyaç sahiplerini desteklememiz gerekir. Bir de, o zamanlar hani hasat zamanıydı, arkadaşlar, sakın anız yakmayın, diyor. Çünkü içinde, o hasat edilmiş tarlalarımızın içinde, yaşayan birçok çeşit hayvan var, yaşamlarını orada sürdüren. Anızı yaktığınız zaman o hayvanları da yakar kül edersiniz, hayatlarına son verisiniz, bunu yapmayınız, diyor. Bir de, çok sıcak günlerdi; sokak hayvanlarına su koyun, onlar da aynı sizin gibi suya ihtiyaç içindedirler, bu sıcakta. Onlar da acıkırlar, susarlar, acı çekerler sizin gibi. O yüzden hiç değilse sokağımızın belli yerlerinde, evimizin önünde birer kap içinde su koyalım. Yani bu çerçevede konuşuyor. Kim bu, diye baktım, Kanal D’deydi herhalde, eğitim meleği Türkan Saylan’ın cenazesini kıldıran imam. İsmini şu anda… Bir dinleyici: Adı İhsan da soyadını şu anda hatırlamıyorum. Nurullah Ankut Yoldaş: Evet, evet… Eski Beyoğlu Müftüsü İhsan Özkeskin’di. Belleğimiz ne yazık ki, artık pek uzun süreli kayıt yapamıyor. Ne yazık ki işte böyle imamlar neredeyse iki elimizin parmakları kadar az sayıda. Ben Ramazan boyunca tek bu imama rastladım, İslamın özüne uygun konuşabilen. Gerisi hep Yezid’in anlayışında. Yani bu içinde bulunduğumuz durumda okullarda öğretilen bu Yezid’in İslam anlayışıdır… İmam hatiplerde, Kur’an kurslarında öğretilen de bu. Dinci öğrenci evlerinde öğretilen de bu. Ve onların ürünü bu siyasiler, arkadaşlar. Bu ihanetler, bu halk düşmanlıkları hep oradan sürüp gidiyor ve bir süre daha yaşayacağız maalesef bunlarla. Ve onların arkasında da, arkadaşlar, en büyük destekçileri bildiğimiz gibi, Usta’mızın da hep gösterdiği gibi, emperyalizmle; ABD Emperyalizmiyle AB Emperyalizmi var. Emperyalizm, halkları işsizlikpahalılık cehenneminde yakmaya devam ediyor İşte yine bir manşet: “Dünyada bir milyar insan aç yatıyor”, diyor. 6 milyarın 1 milyarı aç yatıyor... Ali Başkan’ın IMF Başkanından naklen söylediği, benim de dikkatimi çekmişti: Otuz milyon insan işsiz kaldı bugüne kadar, diyor. Ama Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... bundan sonra, önümüzde süreçte (kriz daha bitmeyecek hep söylediğimiz gibi, kriz bitmiş değil yani) dört yüz milyon insan daha işsiz kalacak. Dört yüz milyon insan Latin Amerika’nın nüfusu arkadaşlar. Tüm Avrupa’nın, yirmi beş Avrupa ülkesinin, AB ülkesinin nüfusu bu kadar… Ve bu insanlar, çalışma çağındaki insanlar, üretim içindeki insanlar… Yani emperyalizmin insanlara vaat ettiği hiçbir gelecek yok. Hiçbir şey yok... Çürümüşlükten, namussuzluktan, alçaklıktan başka... (Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm… Alkışlar…) Türkiye’de de gelişme falan yok, arkadaşlar. İşsizlik, Ali Başkan’ın da söylediği gibi, hep büyümekte, küçülmekte değil… İşte şu an istihdam edilen insan sayısı, gene yirmi üç milyon civarında. Oysa çalışma çağındaki insan sayısı elli milyonun üzerinde. Bu açıdan bakarsak, yüzde ellinin üzerinde işsizlik. Zaten burjuva ekonomistlerin, istatistikçilerinin söylediğine göre, yüksek öğrenim bazında baktığız zaman, yüzde yirmi beşin üzerinde, diyorlar işsizlik. Her dört üniversite mezunundan biri işsiz… Ki altta, daha eğitimsiz işgücünün işsizlik oranı bundan daha düşük olur mu? Olmaz. Çünkü o üniversite mezunları da, ne iş olsa asgari ücretle yapmaya hazır. O yüzden işsizlik, hep yüzde otuzun üzerinde yani yüzde elli civarında… Hep bu çerçevede… İşte gene ekonomist Güngör Uras: “Gıda bazında baktığımız zaman enflasyonda dünya ikincisiyiz.” diyor. Enflasyonun düşük olduğu filan yok Türkiye’de. Yüzde on iki, bu dünyadaki resmi rakamlar açısından ikincilik. Birinci Hindistan, diyor. Biz ikinciyiz… Gıda en temel ihtiyaçtır. Hani bir insan, ayakkabısını eskimesine rağmen altı ay, bir yıl belki iki yıl daha giyebilir, bir ceketi, bir pantolonu... Yoldaşlarımın gördüğü gibi, benim gibi olursa beş altı yıl... Ama gıda öyle değil. Gıdayı günlük tüketmek gerekir. Hatta günde üç kez tüketmek gerekir. Bu bakımdan gıdadaki enflasyon en temel enflasyondur. Resmi rakamlar yüzde on iki ama gerçek hayatta bunun çok daha üzerinde. Asgari ücret ne kadar Ali Başkan?.. Ali Başkan: 490 lira aslında. Eklemelerle… urullah Ankut Yoldaş: Eklemelerle?.. Ali Başkan: Eklemelerle falan ele geçen 544 lira. urullah Ankut Yoldaş: 544 lira. Bir ev kirası değil. Gıdayı nereden karşılayacak, asgari ücretli? Nasıl acılar içinde… Yani ekonomik bazda da böyle. Ama din afyonuyla kuşattığın zaman, o acılar uyuşuyor. Bir dinleyici: Yine gidip AKP’ye oy veriyor. urullah Ankut Yoldaş: İşte bunun için kısaca CHP’ye de değersek, hepsi burjuva politikacısı bunların. Baykal öyle değil miydi? Öyle. ABD’den yetiştirme… Ve hep içtenliksizdi. Tayyip’i iktidara taşıyan o Anayasa değişikliğini birlikte yaparak, Siirt’teki seçimlerin yenilenmesini yani 500 nüfuslu bir köyde olan, diyelim ki bir hatadan dolayı, tüm Siirt il bazında seçimleri yenilettirerek oradan Tayyip’i milletvekili seçtiren, oradan başbakanlığa getirmenin önünü açan, onun yolunu gösteren Baykal değil mi?.. Baykal. Ve bunu da övünerek, hem Baykal hem Kılıçdaroğlu anlatmadı mı?.. Biz getirdik Meclise, başbakanlığa… Kılıçdaroğlu da söyledi bunu. Sebebini de sorunca, demokrasinin gereği, diyor. Yahu sen bir de, öğretim üyesi filandı değil mi, Baykal… Öyle değil mi Mustafa?.. Mustafa Yoldaş: Doçent. Dinleyiciler: Doçent. urullah Ankut Yoldaş: Doçent. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde doçent… Yani Güngören Belediyesi’nde işten çıkarılan Sabahattin Yayla’nın gördüğünü göremiyor. Kaç yılın (yetmiş bir yaşında) burjuva politikacısı… Ama o bilinçten, anlayıştan yoksun. Burjuva eğitimi şartlandırmış onu. Gözbağı edinmiş. Bu alçakça oyunu, bu sandıkçıl oyunu, demokrasi sanıyor. Göremiyor ki onu… Ama orada da bir düzenbazlığı var, onu açık edemiyor tabiî…. Tayyip diyor ki, tamam yahu ben başbakan olayım… Bir de Serdar Arkadaş, Sabahattin Önkibar’ın ağzından dinlediğini söyledi. Tayyip diyor ki, İstanbul Belediyesindeyken; yakında siyasete atılacağım, eski DYP’li Tarım Bakanı Hasan Ekinci’ye. Doğru Yol’dan ya da ANAP’tan mı, diyor Serdar Arkadaş? Serdar Arkadaş: ANAP’tan. urullah Ankut Yoldaş: ANAP’tan. Evet. ANAP’tan, diyor. Yani Hasan Ekinci’ye Abi diye hitap ediyor, siyasete atılacağım; gelecekte ANAP’ta siyaset yapacağım… Bir süre sonra görüşüyorlar. Diyor ki: Abi, Abdullah Gül Amerikalılarla görüştü, başbakan oluyorum… Bunu Hasan Ekinci Sabahattin Önkibar’a söylüyor, Yeniçağ yazarı, Ulusal Kanal’da da program yapıyordu dün değil mi, Metin Arkadaş?.. Metin Arkadaş: Ulusal Kanal. urullah Ankut Yoldaş: Yani o itiraf ediyor, bana aynen Hasan Ekinci bunları söyledi, diyor. Yani bu neyi gösteriyor? Bizim hep anlattığımız bir tezi: Türkiye’de bakanları, başbakanları, iktidarları getirip götüren ABD’dir. “Yeni CHP”nin yaratıcıları ABD-Cemaattir Ama sadece iktidarları değil. Şimdi bu kaset olayıyla bir kez daha kanıtlandı ki, muhalefet partilerini de yeniden şekillendiren, tepelerini, yönetimlerini kendi istediğine göre, kendi çıkarlarına uygun olarak belirleyen ABD’dir. Baykal’ın bu belden aşağı pis işi, herkes yazıp çiziyor ki, CHP içinde on küsur yıldan beri bilinmektedir. Herkes biliyor bunu. Bunu CIA, ABD ve onun Türkiye’deki maşalarından biri, cemaat bilmiyor mu? Biliyor. Ama bugüne kadar kullanmıyor. Ama şu anda artık kullanması gerekiyor. Neden? CHP’yi de AKP’lileştirmek istiyor. Doktrince… Böylece hem Tayyipgiller’in, İsrail’e karşı bir iki sahte, göstermelik gacırtı yapmasını hem de İran’ı desteklemesini engellemek istiyor. Bu arada da, Avrupa ülkelerinde, diyelim İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da, Amerika’da olduğu gibi; bir tahterevalli kurmak istiyor. Yani Amerika’da Cumhuriyetçiler-Demokratlar: biri gelir biri gider… Ne değişir? Hiçbir şey… Ne dünya, saldırgan emperyalist politika açısından bir değişikliğe tanık olur, ne Amerikan Halkı... Hiçbir şey değişmez. İşte Türkiye’de de böyle bir mekanizma, tahterevalli kurmak istiyor. Ama Baykal, hasbelkader ulusalcı bir çizgiye yerleşti, ulusalcı (Onur Öymen başta olmak üzere) bir kadro oluşturdu etrafında. Bu kadro da ABD’nin çıkarlarıyla, Yeni Sevr Planıyla, o kapsam içindeki çıkarlarıyla çelişmeye başladı. Mesela bu ilk nerede görüldü? 1 Mart Tezkeresinde görüldü değil mi? Arkadaşlar. Orada gördü ABD... Ondan sonra işte özelleştirmeler, Tayyip’in ihanetleri… Baykal önderliğindeki CHP, Anayasa Mahkemesine gidiyor iptal ettiriyor bazılarını… Hâlbuki Kılıçdaroğlu yine söylüyor, özelleştirmelere prensip olarak karşı değil. Biz sadece, ne diyor, kritik alandaki kamu kurumlarının özelleştirilmesine karşıyız, diğerleri özelleştirilsin… Kaldı ki, kaldı mı onlar da?.. Satıldı... Ne var ne yoksa sattı Tayyipgiller büyük bölümünü... Dedik ya, elli beş milyar dolarlık özelleştirmenin sekiz milyar dolarlık bölümü Tayyipgiller’den önce, geriye kalan kırk yedi milyarlık bölümü Tayyipgiller tarafından yapıldı. Yani işte böyle iptaller yaptırıyordu Anayasa Mahkemesinde... Avrupa Birliği’nin bazı talepleri karşısında yani böyle karşı çıkar bir görünüm sergiliyordu. Bunları istemiyor AB-D emperyalistleri. O yüzden bu ekibi değiştirdi, bu kasetle alaşağı etti. Ve bir daha geri dönülmemek üzere, dönemeyecek şekilde, bunların siyasi ömrünü bitirdi. Bir daha asla geri dönemezler bizim anlayışımıza göre, Baykal ve ekibi. “Yeni CHP”nin “Eski CHP”yle ideolojik bir bağı kalmadı Kılıçdaroğlu’nun ulusal hassasiyetleri yok. İşte bu en açık Ergenekon Davası’nı, bu polis şefi kadar olsun görebiliyor mu? Hayır. Yanında. Karşı bir tek lafı var mı bu operasyona? Yok. 27 Mayıs’ı göremiyor. Alçakça iftira atıyor: “27 Mayıs’ı yapanlar bundan utandı”, diye. Hâlbuki orada da (Ankara’da 27 Mayıs’ı kutladığımız eylemimizde de) söyledik, yapanlardan hiç kimse, öyle bir pişmanlık göstermiyor, arkadaşlar. İşte o aynı gün, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı önünde anmasını yaptılar, yıldönümünü kutladılar, hayatta kalan 27 Mayısçılar. Burada da yalan söylüyor... Bir de bunlar önder olacak… Şu anki anayasa mahkemesini var etti 27 Mayıs, sen bir de onu savunduğunu söylüyorsun... Kimin ürünüdür bu Anayasa Mahkemesi? 27 Mayıs Anayasasının bir ürünü. İktidarın keyfiliğini, böyle ihanetlerini frenlemek için, Ordu Gençliği, devrimciler, Anayasa Mahkemesini oluşturdular. İktidarların hiç değilse hukuk denetimi altında olmasını istediler. Hukuku kim yapar? Yine bunlar. Ama hiç değilse o çerçeveye uysun diye düşündüler. 27 Mayıs özgürlük getirdi, kısmî de olsa özgürlük getirdi… Biz hepimiz 27 Mayıs çocuklarıyız. O ortamda yetiştik, devrimci ideolojiyle o ortamda tanıştık biz. 27 Mayıs olmasaydı karanlıklar içindeydi Türkiye. İnsanlar toplum yaratığıdır, arkadaşlar. İnsanları önce toplum biçimlendirir, şekillendirir. Tabiî insan belli bir yapıya ulaştıktan sonra, toplumun değişimine etki eder. Yani diyalektik, iki yönlü bir etkileşim vardır. Tabiî insan da toplumun değişmesi yönünde mücadele eder. Ve toplumu değiştirir. Ama önce onu belirleyen, onun ruhiyatını belirleyen içinde yaşadığı toplumdur. O yüzden Ortadoğu insanları Müslümandır, Avrupa insanları Hıristiyandır. Ne diyelim, yüzde doksan oranında mı diyelim?.. Neden? Çünkü bu eğitimi alıyorlar. Uzakdoğu’ya gittiğimiz zaman, yine oranın; Budizm Şintoizm, Taoizm gibi oranın dinlerine giriyor insanlar. Toplum o kalıba sokuyor insanları. İnsanın kendi düşüncesi dediği şey, önce aslında toplumun ona yüklediği düşüncelerdir. Tıpkı bugün bilgisayara programları yüklersiniz, bilgisayar o programlara göre işlem yapar. İnsan beyni de aynen öyledir. İnsan ruhu da, bilinci de diyelim, toplumun yüklediği o değerleri işler. Hâ o değerleri yine özgürce işlerse, doğrularını, yanlışlarını yeniden analiz eder, seçerse; tasnif eder, daha ileri yönde yeni değerler ortaya koyar. İnsan beyni de böylesine yaratıcı… O bakımdan Kılıçdaroğlu da burjuva lideri, arkadaşlar. Ve “Yeni CHP” diyor Gürsel Tekin artık. Eski CHP’yle ideoloji bazında bir bağı kalmadı. Ve Tayyipgiller’le arasında da artık karşıtlıklar çok ılımlandı. Ve çok bilgili ve zeki bir burjuva yazarı var: Oray Eğin. Geçen açık, net savunuyor: artık diyor, önümüzdeki seçimde ABD’nin istediği, AKP-CHP koalisyonu, buna oynuyor. Bizce bu da olabilir. İlerde tahterevalli… CHP gelse de, program açısından, ABD’nin Yeni Sevr programı açısından, değişiklik olmayacak, AKP gelse de… Tam tersine Tayyip’in aşırılıklarını biraz da törpülemiş, dizginlemiş olacak. Yani ABD’nin çıkarları için elzem olan bir değişiklik yapmıştır bu operasyonla. Yani böylesine operasyonlarla burjuva partilerini yeniden biçimlendirebilir, böylesine gücü var emperyalistlerin. Ama biz gerçek devrimcilere karşı böyle bir gücü yok. Biz içtenliğimizle, yüreğimizle, mücadelemizle ve ABD’ye, Emperyalistlere karşı açıktan, cepheden, yiğitçe mücadelemizle hattımızda yürürüz. Ama onlar hep kucağında. Son operasyon da artık Baykalcı ekibin izlerini tümüyle tasfiye etme operasyonudur. Artık Yeni CHP’yi, tüm yönetim birimleri, kadrosu bazında da yeni ideolojiyle doktrine etme operasyonudur. Ve ilk kaset günlerinden bu yana yaşanan sürecin kaçınılmaz, mantıkî sonucudur, bu operasyon. Bunlar sürüp gidecek ve Kılıçdaroğlu ve ekibi uzun süre damgasını vuracak yönetime. Gidiş bu. Bunun önüne geçilemez. CHP’de bu geri döndürülemez. Çünkü ABD’nin isteği o. Burjuva partileri, ABD’nin isteğine karşı ancak o kadar direnebilirler. Tayyip’in de istese kısa sürede işini bitirir. Vurgunlarını belgeleriyle medyaya veriverir, işini bitirir... Hepsi Parababalarının elinde bunların iplerinin… Bu bakımdan o operasyonu da biz böyle görüyoruz ve Kılıçdaroğlu’nun ekibiyle ortaya çıkan, oluşmuş olan Yeni CHP, Eski CHP değil; Tayyipgiller’e daha yakın, ABD, AB Emperyalistlerine karşı çok daha içtenlikle, sıcak bakan, onlara teslimiyet içinde olan, hizmete gönüllü olan bir CHP’dir. Kısacası Yeni CHP’dir. Hâ, eskisi ne kadar karşıydı?.. Ama sigara kâğıdı kalınlığındaki bir fark bile farktır, değil mi?.. Eskiden biraz farklıydı. İşte 1 Mart Tezkeresi’nde çok açık biçimde görünür o farkın ABD’ye neye patladığı… Özelleştirmelerde görüldü, Avrupa Birliği konusunda görülüyor… Onlarla uğraşmak istemiyor artık. Ve bir de tahterevalli kurmak istiyor. Budur CHP’de yapılan. Yani CHP’nin de kitlelere umut vermesi, bir şeyler yapması asla söz konusu değil. Bizce Eski, muhalefetteki CHP, Kılıçdaroğlu ekibinin yönetiminde, iktidardaki bir CHP’den çok daha halka faydalıydı. ABD Emperyalistleri için daha istenmeyen bir durumdu, öyle bir durum. Onlar için zararlı, halkımız için daha faydalıydı. Ama bu, ABD’nin onları kolayca şekillendirme operasyonlarından biri. Bunları bütün burjuva partilerinde kolaylıkla yapar. Bu konuda da zamanımız dolduğu için bu İşgal öncesi petrol pazarlığı A BD-AB Emperyalistleri Ortadoğu’da ve Güney Afrika’da pek çok ülkeye demokrasi götürmek için canla başla çalışıyor(!) Tesadüfe bakın ki “Demokrasi” götürülen ülkelerin ekonomik anlamda tek ve ortak özelliği petrol zengini ülkeler olmasıdır. Bu söylediklerimizin ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturacak bir haberle başlayalım. 20 Nisan 2011 günü Milliyet’te çıkan bir haberin başlığı şöyle: “İşgal öncesi petrol pazarlığı belgelendi “İngiltere’de hükümet Irak’ın işgalinden aylar önce petrol şirketleriyle masaya oturmuş. Yeni yayımlanan belgelere göre bakanlar BP ve Shell’e “Yeni Irak’ta” paylarına düşeni alacaklarına dair söz vermiş. “Irak işgalinin hemen ardından yapılan 20 yıllık kontratlar petrol endüstrisinin en büyük anlaşmaları olarak tarihe geçmişti. Bu antlaşmalarla ülkenin 60 milyon varillik günlük üretiminin yarısı BP ve Çin Ulusal Petrol Şirketi’nin (CPC) oluşturduğu konsorsiyum tarafından satın alındı ki, bu konsorsiyum Güney Irak’taki Rumeyla petrol yatağından yılda 658 milyon dolar kâr ediyor. Belgeleri ele geçiren Greg Muttitt ise “Savaştan önce hükümet Irak’ın petrollerinde bir çıkarı olmadığında ısrar ediyordu. Şimdi görüyoruz ki petrol, esasında hükümetin göz önünde bulundurduğu en önemli stratejik noktalardan biriydi ve bu dev ödülü onlara vermek için petrol şirketleriyle gizlice işbirliği yapıldı.” diye konuştu.” ABD-AB Emperyalistlerinin Irak’ın petrollerini paylaşmak ve Ortadoğu’daki diğer petrol kaynaklarına ulaşmak için başlattığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), tam da Lenin’in 1916 yılında dediği gibi kapitalizmin en yüksek aşaması Emperyalizm’in gerçek karakterini orta- ya koyuyor: “(…) tekeller, sömürgecilik siyasetinden doğmuştur. Mali-sermaye, sömürge siyasetinin bir sürü “eski” dürtüsüne, hammadde kaynakları, sermaye ihracı için, “nüfuz bölgeleri” için, yani kârlı işlemler, ayrıcalıklar, tekel kârları vb. bölgeleri için, ensonu, ge- nellikle, ekonomik önem taşıyan topraklar için savaşımı da eklemiştir. Avrupalı güçlerin sömürgeleri, 1876’da olduğu gibi, Afrika kıtasının onda-birini geçmediği sıralarda, sömürge siyaseti de tekelciliğin dışında ve bir çeşit “ilk işgal” hakkının çevresinde gelişebiliyordu. Ama Afrika’nın onda-dokuzunun ele geçirildiği (1900’de) ve dünyanın paylaşılması gerçekleştiği zaman, kaçınılmaz olarak bir sömürge tekeli çağı açılmış, 7 kadarla yetinelim, arkadaşlar… İnsanlık, kaçınılmazca Sosyalizme varacaktır Usta’mız bizden ne bekliyor? demiştik, arkadaşlar. Anlaşılmayı… Bize bıraktığı teorik miras olarak anlaşılmayı ve yiğitçe harcanan bir ömür olarak, mücadeleyle harcanan bir ömür olarak yaşanan bir mirası benimsememizi istiyor. Bir de ne istiyor? Bunu yaratıcı bir şekilde devralarak, hayatın ortaya çıkardığı yeni olayları çözerek, devrim yolunda ilerlememizi istiyor, arkadaşlar. Yani Usta’mız bizden devrim yapmamızı istiyor. Biz de, yarın ecel avcısı bizi avladığı zaman, bedence genç yoldaşlarımızdan ayrıldığımız zaman, sizden isteyeceğimiz bu olur. Yani doğru devrimci hattı geliştirerek, zenginleştirerek takip edin ve devrim yapın. Yani şu zulüm düzenini, şu acımasız insanlık dışı düzeni, şu kötülerin dünyasını yok edin, değiştirin; insanı insancıl bir dünyaya kavuşturun. Biz de hep bunu isteyeceğiz. Usta’mız da bizden bunu istiyor. O zaman, bu amacımıza, bu idealimize yönelik olarak fedakârca, yiğitçe tüm zamanımızı bu kavgaya ayırmamız gerekiyor, arkadaşlar. Bu en yüce dava, insanlığın biricik kurtuluş davasıdır. O bakımdan, bu davanın sonunda mutlaka kazanan, yenen biz olacağız. Emperyalizmin ömrü, bütün geçmişteki Antika zulüm düzenlerinin ömründe olduğu gibi, geçici… İnsanlık hep ileriye doğru, bazen böyle bayır aşağıya yuvarlanışlar olsa da onlar gelip geçici şeylerdir, genel hattı ileriye doğrudur ve sosyalizme varacak. İnsanlık kaçınılmaz bir şekilde, tek bir sosyalist aile olacak en nihayetinde... Ondan önce de büyük devrimci zaferler kazanacağız… Zamanımız da doldu. Haklı olarak Sait Yoldaş uyarıyor… Bu kadar uzun süre dikkatlice dinlediğiniz için, devrimci yüreğimin tüm içtenliğiyle size sevgilerimi iletirim, arkadaşlar. Halkız, haklıyız, yeneceğiz, kazanacağız! (Alkışlar… Sloganlar: Halkız Haklıyız Kazanacağız… Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır… Alkışlar…) Sait Kıran Yoldaş: Yoldaşlar, biz de Genel Başkan’ımıza, Nurullah Yoldaş’a, bu aydınlatıcı, coşku verici konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. bunun sonucu olarak da dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi yolunda son derece şiddetli bir savaşım başlamıştı.” (Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En yüksek Aşaması, s. 149-150) Lenin’in bu tespitlerinin üstünden 95 yıl geçmiştir. Görülüyor ki güncelliğini hâlâ korumaktadır. Emperyalizmin karakterinde bir değişme yok. Petrol kaynakları için Irak’ta öldürülen milyonlar ve şu anda da Ortadoğu ve Afrika’nın petrol zengini ülkelerinde halkların haklı isyanını, kendi iğrenç çıkarına kullanmaya, BOP’u uygulamaya geçirmeye vesile yapmakta… Tüm bu olanların tek bir sonucu var, o da daha fazla kârın, hammaddenin beraberinde getirdiği ölümler, katliamlar ve sonu gelmez acılar. Haberde de belirtildiği gibi BP ve Shell denen bu canavar şirketlerin Irak’ın işgaline destek verdikleri takdirde onlara bu pazardan pay verileceği söyleniyor. Evet, onlar da bu savaşa destek veriyor, paylarını alıyorlar. Çünkü daha fazla üretmek ve daha fazla satmak, daha fazla kâr etmek için yani hayatta kalabilmek için tek yol bu. Bunları yapabilmek için de tabiî ki dünyadaki diğer ulusların zenginliklerini ya kolaylıkla ya da zorbalıkla; oralarda kurulacak kukla iktidarlarla ya da kukla olmak istemeyen iktidarları devirerek, halklarını katlederek amaçlarına ulaşıyorlar. Aslında emperyalizm denen bu sistem artık dev bir ölüm makinası gibi çalışıyor. Hikmet Kıvılcımlı’nın da dediği gibi yedi bin yıl önce başlayan insanın insanı sömürmesi süreci, çok geçmeden yine aynı insan tarafından insanın insanı sömürmediği bir düzene doğru götürülmeye çalışılmıştır. İnsan bu yedi bin yıllık süreçte sömürü düzenini kabul etmemiştir. Bu Sosyalist Kamp döneminde de açıkça görülmüştür. Bugün için de elbette halklar emperyalizmin bu canavar yüzüne karşı söyleyeceklerini söylemeye başlayacak, bu lanet sistemden kurtulmasını bileceklerdir. Buna inancımız tamdır. Ağrı’dan Bir Yoldaş 8 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Başyazı Baştarafı sayfa 1’de “El Kaide” adlı örgütünün çatısı altında örgütledi ve Sosyalist İktidara karşı savaştırdı. Bu gerici, emperyalist savaşın, maddi giderlerini başta en gerici, en Ortaçağcı, en insanlık dışı İslam Devleti olan Suudi Arabistan Krallığı olmak üzere petrol zengini gerici Arap Devletleri (Krallıkları, Şeyhlikleri, Emirlikleri) karşıladı. Sovyetler Birliği başta gelmek üzere Sosyalist Kamp’ın ilkin ihaneti, sonrasında da çökmesi üzerine Afganistan’daki Halk İktidarı, AB-D Emperyalistlerinin ve dünyanın tüm gerici burjuva ve Antika-Ortaçağcı devletlerinin karşısında yapayalnız kaldı. Çin Halk Cumhuriyeti zaten on yıllardan beri bir ihanet çizgisinin üzerindeydi. Ve zaten de kerte kerte kapitalizme geçmenin ince hesaplarını yapıyordu. Bu nedenle yanı başındaki Sosyalist İktidara en küçük bir yardımda bulunmadığı gibi, ABD Emperyalistleri ve tüm gerici sermaye iktidarlarıyla birlikte, bu yiğit, namuslu iktidara cephe almıştı; onunla mücadeleye girmişti. Hatırlanacağı gibi, ÇKP çizgisindeki Maocu sözde gerillalar, Ortaçağcı güçlerle birlikte bu Sosyalist İktidara karşı savaşmıştır. Hem de Şeriatçı bir görünüm altında. Yani kendilerinin de Müslüman güçler olduğunu söyleyerek. Ortaçağcılarla birlikte namazlar kılıp oruçlar tutarak. Düşünebiliyor musunuz yapılan siyasi ahlâksızlığı ve şerefsizliği… Bunlar, bu alçaklığı yaptıkları günlerin günlüklerini-anı defterlerini de tutmuşlardır. Bugün şunları yaptık vb. diye… İşin bir diğer iğrenç ve bir o kadar da siyasi ahlâktan, devrimci mantık ve düşünceden yoksun yönü de, bu günlükleri, Afganistan’daki Sosyalist İktidar yıkıldıktan-yenildikten yıllar sonrasında, bizdeki bir Maocu hareketin yayın organı olan “İşçi Köylü” Gazetesinin, yapılan bu alçaklığı överek yayımlamış olmasıdır. İşte biz bunun için diyoruz, ÇKP, AEP çizgisindeki hareketlerde ve Trotskystlerdeki mantık ve siyasi bilinç sıfırın altındadır diye. Bunlar düzeltilemez. Bunlara bir olay, gerçek anlatılamaz, kavratılamaz. Bunlara ancak Allah yardım edebilir. Akıl fikir ihsan ederse bunlar, normal insanlar gibi bakmaya ve görmeye, anlamaya başlarlar… Bu zavallılar, Afganistan’daki Sosyalist İktidar yıkıldıktan yıllar sonra bile ne yaptıklarını anlayamıyorlar. O zaman iyi yaptık. Sosyalist İktidarı yıkmakla iyi ettik. Şimdiki durum, Afganistan’daki AB-D uşağı Ortaçağcı yönetim, geçmiştekinden yani yıktığımızdan daha iyiydi, diyorlar. Bu denli ihanete karmış hareketlere ve onların sözde şeflerine siz ne anlatabilirsiniz? Hiç… Muhammed Necibullah önderliğindeki Sosyalist İktidar, “Sosyalist Kamp” yıkıldıktan sonra bile tek başına tüm dünya gericiliğine karşı savaştı, direndi… Ancak lojistik yığınağı, kaynakları tükendi. AB-D Emperyalistleri ve onların uşakları, uyduları çembere aldılar bu yiğit iktidarı ve insanlarını. Sonunda yenildiler… Ama yiğitliklerinden, onurlarından asla vazgeçmediler. Ülkelerinden kaçmadılar. Savaş cephesini terk etmediler. Başta Muhammed Necibullah ve kardeşi olmak üzere Sosyalist İktidarın tüm yiğit önderleri şereflice ölümü kucakladılar. Sosyalist İktidarı savunan savaşçılar, eğer silah ve yiyecek içecek yönünden bir destek bulabilselerdi, yenilmezlerdi. Uluslararası emperyalistlerin örgütleyip, eğitip donattığı gerici güçleri yenerlerdi. Dış dünyadan tek bir mermi ve bir kuru ekmek desteği almadan, iki yıl yiğitçe savaşmaları ve Halk İktidarını korumaları bunun kanıtıdır. Ne yapalım? Böyle durumlarda halkımız “Kader utansın!” der. Biz de öyle diyelim… Osame Bin Laden liderliğindeki “El Kaide” adı altında örgütlenmiş ve eğitilip donatılmış olan bu Ortaçağcı güçler, biz AB-D’ye uşaklık edelim diye savaşmıyorlardı, Sosyalist İktidara karşı. Onların da kendilerince hesapları vardı… İslamı yeryüzünün tamamına yaymak istiyorlardı. Yani cihad yapıyorlardı. Bunu yaparken de, Afganistan’daki Sosyalist İktidarı yıkıncaya kadar, AB-D’yle ittifak etmiş oluyorlardı. Düşünceleri, planları buydu… Sovyetler Birliği, “Sosyalist Kamp”, tabiî bu arada da Afganistan’daki Sosyalist İktidar, işte yıkılmıştı. O zaman sıra ABD ve AB’yi öncelikle bölgeden, sonra İslam coğrafyasından, daha sonra da Asya ve Afrika’dan kovmaya gelmişti. Bu cihadın ikinci aşamasıydı. AB-D, İslam ülkelerini ve Afrika’yı, Asya’yı hem ekonomice sömürüyor hem de boyunduruğu altında tutuyordu. Bölge halklarında bir tepki oluşturuyordu bu durum. Yani emperyalist sömürü ve talan… Bölge halkları ayrıca kendi ülkelerini yöneten AB-D işbirlikçisi, uşağı devlet yönetimlerine karşı da tepkiliydi. Onlardan da nefret ediyordu. Osame ve örgütü El Kaide, halkların bu tepkisini toplayıp cihad kanalına yönlendirdi. Sayısı yirmi otuz bini bulan bir savaşçı Kim İl Sung kadro oluşturdu. Tabiî milyonlarca sempatizanı vardı bu kadronun. Savaşçılar, modern silahları ve diğer savaş araç gereçlerini kullanmayı öğrenmişlerdi, AB-D’yle ittifak halindeyken. Şimdi bu silahlarını ve bilgilerini, deneyimlerini, AB-D’ye karşı kullanmaya başlamışlardı. İşte bu nedenle de ABD ve AB Emperyalistlerine ağır kayıplar verdirdiler. Tarihte ilk kez ABD’yi kendi evinde vurdular, 11 Eylül 2001’de. Afrika ve Asya’daki ABD hedeflerine de onlarca kez etkili vuruşlar yaptılar… AB-D Emperyalistlerinin “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde ortalama kırk yıl boyunca Sosyalizmin İslam dünyasında yayılmasını engellemek-Sosyalizme karşı set oluşturmak için yetiştirdiği, Ortaçağcılaştırdığı unsurlar, şimdi El Kaide çatısı altında toplanmışlar, örgütlenmişler; Osame Bin Laden önderliğinde AB-D’ye karşı savaşa girişmişlerdi. Ee diyalektiğe göre, hiçbir şey tek yanlı değildir ve tek yanlı işlemez, hayatta ve doğada… AB-D Emperyalistleri de İslam dünyasına karşı George W. Bush’un apaçık deyişiyle bir “Haçlı Savaşı” başlattı. Zaten, 1094’ten beri, yani Alparslan’ın komutasındaki 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferi’nin aşağı yukarı yirmi yıl sonrasından beri, Batılı sömürgecilerin İslam dünyasına yönelttiği “Haçlı Seferi” sürüp gelmiştir. Dini kabukla-kılıfla gizlenen ekonomik sömürü, yağma ve sömürgeleştirme savaşıdır bu savaş özünde… Ortaçağda bu savaşı, Avrupa Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı yürütüyordu. On beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa Burjuvazisi aldı işi üzerine. 1850 sonrasındaysa Avrupa ve ABD Emperyalistleri yürütmeye başladılar bu çapul savaşını. 20’nci Yüzyılın ilk yarısında İngiliz Emperyalistleriydi bu haydutluğun lideri. Aynı yüzyılın ikinci yarısından (1945’ten) itibaren de ABD Emperyalistleri aldı, dünyanın Başhaydut Devleti olma aşağılık, insanlık dışı işini, görevini… ABD Emperyalizmi, ölüm, katliam, canavarlık demektir! Bunlar, her türden insanî duygudan-histen, anlayıştan uzaktır. Bunlar, insan suretindeki canavarlardır aslında. Onları bu canavarlığa temsilcisi oldukları sınıf ve zümrenin karakteristiği zorlar. Yani o sınıf ve zümre yapısı, bunların ruhunu öyle şekillendirir. O sebeple de başka türlü düşüne- mez ve davranamaz, bu emperyalist çakallar. Bu haydutlar tabiî hak hukuk filan da tanımazlar. Amerika, Avustralya ve Afrika’da on milyonlarca yerliyi öldürerek Tarihin tanık olduğu en vahşiyane soykırımı yapan bunlardır. 20’nci Yüzyıldan bu yana çıkardıkları yağma savaşlarıyla ortalama seksen milyon civarında insanın canına kıyan bunlardır. Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombasıyla vurarak 225 bin sivil insanın canına kıyan da bunlardır. Haydutçul çıkarları gerektirdiğinde yine aynı soykırım silahı olan bu bombayı kullanmaktan çekinmeyeceklerini söyleyen yine bunlardır. Hatırlanacağı gibi Birinci Körfez Savaşı öncesinde; “Gerekirse Bağdat’lı Reis’e (Saddam’a) karşı atom da kullanabiliriz. Bu durumda o dize gelecektir.” diyen de yine bu alçaklardır. “Irak ordusunun güçlü, sert bir direniş ortaya koyabileceği varsayımına karşı, kayıplarımızı en aza indirmek için böyle bir seçeneği de göz ardı etmiyoruz” şeklinde konuşmalar yapan bu haydutlardır… Yine hatırlanacağı gibi Irak Ordusu kofti çıktı. Varlık gösteremedi. Bu emperyalist çakallar da atom bombası kullanma gereği duymadı. Yani demek istediğimiz bu emperyalist haydutların (AB-D’nin) yapmayacağı insanlık dışı iş yoktur. Her türden canavarlığı yapmaya hazırdır bunlar. Bu alçaklar, İkinci Emperyalist YağmaPaylaşım Savaşlarının hemen sonrasında (beş yıl sonra) Kore’ye saldırmışlardı, oradaki Kim İl Sung önderliğindeki Sosyalist İktidarı yıkmak için. Ne yazık ki bu pis savaşa, Bayar-Menderes liderliğindeki Finans-Kapital İktidarı, bizim vatan evlatlarını da gönderdi, AB-D Emperyalistlerine uşaklığını kanıtlamak için. 1350 Mehmetçik yok yere, AB-D Emperyalistlerinin çıkarlarını savunma uğruna hayatını kaybetti bu savaşta… Sözü uzatmayalım. Bu saldırıda 1.5 milyon Kore insanı hayatını kaybetmiştir. Ve Kore ikiye bölünmüştür. Kuzeyde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Güneyde de AB-D uydusu bir burjuva devleti olan Kore Cumhuriyeti olmak üzere… Bu alçakça savaştan hemen sonra Vietnam’a saldırdı bu emperyalistler. Önce Fransız Emperyalistleri, İkinci Emperyalist Yağma Savaşı sırasında Japon İşgalcileri, bu savaşın bitiminden sonra tekrar Fransız Emperyalistleri ve onların yenilgisinden sonra da ABD Emperyalistleri yaptı bu saldırıları… Orada da beş milyon insanın canına kıydılar. Ünlü, yüce insan Ho Amca, General Giap ve yoldaşlarının yönettiği Vietnam Halkı, ABD Emperyalistlerine de tarihlerinde tanık olmadıkları ve asla unutamayacakları bir ders verdi. Eze eze yendi ABD alçaklarını. Ve tam bir hezimete uğrattı… Ho Chi Minh Ve Irak’a saldırdı bu alçaklar, hem de iki kez. Burada da tahminen beş milyon insanın hayatını ortadan kaldırdılar. Irak şu anda da bir cehennem… Üçe bölünmüş durumda… Yugoslavya’ya saldırdılar bildiğimiz gibi. Burada da tahminen yüz bin insanın canına kıydılar. Ülkeyi yedi parçaya böldüler. Ve halklar arasına on yıllarca sürecek düşmanlıklar ve güvensizlikler soktular. İnsanlıktan çıkmış ABD Ordusunun Afganistan’daki vahşeti bitmiyor! desinin pratikte hiçbir geçerliliği yoktur. Kadınlar şimdi sokağa çıkabilmekte, fakat bir su birikintisinden geçerken, ayaklarına kadar inen eteğini, ıslanmasın diyerek biraz yukarı çekince, “sen bacağını gösterdin” denilerek dövülüp öldürülebilmektedir. Babalarının istediği, babası yaşında erkekle evlenmeyen ve sevdiği gençle kaçan gençler kızlar yakalandıklarında sevdiğiyle birlikte recmedilmektedir. Yani erkek beline, kadın boynuna dek toprağa gömüldükten sonra taşlanarak öldürülmektedir. Kız çocukları şimdi yalnızca kızların okuduğu, kadın öğretmenlerin bulunduğu okullara gidebilmektedir. Fakat bu kızlar çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır. “İnsanlık suçu “Dünya, Irak’taki Ebu Garip Hapishanesi’nde yaşananların ardından, şimdi de Afganistan’daki skandalla sarsıldı. “Zevk için” sivilleri öldüren ABD askerlerinin kan donduran hikâyeleri şok yarattı. “Calvin Gibbs, Andrew Holmes, Michael Wagnon, Jeremy Morlock ve Adam Winfeld adlı askerlerin öldürdükleri sivillerle çektirdiği yüzlerce fotoğraf, “ölüm timi”nin adeta dokunulmazlar gibi hareket ettiğini açıkça ortaya koydu. “Gibbs komutasındaki tim, zevk için parçalayarak öldürdükleri masumların parmaklarını kesip hatıra olarak saklamış. Askerler çektikleri vahşet videosunda “Bugün Afgan olmak için en kötü gün. Ölecekler” diyor.” “Kurban ile Fotoğraf “Ölüm Timi’nin ilk kurbanı, silahsız olduğu halde kurşuna dizilen 15 yaşındaki Gul Mudin’di. Üzerine el bombası attıkları Mudin’i makineli tüfeklerle tarayan ABD’li askerler hatıra fotoğrafı çektirirken gülüyordu.” (agy) AB-D Emperyalistleri, Afganistan’da yürüttükleri yaklaşık bu otuz yıllık savaş sürecinde ülkeyi mahvetmişlerdir. Tam bir cehenneme çevirmişlerdir ülkeyi, Afgan Halkı için. Üretim Ortaçağdaki doğal üretim düzeyindedir, teknoloji ve verim açısından. Görünüşte, uyuşturucuya karşı olan AB-D Emperyalistleri, Afganistan’daki uyuşturucu üretici ve satıcısı olan Derebeyleşmiş Aşiret liderleriyle tam bir ittifak içindedirler. Çünkü bu hain, işbirlikçi liderler aynı zamanda “Savaş Ağası”dır. ABD’nin buradaki emperyalist savaşının destekçisidir. Halk yoksulluk içindedir. İşsizdir, doktorsuzdur, hastanesizdir. Gençler ve çocuklar okulsuz, eğitimsiz ve işsizdir. Tabiî medreselerdeki Ortaçağcı eğitimi bir tarafa bırakırsak… Kadınlar içinse ülke tam bir cehennemdir. Taliban’ın iktidarda olduğu dönemde, kadınlar yanlarında bir erkek olmadan sokağa çıkamıyordu. Çalışmaları ve okula gitmeleri yasaktı. Evlerinin pencerelerinden bile sokağa bakamıyorlardı. Bir anlamda mezar evlerde yaşıyorlardı. Hastalandıkları zaman sağlık hizmeti alamıyorlardı. Çünkü, kadın doktorların çalışması yani doktorluk yapması yasaktı. Erkek doktorların da kadın hastaya bakması yasaktı. Bu nedenle kız çocukları ve kadınlar, önlenebilir sıradan hastalıklardan bile ölüp ölüp gidiyorlardı. Taliban iktidardan uzaklaştırılıp yerine getirilen ABD uşağı Hamid Karzai liderliğindeki satılmışlar iktidarı dönemindeyse, güya kadın erkek eşitliği kabul edildi anayasada. Fakat aynı anayasa, “Hiçbir kanunun Şeriat hükümlerine aykırı olamayacağı”nı da hükme bağlamıştır. Dolayısıyla, kadın erkek eşitliğini belirten anayasa mad- Okula gitme oranı zaten ülkede çok düşüktür. Yani erkek çocukların da çoğunluğu okula gitmemektedirler. Bu durumda bile, okula giden kız çocuklar, öğrenci toplamının yalnızca yüzde on dördünü oluşturmaktadır. Oysa, Sosyalist İktidar döneminde okullaşma oranı yüksekti. Kız çocuklarsa, öğrencilerin yüzde kırkını oluşturmaktaydı. Kadın öğretmenlerse, yüzde yetmişini oluşturuyordu öğretmenlerin. Kadın doktorlar da önemli orandaydı. Tam bir eşitlik vardı. Kadınlar, askerlik dahil her alanda görev alabiliyordu. İstediği gibi giyinebiliyordu. Oysa şimdi, burkalarla, kara çarşaflarla, peçelerle sokağa çıkabilmektedirler ancak. Bu durumda bile renkli çarşaflar giymeleri yasaktır. Yalnızca siyah çarşaflar giymeye mecburdurlar. Renkli çarşaf, kadının erkeklerin dikkatini çekmek istediğine, dolayısıyla da ahlâksızlığına yorumlanmaktadır… Tabiî bu cehennemde kadınlara, bu dünyadan erkenden ayrılmak düşmektedir. Kadınlarda ortalama ömür kırk beştir. Kadınlar sık sık da toplu tecavüze uğramaktadır, AB-D işbirlikçisi aşiretlerin mensupları tarafından. Ve bu alçaklıklarının da hesabı asla sorulmamaktadır. Yani AB-D Emperyalistleriyle ittifak içindeki aşiretler, ülkede her türden kanunun üstündedir. ABD Emperyalistleri ve kukla Karzai Hükümeti, bu hain aşiretleri küstürmemek için onların her türden kanunsuzluğunu görmezlikten gelmektedir. Afganistan’a saldırdılar yukarıda da söylediğimiz gibi… Ve bu saldırı bugün de hâlâ sürmektedir. Burada sadece kendilerine direnen silahlı güçleri değil, kadın çocuk, genç yaşlı demeden sivil insanları da zevk için öldürmektedir, emperyalist ABD ordusunun canavarlaştırılmış-tümüyle insanlıktan çıkmış askerleri. Bu katliamların son örneği 29 Mart tarihli gazetelere yansıdı. Milliyet’te bu sivil katliamı belgeleyen şu fotoğrafın altındaki yazıya bakın! Yazı, ABD askerlerinin konuşmalarını da içeriyor: NATO’nun katliamcı yüzünün son kanıtı: Libya Eski Dünya’da, üretilen uyuşturucunun dörtte üçünü bu ülkedeki derebeyleşmiş aşiretler üretmektedir. Bunu çok iyi bilmesine rağmen AB-D Emperyalistleri, bu aşiretlerle ilişkilerini sıkı bir şekilde sürdürmektedir. Ve onların uyuşturucu işine de açıkça göz yummaktadır. Çünkü bu derebeyleşmiş aşiret liderleri gibi, AB-D Emperyalistlerinin de hakla hukukla, insanî değerlerle bir ilişkileri yoktur. AB-D Emperyalistlerinin derdi, Karzai Hükümeti gibi hain kukla hükümetlerle ittifak ederek Asya, Afrika petrollerini ve pazarlarını hep elinde tutmaktır. Onların, NATO adlı saldırgan askeri örgütlerini kullanarak şu anda Libya’ya saldırmaları da bundandır. Libya’nın zengin petrol yataklarını ve pazarını tam anlamıyla ellerine almaya yöneliktir. Bu şerefsizler, bu alçaklar, engereklerin bile iğrendiği bu insan soyunun yüz karaları, bu namussuzluklarını yaparken, bir de hiç utanıp sıkılmadan “demokrasi, insan hakları, özgürlük, adalet” gibi herkesçe saygı gören, olumlu içeriğe sahip kavramları kullanmaktadırlar. Bu kavramları savunur görünmeye çaba göstermektedirler. Oysa insanlık ortalama dokuz yüz yıldan beri (Haçlı Seferleri’nden beri), bu Batılı haydutlardan çektiğini hiçbir şeyden ve hiç kimseden çekmemiştir. 9 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Buna son bir örnek 10 Mayıs tarihli gazetelerde yayımlandı. Milliyet’in manşet üstü haberi şöyle: “İnsanlık Akdeniz’de öldü” Bu başlığın hemen önünde de NATO amblemi var. Bu işaretle, insanlığı öldürenin NATO olduğunu kendince belirtmiş oluyor, Milliyet’in sayfa hazırlayıcısı. Başlığın hemen altında gazetedeki haberin bir paragraflık bir özeti verilmekte. Şöyle: “Libya’dan kaçan mültecileri taşıyan teknenin yakıtı bitti. Ama ATO güçleri göz göre göre yardım etmedi. Denizde geçen 16 günün bilançosu ağır oldu: 61 insan açlık ve susuzluktan öldü.” (agy) Haberin ayrıntısı da aşağısında verilmekte. Mülteci dolu bir teknenin resmi de var, haberde. Milliyet’in yönetmeni, NATO adlı saldırgan askeri örgütün, insanlıkla falan hiç ilgisi olmadığını söyleyemediği için, lafı dolandırıyor. Gargara yapıyor. “İnsanlık Akdeniz’de öldü” diyerek olayı tekilleştiriyor. Suçu seyreltiyor… NATO’nun karakterinin hep bu olduğunu söylemekten kaçınıyor… AB-D haydutlarının, Suriye’deki muhalefeti kışkırtmaları da aynı amaca yöneliktir. Bu alçaklar Libya’da amaçlarına ulaşır ve kucağa aldıkları muhalefeti iktidara getirip Kaddafi Yönetimi’nin işini bitirirlerse, Suriye’ye de aynı şekilde saldırmayı planlamaktadırlar. Suriye’de muhalefeti yanına çekerek yaptırdıkları eylemler, yapmayı düşündükleri saldırının ön hazırlığı kapsamındadır. Libya ve Suriye’deki muhalif hareketler, AB-D Emperyalistlerinin doğrudan yönetimine girdikleri, hatta yalnızca ittifaka girdikleri andan itibaren meşruiyetlerini tümüyle yitirmişlerdir. O nedenle bunlar, artık ihanete karmış ve AB-D güçleri durumuna gelmiş hareketlerdir. Bunların başarılı olmaları o ülke halklarının zararınadır. O nedenle bunlar karşı çıkılması gereken hareketlerdir artık… İşin bir diğer acı yönü de şu anda Libya’yı vuran NATO uçaklarının komuta merkezi, İzmir’deki NATO Karargâhı’dır. Yani ülkemiz de Libya’da Müslüman kanı akıtan, kadın çocuk demeden cana kıyan bu modern Haçlılar Seferi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Bizim satılmış yöneticilerimizi ABD iktidara getirir. Bunun son kanıtı: Namık Kemal Zeybek’in “Sırrı” AB-D hizmetkârı, BOP’un eşbaşkanlarından biri olmakla övünen Tayyip, Libya’ya saldırı başlamadan evvel, “Libya’da ATO’nun ne işi var, yahu?” diyordu. Ama Obama’nın telefonu üzerine yılan gibi kıvrılarak, NATO saldırısının en önde gelen destekçilerinden oluverdi bir anda. Böyledir bunlar… Bunlarda yiv set kalmamıştır. Bunların kumandası ABD’nin elindedir. Onlar nasıl isterlerse, öyle oynar bunlar. Bunların sahibi ABD’dir… AKP’yi de ABD kurdurmuştur. Ve bunları, 1950 sonrasının (kısa bir dönemi kapsayan 27 Mayıs İktidarını bir tarafa bırakırsak) her iktidarı gibi bunları da hazırlayıp iktidara taşıyan ABD Emperyalistleridir. Tayyipgiller’in bu durumuna ilişkin son bir kanıt, geçen günün gazetelerinde yer aldı. Kanıtı ortaya koyan, Pensilvanya’da Fethullah’a (tabiî oraya giderek) biat ettikten sonra, DP’nin başına getirilen amık Kemal Zeybek’tir. Tıpkı CHP’de olduğu gibi, DP’de de bir ABD projesi olarak yönetime getirilen N. K. Zeybek’tir, kanıtın sahibi. Şimdi kendisi de Tayyip’in siyasi rakibi oldu ya, işte o nedenle, yıllardır gizli tuttuğu bu kanıtı ortaya koyuyor. Onun bunu yapmaktaki maksadı, iktidara kendinin geçip, ABD’li efendilerine hizmeti kendisinin yapmasıdır. Hani, Yeni CHP’de geçen günlerde ABD’ye bir heyet gönderdi ya… Hatırlanacağı gibi bu CHP heyeti, CIA bağlantılı “Düşünce Kuruluşları’na ve diğer ABD yetkililerine açıkça “size hizmeti biz Tayyipgiller’den daha iyi ederiz. Üstelik onların İran’la ve Hamas’la ilişkileri var. Bunlar sizin düşmanınız. Bizim yok. Biz size, tam istediğiniz gibi hizmet ederiz. Hiç kusur etmeyiz hizmette. Bu nedenle Tayyipgil- ler’i bırakın artık, bizi getirin iktidara” diye yalvarmaya gitmişti. AB-D, kayda aldı bu biatı. AKP’nin kullanım süresi dolunca CHP’yi de hizmete sokar artık. Ya da duruma göre, belki ikisini birden, bir koalisyon hükümeti şeklinde, kullanmaya başlar. İşte CHP’deki “Kaset operasyonu”yla yaptığı değişimin bir benzerini de DP’de yaptı ABD. Hatırlanacağı gibi, Hüsamettin Cindoruk liderliğindeki DP, Eski CHP benzeri bir hatta gelmişti son dönemlerinde. Hatta bazı konularda Eski CHP’nin bile önüne geçmişti. Örneğin, AB-D’nin Fethullah ve Tayyipgiller’le birlikte düzenlediği “Ergenekon Davası” adlı saldırının bir ABD operasyonu olduğunu, bununla Ordudaki, Yargıdaki, Üniversitelerdeki ve Medyadaki yurtsever, laik, Mustafa Kemalci güçleri tasfiye etmenin amaçlandığını netçe görmüştü. İşte bu yüzden ABD, DP’deki H. Cindoruk yönetimine son verdi ve yerine Yeni CHP’dekine benzer N. K. Zeybek ekibini getirdi. Yani CHP’yi de DP’yi de AKP’ye çok yaklaştırdı. Tabiî aralarında bazı nüanslar olacak. Halkı kandırmak için buna ihtiyaçları var… Sözü fazla uzatmayalım. N. K. Zeybek’in, AKP’nin kuruluşuyla ilgili açıklamasına bakalım: “AKP’yi ABD KURDURDU “ZEYBEK BÜYÜK SIRRII AÇIKLADI “Demokrat Parti (DP) lideri amık Kemal Zeybek, “ABD’nin ve onun arkasındaki, dünyayı sömürmek ve dünyayı yok etmek isteyen global kapital gücün, yani büyük şirketlerin kurdurduğu bir partiden bu ülkeye hayır gelir mi?” dedi “Bayburt mitinginde yaptığı konuşmada, “Şimdi size Demokrat Parti Genel Başkanı olarak tarihi bir sırrı açıklıyorum” diyen Zeybek, şunları söyledi: . Kemal Zeybek “Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi kurucusu ve başkanı olarak görevimin başındayken, ABD büyükelçiliği siyasi müsteşarı beni ziyarete gelmek istediğini söyledi. Yanında heyetle geldi. Bana üniversiteyle ilgili sorular sordu, cevaplar verdim ama asıl geliş sebepleri başkaymış. O zaman AKP diye bir hükümet yoktu, 57. koalisyon hükümeti vardı. (AKP diye bir parti kurulursa nasıl olur) dedi. (İyi olmaz) dedim. (Biz onu destekleyeceğiz, siz de içinde var olur musunuz?) diye sordu. ABD’nin ve onun siyasi müsteşarının kuracağı bir parti olacak ve sizin hemşehriniz amık Kemal Zeybek de böyle bir partide yer alacak. Siz bunu kabul edebilir misiniz? ABD’nin ve onun arkasındaki, dünyayı sömürmek ve dünyayı yok etmek isteyen global kapital gücün, yani büyük şirketlerin kurdurduğu bir partiden bu ülkeye hayır gelir mi? Ben bu sırrı açıklamak için çok düşündüm. ABD ve yandaşları tarafından verilen bu görevle AKP iktidara getirildi. Artık bunu açıklasınlar ve verilen görevin ne olduğunu herkese duyursunlar.” (agy) Libya’ya dönersek, geçenlerde NATO uçakları M. Kaddafi’nin evini vurdu. Oğlu Seyfülarab ve üç torununu öldürdü. Demek ki NATO’cu alçaklar, sivil ya da askeri hedef ayrımı gözetmiyorlar. Tam tersine, Kaddafi’nin kendisi de dahil olmak üzere, tüm taraftarlarını yok etmek istiyorlar. Yine bildiğimiz gibi bu alçaklar, Libya’da da Irak ve Afganistan’da olduğu gibi sık sık sivil hedefleri vurarak çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı hemen herkesi öldürmektedirler. Onların bütün yöneticileri gibi askerleri de bir insanlıktan çıkartılma eğitiminden geçirilmişler ve artık birer canavara dönüştürülmüşlerdir. Zevk alır bu alçaklar mazlum ülkelerin halklarını katlederken… Laden’in katliyle ABD yeni bir vahşete imza atmış, insanlık suçu işlemiştir Gelelim ABD’nin yaptığı son hukuksuzluğa ve katliama… Yani Osame Bin Laden’in katline… ABD Emperyalistleri, bu son vahşetlerinde birbirinden ayrı, zincirleme üç ayrı suç işlemişlerdir. AB-D’nin Birinci Suçu: Egemen bir ülkenin hava sahasına ve topraklarına, ona haber dahi vermeksizin, pervasızca girerek askeri eylem düzenlemişlerdir. Savaş helikopterleri ve özel eğitimli, silahlı askerleriyle Pakistan’ın bir yerleşim birimine ve oradaki sivil bir konuta-eve saldırmışlardır. Bu eylem, uluslararası hukukun temel kurallarından olan devletlerin egemenlik haklarını hiçe saymaktır. O devleti ve ülkeyi hiç yerine koymaktır. AB-D’nin İkinci Suçu: ABD Emperyalistleri, zırhlı giysiler içindeki askerlerini, içinde kadın ve çocukların da bulunduğu, silah bulunmayan bir eve saldırtmış, Osame Bin Laden’i ve ayrıca biri kadın, ikisi erkek olmak üzere üç kişiyi daha katletmiştir. Yani açıkça infaz etmiştir. ABD ve yerli medyamızın yazdığına göre, bu infaz emrini de doğrudan ABD Başkanı Obama vermiştir. Her kim olursa olsun, insanların herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın, onlara kendilerini serbestçe savunma hakkı vermeksizin böyle infaz edilmesi, yine her türden hukuku ve insan hakkını tanımamakyok saymak anlamına gelir. ABD’nin Üçüncü Suçu: ABD Emperyalistleri, açıkça, övünerek söylemektedirler, Osame’nin cesedini Hint Okyanusu’na attıklarını. Bu da cenazeye karşı açıkça suç işlemektir. Bir insan, kim olursa olsun, öldükten sonra artık onun bedeni suçsuzdur. Ve saygıdeğerdir. Bütün dinler ve hukuk kuralları, bu nedenle cenazeye saygı gösterilmesini emreder. Bir insan, öldükten ya da öldürüldükten sonra kendi inanç ve kanaatlerine göre defnedilmelidir. Dinler ve hukukla birlikte uluslararası insancıl değerler de böyle söyler. O bakımdan Osame’nin cesedi, ailesine teslim edilmeliydi. Cenazeden korkulmaz. Çünkü cenaze artık hiç kimseye bir kötülük yapamaz. Zarar veremez. Cenazeler yanlış yapmaz. O bakımdan cenazeler mükemmel insandır. Osame’nin ailesi de Osame’nin İslami inancına göre yapılacak bir tören sonucunda onu defnetmeliydi. Tabiî burada Osame’nin ailesinin, aile reislerinin cenazesini, kendi inançlarına göre defnetme hakları da ellerinden alınmış olmaktadır. Yani ABD Emperyalistleri, Osame’nin ailesine karşı da suç işlemiş olmaktadırlar. ABD Emperyalistleri, o denli alçak ve korkaktırlar ki, cenazelerden bile ürkmektedirler… Bu son saldırı ve katliamları da bir kez daha kanıtlamıştır ki, ABD, dünyanın en haydut devletidir. Gelelim işin bir diğer acıklı yönüne: Bu hukuksuzluğu ve katliamı, bizim satılmış, halk düşmanı Parababaları Medyası da ABD Medyasından geri kalmayacak bir şekilde kutlamıştır. 03 Mayıs tarihli gazetelere baktığımız zaman, manşetler neredeyse birbirinin aynıydı. Parababaları Medyası, katliamda başhaydut ABD’den taraf olmuştur Aydın Doğan’ın Milliyet’inin manşeti: “OKYAUSU DİBİDE” şeklindeydi. Manşet üstünde de şöyle deniyordu: “ABD DÜYAYI SO 10 YILDA CEHEEME ÇEVİRE USAME Bİ LADİ’İ ÖLDÜRDÜ”. Burada, bu alçaklara sormak lazım: “Dünyayı son 10 yılda cehenneme çeviren” kim? Osame mi, yoksa AB-D Emperyalistleri mi?.. Osame’nin yönettiği El Kaide, son 10 yılda, varsayalım ki on bin insan öldürdü. Pekiyi ya AB-D Emperyalistlerinin Yugoslavya’da, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da ve Libya’da öldürdükleri insan sayısı ne kadar? Kuşkusuz Siyonist İsrail de ABD’nin Ortadoğu’daki bekçi köpeğidir, dolayısıyla onların bir parçası, uzantısıdır. Herhalde beş milyonu bulur katlettiği masum insanların sayısı, bu emperyalist çakalların. Kaldı ki, kana doymamışlardır. Katliamlarına devam etmektedirler. Sonra bu saydığımız ülkeleri de tüm ekonomik altyapısını tahrip ederek açlık, işsizlik cehennemine dönüştürmüşlerdir. Bizim satılmış medyanın dönekler ordusundan oluşan yazarçizer ve yöneticileri, tıpkı ABD Emperyalistleri gibi, onların yerli ortakları olan Finans-Kapitalistler ve Ece Temelkuran Tefeci-Bezirgân Sermayedarlar gibi birer randır. Tabiî öyle olunca da Arap Halkının insan sefaleti oldukları için, ABD haydutla- Osame’ye duyduğu içten sevgi ve saygıyı rının zaferlerini kutlamalarına sevinç çığ- bilir. Tutumundan anlıyoruz ki, o da en lıkları atarak katılıyorlar. azından Arap Halkının Osame’ye olan Bizim satılmış, pezevenkler medyasının anlayışına, yaklaşımına saygı duymaktadır. idareci ve dönek yazarçizerleri, sadece kat- Bu nedenden, bu hukuksuzluk ve insanlık liamı sevinç çığlıklarıyla karşılamakla kal- dışı katliam karşısında insana yakışan bir mamışlardır. Katliamı yapan AB-D’nin 79 tavır ortaya koymuştur. askerden oluşan “Özel Timi”ni de, tıpkı Tayyipgiller de ABD’nin zaferini kutlaABD medyası gibi, öve öve bitiremedi. makta hiç kusur etmedi. ABD Gülü, katliGöklere çıkardı. Bu askerler, şöyle eğitim am sabahı aynen şunları söyledi: alır, böyle eğitim alır, şöyle uçar, böyle “Bu şunu gösteriyor; teröristler ve kaçar, diyerek sayfalarında çarşaf çarşaf terör örgütlerinin başlarının sonu, eninfotoğraflarla günlerce övdü. Oysa yapılan, de sonunda canlı veya cansız ele geçirilsivil bir konuta en gelişkin tüfekler ve bom- mektir. Dünyanın en tehlikeli ve sofistike balarla saldırıp kadın, çocuk, genç ve yaşlı- anlamda terör örgütünün başının da bu lardan oluşan insanlardan dördünü öldür- şekilde ele geçirilmiş olması, herkese mek, birkaçını da yaralamaktan ibaretti. ibret vesilesi olmalı. Kurbanlar, hiç direniş gösterememişler, “Büyük memnuniyetle karşılıyorum.” hiçbir silaha da sahip değillermiş. Böyle bir (03 Mayıs 2011 tarihli Gazeteler) hedefe saldırıp dört kişiyi öldürmeyi, Ayşe Cemil Çiçek, Ahmet Davutoğlu, MehPaşalı’nın cani kocası İstikbal Yetkin, met Ali Şahin de Abdullah Gül’le aynı Münevver Karabulut’un canavar bir ruha tavrı koymuşlardır. sahip katili 17 yaşındaki Cem Garipoğlu, Pensilvanya’da CIA’nın kucağında dinbırakalım tüfeği bombayı, bıçakla, testerey- cilik oynayan-din alıp satan, insanları le bile gerçekleştirebilirler. Gaziantep’te Allah’la aldatan İblis Fethullah Gülen de kavga ettiği arkadaşına kızıp onun evini ABD’nin tüm saldırı, katliam ve işgallerini basarak eşini ve üç çocuğunu öldüren, acı- olduğu gibi, bu sonuncusunu, yani masız insanlıktan çıkmış cani Cuma Ayhan Osame’nin katlini de sevinçle karşılayanlar silahıyla haydi haydi başarır bu katliamı. arasındadır. Şimdi böyle bir katliamın nesi zor? Ve ABD’nin başarısı, ABD işbirlikçileri bunu yapanlar nasıl kahraman olabiliyor- için de başarı ve sevinç kaynağı olacaktır lar? elbette. Efendilerine karşı kusur edecek Üstelik de AB-D’nin katliam ekibi 79 değiller ya… kişi… En modern savaş araçlarından olan İşin bir diğer ibret verici yanı da şu askeri helikopterlere ve tüfeklere sahipler. olmuştur: Bu hukuksuzluğu ve katliamı, ilk Zırhlı giysiler içindeler. kınayan Almanya’nın eski sosyal-demokrat Bizce bu katliamcı ekip, bırakalım kah- başbakanlarından Helmut Schimdt olmuşraman olmayı, sıradan insan cesaretine bile tur. Şöyle demiştir: sahip değildir. Çünkü evin yakınına geldik“Bu saldırı açıkça, geçerli olan uluslerinde başlıyorlar yusufçuklamaya. Bun- lararası hukuka aykırıdır. Öte yandan larda yürek Selanik… Elleri ayakları birbi- Arap dünyasındaki huzursuzlukları rine dolaşıyor korkudan. Ve helikopterler- daha da artırabilir.” (03 Mayıs 2011 tarihden birini, panik halinde oluşlarından dola- li Gazeteler) yı kontrolsüz davranarak düşürüyorlar. ABD, ortalama yüz on yıldan bu yana hep haksız savaşlar, emperyalist yağma savaşları yapmaktadır. Ayrıca da ABD, altmış beş yıldan bu yana da (Hiroşima ve Nagazaki’yi atom bombasıyla vurmasından bu yana da) teknolojinin son sözü olan modern savaş araç gereçlerinin düğmesine basarak savaşmaktadır. O nedenle de o savaşı Abdullah Gül-Angela Merkel yöneten sivil ve askerlerde Aynı toptan kesme, halk düşmanları... cesaret de, adalet de, vicdan Bu katliamla ilgili ilginçliklerin sonu da, namus da, insanlık da bulunmaz. Bu yüzden ABD, kahraman yetiştiremez… gelmiyor. Almanya’nın şu anki dönek başTabiî bu tespitlerimiz geneline yöneliktir. bakanı Angela Merkel ise bizim ABD Yoksa ABD Ordusu’nda, yakalanıp zorla Gülü’yle aynı tavrı koyuyor. Memnuniyetisavaş cephesine sürülen, halk çocukları var- ni dile getiriyor. Çünkü sosyalizm döneği… İşte böyle, Alman Helmut Schmidt, dır. Bunlar da zaten kahraman olmak için hukuksuzluğu ve katliamı kınıyor da bizdesavaşmazlar. Haklı olarak tabiî… Evlerine sağ salim dönebilmenin hayali ve özlemi ki ABD işbirlikçisi, Ortaçağcı Tayyipgiller içindedirler hep. Bunlar kara halk çocukla- alkışlıyor. Oysaki bizdekiler sadece din rı olduğu için insanî değerlere de sahiptir- sömürüsü yaparak o koltuklara oturmuşlarler. Bunlar zaten canavarlaştırılmış askerle- dır. Osame’nin de yıllar önce bizimkilerle rin yaptığı katliamlardan tiksinti duyarlar. birlikte Arap Dünyasının ABD işbirlikçisi Öylelerini de sevmezler. Anı kitaplarında liderleri için söylediği şu söz gerçekten de böyle durumları anlatırlar… Hatta ABD doğruyu dile getirmektedir: “Bunlar, MüsOrdusu’nun yaptığı birçok canavarlığı da lüman değil, münafıktır.” Bu saldırı ve katliam da göstermiştir ki, böyle insanî değerlere sahip halk çocuklarıABD Emperyalistlerinde de bizdeki işbirnın kitaplarından ve açıklamalarından öğrelikçi siyasilerde de ve Parababaları Medyanir dünya kamuoyu… Bizim izlediğimize göre-izlediğimiz sının ruhunu sermayeye satmış dönek kadarıyla, bir tek Ece Temelkuran, bu kat- yazarçizerlerinde de insanlıktan-insanî liama sevinmedi. O da bildiğimiz gibi, değerlerden, hak hukuk anlayışından eser zaman zaman Beyrut’ta yaşar. Oraya hay- yoktur. Bunlar insan suretindedirler ama insanlıktan çoktan çıkmışlardır. 10 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Faruk Sur Yoldaş Mücadelemizde Yaşıyor! K onya devrimci ortamının çınarı, yılmaz halk savaşçısı Ö. Faruk Sur Yoldaş, bedence aramızdan ayrılışının 12’nci yıldönümünde mezarı başında Kurtuluş Partili Yoldaşları tarafından özlemle anıldı. Karanfillerle gittik Faruk Hoca’mızın mezarına. Mezarbaşı anmamızda ilk olarak İl Sekreteri’miz Mehmet Ünver söz aldı. Ardından Faruk Hoca’mızın omuz omuza dövüştüğü dava arkadaşlarından İl Başkanımız Av. Orhan Özer söz aldı. Yoldaş’ımız, Faruk Hoca’mızın ne kadar yiğit ve fedakâr bir insan olduğunu örneklerle anlatarak, beraber omuz omuza mücadele ettikleri mücadele dolu yılları aktardı. Son olarak, aramızda bulunan MYK Üyemiz ve İstanbul İl Başkanımız Pınar Akbina söz alarak, Faruk Hoca’mız hakkındaki duygu ve düşüncelerini dile getirdi. F a r u k Hoca’mızı, bir de salon toplantısıyla andık. 17 Nisan Pazar günü saat: 13.30’da Nakliyat-İş Sendikası binasında düzenlediğimiz anma etkinliğine katılım yoğundu. Partimiz Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş’ın, Partimizin Genel Sekreter Yardımcısı ve İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak Yoldaş’ın, Konya’da son dönemlerde Metal İşkolunda örgütlenme gösteren yiğit Mahle Mopisan İşçilerinin, Ambar İşçilerinin, Seydişehir’den gelen yoldaşlarımızın aramızda bulunması bizleri çok memnun etti. Anma etkinliğimiz ilk olarak İl Başkanımız Av. Orhan Özer’in açış konuşması ile başladı. Konuşmasında; Faruk Sur yoldaş’ın devrimci kişiliğini, bir işçi ailesinden gelen yoldaşımızın Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğiyle tanıştıktan sonra İşçi Sınıfı mücadelesinden başka bir şey düşünmediğini, ne kadar yiğit ne kadar insan sevgisiyle dolu bir yüreği olduğunu, omuz omuza mücadele ettikleri yıllardan örnekler vererek anlattı. Daha sonra, Faruk Sur’dan Sıtkı Şaplak’a, Hasan Semerci’den İşçi Sınıfının yiğit önderi Recep Vurmuş’a, faşist cellâtlar tarafından katledilen şehitlerimiz Mehmet Taşdemir’den Fethi Demir’e bedence aramızdan ayrılan tüm yoldaşlarımızın nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuna davet etti. Saygı duruşunun ardından Ana konuşmacı olarak Partimizin Genel Sekreter Yardımcısı ve İzmir İl Başkanı Av. Ta- cettin Çolak Yoldaş’ımız söz aldı. Tacettin Yoldaş konuşmasında; Parababaları düzeninde halkımızın maruz kaldığı sömürü ve zulümlerden, Tayyipgiller Hükümetinin iktidara geldiği andan bu yana halkımızın aleyhine geliştirdiği uygulamalarından ve politikalarından söz ettikten sonra bu uygulamalar karşısındaki çözüm yollarından bahsetti. Tacettin Çolak Yoldaş’ımızın konuşmasından sonra partili genç yoldaşlarımız tarafından hazırlanan sinevizyon gösterimi yapıldı. Ardından Liseli bir genç yoldaşımız tarafından Faruk Sur Yoldaş’ımızın yazmış olduğu şiir okundu. Daha sonra Liseli Gençlik adına söz alan bir yoldaşımız; gençlerin ilkokul sıralarından itibaren maruz kaldığı gerici, ezberci, baskıcı eğitimden söz etti. Gençliğin üstündeki baskının sadece bunlarla sınırlı olmayıp cemaat evlerinin, tarikat yurtlarının pençesinin sürekli öğrenciler üzerinde olduğunu, bu tip yerlerde ders çalıştırma bahanesiyle gençlerin Ortaçağcı ideolojiyle donatıldığını anlattı. Yoldaş’ımız son dönemlerdeki skandallardan olan YGS Sınavındaki Şifre yolsuzluğundan ve bu durum konusunda yapılması gerekenleri anlattıktan sonra, Parti Gençliğimizin her zaman bu sorunların karşısında olduğunu ve her zaman da olacağını vurguladıktan sonra sözlerini noktaladı. Ardından Üniversite Gençliği adına söz alan Mustafa ÖZLÜK Yoldaş’ımız da; Üniversite gençliğinin uzun yıllardır yaşadığı zorunlu bağışlar, milyarları bulan har(a)çlar gibi sorunlara değindikten sonra Tayyipgiller Hükümetinin eğitim konusunda halk çocuklarına dayatmış olduğu sistemi, Parti Gençliğimizin Laik, Bilim- sel eğitim ve Devlet yurtları yapılması konusundaki çalışmalarını anlattı. Konya’da her alanda gerçekleştirilen gençlik hareketinden de söz ettikten sonra Ortaçağcı-Şeriatçı zihniyetin kalelerinden biri olan Konya’da er geç devrimci rüzgârların eseceğini vurgulayarak konuşmasını noktaladı. Üniversite Gençliği adına yapılan konuşmadan sonra İşçi Sınıfı adına Partimiz İl Saymanı olan Nakliyat-İş Bölge Temsilcisi ve DİSK İl Temsilcisi Yoldaş’ımız Ali ÖZÇELİK söz aldı. Konuşmasında; Türkiye İşçi Sınıfının durumundan ve mücadelesinden söz eden Yoldaş’ımız Konya’daki işçi hareketlerinden ve son dönemlerde gerçekleştirilen örgütlenmelerin sürecinden de bahsetti. Örgütlenmelerin bütün hızıyla devam edeceğini belirten Yoldaş’ımız, İşçi Sınıfının en yakın somut hedeflerinden birinin, İşçi Sınıfımızın Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü olan 1 Mayıs’a yoğun bir katılım sağlamak olduğunu vurguladıktan sonra sözlerini bitirdi. İşçi Sınıfı adına yapılan konuşmadan sonra ise Partimizin Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş söz aldı. Yoldaşımız sözlerine Faruk Hoca’nın belleğinde bıraktığı unutulmaz izleri anlatarak, Faruk Hoca’nın öğrencisi olmaktan onur ve gurur duyduğunu belirterek başladı. Parababalarının ve AKP Hükümetinin zulüm politikalarından, bu politikalara karşı geliştirilmesi gereken çözüm yollarından, Partimizin bu noktadaki çalışmalarından söz eden Yoldaş’ımız, Faruk Hoca’mızın kavgası olan insanlığın kurtuluş kavgasını bir an önce zafere ulaştırmamız gerektiğinin ve bunun da ancak Hikmet Kıvılcımlı Usta’dan edindiği teorik ve pratik mirasla mücadele eden Kurtuluş Partiler tarafından başarıya ulaştırılacağının vurgusunu yaptı. Yoldaş’ımızın yapmış olduğu coşkulu ve doyurucu konuşmadan sonra müzik dinletisi yapıldı. Müzik dinletisinin ardından etkinliğimiz karşılıklı sohbetlerle son buldu. Biz Konyalı Kurtuluş Partililer olarak, Faruk Hoca’mızı ve tüm yoldaşlarımızı bundan sonra da saygıyla anmaya ve mücadelelerini kararlılıkla sürdürmeye devam edeceğiz. Ve mutlaka onların mücadelelerini başarıya ulaştıracağız. Konya’dan Kurtuluş Partililer Antiemperyalist Kurtuluş Savaşının İlk Kıvılcımı: 19 Mayıs 1919 B irinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, Osmanlıyı küçük lokmalara bölerek yutmak üzere vatan topraklarını dört bir yandan işgal eden emperyalist 7 düvele karşı, “Rus Genelkurmayı”nın, “1916 yılında Türk Ordusu komuta kurulu için yaptığı değerlendirmede, “yiğit, yetenekli, enerjik ve bağımsız hareket edebilen bir subay olarak nitele”diği Mustafa Kemal ve Yurtsever duygularla donanmış arkadaşlarının “halkın silahlı gücü ve öncüsü olarak harekete geçişi”nin ilk kıvılcımıdır 19 Mayıs 1919. Türkiye’de Ulusal Kurtuluş Hareketinin önkoşulları, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında oluşmuştu. Asker kaputu giydirilmiş Türk işçi ve köylüleri, emperyalist savaşın ne demek olduğunu anlamışlardı. Yabancı ve “kendi” sömürücülerinin çıkarları için kanlarını daha fazla akıtmak istemiyorlardı. (Abdula Mardonoviç Şamşutdinov, Bir Sovyet Tarihçisinin Gözüyle Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı (1918-1923), s. 70) Birinci Emperyalist Yağma Savaşının sona ermesi, “(…) halk yığınlarının soyulmasına ve tutsaklaştırılmasına son vermedi. Türkiye’nin teslim olmasından sonra ülkenin ekonomik ve siyasal merkezlerinin işgalinin, işgale eşlik eden yağma, zulüm ve zorbalığın ve Batı Anadolu’da Türk halkının kırımının, halkta yeni bir öfke dalgası ve İtilaf Devletleri’nin politikasına karşı nefret uyandırmaması ve Türk halkının özgürlük kavgasına yeni bir yön kazandırmaması olanaksızdı. “M. V. Frunze şöyle yazıyordu: “En kaba türünden zorbalık, soygun ve aşağılamanın bundan daha parlak bir tablosunu düşünmek olanaksızdı. Bunun sonucunda, bir dizi savaştan (Trablusgarp, Balkan ve tüm Avrupa savaşları) bitkin düşmüş olmasına karşın Türkiye’de, Türk halkının ezici bir çoğunluğu, işgalcilere karşı açıkça savaşa girdi. İstanbul’da İngiliz-Fransız süngüsünün saygın koruculuğu altında oturmakta olan resmi Türk hükümeti bu hareketi onaylamazken, hareket, bu hükümeti umursamadan, ona karşı ve bu arada belli bir devrimci nitelik de kazanarak gelişmesini sürdürdü.” (agy, s. 72-73) “(…) 1919 yılından başlayarak Anadolu’nun geniş emekçi yığınlarını kaplayan devrimci duyarlılık, devrimci silahlı güçlerin örgütlenmesine hızla bir temel sağladı. Anadolu’nun hemen hemen bütün bölgelerinde, özellikle yöresel girişimler ve olanaklarla, gerilla niteliği taşıyan ve işgalcilere karşı çete (partizan) savaşı veren silahlı birlikler doğdu… Bütün bu birlikler, Kuvayı Milliye (ulusal güçler) adıyla tanınan silahlı gücü oluşturuyorlardı… Sınıfsal niteliği bakımından bu ‘ulusal güçler’ her şeyden önce emekçi öğeyi, Anadolu köylüsünü temsil etmekteydi.” (agy, s .74) Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, “Düşündüğü gibi yaşamak için savaşmayan aydın, uşaktır” der. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, bir ulusun tutsak yaşamaktansa yok olmasının daha iyi olacağına inanmışlardı. Onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamak isteyen, emperyalistlerin boyunduruğuna girmek istemeyen Türk ve Kürt Halklarının isyanını örgütlemek üzere girdiler savaşa. Parolaları, “Ya İstiklal Ya Ölüm!”dü. Aldırmadılar düşmanın çokluğuna. Ürkütmedi bu yurtsever insanları emperyalistlerin silah üstünlüğü. Çünkü çıktıkları bu yol onurluydu, şerefliydi, yüce bir davaydı ve arkalarında emperyalist işgale boyun eğmeyen Türk ve Kürt Halklarının gücü vardı. Antep Komutanlarından Binbaşı Arslan Bey: “Dostlarım! Biz ister az, ister çok olalım, hepimiz buradayız. Düşmanın topu, otomatik silahları ve iyi donatılmış askerleri var. e olursa olsun, karşımızdaki düşmandan korkmayın. Siz ondan güçlüsünüz. Çünkü kendi toprağınızı, kendi ailenizi, kendi namusunuzu koruyorsunuz…” (agy. s.163) diye sesleniyordu neferlerine. İşte Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandıran Türk ve Kürt Halklarındaki bu anlayıştı. Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere götüren yolun en temel ve en önemli diğer yapı taşı, Lenin Usta’nın oya işler gibi örgütlediği Ekim Devrimi tarafından döşenmişti. Ekim Devriminin ilk yaptığı işlerden biri, Türkiye üzerine oynanan Emperyalist oyunları bozmak ve Emperyalistlerin aşağılık planlarını açığa çıkartmak oldu. “Rus SFSC Halk Komiserleri Sovyeti’nin “Rusya ve Doğu’nun Tüm Emekçi Müslümanlarına” çağrısında şöyle denilmekteydi: “Doğu Müslümanları, İranlılar ve Türkler, Araplar ve Hintliler! Kafaları ve varlıkları, özgürlükleri ve anayurtları yüzlerce yıldır Avrupa’nın açgözlü yırtıcılarınca alınıp satılanlar; savaşı başlatan soyguncularca yurtları paylaşılmak istenenler! “İstanbul’un ele geçirilmesi konusunda devrik çarın yaptığı ve devrik Kerenskiy’ce onaylanan gizli antlaşmaların bugün yırtılıp yok edildiğini bildiririz! Rusya Cumhuriyeti ve onun hükümeti, Halk Komiserleri Sovyeti, yabancı toprakların ele geçirilmesine karşıdır.” (agy, s. 64) Ekim Devrimi’nin bu yaklaşımıyla umutları coşkun bir sele dönüştü Birinci Kuvayimilliyecilerin. “Rus Devrimi doğudan bir güneş gibi geldi ve ezilen insanlığın yüreğini parlak bir geleceğe umutla doldurdu. Bu şanlı devrim, emperyalist batıya karşı yeni bir cephe oluşturdu,” (agy, s. 67) diyordu, Ankara Hükümeti Eğitim (Maarif) Bakanı Doktor Rıza Nur Bey. Yine Mustafa Kemal şöyle demekteydi: “Kendi zincirlerini parçalamakla yetinmeyerek tüm dünyanın kurtuluşu için iki yıldan beridir benzersiz bir savaş yürüten ve yeryüzünden zulmün sonsuzca kalkması için inanılmaz acıları coşkuyla göğüsleyen Rus halkına karşı Türk halkının beslediği hayranlık duygusunu size bildirmekten rilmesi, Türk ulusal kurtuluş devriminin sırası gelmiş büyük bir zaferiydi. Bu zafer, emperyalizmin ajanı olan ve ulusal bağımsız bir Türk devletinin kurulması yolunu tıkayan içteki gerici güçlere karşı kazanılmıştı.” (agy, s. 347) Emperyalistlere bel bağlamış benliklerini emperyalistlere satmış, ülkenin kurtuluşunu mandacılıkta gören, Tayyipgillerin daha tohum halinde bulunduğu, Damat Feritlere, Ali Kemallere, Sait Mollalara, Rıza Tevfiklere karşı da verilen bir savaştı Ulusal Kurtuluş Savaşı. Bu savaş bitmedi. Devam ediyor. Hesap kapanmadı çünkü. 92 yıl önce 19 Mayıs 1919’da başlayan savaşla bu topraklardan kovulanlar, denize dökülenler, emperyalistler ve o emperyalistlerin kucaklarına oturanlar, Emperyalist Çakallarla işbirliği yapanlar, bugün yine bu topraklarda cirit atıyorlar. 92 yıl önce budanan, fakat kökü kazınamayan Tefeci-Bezirgân Sermaye, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin kontrolü altında yeniden halklarımızın başına bela edildi. Bu Ortaçağcı güçlerin son kadroları olan Tayyipgiller, Türk ve Kürt Halklarının geleceğini zapturapt altına almak için tohumlarını saçıyorlar kanla kazanılan topraklar üzerine. büyük bir sevinç duymaktayım… Bir yandan Batılı emekçiler, öte yandan Asya ve Afrika’nın tutsak edilmiş halkları, içinde bulunduğumuz şu sırada, uluslar arası kapitalin, egemenliğinin en yüksek karını elde etmek için onları birbirlerini yok etmek ve tutsaklaştırmak yolunda kullandığını anladıkları gün; sömürgeci politikanın caniliğinin bilinci, dünya emekçi yığınlarının yüreğine işlediği gün, burjuvazinin egemenliği sona erecektir. Ben buna derinliğine inanmaktayım ve tüm yurttaşlarım da bu inancımı paylaşmaktadır.” (agy. s. 218) “Doğu halkları komünist örgütlerinin ll. Tüm Rusya Kurultayı’nda okunan raporunda V. İ. Lenin şöyle demekteydi: “Kızıl Ordu’nun savaşımının ve zaferinin tarihi, Doğu halklarına, bu halklar ne kadar güçsüz olursa olsun, savaşta tekniğin ve savaş sanatının bütün mucizelerini kullanan Avrupalı zalimlerin gücü ne kadar yenilmez görülürse görülsün, yine de ezilen halkların yürüttüğü devrimci savaşın, eğer bu savaş milyonlarca emekçiyi ve sömürüleni gerçekten uyandırabiliyorsa, bu savaşın, kendisinde öylesine olanaklar, öylesine mucizeler gizlediğini gösterecektir ki, Doğu halklarının kurtuluşu şimdi pratik olarak gerçekleştirilmiştir artık.” (agy, s. 68) Emperyalist 7 düvele karşı yalnız değildik artık. Uyanan ve davranışa geçen milyonlarca emekçi Türkün ve Kürtün Umutlarını daha da bir yeşertti Ekim Devrimi. V. İ. Lenin: “Manevi destek, sempati üç kat daha büyük bir güçtür. Türk halkı yalnız olmadığını hissedecektir.” (agy, s. 329) diyordu. Destek sadece manevi olarak kalmadı. Bu savaşta en büyük müttefikimiz tarafından yapılan her türden silah, teçhizat ve para yardımları zafere giden yolu daha bir kısalttı. Mustafa Kemal son derece duru bir şekilde dile getiriyordu, Lenin Usta ve Sovyet Halkının can simidi yardımlarını: “Eğer Rusya’nın yardımı olmasaydı yeni Türkiye’nin İngiliz-Fransız ve Yunan Müdahalecilere karşı zaferi ya bugünküyle karşılaştırılamaz ölçüde büyük kurbanlar pahasına elde edilirdi ya da hatta büsbütün olanaksız olurdu. Rusya Türkiye’ye hem manevi hem maddi bakımdan yardım etti. Ulusumuzun bu yardımı unutması bir suç olur.” (agy, s. 273) Birinci Kurtuluş Savaşçıları, yalnızca Avrupa’nın Emperyalist açgözlü yırtıcılarına karşı mücadele vermediler. “Yüzlerce yıldır süren baskıcı sultan egemenliğine son ve- 92 yıl önce Sevr ile yapamadıklarını bugün Yeni Sevr ile yapmak istiyorlar AB-D Emperyalistleri, yerli satılmışlar eliyle. Çok daha deneyimliler, çok daha acımasızlar. Ülkeyi en az üçe bölmek için bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliğinin temelini dinamitleyip kan dökmekten, acılar çektirmekten çekinmiyorlar. Komutanı AB-D Emperyalistleri, askerleri Fethullah ve Tayyipgiller olan “Ergenekon” Maskeli CIA operasyonuyla, Yurtsever, Antiemperyalist subaylar, aydınlar tecrit edilmeye, Birinci Kuvayimilliye’nin tüm kalıntıları ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. O yüzden görülecek hesabımız var AB-D Emperyalistleriyle. Bu sefer inlerine göndermekle kalmayıp ortadan kaldıracağız İkinci Kurtuluş Savaşı’yla Emperyalist çakalları. Görülecek hesabımız var; Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bütün kazanımlarımızı, tüm değerlerimizi yok etmeye çalışan ve bu uğurda hatırı sayılır yol kat eden Mandacılar cephesiyle, Yerli Parababalarıyla (TÜSİAD, TİSK, TOBB, MÜSİAD), Ortaçağcı Şeriatçı Tayyipgillerle, pezevenkleşmiş medya kalemşorlarıyla, gafilliğinden AB-D yolunu savunan, bu karanlık yolu da solculuk sanıp bu cephenin içinde yer alan Sahte Solcularla, hainliğinden AB-D kucağında gönüllü yer alan Sorosçu uşaklarla. Emperyalistler ve yerli satılmışlar sanmasın ki bu hesap hep açık kalacak. İşçi Sınıfımız, üretmen halkımız, esnafımız, namuslu aydınlarımız, Sivil-Asker Gençliğimiz ve Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek İkinci Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyip, Birinci Kuvayimilliyecilerin yarım bıraktıkları bu hesabı kapatacağız. Hainlerin-işbirlikçilerin egemen olduğu bu soygun ve vurgun düzenini, yerli-yabancı Parababaları düzenini yıkıp, Demokratik Halk İktidarını kuracağız. 19 Mayıs 2011 Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi! HALKIN KURTULU. PARTİSİ GENEL MERKEZİ CMYK CMYK 11 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Çanakkale Geçilmez, Direnen Halklar Yenilmez Kurtuluş Partililer, AB-D Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara karşı 96. Yıldönümünde Çanakkale Zaferi’ni kutladı İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak Çanakkale Zaferi’ni, şanına yaraşır bir şekilde kutladık. Çanakkale Zaferi’ni kutlamayı asıl hak eden biz yurtseverler; gericilerin, faşistlerin hurafelerle içini boşaltmaya çalıştıkları antiemperyalist bu zaferi, özüne uygun kutlamak ve Tayyipgiller’in sahte vatanseverliğini teşhir etmek için Çanakkale’deydik. Tarihe altın harflerle “Çanakkale Geçilmez” sözünün yazıldığı şehirde, 18 Mart sabahı, açtığımız pankart, döviz ve kızıl bayraklarımızla süslü kortejimizle Çanakkale Limanı’ndan meydana doğru sloganlarla yürüyüşe geçtik. Etrafımızda toplanan insanlarla birlikte Cumhuriyet Meydanı’na geldik. Halkın her kesiminden insanlarımızın olduğu eylemde sık sık “Çanakkale Geçilmez Örgütlü, Birleşik Halk Yenilmez”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”,“Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Çanakkale Geçilmez, Direnen Halklar Yenilmez” sloganları atıldı. Program, Çanakkale’de hayatını kahramanca feda eden binlerce şehidin anısına saygı duruşuyla başladı. Ardından Partimiz Ankara İl Başkanı ve MYK Genel Sekreter Yardımcısı Av. Sait Kıran basın açıklamasını okudu. Cumhuriyet Meydanı’na çelenk konulmasının ardından kısa bir müzik dinletisi yapıldı. Eylem bitiminde Gelibolu Yarımadası’na geçilerek anıtlar gezildi. Şehitler Anıtı’nda yapılan konuşmada Çanakkale Savaşı’nı en iyi bizim anladığımız ve anlatacağımız, mazlum milletlerin emperyalizme karşı bu ilk zaferinin her zaman gerçek savunucusu olduğumuz belirtilerek, her 18 Mart’ı Çanakkale’de kutlamamız gerekliliği anlatılarak programa son verildi. Kurtuluş Partililer Örgütlü ve Yeneceğine İnanmış Mazlum Halklar Emperyalistlere Yenilmez! Ç anakkale’de Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Arabıyla şehitlerimiz yan yana yatıyor. Onlar, “Yedi Düvel”in “Hasta Adam” diye nitelendirdiği ve öldürücü darbeyi vurmak için harekete geçtiği bir ülkenin-Osmanlı’nın yarı aç yarı tok, ayağında yırtık çarıklı insanlarıydı. O günün en ileri teknoloji ürünü silahlarıyla, gemileriyle donanmış Batılı Emperyalistlere karşı ellerindeki tek mayın gemisi usrat ve 26 mayınla ölümüne mücadele ettiler. Seyit Onbaşı gibi 280 kiloluk top mermisini, ülkesini, onurunu, namusunu emperyalistlere teslim etmeme inancıyla sırtlayıp topun ağzı- libolu Yarımadası’nı geçerek İstanbul’a ulaşma ve ülkemizi işgal etme girişimlerine devam etmeye çalıştılar. Emperyalistler yaklaşık 8 ay süren bu savaştan da “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” diyen Mustafa Kemal gibi savaş dehası komutanları öncülüğünde ölümüne mücadele eden askerlerimiz karşısında mağlup oldular. Partimizin İlk Genel Başkanı Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın da dediği gibi:“Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir.” Bu zafer tüm ezilen-sömürülen mazlum na sürdüler. Ve 3 Kasım 1914’te Çanakkale Boğazı’na dayanan emperyalistleri 18 Mart 1915’te denizde büyük bir hezimete uğrattılar. Tarihe, altın harflerle “Çanakkale Geçilmez!” sözünü kazıdılar. Denizde aldıkları ağır yenilginin ardından 25 isan 1918’de İngiliz, Fransız, Yeni Zelanda, Avustralya ve diğer sömürge ülkelerinden getirdikleri askerlerle bu kez karadan Ge- uluslara silah, cephane, teknoloji gücü ne kadar fazla olursa olsun, emperyalistlerin; örgütlü, haklılığına ve yeneceğine inanmış bir halk karşısında duramayacağını, topukları kıçını döve döve kaçacağını ispatlamıştır. Ve yine Usta’mızın dediği gibi “O yüzden bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.” Şunu da belirtmeden geçmeyelim; bugün Ortaçağcı Tayyipgiller ve şürekâsı, bir yandan Çanakkale Derleniş Yayınları iki konferansla İzmir Tüyap Kitap Fuarı’ndaydı D erleniş Yayınları, 2011 yılı İzmir TÜYAP Kitap Fuarı’nda her zamanki gibi kızıl standıyla dikkat çekti. Derleniş Yayınevi bu kitap fuarında düzenlediği iki Konferansla dinleyicilerine ülke gündemleriyle ilgili teorik saptamalarını sundu. 17 Nisan Pazar günü “Ege Bölgesinde Doğa Katliamları ve Mücadele Yolları” konulu konferansta konuşmacılar EGEÇEP’ten Muammer Sakaryalı (İnay Çevre İnisiyatifi sözcüsü) ve HKP İzmir İl Sekreteri Levent Çelik’ti. Muammer Sakaryalı konuşmasında; Özellikle çokuluslu şirketlerin Bergama Ovacık’ta başlayan Uşak Eşme Kışladağ, İzmir Efemçukuru ve Turgutlu’da devam eden siyanürlü altın ve nikel aramalarına dikkat çekti. Çevre sorununu çözmek için çevreye duyarlı yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğuna değinerek bu konuda kafa yorulması gerektiğini belirtti. Levent Çelik konuşmasında; Aliağa Termik Santralının yarattığı çevre kirlenmesinin parababalarına yaradığını, kurulmak istenen Aliağa Döküm Tesislerinin Güzelhisar Barajı’na yakınlığı nedeniyle Aliağa’nın içme suyuna vereceği zararı a n l a t t ı . Efemçukuru’nda açılmak istenen altın madeninin doğaya vereceği zarardan söz ederek yakınında kurulması planlanan Çamlı Barajı’nın altın madeni yüzünden engellendiğini Zaferi’ne sahip çıkar görünmek, bir yandan da bu zaferi canı kanı pahasına kazanan askerlerimizi ve Mustafa Kemal’i yok saymak için, bu zaferin kaynağını hurafelere bağlıyor. Otobüsler dolusu insana bu Zaferin kazanıldığı, destansı kahramanlıkların yazıldığı yerleri dolaştırırken, evliyaların ruhlarının büyük yardımlarıyla savaşın kazanıldığı demagojisini yaparak Çanakkale Zaferi’ne, Şehitlerimize ve Zaferin önderlerinden biri olan Mustafa Kemal’e en büyük ihaneti ve alçaklığı yapıyorlar. Onların ölümüne mücadelesini olmamışa çeviriyorlar. Çanakkale Zaferi, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza da ilham vermiştir. Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal’in komutanı olduğu 19’uncu Kolordu, emperyalist yağmacı orduları Anafartalar, Conkbayırı ve Arıburnu’nda büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Bu savaşlarda Mustafa Kemal’in askeri dehası da ortaya çıkmıştır. Düşman generali Ian Hamilton’un düşünme biçimini çözen Mustafa Kemal, onun hangi bölgeden çıkartma yapacağını da öngörmüş ve bir şaşırtmacayla asıl askerî yığınak o bölgeye yapılarak Batılı Emperyalistlerin orduları hezimete uğratılmıştır. Düşman Gelibolu Yarımadası’ndan defolup gitmek zorunda kalmıştır. Böylece Mustafa Kemal, askerî dehasıyla gerek subaylar-askerler arasında gerekse halk nezdinde tanınmış ve Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın da önderi olmuştur.“Çanakkale Geçilmez!” dedirten Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Arabıyla Alevisi-Sünnisiyle, gerçek anlamda tüm ezilen mazlum halkımız, ülkemizi Sevr Anlaşması’yla bölüp parçalamak ve her bir parçasını lüplemek isteyen Batılı Emperyalistlere karşı bir kez daha taarruza geçmiştir. Mustafa Kemal önderliğinde 4 yıl süren Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız gerçekleşmiş, 1 milyon insanımız ve arlıdere, Güzelbahçe, Urla, Seferihisar’da yaşayan üçyüzbin kişinin içme suyuna kavuşmasının önüne geçildiğini belirtti. Bayraklı’da Barış Anıtı’na yakın bölgede Arapdağı’nda altın madeni kurulmak istendiğine, bunun bölge halkına zarar vereceğine, üstelik bölgenin sel felaketinden dolayı ağaçlandırma sahası ilan edilmesine rağmen izin alınarak beton yol yapıldığına, bunun arkasında da Tayyipgiller’in olduğuna, Metro Şirketi’nin ortaklarından birinin AKP Samsun Milletvekili Tayfun Öztürk olduğuna dikkat çekti. İzmir- İstanbul otoyolunun çevreye zarar vereceğini, hazırlanan ÇED raporunun arkasında şaibeli ERO şirketinin olduğunu, bu raporların halkın değil Parababalarının çıkarını savunacağını belirterek mücadelenin emperyalizme karşı mücadeleden ayrılmayacağını, çözümün halk iktidarı olduğunu belirterek sözlerini bitirdi. *** 24 Nisan 2011 Pazar günü düzenlediğimiz “Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Sevr ve 2. Kurtuluş Savaşı’mız” konulu Konferansta yönetici, HKP İl Başkanı Av. Tacettin Çolak, konuşmacı HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’ydı. Tacettin Çolak açış konuşmasında Türki- şehit olmuştur. Ve bu, dünyanın ilk zaferle sonuçlanan Ulusal Kurtuluş Savaşıdır. Ülkemizi bölüp parçalamak isteyen Sevr Anlaşması emperyalistlerin suratlarına çarpılmıştır. Çanakkale Zaferi ayrıca, devrim ateşiyle yanan Rusya’da, emperyalistlerin Boğazlar’dan geçerek Rus Emperyalizmine destek olmasını engellemiş ve devrimin hızlanmasına katkıda bulunmuştur. Bu dayanışma Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız sırasında da devam etmiş, devrimini daha yeni yapmış Sovyetler ve Önderi Lenin Usta, Kurtuluş Savaşı’mızın en büyük müttefiki olmuştur. yor”. Kime? AB-D’ye, Fethullah’a ve Ortaçağcılara. Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’ni şimdilik sindirdiler. Yargıyı da HSYK’nin, Yargıtay ve Danıştay’ın yapısını değiştirerek sindirme-etkisizleştirme-Tayyipgiller Yargısı’na dönüştürme yolunda adım adım ilerliyorlar.Mustafa Kemalci, Yurtsever askerler, bilim adamları, gazeteciler bir bir Silivri Zindanı’na tıkılıyor. Gazeteci Ahmet Şık’ın gözaltına alınırken söylediği gibi “dokunan yanı- nekli Ordu Gençliği’mizle, bilim insanlarımızla, köylümüzle, tüm ezilen, sömürülen halkımızla birlikte başaracağız. 18.03.2011 Değerli Halkımız! Bugün Çanakkale Zaferi’ni kutlarken, Şehitlerimizi anarken içimiz bir başka titriyor. Ne yazık ki, Çanakkale Zaferi’yle ve ardından Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızla ülkemizden defettiğimiz AB-D (ABD-AB) Emperyalistleri bu kez bacadan giriyorlar. Topla tüfekle değil, Para-Casus-Ordu gücüyle ülkemizi yarısömürgeleştirmiş durumdalar. IMF’si, Dünya Bankası, AB’si NATO’suyla hem ekonomik hem askerî hem de siyasi anlamda kıskıvrak pençelerine aldılar ülkemizi. Yeni Sevr’i dayatıyorlar. Ülkemizi en az üçe bölmek istiyorlar, daha kolay sömürüp yağmalayabilmek için. Bunun için de kendileri için direnç noktası olarak gördükleri Mustafa Kemalci, Yurtsever kişi ve kurumları Tayyipgiller eliyle düzmece bir “Ergenekon” safsatasıyla etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Ve bunda ne yazık ki bir ölçüde başarılı da oldular. ye’nin geldiği durumu anlatarak oynanmak istenen oyunlara dikkat çekti. Gürdal Çıngı konuşmasında, Ermeni Soykırımı tezinin emperyalistlerin tezi olduğunu, Türkiye’yi parçalamak isteyen güçlerin Sevr’deki gibi yeni oyunlar peşinde olduğunu, buna karşı 2. Kurtuluş Savaşının şart olduğunu söyledi. Ortadoğu’da oynanan oyunlara dikkat çekerek Arap halkındaki mayalanmaya, milyonların kendilerine güveninin arttığına, diktatörleri alaşağı ettiklerine, Libya’daki ayaklanmanın masum olduğuna ancak emperyalistlerin saldırısının başlamasıyla beraber direnişin kirlendiğine dikkat çekti. ABD Emperyalistlerin “Büyük Ortadoğu Projesi”ne göre küçük devletçiklerle Ortadoğu’da egemenliklerini artırmak istediklerini, Türkiye üzerinde oynanan oyunları Sevr’ci solun göremediğini ve emperyalistlerin oyununa geldiklerini örneklerle anlattı. Latin Amerika’dan esen devrimci rüzgârın Değerli Arkadaşlar, Değerli Halkımız! Bugün karanlık günlerden geçiyoruz. “Yedi Düvel”e ve ülkemizdeki Tefeci-Bezirgânlığa- Ortaçağcılığa karşı Mustafa Kemal önderliğinde Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş ve onu zaferle taçlandırmış bir ülkenin bütün yönetim mekanizmaları aynı “Yedi Düvel”in, AB-D Emperyalistlerinin yerli uşakları olan, Tefeci-Bezirgânlığın temsilcisi, Ortaçağcı ve Mustafa Kemal’e, ulusal değerlere düşman Tayyipgiller tarafından zapt edilmiş durumda. Mustafa Kemal’e “Ölmüş İnek” diyen Tayyip “demokratikleşiyoruz” diyerek Mustafa Kemal düşmanlığı yapıyor. Çünkü biz ne kadar Antiemperyalist-Tam Bağımsızlıkçı, tam anlamıyla Laikliğin savunucu isek Tayyipgiller de o kadar emperyalizme göbekten bağımlı, ulusal değerlere, laikliğe düşmandır. İşte bu yüzden bir İkinci Kurtuluş Savaşı gerekiyor ve bizler İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Antiemperyalist, Antişovenist, Antifeodal İkinci Kurtuluş Savaşımızı sosyal kurtuluşla-Sosyalizmle taçlandıracağız. Birinci Kurtuluş Savaşımızın yarım bıraktığı işi tamamlayacağız. Emperyalistleri ve onların yerli uşaklarını bir daha geri dönmemecesine inlerine göndereceğiz. Ülkemizde Sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız. Ve bunu, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, 1000 yıldır birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, Devrimci gele- Çanakkale Geçilmez! Halkız Haklıyız Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi etkisinin Arap Halkında görüldüğünü, Türkiye Topraklarında da mutlaka görüleceğini, buna inancımızın tam olduğunu ve İkinci Kurtuluş Savaşı’nı mantıki sonucuna ulaştırıp Halk İktidarını kuracağımızı belirtti. Konferansımıza ilgi çok yoğundu. Dinleyicilerin yerlere oturarak dinlediği konuşma, alkışlarla karşılandı. Biz de TÜYAP Kitap Fuarı’nda halkımıza gerçekleri açıklamanın ve çözüm yollarını göstermenin mutluluğunu yoldaşlarımızla yaşadık. 24 Nisan 2011 İzmir’den Kurtuluş Partililer CMYK CMYK 12 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 1 Mayıs 2011: İşte Devrim Cephesinin Gücü Onca ideolojik gerilemeye, onca dağınıklığa rağmen ne muazzam güçtü O... Baştarafı sayfa 1’de 1910 ve 1911’de Selanik İşçileri yine meydanlardaydı. İstanbul’da ilk 1 Mayıs kutlaması 1912’de Pangaltı’da gerçekleştirildi. 1913’te yasaklandı 1 Mayıs kutlamaları. İtilaf Emperyalistlerinin (İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Yunanlıların), yani işgalcilerin yani sömürgecilerin çizmeleri altında inleyen İstanbul’da kutladık 1921 1 Mayısı’nı. İşgalcilere inat haykırdık Bağımsızlık talebimizi; haykırdık 8 saatlik işgünü talebimizi; haykırdık eşit işe eşit ücret talebimizi… 1923’te İstanbul’da bir kez daha kutlandı 1 Mayıs. Siyasi sloganlarla alanlara çıktılar tütün işçileri, askeri fabrika ve demiryolu işçileri, fırıncılar, tramvay, telefon, tünel, gazhane işçileri… “Yabancı Şirketlere El Kon- sun, “Sekiz Saatlik İş Günü”, “Hafta Tatili” “Serbest Sendika ve Grev Hakkı” sloganlarını haykırdılar en gür sesleriyle… 1924’te “Amele (İşçi) Bayramı” olarak kutlandı 1 Mayısımız… Sonra, Ulusal Kurtuluş’tan sonra, yerli Parababaları yasaklamaya kalktılar bu kez, günler öncesinden gözaltına alarak alanlara çıkmamızı engellemeye çalıştılar, tutukladılar İşçi sınıfı Önderlerini ve Komünistleri… Cezaevlerinde kutladık marşlarımızla, sloganlarımızla, Duruşma salonlarında kutladık kızıl karanfillerimizle... *** 1976’da, bir yanardağ nasıl fışkırırsa yeraltından gökyüzüne bir anda, öyle fışkırdık alanlara… Yüz binler olduk doldurduk sokakları, alanları. Taksim Alanı, 1 Mayıs Alanı oldu ondan sonra… Görmeyen göz, duymayan kulak kalmadı: 1 Mayıs mücadelesi sürüyordu yıllardır! *** Onlarca yıl yeraltına itmişlerdi oysa. Kutlanmıyordu özgürce 1 Mayıslar. Öylesine korkmuşlardı ki 1 Mayıs’lardan, adına bile tahammül edemeyip “Bahar Bayramı” demişlerdi. Şaşırdılar, korktular… Hain korkak olur, çünkü. Korku, katliama dönüştü. ABD’nin casus örgütü CIA devreye girdi. Yerli Kontrgerilla görevlendirildi. 1977 Mayısı’nda katlettiler 34 fidanımızı. Katlettiler 34 yurtseveri, antiemperyalisti, işçiyi, emekçiyi, genci, kadını… Korkarız sandılar, yılarız sandılar, yendik sandılar! Yanıldılar! Bir kez daha doldurduk alanları 1978’de. 1977 Katliamı’na inat haykırdık yüz binlerle taleplerimizi, haykırdık yerli-yabancı Parababalarına öfkemizi, haykırdık CIA’ya-Kontrgerillaya kinimizi… Yasakladılar 1 Mayıs Alanı’nı 1979’da, sokağa çıkma yasağı koyarak yasakladılar alanları... Bir kez daha doldurduk onlara inat sokaklarını İstanbul’un; emeğin, alınterinin başkentinin… Sonra yasaklarla engelleyemeyince gelişen mücadelemizi, 12 Eylül Faşizmini devreye soktular. Yüz binlercemizi gözaltına aldılar, işkencelerden geçirdiler en insanlık dışı, gözaltında kaybettiler yüzlercemizi, tutukladılar on binlercemizi, astılar onlarcamızı… 12 Eylül Faşizmi, “Bahar Bayramı” adına bile tahammül gösteremedi. Tatil olmaktan çıkardı. Yendik sandılar, kazandık sandılar bir kez daha. Yanıldılar! 12 Eylül Faşizminin en karanlık yıllarında da kutladık 1 Mayısları; Cezaevlerinde, işkencehanelerde, sokaklarda, üniversite bahçelerinde, fabrikalarda, köylerde… *** Sonra bir kez daha alanlara çıktık 80’li yılların ikinci yarısından itibaren. Bir kez daha doldurduk sokakları. Bir kez daha haykırdık devrimci taleplerimizi, haykırdık Parababaları düzenine olan öfkemizi ve kinimizi. Ve artık sokaklar bizim oldu engelleyemediler mücadelemizi. Bunun üzerine öfkemizi, kinimizi, hıncımızı bir kez daha kurşunlarla engellemeye çalıştılar; bastırmaya, sindirmeye çalıştılar mücadelemizi... Şehit verdik Mehmet Akif Dalcı’yı 1989’da, Şehit verdik; Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı, Levent Yalçın, Akın Rençber’i 1996’da… Sakat kaldı Gülay Beceren, 1990 1 Mayısı’nda polisin açtığı ateşle… Kınından çıkmış bir bıçak nasıl parlarsa, biz de bir kez kınımızdan çıkmıştık artık. Durduramazdı hiçbir baskı, katliam bizi. Durduramadı da zaten. Parladık, ateş olduk, harladık mücadeleyi… *** 2007 yılında Taksim’e sokmamak için İstanbul’a sokmadı dışarıdan gelenleri Parababaları. Tüm İstanbul Sokak sokak, cadde cadde kuşatılmıştı Parababaları Cephesince. Son onyıllarda Taksim için en kararlı atılımın ilki bu yıl gerçekleşmişti. İstanbul’un girişi Kurtköy gişelerinden Gebze’ye kadar, 1 Mayıs kutlamalarına sahne oldu, vapurlar işgal edildi Topçular’da Kurtuluş Partililerce tüm engellemeleri rağmen. Ve İstanbul’daki güçlerle tüm barikatlara, tüm engellemelere rağmen eşzamanlı olmazsa da girildi Taksim’e binlerle… 2008’de, Taksim’i 1 Mayıs Alanı olarak açmama yönünde elindeki bütün olanakları kullandı. Diğer illerden gelen insanlar İstanbul’a sokulmadı. DİSK Genel Merkezi sabahın köründe kuşatıldı. DİSK binasındaki sendikacılara ve işçilere acımasızca saldırıldı. Başta DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu olmak üzere, Proletarya Sosyalistleri Kurtuluş Partililer DİSK önünde militanca mücadele ettiler Parababalarının kolluk güçlerine karşı. Gaz bombaları, tazyikli, boyalı sular kâr etmedi Proletarya Sosyalistlerinin 1 Mayıs’ı kutlama iradelerine. Alana gelmeye çalışan herkese gazlarla, coplarla saldırdılar. 1 Mayıs Alanı’na sokmayız sandılar. Ama fena halde yanıldılar. Devrimci irade, Parababalarının iradesini yendi. Kurtuluş Partililer, 1 Mayıs Alanı’na çıktılar. Kutlamalarını gerçekleştirdiler. Diğer sendikalar ve devrimci gruplar da bulundukları mevzilerde kutlamalarını gerçekleştirdiler… Parababaları, 2009’da havluyu atmıştı devrimci iradenin karşısında. Taksim’e “makul sayıda girilebilir” diyerek, teslimiyetlerini gizlemeye çalıştılar. Bir kez daha direnme yolunu seçtiler, ama “makul sayı” on binleri buldu ve 1 Mayıs özgürce kutlandı Taksim’de. 2010 1 Mayıs’ı, Parababalarının kesin yenilgisiydi. 1 Mayıs, özgürce kutlandı Taksim 1 Mayıs Alanı’nda. *** Ve 2011 1 Mayısı’nı da geride bıraktık, özgürce, yüz binlerin katılımıyla kutlanmış bir 1 Mayıs olarak… Hiçbir tartışma yaşanmadı alan konusunda devletle. Hatta İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, çok doğal bir şey söylüyormuş gibi; “İşçilerimiz tabiî ki Taksim’de kutlayabilirler 1 Mayıs’ı”, dedi. Soralım o zaman Parababaları düzeninin tüm yöneticilerine: 1977 1 Mayıs Katliamı’nı niye yaptınız? Mehmet Akif Dalcı, Hasan Albayrak, Dursun Odabaşı, Levent Yalçın ve Akın Rençber’i niye öldürdünüz?.. Başta Taksim Meydanı olmak üzere, neredeyse tüm İstanbul’u niye gaza buladınız? Soruları fazla uzatmamızın gereği yok… Yendik! Yenildiler! 1 Mayıs mücadelesini biz kazandık! Türkiye İşçi Sınıfı ve emekçi güçleri, emekçi halkları olarak, Türküyle Kürdüyle, Arabıyla Lazıyla, Çerkeziyle Rumuyla, Gürcüsüyle Ermenisiyle tam bir birlik içinde bir araya geldik kardeşçe ve haykırdık hep bir ağızdan Uluslararası Proletaryanın ve emekçi halkların özlemlerini, haykırdık Uluslararası Parababalarına karşı kinimizi… Tüm dünyada da; Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’dan Avrupa’ya her yerde de on binlerin katılımıyla kutlandı 1 Mayıs. En kalabalığı, sosyalizmin Kalesi Küba’daydı. Venezüela, Bolivya başta olmak üzere Latin Amerika ülkeleri de yüz binlerin katılımıyla kutla- CMYK CMYK 13 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Tayyipgiller’in gençliğimizin geleceğini çalmasına karşın “Emek Hırsızı ÖSYM” Grubu her yeri eylem alanına çevirdi Baştarafı sayfa 24’te Konyalı bir öğrencinin açtığı davayla başlayan hukuki süreç, Savcının “Takipsizlik” kararı ama Ali Demir’ler hakkında da “Soruşturma İzni” istemesiyle devam ediyor. Yani “suçlu var suç yok”tu savcıya göre. Nasıl oluyorsa!.. İkinci sınavın yaklaşması nedeniyle şu geldiğimiz süreçte tepkiler durulmuş gibi olsa da Tayyipgiller’in yaptığı açıklamalar, uygulamalar nedeniyle öfke büyüyor. İçinde en ufak bir insan sevgisi, halk sevgisi olmayan ve ülkemizi kendileri için dikensiz gül bahçesine dönüştürmek isteyen Tayyipgiller- Fethullahçılar bundan sonra da boş durmayacak. Ancak Jön Türk gelenekli gençliğimiz de bu haksızlıklara sessiz kalmayacak ve bu oyunu eninde sonunda bozacak. Emek Hırsızı ÖSYM Grubu Ali Demir’i uçurdu! 28 isan Perşembe günü Sakarya Meydanı’nda bir araya gelen Emek Hırsızı ÖSYM Grubu üyeleri, coşkulu sloganları ve düzenli kortejiyle Sakarya’da bulunan dershanelerin önünde yürüyüş yaparak eylemine başladı. Sakarya Meydanı’na tekrar dönen Emek Hırsızı ÖSYM Grubu burada taleplerini dile getiren bir basın açıklaması Emek Hırsızı ÖSYM’ye notalarla protesto İskenderun Anıt Meydanı’nda, 26 isan 2011’de büyük bir konser düzenlendi. Meydan hiç böyle müzikli basın açıklaması görmemişti. 29 isan’da Anıt Meydanı’nda saat 13.30’da sınav sonuçlarını açıklayan ÖSYM’ye karşı sonuç kâğıtları yakılarak yapılan eylemde gençler, Ali Demir’e ve Tayyipgiller’e karşı haklarını alana kadar *** YGS’deki şifreleme skandalına karşı Emek Hırsızı ÖSYM Grubu, bulunduğu her yerde en aktif biçimde ve en önde mücadele etti ve mücadele etmeye devam ediyor. İşte Emek Hırsızı ÖSYM’nin eylemleri: Kurtuluş Partisi, Gelecek Hırsızı ÖSYM’yi protesto etti dı 1 Mayıs’ı. 1 Mayıs 2011’i, Küba’dan sonra, en geniş katılımla kutlayan ülke, Türkiye oldu. Bu da mücadelemizde bize güç ve moral verdi. Bu neyi göstermektedir? Türkiye Halkları, Finans-Kapitalistlerin soygun ve zulmüne, işsizliğe, pahalılığa, yokluğa ve yoksulluğa, her türlü hak arama yollarını tıkamalarına rağmen, mücadele azmiyle doludur. Devrim isteği-arzusu, bizim ülkemizde somut bir gerçekliktir. Eğer biz devrimciler birleşir ve tek bir İşçi Sınıfı Partisinde bir araya gelebilirsek, çok da uzak olmayan bir gelecekte Demokratik Halk iktidarını kurabiliriz. *** 1987’li yıllardan itibaren gelişen mücadelede Burjuva ve Küçükburjuva Sosyalistleri zaman zaman korktular, zaman zaman yılgınlığa kapıldılar, teklediler, tökezlediler... 1992’de, Proletarya Sosyalistleri-bugünün Kurtuluş Partilileri-o zamanki Devrimci Mücadeleciler dışında hepsi, CIA Sosyalisti İP’in kuyruğuna takıldılar İstanbul Gaziosmanpaşa’da. EMEP, Troçkistler, Kaypakkayacılar vb. gibi kimileri Parababalarının karşısına açıktan, cepheden, yiğitçe çıkamadıkları için “Alan Fetişizmi yapmayalım” diyerek sarıgangster Türk-İş’in kuyruğuna takıldılar yıllarca. Ayrı alanlarda kutladılar 1 Mayısları. Sınıf karakterleri ortaya çıktı… Ama onların esamisi okunmadı Proletarya Sosyalistlerinin, Devrimci Sınıf Sendikacılarının kararlılığı karşısında… Onlar yaptıklarıyla-eylemleriyle Tarihe geçtiler, teslimiyetçi olarak… Yeni Sahte TKP gibileri “gaza” ve “provokasyona” gelmemek için, baştan havlu attılar 1 Mayıs Alanı’ndan, vazgeçiverdiler hemen… Hem de devletin geri adım atacağı bir yıl öncesinden belliyken. Yani kazanmışken, kazandığımızı göremeyecek kadar “gaz” korkusuna kapıldılar… Ama bütün bunların karşısına biz Proletarya Sosyalistleri çıktık. Bir göz kırpımı kadar olsun düşünmedik, esnemedik, geri adım atmadık. 1920’den itibaren nasıl vardıysak 1 Mayıs mücadelesinde, nasıl vardıysak 76, 77, 78, 79’da, vardık 12 Eylül Faşizminde, vardık 1980’lerin ikinci yarısından itibaren yeniden başlayan mücadelede. Hem de en başta, hem de en önde… Hem sendikal cephede hem siyasal cephede en kararlı savunucusu ve kazandırıcısı olduk 1 Mayıs’ların ve Taksim’in 1 Mayıs Alanı olarak tescilinin… 1an olsun 1 Mayıs’a 1an olsun Proletarya Sosyalizminin Temsilcisi Kurtuluş Partililere! 1an olsun Türkiye İşçi Sınıfına ve Emekçi Halklarına! Tayyipgiller ve Fethullahçılar’ın YGS skandalına karşı Halkın Kurtuluş Partisi ilk günlerden itibaren en önde mücadele etti. 8 Nisan’da Ankara’da ÖSYM’nin önünde bir eylem gerçekleştiren Kurtuluş Partililer, yoğun güvenlik önlemleri altında kuruma siyah çelenk bıraktılar. YGS’nin iptalini ve sorumluların hesap vermesini isteyen Partililer coşkulu sloganlarla eylemi sonlandırdılar ve hemen izleyen günlerde mücadeleyi büyüterek sürdürdüler. yaptı. Basın açıklaması sonrası sanatçı Oğuz Boran, Emek Hırsızı ÖSYM Grubunu desteklediğini ve yanlarında olduğunu dile getiren bir açıklama yaptı. Gruba Edip Akbayram, Suavi, Onur Akın gibi değerli sanatçıların selamlarını iletti. Basın açıklamasının ardından grup üyeleri tarafından hazırlanan Aliş-Tayyiş gösterisi sunuldu. Halkın yoğun ilgi gösterdiği oyunun ardından Nimet Çubukçu ve Ali Demir’in portreleri balonlar yardımıyla uçuruldu. Müzik ve halaylarla eylem sonlandırıldı. Emek Hırsızı ÖSYM Ankara Grubu 11 Mayıs’ta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının YGS’deki şifreleme olayı ile ilgili verdiği takipsizlik kararını protesto etti. YGS mağduru öğrenciler Ankara Adalet Sarayı önünde yaptıkları eylemde, Ali Demir’in kendisinin bile ‘sehven’ yapılmıştır diyerek kabul ettiği şifreleme ile ilgili olarak takipsizlik kararı verilmesine tepki gösterdiler. Öğrenciler bu kararın mücadelelerini etkilemeyeceğini, YGS iptal edilene kadar ey- Ankara 10 ve 13 isan günleri Sakarya Meydanı’nda toplanan “Emek Hırsızı ÖSYM” Grubu öğrencileri, “A-B-C-D-E Kopyacı Şifreci AKP”, “Emek Hırsızı ÖSYM”, “Ömür Törpüsü ÖSYM”, “Öğrenci Kasabı ÖSYM”, “Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız’’ gibi sloganlarla Yüksel Caddesi’ne yürüdüler. Burada öğrenciler taleplerini belirten bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Ardından balon patlatan ve kalem kıran öğrenciler türkülerle, halaylarla eylemlerini tamamladı. lemlerine devam edeceklerini vurguladılar. 12 Mayıs’ta ise Ankara İdare Mahkemesi önünde eylem yapan Emek Hırsızı ÖSYM Grubu yaptıkları açıklamada gençlerin, bu sürece daha fazla katlanamayıp canlarına kıydıklarını, sorumluların süreci hızlandırıp bir an önce iptal kararı vermesi gerektiğini vurguladılar. susmayacaklarını kaydettiler. İşçi sınıfının Birlik, Beraberlik, Mücadele ve Dayanışma günü olan 1 Mayıs’ta Halk Kurtuluşçu Liseliler ve Emek Hırsızı ÖSYM Grubu İşçi Bayramını İskenderun’da kutladı. İstanbul Yapılan haksızlığa karşı seslerini duyurmak isteyen öğrenciler, 10 isan Pazar günü Taksim Meydanı’nda buluştu. Emek Hırsızı ÖSYM Grubu’nun da katıldığı eylemde, Taksim Tramvay Durağı’ndan başlayan yürüyüş gençliğin coşkusuyla, sloganlarla, alkışlar ve marşlarla Tünel’e ka- İzmir’de 10 Nisan’da ÖSYM karşıtı bir eylem düzenlendi. Halk Kurtuluşçu Liseliler, Gazi Bulvarı’ndan Konak SGK önüne yürüyerek kortejde yerini aldı. “Cevaplar Yandaşa Sorular Vatandaşa” yazılı Halk Kurtuluşçu Liseliler pankartının arkasında Gündoğdu Meydanı’na kadar yüründü. Yürüyüş boyunca atılan sloganlar ve devrimci marşlarla coşkulu bir eylem gerçekleştirildi. Ardından alandan, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nden ÖSYM binası önüne gelindi ve eylem burada devam etti. ÖSYM binası önünde kalemler kırılarak tepki gösterildi. Emek hırsızı ÖSYM mağduru liseliler, 15 isan günü saat 16.00’da İzmir Karşıyaka Metro önünde buluştu. “Emek Hırsızı ÖSYM” yazılı pankartın arkasında kortej oluşturan liseliler sloganlarla yürüyüşe geçtiler. Halkın alkışlarla tempo tutarak destek verdiği liselilerin sayısı yürüyüş boyunca artmaya devam etti. Yer yer diz çökerek, yer yer yürüyerek yürüyüşe devam Hatay/İskenderun’da 7 isan ve 15 isan Cuma günü saat 15.30’da Anıt Meydanı’nda toplanan Emek Hırsızı ÖSYM Grubu, sloganlarla Sahil Yolu Caddesi üzerinden Milli Eğitim Müdürlüğüne yürüdü. Taleplerin yer aldığı bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Ardından tekrar Anıt Meydanı’na yürüyen öğrenciler Anıt Meydanı’nda yazmış oldukları “Emek Hırsızı ÖSYM” yazısının harf şekillerini alarak 10 dakikalık bir oturma eylemi gerçekleştirdiler. Daha sonra türküler eşliğinde halaylar çekerek, sloganlar atarak eylemlerini tamamladılar. 17 isan günü Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İzmir Valisi Cahit Kıraç ve protokol üyeleriyle 16. İzmir Kitap Fuarı’nı ziyaret etti. Ziyaret sırasında standları gezen ve yazarlarla sohbet eden Günay, bir stantta konuşma yapıp oradan ayrılmak üzere iken dövizlerle, sloganlarla protesto edildi. Basının çok yoğun ilgi gösterdiği eylem, bütün kanallarda yer buldu. Protesto sırasında güvenlik kuvvetleri önlem aldı fakat gençliği engelleyemediler. İzmir İskenderun 17 isan Pazar günü Sakarya Meydanı’nda toplanan Emek Hırsızı ÖSYM Grubu üyeleri sloganları ile Sakarya’dan başlayıp Yüksel Caddesi’ne kadar süren bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Kortejin en önünde zincirlerle bağlanmış gençleri bir imamın çekmesini konu eden bir mizansen sergilendi. Yoğun ilgi gören mizansen yürüyüş boyunca sürdürüldü. Yüksel Caddesi’ne gelindiğinde talepleri gündem eden bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Açıklamanın ardından ÖSYM’nin cenaze törenine geçildi. Temsili imamın sorduğu “Merhumu nasıl bilirdiniz?” sorusuna hep bir ağızdan “Kötü” cevabını veren gençler haklarını da helal etmediler. Sonrasında toprağın bile bu cenazeyi kabul etmeyeceği düşüncesiyle ÖSYM’nin tabutunu yakan Emek Hırsızı ÖSYM Grubu üyeleri, yine müzik ve halaylarla coşkulu bir biçimde eylemlerini noktaladılar. Bakan Günay’a Halk Kurtuluşçu Liseliler ve Emek Hırsızı ÖSYM’den protesto eden liseliler, heyecanlarıyla halkı da coşturdu. “Direne Direne Kazanacağız”, “Şifreyi Kıracağız Sistemi Yıkacağız”, “Tarikata Mürit Olmayacağız”, “İmamın Ordusu Olmayacağız”, “Abiler Ablalar Hani Bize Sorular”, “Şifreler Yandaşa, Sorular Vatandaşa”, “Gün Gelecek Devran Dönecek ÖSYM Gençlere Hesap Verecek” sloganlarıyla yürüyüş devam etti. Karşıyaka Çarşı Girişi’nde İş Bankası önünde yapılan basına açıklamasından sonra gençler, “Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganını haykırdılar. Mücadelelerinin ÖSYM geri adım atana kadar devam edeceğini söyleyerek eylemlerini bitirdiler. Karşıyaka Halkı, son yılların en güzel eylemini AKP iktidarına karşı hakkını arayan liselilerin coşkusuyla yaşadı. dar devam etti ve Tünel’de yapılan basın açıklamasıyla eylem sona erdi. Emek Hırsızı ÖSYM Grubu, 16 isan Cumartesi günü İstanbul Bakırköy Cumhuriyet Meydanı’nda bir eylem gerçekleştirdi. Sloganlar eşliğinde cadde boyunca yürüyüşe geçildi. Dershanelerin yoğun olarak bulunduğu yerlerde öğretmen ve öğrencilerle buluşulduğunda sloganlar daha bir coşkuyla söylenmeye başlandı. Daha sonra AKP binası önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasında YGS sınavının iptal edilmesi, Milli Eğitim Bakanı ve ÖSYM Başkanının derhal istifa etmesi gibi taleplerin ivedi olarak hayata geçirilmesi gerekliliğinden bahsedildi.“Emek hırsızı ÖSYM”, “A,B,C,D,E, kopyacı şifreci AKP”, “Bakırköy uyuma öğrencine sahip çık”, sloganları büyük bir coşkuyla haykırdı. Çevredeki insanların, özellikle öğrenci velilerinin eyleme ilgisi büyüktü. Çocuklarının gece gündüz demeden çalışmasına rağmen emeklerinin boşa gittiğini, şifre olaylarından ve yapılan haksızlıktan dolayı büyük üzüntü yaşadıklarını belirttiler. Basın açıklamasından sonra kortej daha da büyüyerek sloganlar eşliğinde tekrar meydana gelindi. Burada öğrenciler ellerindeki kalemleri kırarak şifre olayını temsili olarak protesto ettiler. Eylem, çekilen halaylarla sona erdi. Kartal’da da 17 isan’da bir eylem gerçekleştirildi. Eylem, kısa bir yürüyüş ile başladı. Yürüyüş boyunca sloganlar atıldı. Eyleme halkımız da destek verdi. Eylem Kartal Meydanı’nda yapılan basın açıklaması ve çekilen halaylarla sona erdi. Aynı gün Kartal’daki eylem sonrasında, Bakırköy’de bir eylem daha gerçekleştirdi. Grup Yorum Konseri’nin çıkışında İncirli Metro Durağı’nda sloganlarla eyleme başlayan topluluk, İncirli Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçti. Bu sırada dershanelerden ayrılmakta olan öğrencilerin de katılımıyla, CMYK CMYK 14 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Kurtuluş Partisi Gençliği’nden YGS’deki şifre yolsuzluğu, Tayyipgiller Hükümeti’nin Halk Düşmanı yüzünü bir kez daha açığa çıkardı! Tarikata mürit, emperyalizme köle olmayacağız! M elih Aşık, 17 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde bir ankete yer vermiş. Maltepe Üniversitesi’nde Prof. İsa Eşme yönetiminde yapılan ve 10 ilde 1000 öğrencinin katıldığı ankete göre; bu yılki YGS’de şifre ve kopya olmadığına inananların oranı yüzde 7,7. Kız öğrencilerin ayrı okullarda sınava alınmasının güveni zedelediği görüşünde olanlar yüzde 79. Şifre iddialarının LYS’ye olan motivasyonu etkilediği düşüncesinde olanlar % 89. LYS’nin güvenli bir sınav olacağına inananların oranı yüzde 14. Yine 09 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi’nde Abbas Güçlü, Metro POLL araştırma şirketinin bir anketine yer veriyor. Bu ankette “üniversiteye giriş sınavlarını düzenleyen ÖSYM’ye güveniyor musunuz?” sorusuna, katılanların % 72,2’si “hayır” cevabını veriyor. ÖSYM Başkanının istifa etmesini isteyenlerin oranı da yüzde 68. Artık ÖSYM’nin, sınavlarının hiçbir güvenilirliği kalmamıştır. Alçaklıkları iyice gün yüzüne çıkmıştır. Peki, sonuç ne? ÖSYM Başkanı Ali Demir, hâlâ görev başında. Ankara 7. İdare Mahkemesi Yürütmeyi Durdurma talebini reddetti. Her geçen gün LYS’ye biraz daha yaklaşılıyor. Kars’ta, Mersin’de, Iğdır’da 3 genç arkadaşımız intihar etti. İntihar da değil, düpedüz cinayettir bunlar. Tayyipgiller’in, Fethullah’ın cemaatinin cinayetidir. “Mahkeme kararı açıklanmadan YGS sonuçlarının açıklanması kızımın intiharına neden oldu” diyor, Mersin’de lise son sınıf öğrencisi 18 yaşındaki Sıdıka Soydan’ın babası. Bu kadar kolay harcanabiliyor 3 gencin yaşamı, böylesine alçakça hiçe sayılabiliyor. Sınav sonuçlarını düşük bulan binlerce öğrenci itiraz ediyor, bir gece gelen telefonla, “bir yanlışlık” olduğu söyleniyor kendilerine ve ilk gelen puana göre barajı bile geçemeyen bir öğrenci, aslında yüzdelik dilimde ilk 50 bine girebilecek puanı aldığını eyleme devam edildi. Eylem sırasında, yüzlerce insan alkışlarla, trafikteki vatandaşlar da korna çalarak eyleme destek verdiler. Grup eylem sırasında, Dikilitaş’da kortejin önüne çıkan AKP ses aracını yuhaladı ve ıslıkladı. Ses aracı hızla oradan uzaklaştı. Uzun bir yürüyüşün ardından öğrenci ve velilerden oluşan topluluk, Bakırköy Cumhuriyet Meydanı’nda, eyleme halaylarla ve türkülerle son verdi. 23 isan’da saat 13.00’da Bakırköy Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan grup, yarım saat kadar halkı eyleme destek vermeye çağırdı. Eylem, 13.30’daki yürüyüşle devam etti. Basın açıklamasında, 23 Nisan günü yapılan açıklamaya atıfta bulunularak, teknik ve meslek lisesi öğrencilerinin LYS sınavına girişinin engellenmesi protesto edildi. Emek Hırsızı ÖSYM Grubunun, sorunun çözümüne ilişkin somut önerileri ve talepleri, tekrar dile getirildi. Konya Emek Hırsızı ÖSYM Grubu, 24 isan Pazar günü Tayyipgiller’e ve kuklasına karşı alanlarda sesini yükseltti. Saat 13.00’da Kayalı Park Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Basın açıklamasında, YGS Sınavının iptal edilmesi, Milli Eğitim Bakanı ve ÖSYM Başkanının derhal istifa etmesi gibi taleplerin ivedi olarak hayata geçirilmesi gerektiğinin vurgusu yapıldı. Bursa Bursa’da ÖSYM’deki şifre skandalıyla ilgili Tayyipgiller protesto edildi. 15 isan öğreniyor. Sınavı “sehven” şifreliyorlar, puanları “sehven” düşük hesaplıyorlar. Tüm bu olaylar yüzünden üç genç “sehven” intihar ediyor, hayatının baharında… Tüm mal varlığını oğlunun düğününden elde ettiğini söylerken olduğu gibi, en son KPSS’de, YGS’de yandaşlarını, Fethullah’ın müritlerini kayırıp, halk çocuklarının emeğini utanmadan, namus şeref kavramlarını, insanlık onurunu ayaklar altına alarak hiçe sayarken, bir de yüzsüzce “sehven” diyerek halkımızla alay eden bu satılmışlar, ne kadar halkçı, ne kadar Müslüman, ne kadar demokrasi yanlısı olduklarını her fırsatta açığa vurmaktan geri durmuyorlar… İşte böyle namussuzca oyunlarla bir yandan halkın emeğini, alın terini çalıyorlar; özel okullarıyla, dershaneleriyle maddi olarak sömürüp kendi küplerini dolduruyorlar. Bir yandan tarikat evleriyle, yurtlarıyla, medyalarıyla gençlerin beyinlerini yıkıyorlar. Dinle, Allah’la kandırıp kanlarını emiyorlar. Bugün ordu, polis, yargı, yani devletin neredeyse tüm kurumları Fethullah’ın müritleriyle dolu. Kurdukları naylon çetelerle, yaptıkları sahte operasyonlarla da laik, yurtsever, antiemperyalist ordu, yargı mensuplarını, aydınları sindirip susturmaya çalışıyorlar. Buradan aldığı cesaretle Tayyipgiller, hâlâ seçim propagandası yapmak için çıkıp meydanlarda demokrasi teraneleri okuyor, halkımıza Müslümanlık pazarlıyorlar, utanmadan. Daha geçenlerde, bu emek hırsızlığına karşı haklarını savunanlara, mağduriyetin giderilmesi için eylem yapanlara “provokatör” diyen, halkı anarşiye, kaosa sürüklemekle suçlayan, karşılarına diktiği kolluk kuvvetlerini her fırsatta üstlerine saldırtmaktan çekinmeyen Tayyipgiller, bugün utanmadan aynı gençlerden, ailelerinden oy istiyor, alanlarda. Çünkü onlar için yaşamını yitiren gençlerin hiçbir önemi yok; hayatını üniver- ve 22 isan günleri saat 13.00’da Kent Meydanı’nda yapılan basın açıklamasıyla gençler, Tayyipgiller ve onun kuklası ÖSYM’nin kirli yüzünü bir kez daha ortaya çıkardılar. Kent Meydanı’nda sloganlar ve marşlarla birlikte; YGS mağduru öğrenciler, veliler ve bu olaya tepki gösteren vatandaşlar tüm öfkesini haykırdı. Tekirdağ site sınavına endeksleyen halk çocuklarının mağdur olması, emeklerinin boşa gitmesi, intihar edecek kadar büyük bir sıkıntıya düşmesi onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü onlar hırsızlıklarının, namussuzluklarının üzerini yalan dolanlarla, binbir türlü düzenbazlıkla örtbas ediyorlar. Ama bu ilelebet böyle gitmeyecek. Bu, halkımızın makûs talihi değil. Bugün her yerde olabilirler. Sayıları çok, imkânları da fazla olabilir. Biz biliyoruz ve Tarih bize her fırsatta gösteriyor ki, örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın verildiği dönemle bu dönem arasında büyük benzerlikler vardır. O zaman da Türkiye Halkları Mustafa Kemal Önderliğinde; omuz omuza vererek Batılı Emperyalistlere ve yerli uşaklarına, Hilafete karşı, tüm ezilen ulusların emperyalizme karşı ilk zaferini kazanmıştır. Ulusal Kurtuluş Mücadelesini zafere ulaştırmış ve örgütlü halkın yenilemeyeceğini tüm dünyaya bir kez daha kanıtlamıştı. Bugün biz de AB-D Emperyalistlerine ve Yerli Parababalarının Satılmışlar Cephesine karşı, Halk Kurtuluş Cephesini örecek, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zaferle sonuçlandırıp mantıkî sonucu olan sosyalizmle taçlandırarak, emperyalistleri, bir daha geri gelmemek üzere Tarihe gömeceğiz. Buna inancımız tamdır. Örgütsüz Halk, Köle Halktır! Örgütlü Halk, Yenilmez! Sen de Bize Katıl, Halkının, Ülkenin Ortaçağ Karanlığına İtilmesine İzin Verme! Sesimize Ses, Mücadelemize Güç Kat! Parsel Parsel Satılan Bu Vatan, Haince Kumpaslarla Hiçe Sayılan Bu Emek, Bu Kavga Hepimizin! Halk Kurtuluşçu Liseliler öğrencilerle kitleyi bir araya getirmesi ve sloganların atılıp ÖSYM’nin protesto edilmesi bu haklı mücadeleye daha güzel anlamlar yükledi. Eyleme Tekirdağ halkı ve esnafı yoğun ilgi gösterdi. Yapılan basın açıklaması sonrasında eylemle ilgili bestelenmiş şarkı söylenip halay çekildi. Ardından eyleme destek veren Halkın Kurtuluş Partisi avukatlarından Pınar Akbina’ya, Tekirdağ Eğitim-Sen Şubesine, üniversite gençliğine ve Tekirdağ halkına teşekkürler sunulduktan sonra eylem sonlandırıldı. Antakya 16 isan Cumartesi günü Antakya Merkez Künefeciler Çarşısı’nda “Emek Hırsızı ÖSYM” gurubu alanlardaydı. Antakya’da yapılan eylemde; “Şifre yolsuzlu- Tekirdağ’da, Tayyipgiller’in kuklası olan ÖSYM, 15 isan’da saat 16.30’da Tekirdağ Eğitim-Sen Şubesi önünde, liseli öğrencilerin, Eğitim-Sen üyelerinin ve üniver- site gençliğinin toplanarak yürüyüşe geçmesi ile protesto edildi. Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri, öğrencilere yürüyüşte slogan atmayıp sadece kaldırımda yürüyerek basın açıklaması yapmasını yönünde tavır gösterse de, öğrencilerin kararlı tavrı sonucu polisler geri adım attı. Yürüyüş esnasında yol güzergâhına polislerin barikat kurup dershaneler önünden yürüyerek geçilmesini engellemesine rağmen kararlı duruş sayesinde barikat açıldı. Dershanelerin önünde görevli öğrencilerin kitleyi durdurup dershane içindeki ğu sonucu haksızlığa yol açan YGS İptal edilsin. Milli Eğitim Bakanı ve ÖSYM Başkanı derhal istifa etsin, 18-26 Haziran 2011 tarihlerinde yapılacak olan LYS ile YGS sınavı birleştirilerek ÖSYM dışında bağımsız, eğitim emekçileri ve bilim insanlarından oluşacak bir heyet yönetiminde ve denetiminde yapılsın. Şifre sistemini planlayan ve hayata geçiren idari sorumlular, özel kuruluşların yetkilileri ve şifreden faydalananlar tespit edilsin ve yargılansın” talepleri basına ve halka duyuruldu. Nazilli Nazilli’de Emek Hırsızı ÖSYM Grubu, 2 Mayıs’ta saat 17.00’da 80 kişinin katılımıyla İstasyon Meydanı’nda toplanarak Uzun Çarşı’dan Nazilli Belediye Meydanı’na kadar alkışlarla, sloganlarla yürüdü. Yürüyüş sırasında ÖSYM Başkanı Ali De- Basına ve Kamuoyuna YGS eylemine katılan Parti Gençliğimize yönelik polis baskısını protesto ediyoruz T ayyipgiller ve Fethullah Gülen Cemaatinin ortak yapımı olan YGS’deki şifre skandalı, onbinlerce lise öğrencisinin çok haklı tepkilerine sebep olmuştur, bilindiği gibi. En doğusundan en batısına kadar ülkemizin dört bir yanında öğrenci eylemleri gerçekleşmiş ve öğrenci mücadelesi bir anda kitleselleşmiştir. Tek derdi, cemaat müritlerinin kayırılması uğruna yüzbinlerce öğrencinin mağdur edilmesine karşı sesini duyurmak, ÖSYM Başkanının da itiraf ettiği bu haksız-hukuksuz sınavın iptal edilmesini talep etmek olan bu genç-tertemiz kalpli öğrencilerin kitleselliği ve kararlılığı, Tayyip ve şürekâsının ise korkulu rüyası oldu. Her zamanki Kasımpaşalı jargonuyla öğrencileri provakatör ilan eden Tayyip, bu kez de aba altından sopa göstermeye başladı: YGS protestolarına değinen Erdoğan “ortada duyguları istismar edecek bir genç grup var. Taksim’de bin iki bin kişi çıkarmak mesele değil. Biz de 5 bin öğrenciyi o meydanlara çıkarırız ama gerilimden yana değiliz” dedi. (19.04.2011, Gazeteler) Tayyip’e göre, onlar işe ne kadar ahlaksızlık-hilekârlık-şifre-fesat-yalan-dolan karıştırsa da, kimse bunlara ses çıkartmamalı, çıkaran olursa da sesi kesilmelidir. İşte Tayyip’in F Tipi kolluk güçleri, haklı-kitlesel öğrenci mücadelesinde önder olan Partimiz gençliğine bu alçakça motivasyonla baskı ve provokasyon uygulamıştır. Tekirdağ ilimizde yaşayan 2 genç üyemizin evlerine giden sivil polisler, üyelerimizin YGS şifre skandalına karşı yapılan eylemlere katıldıkları için ifadelerine başvuracaklarını belirterek ailelerini rahatsız etmişlerdir. Polisler üyelerimizin ailelerine “Bunların diğer arkadaşlarının da ifadelerini alacağız, seçim sürecine girilen süreçte ayaklarını denk alsınlar, aksi halde zarar göre- cekler” diyerek baskı ve tehditte bulunmuşlardır. Haksızlığa karşı örgütlü tavır gösterenlere yönelik sıklıkla yürütülen, halkımızın en önemli değerlerinden olan aileyi kullanarak yıldırma-korkutma politikasının bir yenisi gerçekleşmiştir. Bu saldırı, genç üyelerimizin nezdinde örgütlülüğe ve Partimizedir. Resmi görevlilerin sergilediği bu davranış, yasal bir kolluk işlemi-soruşturma işlemi değildir. Tam aksine, yasal yetkinin kötüye kullanılmasıdır ve suçtur. Parti üyelerimize yönelik bu yasadışı baskıları protesto ediyoruz. Baskı ve tehditler bizi haklı ve meşru davamızdan döndüremez. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense, ölmek daha iyidir.” Bu itibarla, öğrenci gençliğin taleplerini biz de haykırıyoruz: “Şifre yolsuzluğu sonucu haksızlığa yol açan YGS İptal edilsin. “Milli Eğitim Bakanı ve ÖSYM başkanı derhal istifa etsin. “18-26 Haziran 2011 tarihlerinde yapılacak olan LYS ile YGS sınavı birleştirilerek ÖSYM dışında bağımsız, eğitim emekçileri ve bilim insanlarından oluşacak bir heyet yönetiminde ve denetiminde yapılsın. “Şifre Sistemini planlayan ve hayata geçiren idari sorumlular, özel kuruluşların yetkilileri ve şifreden faydalananlar tespit edilsin ve yargılansın.” 19.04.2011 Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Eskişehir mir’i protesto eden dövizler taşındı. Nazilli Halkı da eyleme katılarak destek verdi. Belediye Meydanı’nda alkışlar ve sloganlar eşliğinde basın açıklaması yapan öğrenciler, AKP Hükümetine bağlı ÖSYM’nin şifreci yüzünü teşhir etti. 1 milyon 451 bin 973 öğrencinin geleceğiyle nasıl oynandığını “Sorular Vatandaşa Cevaplar Yandaşa” sloganıyla bir kez daha haykırdı. Kocaeli 15 isan Cuma günü, Eğitim-Sen Kocaeli Şubesi’nin çağrı yaptığı YGS’deki şifre skandalına tepki eylemine Emek Hırsızı ÖSYM Grubu da katıldı. Kocaeli Merkez Bankası önünde-Yürüyüş Yolu Girişi’nde 17.00’da toplanan lise ve dershane öğrencileri, öğretmenler ve veliler, Yürüyüş Yolu boyunca sloganlar ve alkışlarla yürüdü. ÖSYM Bürosu önünde bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Emek Hırsızı ÖSYM Grubu’nun özellikle “A-B-C-D-E Kopyacı Şifreci AKP” sloganı gerek basından gerekse kitleden büyük ilgi gördü. 16 isan 2011 günü Eğitim-İş Sendikasının çağrısıyla Adalar Migros önünde ÖSYM protestosu yapıldı. Eğitim-İş Sendikası’nın davet ettiği açıklamada Emek Hırsızı ÖSYM Eskişehir Grubu da eylemdeki yerini aldı. Yapılan açıklamada, “27 Mart Pazar günü yapılan YGS’de haremlik selamlık sınav uygulaması skandalı laik, cumhuriyetçi kesimleri isyan ettirmişken, sınavın esas skandalı kitapçıklar dağıtılınca ortaya çıkmıştır. YGS’de yaşanan şifre skandalı binlerce öğrenci ve veliyi isyan ettirmiştir” denildi. 22 isan Cuma günü Emek Hırsızı ÖSYM Grubunun sesi Eskişehir’de bir kez daha çınladı. Hafta başında dershaneler sokağında yoğun bildiri dağıtımı yapıldı. Sınav Dershanesi’nin önünden başlayarak sloganlarla ve dövizlerle Adalar Migros önüne doğru yürüyüşe geçildi. Yürüyüş sırasında halkın alkışlarıyla Migros önünde basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasının ardından sözü Emek Hırsızı ÖSYM’nin avukatı Doğan Erkan aldı. Doğan Erkan açıklamasında, Emek Hırsızı ÖSYM Grubu’nun eylemliliklerinin meşruluğunu, bu nedenden dolayı hakkımızı aramaktan vazgeçilmemesi gerektiğini dile getirdi. Yapılan bu haksızlığın sınavın iptali ile sonuçlanacağını söyleyerek Tayyip’in öğrencilerle değil ÖYSM ile uğraşması gerektiğini vurguladı. Eylemimiz “Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganıyla sona erdi. 15 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve Büyük Ekim Devrimi: Ortak Düşmana Karşı... (IV) BELGE 139 RSFSC’nin Türkiye’deki Büyükelçisinin, TBMM Hükümeti Dışişleri Halk Komiseri’ne Notası(1) 22 Eylül 1921 No. 974-a Sayın Komiser, RSFSC Dışişleri Halk Komiseri Yoldaş Çiçerin’den almış olduğum telgrafın çevirisini ekli olarak sunmaktan memnunluk duyuyorum. “TBMM Hükümeti’ne, Türk ordularının zaferlerinden dolayı candan tebriklerimizi ve Türk ulusuna emperyalizmin istilasına karşı mücadelesinde bundan böyle de büyük başarılar dileğimi iletiniz. o. 6137/4135 Çiçerin” Hükümetimin kutlama mesajına ben de katılıyor ve yakın bir gelecekte Türk ulusunun son büyük zaferini de kutlayacağını umuyorum; bu zafer kendisine politik özgürlüğünün yanı sıra ekonomik bağımsızlığını da sağlayacaktır, bunlar ise her ulusun gerçek bağımsızlığının temelidir. En yüksek saygılarımın kabulünü dilerim, sayın Komiser. Natsarenus (1) “Dokumenti Vneşney…” Cilt IV, Belge No. 237. BELGE 140 Yusuf Kemal Bey’den S. P. Natsarenus’a(1) 27 Eylül 1921 Sayın Büyükelçi, RSFSC Hükümeti’ne ve Dışişleri Halk Komiseri sayın Çiçerin’e TBMM Hükümeti’nin şükranlarını ve ayrıca Sakarya’daki zaferlerimizden dolayı tebrik ve gelecekte yeni zafer dilekleri için ayrıca şahsi teşekkürlerimi iletmenizi rica ederim. Aynı zamanda şahsi kutlamalarınız ve Türkiye’ye ilişkin iyi dilekleriniz için teşekkürlerimi arz eder, en derin saygılarımın kabulünü dilerim. (1) “Dokumenti Vneşney…” Cilt IV, Belge No. 237. BELGE 141 RSFSC Dışişleri Halk Komiseri’nin, Türkiye’nin RSFSC Büyükelçisi Ali Fuat’a Notası(1) 10 Ekim 1921 No. 11/5255 Sayın Büyükelçi, 4 Ağustos tarihli, Ankara’da düzenlenen ve Komiser Yusuf Kemal Bey tarafından imza olunan memorandum(2) ile 17 Eylül tarihli ve 970 sayılı özel ve memoranduma(3) ek teşkil eden mektubunuz(4) tüm güncel politik durumu kapsadığı gibi, çeşitli nitelikler taşıyan bir dizi soruna da değinmektedir. Birçok beklenmeyen etmenlerin bir araya gelmesiyle anlaşılmaz bir hale gelen politik durumun aydınlanmasını beklemek zorunda kalmamız bizi, vermiş olduğunuz bilgiye, cevabımızı biraz geciktirdi. Durumun en temel etmenleri sizce de bilinmektedir: açlığın tüyler ürpertici sonuçları, çeşitli hükümetlerin bu durumdan yararlanarak, Rusya çıkarlarına zarar ziyan vermeye yeltenmeleri, uzlaşmacılığın yeni bir yöntemi sonucu, Fransa’nın Polonya’yı, boşu boşuna Rusya’ya karşı kışkırtmaya kalkışması ve nihayet, Doğu’da Sovyet politikası hakkındaki İngiliz notası -ki bu nota bu noktada İngiliz politik hücumu anlamına gelmektedir. 10’u aşkın eyalete yayılmış büyük afete karşı çırpınan Sovyet Rusya, böylece bir kez daha birleşik düşman güçlerinin giriştiği karmaşık ve çok yönlü hücumlarına karşı koymak zorundadır. Rus işçisi ve köylüsü, Sovyet bayrağı altında saflarını pekiştirerek, var gücü ve enerjisini ortaya koyup, birdenbire ortaya çıkan ve Sovyet Rusya’yı tehdit eden yeni tehlikelerden kendisini savunuyor. Sovyet Rusya bitmez tükenmez ekonomik zorluklara karşı mücadele ediyor; bütün bu zorluklar, iç savaşın ve emperyalist ablukanın sonuçlarıdır. Ve önünde sayısız engeller bulunan bu yolda, bir kez daha, büyük devletlerin ve yardakçıların toplu baskısına dayanmak zorundadır. Güvenle diyebiliriz ki, kendimizi savun- mak için sürdürdüğümüz savaş aynı zamanda ölüm kalım kavgasında olan bütün ezilen halkların da savaşıdır. Sıkıntılı, feci durumda olan bütün halkların ellerinde en büyük kozları, her türlü esaretin ve baskının doğal düşmanı olan devrimci Rusya’nın, İşçi-Köylü Cumhuriyeti’nin var olmasıdır, bunu iddia edebiliriz. Rusya’ya Doğuda düşen büyük tarihsel rol, Rusya’nın her türlü savaşa ya da saltanat sürmeye karşı çıkan politikasında yatmaktadır. Rusya’da vaktiyle sömürülen, fakat sonradan sömürücülerin hâkimiyetlerine son vermiş olanlar, yabancı hükümdarların sömürmekte ve ezmekte oldukları tüm halkların doğal dostlarıdır. Böylece, temel ilkesi-insanın insan tarafından sömürülmemesi olan, her türlü sömürünün amansız düşmanı Rusya, bu yeni İşçi-Köylü Rusyası’nın varlığı, yıkılmaz bir çetinkaya gibidir ve bunun siperinde Doğu halkları kayıtsız şartsız ekonomik özgürlükleri için kendi savaşlarını sürdürebilirler. Rusya’nın emekçi halkı, dıştan gelen baskı ve esarete karşı çarpışanlara kardeş elini uzatır. Hiçbir çıkar gözetmeme politikamız İngiliz-Rus, Londra Anlaşmasına kesinlikle aykırı olamaz(5). İngiltere bu çelişkiden dolayı bize kesinlikle sitem edemez. Olanaklar oranında, Rusya İşçi-Köylü Hükümeti, Doğu halklarına millî varlıklarının sağlamlaştırılması, politik ve ekonomik durumlarının geliştirilmesi davasında yardım etmeye çalışır, bu da İngiltere’nin sitem etmesine bir neden olamaz. Sovyetler Birliği, hâlâ karşılaşmakta oldukları bitmek bilmeyen zorlukların içinden çıkar çıkmaz, bağımsız varlıklarını sağlamak isteyen kardeş halklara gösterdiği yardımı giderek artıracaktır. Politikamız geçici bir an için değil, tarihin uzun bir dönemini kapsamak üzere kuruludur. Bugünkü ağır durumumuz daha fazla şey yapmamıza engel oluyorsa da ilk fırsattan, ilk elverişli andan yararlanarak gücümüzün yettiği kadar, ilkemize göre yardımlarına koşmak zorunda olduğumuz halklara her türlü yardımda bulunacağız. Üstüne üstüne yürüyen istilacıyı silkip atmak için var gücü ile çabalayan Türk milleti, gerçi bu savaşta başka bir ideoloji ile yönetilmektedir, ama aynı biçimde, sonsuz zorluklarla karşılaşarak savaşmaya devam etmektedir. İki ulusu birbirine bağlayan, mücadeleleriyle ifade olunan büyük tarihsel ilkelerine dayalı sıkı bağlar bizleri, Hükümetlerimiz arasında sürekli temaslara özel dikkat vermeye zorluyor. 4 Ağustos tarihli memorandumunda ve bunun eki olan 17 Eylül tarihli, bugünkü politik durumunun ortak olarak çok kapsamlı incelenmesi önerisini içeren yazınız elbette ki sevinçle karşılandı ve kabul edildi. Türkiye Hükümeti’nin bize önerdiği şeyler, bir anlamda Moskova Anlaşmasına ek sayılır ve bu ek, bütün sorunların sürekli olarak görüşmelerle çözümlenmesi sonucu olacaktır. Biz ayrıca, güncel politik hayatla ilgili olacak ve iki Hükümetin dikkatini çekecek her şeyin, belirli süreler içinde görüşülmesini de gerekli ve arzu edilir bir şey olarak kabul ediyoruz. Sizin de belirttiğiniz gibi, aramızda kurulacak bu gerçek işbirliği, bizi zaten bağlayan dostluk ilişkilerimizi daha da pekiştirecek ve bu, halklarımız yararına olacaktır. Bizi birleştiren dostluk politikası ilkesi güncel sorunlarla ilgili ortak karar almaktan ibaret olmalıdır. Böyle sürekli fikir alış verişi Türkiye Hükümeti’nin, yenmemiz gereken birtakım zorlukları daha iyi anlamasına da hizmet edecektir. Moskova Anlaşması ile Rusya’nın yükümlendiği tüm yükümlülüklerin yerine getirileceği kendiliğinden de anlaşılır, ancak Rus Hükümeti sadece yükümlülüğün sınırı içinde kalmayıp, daha da ileri gitmeye karar vermiştir ve buna hazırdır, yeter ki bugün içinde bulunduğu durum buna elvermiş olsun. Hiç kuşkumuz yok, en yakın gelecekte bu durumumuzu bir hayli düzeltmiş olacağız ve böylece yükümlülüklerimizin belirlenen sınırlarını aşabileceğiz. Sovyetler Birliği’nin, dünya politikası genel planında, en fazla ilgilendiği sorun, hiç kuşkusuz Boğazlar sorunudur. Hükümetlerimiz bu konuda bir tek programın uygulanmasında anlaştılar, Moskova anlaşmamızda ifadesini bulmuş olan bu program bizim için bugün henüz manevi bir karakter taşıyorsa, tüm zorluklar yenilerek, bunun pratik uygulanmasına da geçeceğimiz gün pek uzaklarda değildir. Romanya ile temaslarımız yalnız Boğazlar sorununa değinmektedir. Bir ara, Romanya’nın da Anadolu’da Türk halkının özgürlüğüne karşı sür- dürülen savaşa katılacağından korkuluyordu. Rus Hükümeti o zaman, Dinyester’deki görüşmeleri kesmekle, Romanya ile olan temaslarında bu yeni unsuru dikkate aldığını açık seçik bir biçimde kanıtlamıştır. Ancak duyulan kuşku geçici olmuş ve bugün Sovyet Hükümeti Romanya ile şu ya da bu biçimde öteden beri yürüttüğü görüşmeleri yenilemiştir. Ancak, bununla kardeş Türk milletinin çıkarlarına hiçbir şekilde gölge düşürülmüş değildir. İngiliz kuvvetlerinin doğrudan ilgili bulundukları Mezopotamya, İngiliz -Rus anlaşmasının derhal yürürlüğe gireceği alanlardan biridir, ancak Rus halkı ve Hükümeti özgürlükleri tehdit altında bulunan Müslüman halklarının durumlarına karşı hem büyük bir sempati ile davranıyor, hem de onlar için büyük bir kaygı duyuyor. Rus halkı Müslüman dini ideolojisinin kötüye kullanılacağından çok endişeleniyor, çünkü bununla doğrudan doğruya Müslüman halklarının en acil, en hayati çıkarları da kötüye kullanılacak ve zedelenecektir. Bu tehlikeden sakınmanın en etkili çaresi bizce, din fikrine karşılık millî hareket fikrini ileri sürmek olacaktır. Bu millî hareketin hedefi bu milliyetlerin en temel hayati ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik olmalıdır. Türk Hükümeti, Rusya’da halen, Büyük Millet Meclisi iktidar partisine mensup olmayan bazı Türk politikacılarının Rusya’da bulunmalarına karşı gereğinden fazla kuşku duymaktadır. Sizi en kesin bir ifade ile temin ederim ki Rus Hükümeti Türkiye’nin bugünkü hükümetine düşmanlık besleyen hiçbir politikacıya veya politik harekete herhangi bir destek veya yardımda bulunmuş değildir, bunun aksi olan iddiaları da reddederim. Türkiye’nin iç işlerine karışılmaması ilkesine göre hareket ederek ve bunun dışına hiçbir şekilde çıkmayarak, Büyük Millet Meclisi içindeki partilerin kendi aralarında çatışmasının bizi ilgilendirmediği görüşündeyiz. Türk Hükümeti’nin Kafkas Cumhuriyetleri’nde orduların hareketleri hakkında uydurma haberler ve bu Cumhuriyetler ve hatta Rusya Hükümeti’nin Türkiye’ye düşman olan birtakım uyduruk isteklerine gelince, size Rusya Hükümeti adına, bunların yalan ve hiçbir esasa dayanmayan uydurmalar olduklarını açıklarım. Rusya’nın güç durumunu bir yana bırakarak, politikamızın temel ilkeleri, yabancı işgale ve baskıya karşı Türk ulusuna düşman veya saldırgan olabilecek herhangi bir hareketle, üstelik de Rusya Hükümeti’nin imzaladığı ve büyük bir bağlılıkla uygulayacağı Moskova Anlaşması ile çelişki halinde olabilecek herhangi bir hareketle bağdaşamaz. Hükümetin bazı ajanları anlaşma ile saptanmış olan ilkelere uymazlarsa, bu yoldaki her uyarımın sonucunda bu gibi hareketleri derhal ortadan kaldıracak önlemler alınacak ve suçlular cezalandırılacaktır. Rusya ile Yunanistan arasındaki görüşmeler hakkında bütün söylentiler de asılsızdır. Yunan Hükümeti bazı bakanların aracılığı ile Rusya’ya ilişkilerin yenilenmesi ve karşılıklı olarak her ülkenin uyruklusu olanların iadesi hakkında bazı önerilerde bulunmuş ise de, Rusya Hükümeti bu konuda Türkiye Hükümetine danışmadan hiçbir şey yapmayacağını bildirdi ve herhangi bir önlem de almadığı gibi siz sayın Büyükelçi’nin önerilerine uyarak bu Yunan tekliflerinin üzerinde durmadık. Aramızda kurulan bu sürekli işbirliğimizde, bu yakınlarda Kars’ta imzalanması beklenen Türkiye ile Kafkasya Cumhuriyetleri arasındaki anlaşmanın imzalanması(6), dostluk ilişkilerimizi pekiştiren ve kökleştiren yeni bir unsur daha doğuracaktır. Bugünkü politika ile ilgili tüm sorunlar, Türkiye ile Rusya arasında yeni yeni bağlar meydana getirecek Kars Anlaşması ile çözümlenecektir. Bu nedenle özellikle karşılıklı olarak yüklendiğimiz taahhütler karşısında, Türkiye Hükümetinden, Ankara’da Fransa temsilcisi ile yapılmış anlaşmanın neleri içerdiğinin bize bildirilmesini rica etmemiz herhalde fazla görülmez. Bize bu anlaşmaların niteliği hakkında bilgi verilmediği için, Fransa Hükümeti’nin Sovyet Cumhuriyetleri’ne karşı amansız düşmanlığı, bizi ister istemez Türkiye Hükümeti ile Fransa arasındaki gizli ilişkileri (ve görüşmeleri) kuşku ile karşılamaya zorluyor. Bunun için bu konuda hiç kuşkusuz bizden esirgemeyeceğiniz açıklamaları büyük bir minnettarlıkla kabul edeceğiz, sayın Büyükelçi. En derin saygılarımın kabulünü dilerim, sayın Büyükelçi. Çiçerin (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt IV, Belge No. 255-. (2) Belge 124. (3) Burada söz konusu olan Belge 129 olmalıdır. Cebesoy’a göre bu memorandum, Sovyet Dışişlerine 13 Eylül’de verilmiştir. (4) Bu mektup, silah ve malzeme isteklerini içeren liste olabilir. Bk. Belge 129 not 4. (5) 16 Mart 1921’de imzalanan İngilizRus Ticaret Anlaşması. (6) Bk. Belge 142. BELGE 143 RSFSC Dışişleri Halk Komiserliğinin, Bütün Ülkelerin Hükümetlerine Notası(1) 22Ekim 1921 Yunan ordularının Anadolu’da giriştikleri tüyler ürpertici vahşet eylemleri, Rusya Hükümeti’ni bu eylemlere karşı nasıl davranılması gerektiği sorusunu sormaya ve dikkatleri, Türkiye’nin büyük bir bölümünün uğradığı yağma, yıkım ve barbarca zulme çekmeye yöneltiyor. Bu hareketin sorumlusu bu bölgeleri istila eden Yunan ordularıdır. Tamamen tarafsız olan gözlemciler ve telgraf haber ajansları, Yunan orduları işgalinde bulunan yerlerin şimdi de bu orduların geri çekilmeleri sırasında çöle çevrildiğine tanık oluyorlar. Yunan ordusunun geri çekildiği bölgelerde Türk köyleri yakılıyor, köy sakinlerinin ya hepsi öldürülüyor, ya da tutsak olarak götürülüyor, kadınlara en barbarca biçimde tecavüz ediliyor. Bu bölgelerde eskiden yaşayanlardan ancak dağlara ve ormanlara kaçanlar hayatlarını kurtarabiliyorlar. Yunan kumandanlığının emirlerinde bütün Türk köylerinin yakılmasını emreden talimatlar da bulunmaktadır. Hatta Yunan ordu kumandanı Papulas, Türk köylerinin yok edilmesi emirlerini vermiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı(2) Yusuf Kemal Bey’in 28 Eylül tarihinde Rusya Cumhuriyeti Büyükelçisine yaptığı resmi bir bildiriye(3) Yunan ordularının tüyler ürpertici vahşet olaylarının upuzun bir listesi de eklenmiştir. Aşağıdaki köylerde insanı isyan ettiren, tüyler ürpertici zulüm eylemleri kanıtlanmış bulunmaktadır: Güzelce Kale, Şerekli, Katrancı, Yaprak, Bayır, Yenimehmetli, Karaali, Uzümbeyli, İnler, Katrancı ile Kürt Hacer(4) arasında bulunan bütün köyler yakıldı. Fakki, Nevşen, Melek köyleri yerle bir oldu, Bolvadin ve başka köyler de yakıldı. Aynı resmi bildirilere, Yunanların katliamı sırasında orada bulunan görgü tanıklarının ifadeleri de eklenmiştir. Rus Hükümeti, bütün Hükümetlerin dikkatlerini, Türkiye’ye giren Yunan ordusunun büyük ve verimli bölgeleri tam bir çöle çevirdiklerine çeker. Rus Hükümeti, bütün hükümetleri Yunan Hükümetine başvurup, Yunan ordularının Türkiye’de bu dayanılmaz kıyım eylemine son vermesi için gereken girişimlerde bulunmaya çağırır. Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt IV, Belge No. 271. (2) Dışişleri Bakanı olacak. (3) Bu belge elimizde değildir. (4) Köy adları belgedeki yazıldıkları gibi bırakılmıştır. BELGE 144 Ali Fuat Paşa’dan G. V. Çiçerin’e(1) 26 Ekim 1921 Sayın Komiser, Yunan ordularının Anadolu’daki vahşet eylemine karşı bütün hükümetleri protesto etmeye çağrıda bulunan notanın (2) bir suretini aldım ve bu notayı Sovyet Hükümeti’nin yüksek insancıl duygularının kanıtı olarak kabul ettim. Bundan dolayı Türk ulusu ve Türk Hükümeti adına Sovyet Hükümetine en candan minnettarlığımızın iletilmesini rica eder, dolayısıyla üstün saygılarımın kabulünü dilerim, sayın Komiser. (1) “Dokumenti Vneşney...” Cilt IV, Belge No. 271’e Ek. (2) Belge 143. BELGE 150 Tüm Rus ve Bağlaşık Devletler Sovyetleri Kongresi Başkanı Sayın Kalinin’e; Ukrayna Sovyetleri Kongresi Başkanı Sayın Petrovski’ye(1) 20 Aralık 1921 Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti’nin Türkiye olağanüstü elçisi sayın Frunze’nin bağımsızlık tarihimizde başlı başına değerli bir iz bırakacak olan sözlerini dinlemekle kıvanç duydu. Meclis üyeleri, bu sözleri severek ve beğenerek dinlediler ve demecin hemen her cümlesini içtenlikli bir alkış tufanına boğdular. Bu olay, bugün yıkıntısı üzerine milletlerin kendi kaderlerine egemen olması ilkesini kurmakta olduğumuz emperyalist hükümetlerin yönetimi zamanında yalan ve iki yüzlülük ile karışık ve içtenlikten kesinlikle yoksun olarak meydana gelen yapmacık sevinç gösterilerine benzemeyen ve iki dost milletin karşılıklı derin içtenliğini güçlü bir biçimde kanıtlayan bir görüntü ile cereyan etmiş ve Mecliste bulunan tüm üyeleri en derin biçimde etkilemiştir. Ukrayna Cumhuriyeti Hükümeti’nin bizimle bir dostluk anlaşması yapmak ve aramızdaki politik, ekonomik ve diğer ilişkileri saptamak ve daha çok sağlamlaştırmak üzere en önemli bir siyaset adamı olan muzaffer Kızılordu’nun en değerli ve kahraman kumandanlarından ve bugün Ukrayna orduları başkumandanı bulunan böyle bir kişiyi bize göndermesi ve özellikle bu kararı Sakarya Savaşı’ndan önce düşmanlarımızın kesin yenilgimizin yakın olduğunu dünyaya bildirdikleri bir zamanda bize bildirmesi bugünün ilişkilerinde en çok önem taşıyan bağlılık ve içtenliğin en güçlü bir kanıtı olarak sayılmış ve Millet Meclisince özellikle bir hoşnutluk nedeni olarak görülmüştür. Sayın Elçi’nin baştan başa değerli olan demeci sırasında, yırtıcı düşmanımız Yunanlıların memleketimizin işgal altındaki bölgelerinde en vahşi bir biçimde uyguladığı, nefret uyandıran cinayetleri konusundaki sözleri bu yüzden duyduğumuz ve pek derin acımızı hafifleten bir teselli yerine geçmiştir. Bağımsızlık mücadelemizde bizim için büyük ölçüde güç kaynağı olan bu değerli dayanışmanın yüksek amaçlarımızın gerçekleşmesi için en büyük ve tutarlı bir güvence olduğunu yineler ve aynı zamanda Türkiyelilerin tek temsilcisi bulunan Büyük Millet Meclisi’nin selam ve sevgilerini sunarım. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkumandan Mustafa Kemal (1) “Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri”, Ankara 1964, Belge 411. Devam Edecek 16 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... Venezüella’da 12 isan Karşıdevrim Girişiminin Bastırılmasının 9’uncu Yıldönümünde Baştarafı sayfa 1’de Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... Yoldaş, Küba Halkının Temsilcisi Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş ve Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı, gerçek devrimci urullah Ankut Yoldaş’ın katıldığı bir etkinlikle, Partimiz Genel Merkezi’nde kutlandı. Ankara İl Başkanı Sait Yoldaş’ın açış konuşması ve saygı duruşuyla başlayan etkinlik, Dünyada Sosyalizmin bayraktarlığını yapan, Onur abidesi Küba’nın Temsilcisi Yoldaş’ın konuşmasıyla devam etti. Duygularımızı, heyecanlarımızı ve sevinçlerimizi paylaştığımız Venezuella Halkının temsilcisi Raul Yoldaş’ın coşkulu konuşması, bütün Partili yoldaşlarımızı bir kez daha heyecanlandırdı. Ardından Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş, kısa ve özlü bir konuşmayla coşkumuza coşku kattı. Ufkumuzu açtı bir kez daha. Soru cevap bölümünde, Raul Yoldaş’ın, yoldaşlarımızın sorularına verdiği samimi cevaplar, Bolivarcı Devrim’in Venezüella Halkını getirdiği noktayı bir kez daha gözler önüne serdi. Latin Amerika’dan Esen Sol Rüzgârları Ülkemize taşıyan Kurtuluş Partililer, eninde sonunda bu ülkede Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirip, Sosyalizmi egemen kılacaktır. İşte o zaman bu ülkeden de esmeye başlayacak rüzgârlar, dünya halklarına umut taşıyacak, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi örnek olacaktır. Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın Açılış Konuşması Bugün, AB-D Emperyalizminin o güne kadar “arka bahçem” diye nitelendirdiği Latin Amerika’da, AB-D Emperyalizminin kâbusu olmuş Bolivarcı, Devrimci Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Başkanı Hugo Chavez Frias Yoldaş’a yönelik ABD destekli, ABD’nin bizzat örgütlediği karşıdevrim çabasının, halk tarafından, önderliğiyle birleşmiş Venezüella Halkı ve genç subayların birlikte davranışıyla yenilgiye uğratılmasının yıldönümü nedeniyle, bu zaferi anmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz. Bu etkinliğimizi Venezüella Bolivar Cumhuriyeti temsilcisi Sayın Büyükelçi Raul Betancourt Sealand Yoldaş’la birlikte gerçekleştiriyoruz. Ve Sosyalist Kamp’ın karşıdevrimlerle yıkılışından bu yana sosyalizmin bayraktarlığını yapan ve bileği hakkına Latin Amerika Halklarına da dünya halklarına da onurun, cesaretin, sosyalizmin simgesi olarak ün salan Fidel ve Raul Castro Yoldaşların önderliğindeki Küba Cumhuriyeti’nin temsilcisi, Büyükelçi Sayın Jorge Quesada Yoldaş da aramızda. Bu etkinliğimize o da katılacak. Yine sosyalizmle tanıştığı ilk günden bu yana Türkiye ve Dünya Devriminin Önderi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın yanında ilk sıra neferi olarak yer almış Önderlerimizden Genel Başkan’ımız urullah Ankut Yoldaş da konuşmacı olarak katılacaklar. (Alkışlar…) Etkinlik afişimizde de belirttiğimiz gibi, ABD, AB Emperyalistleri boşuna beklemesinler. Hugo Chavez Yoldaş’ın önderliğindeki Venezüella Halkı yenilmeyecek. Chavez gitmeyecek. Chavez o Se Va! (Alkışlar…) Değerli arkadaşlar, Programımızı kısaca anlatayım. Konuşmacı yoldaşları çağırmak istiyorum. Sayın Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Yoldaş bir konuşma yapacak. Saat üçte başka bir programı olduğu için, üçe doğru ayrılmak durumunda. Onun için ilk sözü ona veriyoruz. Sonra Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Yoldaş size seslenecekler. Daha sonra Genel Başkan’ımız bu konudaki görüşlerimizi size sunacak. Zamanın durumuna göre sorularınızla veya katkılarınızla devam etmek istiyoruz. En sonda da genç arkadaşlarımızın hazırladıkları bir müzik etkinliği var, onunla programımızı sonlandıracağız. (Alkışlar… Sloganlar… Yaşasın Halkların Kardeşliği… Uh! Ah! Chavez o Se Va!… El Pueblo Unido, Jamás Será Vencido!..) Arkadaşlar, Bir de, bu tür etkinliklerimizde hep bize katkıda bulunan Venezüella Büyükelçiliğinin görevlisi, tercümanı Berna Yoldaş’a da huzurlarınızda teşekkür ediyorum. (Alkışlar…) İlk konuşmayı Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Yoldaş yapacak. Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Yoldaş’ın Konuşması: Saldırı ve tehditlere karşı sesimizi daha da yükseltiyoruz Değerli dostlar! Yarın 11 Nisan; kardeş Bolivarcı Venezüella Cumhuriyeti’ndeki darbe girişiminin dokuzuncu yıldönümüdür. Hiç şüphesiz bu, Latin Amerika ülkesinin çağdaş siyasi tarihinde öncesi ve sonrasını belirleyen bir olaydır. Bolivarcı Cumhuriyet sürecine muhalif ve istikrarı bozma eylemlerinden başarıyı sağlayamadıkları için umutsuzluğa kapılan güçler, Amerika Birleşik Devletleri’nin kesin desteğini de alarak, bir 11 Nisan günü Venezüella’da meşru yollarla kurulan hükümeti devirmeye ve yıllar boyunca ülkeyi derin ahlâkî, sosyal, hatta engin zenginliklere rağmen ekonomik sefalete sürükleyen grupları yeniden iktidara getirmeye çalıştılar. Buna karşın meşru Başkanı Hugo Chavez’in önderliğindeki kardeş Bolivarcı Halk, bu meydan okumaya göğüs gerdi ve halkın büyük bir çoğunluğu tarafından verilen bu mücadeleden, demokratik meşruiyet ve haklı olmanın verdiği güçle, bir kez daha zaferle çıktı. Dokuz yıl sonra bu olayı, unutulmuş veya bir kenara itilmiş bir olay olarak göremeyiz. Hezimete uğratılmalarına rağmen, Bolivar karşıtı gerici gruplar, istikrarı bozma görevlerini yerine getirmeye devam etmektedirler. Bu amaca ulaşmak için büyük kitleleri kandırmaya ve böylelikle de ulusal düzeyle sınırlı kalmayarak uluslararası düzeyde de her geçen gün daha çok desteklenen siyasi, ekonomik ve sosyal bir sürecin meşruiyetini zedelemeye çalışmaya yönelik güçlü bir dezenformasyon kampanyası yürütmektedirler. Benim ülkem, yani Küba, bu kampanyaları çok yakından tanımaktadır. Bizler de 1959 yılında devrimin zafer kazandığı günden itibaren bu kampanyaların hedefi olduk. Halkları, egoizmin, savaşların, çevreye ve insanoğluna saygısızlığın, hegemonyacı emperyalist düşüncenin takipçisine dönüştürmeye çalışan manipülasyonların asıl amacının karakterize ettiği bir dünyada Venezüella ve Küba gibi ülkelerin sunduğu alternatif ve örneğe karşı gelinmektedir. Bu tehlikenin bilincindeki; Venezüella, Küba, Bolivya, Ekvador ve diğer birçok Latin Amerika ülkesi, tüm dünyada bu eyleme karşı çıkan milyonlarca kadın ve erkek ilericiyle beraber halklarımızın seçtiği yolda ilerleme hakkımız uğruna mücadele etmek üzere her geçen gün sesimizi daha da yükseltiyoruz. Bu kolay bir görev değildir. Ama dünyanın birçok yerinden her geçen gün artarak büyüyen bir desteğe sahip olduğumuzu bilmek bizleri yüreklendirmektedir. Burada, Türkiye’de olduğu gibi Bolivarcı veya Küba Sosyalizminde geleceğin alternatiflerini gören birçok kişinin yanımızda olduğunu biliyoruz. Bu bizlerin, Marti ve Bolivar’ın erkeklerinin ve kadınlarının üstlendiği büyük bir sorumluluktur. Devrimimizi savunmak ve daha iyi bir dünyanın mümkün olabildiğini göstermek… Günlük çalışmalarımızla, yenilikçi deneyimimizle ve birleşen çabalarımızla bunu başarabileceğimize eminiz ve bunu barışçıl yollarla yapacağız. Ancak gerekirse de silahlarımızı kuşanarak yapacağız. Tıpkı 11 Nisan 2002 tarihinde düzeni bozma girişiminin ardından Venezüella Halkının yaptığı gibi, onları yeneceğiz. Bu vesileyle hem kendilerinin hem de tüm halkların gerçek bağımsızlık haklarına inanan Türk insanlarının mücadelesinde olduğunu bildiğimiz gibi, bu mücadelede de bizlere destek veren tüm Türk yoldaşlarımıza bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Ve Bolivar ve Marti’nin özgür, entegre, refah ve bağımsız bir Amerika hayalini gerçekleştirmek üzere omuz omuza mücadele ettiğimiz bu savaşta, Küba Halkının koşulsuz desteğini kardeş Venezüella Halkına bir kez daha iletmek isterim. Çok teşekkür ederim. (Alkışlar… Sloganlar… Viva Cuba Viva Sosyalizmo…) Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş’ın Konuşması: 11 Nisan Karşıdevrim Girişimi kararlılığımızı bilemiştir ancak* Hepinize iyi öğleden sonralar. Bir kez daha Halkın Kurtuluş Partisi’nin evinde olmak bizler için çok büyük bir onur ve ayrıcalık. Hepinizi teker teker ve bütünüyle hükümetimiz, Venezüella Halkı ve tabiî ki Devlet Başkanımız Kumandan Hugo Chavez adına selamlamayı borç biliyorum. Hepinizin buradaki katılımlarına da tekrar teşekkür ederek, Sayın Küba Büyükelçisi Jorge Quesada’nın da söylediği gibi yarın Venezüella’da 2002 yılında yapılan faşist darbe girişiminin bastırılmasının dokuzuncu yıldönümünü kutlayacağımızı bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Biz Venezüellalılar, 11 ila 13 Nisan tarihleri arasındaki günleri, 2002 yılında yapılan darbeyi yenişimizin anısına hatırlarız. Başkan Chavez yönetime gelmeden önceki silahlı kuvvetlere baktığımızda, bunların elit güçler olduğunu görüyoruz. Nitekim şu anda baktığımızda ise, gerçekten Silahlı Kuvvetler diyebileceğimiz bir ordumuz var. Bu sebepten dolayıdır ki, 13’ü 14’e bağlayan gece yarısı Silahlı Kuvvetlerimiz gerek kara, gerek hava olmak üzere bir araya geldiler. Kırk yedi saattir kendisinden hiçbir şekilde haber alınamayan Devlet Başkanı Hugo Chavez’i olduğu yerden alıp Başkanlık Sarayı’na geri getirdiler. Venezüella gerçeğini biraz daha anlamak amacıyla ben hep şunu söylerim: Başkan Chavez’den gayrı hiçbir Devlet Başkanı, halkı için bu kadar fedakârlık yapmamıştır. Şöyle de söyleyebiliriz: Başkan Chavez öncesindeki sözde demokrasi adı altında geçirdiğimiz 50 yıllık süreç, Demokratik Hareket (Acción Democratica-AD) ve COPEI (Comité de Organización Política Electoral Independiente) adlı iki partinin arasında gidip gelen yönetim süreçlerinden ibaretti. Ve bu şekilde baş- kanlığa oynayan kişiler çok fazla şey vaat edip hiçbir şeyi yerine getirmiyorlardı. Daha önceki dönemlere baktığımızda, Başkan Chavez döneminde olduğu kadar halkın sesi de çıkmıyordu. Çünkü baştakiler bir şeyi söylüyorlardı ve o yerine getiriliyordu. Neden ilk başlarda halk bu kadar Başkan Chavez aleyhtarı gösterilerde bulundu? Bu insanların reddindeki en büyük unsur, Chavez’in belli bir politik makine-mekanizma sürecinden geçip de oraya gelmiş olmamasıydı. Halktan gelmesiydi, ordudan gelmesiydi. Başkan Chavez’in fakir bir aile çocuğu olmasını ve derisinin renginin değişik olmasını hiçbir zaman hazmedemediler. Kendisinin yerli bir orijini var. Çünkü biz tüm Venezüellalılar hatta Latin Amerikalılar, kanımızda beyaz ve siyah kanları bir arada taşıyoruz, melez kanlarını. Başkan Chavez, gerek halkının desteğiyle gerekse kabinesinin desteğiyle göreve geldiği ilk yıllarda halkı için çok fazla şey yaptı; fakat bunun halk tarafından anlaşılmaması için muhalefet de elinden geleni yaptı. Başkan Chavez’in kabul edilmesini zorlaştıran diğer unsurlardan bir tanesi de, daha önceki başkanların doğrudan Amerika Birleşik Devletleri kuklası olmasıydı. Başkan Chavez’in göreve gelmesiyle hepimiz kendi özgüvenimizi, milli saygınlığımızı geri kazandık. Venezüellalı olma gururunu yeniden anla- dık. Üstümüzde bizi çiğnemekte olan Yankee botlarını sıyırıp attık. Sizlerin de bildiği gibi, bir zamanlar Küba’ya yaptıkları gibi, Venezüella’yı da bir şekilde bir başına bırakmaya çalıştılar. Sovyet Blok’unun dağılması itibariyle Küba bu tuzağa düşmemek için çok çaba harcadı. Aynı şekilde bunun bir benzerini de Venezüella üzerinde uygulamaya çalıştılar. Bizi her şeyin dışında tutmaya çalıştılar. Ama ne mutlu ki Başkan Chavez’in sonsuz liderliğiyle ve bizim yüreklerimize ektiği sonsuz devrimci aşkla, ki her geçen gün bu biraz daha büyümekte, bunu hiçbir şekilde mümkün kılamadılar. Daha önce de söylediğim sebeplerden ötürüdür ki, her yoldan Başkan Chavez’i görevinden almak istediler. Bunu ekonomik baskılarla yapmaya çalıştılar, askeri olarak yapmaya çalıştılar ama asla ve asla başarılı olamadılar. Venezüella Halkı, Chavez denilen bu büyük lideri gerçekten sevmekte ve ona sonsuz bir aşk beslemekte. Her geçen gün halkının kalbinde daha derin bir yer edinmekte ve bu yere layık olabilmek adına halkının mutluluğu için her şeyi göze almaktadır. Küba’dan çok şey öğrendik. Gerçekten çok güzel bir okul oldu bizim için. Eğitim yönünden, sağlık hizmetleri yönünden, spora bakış açıları yönünden bizlere çok güzel şeyler kattılar. Konunun daha derinine inebilmemiz açısından, sizlerin de anlamanızı kolaylaştırmak açısından kronolojik bir sırayla 2002 yılından bu yana olan olaylara şöyle bir göz atalım derim: Geçmişteki Venezüella Kongresi, günümüzdeki yasal Millet Meclisi dediğimiz yapılanma, Başkan Chavez’in ilk görev yılında çok özel yetkilerle çalıştı. Balıkçılık, kömür, toprak reformu kanunu olmak üzere birçok kanunu bünyesinde bulunduran bir Tam Yetki Yasası paketi onaylandı o Mecliste. Ve bu muhalifleri son derecede rahatsız etti Venezüella’da. Bu sebeple de 2001 yılında süresiz bir greve gidildi. Bu grevde amaçlanan, Venezüella Halkının zorunlu ihtiyaçları ve yemek de dahil olmak üzere tüm imkanlarını elinden almak, halkı mutsuzluğa sevk etmek ve böylece Başkan Chavez Hükümetinin aslında görevini tam olarak yerine getiremediğini kanıtlamaktı. Birazdan da, demin söylediğim kronolojik olayları, 2002 yılına ait kronolojik olayları sizlerle paylaşacağım. Eğer okumazsam, çünkü konuyu son derece geniş bir şekilde anlatabileceğimi düşünüyorum, korkuyorum açıkçası. Çünkü ne zaman ki ben konuyu çok genişletsem, Sait oradan gözlerini dikip bana bakıyor. (Gülüşmeler… Alkışlar…) Valla bu saatler, günün insanı en ağırlaştıran saatlerdir, o yüzden de biraz daha böyle enerjik olalım derim. Nasıl enerjik oluruz? Şarkı söyleyerek enerjik oluruz. Chavez Amigo El Pueblo Está Contigo... (Gülüşmeler… Alkışlar…) Berna Yoldaş: Chavez! Dinleyiciler: Chavez! Berna Yoldaş: Amigo Dinleyiciler: Amigo Berna Yoldaş: El Pueblo Dinleyiciler: El Pueblo. Berna Yoldaş: Está Contigo. Dinleyiciler: Está Contigo. Dinleyiciler Hep Birlikte: Chavez Amigo El Pueblo Está Contigo... (Alkışlar… Gülüşmeler…) Berna Yoldaş: Chavez Dostum Halk Seninle Beraber. Adım adım Gerici Darbe girişimi Şimdi söyleyeceklerim 2002 yılında oldu. İlk kez 23 Ocak tarihinde General Marcos Perez Jimenez diktatörlüğünün yıkılışının dördüncü yıldönümünde Bolivarcı güçler ve karşıt güçler karşı karşıya geldiler. Bunları size anlatmamdaki yegâne sebep, her atılan adımda muhaliflerin son derece rahatsız olduğunu ve emperyalistlerce desteklendiğini göstermektir. 24 Ocak günü, Başkan Chavez, o dönemin İçişleri Bakanı Luis Miquelena’yı Bolivarcı Harekete karşı faaliyetler yürütme suçlamasıyla görevden aldı. 04 Şubat tarihinde ise 1992 yılında Başkan Chavez tarafından, o dönemde asker olan Chavez tarafından girişilen darbe girişiminin onuncu yıldönümü kutlanacaktı. Bu güne de Milli Kutlama Günü adı verildi ve bu kutlamada yaklaşık olarak yüz binden fazla Bolivarcı grup bir araya geldi. 07 Şubat tarihinde ise Hava Kuvvetlerine bağlı bir Albay, ki ismi de Pedro Luis Soto, televizyona çıktı ve “Ordunun yüzde yetmişi adına konuşuyorum ve Başkan Chavez’in sivil bir başkanla yer değiştirmesi ve bunun için de seçimlerin düzenlenmesini öne sürüyorum” diye bir konuşma yaptı. Ne var ki bunun karşısında gerek ordu gençliği, gerekse ordunun üst kademesi, halkı ayaklanmaya götürecek bu tarz bir çağrıyı reddetti. Bunun karşılığında General Guaicaipuro Lameda istifa edeceğini söyledi. Aynı zamanda kendisi Venezüella Petrol Şirketi PDVSA’nın da başkanlığını yürütüyordu. Mart ayının beşinci gününe geldiğimizde ise FEDECAMARAS [Federación de Cámaras y Asociaciones de Comercio y Producción de Venezuela-Venezüella Ticaret ve Sanayi Odaları Federasyonu], ki sizdeki TÜSİAD’a denk gelmekte bildiğiniz üzere, Venezüella İşçi Konfederasyonu, aynı şekilde Dini Konferans Örgütü ve Andres Bello Katolik Üniversitesi Rektörlüğü Başkan Chavez karşıtı bir protokole imza atarlar. 07 isan günü ise 2001’de başlatılan genel ve süresiz grevin sonucu olarak bunda faaliyet gösteren Venezüella Petrol Şirketinin üst düzey yöneticileri Chavez tarafından görevden alınır ve tabiî ki caddelerdeki gösteriler daha fazla şiddetlenir. 09 ve 10 isan. Venezüella İşçi Konfederasyonu ve Venezüella’nın Fedecamaras’ı genel bir grev çağrısında bulunurlar ve yirmi dört saat sürecek derler ama daha sonrasında, bir sonraki güne kadar uzatma kararı alırlar. Grevin ikinci gününde, Konfederasyon ve FEDECAMARAS grevi, genel greve çevirme kararı alırlar ve her şekilde başkan Chavez’i yetkisiz kılarlar. Aynı zamanda hükümete karşı bir komplo teorisi fikrini ortaya atarlar. Ve 11 isan’a geldik. Darbenin yapıldığı gün. Bildiğiniz gibi 11 Nisan faşist darbenin günü. Muhalefet, 11 Nisan günü Venezüella Petrol Şirketinin Chuao’da bulunan genel yönetim binasına yapılması öngörülen bir yürüyüş organize eder ve bu yürüyüş binlerce insanı bir araya getirir. Ama daha sonra yürüyüş esnasında fikir değiştirilir ve yürüyüş birden Başkanlık Sarayı Miraflores’e yönelir ve Miraflores de o sırada Başkan Chavez sempatizanları tarafından çevrilmiş durumdadır. İki tarafın göstericileri hiçbir şekilde sıcak temasa girmemişlerdir. Ama elbette ki bu kan akmasını da engellememiştir. Başkan Chavez lehinde yürüyüşe geçenler hiçbir şekilde ayrım yapılmaksızın kurşunlara hedef olmuştur. Bu kurşunlar, hem Milli Güvenlik Teşkilatı tarafından hem de sivil giyimli keskin nişancılar tarafından atılmıştır. Ve daha sonra bunun tam aksine, basında, ölülerin aslında o gruplardan olmadığı, Chavez muhaliflerinden olduğu tarzında yanlış bir haber yayılmıştır. Tüm bu olaylar sırasında Başkan Chavez Başkanlık Sarayı Miraflores’te bulunmakta ve gerektiği durumlarda halka Milli Kanal üzerinden seslenmektedir. Özel televizyon kanalları, televizyon ekranını ikiye bölerek bir tarafta Başkan Chavez’in görüntülerini yayınlamaktadır, aynı şekilde diğer tarafta ise Caracas kenti merkezinde gerçekleşen olaylara yer vermektedir. Öğleden sonra özel televizyon kanallarında bir mesaj yayınlanır. Bir grup amiral ve general, Başkan Chavez Hükümetini tanımadıklarını söylerler. Ama daha sonra bu kaydın, bunun çok öncesinde yapılan bir kayıt olduğu ortaya çıkar. Tüm bu olayların sonucunda saat bir buçuğu geçmiştir ve ölüm haberleri gelmeye başlamıştır. 17 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... Tüm bu olayların sonucunda toplamda on dokuz kişi hayatını kaybeder ve 100’den fazla yaralı tespit edilir. Ölümlerden sorumlu olarak metropolitan polisinden dokuz kişi sorumlu tutulurken, aynı şekilde Milli Savunma Kuvvetinden de iki üst düzey yetkili tutuklanır. Uh! Ah! Chavez o Se Va!.. (Alkışlar… Sloganlar… Uh! Ah! Chavez o Se Va...) Hâlâ uyumaya devam edecek misiniz yoksa sizi uyandırabildim mi? Eğer uyuyacağım derseniz devam edelim slogan atmaya… (Gülüşmeler… Alkışlar… Karşılıklı sloganlar… Viva Chavez Viva Venezüella…) 12 Nisan+ Efraín Vásquez Velasco isimli bir general (kendisi ordunun haber alma bölümünde görevli, aynı zamanda ordunun görevli komutanlarından bir tanesi) ve general Lucas Rincon basına çıkarlar ve ordunun üst kademesinin Başkan Chavez’in istifasını istediği tarzında bir bildiri okurlar ve aynı şekilde bu bildirinin sonucunda Başkan Chavez’in de istifayı kabul ettiğini söylerler. Fakat daha sonra bunun yalan olduğu anlaşılır. Başkan Chavez o anda yarbay kıyafetinde bulunmakta (kendisi paraşütçü biliyorsunuz) ve darbeyi yöneten askerler tarafından sürekli baskı altında tutulmaktadır. Yani ya istifa et ya da Chavist’lerin olduğu Başkanlık Sarayı’nı bombardımana tutacağız. Başkan Chavez’i Başkanlık Sarayı Miraflores’te tutuklarlar ve bir askeri üs olan Tiuna’ya götürürler ve orası ordunun genel karargâhıdır. O dönemde FEDECAMARAS’ın birkaç aydır tanınan yüzü olan Pedro Carmona Estanga, askerlerin desteğini tamamıyla arkasına aldığını ve sekiz kişiden oluşan bir sivil askeri cunta hükümeti kurmak üzere hazır olunduğunu söyler. Ve aynı şekilde bunun hemen ardından geçici Cumhurbaşkanı sıfatıyla Başkanlık Sarayı Miraflores’te yemin eder. Başkan Chavez’in kızlarından bir tanesi, ki ismi Maria Gabriela, bir telefon konuşmasına şahit olur ve bu telefon konuşmasında, Venezüella Halkının seçim sandıklarında babasına verdiği görevin hiçbir şekilde babası tarafından istifaya söz konusu addedilmediğini öğrenir. Aynı şekilde o dönemin Küba Devlet Başkanı Fidel Castro’yla da telefonda görüşür ve kendisine konuyu bildirir. Chavez’i elinde tutan güçler, onu bir deniz üssüne naklederler. Bu sırada Başkan Chavez bulduğu bir kâğıt parçasına: “Halkımın bana verdiği kutsal görevden hiçbir şekilde kendi kendimi azletmedim” diye yazar ve bir vatansever asker tarafından bu not üs dışına çıkartılır ve faksla ilgili medya kuruluşlarına iletilir. Rio ülkeleri, Costa Rica toplantılarında, Venezüella’da yaşanan olayı anayasal düzenin ihlali olarak kınarken, İspanya ve AB-D, hiç kimseden çekinmeksizin bu olayı çok güzel bir şekilde kutlamaktaydı. Bu sırada da halk evinde durmaz, sokaklara çıkar ve Başkan Chavez’i geri ister. Bu olaylar olurken, bugün ve şu anda hâlihazırda Miranda Eyaleti valisi olan kişinin önderliğindeki muhalif gruplar ise Küba Büyükelçiliği’ne saldırdılar. Büyükelçilik binasına doğrudan saldırmak değil de büyükelçilikteki araçları yaktılar. Oradaki görevli diplomatların olsun, onların ailelerinin, çocuklarının olsun hayatlarını güçleştirmek için ellerinden geleni yaptılar. Suları kestiler, elektriği kestiler. Yemek taşıyan kamyonlara el koydular. İnsanlar o kadar nankör aslına bakarsanız, hafıza o kadar nankör ki, demokrasinin ne kadar büyük bir olgu olduğunu kimi zaman kendimize unutturuyor. Zamanında muhalif gruplara başkanlık eden kişi, düşünebiliyor musunuz şu anda seçimlerle Miranda Eyaleti Valisi olarak görev yapıyor. Yani benim naçizane fikrime göre bırakın bu kişinin vali olmasını, bu kişinin hapiste olması gerekiyor… (Alkışlar…) 13 Nisan+ 13 Nisan tarihinde ise Chavez yanlıları Caracas kentinde protestolarını çok fazla artırdılar. Ki daha sonra bu protestolar tüm ülke geneline yayıldı. Tüm otobanlar kapatıldı. Halk başkanlarının geri gelmesini istiyordu. Ve derhal diktatör Carmona’nın, bulunduğu saraydan çıkarılmasını talep ediyorlardı çünkü onların seçtiği başkan Carmona değildi. Başkanlık Sarayı Miraflores’te çok kısa saatler geçirmesinden dolayı da biz kendisine “Kısa Carmona” diyoruz. Bir gün önce aldığı güçlerle tüm devlet kurumlarını lağvetti. O anda Devlet Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Diosdado Cabello Rondón hemen geçici bir başkan olarak yemin etti. Tüm bu geçen süreç boyunca Carmona’ya boyun eğmeyi, ona itaat etmeyi reddeden bakanlar, ki bunlardan biri Willian Lara, kendisi vefat etti, o dönemde Millet Meclisi Başkan Yardımcılığını yürütmekteydi ve Başkan Chavez’e bağlı bulunan, ona sadakatinden hiçbir şekilde sual olunmayan ilgili milletvekilleri bir araya geldiler ve Cabello’nun yemin sürecinde kendisine eşlik ettiler. 13 Nisan gece saatlerinde Başkan Chavez yanlıları milli televizyon kanalını ele geçirdiler ve yayın yapmaya başladılar. Bu sıralarda Maracay bölgesinde çok kuvvetli bir çatışma ortaya çıktı. Yapılan bu çatışma anayasayı savunmak adınaydı. Operasyona “Milli Saygınlığı Kurtarma Operasyonu” adını verdiler. Daha sonraki saatlerde Chavez yanlıları Başkanlık Sarayı’nı ele geçirdiler. Başkanlık Sarayı darbeciler tarafından tamamen terk edilmiş durumdaydı. (Alkışlar… El Pueblo Unido, Jamás Será Vencido!.. Chavez Amigo El Pueblo Está Contigo!..) Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın Konuşması: Eninde sonunda insanlık düşmanı emperyalistlerin düzenini yok edeceğiz Sevgi ve saygıdeğer yoldaşlarım! Ben de dünyanın en onurlu dört devrimci ülkesinden ikisi olan; Küba ve Venezüela’nın Türkiye’deki en büyük yetkililerini, Büyükelçilerini Merkezimizde görmekten büyük mutluluk duyuyorum, gurur duyuyorum, onur duyuyorum. (Alkışlar…) Geçen yüzyılın büyük devrimcisi, Devrimler Kartalı Lenin Usta der ki: “Uluslararası bir harekettir devrimci hareket.” O yüzden Küba’nın yani Fidel’in, Che’nin, Raul’un, Camilo’nun; Chavez’in, Morales’in önderliğinde Latin Amerika’da sürdürülmekte olan devrimci hareket, aynı zamanda biz Türkiyeli devrimcilerin de hareketidir. O Bizler o yüzden her zaman için deriz ki, Venezüella’da bu darbe 11 Nisan sabahı başlamıştır ve 13 Nisan gece yarısını takriben 14 Nisan günü son bulmuştur. O yüzden de deriz ki: “Her 11’in bir 13’ü vardır.” (Alkışlar… Chavez Amigo El Pueblo Está Contigo... Gülüşmeler… Yaşasın Chavez Yaşasın Venezüella…) 14 Nisan+ 14 Nisan Pazar gece yarısı Başkan Chavez serbest bırakılır ve kendisini getiren Orchila Adası’ndan, ki bu ada Karayipler’de bir ada ve adaya yaklaşık olarak 100 km mesafede, doğrudan kendisini bekleyen halkın arasına, Başkanlık Sarayı’na iner. Aynı gece yarısı sivil giyimli haliyle görevini tekrar devralır ve yaptığı açıklamada; hiçbir şekilde bir nefret veya bir öfke hissetmeksizin döndüğünü söyler. Ve halkı sakin olmaya ikna etmeye çalışır ve şunu da belirtir: Hiçbir şekilde muhalif avına çıkılmayacaktır. Ve tabiî ki basın yayın kuruluşlarını da mevzuyu çok fazla dallanıp budaklandırmamaları konusunda uyarır. Daha sonra düzenlediği basın toplantısında, ki bunu uluslararası medyayla paylaşarak yapar, kırk yedi saat boyunca yaşadıklarını anlatır. Bu Venezüella Deniz Üssü oldukça tanınan ve bilinen bir deniz üssüdür ve o anda anlatılanlara göre, November kuyruk numaralı bir ABD uçağı Başkan’ı oradan alıp artık bilinmeyen bir yere götürmek üzere beklemektedir. Verilen ilk emir “Öldür” yönündedir. Daha sonrasında muhalif güçler baktılar ki onu gerçekten seven ve direnen bir halk var, onu öldürmekten vazgeçtiler. Bu da ikinci karardır. Tüm bu yaşanan darbe günleri boyunca Venezüella kıyılarına çok yakın bir şekilde demirlemiş birkaç Amerikan gemisinden oluşan bir filo da bulunmaktadır ki, karşıdevrimci Venezüellalı subaylar gidip oradan zaman zaman fikir alışverişinde bulunmakta, emir almaktadırlar. 1970’li yıllarda birçok kişinin hayatını kaybetmesine neden olan Küba kuyruk numaralı bir uçağın havaya uçurulmasından sorumlu olan bir kişinin, Teksas El Paso’daki bir mahkeme tarafından serbest bırakılması konusuyla ilgili olarak bir Venezüellalı, bir Latin Amerikalı olarak hissettiğim üzüntüyü sizlerle paylaşmak istiyorum. Bundan dolayı da yarın ABD’nin Venezüella Maslahatgüzarı bakanlığa çağrılacak, kendisine bir basın bildirisi verilecek konuyla ilgili olarak Venezüella’da. Ve kendisinden, ABD’den, bu kişinin Venezüella’ya iade edilmesi istenecek çünkü Büyükelçinin söylediğine göre 1985 yılında bu kişi Venezüella’da tutuklu bulunduğu hapishaneden kaçarak gitmiş. Ben şunu anlamıyorum, eğer ki ABD hâlihazırda teröristleri böylesine koruyan bir ülkeyse neden teröristlere bu kadar savaş açıyor? Ben, bu öğleden sonranızı bize ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Aynı zamanda her aktivitemizde göstermiş olduğunuz sonsuz desteğinizden dolayı da bir kez daha şükranlarımı sunuyorum. Unutmayın ki Venezüella olsun, Küba olsun ve diğer Latin Amerika Halkları olsun, bizler sizi çok seviyoruz. Ve biz her zaman diyoruz; düşman her an karşı atağa geçmeye hazır, o yüzden uyumamamız lazım. Teşekkürler… (Alkışlar… Sloganlar… Yaşasın Halkların Kardeşliği…) bakımdan yoldaşların hareketini ve ülkesini, halklarını kendimizden ayrı görmüyoruz. Biz mazlum dünya halkları ve onların gerçek temsilcileri hep kardeşiz. Aynı kavganın dünyanın değişik bölgelerindeki savaşlarını, muharebelerini sürdüren hareketleriyiz. Ve dünya halklarının düşmanları da aynıdır. Aşağı yukarı yüz yıl önce “Şark Meselesi” dedikleri Osmanlı’yı aralarında parçalama ve paylaşma savaşını sonuçlandırmak için, bu alçaklar Birinci Emperyalist Yağma Savaşı’nı başlattılar. Bunlar Çarlık Rusyası, emperyalist Almanya, emperyalist Fransa ve emperyalist İngiltere’ydi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra bu üçlüye (biri öldü Ekim Devrimi’yle; Çarlık Rusyası, biliyorsunuz Lenin’in önderliğindeki devrimle.), Avrupa’da kalan bu üçlüye, ABD Emperyalizmi de katıldı ve onların önderi oldu. Ve bu alçaklar, hatırlarsak o günleri, ülkemizi parça parça ettiler. 34 parçaya böldüler Osmanlı’yı ve bize Anadolu’nun ortasında küçücük bir bölge bıraktılar birkaç ilden oluşan. Ama yüzyılımızın büyük devrimcileri Lenin ve Mustafa Kemal omuz omuza vermesiyle, dayanışmasıyla, iki halkın kardeşçe dayanışmasıyla yürütülen savaş sonunda, o alçaklar geldikleri gibi gittiler ve hevesleri kursaklarında kaldı. Onlar bildiğimiz gibi, 1939’da yeniden büyük, dünyayı kana ateşe boğan bir savaş başlattılar ve kırk milyon masum insanın daha ölmesine yol açtılar. Özetçe yoldaşlar, bu alçaklar yüz yıldan bu yana ortalama yüz milyon masum insanın hayatına mal olan paylaşım savaşları yürüttüler… Biraz önce Raul Yoldaş’ın ve Kübalı Yoldaş’ımızın uzun uzun, ayrıntılarıyla anlattıkları 2002 11 Nisan Karşıdevrimi de bu alçaklar tarafından gerçekleştirilmiştir. Yani dikkat edersek, dünyanın neresinde mazlum halklara karşı işlenen bir cinayet varsa mutlaka bu alçaklar o cinayetin baş suçlusu, baş sorumlusudurlar. Emperyalistlyerin tek amacı vardır: Halkları sömürgeleştirmek... Bölgemize gelirsek, işte bu alçaklar 1990’dan bu yana Ortadoğu’yu kana ve ateşe boğmaktadırlar. Latin Amerika’da kötülüklerine artık ara vermek zorunda kalmışlardır. Hatırlarsak yoldaşlar, ABD Emperyalistleri dünyadaki ilk faşist darbelerini 1953 yılında İran’da, Türk kökenli, namuslu, yurtsever bir önder olan Muhammed Musaddık’ın başbakanlığında yürütülen antiemperyalist savaşı ve iktidarı yıkmak için gerçekleştirdiler. Onun ardından da 1954’te, Latin Amerika’daki ilk faşist darbeyi, Guatemela’daki devrimci Arbenz iktidarını devirmek için gerçekleştirdiler. Ama orada Che birinci eşi Hilda’yla tanıştı ve sosyalizmle tanıştı. Ve Che, Fidel, Raul, Camilo; Küba Devrimi’ni gerçekleştirdiler. Yine kıdemli yoldaşlarımızın çok iyi hatırladıkları gibi, 1967’de Bolivya’da, yine CIA’nın yönettiği bir operasyon sonucunda Che, Yuro Geçidi’nde pusuya düşürüldü ve alçakça, ağır yaralı şekilde ele geçirildikten sonra katledildi, 9 Ekim 1967’de. Ama genç devrimci kanının suladığı topraklarda kaçınılmaz bir biçimde devrimci hareketler filizlenir. İşte Küba’nın yükselttiği bayrağın ve estirdiği devrimci rüzgârın etkisi Chavez Yoldaş’ı ve onun önderliğindeki Bolivarcı Devrimci Hareketi başlatmıştır. Ve onun etkisi, Bolivya’da Morales Yoldaş’ın önderliğindeki devrimci hareketi başlatmıştır. Ve bu üç devrimci ülkenin estirdiği devrimci rüzgârlar, koca Latin Amerika kıtasında antiemperyalist halkçı iktidarların iş başına gelmesinin yolunu açmıştır.… Ve bildiğimiz gibi, aşağı yukarı 20 günden bu yana da masum Libya Halkını bombalamaktadır, aynı alçak, aynı düşman. Demek ki, dünya halklarının başdüşmanı bu emperyalist bloktur. Raul Yoldaş da haklı olarak dile getiriyor; dünyanın neresinde darbeciler, ABD uşağı alçaklar varsa, insan hayatına kıyanlar, halkların düşmanları varsa ABD onları korumaktadır, kollamaktadır ve yönetmektedir, diyor. O zaman bu emperyalist ülke nasıl terörizme karşı mücadeleden söz edebilir? Buna hakkı var mı? Yok, arkadaşlar. Ama o hep kuzu postuna bürünmeyi sever. Alçaklıklarını, zalimliklerini kan dökücülüğünü gizlemek için demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından, hukuktan söz eder. Oysa bunlar hep kandırmacadır. Onların özgürlükle, demokrasiyle, insan hayatıyla hiçbir ilgileri yoktur. Onlar yalnızca, Marks Usta’mızın da söylediği gibi, Para Tanrısına taparlar. Onların tek amaçları; şirketlerinin, o devletleri yöneten şirketlerin kasalarının dolmasıdır. Dünyanın doğal zenginliklerinin, kaynaklarını yağmalanmasıdır; dünya pazarlarının el altında tutulmasıdır ve dünya halklarının köleleştirilmesidir, sömürgeleştirilmesidir. O yüzden hep kendileriyle işbirliği yapan satılmış, hain yöneticileri, kişileri işbaşına getirirler. İşte Raul Yoldaş da söyledi. Chavez’den önce Venezüela’da işbaşında olan insanlar hep ABD’nin uydusu konumundaydı. Bugün için 50-60 milyar doları bulan ülkenin büyük petrol geliri, büyük oranda ABD kasalarına, geri kalanı da Venezüella’daki satılmış işbirlikçi iktidarın kasasına gitmekteydi. Halk bundan hiçbir şekilde faydalanamamaktaydı. Oysa Chavez Yoldaş o geliri aldı, emperyalistlerin sömürülerine son verdi, onların askerlerini ülkeden kovdu ve o geliri halkın çıkarları için kurduğu işletmelere verdi ve halkın geçiminin iyileştirilmesi, hayat şartlarının düzeltilmesi için harcadı. Eğitimine, sağlığına ve halkın insanca yaşayabileceği bir gelir sahibi olacağı işlere; fabrikalara, yatırımlara aktardı. Ve bir avuç ABD Emperyalisti uşağı toprak ağalarının elindeki büyük arazileri aldı; eşitçe, özgürce halka dağıttı, halka paylaştırdı. Böylece hem Venezüella Halkının hayatını maddi anlamda iyileştirdi, onları insanca bir yaşama kavuşturdu, hem de Venezüella’nın ulusal onurunu yeniden kazandırdı halkına, ülkeye... Yoldaşlar, demek ki dünya halklarının düşmanı aynı ve dostları da aynı. Gerçekten dünyanın neresinde halkını seven, onun çıkarı için mücadele yürüten ve Chavez Yoldaş gibi fedakârca hayatını ortaya koyan önderler varsa, onlar hep aynı amaç için mücadele etmektedir. Çünkü onların hepsinin düşmanı bir, o yüzden onlar kardeş. İşte biz de o sebeple, yoldaşlarımızı ve Chavez’i kendi öz kardeşlerimiz gibi görmekteyiz. Tayyipgiller’in halktan yana tek bir icraatları yoktur Ne yazık ki ülkemize baktığımız zaman içimiz kan ağlıyor, yoldaşlar. Bizde de ABD uşağı satılmış iktidarlar, hain yöneticiler birbiri ardına işbaşına geliyor. İşte Tayyipgiller’in ne olduğunu biliyorsunuz. Bunlar ABD tarafından iktidara getirildi. Ve biraz iktidarları sarsılınca, hemen elçiler göndererek, ABD Emperyalistlerinin önünde diz çöküp yalvarıyorlar, ne olur bizi kanalizasyon deliğinden aşağı süpürmeyin, kullanın, diye. Böylesine kişiliksiz insanlar tarafından yönetiliyoruz, ne yazık ki… Üstelik de 90 yıl önce emperyalizme karşı dünyanın ilk başarılı kurtuluş savaşını vermiş olmamıza rağmen,... O devrimin getirdiği kazanımları, onuru, bağımsızlığı bugün tümüyle yitirmiş durumdayız ve ülkemizde işbaşında olan iktidarların zulümden, ihanetten, dümenden, dolandırıcılıktan başka yaptıkları hiçbir şey yok… İşte son günlerde, özellikle geleceğimiz olan gençliğe oynadıkları bir oyun daha ortaya çıkmış durumda. Sınavlardaki büyük yolsuzluk ve namussuzluk... Oysa bunların yaptığı hiçbir iş namuslu değil. Hiçbir iş, arkadaşlar… Bir tek onurlu, düzgün, halktan yana işleri yok bunların. Dünkü gazetedeydi, çantamda bakıverirsen kızım bir. Gösterelim. Bakıver, buluver bir… Şimdi mesela bunlar, 9 tane hidroelektrik santralini özelleştirmek için; yani halkın parasıyla kurulmuş elektrik santrallerini satmak için bir şirket kuruyorlar, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı aracılığıyla. 9 şirketi de satıyorlar. Haraç mezat Parababalarına peşkeş çekiyorlar. Buna rağmen kurdukları şirket varlığını sürdürmeye devam ediyor. Hâlâ maaş alıyorlar. İki sene, işlerinin bitmesinden bu yana iki sene, bir zaman geçmiş olmasına rağmen… Ve sadece bu şirketin zararı 681 bin lira, arkadaşlar. Yani peşkeş çekilen santrallerle yapılan ihanet bir tarafa, sırf bu şirketin zararı bu… Yani bunların yaptıkları bütün iş yolsuzluk. Tayyipgiller 20 defa İhale Kanununu değiştirdiler. Bir kanun 7 yıl içinde 20 defa değişir mi? Niye?.. Yandaşlarına uygun, onların lüpleyeceği ihaleler ortaya koyabilmek için. Yani işi kitabına uydurmak için… İstanbul’da yine 7 yılda 5000 defa İmar Kanununu değiştiriyorlar. 7 yılda 5 bin defa!.. Yani İstanbul’un İmar Planında aşağı yukarı günde 23 değişiklik yapıyorlar. Şimdi bunun akılla, mantıkla, namusla, vicdanla ilgisi olabilir mi? İstanbul’un altın değerindeki arazilerini yağmalatmak için yapıyorlar. Ve ne yazık ki, CHP’yle, MHP’yle, Tayyipgiller’in belediye meclislerindeki üyeleri ortaklaşa bu yağmadan pay alıyorlar, anlaşmalı şekilde yapıyorlar. Ve dün Mustafa Yoldaş’ımızla da konuştuk. Bir belediye seçimi sonrası işbaşına gelen Meclis Üyelerinin… Mustafa Yoldaş: Büyükşehir Belediyesi Hoca. İstanbul Büyükşehir Belediyesi… urullah Ankut Yoldaş: İstanbul Büyükşehir Belediyesi… Yoğun olarak yöneldikleri yer; İl İmar Komisyonu. Başka hiçbir yere, Sağlık Komisyonu ve benzerine yönelmiyorlar. İmar Komisyonuna... Çünkü avantanın en bolu orada. Orada oluşturulacak yağmadan pay almak için. Şimdi… Kamu mallarını o denli yağmalattılar ki, bunun miktarı 55 milyar doları bulmuş durumda, 7 yıl içinde. Ve bundan halkımız hiçbir şekilde yararlanmadı, bu gelirden. Tümüyle Parababalarına yeyim edildi ve o gelirler de borç faizlerine gitti. Yani bunlarda ne namus var, ne vicdan var, ne ahlâk var. Hiçbir şey yok… İnsan sevgisi de yok bunlarda. Ve dünyanın her yerinde emperyalistler ve onların uşakları aynı toptan kesmedirler. Yine, vaktimiz yok, son bir şey: dünkü gazetedeydi sanırım, bir çocukla ilgili haberden söz etmek istiyorum: İstanbul Maltepe’de 6 yaşında anaokuluna giden bir çocuk, okulun tuvaletinin lavabosunun üzerine düşmesiyle ölüyor. Lavabo kırılıyor ve kırığın boynunu kesmesiyle ölüyor çocuk. Sayfada çocuğun resmi var şurada. Çocuğun babası, ailesi maddi tazminat davası açıyor. Şimdi İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü, İstanbul Vali Yardımcısının imzasıyla bir savunma gönderiyor. Çocuğun sevimliliğine bakın, arkadaşlar… 6 yaşında… Ne kadar sevimli… Okuduğunuz zaman insanlığınızdan utanırsınız şu savunmayı, yüreğiniz parçalanır. O kadar alçakça, o kadar vicdansızca bir savunma ki… Diyorlar ki burada, lavabo yerinde duruyordu, bu çocuk çok yaramazdı. O yüzden lavabonun üzerine çıktı, lavabo üzerine düştü ve kırık boğazını keserek öldü. O sebeple okulun bunda bir kusuru yoktur, çocuk yaramazlığının kurbanı olmuştur. Bir defa bu 6 yaşında bir çocuk… Elbette çocuklar yaramaz olmalı. Daha önce de size söyledim. Her şeyin, her yaşın bir yakışan durumu, hali var. Çocuklar elbette yaramaz olur. Yaramaz olmayan çocuk olur mu?.. Hayvanlarda bile dikkat edersek, yavrular daha oyuncudur, daha yaramazdır, birbirleriyle oynarlar, zıplarlar. Ama büyüyünce hayatın yükü, ağırlığı, sorumluluğu üzerlerine biner, hareketleri yavaşlar. Yani bir de 6 yaşında bir çocuk bu… Eğer sağlamca o lavabo yerine monte edilmiş olsa, onun ağırlığından ne olacak?.. Tut ki 20 ki- 18 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... lo. 20 kiloluk bir ağırlıkla, düzgün şekilde yere monte edilen bir lavabo düşebilir mi hiç, yerinden oynar mı? Ama insan sevgisi yok ki bunlarda. Empati yapma diye bir duygu yok ki, bir anlayış yok ki. Kendilerini o çocuğun anne babası, büyük annesi, büyük babası yerine koyamazlar ki… Bunların ruhları bu! Emperyalistler ve yerli işbirlikçilerinde insancıl duyguların zerrresi yoktur Dikkat ederseniz, Tayyip de Ege’de bir gezisi sırasında, aynı tavrı koydu. 13 yaşında bir çocuğun babası işten atılmış; “Seçimlerde Allah sizin belanızı verecek”, diyor. Hemen Tayyip korumalarına emir vererek, çocuğu otobüsüne çağırtıyor ve çocuğun boğazını öylesine sıkıyor ki, parmaklarının izi çocuğun boğazında morluklar oluşturuyor. Yani psikolojik olarak (psikoloji okuyan arkadaşlarımız bunu çok iyi anlarlar) yani o arada kendisi serbest kalsa; eğer ondan dolayı hiçbir hukuki soruşturma, adli soruşturma geçirmeyeceğini bilse, çocuğun boğazını sıkıp öldürmek istiyor. Yok etmek istiyor çocuğu, parçalamak istiyor. Ama durumundan, konumundan dolayı, böyle bir şey yapınca bütün siyasi kariyeri biteceğinden dolayı, o kadarla kendini frenlemek zorunda kalıyor. Yani ruhiyat hep aynı dikkat edersek, hep aynı… İşte emperyalistler de aynı, arkadaşlar. Raul Yoldaş’ımız anlattı, Chavez Yoldaş’ı öldürmek istiyorlar. Emir böyle; götürün ve yok edin! Che’yi yok ettiler biliyorsunuz. Bizzat CIA tarafından verildi Che’nin infaz emri, katledin diye. Fidel’e onlarca suikast düzenlediler, girişiminde bulundular, arkadaşlar, biliyorsunuz. Ve işgal ettikleri, yağmalattıkları ülkelerde yüz binlerce, milyonlarca çocuk hayatını kaybetti. Hiç üzüntü duymazlar bunlar, çünkü bunlar insan değiller, insanlıktan çıkmışlar... Hani büyük Ozan’ımızın dediği gibi: herkes suret olarak insan doğar, ama insan olarak ölmez. İnsan olarak ölmek için insan gibi yaşamak gerekir. Bu nasıl olur? İnsanî değerleri yükleneceksiniz önce: vicdanı, acıma duygusunu, ahlâkı, namusu, insan sevgisini, halk sevgisini, vatan sevgisini yükleneceksiniz ve o değerlerin emrettiği şekilde yaşayacaksınız. Ancak o zaman koruyabilirsiniz insanlığınızı ve öyle bir hayat yaşadıktan sonra ölürseniz, insan olarak ölürsünüz. Ama ABD Emperyalistleri ve onların kuklaları asla insan değillerdir. İnsanlıktan çıkmış insan düşmanı yaratıklardır onlar. Sadece suretleri insana benzer. Ama Birinci Emperyalist Yağma Savaşı’nda olduğu gibi, elbette onları yeneceğiz. İşte Kübalı Yoldaşlarımız yendi. Chavez ve Venezüellalı Yoldaşlar yıllardır meydan okuyorlar bu alçağa. Morales Yoldaş, Bolivya’da meydan okuyor. Ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde Kim Jong İl Yoldaş meydan okuyor. Ve biz de burada meydan okumaya devam ediyoruz. O yüzden düşmanımız aynı, kavgamız, ideallerimiz, amaçlarımız aynı. Bu insanlık düşmanı alçakları yeryüzünden sileceğiz. Onların düzenlerini yok edeceğiz. Ve halkların kardeş olduğu, insanca yaşadığı, sömürünün ortadan kalktığı bir dünya kuracağız. Ve Fidel Yoldaş’ın söylediği gibi; “Eninde sonunda dünyamız tek bir sosyalist aile olacak! Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz! Sorular-Cevaplar (Alkışlar… Sloganlar… Halkız Haklıyız kazanacağız… El Pueblo Unido, Jamás Será Vencido...) Sait Kıran Yoldaş: Evet yoldaşlar, Sayın Büyükelçilere ve Genel Başkan’ımıza bu coşkulu, bizi gerçekten gururlandıran, onurlandıran konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Şimdi etkinliğimizin ikinci bölümü. Sayın Büyükelçi der ki; yıllardır biz anlatıyoruz, kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Bir de bu Türkler ne düşünür? Türkiye’de yaşayan halklar bizim hakkımızda ne düşünürler, ne öğrenmek isterler ya da ne söylemek isterler? Bunu bir duymak isteriz, der. İnteraktif bir, kendi deyimiyle interaktif bir sohbet olsun, der. Bu nedenle şimdi söz sırası sizde. Sormak istediğiniz, gerek Sayın Büyükelçiye, gerek Genel Başkan’ımıza, bu gündemimize ilişkin elbette, sormak istediğiniz soru ya da yapmak istediğiniz katkı varsa buyurun söz sizde… urullah Ankut Yoldaş: Şimdi yoldaşlar, biz hep söylediğimiz gibi arkadaşız yani kardeşiz. Aramızda çekinme, utanma, sıkılma olmamalı. Hep söylerim, ben de küçükken, köylü çocuğu olduğum için, çok utangaçtım. O yüzden de çok iyi bilirim o duyguyu. Hâlâ da utangacım ya… Bakmayın görev gereği, böyle bazen bana ayrılan saati geçerek de uzun konuşmalar yapmama. O bakımdan özellikle istediğim, rica ettiğim, hiç sıkılıp utanacak bir şey yok. Yoldaş’ımız da bizim kardeşimiz. Ne kadar içten, ne kadar candan, ne kadar sıcak… Aklınıza gelen her şeyi açıkça sorun. Sait Kıran Yoldaş: Evet arkadaşlar, söz isteyen… Venezüella’nın Libya’daki emperyalist saldırıya karşı tutumu Halil Ağırgöl Yoldaş: Son günlerin güncel olayı Libya’daki saldırıyla ilgili Venezüella’nın bakış açısını biliyoruz, Libya’daki saldırıya karşı. Ama ben buradan Büyükelçinin kendisinin ve Venezüella’nın Libya’daki saldırıya karşı bakışını, değerlendirmesini bir kez daha dinleyebilir miyiz, diye soracaktım. Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seleeand Yoldaş: İlk baştan Chavez’in yaptığı, sizlerin de bildiği gibi, arabulucu rolünü üstlenmek istedi Libya Hükümeti’yle karşıt gruplar arasında. Zaten Başkan Chavez bunu ilk dile getirir getirmez, Amerika Birleşik Devletleri tarafından bir ret cevabıyla karşılaşıldı. Aynı şekilde bu ret cevabına destek olarak da birkaç NATO ülkesi çıktı. Ancak Başkan Chavez hiçbir şekilde önerisini geri çekmedi. Ve Venezüella her şartta Libya’da yapılan bu saldırıyı kınamakta, kabul etmemekte. Aynı şekilde dünyanın herhangi bir toprak parçası üzerinde yapılacak bu tarz girişimlere de son derece karşı durmakta. Her toplumun, her halkın kendi liderini seçme özgürlüğüne saygı duymakta. Sadece ve sadece birleşmiş halktır başkanının veya liderinin kötü olup olmadığına karar veren. Ama hiçbir şekilde benim Latin Amerikalı zihniyetim, birçok ülkenin bir araya gelip de bir ülkeye bombardıman düzenlemesi gerektiği mantığını bir türlü kabul etmiyor. Aynı şekilde Devlet Başkanımız Chavez, Albay Kaddafi’nin de son derece samimi bir arkadaşı. Evet yani Libya’nın durumu bu. Venezüella’nın hiçbir zaman anlayamadığı şu olmuştur; neden kendini dünyanın en büyük gücü kabul eden Amerika Birleşik Devletleri jandarma rolüyle ülkelerin sahibi olmaya çalışmakta veya birtakım ülkelerin içişlerine karışma hakkını kendinde bulmaktadır? Uluslararası hukuk gereği de zaten büyük ülke küçük ülke diye bir şey yoktur. Her ülkenin uluslararası kamuoyunda yükselttiği sesin şiddeti aynıdır. Her ülkenin yapmak istedikleri ve yapacakları konusunda karar verme hakkı vardır. Bu yaşanan son olaylarda değil de bundan birkaç sene önce yapılan bir saldırı sırasında Kaddafi’nin oğullarından bir tanesi de atılan bir bomba sonucu hayatını kaybetmişti. Yani neden sivillerin, masum insanların, çocukların hayatını oyuncak haline getiriyorlar? Sorunun cevabı yeter herhalde, daha fazla uzatmak istemiyorum… İkinci Dinleyici: Emperyalist devletlerin Libya’ya karşı açtıkları bu savaşı tabiî ki hepimiz kınıyoruz ama buna alternatif olarak Kaddafi’nin Libya’daki yönetimini destekliyor musunuz? Veya Kaddafi yönetiminin gerçekten halkçı bir anlayışa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Yani emperyalist güçlerin orayı işgaline karşı olarak alternatif Kaddafi midir, yoksa yeni bir yönetim midir, yeni bir organizasyon mudur? Raul Yoldaş: İlk etapta bunun tercihini yapacak olan kişiler Libya Halkıdır. Kaddafi yönetiminden yapılmasını istedikleri gerekli değişikliklere uygun zemin hazırlanmasını talep etme gücüne sahiplerdir. Birçok zaman, birçok durumda, eğer ki devlet başkanının halkına kulak vermediği durumlar söz konusu olursa, elbette ki uluslararası önlemlere başvurulabilir. Bu yüzdendir ki Başkan Chavez olaylar bu duruma gelmeden once, ilk etapta, iki taraf arasında arabulucu olma rolü üstlenmeye soyundu. Hiçbir şekilde, bir ülkeye bomba atıyorlar diye, silahlarla saldırıyorlar diye bir yönetici görev yerini terk edecek diye bir gerçeklik de söz konusu değil. Şu anda şunu da unutmamakta fayda var; geçtiğimiz günlerde Kaddafi’nin oğlunun uluslararası bir kanaldan yaptığı bir açıklama vardı. Avrupa’daki birçok seçim kampanyasında, şu anda hâlihazırda devlet bakanlığı, başbakanlık görevi yapan insanların seçim kampanyalarına maddi destek sağlamıştır Libya. Şu anda, zamanında ondan destek alan aynı kişiler ülkesine karşı bombardıman düzenlemektedir. Buna benim yönelteceğim karşıt soru şu olur: mademki halk bu kadar memnuniyetsizdi, neden 40 yıllık bir diktatörlüğü çekti? Aslında orada amaçlanan şey farklı. Amerika Birleşik Devletleri ve yanındaki birkaç ülkenin istediği şey, doğrudan ülkenin petrol rezervlerini ele geçirmek. Zamanında buna benzer girişimleri benim ülkemde, Venezüella’da da yaptılar. Şunu da unutmamak lazım ki, bir halkın talebi veya kurulacak bir diyalog ortamı, bombaların yaptırmadığı pek çok şeyi yaptırmaya kadirdir. O yüzdendir ki, ne zaman ki halklar yönetime sesini duyuramazlarsa uluslararası aracılar ortaya çıkar. İkinci Dinleyici: Teşekkür ederim. Üniversite giriş sınavları kesinlikle ve kesinlikle bir aşama olarak görülmemektedir. Venezüella’da hem kamu üniversiteleri vardır hem özel üniversiteler vardır. Özel üniversiteler, üniversite sınav giriş puanını zorunlu tutarken, kamu üniversitelerinde bu çok daha esnek bırakılmıştır. Gerçekten mesleğim olacak dediği yöndeki eğilimini ve isteğini ölçmek amacıyla sınavlar yapılmaktadır Venezüella’da, kabiliyet sınavları… Reycan Yoldaş: Aslında ben genç arkadaşlardan bu soru gelir diye beklemiştim, bugün özellikle eylem de yaptık… Chavez iktidara geldikten sonra eğitim sisteminde ne gibi değişiklikler oldu? Kısaca… Burada gördüğümüz gençlerimizin hakları gaspediliyor. Okula giderken, üniversitede, sınavlarda kopyalarla, şifrelerle cemaatlere, tarikatlara veriliyor soruların cevapları. Geçen yıl da KPSS’de gördük yani mezun olduktan sonra da aynı şeye maruz kalıyoruz. Acaba Venezüella’da bu konuda neler var? Kısaca gençlerimiz açısından… Raul Yoldaş: Mesela bunun en başında, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti şu anda konut sorununa çözüm aramakta. Şu anda yürütülen bu projenin adı Wien Mayo, Venezüella’nın çok önemli mimarlarından Raul Wien Mayo anısına, bu sosyal tesise adı verilmiş. İnsanların yaşadıkları gecekonduların saygıdeğer evlere çevrilmesi amaçlanıyor. Temel ihtiyaç ürünleri, özellikle gıdadaki fiyatlar aşağı çekilmiş durumda. Halk süpermarketleri ve halk mağazaları bulunmakta. Aynı şekilde düşük gelire sahip halk oraya gidip ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ama daha az ücret ödüyor. Sağlık alanında; ilaç olsun, hekim kontrolü olsun veya bizim check up dediğimiz sağlık kontrolleri olsun bunlar tamamen ücretsiz. Chavez öncesi dönemde insanlar sırf sosyal güvenceleri olmadığından dolayı veya ceplerinde yeterince para olmadığından dolayı hastane faturalarını ödüyorlardı. Tüm bunlara verilecek en güzel cevap aslında yapılan birçok şeyin yanı sıra sosyal anlamda halka kattıkları. Ki bu sosyal misyonlarla insanların görme bozukluklarına kadar tedavi edildi, insanlara ücretsiz gözlük verildi. Ki bu konuda da zaten kardeş cumhuriyet Küba’yla çok güzel anlaşmalarımız var. Özellikle göz cerrahisi konusunda halkın en ihtiyaç sahibi kesimine kadar inebilecek sayıda doktorlar gönderdiler, doktorlar yetiştirdiler, yardımcı oldular. Elbette ki yapılması gereken çok şey var, yürümemiz gereken çok yol var ama birçok şeyi de yaptık. Başkan Chavez, Venezüella’nın gerçekten de; “bu ülkenin bir de fakir halkı vardır”, cümlesini hatırlayan tek Başkanıdır. Bu sebeptendir ki, yarın hatırlayacağımız 11 Nisan Darbesi’nde o kadar kolay olmadı Başkan Venezüella’nın eğitim alanındaki devrimi Raul Yoldaş: Şimdi ben senin bu soruna cevap vereceğim, ancak şöyle bir pazarlığım var: bugün söylemediğin şarkıyı bir dahaki sefere peşin alırım. (Gülüşmeler…) Gitarla şarkı söylediğini görmek istiyorum bir dahaki sefere. Ben şimdi Venezüella’yı söyleyeceğim, Türkiye hakkında bir yorum yapamam ne yazık ki. Ne yazık ki biz diplomatların görevlerini yerine getirirken hâlihazırda bulundukları ülkenin içişlerine karışmak gibi bir yetkileri asla ve asla yoktur. Başkan Chavez’in programının çözmek istediği sadece sorduğun konuyla sınırlı değil, aslında bir devrimin gerektirdiği her şeyin değişiminin yaşandığı gerçeği var. Şu anda Venezüella’da çok yaygın bir slogan vardır: “Eğer ki genç arkadaşım okumak istiyorsan, bunun için savaş!” Venezüella’nın tüm eyaletlerinde Bolivarcı üniversiteler açılmıştır. Zamanında öyle ya da böyle bir şekilde maddi gelir eksikliğinden dolayı lise mezunu olup da üniversiteye gidememiş tüm insanlara ücretsiz üniversite eğitimi verilmektedir. Bir şekilde ailelerine bakmakla yükümlü olduklarından dolayı ilgili yaşlarda üniversite eğitimi alamamış insanlara da bu kapılar açılmıştır. Şöyle söyleyebiliriz: hiçbir şekilde yaş gö- zetilmemektedir. Herkes istediği yaşta eğitim alabilmektedir. Aynı şekilde birçok yaşı geçmiş avukat ve diğer meslek alanlarından da mezunlarımız var. Elbette ki kendileri aktif olarak bu meslek gruplarında yer alamayacaklardır; bunları yapmaya ne fiziksel, ne sağlık, ne de yaşları elvermeyecektir ama bunları başarmış olmanın verdiği memnuniyeti bulundurmaktadırlar. Sizlerle birlikte gerçekleştirdiğimiz birçok faaliyette de söyledim, 2005 yılında Venezüella: “okuma yazma bilmeyen yoktur.” olarak ilan edilen bir ülkedir. Venezüella’da son dönemde bu bilişim ve teknoloji alanında kat edilen gelişmelerin, insanların kitap okuma alışkanlığına son verdiği kanıtlandığından dolayı, gençlere ve çocuklara hükümet tarafından ücretsiz olarak kitap dağıtılmaktadır. Hatta kitapların boyutları cepte taşınabilecek boyutlara indirilmiş, çünkü insanlar otobüste giderken, bir yerde beklerken, berberde saçını kestirirken olur da sıkılır da bir çıkarıp göz atarsa, bu bizim için kârdır düşüncesi güdülmüştür. Sait Kıran Yoldaş: Teşekkür ediyoruz. Devrimin Halka kazandırdıkları Mehmet Kuşçu Yoldaş: Ben şeyi merak ediyorum, devrimden önceki ücretler ve geçim standartları, bir de devrimden sonraki. Yani ulaşım olsun, sağlık olsun, eğitim olsun bütün alanlarda nasıl bir değişim oldu? Berna Yoldaş: Yaşam standardındaki değişim mi?.. Mehmet Kuşçu Yoldaş: Evet. Chavez’i ülkeden çıkarmak veya bir yerlere götürmek. Öldürmek… Çünkü halk, gerçekten kendisi için azıcık da olsa bir şey yapan veya yapmaya çalışan bir insanı, ellerinden o kadar da kolay alıp götürmelerine izin vermedi. Tacettin Çolak Yoldaş: “Kısa Carmona” ne yapıyor şu anda? Nerede? Raul Yoldaş: İlk etapta darbenin ardından kendisinin Kosta Rika’ya kaçtığını biliyoruz. Günümüzdeyse Kolombiya-Amerika Birleşik Devletleri arasında gidip geliyor. Tabiî ki kendisi Venezüella’da arananlar listesinde. Çünkü her şeyden önce hukukun üstünlüğünü ayaklar altına aldı. Kendisinin, daha önce de söylediğim gibi, 2002 yılında yaptığı, orduyu kendine çevirmekti, kendi kötü niyetine kullanmaktı. Yani kendisi, Türkiye’nin TÜSİAD’ının, FEDECAMARAS’ın başkanıydı. Tüm şirketler, tüm Parababaları kendi kontrolü altındaydı ve kendisi alınıp da tüm bu darbenin tepesine konulan figür haline geldi. Aslında hem o kendi yığınını kullandı, hem de silahlı kuvvetler onu kullandı çünkü görünen figür oydu. Kapının arkasındaki üst düzey askerler de söylenmesi gerekenleri onun aracılığıyla söyletiyorlardı. Chavez’in darbecilere karşı tavrı Yunus Yoldaş: Benim sorum şu: Chavez neden karşıdevrimcilere karşı hoşgörülü, diyeyim, kendisine darbe yapmak isteyenlere karşı neden şiddet kullanmıyor, neden zor kullanmıyor da işte geri döndükten sonra halkı sakin olmaya çağırıyor? Raul Yoldaş: Her şeyden önce Başkan Chavez’i tanıma şerefine erişen insanlar bilirler ki, kendisi son derece insandır, kendisi son derece komplekssiz bir insandır. Günümüzde birçok darbeciyi affetmiştir ama elbette ki darbecilerden yakalananların bir kısmı da hapishanededir. O dönemde sermaye dediğimiz olgu, ki zamanında darbecilerin darbeyi yapmasına sebep olan olgudur, hatta silahlı kuvvetlerin olması gerektiği yerden karşı tarafa geçmesini sağlayan bir olgudur, sermaye olgusu da önemlidir. Ve bu da elbette ki beraberinde birçok büyükelçinin, birçok devlet üst görevlisinin, artık Başkan Chavez dönemi sona erdi nasıl olsa, deyip görev yerlerini terk etmesine neden olmuştur. Çok fazla ihanet gerçekleşmiştir. Çünkü insanoğlu her zaman için kazananın yanında yer alma doğasına sahiptir. Bu yüzden, bu (72 saat diye hesaplayalım) darbe sürecinde, artık insanlar Başkan Chavez’in ayağı nasıl olsa kaydırıldı, artık geri dönüşü mümkün olmaz, diye düşündüklerinden dolayı ona sırtını döndü. Tamam, bitereceğim, tamamlayacağım… Sait Yoldaş bakmaya başladı… (Gülüşmeler…) Sait Kıran Yoldaş: Yoldaş kendisini baskı altında hissetmesin… Rahat olsun… (Gülüşmeler…) Raul Yoldaş: Sait beni tanıyor. Olumlu bir şekilde müdahale etmezse yarın sabahı buluruz. (Gülüşmeler…) Yani elbette ki yapılan darbeden sonra çok fazla tutuklanan insan oldu ama Başkan Chavez’i bilenler bilir ki, ona bir şeylerin katiyetini kanıtlamak lazım, kesin olduğunu kanıtlamak lazım ki eyleme geçsin. Aynı şekilde Venezüella Yüksek Mahkemesinin bu yaşanan sürece istinaden vermiş olduğu son hüküm de; Venezüella’da bir darbe olmuştur, değildir. Venezüella’da o saatler süresince bir görev boşluğu yaşanmıştır, şeklindedir. Yunus Yoldaş devamla: Sayın Büyükelçi konuşmasında; düşman her zaman saldırmaya hazır, ona karşı saldırmaya hazır olmalıyız demişti. Chavez’in elinde bir güç varken neden düşmanı tamamen yok etmek yönünde kullanmıyor ki? Bir de, bunun kanıtlanması gerekli denildi. Kendisi 72 saat boyunca görevden uzaklaştırıldı. Bir darbe yapıldı. Bu durum, darbecilere karşı bir şey yapılması gerektiğini kanıtlamak için yeterli değil mi? Ve devrim biraz da kanlı değil midir? Raul Yoldaş: Başkan Chavez, her zaman şunu savunmuştur; ben tek başıma yönetirken çok sıkılırım, elbette ki benim karşımda bir muhalefet olacak. Venezüella’da bundan bir önceki seçimlerde zaten muhalefet seçimlerden, daha doğrusu millet meclisindeki katılımlarından feragat etmişlerdir. Bu demek oluyor ki, 5 sene boyunca millet meclisindeki vekillerin çoğu Chavitista’ydı. Bu sebepten dolayı da bir dinamizm ortadan kalkmış oluyordu. Her zaman karşıt fikirlerin birbiriyle teatiye girmesi gerekiyordu. Soruna daha kesin cevap: Neden darbecilerin işini bitirmedi? Bir kısmı hapishanede, bir kısmı affedildi, bir kısmı da zaten yurtdışına kaçtı… Zafer Yoldaş: Chavez, karşımda muhalefet olması gerek demiş ya… Muhalefetin olması şu anlama gelir: bir insanın hatasını karşıdaki muhalefet çok çabuk görür ve onu kendisine karşı kullanır. Chavez neden muhalefetin eleştirisine özeleştiri veriyor ki?.. Kendi hatalarını neden kendisi, kendi arkadaşlarıyla görmüyor da muhalefetin görmesine izin veriyor? Raul Yoldaş: Unutmamak lazım ki, tüm Venezüella Tarihi boyunca mutlak bir güce sahip olmuş bir muhalefeti sona erdirmek de çok kolay bir şey değil. 19 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Halkın Kurtuluş Partisi Venezüella Halkı’yla omuz omuza... Benim dediğim belki yanlış anlaşılmış olabilir. Hani illa da benim bir muhalefete ihtiyacım var, muhalefetsiz yapamam değil, benim az önce söylediğim. Çünkü Venezüella gerçeğini de bilmek lazım bu anlamda. Onlar Venezüella’da işlerin sahibi olan insanlar. İşletmelerin, Toprakların sahibi olan insanlar. Aileden geçen miras… Kısacası hayat boyunca hüküm sürmüş bir ülkede, sistemin bu kadar kolay bir biçimde bitirilmesi mümkün değil. Halil Arabulan Yoldaş: Benim paylaşmak istediğim, duygularımı ifade etmek istediğim bir konu var. Gerçi Genel Başkan’ımız, ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistlerine karşı giriştiğimiz savaşta, bu savaşın önde gidenleri arasındaki yoldaşlık ilişkilerini çok iyi şekilde ifade etti; duygularımızı çok iyi şekilde belirtti ama ben de şöyle paylaşmak istiyorum ki, Raul Yoldaş’ın, Başkan Chavez ve Venezüella Halkı adına Partimizle kurmuş olduğu köprüden, yoldaşlık ilişkisinden dolayı kutluyorum kendisini. Kendisi bizim yoldaşlığından keyif aldığımız, onur duyduğumuz sempatik bir arkadaşımız. Raul Yoldaş: Ben asıl burada olmaktan çok memnunum. Keşke size bir şeref madalyası verebilsek… Hem Partimizle; hem Venezüella’yla, hem Latin Amerika ülkeleriyle her zaman son derece sıkı, omuz omuza oldunuz. Size her yerde, her zaman, her koşul altında güveniyorum. (Alkışlar…) Ve gerçekten ne zaman bir slogan atılsa, sizi gördüğümde bunun yüreğinizden koparak çıktığını görüyorum. Hayatta önemli bir şey varsa bu da gerçekten onlardan bir tanesi. Konferanslardan bir tanesinde, çok arka sıralardan bir tanesinde oturuyordunuz, hatta ben mikrofonla konuşuyordum ama sizin sesiniz sanki siz mikrofonla konuşuyormuşsunuz gibiydi... (Gülüşmeler…) Venezüella’nın hedefi 21’inci Yüzyıl Sosyalizmidir Semra Yoldaş: Şimdi eğitim sisteminden bahsetti Sayın Büyükelçi, özel üniversiteler ve halk üniversiteleri olarak iki kurum olduğunu söyledi. Şimdi biz normalde halk üniversitelerini savunuyoruz, kendi ülkemizde bunun olması gerektiğini söylüyoruz. Şimdi oradaki özel üniversiteyle halk üniversitesi arasındaki ayrım ne? Yani neden böyle bir ayrım yapılmaya ihtiyaç duyulmuştur? Berna Yoldaş: Neden özel üniversiteler var? Soru bu değil mi? Semra Yoldaş: Evet. Neden Halk üniversiteleri ya da kamu üniversiteleri değil de özel üniversite? Raul Yoldaş: Şöyle düşünelim. Gelir seviyesi oldukça iyi bir ailenin bir çocuğu var ve bu ailenin kendisi hükümete karşı. Hiçbir şekilde çocuğunu Bolivarcı üniversiteye göndermeyecektir. Hem başına bir şey gelmesinden korkar, hem de çocuğun kafasının bir şekilde sosyalist, devrimci fikirlerle “kirletileceğini” düşündüğünden dolayı göndermez. Az önce konuşmamda size bahsettiğim bir Andres Bello Katolik Üniversitesi vardı, karşıdevrimci protokol imzalamışlardı, demiştim. O üniversite mesela gerçekten hükümet karşıtı fikirlerin yetiştirildiği başlıca kurumlardan bir tanesi. Senin sorunla bağdaşması açısından bir örnek daha vermek istiyorum. Öncelikle Başkan Chavez Hükümeti, hiçbir şekilde zayıf karakterli bir hükümet değildir. Son derece kuvvetli bir karaktere sahiptir. Ama özel olan her şeyin de kökünü bir anda kazıyacaksın, diye bir gerçeklik de ne yazık ki dünyanın hiçbir noktasında bulunmamaktadır. Başkan Chavez’in hükümetinin planları arasında bunlardan çok daha önce gelen hususlar bulunmakta ki, bunların başında Venezüella’nın sahip olduğu uçsuz bucaksız topraklar var. Özel üniversitelere gelene kadar, şu anda işletilmeyen, hiçbir şekilde değerlenmeyen, çorak hale dönüşmüş olan toprakların halka kazandırılması gibi konular dururken, önceliği üniversitelere veya özel olan şeylerle savaşmaya vermek aslında çok da adil olmayacaktır. Mesela arkadaşımız dedi ki, neden darbecilere karşı herhangi bir yaptırım uygulanmadı? Ve diğer arkadaşım bana dedi ki, neden hâlâ özel üniversiteler devam ediyor? Düşünebiliyor musunuz kendisinin ne kadar âlicenap bir kişiliğe sahip olduğunu. Tüm bunları bir şekilde tolere etmesine karşın, her gün yerel ve uluslararası basında kendisine diktatör yaftası vurulmakta. Venezüella’da herkesin ve her şeyin belli bir yeri var ve yarın sabah kalkacağım ben bütün özel üniversiteleri kapatacağım veya ertesi sabah kalkacağım zamanında darbe yapanların hepsinin boynunu alacağım diye bir şey hiçbir yerde zaten yok. Biz deriz ki, Venezüella’da herkesin kendine ait bir alanı vardır. Biz inanıyoruz ki, hem özel şirketler, hem de devlet şirketleri ülkenin kalkınmasında role sahiptir. Hem muhalefet, hem de Chavist olan kanat gerekli Venezüella’da. Yani bu siyasi oyunun gerekliliği… Bu şekilde, bir şekilde döngü ilerliyor. 21 Mayıs Dünya Süt Günü ve anne sütü bile alamadığı için ölen bir küçük bebek Tarafsızlık oldum olası bizim harcımız değil. Hele hele bir anne olarak tarafım net: emekçi anaların ve onların çocuklarının tarafındayım. Bu yüzden dünyanın ya da memleketimin neresinde olursa olsun bir yavru zarar görmüşse içim cız eder. 21 Mayıs Dünya Süt Günü yaklaşırken, geçtiğimiz aylarda yaşanan bir acı olay yeniden canlandı belleğimde. Dünya Süt Günü, bu güzel içecek içilsin, daha çok içilsin diye ortaya çıkmış bir gün. Uluslararası Sütçülük Federasyonu, 1956 yılında aldığı bir kararla 21 Mayıs’ın, Türkiye’nin de dahil olduğu Federasyona üye tüm ülkelerde Dünya Süt Günü olarak kutlanmasına karar veriyor. Amaç süt içilmesini teşvik etmek. 2011 yılı Türkiyesi’nde 17 Ocak günü, Samsun’un Tekkeköy İlçesi Cumhuriyet Mahallesi’nde oturan 26 yaşındaki Anne Necla ve geçirdiği iş kazası nedeniyle işsiz olan 30 yaşındaki Baba Murat Bakırcı’nın daha 2.5 aylık olan bebekleri Kübra azar Bakırcı açlıktan ölüyor. 2.5 aylık bebekler açlıktan niye ölür? Onlar sadece anne sütüyle besleniyor. Ve “anamızın ak sütü” gibi deyimlere konu olan anne sütü, her annede bebeğini doyurmak için yeterince vardır. Daha doğrusu olmalıdır. Ama Necla Anne’nin sütü yetmiyor, yetemiyor yavrusuna. Çünkü kendi deyimiyle “her gün ekmekle çay içmekten süt mü olur?” Doğal ve en ucuz besin olan anne sütü gelmeyince takviye mamalarla beslemek lazım çocuğu. Hangi parayla? İşsiz babanın buna gücü yetmiyor. Ve 2,5 aylık Kübra bebek, annesinin beslenme yetersizliğinden sütü gelmediği-yetmediği için açlıktan ölüyor. Bu ne büyük bir acı. İnsanın kemiklerini sızlatan bir acı… Sonra gelsin, vur patlasın çal oynasın 21 Mayıs Dünya Süt Günleri. Yar bana bir eğlence… Çocuklarımıza gönül rahatlığıyla içirebileceğimiz güvenli ve sağlıklı 1 litre süt 2 TL. Özellikle çocukların, kemik gelişimi için ve tabiî yetişkinlerin de günde ortalama yarım kg’a yakın-2 bardak tüketmesi gereken sütü yeterince tüketebiliyor muyuz? ABD’de ve birçok AB ülkesinde kişi başı yıllık çiğ süt tüketimi 100 litrenin üstündeyken, ülkemizde 6-7 litre seviyesinde. Niye? Çünkü ülkemizde süt fiyatları yüksek. Süt içimi yeterince özendirilmiyor. Çiğ süt ile işlenmiş süt arasındaki fiyat farkı AB ülkelerinde 1,5 kat iken, bizdeki tekelleşme sonucunda bu oran 3 katına kadar çıkabilmektedir. Yani sanayici arz fazlası bahanesine sığınarak sütü üreticiden çok düşük fiyatlara almakta ancak tüketiciye bunun 3 katı kadar bir fiyatla satmaktadır. Bu tam bir kısır döngüdür. Halkımız süt pahalı olduğu için, beslenmesi için gereken miktarda süt içememektedir. Süt tekelleri, üreticiden, süt tüketimi az, üretimi fazla kandırmacasıyla sütü çok düşük fiyatlarla almakta, çok pahalıya satmaktadır. Ayrıca kendi ülkelerinde et ve süt üreticilerini destekleyen-sübvanse eden ve bunların ithalatına ciddi kısıtlamalar getirerek üreticisini koruma altına alan ABD ve AB Emperyalistleri (AB-D) iş bizim ülkemize geldiğinde yerli işbirlikçilerine, süt üreticilerine yapılan sübvansiyonları kaldırmalarını, sütün halka ucuz ve sağlıklı bir şekilde ulaşmasını sağlarken tüketiciyi de tekellerin insafına-pençesine bırakmayan SEK gibi kamu kurumlarını özelleştirmelerini emretmişlerdir. Şu anda örgütsüz olan süt üreticisi ve tüketicisi tamamen süt tekellerinin insafına kalmış durumdadır. 2010 yılı sonunda yapılan üç aylık ihalede, 2011 Mart ayı sonuna kadar çiğ sütün litre fiyatı 73,5 kuruş olacaktı. Ancak süt sanayicileri, Mart ayı sonunda yapılacak ihaleyi beklemeden çiğ süt fiyatlarını 73,5 kuruştan 65 kuruşa düşürdü. 2008 yılında da aynı oyun sahneye konulmuş ve çiğ sütün fiyatı 80 kuruştan 35 kuruşa kadar gerilemişti. Bunun sonucunda son birkaç yılda yaklaşık 1 milyon süt hayvanı kesildi. Süt hayvanının kesilmesi sadece süt üretimini düşürmedi. Buzağı doğumu azaldı. Ayrıca, pek çok besi işletmesi kapandı. Hayvan varlığı hızla eridi. Buna bağlı olarak et ve süt fiyatlarında Unutmayınız ki, bu Venezüella’da olan bir devrimdir. Hiçbir devrim birbirinin kopyası değildir. Unutmayınız ki, Venezüella’da yaşanan Bolivarcı Devrim sürecidir. Başka hiçbir devrimle hiçbir şekilde kıyas götürmez, Simon Bolivar’ın öğretilerini temel alır. Kendisinin ulaşmak istediği nokta, 21’inci Yüzyıl Sosyalizmidir ama daha geniş açılarla buraya varmayı hedeflemektedir. Mesela Başkan Chavez’in ilk yıllarına bakalım. O dönemde var olan partiler şu anda hiçbir siyasi ağırlığa sahip değildir. Şu an için muhalefetin, Başkan Chavez’in karşısına aday sıfatıyla çıkarabileceği hiç kimsesi yoktur. Çünkü çıkartılanı iki dakika içinde yerle bir eder. Başkan Chavez, bir şeyleri yapmış olmak için yapan bir insan değildir; gerçekten halkını seven, halkına aşık bir insandır. Eğer halktan birini görüp ona sarılıp onu öpüyorsa, bu gerçekten içinde hissettiği içindir. Kendisi halk adamıdır. Birçok başkanlık seyahatinde yabancı başkanlarla beraber gördüm. O başkanlar da mesela giderler halktan birine sarılırlar ama ilk yaptıkları iş, koşarak banyoya gitmek, ellerini yüzlerini yıkamak, temizlenmek olur. Ama Başkan Chavez öyle değildir, terli birine sarıldığı zaman da gidip hiçbir şekilde ellerini yıkamaz. (Alkışlar…) Kapitalizm Venezüella’da mutlaka ortadan kaldırılacak Doğan Erkan Yoldaş: Ben öncelikle Raul Yoldaş’a en derin sevgilerimi, devrimci yoldaşlık duygularımı ifade etmek istiyorum. Şimdi genç arkadaşların aslında söylemek istediği şu, ben ona bir ek yapmak istedim daha çok. Marksizm-Leninizmin, evet, her ülkenin yerel koşullarına uyarlanması, her ülkenin kendine özgü devrimci yolunu çizmesi gibi bir öngörüsü vardır. Bu anlamda biz Chavez Yoldaş’ın ve Bolivarcı Sosyalizmin kendisine özgü koşullar içersinde, kendine özgü bir sosyalizm inşa etmeye çalışmasını anlıyoruz, destekliyoruz. Ama bir de Bilimsel Sosyalizmin evrensel ölçekteki kuralları vardır, tüm dünya için geçerli. Bunu da şöyle özetleyelim ki, kapitalizmi kökünden ortadan kaldırmazsanız, kapitalizm size karşı savaşını bırakmaz. Şimdi genç arkadaşlarımın da benim de kaygımız, Chavez Yoldaş, eminiz bir gün kapitalizmi tamamen ortadan kaldıracak; ancak bu süreçte kapitalizmin yeniden güçlenerek, yeniden palazlanarak karşı devrimcilerin, Chavez Yoldaş’a ve Bolivarcı Sosyalizme karşı yeniden saldırmalarını, yeniden faşist darbelerle onları ortadan kaldırma tehlikelerinden kaynaklanıyor. ciddi bir artış olurken, et ve süt üretiminde, kişi başı tüketimde ciddi bir düşüş oldu. İşte bu yüzden süt fiyatlarının düşük olması, et krizini de kronik hale getirmektedir. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, Hayvancılık Stratejisi’nin açıklandığı 2005’te 11 milyon 108 bin ton olan çiğ süt üretimi, 2007’de 12 milyon 327 bin tona ulaşsa da 2008’de 7 milyon 723 bin tona geriledi. Bugün çelişkili veriler olmakla birlikte çiğ süt üretiminin 8-9 milyon ton civarında olduğu bildirilmektedir. Ülkemizde hayvan başına süt üretim düzeyi dünya ortalamalarına göre oldukça düşüktür. İnek başına verim AB Ülkelerinde 4800 litreyken ülkemizde bu değer yaklaşık yılda 1700 litre civarındadır. Bunun yanı sıra uygun olmayan şartlarda elde edilen sütlerin bakteri yükünün 5000’den fazla olması sonucunda asitlik gelişmekte ve önemli derecede kalite kaybı olmaktadır. Hatta bazı üreticiler bu bakteri üremesi karşısında süte antibiyotiği basmakta, tüketici farkında bile olmadan antibiyotikli sütleri içmektedir. Sütün litresine geçen yıl 4 kuruş prim veren Devlet, bu sene primi çıkartırken, süt tozu üreten sanayiciye 24,5 kuruş destek vermektedir. Böylece süt tozu üreten sanayici; hem sütü ucuza almakta, hem de süt tozu desteği almaktadır. Devlet desteği ile üretilen süt tozunun ihraç edilecek ürünlerde kullanılması gerektiğinden, süt tozu üreten ve mamullerini ihraç eden sanayici ile iç piyasaya ürün satan sanayici aynı olunca, sütün fiyatının düşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu durum karşısında örgütsüz olan süt üreticileri, süt tekelleri karşısında onların dayattığı fiyatı kabul etmek zorunda kalmaktadır. Ülkemizde AB-D Emperyalistlerinin yerli uşaklar eliyle yaptırdığı özelleştirmeler sonucu, Et ve Balık Kurumu (EBK), Süt Endüstrisi Kurumu (SEK) ve Yem Sanayi AŞ (YEMSA) gibi üreticiyi ve tüketiciyi koruyan-kamu denetimi sağlayan kamu kurumları gerçek değerlerinin çok altında fiyatlarla Parababalarına peşkeş çekilmiştir. Özelleştirildikten sonra fabrikaların kapılarına kilit vurularak makineler çürümeye bırakılmış ve sadece arsalarından büyük vurgunlar vurulmuştur. Özelleştirmeyi izleyen Kaygımız o ki, Chavez Yoldaş böyle bir saldırıya maruz kalmasın, yenilmesin, mücadelesi sosyalizme ulaşıncaya kadar, kesinkes sosyalizm iktidara gelinceye kadar sürsün. Kaygımız budur. Ancak mutlaka bir gün kapitalizmin tümünü ortadan kaldıracağına da inanıyoruz. Berna Yoldaş: Sana ceza vereceğim bu kadar uzun konuştuğun için… (Gülüşmeler…) Raul Yoldaş: Çok güzel bir hanım buldun kendine ve düğüne davet ettin, şahidin de oldum; bu iyi, tamam. Ondan önce askere gittin seni özledik. Bunları söylüyorum, daha önce söyleme fırsatım olmadı, diye. Doğan Erkan Yoldaş: Çok teşekkürler… (Gülüşmeler…) Raul Yoldaş: Elbette ki gün gelecek ve kapitalizm Venezüella’da barınamayacak hale gelecektir. Ama bu bir günden diğerine geçiş esnasında olacak bir şey değil. Venezüella son derece kuvvetli, son derece güçlü bir ülkedir. Ekonomik olarak çok güçlü bir sanayiye ve oldukça gelişmekte olan bir ekonomiye sahiptir. Başkan Chavez şöyle der: “Beni sadece bir kez gafil avlayabilirler. Bu bir daha tekrar etmeyecek.” Unutmayalım ki Başkan Chavez bir asker. O yüzden bu tarz yapılanmaları, askeri yapılanmaları çok yakından bilen ve tanıyan bir insan. Yani dediğim gibi, bunu bekleyip göreceğiz. Siyasi olarak geçmişe damgasını vurmuş gelenekçi partilere son vermesini bildi ve elbette ki kapitalizme de son vermesini bilecek. Ama beklemeyi bilmek lazım… Venezüella için birçok şey yapıldı bu yönde. Birçok özel şirket millileştirildi. Bu çok güzel bir başlangıç oldu. Daha öncesinde çalıştıkları şirketlerde bir hiç olarak davranılan işçiler, İşçi Sınıfı artık çalıştıkları fabrikanın veya işyerinin sahibi konumuna geldiler, o derece haklara sahip oldular. Mesela bununla ilgili yapılan diğer bir husus da döviz kontrol rejimi getirildi, ülke zenginliklerinin Parababaları tarafından dışarı çıkartılmasını engellemek için önlemler alındı. İşin üzerindeyiz. Çalışıyoruz yani. Bunlar için önlemler de alınıyor. Çok da fazla kaygılanmaya gerek yok. Venezüella Halkı ve Başkan Chavez ne yapacağını biliyor. Evet Sait Bey, sizi dinliyoruz. (Gülüşmeler… Alkışlar…) Sait Kıran Yoldaş: Değerli Yoldaşlar, biz dönemde çiğ süt fiyatları hep düşmüş, tüketici fiyatları ise artmıştır. Süt piyasası tamamen Parababalarının-süt tekellerinin insafına bırakılmıştır. Bu tekelleşme sonucunda üretici 1 litre sütü 1 bardak çay fiyatının altında satmak zorunda kalırken, halkımız da süt içemez, çoluğuna çocuğuna süt içiremez duruma düşürülmüştür. Süt sığırcılığında süt/yem oranının 1,5’in altına düşmemesi, 2 civarında seyretmesi istenir. Yani 1 kg süt satan üretici 1,5-2 kg yem alabilmelidir ki, üretimine devam edebilsin. Ülkemizde ise yıllar itibariyle bu oran 1,5’in altında seyretmiştir. Bazı yıllar (1997 ve 2001) üretici 1 kg süt satmasına rağmen 1 kg yem alamamıştır. 2004’te sütün fiyatı 68-70 kuruşken yemin torba fiyatı 14 TL idi. Bugün sütün fiyatı 65 kuruş olarak belirlenmiştir. Hâlbuki yemin torba fiyatı ise 30 TL’dir. 7 yılda süt fiyatı hiç artmazken yemin fiyatı % 100 artmıştır. Üreticinin alım gücü düşmüştür ve her geçen gün daha kötüye gitmektedir. Dahası 6 Ekim 2010 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren bir kararla, sanayiciye kotasız ve gümrük vergisiz süt tozu ithalatının önü açılmıştır. Başta yoğurt ve dondurma üretiminde kullanılan süt tozu, süt ürünlerinde kanserojen içerikli melanin tespit edilen Çin gibi ülkelerden çok daha ucuza ithal edilebilecektir. Bu gıdaları en çok tüketen çocuklardır ve çocuklarımızın ve halkımızın sağlığı bir kez daha riske atılmaktadır. İçinde yaşadığımız düzende her türlü sorunun kaynağı olan emperyalistler, halkımızın temel gıdalarından biri olan süt ve süt ürünlerine ulaşmasını engellemekte, çocuklarımızı, gençliğimizi süt içmeye teşvik etmek yerine, sağlıksız gazlı içeceklere yönlendirmektedir. Peki üreticimizin üretemez, tüketicimizin tüketemez hale gelmesini engellemenin yolu nedir? Çözüm önerilerimiz neler olacak? * Öncelikle, üretici de tüketici de örgütlü olmalı. * Tüketiciyi ve üreticiyi tekellerin gazabından korumak ve süt fiyatlarını her iki taraf lehine bir dengede tutmak için özelleştirilen SEK, EBK ve YEM-SAN gibi kurumlar yeniden faa- hep söylüyoruz: Yiğit Halk, Yiğit Başkan Chavez, ABD Emperyalistlerine meydan okumaya devam ediyor. Devam edeceğine de inanıyoruz. Ve Bolivarcı Devrimin mutlaka bir gün, gerçek yoluna, Raul Yoldaş’ın da dediği gibi, tam, gerçek rayına oturacağına da inanıyoruz. Bu toplumsal bir mücadeledir. Mücadelede hiçbir ülke diğer bir ülkenin aynısı yollarla gitmiyor. Latin Amerika’da Bolivarcı Devrim de bu tarzda gidiyor. Biz yoldaşlara yönelik düşüncelerimizi, kaygılarımızı, yeri geliyor eleştirilerimizi de netçe yapıyoruz. Yoldaşlar arasında bu tür şeyler olur. Ama genç yoldaşlarımıza da söylersem özellikle, halkımızın bir deyimi var, iğneyi önce kendimize batıralım. Biz henüz o aşamada değiliz. Onlarda eksiklik görüyoruz, iktidardalar; ama biz daha iktidarda değiliz. Öncelikle biz kendimize bakalım, eksiklerimizi görelim, temel eksiklerimizi görelim. Pınar Yoldaş: Yoldaş Chavez ne zaman gelecek Türkiye’ye? Görüşmemiz mümkün olacak mı? Raul Yoldaş: Genel seçimlerden sonra. Sait Kıran Yoldaş: Raul Yoldaş’ın bize sözü var. Kurtulamaz… Raul Yoldaş: Pek hatırlayamadım… (Gülüşmeler…) Saik Kıran Yoldaş: Bu pek diplomatça oldu… Raul Yoldaş: Bu çok kolay bir şey değil. Bana bağlı da değil. Çünkü maiyetiyle birlikte geliyor ve resmi görevler oluyor. urullah Ankut Yoldaş: Yüreklerimiz aynı tempoda attığı sürece ve amaçlarımız aynı olduğu sürece, bedence bir araya gelmenin o kadar da önemli bir tarafı yok. Ruhen zaten hep yan yanayız. Raul Yoldaş: Aynen katılıyorum. (Alkışlar… Sloganlar. Uh! Ah! Chavez o Se Va...) Sait Kıran: Arkadaşlar, bir 15 dakika aradan sonra müzik etkinliğimiz var. (Müzik etkinliği…) Sait Kıran Yoldaş: Yoldaşlar, etkinliğimiz burada sona ermiştir. Genç yoldaşlarımıza hazırladıkları güzel müzik için çok teşekkür ediyoruz. Katıldığınız için de teşekkür ediyoruz. (Alkışlar…) liyete geçirilmeli. * Üretici ve tüketici arasında bezirgânlar olmamalı, üretici örgütleri olan kooperatifler sütün satışından sorumlu olmalı. * Üreticinin belini büken pahalı yem, mazot vb. giderleri için devlet desteği olmalı. Her türlü tarım ve hayvancılık ürününün ithalatı yasaklanmalı. Üreticiler korunmalı. * Süt ve süt ürünleri tüketimi teşvik edilmeli. Sosyalist Küba’da olduğu gibi, çocuklara her gün yetecek kadar ücretsiz süt verilmeli. * Halkımıza ucuz, temiz ve güvenli sütün ulaşması için, çiftlikten fabrikalara kadar devlet tarafından teknik eleman (ziraat ve gıda mühendisi) istihdam edilmeli. Küçük hayvancılık yerine üreticilerin büyük çiftliklerde üretim yapması sağlanmalı. Teknik elemanlar yüksek verimde süt elde etmesini sağlamada, hayvan sağlığını korumada, sağlıklı, temiz süt elde edilmesi ve taşınması konusunda üreticiye teknik destek sağlamalı. * Fabrikalarda da yine teknik elemanlar sütün halkımıza besin değeri yüksek, kaliteli, temiz ve güvenli bir şekilde ulaşmasını sağlamalı. Süt ve süt üretilen yerler sık sık denetlenmeli. Denetleme için meslek odalarıyla işbirliği yapılmalı. Böylece işsiz olan on binlerce ziraat ve gıda mühendisine de istihdam olanağı sağlanacaktır. Ancak bütün bunlar bu düzende, Tayyipgiller İktidarında mümkün değildir. Tayyipgiller tam tersine, üreticimizi AB-D Emperyalistlerine kurban etmenin hesabını yapmaktadır her geçen gün. Yukarıdaki çözümler ancak Halkın Demokratik İktidarında mümkündür. Anne sütüne bile ulaşamayan 2,5 aylık Kübra Bebekle başlamıştık yazımıza. Kübra bebek açlıktan öldü. Öldüren kim? Bu Parababaları düzeni. Halbuki “yüreği ağzında koşan tüm annelere “verebilsem oğula kıza kesmiş bir memleket” diyor şair. Biz de diyoruz ki, işte o annelere verebilsek, bol bol süt. Bebekleri içsinler, doysunlar kana kana… İstanbul’dan Gıda Mühendisi Bir Yoldaş 20 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Kurtuluş Partisi’nden: İ Batılı Emperyalistlerin “,ARK MESELESİ”nin nihaî çözümü olarak hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan “ERMENİ SOYKIRIMI” yalanının Türkiye’deki yerli misyonerlerine! çinizden bazıları, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızla kurtarılan Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanına, Birinci Kuvayimilliye’ye, onun önderi Mustafa Kemal’e, Laikliğe, Türk Tarihine ve Türklüğe düşmanlığı meslek edinmiş, bunu, “Proje”cilik, “Taraf”çılık, “Zaman”cılık, “Cemaat”çilik, “Sivil Toplum”culuk gibi yaftalar altında geçim vasıtası haline getirmiştir. Bunlar Mary Hanım’ın hocası ya da öyle hocaların kurbanları durumundaki kişilerdir. Bunlar için söylenecek bir sözümüz yoktur. İflah olmazlar. Düzelmezler… Çünkü onlarınki bilmezlikten değil, çıkarlarının gereğidir. Onlara ancak Allah yardım edebilir. Bu kesim, küçük bir azınlığınızı oluşturur… Ezici çoğunluğunuz “zahir demokratlık böyle olur” sanarak bu emperyalist savaş ve talan propagandasını savunmaktadır. Kandırılmıştır bu çoğunluğunuz. İşte onlara sesleniyoruz. Diyoruz ki: İnsansınız… İnsana yaraşan aklını kullanmasıdır. Aklı da doğru kullanabilmek için onu her türden önyargının tutsaklığından kurtarmak gerekir… Özgür kılmak gerekir… Tarihi ya da günümüz olaylarını işte bu özgürleştirilmiş akılla, oldukları gibi yani gerçekte nasılsalar öylece, çarpıtmadan, bozmadan, ekleme ve çıkarmalar yapmadan kavramamız, işlememiz, değerlendirmemiz gerekir. Ancak böyle yaparsak doğru yargılara varabiliriz. Geçmişi ve bugünü doğru görebiliriz, anlayabiliriz, değerlendirebiliriz. Tabiî buradan hareketle de doğru yönelişlerde bulunabiliriz… Türklerle Ermeniler, On Birinci Yüzyılın başlarında, Çağrı Bey’in İran Yaylalarından bu yana geçerek Anadolu’ya yaptığı ilk keşif seferleri sırasında karşılaştı. Sonrasında, bildiğimiz gibi, Anadolu fethedildi. Bu sırada hemen tüm Ermeni Krallıkları, Bizans tarafından yıkılmış, Ermeniler Anadolu ortalarına kadar dağıtılmıştı. Bir iki küçük prenslik kalmıştı, yarı bağımsız durumda. Bizans, Ermeni Halkına etnik ve mezhepsel farklılığından dolayı yoğun bir baskı ve zulüm uygulamaktaydı. Türkler Anadolu’yu fethetmekle Ermeni Halkını, Bizans zulmünden kurtardılar. Onları yaşayışlarında ve inanışlarında serbest bıraktılar. Kiliselerine, dinlerine saygılı davrandılar. Ayrıca da Ermeni Halkını, Anadolu’nun diğer halklarını olduğu gibi, Bizans Derebeylerinin ekonomik zulmünden kurtardılar. Toprağı derebeylerin elinden aldılar, üretmen halkın kullanımına verdiler. Bu nedenlerden dolayı Ermeni Halkı, Türkleri ve onların yönetimini sevdi. İki Halk hemen anlaştı. Ve aralarındaki bu dostluk, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ne gelinceye kadar sürdü. Bu harpte Osmanlı yenildi. Ve Balkanlar’da, Kafkaslar’da büyük toprak kayıplarına uğradı. Bundan sonra Rus Çarlığı, İngiltere, Fransa başta gelmek üzere tüm Batılı Emperyalistler, Ermeni Halkını ve Ermeni Burjuvalarını Osmanlı’ya ve onun Müslüman halklarına karşı kışkırttı. Ermeni Burjuvaları bu oyuna geldi. Ve bilindiği gibi ilk Ermeni İsyanı 1894’te Sason’da patlak verdi. Ermeni Burjuvalarının kışkırtıcıları, bölgenin Ermeni köylülerini, o güne dek kardeşçe yaşadıkları Kürt köylülerinin üzerine saldırttı. Gafil avlanan yüzlerce Kürt köylüsü katledildi. Malları yağmalandı, köyleri yakılıp yıkıldı. Bunu onlarca Ermeni İsyanı takip etti. Bu isyanlar İstanbul’da bile görüldü. Osmanlı Bankası işgal edildi. Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid’e Cuma Selamlığında suikast düzenlendi. İkinci Abdülhamid, şans eseri kurtuldu. Rus Çarlığı’nın ve Batılı Emperyalistlerin oyununa gelen-kandırılan, kullanılan Ermeni Burjuvaları, nüfusça ancak % 14 küsurunu oluşturdukları topraklarda yani Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm Anadolu ve Kürt illeri üzerinde (ki şu anki Türkiye’nin hemen hemen yarısına tekabül etmektedir.) bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak istiyorlardı. Biz nüfusça bu kadar azınlık olmamıza rağmen burada bir devlet kurarsak, buranın ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman Türk, Kürt Halkıyla, diğer azınlıkları oluşturan Laz, Çerkez Halklarıyla, Hıristiyan Rum ve Yahudi Halkı ne olacak? Onlar nereye gidecek diye sormuyorlardı. Hayaller âleminde yaşıyorlardı. Gözlerini akıl almaz bir hırs bürümüştü. Rus Çarlığı ve Batılılar, Osmanlı’yı çökertecek; buraları da bize verecek, diyorlardı. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Oysa Batılı Emperyalistlerin amacı bambaşkaydı. Onlar, kendilerinin dışında kimseyi düşünmezler ve sevmezler. Hiçbir halk onların umurunda değildir. Tersine onlar, dünya halklarının başdüşmanıdır. Bugün de Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da olduğu gibi, mazlum dünya halklarını katleden, ülkeleri işgal ve talan eden onlardır. Doğayı mahvedenler de onlardır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ünlü İngiliz temsilcilerinden biri olan Lord Curzon, 16 Şubat 1920’de şöyle diyor: “Müttefiklerin uğrunda savaştıkları amaçları arasında bağımsız bir Ermenistan devletinin kurulması da vardır. Bu amacın gerçekleşmesine tüm müttefikler aynı derecede ant içmiş durumdadır.” Ve bunun sebebini anlatıyor, gerekçesini koyuyor Lord Curzon. Şöyle diyor gerekçesinde de: “Büyük bir Panislam ya da Panturan hareketi ortaya çıkabilir. Ve böyle bir halde, Londra Konferansı genellikle dünya barışı bakımından Türkiye Müslümanlarıyla Doğudakiler arasına sokulmak üzere bir Hıristiyan toplumunun sıkıştırılmasının yerinde bir girişim ve bunun da bir Ermeni devleti olabileceğini düşünmüştü.” İngiliz Emperyalizmi, görüyor musunuz 1920’de meseleyi, kendi siyasi, emperyalist çıkarları açısından nasıl görüyor. Bu amacı sergileyen bir belge daha aktaralım: “Ermeniler bir Türk zaferi karşısında çok şey kaybedecekler, ama bir Müttefik zaferinde de çok şey kazanacaklardı. Başkan Wilson ile diğer Müttefik liderleri Ermeniler’e, savaştan sonra çektikleri acıların tazminatı ve davaya sadakatleri nedeniyle doğu Türkiye’de bağımsız bir devlet verilmesini istiyorlardı; İngilizler de böyle bir tutumu kuvvetle destekliyorlarsa da, onların başka özel çıkarları vardı. O sırada, (Aralık 1917) Savaş Kabinesi, savaşın sona ermesi durumunda, Türk ve Almanlar’ın bölgedeki uzun vadeli emellerinin de sona ereceğine pek inanmıyordu. Hükümet gizli bir raporda Ermeni devletinin kurulmasını şöyle savunuyordu: “Bu devlet İstanbul’dan Çin’e kadar uzanacak ve Almanya’nın eline dünya barışını tehdit için Bağdat Demiryolu’nun kontrolünden daha fazla bir güç verecek olan Turancı bir hareketin gelişmesine karşı tek engel olacaktır.” (Peter Hopkirk, İstanbul’un Doğusunda BİTMEYEN OYUN, Yeni Yüzyıl Tarih Dizisi, s. 324) İşte Ermeni burjuvaları, Batılı Emperyalistlerin bu niyetlerini doğru okuyamadılar. Oyuna geldiler. Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz binlerce masum insanın boş yere hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Başaktörse bugün de olduğu gibi AB ve AB-D Emperyalistleriydi. Tabiî o zaman Rus Çarlığı da bu aktörler arasındaydı. Şimdi bu trajediye ilişkin o dönemin en önde gelen üç Ermeni önderinin değerlendirmelerini görelim. İlkin Ermenistan Cumhuriyeti’ni temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Avetis Aharonyan’ın yaptığı değerlendirmeyi aktaralım: “Milletimiz, savaşın başında, Çar idaresine karşı tüm şikâyetlerini unutarak, Müttefiklerin dâvasını desteklemek amacıyla içtenlikle Ruslara katılmakla kalmamış, Türkiye’de ve tüm dünyadaki Ermeniler, Rus generallerinin kumandası altında, Rus birlikleriyle yan yana dövüşmek için, masrafları kendileri tarafından karşılanarak Ermeni birlikleri kurulmasını ve desteklenmesini Çar hükümetine önermiştir. Paris’teki Rus Büyükelçiliği arşivleri bunu doğrulamaktadır. “Çar hükümeti, Paris’teki Büyükelçiliği aracılığıyla, Ermenilerin kişisel olarak Rus Ordusuna katılmasının tercih edildiğini bildirmiştir. Ermeniler derhal bunu kabul etmiş ve 1914, 1915, 1916 ve 1917 yıllarında dünyanın her yanından gelen Ermeni gönüllüleri, Rus Ordusunun muvazzaf askeri olan Ermenilerle birlikte, Müttefiklerin dâvası için çarpışmışlardır; 180.000’den fazla Ermeni milletlerin özgürlüğünü savunmuş ve ortak davaya gösterilen bu bağlılık, iki yıl süren ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vilâyetlerini harap eden katliama neden olan Osmanlılar ve Genç Türklerden nefret edilmesini Ermeni halkına aşılamıştır. “1917’de Rus İhtilali bir Kurucu Meclis oluşturunca halkımız tarafından özgürce seçilmiş olan Ermeni milletvekilleri, parlamenter bir anayasaya ve federal kurallara dayanan bir Rus Cumhuriyeti’nin meydana getirilmesine sadık bir şekilde yardımcı olmak ve bu uğurda sonuna kadar mücadele etmek görevini almışlardır. Kerensky idaresinde Rusya’nın ne Avrupa ne de Asya’nın savaş alanlarında ne de Başkentin veya eyaletlerin idari makamlarında bizden daha sadık müttefiki olmamıştır. “1917 sonbaharında Rusya ve Ermenistan’ın ortak gayretleriyle kurtarılmış olan tüm Ermeni toprakları ve Osmanlı vilayetleri ile Transkafkasya eyaletleri, Bolşeviklerin ihaneti nedeniyle Türk istilâsına açık hale gelince, din adamı veya sivil olsun, halkımızın liderleri, Rus resmi makamlarına ve Rus askeri kumandanlarına onları yalnız bırakmamaları için yalvarmışlar ve mücadeleye de- vam için kendilerine yardım edilmesi önerilerini yenilemişlerdir. Fakat bizzat Rus generalleri kendi askerleri tarafından terk edilmiş ve Brest-Litovsk Barış Antlaşması, Kars kapısı dâhil, Kafkas Ermenistanı’nın batısının yarısını Türklere bırakmış bu da tüm Transkafkasya’nın istilâya maruz hale gelmesi sonucunu vermiştir. “Bu istilâya karşı koyabilmek ve hâlâ Müttefiklerin dâvasına sadık kalabilmek üzere, Kafkaslardaki Ermeni halkı, 20 Ekim 1917 tarihinde Milli Kongre’yi toplamıştır; Ermeni halkı tarafından usulüne uygun olarak seçilen 125 delege bir Konsey, daha ziyade bir Milli Savunma Hükümeti atamıştır. Ben bu hükümetin başkanı oldum. Hükümetin on beş üyesine verilen görev tüm olanaklarla Türk istilâsına karşı koymak ve Asya’da çökmüş olan Rus cephesinin yerine bir Ermeni cephesi oluşturmaktı. “Benim idaremdeki bu hükümet 1917 Ekim’inden 1918 Haziran’ına kadar, sadece Ermeni kaynakların yardımıyla ve bir Ermeni ordusu kurdu ve devam ettirdi. Rusya’dan bir yardım gelmedi (o zamandan beri Rusya’yı yabancı bir ülke olarak görüyoruz) Müttefikler de bize yardım etmedi; onlar bizi teşvik etmek ve vaatte bulunmanın dışında bir şey yapamayacak kadar uzaktaydı. Avrupa cephesinde Rus ordularında bulunan Ermeni askerler bile bize katılamadı ve Ermeni gönüllüleri Filistin’de Müttefik güçlerin bir parçası olarak çarpışmaya devam ettiler. “Fransız Hükümeti, Tiflis’teki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla, Ermeni Katolikos’un Müttefiklere gönderdiği heyetin başkanı olan Ekselansları Boghos ubar Paşa’nın bir telgrafını bize ulaştırdı. Bu telgrafta dünyadaki bütün yurttaşlarımız ne olursa olsun, direnmemizi ve İtilaf Devletlerinin davasını terk etmememizi bizden istiyor- lardı. “Milli Konsey adına, Tiflis’teki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla cevap verdim: “1. Savaşın başından beri yaptığı gibi, Ermeni Milletinin âli görevini yapmaya hazır olduğunu “2. Müttefiklerin maddî, manevî ve mümkünse, askeri yardımına güvendiğini (bildirdim) “3. Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımalarını onlardan istedim. “Bu telgrafa cevap olarak, yine Fransız Konsolosluğu aracılığıyla, Boghos ubar Paşa’dan, bize yardımcı olunacağı vaadini yenileyen, ikinci bir telgraf aldım. “Ermenistan’ın bağımsızlığı konusunda ise, İngiliz Avam Kamarası ve Fransız Millet Meclisi’nin bildirgelerinin taleplerimizi karşılayacak nitelikte olduğu bize bildirildi. “Bu bildirgelerin metinlerini bilmememize rağmen Ermeni Milleti, Türklere karşı yeniden savaşmak amacıyla, Milli Konsey etrafında birleşti. Seferberlik ilân edildi. Bazı Kafkas komşularımızın bize ve İtilâf Devletlerine karşı gösterdiği husumetin yarattığı sonsuz güçlüklere rağmen, 1917 yılının son aylarında 50.000 kişilik bir ordu kuruldu. “Tatarlar ve Kürtler açıkça Türkiye’nin yanında yer alarak gerimizde örgütlendiler ve bize engel olmak için her şeyi yaptılar. Geçmişte ayni dini inançla ve çekilen ızdıraplarla bağlı olduğumuz Gürcüler bizim tarafımızda yer almayı, görev addetmediler. Müttefiklerden uzakta olmamıza, vaat edilen yardımların gelmemesine, yalnız ve terk edilmiş olmamıza ve hatta komşularımız tarafından rahatsız edilmemize rağmen kendimizi bu en yüce mücadeleye bir kez daha attık. Amacımız, Müttefiklerin hiçbir şekilde şüphe etmediğimiz zaferini beklerken, muzaffer olamasak bile, Türklerin Kafkasya’nın içine doğru ilerlemelerini durdurmaktı.” (Kaynak: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919 (United States Government Printing Office, 1948) Cilt IV, sayfa 139-157, Aktaran, Ermeni Araştırmaları, sayı 22, İngilizce metin ve Türkçe çevirisi, s. 193-205) Şimdi de Osmanlı İmparatorluğu Ermenileri- ni temsilen Paris Barış Konferansı’na katılan Boghos Nubar Paşa’nın konuşmasını izleyelim: “Bununla beraber, savaşın başında Türk Hükümetinin Ermenilere bir tür özerklik vermeyi önerdiğini ve karşılığında da Kafkasya’yı Ruslara karşı ayaklandıracak gönüllüler istediğini hatırlatmak isterim. Ermeniler bu öneriyi reddettiler ve kendilerini kurtarmasını bekledikleri Müttefiklerin yanında tereddüt etmeden yer aldılar. “Ermeniler savaşın ilk günlerinden ateşkes imzalanıncaya kadar tüm cephelerde Müttefiklerin yanında çarpıştılar. “Ermenilerin Kafkasya’da neler başardıklarını tekrarlamayacağım. Ermenistan Cumhuriyeti Başkanı olan Bay Aharonyan biraz önce size, benim yapabileceğimden çok daha iyi bir şekilde, geniş bir açıklamada bulundu. “Bununla beraber, Suriye ve Filistin’de, Müttefik devletler arasında anlaşma imzalandığı 1916 yılında, Fransız Hükümeti’nin (Ermeni) Milli Delegasyonu’na yapmış olduğu davet uyarınca, Légion d’Orient’da toplanmış olan beş bin kadar Ermeni gönüllüsünün (o bölgedeki) Fransız güçlerinin yarısından fazlasını oluşturduğunu, Suriye’yi kurtaran büyük Filistin zaferine parlak bir katkıda bulunduğunu ve General Allenby’nin kendilerine resmi bir tebrik gönderdiğini belirtmek isterim. “Son olarak Fransa’da, şanlı ve şerefli bir birlik olan Légion Etrangère’de Ermeni gönüllüleri yiğitlikleri ve dayanıklı olmalarıyla temayüz ettiler. Savaşın başında 800 kadar olan gönüllülerden ancak 40 kişi hayatta kaldı. Geri kalanlar hepsi savaşta düşman karşısında öldü. “(Ermenilerin) bu askeri katkısı Müttefik Hükümetler tarafından resmen ve hararetle takdir edildiği için bu konu üzerinde daha fazla durmama gerek yoktur. Belirtmek istediğim tek husus Ermenilerin İtilâf Devletlerinin davasına bağlılığının, maruz kaldıkları katliam ve sürgünlerin saiklerinden biri olduğudur. “Ermeniler bu nedenle savaşan taraf olmuşlardır. Sonunda Müttefiklerin tam bir zafer kazanmaları Ermenistan’ı Türk boyunduruğundan kurtarmıştır. Bu bir gerçektir. Katliam ve sürgün kurbanlarına savaş alanındaki kayıplarımız da eklenince Ermenistan tarafından yaşam olarak ödenen bedelin herhangi bir diğer muharip milletin ödediği bedelden daha ağır olduğunun ortaya çıkacağını sözlerimize eklemek isteriz. Ermenistan’ın kaybı, 4,5 milyon olan toplam nüfusu içinde 1 milyonu aşmaktadır, Ermenistan bağımsızlığını silahla ve çocuklarının kanıyla kazanmıştır. “İki tür gözlemde bulunmak istiyorum. Önce, bizim anladığımız şekilde, gelecekteki Ermeni devletinin sınırlarından bahsetmek istiyorum. Sonra sizlere nüfusa dair bazı ayrıntılar vereceğim. “ Sınırlar. “Talebimiz bağımsız Ermenistan’ın tüm Ermeni topraklarını içermesi ve şu yerlerden oluşmasıdır: “1. Kilikya (Maraş Sancağı dâhil), Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbekir, Harput, Sivas ve Karadeniz’e çıkış için Trabzon Vilâyeti’nin bir bölümü “2. Halkı, Türkiye’deki kardeşleriyle tek bir Ermenistan Devleti altında birleşmek isteyen Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti toprakları. “Bu Devletin, gelecekteki Ermeni Devleti’nin, sınırlarına Ermeni olmayan toprakları dâhil etmek istediğimiz bazen söylenmiş ve yazılmıştır. Bu doğru değildir. Böyle bir talebimiz olmadıktan başka, aksine, nihai sınırların tarafımızdan değil, tarihi, coğrafi ve etnik hakları esas alarak çalışacak olan bir karma komisyon tarafından saptanmasını istiyoruz. Söz konusu eyaletlerin veya Ermeni vilayetlerinin halen mevcut idarî sınırları keyfi ve yanlıştır. Bu sınırlar, Âbdülhamit tarafından siyasi amaçlarla, Müslüman (bir) çoğunluk yaratılabilmesi için, Ermeni olmayan bölgelerin de dâhil edilmesiyle keyfi olarak çizilmiştir. Talebimiz, bu dışarıda kalan, genellikle Kürt veya Türk olan bölgelerin, (Ermenistan’dan) ayrılmasıdır. “Böylece, esas itibariyle Kürt olan Hakkâri’nin tamamı ve Diyarbekir’in güneyi Ermenistan’ın dışında bırakılmalıdır; aynı şekilde Türk bölgesi olan Sivas’ın batısı ve birçok yer de... Trabzon’a gelince, ahalisinin çoğunluğunun Rum olduğunu kabul ediyoruz, ancak Trabzon Limanı yukarı (kuzey) Ermenistan’ın tamamı için Karadeniz’e tek çıkış yerdir. Talebimiz ayrıca Venizelos’un bildirisine de uymaktadır. Memnuniyetle belirtmek isterim ki Venizelos, Barış Konferansı’na sunduğu Muhtıra’da bu konuyu büyük bir adalet duygusu içinde ele almıştır. “Suriye ile sınırımıza gelince, son günlerde Suriyeli komşularımız kısa süre önce, Suriye’ye dâhil etmek istedikleri Kilikya’nın büyük bir kısmı için, son derece yersiz olan taleplerde bulundular. “Bunlara (taleplere) devam edilmemelidir. Kilikya esas itibariyle bir Ermeni bölgesidir. 1375 yılına kadar dört asır süreyle burada son Ermeni Krallığı mevcut olmuştur. Zeytun bölgesi gibi bazı yerleri zamanımıza kadar Ermeni prenslerinin idaresinde yarı bağımsız durumunu korumuştur. Kilikya’nın Merkezi olan Sis’te, Türkiye’deki bütün Ermenilerin ruhani önderi olan Katolikos, hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan günümüze kadar, dini makamını korumuştur. “üfusa gelince büyük çoğunluğu Ermeni ve Türk’tür. Suriyelilerin sayısı önemsizdir. Savaştan önce Kilikya’da 20.000 Suriyeliye karşılık 200.000 Ermeni vardı. Eski ve yeni dünyaya dair hiçbir atlas Kilikya’yı Suriye’ye dâhil göstermez. Coğrafi, tarihî ve etnik bakımdan Kilikya Ermenistan’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve Akdeniz’e doğal çıkışıdır. “Kilikya’yı Suriye’ye dâhil etmek amacıyla Suriye Komitesi yayınlarında gösterildiği gibi, Suriye’nin kuzey sınırı Toros değil Amanos Dağları’dır. “(…) “Katliam ve sürgünlerden sonra Ermenistan’da Ermeni kalmadığı veya her hâl ve kârda kalanların önemsiz bir azınlık oluşturduğu iddia edilmiştir. Memnuniyetle söyleyeyim ki bu doğru değildir. “Önce, bugün kimsenin tartışmadığı ilkelere göre, ölüler yaşayanlar gibi sayılmalıdır. Bütün bir ırka karşı işlenmiş tarifsiz cinayetlerin faillerine yarar sağlaması hoş görülemez. Fakat bütün bir halkı ortadan kaldırma amacına erişilememiştir. Bu savaştan sonra Ermeniler, savaştan önce olduğu gibi, Türklerden, hatta Türkler ve Kürtlerin toplamından, bile, daha fazla olacaklardır. “Aslında, Ermeni kayıpları çok büyük olmakla beraber, savaşta Türklerin kayıpları daha aşağı olmamıştır. Bir Alman raporu; savaş, salgın hastalıklar ve kıtlık nedeniyle, Türklerin kayıplarını 2,5 milyon olarak vermektedir. Bu duruma tedbirsizlik, yeter sayıda hastane personeli ve ilaç olmamasının yarattığı korkunç tahribat neden olmuştur. 21 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 “Bu kayıpların en aşağı yarısı, Türklerin fiiliyatta sadece buradan askere aldığı ve Rus ve Ermeni orduları tarafından istilâ edilmiş olan Ermeni Vilayetleri halkı tarafından verilmiştir. Böylece şayet Türk halkının en az Ermeniler kadar ağır kayıplar verdiği kabul edilirse Ermeniler, daha önce de olduğu gibi, halen de çoğunluktadır. Kafkasya ve Türkiye Ermenilerinin hararetle istedikleri gibi Kafkasya’daki Ermeni Cumhuriyeti Türk Ermenistanı’yla tek bir devlet kurmak üzere birleşirse bu çoğunluk daha da büyük olacaktır.” (Kaynak: Papers Relating to the Foreign Relations of the United States, The Paris Peace Conference, 1919 (United States Government Printing Office, 1948) Cilt IV, sayfa 139-157, Aktaran, Ermeni Araştırmaları, sayı 22, İngilizce metin ve Türkçe çevirisi, s. 193-205) Yine Boghos Nubar Paşa’nın Fransız Dışişleri Bakanlığına gönderdiği, olayı en özet şekilde koyan bir mektubu vardır. Bu mektup, Fransız Milli Arşivi Doğu Serisi Ermenistan Bölümü. Tarih: 3 Aralık 1918. Cilt 2, sayfa 47’de kayıtlıdır. Belgenin tarihi, Osmanlı’nın teslimiyeti, kayıtsız şartsız kabul ettiği 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesinden aşağı yukarı bir ay sonrasını işaret etmektedir. Şimdi bu mektubu görelim: “Sayın Bakan, “Ermeni Milli Komitesi adına, şu hususları hatırlatarak aşağıdaki bildiriyi arzetmekle şeref duyarım: “Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, en büyük fedakârlıklar ve sürekli ıstıraplar pahasına, savaşın başından beri İtilaf Devletleri’nin gayesine sarsılmaz bağlılığımızın bir nişanesi olarak; “Ermenilerin fiili bir şekilde savaşan taraf olduğunu; “Fransa’da ilk günden itibaren hizmet eden gönüllülerinin Fransız bayrağı altında Yabancı Lejyonu’nda zafer elde ettiklerini; “Cumhuriyet Hükümeti’nin talebi üzerine Ermeni Milli Komitesi tarafından silah altına alınan Ermeni gönüllülerinin Filistin’de ve Suriye’de Fransız birliklerinin hemen hemen yarısını teşkil ettiklerini ve General Allenby’nin zaferinde büyük payları olduğunu, bunun da Allenby ve Fransız komutanlar tarafından resmen beyan edildiğini, “Kafkasya’da, Rus İmparatorluk ordusundaki 150.000 Ermeni’den ayrı olarak, komutanları Antranik ve !azarbekoff’un komutası altında, 40.000’den fazla gönüllünün bir kısım Ermeni vilayetlerinin kurtuluşuna katkıda bulunduğunu, “Lütfen Sayın Bakan, üstün saygılarımın teminatı olarak kabul buyurunuz. “Ekselans S. Pichon “Dışişleri Bakanı Paris “Başkan Boghos !ubar “İmza “Dışişleri Kayıt Damgası “3 Aralık 1918” Bu itiraflara bir örnek daha verelim. Burjuva Taşnaksutyun Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk Başbakanı olan Hovhannes Kaçaznuni’nin sonradan kitap olarak da yayımlanan uzun raporundan bir bölüm aktaralım: “Türklere karşı barışçı dil kullanmalıydık. Onların gerçek güçlerine ilişkin bilgimiz yoktu; kendimize güveniyorduk. Temel yanlışımız buradaydı. Çatışmalar başlayınca, Türkler bize oturup konuşmamızı önerdiler. Böyle yapmadık, onlara sırt çevirdik. Ordumuzun karnı tok, sırtı pekti… Karadeniz’den Akdeniz’e ve Karabağ Dağları’ndan Arabistan çöllerine koca bir Ermenistan istiyorduk. Kâğıt üstünde sınırlar çiziyor, bunların gerçekten bize verildiğini düşlüyorduk. Bundan kuşku duymak ihanetti… Ama artık yapacak bir şey yok!” (Aktaran Türkkaya Ataöv, Cumhuriyet, 13 Mart 2007) Gördüğümüz gibi, olayın ya da trajedinin gerçeğini, aslını o günlerin Ermeni önderleri çok net ve kesin ifadelerle ortaya koymaktadırlar. Biz de bu değerlendirmelere aynen katılmaktayız. (Tabiî bir tek istisna dışında. O da Bogos Nubar Paşa’nın hak iddia ettikleri topraklarda Ermenilerin nüfusça çoğunlukta oldukları şeklindeki uçuk, gerçeklerle uzaktan yakından ilgisi olmayan iddiasıdır. Bu saçma iddiasıyla hiç kimseyi kandıramamıştır. Dönemin dost düşman, askeri, siyasi, sosyal bilimci gözlemcilerinin tamamının görüşleri, Ermenilerin Osmanlı topraklarında nüfusun dörtte beşte hatta altıda biri gibi bir azınlığını oluşturdukları şeklindedir.) Olay buyken bunu çevirip, tersyüz edip; Osmanlı ve Kuvayimilliyeciler Ermenilere soykırım yaptı, demek, gerçeklerle de, vicdanla da, adalet duygusuyla da, namus ve ahlâk anlayışıyla da yani insanî değerlerin tamamıyla da bağdaşmaz. Olayı böyle çarpıtarak ilk ortaya atan İngiliz Dışişleri Bakanlığının “Foreign Office” denen Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki “Savaş Propaganda Bürosu”dur. Bilindiği gibi, ünlü “Mavi Kitap”ı da bu büro ya- yımlamıştır. Bu kitabın iki yazarından biri olan İngiliz tarihçi Arnold Toynbee bile, ölümüne yakın yıllarda, kaleme aldığı anılarında, o zamanki yaptıklarından pişmanlık belirtmekte ve onların “bir savaş propagandası” olduğunu itiraf etmektedir. Osmanlı’yı, 1915 Mayıs’ında aldığı Tehcir kararından ve bunun uygulanmasından dolayı haklı bulmaktadır. Bunun bir “savunma tedbiri” olduğunu dile getirmektedir. Görelim: “Dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki o da şudur: Üç kişinin kurduğu hükümetin Osmanlı’daki Ermenilere yaptığı muamelede öne sürdüğü sebepler kişisel değil, siyasi idi. Rusya ile Türkler arasında 1877-78 yıllarında meydana gelen savaştan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzeydoğusunda yaşayan Ermeni toplumu siyasi ideallerinin peşine düşmüşlerdi. Anadolu’nun batısında yaşayan Yunanlılar gibi Ermeniler de bir gün Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendilerine bir devlet koparabilecekleri ümidini taşımışlardı. Yunanlıların ve Ermenilerin siyasal amaçlarının meşruiyeti yoktu. Çünkü her iki grup da Türkler arasında azınlıktaydı. İstekleriyle Türk İmparatorluğu’nu bölmeyi amaçlıyorlardı. Yalnız bu amaçları, Türk halkına ciddi haksızlıklar yapılmadan gerçekleştirilemezdi. Ruslar, Kafkaslara saldırdıkları zaman Türkleri yenerek Türkiye’nin kuzeydoğusunu başarılı bir şekilde işgal etmişlerdi. Türkler de ondan sonra Birinci Dünya Savaşı’na katılmış ve böylelikle Ermeni sorunu ülkenin önemli bir problemi haline gelmişti. Türk yetkilileri yerli Ermeni toplumunun Rus istilacılar için “beşinci kol” olarak çalışabileceğini keşfetmişlerdi. Bu nedenle de Ermenileri savaş bölgesinden çı- kartma kararı aldılar. Bu da bir güvenlik önlemi olarak değerlendirilebilir. Benzer koşullar altında başka hükümetler benzer kararlar almışlardır. Mesela Pearl Harbor’da Japonlar, Amerikan donanmasına saldırdıktan sonra Amerikan hükümeti Japon asıllı Amerikalıları Pasifik’ten çıkarıp Mississippi havzasına yerleştirmişti. O insanlar yeni bir yere yerleştirilirken bile bazı hatalar işlenmişti. Japon asıllı Amerikalı insanlara hileler yapılmıştı ve bu insanlar büyük ölçüde soyulmuşlardı. (…)” (A. J. Toynbee, Hatıralarım, Klasik Yayınları, 2005, s. 283-284) Utah Üniversitesi Tarih Bölümü profesörlerinden Türk ve Ortadoğu Tarihi Uzmanı Robert Farrer Zeidner, yine aynı üniversitenin yayınlarından olan, “The Tricolor over the Taurus: The French in Clicia and Vicinity” kitabında, bu konuya da değinir. Neler söylediğini Türk Tarih Kurumu Yayınlarından çıkan ve bir ekip tarafından hazırlanan “Ermeniler: Sürgün ve Göç” adlı kitaptan aktaralım: “Robert Farrer Zeidner, 1957 Haziran ayında, Beyrut’ta, ünlü tarihçi Arnold Toynbee’ye kendi imzasıyla yayınlanan, The Armenian Atrocities (London, Hodder and Stoughton, 1915) ve Turkey: A Past and A Future (!ew York, Geo. H. Doran, 1917) ile The Treatment of the Armenians in the Ottoman Empire 1915-16 (London, HMSO, 1916) adlı kitapları hakkındaki görüşünü sorduğunda Toynbee’nin büyük bir mahcubiyetle (blushingly), bu erken dönem çalışmaların tümüyle birer savaş propagandası olduğunu ifade ettiğini ve bundan büyük üzüntü duyduğunu bildirmektedir.” (agy, s. 175-176) Bu emperyalist savaş propagandasını bir de dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Henry Morgenthau, yine o yıllarda ABD’de yayımlanan “Anıları”nda öne sürer, savunur. Onun da bu yalanı savunmadaki amacı şudur: Morgenthau Amerikan Yahudisidir. Yalanlardan ibaret bu anılarıyla Amerikan Halkını, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na itmeye çalışmaktadır. Yani ABD’nin savaşa girmesini Amerikan Hal- kının desteklemesini istemektedir. ABD, müttefiklerin safında savaşa girecek, böylece de Osmanlı daha kısa sürede ve kesin biçimde çökertilecek, toprakları paylaşılacak; bu paylardan biri üzerinde de (Filistin’de) bağımsız bir Yahudi devleti kurulabilecektir. Onun da hesabı budur. Morgentau’nun anılarında öne sürdüğü iddiaların hiçbirinin gerçek olmadığını, yine bir namuslu Amerikalı Tarihçi Heath W. Lowry Türkçede de yayımlanan “Büyükelçi Morgenthau’nun Öyküsünün Perde Arkası” adlı kitabında; Morgenthau’nun, Büyükelçilik günlerinde ABD Dışişleri Bakanlığına günü gününe yazıp gönderdiği raporlarına dayanarak kanıtlamaktadır. İftira ve yalanlardan ibaret bu tezi, bir de o yıllarda Alman Papaz Lepsius öne sürmüştür. O da Türk ve Müslüman düşmanlığıyla kafayı bozmuş, bugünlerde medyada gündemde olan bir benzeri–ABD’li Kur’an yakan, ruhsatlı yarı otomatik silahıyla cami önlerinde İslama saldırmaya yeltenen Rahip Terry Jones- gibi bir fanatiktir. Yani hastalıklı bir ruh yapısına sahiptir. Bu savaş propagandasını, hep bildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri bugün de aynı hararetle savunmaktadırlar. Hatta demagojinin şiddetini ve büyüklüğünü ikiye üçe katlayarak… 1916’daki “Mavi Kitap” Osmanlı, 600.000 Ermeninin ölümüne neden oldu, diyordu. Bugünün AB-D Emperyalistleri, Osmanlı bir buçuk milyon Ermeniyi katlederek, Ermenilere soykırım uyguladı, diyor. AB-D Emperyalistlerinin o günden bugüne amaçları hiç değişmemiştir. Onların derdi Sevr’dir. Onlar 1920’de çökkün Osmanlı’ya imzalattıkları Sevr’le “Şark Meselesi” adını verdikleri emperyalist talan sorununu nihaî çözüme ulaştırdıklarını sanıyorlardı. Kısa bir süreliğine rahatlamışlardı. Fakat iki milliyetten (Kürt ve Türk) oluşan halkımız, diğer azınlıklarımızla birlikte bu talan ve esarete karşı çıktı. Onların Sevr Haritasını parçalayıp suratlarına fırlattı. Emperyalistler, işte bu yüzden Birinci Kuvayimilliye’ye ve onun önderine düşmandırlar. Onların derdi Yeni Sevr’dir. Yeni Sevr’i hayata geçirebilmek için de dört elle sarıldıkları araçlardan biri, “Ermeni Soykırımı” yalanıdır. Onlar kendi aşağılık emperyalist çıkarları açısından, davranışlarında tutarlıdırlar. Fakat kandırılarak, bilgisizlikten, saflıktan ve özgüven yokluğundan dolayı bu emperyalist yalana inananlar, büyük hata ediyorlar. Ve fena halde yanılıyorlar. İşte biz, onları uyandırmak istiyoruz. Diyoruz ki, aklınızı kullanın. İnsana yakışan budur… Olayları, hiçbir önyargı altında kalmadan görmeye, kavramaya çalışın… Emperyalist yalanlara kanmakla ve onları savunmakla iyi bir işi yaptığınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz… İnsan, atalarına iftira atmakla, onları karalamakla, atalarım katildi, demekle vicdanlı da olmaz, demokrat da olmaz, namuslu da olmaz, gerçek insan da olmaz! Yukarıda da söylediğimiz gibi, sadece aklını özgürce kullanarak olayları oldukları gibi görüp anlamakla, değerlendirmekle insan olur, adaletli olur, hakkaniyetli olur… Siz böyle yapmakla emperyalistlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz. Belki farkına varmadan onların sözcülüğünü, hizmetkârlığını yapıyorsunuz. Bu emperyalist yalanlar, yeni nesil Ermeni Halkını da zehirlemekte; kin ve nefret duygularıyla doldurmaktadır. Örnekleyelim: Hocalı, Azerbaycan’ın önemli bir bölgesi. Ve Ermeniler, buraya saldırıyorlar, bir gecede 613 Azeri’yi katlediyorlar. Onu konu ediyor, dile getiriyor; “Hocalı Soykırımı”na bizzat iştirak eden Zori Balayan, “Ruhların Tekrar Dirilmesi” adlı kitabında: “(...) sadece kalbi sökülerek ateşe atılan Ermeni bu satırlardan gurur duyabilir ve haz alabilir. “Vatandaşlık ve erkeklik görevi olarak ben de Moğol dölü olanlara (yani Türklere) işkence yaptım. “Ben, Haçatur ile onların tutulduğu bodruma girdiğimizde, bizim askerler fazla ses çıkarmaması için çocuğu tırnaklarından pencerenin camına çivilemişlerdi. Haçatur, çocuğun annesinin kesilmiş göğüslerini onun ağzına soktu. Daha sonra ben 13 yaşında bir Türkün dedelerinin bizim çocuklara yaptığı gibi göğsünü ve karnını yardım. Çocuk 7 dakika sonra kan kaybından öldü. Benim ihtisasım doktorluk (hümanist) olduğu için çocuğa yaptığımdan mutluluk duymadım. Ancak kalbimde büyük bir sevinç vardı. Çünkü ben halkıma yapılanların yüzde birinin intikamını almıştım. “Bir gün sonra Kiliseye giderek 1915’te öldürülenler için dua ettik ve dün gördüğümüz manzaradan kalbimizin temizlenmesi için Allah’a yalvardık. “Daha sonra Suren’in evindeyken karısı bardaklara Cermuk maden suyu doldururken, Haçatur yorgun bir sesle “Ermeniler ana topraklarını kurtarmalı ve Büyük Ermenistan’ı kurmalıdır” dedi.” (Zori Balayan, Dirilme, Vanadzor, 1996, s. 260-262) Dauda Heyriyan ise “Haç İçin” adlı kita- bında Hocalı olaylarını şöyle anlatıyor: “Bu sabah soğukta Daşbulak’a doğru yaklaşık bir kilometrelik yolu geçmek için cesetlerden yol yaptık. Ben cesetlerin üzerinden geçmek istemiyordum. Albay Oganyan bana korkmamamı ve bunun savaş kanunları olduğunu söyledi. Ben 9-11 yaşlarında bir kız cesedine basarak ilerledim. Botum ve pantolonum kana bulanmıştı. Böylece yaklaşık 1200 cesedin üzerine basarak geçtim.” (agy, s. 26) Aynı kitaptan: “2 Mart’ta Gaflan Ermeni grubu (cesetleri yakmak için oluşturulmuş özel bir grup) aptal Moğollara (yani Türklere) ait 2000 ceset topladı ve Hocalı’nın batısında onları birkaç yere toplayarak yaktı. Son kamyonda ben tahminen 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Kız boynundan ve elinden yaralanmıştı. Dikkatle baktığımda yavaşça nefes aldığını gördüm, soğuk, açlık ve aldığı yaraya rağmen çocuk halen yaşıyordu. Hiçbir zaman ölümle mücadele eden bu kızın gözlerini unutmayacağım. “Daha sonra Tigranyan adlı bir asker çocuğun kulağından tutarak yakılması için bir yere toparlanmış ve üzerlerine mazot dökülmüş cesetlerin yanına getirdi ve daha sonra onları yaktı. “Bu sırada birisinin yardım seslerini duydum. Ben daha ileriye gidemedim. Çünkü Hocalıyı bu lanetlenmiş Türklerden kurtarmak istiyordum.” (agy, s. 62-63) Dünyanın pek çok bölgesinde böyle insanlıktan çıkmış, canavarlaşmış katliamcılar bulunabiliyor ne yazık ki. İşte AB-D’nin yaptıkları… Onlar da İslam ülkelerinde masum sivilleri, çocukları katledip kurbanlarının başında gülerek fotoğraflar çektirebiliyorlar. Kurbanlarının parmaklarını, kulaklarını kesip hatıra diye saklayabiliyorlar. Ama o canavarlık kanıtlarını sadece kendi özellerinde tutuyorlar. Çok ender durumlarda o özeller patlayıp canilikler medyaya yansıyabiliyor. Hocalı katliamının canileri ise yaptıklarını kitaplaştırarak yayımlıyorlar ve tüm dünyaya övünerek duyuruyorlar. Siz canilerin hiç böylesini gördünüz mü? Biz görmedik. Bilmiyoruz... İşte söz konusu emperyalist yalanlar ve sizlerin çoğunluğunu oluşturan insanlar gibi kandırılmışların bu yalanları tekrarlaması böyle sonuçlar yaratıyor. Hocalı Katliamı’nı yapan bu Ermeniler işte bu yalanlar yüzünden bu hale geldi, insanlıktan çıktı. Dolayısıyla yaptığınız, insanlığa da, halkların kardeşliğine de, barışa da hizmet etmiyor. Tam tersine hizmet ediyor. Yapmayın!.. Yazıktır!.. Ayıptır!.. Yakışmıyor!.. Yapmayın!.. HABER TÜRK GAZETESİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SAYIN FATİH ALTAYLI’YA Gazetenizin 25.04.2011 tarihli nüshasında 24 Nisan 1915 günü yaşanan acı olaylara ilişkin “Ermeni Soykırımı” yapıldığı iddiasında bulunanların Taksim’de yaptığı eylem ile Partimizin eş zamanlı ve eş mekânlı olarak “Soykırım Yalanı AB-D (ABD ve AB Emperyalizmi)nin Planı” şiarıyla gerçekleştirdiği eyleme ilişkin haberleriniz gerçeği yansıtmamaktadır. Partimizin yanlış anlaşılması için Gerçekler bilinçli bir şekilde çarpıtılmaktadır. Partimiz “Halkların Kardeşliği”ni en içten savunan, bütün insanlığın tek bir aile olmasını arzulayan ve bu uğurda mücadele eden bir Partidir. Ermeni, Türk ve Kürt Halklarının tarihte yaşadığı aralarındaki acı olayların mimarı Batılı Emperyalistler ve onların oyununa gelen Ermeni Burjuvalarıdır. Ve bu oyun günümüzde gene aynı emperyalistler tarafından sahnelenmeye çalışılarak Halklarımız “Yeni Sevr” tezgahına/bataklığına çekilmeye çalışılmaktadır. Kendine demokrat diyen, kendini öyle sanan bazı zavallılar da emperyalistlerin “soykırım” yalanını savunarak 24 Nisanlarda, küllenen bu yarayı kaşımaktadırlar. Partimizin o günkü eylemi işte bu sözde demokratların maskesini düşürmeye ve emperyalist yalanlarını teşhir etmeye yönelik bir eylemdi. Bu konudaki görüşlerimizi bu zavallılara anlatmak ve onları emperyalistlerin piyoncukları olmaktan kurtarmak, “Yeni Sevrci” kuşatmaya karşı mücadeleyi yükseltmekti amacımız. Bu düşüncelerimizi ifade eden tam 8 sayfalık bir metini okuduk o gün eylem alanında ve karşı eylemcilere görüşlerimizi yayın organlarımızda karşılıklı olarak yayınlamayı önerdik. Özeti bu şekilde cereyan eden eylemimizle ilgili anılan haberinizde birinci sayfada Partimizin flamalarının, bayraklarının çok net olarak göründüğü fotoğrafın üstüne “bir grup, ermeni olaylarını ananları protesto etti. ‘Hepi- miz Türküz’ pankartı açtı.” şeklinde bir yazı kondurmuşsunuz. Partimiz böyle bir pankart açmadı. Asla açmaz. Savunduğumuz yüce İdeolojice de olayca da bu mümkün değildir. O gün Eyleme katılan üyelerimizin yarıya yakını Kürt’tür. Gene o gün Arap ve Çerkes üyelerimiz de bu eylemdeydiler. Ve biz herkesin kendi ulusal kimliğini onurla taşımasını savunan bir partiyiz. Eylemde açtığımız pankartta “Yeni Sevr’e karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” yazıyordu. Ayrıca “Batılı Emperyalistlerin ‘ŞARK MESELESİ’nin nihaî çözümü olarak hazırladıkları SEVR’in bir parçası olan ‘ERMENİ SOYKIRIMI’ yalanını bozacağız” yazısının yer aldığı bir ozalit ve “Soykırım Yalanı AB-D Planı”, “Asıl Soykırımcı ABD Ülkemizden Defol”, “Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın Sosyalizm!” sloganlarının yazıldığı dövizleri açtık sadece. Gene aynı tarihli gazetenizin 16. Sayfasında ise bozkurt işareti yapan bir grubun yer aldığı fotoğrafın altına “HKP üyeleri ve ülkücüler İstiklal Caddesi’nde yürüyüş yaparak Ermeni soykırımı iddialarını protesto etti.” Denilmektedir. Bu da tamamen yalandır. Sizin “ülkücü” dediklerinize biz faşist diyoruz. Bunlar bizim taban tabana zıddımız, kontrgerilla güdümlü bir güruh olup o gün bunlarla zamanca da, mekânca da hiç karşılaşmadık. Yaklaşık bir saat süren eylemimiz süresince bir tek faşistle dahi karşılaşmadık. Partimizin yanlış anlaşılmasına ve hakkımızda hakaret addedebileceğimiz anlamlara varan, bu haberlerinizi, yukarıda anlattığımız şekilde düzeltmenizi, aksi taktirde yasal yollara başvuracağımızı bildiririz. 28.04.2011 Gazetenizin 25.04.2011 tarihli nüshasında 24 Nisan 1915 günü yaşanan acı olaylara ilişkin “Ermeni Soykırımı” yapıldığı iddiasında bulunanların Taksim’de yaptığı eylem ile Partimizin eş zamanlı ve eş mekânlı olarak “Soykırım Yalanı AB-D (ABD ve AB Emperyalizmi)nin Planı” şiarıyla gerçekleştirdiği eyleme ilişkin haberleriniz gerçeği yansıtmamaktadır. Partimizin yanlış anlaşılması için Gerçekler bilinçli bir şekilde çarpıtılmaktadır. Partimiz “Halkların Kardeşliği”ni en içten savunan, bütün insanlığın tek bir aile olmasını arzulayan ve bu uğurda mücadele eden bir Partidir. Ermeni, Türk ve Kürt Halklarının tarihte yaşadığı aralarındaki acı olayların mimarı Batılı Emperyalistler ve onların oyununa gelen Ermeni Burjuvalarıdır. Ve bu oyun günümüzde gene aynı emperyalistler tarafından sahnelenmeye çalışılarak Halklarımız “Yeni Sevr” tezgahına/bataklığına çekilmeye çalışılmaktadır. Kendine demokrat diyen, kendini öyle sanan bazı zavallılar da emperyalistlerin “soykırım” yalanını savunarak 24 Nisanlarda, küllenen bu yarayı kaşımaktadırlar. Partimizin o günkü eylemi işte bu sözde demokratların maskesini düşürmeye ve emperyalist yalanlarını teşhir etmeye yönelik bir eylemdi. Bu konudaki görüşlerimizi bu zavallılara anlatmak ve onları emperyalistle- rin piyoncukları olmaktan kurtarmak, “Yeni Sevrci” kuşatmaya karşı mücadeleyi yükseltmekti amacımız. Bu düşüncelerimizi ifade eden tam 8 sayfalık bir metini okuduk o gün eylem alanında ve karşı eylemcilere görüşlerimizi yayın organlarımızda karşılıklı olarak yayınlamayı önerdik. Özeti bu şekilde cereyan eden eylemimizle ilgili anılan sayınızın 15’inci sayfasındaki haberinizde bozkurt işareti yapan bir grubun yer aldığı fotoğrafın üstüne “HKP’DEN TEPKİ” diye başlık atmışsınız. Bu tamamen yalandır. Bu bozkurt işareti yapanlar, faşistlerdir. Bunlar bizim taban tabana zıddımız, kontrgerilla güdümlü bir güruhtur. Onlarla eşdeğer konumdaymışız gibi bir izlenim veren bu başlığınız bize hakaret anlamına gelmektedir. Partimizin yanlış anlaşılmasına ve hakkımızda hakaret addedebileceğimiz anlamlara varan, bu haberlerinizi, yukarıda anlattığımız şekilde düzeltmenizi, aksi taktirde yasal yollara başvuracağımızı bildiririz. 28.04.2011 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Yönetim Kurulu Adına Av. Ayhan Erkan MİLLİYET GAZETESİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ TAYFUN DEVECİOĞLU’NA Halkın Kurtuluş Partisi Genel Yönetim Kurulu Adına Av. Ayhan Erkan 22 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Eti Gümüş İşletmesi Özelleştirmesi Kütahya’yı ölümün eşiğine getirdi Baştarafı sayfa 24’te görüşleri bunun tam tersidir. İşte bir örnek daha: “TMMOB Metalürji Mühendisleri Odası Başkanı Cemalettin Küçük, konunun ciddiyetinin halen devam ettiğini söyledi. Küçük, tesisin tamamen kapatılmasını isteyerek şunları kaydetti: “Çok büyük tehlikeyle karşı karşıyayız. Sadece barajın çökmesi değil her hava sıcaklığında ve yağışta siyanürlü su havaya karışmaktadır. Bu da çevreye olumsuz etki yaratmakta. Macaristan’da yaşanan felaketin kat kat üzerinde bir felaketle karşı karşıya kalabiliriz. Baraj, siyanürün yanı sıra çok ağır metalleri barındırıyor. Çevreye yayıldığında insanlar ölebilir, besin zincirimizde de yüzyıllarca sürecek tehlikeler oluşabilir. Barajın taşması halinde ise Porsuk Çayı, ardından Sakarya ehri’ne karışıp Karadeniz’i tehdit edebilir. Bu nedenle tesisin kapatılması gerekir.” “Meteoroloji yetkilileri de önümüzdeki Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri yağış beklediklerini açıkladı. Yağışın siyanür havuzlarında tehlike yaratabileceği, setlerde çökmelerin oluşabileceği öne sürülüyor.” (DHA, 09.05.2011) Özelleştirme öncesi sızıntı olmayışı, kamu yararına çalışan işletmede teknik kurallara uygun olarak çalışılmasından kaynaklanmıştır. O zaman da siyanürlü yöntem kullanıldığı için risk vardı ama kamu yararı gözetilerek teknik önlemler alındığı ve kâr hırsıyla üretim yapılmadığı için sızıntı olmamıştı. Eti Gümüş AŞ’nin temelleri 1985 yılında atıldı. 1987 yılında ise faaliyete geçti. Türkiye’de siyanürle madencilik yapılan bu ilk işletme Etibank’a aitti. “100. Yıl Gümüş Madeni” adıyla açılan işletme, 1988’de özelleştirilerek Dinç Bilgin ve Cavit Çağlar ortaklığına satıldı. Ekim 2000’de Tasarruf Mevduatları Sigorta Fonu’na devredildi. Şirketin özelleştirilmesi için ilk ihale 2003 yılında yapıldı. 24.06.2004 yılında tamamı Söğütsen Seramik Sanayi İnşaat Madencilik İthalat İhracat Şirketi tarafından 41.200.00 Amerikan Dolarına satın alınmıştır. Eti Gümüş’ün skandal bir ihale süreci vardır: “Söğüt Seramik adlı iflas etmiş firma adını değiştirip 3S yaparak gümüş tesislerini 40 milyon dolar gibi bedava denecek bir fiyata aldı. Ancak özelleştirme bedelini zamanında yatıramadığı için ihale iptal edildi. “Yapılan yeni ihaleyi bu defa Söğüt Seramik adlı müflis firma kazandı. Aynı patron bu defa eski şirketi Söğüt Seramik’le ihaleye girip kazanmıştı. Daha önce ihale bedelini ödeyemeyen borçlu bir şirketin adı altında kazanması büyük skandaldı. Ancak Özelleştirme Yüksek Kurulu yapılan çağrılara rağmen satışı iptal etmedi. “Eti Gümüş’ü alan şirket üretimi iki kata çıkardığı halde tesislerin kapasitesini artırmadı. Baş gösteren sızıntılara karşı önlem almadı. Bugün yaşanan tehlike tamamen ihmalin sonucudur. “Elbette yeterli denetimleri yapmayan devlet de sorumluluğa ortaktır. Doğayı ve insanları talana, soyguna, kazanç hırsının sorumsuzluğuna terk ederseniz olacağı budur.” (Melih Aşık, Milliyet, 10.05.2011) Eti’nin ortakları, 3S holdingin de ortakları olan Sabahattin Yıldız, Vahit Yıldız, Sinan Yıldız. Eti Madenciliğin Yönetim Kurulu Başkanı ise Sabahattin Yıldız. Bu kişilerin yıldızları insanları sömürerek parladı işverenlerin Özelleştirme idaresi de göz yumunca, denetim yapılmayınca işte gelinen nokta budur. O günden bugüne kâr hırsı gözetilerek gereken teknik önlemler alınmamıştır. Son yıllarda gümüşün piyasa değerinin hızla yükselişi, altınla yarışır hale gelmesi, Eti Gümüş İşletmesi’nin özelleştirme sonrası işverenlerinin iştahını kabartmış, hızlı bir şekilde üretime dönük çalışma yaparak “Geliyorum diyen tehlike”yi görmez- den gelmişlerdir. Gümüşün hızla değer kazanmasının ve Eti Gümüş’e etkilerini anlatalım: “Dünyada gümüş fiyatları son bir yılda neredeyse 2 kat arttı. İşletme de daha fazla rant sağlamak için üretimi arttırmış. Ancak bu denetimsiz ve orantısız bir artış olmuş. Tesisin yıllık üretim kapasitesi 122 ton. 2010 yılında üretim resmi rakamlara göre 360 ton olarak gerçekleşmiş. Aldığımız duyumlara göre kayıt dışı üretim de yapılmış ve bu rakamın 500 tona ulaştığı söyleniyor. 360 ton rakamını kabul edersek kapasitenin üç katı bir üretim demek bu. 3 kat su ve 3 kat çamur bırakılmış. Tabii sedde buna dayanamamış. Denetimsiz üretim buna sebep oldu.” (Murat Taşdemir, Çevre Mühendisleri Odası Başkanı) Kütahya’dan başlayacak siyanürlü su taşması Sakarya’ya kadar tarım alanlarını yok edecek, insanların sağlığı bozulacak, yerleşim yerlerinden göç etmek ve yeni bir yaşam kurmak zorunda kalacaklar. Kütahya halkı, çevre köyler tedirgin ve tepkili. “…Tesisin girişinde toplanan çevredeki Aliköy beldesi ile Gümüş, Kızılcakaya, Dulkadir, Karaağaç köylerinden vatandaşlar, daha önce uyarmalarına rağmen tesis yetkililerinin önlem almadığını, buradan çevreye yayılacak siyanürün Sakarya ehri havzasındaki bütün canlı yaşamını olumsuz etkileyeceğini ileri sürdü. Tesisin güvenlik görevlileriyle tartışan vatandaşlar, jandarma ekiplerince güçlükle sakinleştirildi. “Tesis önünde bekleyişlerini sürdüren vatandaşlar, otobüslerle gelen işçilerin tesise girişini engellemeye çalıştı. Tesise girmesine izin verilmeyen otobüs, otoparka çekildi.” (www.gazeteport.com.tr, 09.05.2011) Vatandaşlar haklı olarak sağlıklarını, yaşamlarını tehdit eden bu işletmeye karşı tepkilerini dile getiriyorlar. İşçi sağlığı açısından bakarsak şu anda iş makinelerinde siyanürlü havuzun çevresindeki setleri sağlamlaştırmaya çalışan iş- çiler, oraya toprak çeken kamyonlar ve işletmede çalışan işçiler de yaşamsal tehlike altındalar. Çünkü siyanürlü havayı soluyorlar. Bir de işsizlik korkusu. Çünkü işletme kapatılırsa işsiz kalacaklar. Bir taraftan iş güvenliği riski, diğer taraftan işsizlik korkusu... Bu nedenle işletmenin siyanür tehlikesi karşısında kapatılmasını isteyenlerle sürekli bir çatışma halindeler. İşletme önünde toplanıp işletmenin kapatılması için eylem yapan köylüler karşılarında işçileri buluyorlar. Tabiî işverenin de baskısı var işçiler üzerinde, eylem yapılmasını işverenler de istemiyor. Ama gerçek şu ki, aynı tarafta olması gereken işçiler ile köylüler bu olayda aynı safta değiller. İşte bu olaya bir örnek: Ana ile oğul işçi farklı düşünüyor ve her olayın ardında “siyaset” aranıyor. İşçi Sınıfının ağır koşullarda, tehlikeli işyerinde, güvensiz ortamda çalışması sanki siyaset dışı gibi anlaşılsa da basbayağı siyasidir. “Siyanür köylüleri ikiye böldü” başlıklı habere göre: “Eti Gümüş İşletmesi’ne 3 km. uzaklıktaki Köprüören Köy meydanında saat 10… Caminin önünde hareketlilik var. Erkekler ve kadınlar adına birer sözcü belirlenmiş, ‘Eti Gümüş’teki zehir tesisleri kapatılsın’ yazılı dev pankart hazır. İstikamet 7 Mayıs’ta setleri çöken tesisler. “Kısa süre sonra şirketin minibüsü geldi ve içinden 4 işçi indi. Aynı köyden olduklarını belirten işçiler, köylülere, özellikle de kadınlara işletmeye gitmemeleri konusunda ‘sert’ uyarılarda bulundu. Giderseniz cinayet çıkara varan uyarılar ikna edici oldu. Pankartlı eylem iptal edildi. Jandarma da 4 işçiyi uzaklaştırdı. İknacı işçilerden biri de Bülent Doğancı. Doğancı “Biri orada benim anneme küfrederse gözüm kimseyi görmez. Amaçları siyasi” derken annesi Emine Doğancı da köy meydanındaydı. “Emine Doğancı tedirgin: “Çocuklarımız da iki arada bir derede kalıyor. Kaç yıldır ek- mek yiyorlar. Orası onların ekmek kapısı. Ancak tehlike kesin varsa kapatılsın.” “Eti Gümüş, 19 yıllık bir tesis. 800-1000 işçi çalışıyor. Bu işçilerin 300’ü civardaki 6 köyden. 600-700 lira maaş alıyorlar. 2004’te özelleştirilen ve iddiaya göre kapasitesini katlayan tesis endişe kaynağı. “Köprüören Muhtarı Sabri Görür 3 ay önce 5 köy muhtarı ile heyet oluşturup Eti Gümüş’e giderek tedbir almaları konusunda talepte bulunduklarını söyledi. Son olay tedirginliklerini daha da artırmış. Gülseren Tekeli, çocuğunun siyanür korkusundan ellerini yıkamadığını, Perihan Kolcu yağmur yağdığında köydeki balıkların öldüğünü anlatıyor. 88 yaşındaki Arif Duvahan öfkeli: “Kârı bir kişiye, zararı bin kişiye, üç kişinin karnı doyuyor, üç bin kişi tehdit altında.” “İşte köylüler tedirgin ve sağlıklı yaşam istiyorlar. Eti Gümüş İşletmesi A.Ş. Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Metalurji Mühendisi Dr. Harun Güdeberk ise ‘tehlike yok’mesajı verdi. “110 hektarlık bir baraj. Seddeleri var. Kendi içinde yavaş yavaş birleşip bütün haline getirilmesi planlandı. Seddenin yıkılmasının kolay olmadığını çok iyi biliyoruz. Ancak burada abartılmış bir durum var. Tüm tedbirler alınmıştır. Dış sedde diğer seddeler göre 2,5 kat daha sağlamdır, ODTÜ’den raporu vardır. Büyük bir kısmı kuvvetlendirilmiştir. Barajın taşması mümkün değildir. Çevrede hiçbir hayati tehlike yoktur. Baraj sağlam. Tesise cevher ve su beslemesini kestik. İlave baraj 10 gün içinde devreye girecek.” diyor.” (www.istanbul gerçeği.com, 11.05.2011) Tüm tedbirler alınmıştır derken sürekli bir iş makinesi ve kamyon trafiği ile üretimi artırmak için havuzu çevreleyen setler 1.5 metre yükseltiliyor. Bu mu aldığınız önlem? Setlerin dolum kapasitesini neye göre değerlendiriyorsunuz? Açıkta kimyasal madde kullanımının zararlı ve vahşi yöntem olduğunu bilmiyor musunuz; yoksa gözünüzü kâr hırsı bürüdüğü için mi bu ilkel yöntemden vazgeçmiyorsunuz? Seçim derdinde olan Çevre ve Orman Bakanı ise setlerin çökmesine karşılık 5 nolu yeni atık havuzu inşasına hız vererek sorunu çözmeye çalışıyor. Kontrollüğün, DSİ 3. Bölge Müdürlüğü kontrollüğünce tamamlanacağını söyleyerek özel şirkete güvensizliğini itiraf ediyor. Yağmur sularının havuza girmesini engelleyen hendekler olduğunu, bunların gözden geçirileceğini belirtiyor. “Eti Gümüş A.Ş.’de daha önce yapımına başlanan yeni baraj havuzu inşaatının DSİ 3’üncü Bölge Müdürlüğü kontrollüğünde yürütüleceği açıklandı. Kütahya Valiliği’nden yapılan açıklamada üretimin durdurulduğu tesislerde bulunan 4’üncü baraj setinin bir buçuk metre yükseltilerek siyanürlü suyun bir kısmının buraya verileceği, 5’inci barajın tamamlanması halinde de siyanürlü suların buraya aktarılacağı bildirildi. Tesislerde ise bugün sabah saatlerinden itibaren iş makineleriyle yapılan çalışmaların hızlandırıldığı gözlendi. Çok sayıda iş makinesinin tesislerde setleri onarım ve güçlendirme çalışmaları ile yeni baraj havuzu yapım çalışmalarına katıldığı belirtildi.” (DHA, 09.05.2011) Bu konuda bilim insanları ne diyor? İTÜ Metalürji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman’a göre ise sorun Türkiye’de madencilik izniyle metalurji işlemlerinin yapılmasına izin verilmesi. “Madencilik ile metalürjinin birbirine karıştırılması çokuluslu altın tekellerinin oyunudur. Bilindiği gibi madencilikte şartlar ağır ve uygulanan çevresel denetimler ise nispeten esnektir. Ancak yeraltından çıkarılan madene kimyasal bir müdahale (metalürji) bambaşka bir olaydır. Bu artık sanayi koluna giriyor. Bunu kuralına uygun yapmaları yüzde 30-40’lık bir maliyet getirebilir. Açıkta kimyasal madde kullanımı kesinlikle yasaklanmalı. Kullanılan siyanür atmosfere karışıyor ve yağmurlarla yeryüzüne dönüyor. Doğada öyle korkunç tahribat yaratıyorlar ki geri dönüşü imkânsız oluyor. Bütün bu vahşi yöntemlerin bir tekini bile Avrupa’da yapamazlar. Kütahya’daki olayı ısmarlanmış kaza olarak görüyorum. Gümüşün fiyatının arttığı dönemde üretime yüklendiler. 60 tonluk üretimi 300 tona çıkardılar. Ancak barajın kapasitesi aynı kaldı.” (Radikal, 10.05.2011) İşte ODTÜ’nün görüşü: “ODTÜ’nün iki ay önce Kütahya’da yaşanacak siyanür felaketi için yetkilileri uyardığı ortaya çıktı. Kapasitesini 360 tona çıkaran fabrikanın atık miktarı da 3 katına çıkmış. Barajda ise hiçbir değişiklik yapılmamış. Atık miktarı artınca da baraj setlerinde çökme oldu. Yani bile bile felakete davetiye çıkarıldı. ODTÜ’nün uyarıları dikkate alınsaydı belki zamanında önlem alınırdı.” (Sözcü, 11.05.2011) İşte bilim insanının göze batırdığı gerçek. Üretim beş kat artıyor, ama teknik kapasite aynı kalıyor. Bu düpedüz ölüme davetiye çıkarmaktır. İşte kapitalizmin insana verdiği değer budur. Açıkta kimyasal madde kullanımı yasaklanmalıdır. Yetkililer önlem alıyoruz, üretim durduruldu diyorlar, yalan söylüyorlar. “Eti Gümüş AŞ’nin Kütahya Gümüşköy’deki maden tesisindeki atık barajında yaşanan sorun sonrası yetkililer üretimi durdurduğunu açıklamıştı. Dün (9 Mayıs) saatlerinde işletme gümüş çıkarma faaliyetine yeniden başladı. “Eylemciler adına basın açıklaması yapan Köprüören Köyü Muhtarı Sabri Görür, havuzdaki siyanür tehlikesinin önceden belli olduğunu söyledi. “Barajın taşması halinde ilk önce Köprüören Köyü zarar görecek. Çünkü seviyesi düşük ve en yakın köy. üfusu 650 ve 340 hane. Buranın içerisinden geçen bir dere var. Bu dere, Porsuk ve daha sonra Sakarya ehri ile Karadeniz’e kadar uzanıyor. Buranın suyunun buharlaşması sonucu tarımsal çalışmalarda bir verim alamıyoruz.” (Bianet.org, 10.05.2011) Sağlıkçılar bu konuda ne düşünüyorlar? İşte Türk Tabipler Odası Merkez Konseyi’nin açıklaması: “Maden atık suyunda çevre ve insan sağlığına zararlı çok sayıda madde yoğun olarak bulunmaktadır. Bu maddelerin bir kısmı kanserojen olduğu kesin olarak bilinen kimyasal maddelerdir. Ayrıca bu kimyasal maddeler, kanser dışında solunum yolu hastalıklarına, karaciğerde ve bağırsaklarda hasar gibi sonuçlara neden olmaktadırlar. Bazı siyanür bileşikleri yıllarca karıştığı ortamda kalabilmektedir. Bu açıdan sızıntılar uzun dönemli etkiler doğuracaktır. Çok ciddi önlemler alınmalı, kırmızı alarm verilmelidir.” Bilim insanları, sağlık emekçileri doğru söylüyor. Dulkadirli köyü “kanserli köy” olarak bilinir. Son yıllarda deri ve akciğer kanserinden yüzün üzerinde insan öldü. Yeraltı içme suyuna arsenik karışıyor. Çünkü toprakta var olan arsenik siyanürle temasa geçtiğinde çözünür. İşte ikinci bir tehlike de burada ve siyanürle gümüş Y üretimi, iki taraflı bir işleyişle ölümlere neden oluyor. Bir de üretimi artırmak amacıyla teknik hata yaparsanız ölümü Kütahya’ya davet etmiş olursunuz. Gümüş çıkarma işleminde, “Madende gümüş cevheri çıkartıldıktan sonra siyanürlü su ile gümüş açığa çıkartılır. Gümüş elde etme işlemi sırasında kullanılan su çamur kıvamına gelir ve bu barajlara bırakılır. Amaç siyanürün hava ile temas etmesi sağlanarak özelliğini kaybetmesidir. Çamurlu siyanür baraja bıraktıktan sonra çamur dibe çöker ve su barajdan çekilerek tekrar üretimde kullanılır. Bu sırada çamurun kuruması beklenir. Kuruduktan sonra yeni çamurlu siyanür baraja bırakılır. Bu işlem böyle tekrar eder. Kuruma işlemi sırasında ise seddelerle bölünmüş diğer barajlar kullanılır. Bu işletmede ise çamurun kuruması beklenmeden yeni çamurlu siyanür baraja bırakılmış. Bu da seddelere baskı yaparak yıkılmasına neden olmuş.” (Murat Taşdemir, Çevre Mühendisleri Odası Başkanı) İnsanların can güvenliğini hiçe sayan bu davranışın sorumlusu şirket ve onu denetlemeyen devlettir. İnsanların yaşamı bu kadar ucuz değildir. Senin gözünü kâr hırsı bürüdü diye insanların canını tehlikeye atamazsın. Kapitalizmde bunu yapabilirsin ama Halk İktidarında bunu yapamazsın. O düzende insanlar Temiz Doğa, Yaşanabilir Çevre ve Temiz Toplum’da insanca yaşayacaklar. O düzende insanların canı yanarken Bakanlar seçim derdinde olmayacak. 74 yaşındaki Fatma Nine fabrika önünde işçilere, “Bu siyanür sızarsa biz ne ekeceğiz, ne yiyeceğiz, hayvanlarımız ne olacak? Zehirleneceğiz” diye isyan etmeyecek. İnsanların insanca yaşayacağı bir toplumda eşit ve özgür yaşayacağız. Bunu yaşama geçirebilmek için halkımız Kurtuluş Partisi etrafında kenetlenecek ve mutlu bir yaşam için mücadele edecektir. Zafer Halkın Kurtuluş Davası için savaşanların olacaktır.12.05.2011 İzmir’den Bir Yoldaş Akçaşehir köylüleri Tire Ege Linyit İşletmesi’ni mahkemeye verdi eşil Tire’nin güzel bir köyüdür Akçaşehir. Yakınlarında 1956 yılından beri işletilen Tire Ege Linyit İşletmeleri vardır. Yıllardır bu maden işletilirken Akçaşehir köylüleri de orada çalışırlardı ve hâlâ da çalışan işçiler var. İki sene öncesine kadar köyde bir sıkıntı yokken köyde evlerde çatlaklar, tarlada göçükler meydana gelmiş. Bu olayı basından okuyup ve canı yanan köylülerin madeni mahkemeye verdiklerini öğrenince Kurtuluş Partisi İl Başkanı ve Sekreteri olarak köye gidip yerinde inceleme yaptık. Durum basına yansıyandan daha vahimdi. Maden işletmesi topuklama ve göçertme sistemiyle köyün altından tünel kazmaya başladı. Tünel köyde ilerledikçe yığma yapılı evlerde çatlaklar oluştu. Tarlalarda 2 metre genişliğinde 30 metre derinliğinde göçükler meydana geldi. Köyün su deposunun yarım metre ötesine açılmak istenen tünel havalandırma bacasını, şirket kapatmak zorunda kaldı. Evlerde yaşayan insanlar can güvenliği nedeniyle evlerini terk ederek Tire’ye yerleşti. Konuştuklarımız “evde otururken kazma seslerini duyuyorduk, dayanamadık, göçtük” dediler. Tarlalarda zeytin ağacı kurumuş, göçüklerin etrafında hiçbir önlem alınmamış, çatlak evlerde insanlar oturmaya devam etmiş yani insanlar yazgılarıyla baş başa bırakılmıştır. Başvurmadıkları devlet kurumu kalmamış, ama başta ilçe kaymakamı olmak üzere hiç kimse önlem konusunda parmağını kıpırdatmamıştır. Mahkemenin görevlendirdiği üniversitede görevli bilirkişiler gerçekçi bir rapor vermişlerdir. Köydeki evlerin ve tarlaların durumunu yerinde gördüğümüz için bilirkişi raporunda yazılanların gerçek olduğunu anladık. Maden sahibi Başaran çatlakların önce depremden sonra da köye yakın bir dereden kaynaklandığını iddia etse de bilirkişi raporu çatlak ve göçüklerin köyün altından tünel kazılmasından oluştuğunu net bir şekilde ifade ediyor. Zaten depremden kaynaklansa yakınındaki köylerde de göçük ve çatlaklar meydana gelmesi gerekirdi. Köylüler işsizlik korkusuyla, yakınları madende çalıştıklarından sesini çıkaramıyor, muhtar da maden şirketinin dümen suyuna girmiş, onların ağzıyla konuşuyor, ama canı yanan köylülerden mahkemeye verenler kararlılar. Can güvenliklerinin sağlanmasını ve sağlıklı konutlarda yaşamak istiyorlar. TÜYAP Kitap Fuarı’nda Derleniş yayınları tarafından düzenlenen “Ege Bölgesinde Doğa Katliamları ve Mücadele Yolları” konulu seminerde de konuşmacı Kurtuluş Partisi İzmir İl Sekreteri Levent Çelik “Akçaşehir köylülerinden söz ederek madenin etkilerini, sağlıksız yapılarda oturanların durumunu, göçüklere karşın devletin önlem almadığını” söyleyerek duyarlı insanları Tire’ye mahkemeye davet etti. Mahkeme günü, Kurtuluş Parti İzmir İl Yönetim Kurulu olarak Tire’de Akçaşehir Köylüleriyle beraberdik. 26 Nisan 2011 tarihinde yapılan duruşma öncesi Akçaşehir köylüleri adına Mustafa Ergin basın açıklaması yaparak sorunlarını Tire halkıyla ve kamuoyu ile paylaştı. Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı ve yönetim kurulu üyeleri olarak basın açıklamasına destek verdik. Köylüler, basın açıklaması öncesi seçim çalışması için Tire’ye gelen eski Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a da sorunlarını anlatarak destek istediler. Meclisin seçim kararı almasıyla birlikte Bakanlığı bırakan Ulaştırma eski Bakanı Binali Yıldırım, arkasında polis eskortu ve araç konvoyu ile birlikte, bakan forsu ile dolaşmaktaydı. Yine Tire’nin içinde pazara gelen ve kahvelerde oturan halkla teker teker görüşürken yanında Kaymakam ve diğer mülki erkân da bulunmaktaydı. Eski bakan, “devlet destekli” bu seçim çalışmasını yürütürken, Akçaşehir köylülerinin duruşma saatini beklemek için oturduğumuz pastaneye de geldi. Herkesle olduğu gibi bizimle de tokalaşmak istedi. Masamıza geldiğinde, Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak “Siz şu anda bakan değilsiniz, ama bakan forsuyla ve polis eskortuyla geziyorsunuz, ayrıca madem dinci bir partisiniz, ama Hz. Ömer’in adaletine uymuyorsunuz, Hz. Ömer’in iki mumu vardı. Bir tanesini devlet işlerinde kullanır, ikincisini ise özel işlerinde kullanırdı.” dedi. Yine “Sizin döneminizde yolsuzluk, hırsızlık, vurgun aldı başını gidiyor, Halkın sorunlarıyla ilgilenmiyorsunuz, bakın işte Akçaşehir köylülerinin sorunları var, ilgilenin bunlarla” dedi. Binali Yıldırım; önce “ne demek istiyorsunuz açık konuşun” diye cevap verdi. İl başkanımız ise; “Ben imalı konuşmuyorum, ne dediğim çok açık, siz de beni çok iyi anladınız” diye cevap verdi. Tire Halkının ilgiyle takip ettiği bu tartışma, kendisini takip eden basın tarafından da görüntülenmeye başladı. Tartışmanın uzaması halinde iyice teşhir olacağını anlayan Binali Yıldırım bulunduğumuz pastaneyi terk etti, gitti. Eski bakan olmasına rağmen bakanlık forsuyla dolaşıp halkın tek tek elini sıkacağına, halkın yakıcı sorunlarıyla ilgilenmesi gerektiği ve sahte Müslüman olmaması gerektiği konusunda Binali Yıldırım’a ayna tutuldu, oy avcılığı için geldiği Tire’de. Malum basın bu olaya tanık olduğu halde yazmadı, TV kanalları da haber olarak göstermedi. Ama biz burjuva basının yazmadığı bu konuyu okurlarımızla paylaşmak istedik. Temiz Çevre, Yaşanabilir Doğa ve Sağlıklı Toplum için mücadele veren Kurtuluş Partililer olarak Akçaşehir Köylülerinin haklı mücadelesinde hep beraberiz, beraber olmaya devam edeceğiz. 26.04.2011 İzmir’den Kurtuluş Partililer 23 Yıl: 5 • Sayı: 54 / 22 Mayıs 2011 Kızıldere Şehitleri Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından anıldı: Mahir Çayan ve Yoldaşları Mücadelemizde Yaşıyor Kızıldere +ehitleri Ölümsüzdür! Baştarafı sayfa 24’te Boğacağız”, “Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Sosyalizm”, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kızıldere’nin Hesabı Sorulacak” sloganları atıldı. Coşkulu bir biçimde parti andının okunmasının ardından sloganlarla etkinlik sonlandırıldı. Konya 2 Nisan Cumartesi günü saat 14.00’da Parti binamızda yapılan anma etkinliğimize ilk olarak bu yiğit insanların nezdinde tüm Devrim Şehitleri için yaptığımız saygı duruşu ile başladık. Ardından sinevizyon gösterimi yapıldı. Daha sonra Kurtuluş Partisi Gençliği adına söz alan İsmail Durna; Mahir Çayan ve Yoldaşlarının her geçen gün artan bir sevgiyle, her geçen gün artan bir özlemle; katillerinin ise her geçen gün artan bir öfke ve nefretle anıldığını belirterek başladı. Mahirler’in, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan birçok konuda etkilendiğini, gerek Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız konusunda, gerek Ordu Gençliği’miz ve 27 Mayıs konusunda, gerek Küba konusunda nasıl hemfikir olduğumuzu somut bilgilerle ortaya koydu. Bugün Mahirler’in ve Denizler’in ardılları olduğunu iddia eden grupların nasıl Sevr’ci bir bataklığa sürüklendiğini, nasıl emperyalist bir çizgide olduklarını örneklerle açıkladı. Bugün Mahirler’in de Denizlerin de gerçek devamcılarının bizler olduğunun ve onların uğruna canlarını verdikleri mücadele olan Sosyalizm mücadelesinin bizler tarafından zafere ulaştırılacağının altını çizerek konuşmasını noktaladı. Daha sonra Liseli bir genç Yoldaşımız şiir okudu. Ardından etkinliğimiz soru-cevaplarla ve karşılıklı sohbetlerle son buldu. Bizler Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; İkinci Kurtuluş Savaşı yolunda şehit düşen Mahirler’in de Denizler’in de her zaman savunucusu olacağız ve onların mücadelelerini Sosyalizmle taçlandırmak için üzerimize düşen her görevi layıkıyla yerine getireceğiz. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. İskenderun Bilindiği üzere, Tarihin en hızlı aktığı dönemleri yaşarken, AB-D Emperyalistleri tarafından tüm dünya, Türkiye ve Ortadoğu Halkları bir kez daha bölünüp parçalanmak isteniyor. Ve özellikle 22 parçaya bölünmüş Arap Halkı, bir kez daha yeni ülkeciklerle parçalanmaya çalışılıyor. Hem Dünyanın ve Ortadoğu’nun bu duruma getirilip halkların katledilmesi, hem de Kızıldere’nin acısı yüreğimizdeki acıyı bir kat daha artırdı. Mahirler’in ideallerine bugün biz sahibiz, diyoruz. Neden mi? Çünkü On’lar da “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız” diyorlardı. Kime karşı İkinci Kurtuluş Savaşı? Hem ülkemizdeki satılmışlar cephesine karşı hem de AB-D Emperyalistlerine karşı… Hz. Ali der ki: “Doğruyla savaşan yenilir.” Bizler doğruyuz onlar yanlış. Bizler, doğru teorimizi pratik mücadeleyle birleştiren gerçek devrimcileriz. Bu anlamda Kızıldere Katliamı’nı lanetleyen çeşitli eylemler yaptık. 30 Mart akşamüzeri saat 18.00’da meşaleli yürüyüş geçekleştirdik ve Kızıldere Katliamı’nı ve NATO’nun alçaklığını teşhir eden pankartlar, dövizlerle İskenderun Halkına seslendik. 02 Nisan tarihinde de Mahirler’i andığımız ve MYK Üyemiz Pınar Akbina’nın da katıldığı bir salon toplantısı gerçekleştirdik. İstanbul: Parababaları düzeni tarafından haince katledilen Kızıldere Şehitlerini anmak için 02 Nisan Cumartesi günü İl Örgütü’müzde ve Kartal İlçe Örgütü’müzde birer salon toplantısı gerçekleştirdik. İl Örgütü’müz’de 03 Nisan günü düzenlediğimiz ve çoğunlukla gençlerin katıldığı anma programımıza, Devrim Şehitlerinin anısına gerçekleştirdiğimiz saygı duruşuyla başladık. Saygı duruşunun ardından Mahirler’in ve 68 Kuşağı’nın mücadelesinden kesitler içeren bir sinevizyon gösterisi yapıldı. Daha sonra genç bir yoldaşımız tarafından gerçekleştirilen ana konuşmada; Mahirler’in devrimci yaşantılarına yönelik çeşitli vurgular yapıldı. Yoldaşımız konuşmasında; bugün Mahirler’in devamcıları olduğunu ileri süren grupların, onlardan tamamen farklı tezleri savunduklarını ve Mahirler’in devamcılarının biz gerçek devrimciler olduğunu vurguladı. Ana konuşmanın tamamlanmasının ardından yoldaşlarımızın hazırladığı, Kızıldere Katliamı ve Mahirler için yazılmış türkülerden oluşan bir müzik dinletisi gerçekleştirdik. Anma programımızda Mart ayı içerisinde gerçekleştirilen Halepçe ve Beyazıt Katliamlarını da andık. Tüm bu katliamların sorumlularının halklara hesap vereceğini vurgulayarak etkinliğimizi bitirdik. Kartal İlçe Örgütü’müzde gerçekleştirdiğimiz anma etkinliği öncesinde, etkinlik duyurusu hazırlayarak Kartal Meydanı’nda dağıttık. 02 Nisan’da gerçekleştirdiğimiz salon etkinliğinde, yapılan saygı duruşu, sinevizyon gösterimi ve ana konuşmanın ardından katılımcıların sorularını yanıtladığımız soru-cevap bölümüne geçtik. Katılımcıların da yorumlarını paylaştığı soru-cevap kısmından sonra ise hazırladığımız müzik dinletisini sunduk ve etkinliğimizi noktaladık. Basına ve Kamuoyuna Sendikamız Sivas/+arkışla’da Bulunan Ss Gürçayır Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nde Toplu İş Sözleşmesi İmzaladı S endikamız, Sivas ili Şarkışla ilçesine bağlı Gürçayır Kasabası’nda kurulu bulunan ve bölge köylerinden süt toplama ve değerlendirme işi yapan SS Gürçayır Tarımsal Kalkınma Kooperatifi’nde örgütlenmiş ve toplu iş sözleşmesi görüşmelerine başlamıştı. Asgari ücret düzeyinde ücret alan sendikamız üyesi işçiler için insanca yaşayabilecekleri düzeydeki ücret, çalışma şartlarının iyileştirilmesi ve sosyal haklardaki taleplerimiz, Kooperatif yönetimi tarafından kabul edilmediği için toplusözleşme görüşmelerinden sonuç alınamaması üzerine 26 Mart’ta grev uygulama kararı bildirilmiştir. Bu aşamada yapılan görüşmeler sonucunda Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilmiş ve süt toplama işi yapan kooperatifte çalışan 7 (yedi) üyemiz adına anlaşma sağlanmış ve toplu iş sözleşmesi imzalanmıştır. Yapılan anlaşmaya göre 1. Yıl, 01.03.201131.12.2011 tarihleri arasında 10 aylık süre için % 12 zam alınmıştır. İkinci yıl ise aynı oranda zam yapılmasına karar verilmiştir. Ayrıca yıllık ücretli izinlerde ve di- ğer sosyal haklarda da kazanımlar sağlanmıştır. Sendikamızın imzalamış olduğu bu sözleşme köylü örgütlenmesinin bir parçası olan kooperatiflerde sendikamızın yaptığı ilk sözleşmedir. Bu sözleşmenin diğer bölgelerdeki kooperatif çalışanları için bir örnek teşkil etmesi ve onların da bir an önce toplu iş sözleşmeli olarak çalışmaları dileğimiz ile sendikamız çatısı altında örgütlenmeye ve mücadeleye çağırıyoruz. 25.03.2011 Saygılarımızla. Nakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi Halkın Kurtuluş Davasında +ehit Düşen Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşlar Ölümsüzdür! Baştarafı sayfa 24’te ler’in mücadelesini ve Kurtuluş Partisi’nin “Üç Fidan”la ilgili görüşlerini anlatan basın metnini okudu. Andımızla mezar başı anmasını tamamlayan Kurtuluş Partililer daha sonra Denizler’in avukatı, namuslu, yurtsever aydın Halit Çelenk’in mezarına geçtiler bir kez daha. Burada Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran, Halit Çelenk’i ve mücadelesini anlatan bir konuşma yaptı. Mezarbaşı anmasından sonra salon etkinliği gerçekleştirildi. Ankara İl Binasında gerçekleştirilen etkinlik sinevizyon gösterimi ile başladı. Halk Kurtuluşçu Liseliler’den bir arkadaş Denizler’in mücadelesini anlattı. Etkinlik, şiir ve müzik dinletisi ile sona erdi. İstanbul/Dolmabahçe Deniz, Yusuf, Hüseyin... Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı mücadelesinin yükselişte olduğu 1960’lı yılların bu üç gençlik önderi, bu mücadelenin en akılda kalan simgesinin olduğu olayın yerinde, 6. Filo askerlerinin döküldüğü yerde, Dolmabahçe’de, Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından anıldı. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i, bugünlerde daha kalabalık ve daha sahiplenerek anmak, daha fazla anlam kazanıyor. Emperyalizmin emrinde, gericilik bayrağını açarak insanları baskı altına almaya çalışan Tayyipgiller iktidarına ve onların yedeğine düşerek, AKP’yi demokratik bir parti olarak göstermeye çalışan liberal ve Sevrci Sosyalistlere karşı, bu unutulmaz devrimcilerin mücadele ruhuyla ve bilinciyle savaşmak, gün geçtikçe daha kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmakta. Gerek onları “zararsız” hale getirmeye çalışmakla, gerek onları “milliyetçi, militarist, darbeci” olarak suçlayarak, onların değerini düşürmeye çalışmaktalar. Onları sahiplendiğini söyleyen kurumlar, bu saldırılar karşısında ağızlarını bile açamamakta, sessizce “onaylama” görünümüne girmektedirler. İşte bu durum içerisinde, yaptığımız anmanın içeriğinin ve verdiği mesajın daha farklı olması gerektiğinin şart olduğunu düşünüyorduk. Kolay değil, yirmili yaşlarda, vatan sevgisini söylemekten korkmadığı için, bir 6 Mayıs şafağında, 12 Mart Faşizmi tarafından asılan üç yiğidi, zararsız veya “olmadığı gibi” göstermeye çalışanlara karşı, onların sesi olacaktık. Ancak yaşadığımız hayat ve gerçeğin ta kendisi, onların çığlığıydı. 6 Mayıs günü, saat 20.00’da, bu duygularla toplandık Kabataş’da... Onların sonuna kadar sahip çıktığı üç ilkeyi, yani Antiemperyalizm, Antifeodalizm, Antişovenizmi vurguladık. Onların en önde savaştığı “İkinci Kurtuluş Savaşı” şiarını, sloganlarımız ile dile getirdik. Onlara sahip çıktığını söyleyenlerin yalanlarını ve saptırmalarını yüzlerine vurduk. Böylece 6 Mayıs şehitlerini, “romantik birer kahraman” ya da “zararsız karakterler” olarak değil, onların korktuğu yüzleri ile andık. Bu düşüncelerimizi yansıtan basın açıklamamızın sonunda, bize engel olmaya çalışanlara inat haykırdık. Konya/Seydişehir Seydişehirli Kurtuluş Partililer olarak, Konya’dan yoldaşlarımızın da katılımıyla bir anma etkinliği düzenledik. 8 Mayıs Pazar günü Seydişehir İlçe Örgütü’müzde düzenlediğimiz etkinliğe halkımızın, özellikle gençliğin katılımı yoğundu. Anma etkinliğimizin açış konuşmasını Seydişehir İlçe Yöneticisi Yaşar Ali Avcu yaptı. Yoldaşımız konuşmasında; Denizler’in Parababaları tarafından neden idam edildiklerini, onların uğruna canlarını verdikleri mücadelenin ne olduğunu, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan etkilendikleri yönleri ve bugün Denizler’in devamcısı olduklarını iddia eden grupların Denizler’le hem teorik anlamda hem pratik anlamda nasıl ters düştüklerini, örneklerle net olarak ortaya koydu. Seydişehir İlçe Başkanı’mız Hasan Çatlı ise yaptığı konuşmada; Denizler’le gerek 27 Mayıs konusunda gerek Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişoven ilkeler konusunda nasıl hemfikir olduğumuzu, Denizler’in dönemindeki gelişen olayları, örneklerle açıklayarak netçe belirtti. Yoldaşımızın konuşmasının ardından söz alan Konya İl Örgütü Sekreteri’miz Mehmet Ünver ise; güncel konulardan CIA maskeli “Ergenekon” saldırısına, Kıbrıs Meselesi’ne, “Yeni CHP”ye bakış açımızı somut olarak ortaya koydu. Yoldaşlarımızın doyurucu konuşmalarının ardından sinevizyon gösterimi yapıldı. Etkinliğimiz daha sonra müzik dinletisi ve şiirlerle son buldu. İskenderun: 6 Mayıs… Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in bugün ölüm yıldönümü… Bizler bu ülkenin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Deniz-Yusuf-Hüseyin Emelleriniz Varlığımıza Rehber İzci olarak Mücadelemize yol gösterecek. Halkız haklıyız Kazanacağız Prangalarımızı kıra kıra! İskenderun’da bugün yaptığımız yürüyüşle sizin yolunuza yeni insanlar katabildik. Siz bir ölür bin doğarsınız… Pankartlarımız, dövizlerimiz ve sloganlarımızla basın açıklamasını Boyacılar Parkı’nda saat 17.00’da gerçekleştirdik. Onları layıkıyla andık. Gece içimiz rahat uyuyacağız… İzmir Türkiye Devrimi’nin üç kızıl gülü; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan darağacında katledilişlerinin 39’uncu yıldönümünde, İzmir Karşıyaka’da Kurtuluş Partisi Gençliği ve Halk Kurtuluşçu Liseliler tarafından anıldı. Kurtuluş Partisi Karşıyaka İlçe binasına pankartımız asıldı ve Denizler’le ilgili müzik yayını dışarıya yapıldı. Saat 16.00’da yapılacak etkinlik çağrısı buradan çarşıya yapılmaya başlandı. Karşıyaka Metro önünde toplanan Halk Kurtuluşçu Liseliler tarafından yapılan çağrılarla, Denizler’le ilgili etkinlik yapacağımız anlatıldı. “Bağımsız Demokratik Türkiye ve Halkların Kardeşliği İçin Mücadele Ettiler” yazılı DenizYusuf-Hüseyin’in resimleri olan pankartın arkasında, son sözlerinin yazılı olduğu resimlerle yürüyüş kolu oluştu. “Deniz, Yusuf, İnan, Savaşa Devam”, “Deniz Gezmiş Onurumuzdur”, “Yusuf Aslan Onurumuzdur”, “Hüseyin İnan Onurumuzdur”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla yürüyüşe geçtik. Yürüyüş boyunca Deniz, Yusuf, Hüseyin ismi haykırıldı, “Yaşıyor” diye cevap verdik. “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Katil ABD, Halk Düşmanı AKP”, “Yaşasın Devrim ve Sosyalizm” sloganlarını attık. Kurtuluş Partisi Karşıyaka İlçe binası önünde “Şarkışla” müziği eşliğinde Üç Fi- dan için saygı duruşu yaptık. Saygı duruşunun bitiminde bir genç yoldaşımız “Akın Var Güneşe Akın” şiirini okudu. “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kahrolsun MİTCIA-Kontrgerilla” sloganları atıldı. Devrimci müzik parti binasından sürekli yapıldı. Ardından yürüyüş Karşıyaka Çarşısı girişinde İş Bankası önünde basın açıklamamız genç yoldaşlar tarafından sloganlar eşliğinde okundu. Karşıyaka İskelesi’nin yanında deniz kenarına yürüyerek, denize, şehitlerimiz için kırmızı karanfiller atarak “Gündoğdu” marşını hep beraber söyledik. Sloganlar eşliğinde “Çav Bella” ve “Gündoğdu” marşını söyleyerek parti binası önünde anmamızı bitirdik. Kurtuluş Partisi Gençliği ve Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak söz veriyoruz: Ülkemiz, Tam Bağımsız Demokratik Laik Türkiye ve halklarımızın özgürce yaşayacağı bir vatan olacaktır. İstanbul/Kartal Kartal İlçe Örgütü’nde 7 Mayıs’ta Denizler’i anma etkinliği gerçekleştirildi. Genç bir yoldaş’ımızın konuşmasını yayımlıyoruz: Yoldaşlar, Bugün 7 Mayıs 2011. Bundan 39 yıl önce sabaha karşı darağacında doğan yoldaşlarımızın doğumunu, bize bayrak devredişlerini kutlayacağız. Anmak yok! Anmak ancak gidenler ve yitirilenler içindir. Marks, Engels, Lenin, Hikmet Kıvılcımlı, Sinan, Mahir, Ulaş, Vedat ve daha niceleri, isimlerini bilmediklerimiz… Gelecekte doğacak olan bizler için kanlarını, canlarını feda edenlere nasıl ölü der, nasıl anar, ne hakla yas tutarız? Bugün; Deniz, Yusuf, Hüseyin Yoldaşlarımızın, candan öte kardeşlerimizin mücadelemize isimlerini kanlarıyla yazdıkları gündür. Hepimizin arzusu o değil midir ki, halkımız ve gelecekteki doğmamış çocuklarımız insan olma bilinci ile yaşasın. Yaşamanın tarifsiz güzelliğini tatsın. Sömürünün, yıkımın, emperyalist savaşların, ihanetin ve satılmışlıkların olmadığı böylesi güzel bir dünya ve bu uğurda ölmekse lazım gelen, düğüne bayrama gider gibi gitmez miyiz darağacına? Dimdik durmaz mıyız kurşunların karşısında? Hele bayraklarımızı taşıyacak yoldaşlar arkamızdan yas tutup zaman kaybetmektense mücadeleyi yükseltip, zafere taşıyacaksa ölüm anını hayatımızın en mutlu anı olarak kabul etmez miyiz? Kardeşlerimiz tam da böyle yürüdüler ölüme. Bayrakları teslim edip bizlere görevlerini yerine getirmiş olmanın huzuru ile doğdular ölümsüzlüğe. İçlendiler elbet… İçlendikleri ölmek değildi ama. Onları üzen, bizlerle daha çok mücadele edemeyecek olmalarıydı. Fakat biz biliyoruz ki, onlar ölümsüzlüğe doğdukları o saatten beri her yerde, her an mücadele ediyorlar. Hepsi yanı başımızda, onlar bugün grevlerde, direnişlerde, eylemlerde… Onlar geçtiğimiz hafta bizimle 1 Mayıs’taydı, hepimiz gördük onları. Yoldaşlar, onlar hepimizin göz bebeklerinde, birbirimize baktığımızda umudu görüyoruz. Savaşı, zaferi, özgürlüğe doğan o kızıl güneşi, uğrumuza düşenleri. Bizim için işkencede ölenleri, bizim için darağacına yürüyenleri, bizim için 22,5 yıl zindanlarda yatan Usta’mızı görüyoruz. Mücadeleleri mücadelemizdir, bayrakları bayrağımızdır. Vakti gelince, hepimiz o en büyük görevimizi yerine getirecek ve bayrak yükselsin diye birer basamak olacağız. Kardeşlerimizin doğum günlerinde onları konuşacak, onlara şarkılar söyleyecek, onlar için şiirler okuyacağız. Ve söz vereceğiz onlara. Onların bize verdikleri sözü tuttukları gibi, biz de bizden sonra gelecek yoldaşlarımıza verdiğimiz sözü tutacağız. İşte yoldaşlarımıza, mücadele kardeşlerimize, ustalarımıza bunun sözünü vereceğiz. Biz insanın hayvan yerine konmadığı bir dünya yaratmak için doğduk ve bunun için öleceğiz. CMYK CMYK Kızıldere Şehitleri Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından anıldı: Mahir Çayan ve Yoldaşları Mücadelemizde Yaşıyor Kızıldere .ehitleri Ölümsüzdür! Tayyipgiller’in gençliğimizin geleceğini çalmasına karşı “Emek Hırsızı ÖSYM” Grubu her yeri eylem alanına çevirdi Ö ğrenci gençliğimizin ömür törpüsü olan, öğrenci mezbahanesine dönüştürülen sınavlar, Tayyipgiller’in-Fethullahçıların, kendilerine adam kazanma alanı şu dönem. Bu alanda yapılan haksızlıklar sadece sınava giren öğrencileri değil yıllarca ter dökerek, fedakârlık yaparak çocuklarını okutan ana babaların yani milyonlarca insanımızın hayatını derinden etkiliyor. Daha KPSS’deki kopya skandalı yeni yaşanmış ve suçluları tespit edilip gereği yapılmamışken YGS sınavındaki şifreleme skandalı patlak verdi. Çocukluğunu yaşayamadan tüm ömürlerini sınav hazırlıkları ile sürdüren öğrenci gençliğin psikolojisi, bu rezaletler yüzünden bozuldu, bozuluyor. YGS’de yaşanan bu son skandal nedeniyle, daha hayatının baharındayken, üç gencimiz intihar etti; bir gencimiz de intihara teşebbüs etti. LYS’ye hazırlanması gerekirken emeğinin çalındığını gören gençlik tüm Türkiye’de ayağa kalktı, ayaklandı. Öylesine bir patlamaydı ki bu, gençlik tüm baskılara, engellemelere rağmen gece gündüz demeden fethetti sokakları, meydanları. ÖSYM yönetimine, onun arkasında duran, onu atayan hükümete, bu hırsızlıkların baş aktörü cemaate karşı haykırdı öfkesini… Tüm Türkiye kopya ve şifre skandalı ile Baskılar, Davalar Bizi Yıldıramaz! “ e Cemaat Evi e Tarikat Yurdu Yurtkur Uyuma Öğrenciye Yurt Kur!” diyen Kurtuluş Partililerin 08 Nisan’da davası vardı. Sabah 09.00’da Adliye binası önünde basın açıklaması yapan Kurtuluş Partisi Gençliği “Asıl Biz Davacıyız” dedi. Kurtuluş Partisi Gençliği adına basın açıklamamasını okuyan Semra ALİMOĞLU, “Tayyipgiller tarafından 43 arkadaşımıza açılan dava, her birimiz için birer onur nişanıdır. Her ne kadar 2911 sayılı yasa uyarınca “kanuna aykırı toplantıyürüyüş yapmak”la suçlansak da, tümüyle demokratik eylemimize, pankart açmamız bahane edilerek kolluk kuvvetlerinin çalkalanırken bu durumun bizzat yaratıcısı olan Tayyipgiller, “tatmin” yarışındaydılar, bilindiği gibi… Çünkü bu “Emek Hırsızlığı”nı bizzat onların onayıyla, cemaatin görünmez ya da herkesçe malum olan eli yapıyordu. Bu yüzden onların “tatmin” olmasından daha doğal ne olabilirdi?.. Halkın Kurtuluş Partisi, Halkın Partisi olarak, bu süreçte mağdur olan halk derhal çocuklarının yanındaki yerini aldı. Halkın Kurtuluş Partisi’nin üniversite gençliği, liselileri, hukukçuları, kamu emekçileri, aktif bir şekilde yer aldı bu süreçte. “Emek Hırsızı ÖSYM Grubu”nun kuruluşuna ve eylemlerine aktif şekilde öncülük etti. Öğrenci gençliğin çok haklı tepkisiyle başlayan eylemler, bu olayın asıl failleri olan AKP ve Fethullahçı güruha karşı tepkiye dönüştü. Ve her geçen gün tepkiler büyüdü. ABD’nin uşağı Fethullah’ın müritlerinden ÖSYM Başkanı Ali Demir, YGS’deki şifre olayı basına yansır yansımaz şifrenin tesadüf olduğunu söylüyordu. Basından ve kamuoyundan tepki gelince sadece basına verilen kitapçıkta şifre olduğunu söylemeye başladı. Bu açıklama Tayyip-Gül’ü “tatmin” etmeye yetti; fakat haksızlığa uğrayan örgenci gençlik, bu yalana inanmadı. Mücadeleye devam etti. saldırması sonucu yaşananların asıl suçluları da Tayipgillerin “F tipi” kolluk güçleridir. Bugüne kadar yürüttüğümüz mücadele ve gösterdiğimiz direnç, ancak sonraki saldırıları da nasıl göğüsleyeceğimize dair örnek olabilirler” dedi. Ardından duruşma salonuna geçen Kurtuluş Partililer duruşmada, “Üniversitede okuyan öğrencilerinin en büyük problemlerinden biri barınmadır. Bilinçli bir şekilde devlet yurtları yapılmıyor. Öğrenciler Fetthullah’ın kucağına atılıyor; bunu gündeme getirdiğimiz için de haksız yere bizi suçluyor Tayipgiller’in uşakları. Yaptığımız eylem meşrudur, demokratik hakkımızı kullandık” dediler. Dava 10 Haziran 2011 tarihine ertelendi. Kurtuluş Partisi Gençliği B Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın Halkların Kardeşliği Soykırım Yalanı, AB-D’nin Planı Biz de, AB-D Emperyalistlerinin ve Ermeni burjuvazisinin ortak yapımı olan ve demokratlığı kendi halklarına ve atalarına küfretmek olduğunu zanneden sözde aydınlarca desteklenen soykırım yalanına karşı alanlara çıkıp, tarihi olayların içyüzünü ve soykırım yalanının bugün emperyalistlerce nasıl kullanıldığını halklarımıza anlatmayı bir görev bildik. Bu nedenle üç ilde yapılan sözde soykırımı lanetleme eylemleri sırasında, aynı yerde Halkın Kurtuluş Partisi olarak biz de eylemler yaptık. İstanbul, Ankara ve İzmir’de aynı anda 24 Nisan’da basın açıklamaları gerçekleştirdik. İzmir’deki eylem, Basmane’de Fuar alanı kapısı önünde saat 14.00’da, Ankara’daki eylem, Sakarya Meydanı’nda sa- Parababaları devleti ve 12 Mart Faşizminin Amerikancı-goril generalleri tarafından Kızıldere’de 30 Mart 1972’de katledilen ON yiğit devrim savaşçısı: MAHİR ÇAYA, HÜDAİ ARIKA, CİHA ALPTEKİ, İHAT YILMAZ, ERTA SARUHA, AHMET ATASOY, SİA KAZIM ÖZÜDOĞRU, SABAHATTİ KURT, ÖMER AYA, SAFFET ALP, Kurtuluş Partililer tarafından Ankara’da Mahir Çayan’ın mezarı başında anıldı. Karşıyaka Mezarlığı’nda sloganlarla yürüyen Kurtuluş Partililer, Mahir Çayan’ın mezarı başında bir açıklama gerçekleştirdiler. Basın açıklamasını Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Semra Alimoğlu Yoldaş yaptı. Eylemde, “Faşizmi Döktüğü Kanda Devamı sayfa 23’te Halkın Kurtuluş Davasında .ehit Düşen Deniz-Yusuf-Hüseyin Yoldaşlar Ölümsüzdür! Devamı sayfa 13’te YURTKUR Uyuma Öğrenciye Yurt Kur! e Cemaat Yurdu e Tarikat Evi İnsanca Barınmak İstiyoruz! Şeriat Ortaçağdır! Baskılar Bizi Yıldıramaz! Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi! ildiğimiz gibi her yıl 24 Nisan’da AB-D Emperyalistleri kıtalar ötesinden 1915 olaylarıyla ilgili açıklamalar yapar. Yeni Sevr Projesi kapsamında, 96 yıl önce yaşananları Türklerin gerçekleştirdiği bir “soykırım” olarak lanse edip kendi isteklerini, emperyalist projelerini halklarımıza dayatmanın fırsatını yaratmaya çalışırlar. Elbette bunu yaparken ihtiyaç duydukları yerli işbirlikçiler de onlardan aldıkları işaretler doğrultusunda aynı tezlerin savunuculuğunu yapmak konusunda her daim hazır ve nazırdır. Tıpkı bu sene de emperyalist bir tez olan “soykırım yalanına” kendilerini bilerek ya da bilmeyerek kaptırıp anmalar düzenleyen, kendini demokrat, aydın, ilerici gibi hiç de hak etmedikleri sıfatlarla tanımlayan kişiler gibi. Ankara at 17.00’da gerçekleştirildi. İstanbul’da ise Taksim Anıtı’nın önünde saat 17.00’da gerçekleştirdiğimiz açıklamamızda “Ermeni Soykırımı” yalanının Yeni Sevr’in bir parçası olduğunu, 1915 olaylarında Batılı emperyalistlerin Türk, Kürt ve Ermeni halklarını birbirine boğazlattığını, karşılıklı bir katlim yapıldığını bunu namuslu Ermenilerin bile bu şekilde ortaya koyduğunu dile getirdik. Bir saatten fazla süren, halkımızın ilgiyle izlediği ve alkışladığı basın açıklamamızda sık sık “Soykırım Yalanı, ABD’nin Planı”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun ABD Emperyalizmi, Yaşasın Sosyalizm”, “Davamız Halkların Kurtuluş Davasıdır” sloganlarını haykırdık. Eylemimize son verirken bir kez daha asıl suçlunun emperyalistler olduğunu, halkların birbirleriyle hiçbir alıp veremediğinin olamayacağını ve eninde sonunda emperyalistleri tarihin çöplüğüne gönderip insanlığın gözbebeği olan sosyalizmi kuracağımızı bir kez daha ifade ettik. İstanbul, Ankara, İzmir’den Kurtuluş Partililer Basın Açıklaması 20’nci sayfada H alkların kurtuluşu uğruna mücadele veren ve bu uğurda gözlerini kırpmadan ölümü göze alan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan; 39 yıl önce bedence aramızdan ayrıldı. Parababaları ve 12 Mart Faşizminin Amerikancı-Gorilleşmiş generallerince 6 Mayıs 1972’de idam edilen Denizler, Kurtuluş Partisi tarafından birçok il ve ilçede anıldı. Tam da aynı gün 3 Kızıl karanfilin yanına uğurladığımız Denizler’in ve daha birçok devrimcinin avukatlığını üstlenmiş bir çınar olan Halit Çelenk’in cenazesine katılan Kurtuluş Partililer, aynı gün Denizler’in mezarı başındaydı. Ankara Ankara’da yapılan anma programı, 6 Mayıs saat 15.00’da Karşıyaka Mezarlığı’nda başladı. Kurtuluş Partililer, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Deniz, Yusuf, Hüseyin Ölümsüzdür”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Faşizmi Döktüğü Kanda Boğacağız”, “Gün Gelecek Devran Dönecek, Katiller Halklara Hesap Verecek” sloganlarıyla Denizler’in mezarına geldiler. Tüm Devrim Şehitleri için saygı duruşunda bulunulduktan sonra, Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Umut Bozgun, Deniz- Devamı sayfa 23’te Eti Gümüş İşletmesi Özelleştirmesi Kütahya’yı ölümün eşiğine getirdi K ütahya Eti Gümüş İşletmeleri özelleştirildikten sonra, gözünü kâr hırsı bürümüş işverenler tarafından teknik kurallara aykırı olarak işletilmeye başlandı. Zaman zaman sızıntı meydana gelmesi ve yakındaki Dulkadiroğlu köylülerinin sağlıklarının bozulmasına neden oldu. Buna rağmen gereken önlemler alınmadı. İşletmede var olan siyanür havuzunun önündeki setlerden birinin yıkılması, siyanürlü suyun alttaki havuzda birikmesi haklı olarak Kütahya halkının tepkisine yol açtı. İşletmede üretim durduruldu. Siyanürlü suyun dağılımı en alttaki kademede çökme tehlikesi yarattı. Baraj 25 milyon metreküp atık kapasitesine sahiptir. Bunun 15 milyon metreküpü şimdiden doludur. Teknik ekipler setleri güçlendirmek için iş makineleri ile çalışmaktadır. “Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Murat Taşdemir; Baraj tamamen çökebilir. Böyle bir durumda o bölge tamamen tahliye edilmek zorunda kalır. Aksi takdirde yaşam imkânı kalmaz. Belki de yüzlerce insan ilk etapta hayatını kaybedecek, tarım kalmayacak. Bu olay, dünyanın en önemli olaylarından biri haline gelebilir. Dış setin yıkılma ihtimali ortaya çıktı. Barajın bütün duvarları yıkılıyor, son duvar da yıkılırsa sonuçları hayal edemeyeceğimiz boyutlara ulaşabilir. Bu siyanürün çok küçük miktarı bile zehirliyor. Şu anda insanı zehirleyen miktarın 125 katı bir kirlilik söz konusu.” demektedir. ( www.haber vitrini.com, 09.05.2011) Tehlike gerçekten çok büyük. Her ne kadar Bakan “Ben bu işin uzmanıyım” dese de TMMOB’ye bağlı odaların teknik Devamı sayfa 22’de