sf.415 "Doğru" olan, "tarihe direnebilen" şeydir.

advertisement
KİTABIN ADI
: SOFİ’NİN DÜNYASI
KİTABIN YAZARI
: JOSTEIN GAARDER
Yazar, 15 yaşında Sofi isimli Norveçli bir genç kızın felsefe öğrenme serüvenini
anlatmış. Tabi kitabın nerdeyse 600 sayfayı bulması, kitabın baştan sona okunabilirliğini
zorlaştırıyor. Özellikle bu kitabın okuyucu kitlesinin 18-20 yaş gençliği olduğunu ve
insanımızın uzun kitaplardan pek hazzetmediği göz önüne alınırsa.
Kitabı baştan sona okuduğumuzda Batı felsefesini Sokrat, Aristoteles’ten başlayarak
yakın günümüze kadar izleyebiliyoruz. Ancak temel sorun şu: Bu kitabı okuyan bir İranlı,
Arap veya bir Türk genci, kendini nerede bulacaktır? Zira kitapta Doğu ve İslam felsefesi ile
ilgili hemen hemen hiçbir şey yok? Oysa kitabın “Ortaçağ” bölümünde yazdığı üzere; “ Tüm
Ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi ve tıp bilimlerinde en ileri ulus
Araplardı. Günümüzde hala Arap rakamlarını kullanıyoruz. Birçok alanda da Arap kültürü
Hristiyan kültürden daha ileri bir durumdaydı.”. O halde, acaba bir Türk gencinin İbn-i Sina,
Farabi veya Mevlana hakkında söyleyebildikleri Freud hakkında bildiklerinden ne kadar
çoktur?
Tabiî ki bizi bize anlatacak olan Norveçli bir yazar öğretmen olmayacaktır. Yazarın
eseri 40’a yakın dile çevrilmiş. Bizim de böyle gayretkeş felsefe öğretmenlerine ihtiyacımız
var. “Otobüsü kaçırmış bir milletin çocukları” olarak kendimiz hakkında öğreneceğimiz çok
şey var.
KİTABIN KONUSU
BM taburunda binbaşı olarak görev yapan Albert Knag’ın okullarda verilen felsefe
eğitimi yetersiz ve toplumun felsefenin önemini yeterince benimsememesinden dolayı
Sofi adındaki bir kızın felsefe tarihi içindeki heyecanı ve bir o kadar da düşündürücü olan
1
serüvenini yer aldığı felsefe tarihi üzerine bir roman yazıp bunu on beşinci yaş gününde kızı
Hilde’ye armağan etmesi anlatılmaktadır.
KİTABIN ÖZETİ
Yaşamının diğer insanlarınkinden pek bir farkı olmayan ve on beşinci yaş gününe
girmeye hazırlanan Sofi okuldan eve döndüğü sırada posta kendi adına bırakılmış ve kimden
geldiği belli olmayan sarı bir zarf bulur. Şaşırmıştır. Çünkü kimden geldiği belli değildir ve
pul yapıştırılmamıştır. Zarfı açtığında kendisi kadar küçük bir kağıt bulur ve kağıtta şöyle
yazar:” Kimsin ?” bunun üzerine kim olduğu konusunda düşünmeye başlar. Belki de bu
gizemli olay Sofi için sonun başlangıcı olacaktır.
Bu esrarengiz mektup olayı tek bir zarfla kalmaz. İlerleyen günlerde Sofi her birinin
içinde değişik ve düşündürücü soruların bulunduğu zarfları posta kutusunda bulmaya başlar.
Sofi artık iyice heyecanlanmıştır ve mektupların kimden geldiğini araştırmaya koyulur. Bir
gün mektubu bir köpek tarafından posta kutusuna bırakıldığını görür ve tüm bu olaylar
karşısındaki şaşkınlığı iyice artar.
Yeni gelen zarflarda sorularla beraber felsefenin başlangıcına ve ilk filozoflara dair
bilgiler yer almaktadır. Sofi artık bunun bir oyun olmaktan öte sistemi, mekanı ve öğretmene
ilginç ve bir o kadar da gizemli olan felsefe kursundan başka bir şey olmadığın farkına varır.
Varoluş filozof olmanın sırları, mitler, doğu filozofları. Demokritos derken felsefe
kursunun kurucusu ve tek öğretmen olan Alberto Knox kimliğini Sofi’ ye açıklar. Bu
mektupları kader, Sokrates ve ilk medeni kent olan Atina izler. Kimi zaman mektuplardaki
ipuçlarından yola çıkarak Sofi değişik zaman ve yerlerde akıl almayacak olaylarla karşılaşır.
Evinde kırmızı bir ipek eşarp, kolye, bozuk para ve en önemlisi ilki olmayacak yerlerde
karşısına çıkan “ Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag” yazılı doğum günü davetiyeleri…
Sofi, Atina’nın yer aldığı mektubu okurken yatağının altında bir video kasedi bulur. Hiç vakit
kaybetmeden videoyu izlemeye başlar. İşte karşısındaki yaşlı ve sevimli adam Alberto
Knox’dur. Adam Sofi’ye Atina’yı anlatmaya ve eski yapıtları göstermeye başlar ama
imkansız olan bir şey vardır. Nasıl oluyor da bu yapıtlar karşısında bu kadar yeni durabiliyor?
Bunu yapamaya kimsenin parasının ve gücünü yetmeyeceğini düşünür. Ardından hiç akıl
2
almayacak bir şey olur ve Sofi bu esrarengiz filmin içinde bulur. Alberto ile tanışır o da onu
bir yere götürüp Platon’la tanıştırır. Sofi artık rüya mı değil mi diye düşünmeye başlar.
Felsefe kursunun iyice kabullenmiş ve olayları akışına bırakmıştır. Aristoteles,
Helenizm, aydınlanma çağı, Darwin ve tüm bunları öğrenirken karşılaştığı değişik insanlar,
konuşan hayvanlar, doğum günü kartları…
Yaşadığının bir rüya olmadığının fakat yaşamının bir rüyadan farklı olmadığının ve
sanki birisi tarafından yönetiliyormuş olduğunun farkına varan talihsiz Sofi, Alberto ile bu
işin içinden çıkılmaz duruma bir son vermeyi kararlaştırır. Bunun üzerine Alberto, Sofi’nin az
da olsa tahmin edebileceği bir konuyu açıklığa kavuşturur. Kendilerinin aslında var
olmadıklarını, tüm bu doğum günü kartlarını yazan binbaşının aklındaki elektromanyetik
dalgalardan başka bir şey olmadıklarını ve kızına doğum gününde verecek olduğu felsefe
kitabının kahramanı olduklarını anlatır.
KİTABIN ANAFİKRİ
İnsanlar dünyayı oldukları gibi kabullenmeyip var oluşlarını, kim olduklarını, neden
ve nasıl yaşamaları hakkında düşünmelidir.
KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Albert Knag: Kızının yaş günü hediyesi için ‘Sofi’nin Dünyası’ adlı kitabı yazan binbaşı.
Hilde: Binbaşının kızı.
Alberto Knox: Binbaşının yazdığı kitaptaki felsefe kursunu öğretmeni.
Sofi: Alberto ile birlikte binbaşının aklında var olan ve gerçek olmaya çalışan, ayrıca Hilde
gibi on beşinci yaş gününe girmeye hazırlanan bir genç kız.
3
KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLERİM
Felsefeye ilgi duymayanlar için sıkıcı olmaktan öteye geçemeyen fakat ilgi duyanlar
için ellerinden düşüremeyeceği, felsefe tarihi üzerine yazılan bu romanda yazar kitabın
gençlere de hitap etmesi için ağır bir dil kullanmaktan kaçınmıştır. Kitabın felsefeyle
uğraşmaya yeni başlayanlar için yararlı olacağına inanıyorum.
4
Sofi'nin Dünyası'ndan..
sf.12
Kim olduğunu bilmemesi garip değil miydi? Dış görünüşünü kendinin belirleyememesi de
akıl alır şey değildi. Kendi oluvermişti işte. Arkadaşlarını seçmek elindeydi ama kendi
kendisini seçmemişti. İnsan olmak bile onun fikri değildi! İnsan neydi?
sf.13
Yaşam ve ölüm madalyonun iki yüzüydü. Ölümün farkında olmadan yaşadığını anlamak
olanaksız, diye düşündü. Yaşamanın ne muhteşem ve garip bir şey olduğunu düşünmeden
ölümü düşünmek de olanaksız.
sf.24
Bebek, köpek gördüğünde akli başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki yüz kez daha
tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil, veya bir su aygırı... Ancak çocuk konuşmayı ve
de felsefi düşünceyi bile tam öğrenememişken dünya bir alışkanlık haline gelir.
Ne yazık, bana soracak olursan! Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul
edenlerden biri olmamandır, sevgili Sofi.
sf.26
Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok
önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey
de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu
bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
sf.26
Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de
böyle değildir; büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir. Filozoflarsa diğer büyüklerden
farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez. Dünya onun için hala akil almaz
bir şey, evet, hala sırlarla dolu, gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukların en önemli
5
ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk olarak kalır da diyebilirsin sen
buna.
sf.59
"Batıl inanç". Garip bir sözcük değil miydi bu da? İnsan Hristiyanlığa ya da Müslümanlığa
inanıyorsa bunun adına sadece "inanç" deniyordu da, astrolojiye ya da ayin 13'üne rastlayan
cuma gününün uğursuzluğuna inanıyorsa bu birdenbire "batıl inanç" oluveriyordu!
sf.66
Örneğin "nezle" sözcüğünün kökeninde insanın yıldızların kötü "etkisi altında kalması" yatar.
sf.70
Doğal bir arlanma duygusundan söz edilebilir mi? En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir.
Gerçek bilgi içimizde mevcuttur. Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir.
sf.80
"Philosophos"un kelime anlamı "bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişi"dir.
sf.82
Sokrates, insanın inandıklarının tersini yaparak mutlu olamayacağına inanıyordu. Ve nasıl
mutlu olacağını bilen insan, mutlu olmaya da çalışır. Dolayısıyla neyin doğru olduğunu bilen
insan, doğru davranmak zorundadır. Çünkü hiç kimse mutsuz olmayı istemez, değil mi?
sf.96
Platon'un, Atina yakınlarında kendi okulunu kurmuş olmasıdır. Okulun bulunduğu koruluğun
adi bir Yunan destan kahramanı olan Akademos' tan geliyordu. Platon'un felsefe okuluna da
Akademia adi verildi.
6
sf.101
Kısaca özetlersek: duyularımızla algıladığımız şeyler hakkında sadece kesin olmayan
kavrayışlara varabiliriz. Ancak aklımızla kavradığımız şeyler hakkında kesin bir bilgiye
ulaşabiliriz. Bir üçgenin iç açılarının toplamı daima 180 derecedir. Ayni biçimde, duyular
dünyasındaki tüm atlar tökezlese de at "ideası" her zaman dört ayağı üzerinde duracaktır.
sf.132
İnsanın iyi bir hayat sürmesi için neler gerekir? Bu soruyu kısaca şöyle yanıtlayabilirim:
İnsan
ancak
tüm
yetenek
ve
olanaklarını
kullandığı
ölçüde
mutlu
olur.
Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, arzu ve isteklerin olduğu bir
hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak var olunan hayattır. Üçüncü tür
mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır. Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç
koşulun da bir arada var olması gerektiğini ısrarla belirtir. Tek yönlülüğü reddeder. ...
İnsanlarla ilişkilerimizde de "altın orta"yı tutmaktan söz eder Aristoteles: ne korkak ne
çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri
ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.)
sf.150
Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında
da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) diyoruz.
(Bircilik, örneğin Platon'da karşımıza çıkan "İkicilik"in (Dualizm) ya da gerçekliği ikiye
ayıran görüşün karşıtıdır.
sf.155
Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren anlarda daha
büyük bir ben ile ayni olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna Tanrı derken, bazıları bunu
"evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır. Tıpkı bir su damlasının denizle
buluştuğu an kendini kaybetmesi gibi, Gizemci de bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini
kaybeder", Tanrı'da yok olur ya da Tanrı'da kaybolur. Hintli bir gizemci bunu söyle dile
getiriyor: "Ben varken Tanrı yoktu. Simdi Tanrı var, ben artık yokum." Hristiyan gizemci
Angelus Silensius (1624-1677) da bu ani söyle anlatıyor: "Ulasinca denize, damla, deniz;
yükselince Tanrı'ya, ruh, Tanrı olur."
7
sf.175
Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de onlara "yağlanmış" anlamında
Mesih denirdi. Dinsel açıdan krallar Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Bu
yüzden krallara "Tanrı'nın Oğlu", ülkeye de "Tanrı'nın Krallığı" denirdi.
sf.214
Felsefenin konusu kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz. Sence okulda bu konuda yeterli
bilgi edinebiliyor muyuz?
- Ama kimse bu sorulara bir yanıt veremez ki zaten!
- Evet ama, bize daha bu soruları sormayı bile öğretmiyorlar!
sf.228
Pek çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz olduğuna göre her
yerde de var olmalıydı. Bu görüşe Tüm tanrıcılık (Panteizm) diyoruz. (Rönesans. R.N.)
sf.257
"Barok" sözcüğü aslında "düzgün olmayan inci" anlamına gelir.
sf.261
Ancak yasam ve rüya benzetmesine tarihte çok daha önce, örneğin Hindistan ve Çin'de
rastlarız. Çinli bilge Chuangtze söyle der: Bir kere rüyamda kelebek olduğumu gördüm.
Simdi artık rüyasında kelebek olduğunu gören Chuangtze miyim, yoksa rüyasında Chuangtze
olduğunu görmekte olan bir kelebek miyim bilmiyorum.
sf.267
17. yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda var olan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu.
"Ruh" sözcüğünün asıl anlamı "soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa
dillerinde böyledir.
8
sf.277
... Hristiyan misin Sofi?"
"Bilmiyorum."
"Bilmemek çoğu zaman yeni bir kavrayışın eşiğinde olmak demektir."
sf.288
Ama bizler de tıpkı Ren Vadisi'ndeki Tas Devri genci, Afrika'daki aslan ya da bahçedeki elma
ağacı kadar içimizde bulunan olanaklar ve dışımızdaki koşullarda belirleniriz.
sf.296
Oysa 18. yüzyıl bir eleştiri çağıydı. Bu dönemin pek çok filozofu duyumsal deneyimler
olmaksızın akılda hiçbir şeyin oluşmayacağını öne sürdüler. Bu görüşe Empirisizm diyoruz.
sf.309
Ben, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an değişim ve hareket halinde olan bir algılar
demetinden başka bir şey değildir", der Hume.
sf.311
Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını kesin bir
şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki şeyler konusunda ise
her şeye açıktı.
sf.312
Şimdi yanıt ver: taşın her zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?
-Bunu öyle çok gördüm ki, artık emin olabiliyorum.
-Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere duyumsamış olduğunu, ancak hep
düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi yasası"ndan ötürü yere
9
düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman duyumsamamışızdır. Biz yalnızca
bir şeylerin yere düştüğünü duyumsarız.
sf.314
Çocuklar her konuya tarafsız yaklaşırlar. Ve bu, sevgili Sofi, bir filozofun en önemli
özelliğidir. Çocuklar dünyayı ne eksik ne fazla, tam olduğu gibi algılarlar.
sf.314
Hume, bir olayın bir diğerini izleyeceği beklentisinin şeylerin özünde değil, bizim
bilincimizde yer aldığını söylüyor. Ve gördüğümüz gibi, beklenti alışkanlıkların sonucunda
oluşan bir şey.
sf.318
- Su an senin yaptığın şeye, betimleyici bir cümleden ("Çünkü o insan da yasamaktan
memnundur.") kural belirten bir cümleye ("Bu yüzden öldürülmemelidir.") varmak denir. Akil
açısından tümüyle mantıksız bir şeydir bu. O zaman insan "Vergi kaçıran bir sürü insan var.
Bu yüzden ben de vergi kaçırmalıyım." diyebilir. Hume hiçbir zaman "-dır"lı cümlelerden "meli"li cümlelere varmamak gerektiğini ileri sürer. Oysa gazete makalelerinde, parti
programlarında, meclis konuşmalarında tam da buna öyle çok rastlanır ki... Birkaç örnek
vermemi ister misin?
-Memnuniyetle.
- "Giderek çok daha fazla insan uçakla yolculuk etmeyi seçiyor. Bu yüzden daha fazla hava
alanı
yapılmalı."
Sence
bu
mantıklı
bir
çıkarım
mı?
-Hayır, bence oldukça saçma. Çevreyi de düşünmemiz gerek.
sf.358
- Fransızların İngilizlerden hep biraz daha fazla usçu olduklarını da söylemiştin.
- Evet ve bu farkın kökleri ta Ortaçağa uzanır. İngilizlerin "common sense" dedikleri şeye
Fransızlar "evidence" der. İngilizce bu terim "herkesin bildiği şey" diye çevrilebilirken,
Fransızca bu sözcük "(usun) açık seçik gördüğü şey" seklinde tercüme edilebilir.
10
sf.372
Kant "şeyin kendisi" ile "şeyin görüneni" arasında önemli bir ayrım koyar. "Şeyin kendisi"ne
dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca "şeyin görüneni"ni bilebiliriz.
sf.376
Ne us ne de deneyim Tanrı'nın var olduğunu kanıtlamaya yetmezdi. Çünkü us için Tanrı'nın
varlığı eşit derecede akla uygun ve akla aykırı...
sf.378
İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak kadar aptal
olmamız gerekirdi.
...
-Doğru. Kant da buna benzer bir şey söylerdi herhalde. Ne olduğumuzu anlamayı
bekleyemeyiz. Bir bitki ya da bir böceği tam anlamıyla anlayabiliriz belki ama kendimizi asla
anlayamayız. Tüm evreni anlayabileceğimizi ise hiç umamayız.
sf.381
Sen iyi niyetle davranmışsındır ki Kant'a göre ahlaksal olarak doğru bir davranışı belirleyen
şey niyettir, eylemin sonucu değildir.
sf.410
Hegel "doğrunun öznel bir şey" olduğunu söylüyordu. Böyle diyerek de insan usunun
üzerinde ya da ötesinde bir "doğru"nun var olduğunu reddetmiş oluyordu.
sf.411
Senden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla "dalga dalga" sana ulasan düşünceler ve
kendi yaşadığın çağdaki yasam koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi
bir düşüncenin sonsuza dek ve daima doğru olacağı söylenemez. Ancak düşünce durduğun bir
noktada doğru ya da yanlış olabilir.
11
sf.412
Ama -simdi yeni bir noktaya geliyorum- sürekli yeni şeylerle karşılastığı için, us "ilerici"dir.
Yani insan bilgisi sürekli gelişmekte ve "ilerlemekte"dir. ... Tarihi inceleyen herkes,
insanlığın giderek "kendisini daha iyi tanımakta" ve "kendisini geliştirmekte" olduğunu
görebilir.
sf.414
Hegel, bilginin bu üç aşamasını "tez", "antitez" ve "sentez" diye de adlandırır.
sf.415
"Doğru" olan, "tarihe direnebilen" şeydir.
sf.417
- Salt mantıksal ya da felsefi olarak da iki kavram arasında diyalektik bir gerilim oluşur.
-Örnek lütfen!
- "Varlık" kavramı üzerine düşünecek olursam, "yokluk" kavramı üzerinde düşünmem gereği
de doğar.
sf.417
Norveçli yazar Vinje gibi "farklı" görüşleriyle tanınan Niels Bohr, bir yerde söyle der: İki tür
doğru vardır. Tersinin de yanlış olduğu gün gibi ortada olan doğrular ve tersi de doğru olan
daha derin doğrular.
- Nasıl bir doğru olabilir bu ikinci tür doğru?
- Sana hayat kısadır dersem...
- Ben de buna katılırım.
- Ama sonra bir başka bağlamda kollarımı iki yana açıp "hayat çok uzundur" dersem...
12
sf.429
Kierkegaard'a göre büyük harf D ile yazılan "Doğru"lardan çok, insanların yaşamları için
önemli olan doğrulara ulaşmaktı önemli olan. "Benim için doğru" olanı bulmaktı.
sf.430
Eyleme geçtiğimizde ve özellikle bir seçim yaptığımızda varoluşumuzla ilişkiye girebiliriz.
sf.431
- Yani felsefi sorunun kendisiyle bireyin ayni soruya yaklaşımı iki ayrı şeydir. Bu tür sorular
karşısında birey tek başınadır. Üstelik bu tür önemli sorulara ancak inançla yaklaşabiliriz.
Aklımızla
yanıtını
bulduğumuz
sorular
hiçbir
önem
taşımaz
Kierkegaard
için.
-Bunu biraz açıklaman gerekecek.
- 8+4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm filozofların
bahsettiği "mantıksal doğrular"a bir örnektir. Peki aksam duasında bir isimize yarar mı bu?
Ölüm anında aklimizin meşgul olacağı konu bu mudur? Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri
kadar "nesnel" ve genel olsun, tek bir bireyin varoluşu için fazla anlam taşımazlar.
-Ya inanç?
- Kötü bir davranışta bulunduğun bir insanın seni affedip affetmediğini bilemezsin. Tam da bu
yüzden bu konu senin için yaşamsal bir öneme sahip olur. Bu senin etinde kemiğinde
duyduğun bir olaydır. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Tek yapabileceğin
böyle olduğuna inanmak ve bunu ummaktır. Ve de bu, senin için, üçgenin iç açılarının
toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemli bir şeydir. Ne de "nedensellik
yasası"
veya
"sezi
biçimleri"dir
ilk
öpücüğünü
verirken
gelen
aklına!
sf.475
- Diyebiliriz ki yasam, yalnızca kazanan kuponların gözle görünür olduğu bir totodur.
(Darwin -R.N.)
13
sf.502
Bir kompozisyon, -ki her sanat eseri bir kompozisyondur- hayal gücüyle mantığın ya da ruhla
aklin inanılmaz bir işbirliği sonucu ortaya çıkar. Çünkü her türlü yaratıcı süreçte hayal gücü
önemli bir rol oynar, ancak bir aşamada sıradan esinlenmeleri de denetlemek gerekir.
Koyunları önce çayıra salar, sonra güdersin.
sf.514
Sartre fiziksel şeylerin "kendinde", oysa insanın ayni zamanda "kendi için" olduğunu söyler.
Yani insan olmak bir şey olmaktan başka bir şeydir.
sf.515
"Varoluş özden önce gelir," der Sartre.
sf.515
Sartre ise bunun aslında lanetli bir özgürlük olduğu kanısındadır. "İnsan özgürlüğe mahkum
edilmiştir" der. "Kendini kendisi yaratmadığı halde özgür olduğu için. Kendisi seçmeden
dünyaya getirilip sonra yaptığı her şeyden sorumlu olduğu için."
sf.517
Sartre ise hayatin bir anlamı olması gerektiğine inanıyordu. Bu bir zorunluluktu. Ancak kendi
hayatımızdan bir anlam yaratacak olan, yine kendimizdik. Var olmak kendini varlaştırmaktı.
sf.521
Felsefi sorular, tanımı gereği, her kuşağın ve aslında her bir insanın kendisine tekrar tekrar
sorması gereken sorulardı.
- Bu düşünce insani biraz rahatsız ediyor.
- Ayni fikirde olduğumuzu zannetmiyorum. Tam da kendimize bu tür soruları sorduğumuzda
hissetmez miyiz yaşadığımızı?
14
sf.525
Duvardaki kıtapların adi birbirinden ilginçti: "Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?",
"Spiritizmin Sırları", "Tarot", "UFO Olgusu", "İyileştirme", "Tanrıların Dönüsü", "Bundan
Önce de Buradaydın", "Astroloji Nedir?" vs. Yüzlerce değişik başlıklı kitap vardı. Rafların
altında kitaplar ayrıca üs tüste yığılı duruyorlardı.
- İşte bu da 20. yüzyıl Sofi. Bu, çağımızın tapınağı.
- Sen bu tür şeylere pek inanmıyorsun galiba.
- Bunların çoğu martaval ama porno kitapları kadar çok satıyorlar. Bunların çoğuna bir tür
pornografi demek de mümkün zaten. Genç insanların çoğu buraya gelip kendilerini en çok
heyecanlandıran konulardaki kitapları alıyorlar. Oysa gerçek felsefeyle bu tür kitapların
ilişkisi olsa olsa ancak gerçek askla pornografinin ilişkisi kadardır.
sf.570
- Samanyolu'ndaki en yakın komsumuza uzaklığımız dört ışık yılıdır. Su ilerde, adanın
üzerinde görünen yıldız odur belki de. O yıldızda bize, Bjerkely'e yönelmiş bir teleskop
olduğunu düşünecek olursan, o teleskop buranın dört yıl önceki halini görmektedir. Belki de
bu salıncakta oturup ayaklarını sallayan on bir yaşında bir kız çocuğudur gördüğü.
-İnanamıyorum!
- Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı
genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek için 90.000 yıl
kullanması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim Güneş'imizden 50.000 ışık yılı
ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl öncesine bakmaktayız demektir.
-Düşüncesi
bile
benim
küçücük
kafam
için
fazla
büyük!
-Yani uzayda bir şey görmemizin tek yolu bakışlarımızı zamanda geriye çevirmektir. Evrenin
su anda nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Yalnızca daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz.
Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza baktığımızda, uzay tarihinde binlerce yıl geriye gidiyoruz
demektir.
15
sf.571
Samanyolu'nun en yakın komsu galaksisine Andromeda takımyıldızı diyoruz. Bu galaksi
bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani ışığın buradan bize ulaşması iki
milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde Andromeda takımyıldızına baktığımızda
iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu takımyıldızdaki çok gelişkin bir teleskop (afacan
bir ufaklığın böyle bir teleskobun başına oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebiliyorum!)
su an buraya bakıyorsa bizi göremez. Görse görse düz alınlı ilk insanları görebilir.
sf.573
Evren bir harekettir. Evren bir patlamadır. Galaksiler hala büyük bir hızla birbirinden
ayrılmaya devam etmektedir.
16
Download