KİTABIN ADI : SOFİ’NİN DÜNYASI KİTABIN YAZARI : JOSTEIN GAARDER Yazar, 15 yaşında Sofi isimli Norveçli bir genç kızın felsefe öğrenme serüvenini anlatmış. Tabi kitabın nerdeyse 600 sayfayı bulması, kitabın baştan sona okunabilirliğini zorlaştırıyor. Özellikle bu kitabın okuyucu kitlesinin 18-20 yaş gençliği olduğunu ve insanımızın uzun kitaplardan pek hazzetmediği göz önüne alınırsa. Kitabı baştan sona okuduğumuzda Batı felsefesini Sokrat, Aristoteles’ten başlayarak yakın günümüze kadar izleyebiliyoruz. Ancak temel sorun şu: Bu kitabı okuyan bir İranlı, Arap veya bir Türk genci, kendini nerede bulacaktır? Zira kitapta Doğu ve İslam felsefesi ile ilgili hemen hemen hiçbir şey yok? Oysa kitabın “Ortaçağ” bölümünde yazdığı üzere; “ Tüm Ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi ve tıp bilimlerinde en ileri ulus Araplardı. Günümüzde hala Arap rakamlarını kullanıyoruz. Birçok alanda da Arap kültürü Hristiyan kültürden daha ileri bir durumdaydı.”. O halde, acaba bir Türk gencinin İbn-i Sina, Farabi veya Mevlana hakkında söyleyebildikleri Freud hakkında bildiklerinden ne kadar çoktur? Tabiî ki bizi bize anlatacak olan Norveçli bir yazar öğretmen olmayacaktır. Yazarın eseri 40’a yakın dile çevrilmiş. Bizim de böyle gayretkeş felsefe öğretmenlerine ihtiyacımız var. “Otobüsü kaçırmış bir milletin çocukları” olarak kendimiz hakkında öğreneceğimiz çok şey var. KİTABIN KONUSU BM taburunda binbaşı olarak görev yapan Albert Knag’ın okullarda verilen felsefe eğitimi yetersiz ve toplumun felsefenin önemini yeterince benimsememesinden dolayı Sofi adındaki bir kızın felsefe tarihi içindeki heyecanı ve bir o kadar da düşündürücü olan 1 serüvenini yer aldığı felsefe tarihi üzerine bir roman yazıp bunu on beşinci yaş gününde kızı Hilde’ye armağan etmesi anlatılmaktadır. KİTABIN ÖZETİ Yaşamının diğer insanlarınkinden pek bir farkı olmayan ve on beşinci yaş gününe girmeye hazırlanan Sofi okuldan eve döndüğü sırada posta kendi adına bırakılmış ve kimden geldiği belli olmayan sarı bir zarf bulur. Şaşırmıştır. Çünkü kimden geldiği belli değildir ve pul yapıştırılmamıştır. Zarfı açtığında kendisi kadar küçük bir kağıt bulur ve kağıtta şöyle yazar:” Kimsin ?” bunun üzerine kim olduğu konusunda düşünmeye başlar. Belki de bu gizemli olay Sofi için sonun başlangıcı olacaktır. Bu esrarengiz mektup olayı tek bir zarfla kalmaz. İlerleyen günlerde Sofi her birinin içinde değişik ve düşündürücü soruların bulunduğu zarfları posta kutusunda bulmaya başlar. Sofi artık iyice heyecanlanmıştır ve mektupların kimden geldiğini araştırmaya koyulur. Bir gün mektubu bir köpek tarafından posta kutusuna bırakıldığını görür ve tüm bu olaylar karşısındaki şaşkınlığı iyice artar. Yeni gelen zarflarda sorularla beraber felsefenin başlangıcına ve ilk filozoflara dair bilgiler yer almaktadır. Sofi artık bunun bir oyun olmaktan öte sistemi, mekanı ve öğretmene ilginç ve bir o kadar da gizemli olan felsefe kursundan başka bir şey olmadığın farkına varır. Varoluş filozof olmanın sırları, mitler, doğu filozofları. Demokritos derken felsefe kursunun kurucusu ve tek öğretmen olan Alberto Knox kimliğini Sofi’ ye açıklar. Bu mektupları kader, Sokrates ve ilk medeni kent olan Atina izler. Kimi zaman mektuplardaki ipuçlarından yola çıkarak Sofi değişik zaman ve yerlerde akıl almayacak olaylarla karşılaşır. Evinde kırmızı bir ipek eşarp, kolye, bozuk para ve en önemlisi ilki olmayacak yerlerde karşısına çıkan “ Sofi Amundsen eliyle Hilde Möller Knag” yazılı doğum günü davetiyeleri… Sofi, Atina’nın yer aldığı mektubu okurken yatağının altında bir video kasedi bulur. Hiç vakit kaybetmeden videoyu izlemeye başlar. İşte karşısındaki yaşlı ve sevimli adam Alberto Knox’dur. Adam Sofi’ye Atina’yı anlatmaya ve eski yapıtları göstermeye başlar ama imkansız olan bir şey vardır. Nasıl oluyor da bu yapıtlar karşısında bu kadar yeni durabiliyor? Bunu yapamaya kimsenin parasının ve gücünü yetmeyeceğini düşünür. Ardından hiç akıl 2 almayacak bir şey olur ve Sofi bu esrarengiz filmin içinde bulur. Alberto ile tanışır o da onu bir yere götürüp Platon’la tanıştırır. Sofi artık rüya mı değil mi diye düşünmeye başlar. Felsefe kursunun iyice kabullenmiş ve olayları akışına bırakmıştır. Aristoteles, Helenizm, aydınlanma çağı, Darwin ve tüm bunları öğrenirken karşılaştığı değişik insanlar, konuşan hayvanlar, doğum günü kartları… Yaşadığının bir rüya olmadığının fakat yaşamının bir rüyadan farklı olmadığının ve sanki birisi tarafından yönetiliyormuş olduğunun farkına varan talihsiz Sofi, Alberto ile bu işin içinden çıkılmaz duruma bir son vermeyi kararlaştırır. Bunun üzerine Alberto, Sofi’nin az da olsa tahmin edebileceği bir konuyu açıklığa kavuşturur. Kendilerinin aslında var olmadıklarını, tüm bu doğum günü kartlarını yazan binbaşının aklındaki elektromanyetik dalgalardan başka bir şey olmadıklarını ve kızına doğum gününde verecek olduğu felsefe kitabının kahramanı olduklarını anlatır. KİTABIN ANAFİKRİ İnsanlar dünyayı oldukları gibi kabullenmeyip var oluşlarını, kim olduklarını, neden ve nasıl yaşamaları hakkında düşünmelidir. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Albert Knag: Kızının yaş günü hediyesi için ‘Sofi’nin Dünyası’ adlı kitabı yazan binbaşı. Hilde: Binbaşının kızı. Alberto Knox: Binbaşının yazdığı kitaptaki felsefe kursunu öğretmeni. Sofi: Alberto ile birlikte binbaşının aklında var olan ve gerçek olmaya çalışan, ayrıca Hilde gibi on beşinci yaş gününe girmeye hazırlanan bir genç kız. 3 KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLERİM Felsefeye ilgi duymayanlar için sıkıcı olmaktan öteye geçemeyen fakat ilgi duyanlar için ellerinden düşüremeyeceği, felsefe tarihi üzerine yazılan bu romanda yazar kitabın gençlere de hitap etmesi için ağır bir dil kullanmaktan kaçınmıştır. Kitabın felsefeyle uğraşmaya yeni başlayanlar için yararlı olacağına inanıyorum. 4 Sofi'nin Dünyası'ndan.. sf.12 Kim olduğunu bilmemesi garip değil miydi? Dış görünüşünü kendinin belirleyememesi de akıl alır şey değildi. Kendi oluvermişti işte. Arkadaşlarını seçmek elindeydi ama kendi kendisini seçmemişti. İnsan olmak bile onun fikri değildi! İnsan neydi? sf.13 Yaşam ve ölüm madalyonun iki yüzüydü. Ölümün farkında olmadan yaşadığını anlamak olanaksız, diye düşündü. Yaşamanın ne muhteşem ve garip bir şey olduğunu düşünmeden ölümü düşünmek de olanaksız. sf.24 Bebek, köpek gördüğünde akli başından gitmeyecek bir hale gelene kadar, belki yüz kez daha tekrarlar bu çılgınlık gösterisini. Ya da bir fil, veya bir su aygırı... Ancak çocuk konuşmayı ve de felsefi düşünceyi bile tam öğrenememişken dünya bir alışkanlık haline gelir. Ne yazık, bana soracak olursan! Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamandır, sevgili Sofi. sf.26 Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur. sf.26 Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de böyle değildir; büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeydir. Filozoflarsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez. Dünya onun için hala akil almaz bir şey, evet, hala sırlarla dolu, gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukların en önemli 5 ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca duyarlı bir çocuk olarak kalır da diyebilirsin sen buna. sf.59 "Batıl inanç". Garip bir sözcük değil miydi bu da? İnsan Hristiyanlığa ya da Müslümanlığa inanıyorsa bunun adına sadece "inanç" deniyordu da, astrolojiye ya da ayin 13'üne rastlayan cuma gününün uğursuzluğuna inanıyorsa bu birdenbire "batıl inanç" oluveriyordu! sf.66 Örneğin "nezle" sözcüğünün kökeninde insanın yıldızların kötü "etkisi altında kalması" yatar. sf.70 Doğal bir arlanma duygusundan söz edilebilir mi? En bilge kişi bilmediğini bilen kişidir. Gerçek bilgi içimizde mevcuttur. Doğru bilgi, doğru eylemi gerçekleştirir. sf.80 "Philosophos"un kelime anlamı "bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişi"dir. sf.82 Sokrates, insanın inandıklarının tersini yaparak mutlu olamayacağına inanıyordu. Ve nasıl mutlu olacağını bilen insan, mutlu olmaya da çalışır. Dolayısıyla neyin doğru olduğunu bilen insan, doğru davranmak zorundadır. Çünkü hiç kimse mutsuz olmayı istemez, değil mi? sf.96 Platon'un, Atina yakınlarında kendi okulunu kurmuş olmasıdır. Okulun bulunduğu koruluğun adi bir Yunan destan kahramanı olan Akademos' tan geliyordu. Platon'un felsefe okuluna da Akademia adi verildi. 6 sf.101 Kısaca özetlersek: duyularımızla algıladığımız şeyler hakkında sadece kesin olmayan kavrayışlara varabiliriz. Ancak aklımızla kavradığımız şeyler hakkında kesin bir bilgiye ulaşabiliriz. Bir üçgenin iç açılarının toplamı daima 180 derecedir. Ayni biçimde, duyular dünyasındaki tüm atlar tökezlese de at "ideası" her zaman dört ayağı üzerinde duracaktır. sf.132 İnsanın iyi bir hayat sürmesi için neler gerekir? Bu soruyu kısaca şöyle yanıtlayabilirim: İnsan ancak tüm yetenek ve olanaklarını kullandığı ölçüde mutlu olur. Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, arzu ve isteklerin olduğu bir hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak var olunan hayattır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır. Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada var olması gerektiğini ısrarla belirtir. Tek yönlülüğü reddeder. ... İnsanlarla ilişkilerimizde de "altın orta"yı tutmaktan söz eder Aristoteles: ne korkak ne çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.) sf.150 Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktu. Yalnızca tek bir doğa vardı. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) diyoruz. (Bircilik, örneğin Platon'da karşımıza çıkan "İkicilik"in (Dualizm) ya da gerçekliği ikiye ayıran görüşün karşıtıdır. sf.155 Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren anlarda daha büyük bir ben ile ayni olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna Tanrı derken, bazıları bunu "evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır. Tıpkı bir su damlasının denizle buluştuğu an kendini kaybetmesi gibi, Gizemci de bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini kaybeder", Tanrı'da yok olur ya da Tanrı'da kaybolur. Hintli bir gizemci bunu söyle dile getiriyor: "Ben varken Tanrı yoktu. Simdi Tanrı var, ben artık yokum." Hristiyan gizemci Angelus Silensius (1624-1677) da bu ani söyle anlatıyor: "Ulasinca denize, damla, deniz; yükselince Tanrı'ya, ruh, Tanrı olur." 7 sf.175 Krallar başa geçmeden önce halk onları yağlardı. Bu yüzden de onlara "yağlanmış" anlamında Mesih denirdi. Dinsel açıdan krallar Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olarak görülürdü. Bu yüzden krallara "Tanrı'nın Oğlu", ülkeye de "Tanrı'nın Krallığı" denirdi. sf.214 Felsefenin konusu kim olduğumuz ve nereden geldiğimiz. Sence okulda bu konuda yeterli bilgi edinebiliyor muyuz? - Ama kimse bu sorulara bir yanıt veremez ki zaten! - Evet ama, bize daha bu soruları sormayı bile öğretmiyorlar! sf.228 Pek çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz olduğuna göre her yerde de var olmalıydı. Bu görüşe Tüm tanrıcılık (Panteizm) diyoruz. (Rönesans. R.N.) sf.257 "Barok" sözcüğü aslında "düzgün olmayan inci" anlamına gelir. sf.261 Ancak yasam ve rüya benzetmesine tarihte çok daha önce, örneğin Hindistan ve Çin'de rastlarız. Çinli bilge Chuangtze söyle der: Bir kere rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Simdi artık rüyasında kelebek olduğunu gören Chuangtze miyim, yoksa rüyasında Chuangtze olduğunu görmekte olan bir kelebek miyim bilmiyorum. sf.267 17. yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda var olan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu. "Ruh" sözcüğünün asıl anlamı "soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa dillerinde böyledir. 8 sf.277 ... Hristiyan misin Sofi?" "Bilmiyorum." "Bilmemek çoğu zaman yeni bir kavrayışın eşiğinde olmak demektir." sf.288 Ama bizler de tıpkı Ren Vadisi'ndeki Tas Devri genci, Afrika'daki aslan ya da bahçedeki elma ağacı kadar içimizde bulunan olanaklar ve dışımızdaki koşullarda belirleniriz. sf.296 Oysa 18. yüzyıl bir eleştiri çağıydı. Bu dönemin pek çok filozofu duyumsal deneyimler olmaksızın akılda hiçbir şeyin oluşmayacağını öne sürdüler. Bu görüşe Empirisizm diyoruz. sf.309 Ben, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an değişim ve hareket halinde olan bir algılar demetinden başka bir şey değildir", der Hume. sf.311 Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını kesin bir şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki şeyler konusunda ise her şeye açıktı. sf.312 Şimdi yanıt ver: taşın her zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun? -Bunu öyle çok gördüm ki, artık emin olabiliyorum. -Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere duyumsamış olduğunu, ancak hep düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi yasası"ndan ötürü yere 9 düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman duyumsamamışızdır. Biz yalnızca bir şeylerin yere düştüğünü duyumsarız. sf.314 Çocuklar her konuya tarafsız yaklaşırlar. Ve bu, sevgili Sofi, bir filozofun en önemli özelliğidir. Çocuklar dünyayı ne eksik ne fazla, tam olduğu gibi algılarlar. sf.314 Hume, bir olayın bir diğerini izleyeceği beklentisinin şeylerin özünde değil, bizim bilincimizde yer aldığını söylüyor. Ve gördüğümüz gibi, beklenti alışkanlıkların sonucunda oluşan bir şey. sf.318 - Su an senin yaptığın şeye, betimleyici bir cümleden ("Çünkü o insan da yasamaktan memnundur.") kural belirten bir cümleye ("Bu yüzden öldürülmemelidir.") varmak denir. Akil açısından tümüyle mantıksız bir şeydir bu. O zaman insan "Vergi kaçıran bir sürü insan var. Bu yüzden ben de vergi kaçırmalıyım." diyebilir. Hume hiçbir zaman "-dır"lı cümlelerden "meli"li cümlelere varmamak gerektiğini ileri sürer. Oysa gazete makalelerinde, parti programlarında, meclis konuşmalarında tam da buna öyle çok rastlanır ki... Birkaç örnek vermemi ister misin? -Memnuniyetle. - "Giderek çok daha fazla insan uçakla yolculuk etmeyi seçiyor. Bu yüzden daha fazla hava alanı yapılmalı." Sence bu mantıklı bir çıkarım mı? -Hayır, bence oldukça saçma. Çevreyi de düşünmemiz gerek. sf.358 - Fransızların İngilizlerden hep biraz daha fazla usçu olduklarını da söylemiştin. - Evet ve bu farkın kökleri ta Ortaçağa uzanır. İngilizlerin "common sense" dedikleri şeye Fransızlar "evidence" der. İngilizce bu terim "herkesin bildiği şey" diye çevrilebilirken, Fransızca bu sözcük "(usun) açık seçik gördüğü şey" seklinde tercüme edilebilir. 10 sf.372 Kant "şeyin kendisi" ile "şeyin görüneni" arasında önemli bir ayrım koyar. "Şeyin kendisi"ne dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca "şeyin görüneni"ni bilebiliriz. sf.376 Ne us ne de deneyim Tanrı'nın var olduğunu kanıtlamaya yetmezdi. Çünkü us için Tanrı'nın varlığı eşit derecede akla uygun ve akla aykırı... sf.378 İnsan beyni bizim anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, onu anlayamayacak kadar aptal olmamız gerekirdi. ... -Doğru. Kant da buna benzer bir şey söylerdi herhalde. Ne olduğumuzu anlamayı bekleyemeyiz. Bir bitki ya da bir böceği tam anlamıyla anlayabiliriz belki ama kendimizi asla anlayamayız. Tüm evreni anlayabileceğimizi ise hiç umamayız. sf.381 Sen iyi niyetle davranmışsındır ki Kant'a göre ahlaksal olarak doğru bir davranışı belirleyen şey niyettir, eylemin sonucu değildir. sf.410 Hegel "doğrunun öznel bir şey" olduğunu söylüyordu. Böyle diyerek de insan usunun üzerinde ya da ötesinde bir "doğru"nun var olduğunu reddetmiş oluyordu. sf.411 Senden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla "dalga dalga" sana ulasan düşünceler ve kendi yaşadığın çağdaki yasam koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi bir düşüncenin sonsuza dek ve daima doğru olacağı söylenemez. Ancak düşünce durduğun bir noktada doğru ya da yanlış olabilir. 11 sf.412 Ama -simdi yeni bir noktaya geliyorum- sürekli yeni şeylerle karşılastığı için, us "ilerici"dir. Yani insan bilgisi sürekli gelişmekte ve "ilerlemekte"dir. ... Tarihi inceleyen herkes, insanlığın giderek "kendisini daha iyi tanımakta" ve "kendisini geliştirmekte" olduğunu görebilir. sf.414 Hegel, bilginin bu üç aşamasını "tez", "antitez" ve "sentez" diye de adlandırır. sf.415 "Doğru" olan, "tarihe direnebilen" şeydir. sf.417 - Salt mantıksal ya da felsefi olarak da iki kavram arasında diyalektik bir gerilim oluşur. -Örnek lütfen! - "Varlık" kavramı üzerine düşünecek olursam, "yokluk" kavramı üzerinde düşünmem gereği de doğar. sf.417 Norveçli yazar Vinje gibi "farklı" görüşleriyle tanınan Niels Bohr, bir yerde söyle der: İki tür doğru vardır. Tersinin de yanlış olduğu gün gibi ortada olan doğrular ve tersi de doğru olan daha derin doğrular. - Nasıl bir doğru olabilir bu ikinci tür doğru? - Sana hayat kısadır dersem... - Ben de buna katılırım. - Ama sonra bir başka bağlamda kollarımı iki yana açıp "hayat çok uzundur" dersem... 12 sf.429 Kierkegaard'a göre büyük harf D ile yazılan "Doğru"lardan çok, insanların yaşamları için önemli olan doğrulara ulaşmaktı önemli olan. "Benim için doğru" olanı bulmaktı. sf.430 Eyleme geçtiğimizde ve özellikle bir seçim yaptığımızda varoluşumuzla ilişkiye girebiliriz. sf.431 - Yani felsefi sorunun kendisiyle bireyin ayni soruya yaklaşımı iki ayrı şeydir. Bu tür sorular karşısında birey tek başınadır. Üstelik bu tür önemli sorulara ancak inançla yaklaşabiliriz. Aklımızla yanıtını bulduğumuz sorular hiçbir önem taşımaz Kierkegaard için. -Bunu biraz açıklaman gerekecek. - 8+4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm filozofların bahsettiği "mantıksal doğrular"a bir örnektir. Peki aksam duasında bir isimize yarar mı bu? Ölüm anında aklimizin meşgul olacağı konu bu mudur? Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri kadar "nesnel" ve genel olsun, tek bir bireyin varoluşu için fazla anlam taşımazlar. -Ya inanç? - Kötü bir davranışta bulunduğun bir insanın seni affedip affetmediğini bilemezsin. Tam da bu yüzden bu konu senin için yaşamsal bir öneme sahip olur. Bu senin etinde kemiğinde duyduğun bir olaydır. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Tek yapabileceğin böyle olduğuna inanmak ve bunu ummaktır. Ve de bu, senin için, üçgenin iç açılarının toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemli bir şeydir. Ne de "nedensellik yasası" veya "sezi biçimleri"dir ilk öpücüğünü verirken gelen aklına! sf.475 - Diyebiliriz ki yasam, yalnızca kazanan kuponların gözle görünür olduğu bir totodur. (Darwin -R.N.) 13 sf.502 Bir kompozisyon, -ki her sanat eseri bir kompozisyondur- hayal gücüyle mantığın ya da ruhla aklin inanılmaz bir işbirliği sonucu ortaya çıkar. Çünkü her türlü yaratıcı süreçte hayal gücü önemli bir rol oynar, ancak bir aşamada sıradan esinlenmeleri de denetlemek gerekir. Koyunları önce çayıra salar, sonra güdersin. sf.514 Sartre fiziksel şeylerin "kendinde", oysa insanın ayni zamanda "kendi için" olduğunu söyler. Yani insan olmak bir şey olmaktan başka bir şeydir. sf.515 "Varoluş özden önce gelir," der Sartre. sf.515 Sartre ise bunun aslında lanetli bir özgürlük olduğu kanısındadır. "İnsan özgürlüğe mahkum edilmiştir" der. "Kendini kendisi yaratmadığı halde özgür olduğu için. Kendisi seçmeden dünyaya getirilip sonra yaptığı her şeyden sorumlu olduğu için." sf.517 Sartre ise hayatin bir anlamı olması gerektiğine inanıyordu. Bu bir zorunluluktu. Ancak kendi hayatımızdan bir anlam yaratacak olan, yine kendimizdik. Var olmak kendini varlaştırmaktı. sf.521 Felsefi sorular, tanımı gereği, her kuşağın ve aslında her bir insanın kendisine tekrar tekrar sorması gereken sorulardı. - Bu düşünce insani biraz rahatsız ediyor. - Ayni fikirde olduğumuzu zannetmiyorum. Tam da kendimize bu tür soruları sorduğumuzda hissetmez miyiz yaşadığımızı? 14 sf.525 Duvardaki kıtapların adi birbirinden ilginçti: "Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?", "Spiritizmin Sırları", "Tarot", "UFO Olgusu", "İyileştirme", "Tanrıların Dönüsü", "Bundan Önce de Buradaydın", "Astroloji Nedir?" vs. Yüzlerce değişik başlıklı kitap vardı. Rafların altında kitaplar ayrıca üs tüste yığılı duruyorlardı. - İşte bu da 20. yüzyıl Sofi. Bu, çağımızın tapınağı. - Sen bu tür şeylere pek inanmıyorsun galiba. - Bunların çoğu martaval ama porno kitapları kadar çok satıyorlar. Bunların çoğuna bir tür pornografi demek de mümkün zaten. Genç insanların çoğu buraya gelip kendilerini en çok heyecanlandıran konulardaki kitapları alıyorlar. Oysa gerçek felsefeyle bu tür kitapların ilişkisi olsa olsa ancak gerçek askla pornografinin ilişkisi kadardır. sf.570 - Samanyolu'ndaki en yakın komsumuza uzaklığımız dört ışık yılıdır. Su ilerde, adanın üzerinde görünen yıldız odur belki de. O yıldızda bize, Bjerkely'e yönelmiş bir teleskop olduğunu düşünecek olursan, o teleskop buranın dört yıl önceki halini görmektedir. Belki de bu salıncakta oturup ayaklarını sallayan on bir yaşında bir kız çocuğudur gördüğü. -İnanamıyorum! - Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna seyahat etmek için 90.000 yıl kullanması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim Güneş'imizden 50.000 ışık yılı ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl öncesine bakmaktayız demektir. -Düşüncesi bile benim küçücük kafam için fazla büyük! -Yani uzayda bir şey görmemizin tek yolu bakışlarımızı zamanda geriye çevirmektir. Evrenin su anda nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Yalnızca daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz. Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza baktığımızda, uzay tarihinde binlerce yıl geriye gidiyoruz demektir. 15 sf.571 Samanyolu'nun en yakın komsu galaksisine Andromeda takımyıldızı diyoruz. Bu galaksi bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani ışığın buradan bize ulaşması iki milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde Andromeda takımyıldızına baktığımızda iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu takımyıldızdaki çok gelişkin bir teleskop (afacan bir ufaklığın böyle bir teleskobun başına oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebiliyorum!) su an buraya bakıyorsa bizi göremez. Görse görse düz alınlı ilk insanları görebilir. sf.573 Evren bir harekettir. Evren bir patlamadır. Galaksiler hala büyük bir hızla birbirinden ayrılmaya devam etmektedir. 16