GÖREV ZARARI MI ? ZARAR ETME GÖREVİ Mİ ? KİT sisteminde İktisadi Devlet Teşekkülü (İDT) olarak tanımlanan kuruluşların tümüyle kar amacıyla çalışmaları, Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) olarak tanımlananların da verimlilik esasında zarar etmeyecek şekilde mal ve hizmet üretmeleri öngörülmüştür. Ancak yürürlükte bulunan diğer yasalarda da işaret edildiği gibi KİT sistemine bazı sosyal görevler de yüklenebilmekte veya hükümetler politikalarının uygulanmasında KİT’lerden bazı görevleri yerine getirmesini isteyebilmektedirler. Bu tür görevlerin KİTlere getirdiği mali yüklere genel olarak “görev zararı” denilmektedir. Görev zararı ile ilgili temel yasal düzenleme 1984 yılında yürürlüğe konulan 233 sayılı KHK ile yapılmıştır. Bu kararnamenin 35. maddesine göre KİT’ler, ilke olarak işletmelerinde üretilen mal ve hizmet fiyatını tespitte serbesttirler. Ancak sözkonusu fiyatlar “gerektiğinde” Bakanlar Kurulunca belirlenebilir. Bakanlar kurulunca belirlenen fiyatlar maliyetlerin altında bulunduğu takdirde; - Zarar ile birlikte, mahrum kalınan kar ait olduğu veya ait olduğu yılı izleyen yılın genel bütçesine konulacak ödenekle karşılanır. - Mahrum kalınan kar miktarı, mal ve hizmetlerin satış maliyeti üzerinden % 10 kar payı tahakkuk ettirilerek belirlenir. - Zararın miktarı, ilgili bakanlık ve Hazine Müsteşarlığınca teşebbüs muhasebe kayıtları esas alınarak birlikte tespit edilir. Ayrıca KİT’lere konuları ile ilgili olarak Bakanlar kurulunca görev verilebilir. Bu görev için yapılacak ödeme miktarı gerektiğinde Bakanlar Kurulu kararında belirtilir. Bu görevden doğan zarar ve mahrum kalınan kar yukarıda belirtilen esaslar dahilinde Hazine tarafından karşılanır. Görüldüğü gibi görev zararı iki türlü oluşabilmektedir; Birincisi KİT’lerin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatının Hükümetçe maliyetinin altında belirlenmesiyle, ikincisi ise KİT’lere doğrudan konuları ile ilgili ve kaynak kullanımı gerektirecek görev verilmek suretiyle. Yasadan da anlaşılacağı gibi, görev zararlarının oluştuğu yıl içerisinde veya en geç bir yıl sonra bütçeden ödenek aktarılmak suretiyle kapatılması gerekmektedir. Daha doğrusu gerekmekteydi. Ancak şimdiye kadar ki uygulamada görev zararları Bakanlar Kurulu kararı alınmak suretiyle Hazinece zamanında kapatılmamıştır. Hatta bu nedenle kaynak sıkıntısına düşen KİT’ler piyasadan yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmışlardır. Görev zararı uygulaması zamanla KİT’lere kaynağı olmayan harcama yaptırılmasında kullanılan bir mekanizmaya dönüşmüş, görev zararları hiçbir denetim görmeden idari kararlarla katlanarak büyümüş, kağıda bağlanmayan görev zararları bütçe dışında tutulmak suretiyle Devletin bir nevi gizli borç stokunu oluşturmuşlardır. Buna örnek olarak T.C. Ziraat Bankasına olan görev zararı borçları gösterilebilir. Bankaya destekleme alımlarından dolayı 1993 de tahakkuk ettirilen 315 milyon Dolarlık Hazine borcu uygulanan yüksek reel faiz nedeniyle 1999 yılında 11 milyar Dolara ulaşmıştır. (Borcun bu hızla 2002 de 34 milyar Dolara ulaşacağı tahmin ediliyordu.) Nitekim son beş yılda ortalama reel faiz %35 civarında olurken en yüksek reel faizin görev zararları için tahakkuk ettirildiği görülmektedir. Bu devasa miktarların bütçe dışı tutularak gizlenmesi o denli başarılı (!) idi ki, Hazineden sorumlu Devlet Bakanımız Sayın Kemal Derviş bile Devlet hesaplarının ayrıntısına ve görev zararının gerçek boyutunu kavrayana dek kamu açıklarının boyutları konusunda yanılmış, daha sonra da bunu kendisi açık kalplilikle itiraf etmişti. Böylece, “Bir musibet bin nasihattan iyidir.” misali, Şubat Krizi sayesinde görev zararının neden olduğu kamu açıklarının gerçek boyutu ortaya çıkmış, görev zararı aracılığı ile hükümetlerin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri yaptığı (görünen) borç kadar (ilave) borçlanma yapmış oldukları görülmüştür. Böylece Hazinemiz bir anda 50 katrilyonluk bir borçlanma artışı yaşamış, bu borçlanma artışının ana kalemini de, yukarıda da değinildiği üzere, Hazine ile kamu bankaları arasındaki “çarpık” görev zararı ilişkisi oluşturmuştur. Görev zararları ile ilgili tüm bu anlatılanlardan alınması gereken öncelikli ders, doğru bilgilendirme eksikliği ve şeffaflığın ne tür büyük sorunlara neden olabileceğidir: Yıllardır hatalı ve eksik raporlamadan, dolayısıyla yanlış bilgilendirmeden kaynaklanan hatalı kararlar alınmış, bunun en yıkıcı sonucu Şubat krizi olmuştur. Zira enflasyonla mücadele başta olmak üzere alınan tüm ekonomik tedbirlerin anahtar göstergesi “Kamu Kesimi Borçlanma Gereği” (KKBG) rakamıdır. Ancak KKBG rakamının şimdiye kadar Devletin gerçek açığını ve borcunu yansıtmadığı Devlet hesaplarını denetleyen Sayıştay’ın 2000 yılı Mali Raporu’nda açıklanmaktadır. Nitekim Sayıştay’a göre, KİT borçlarının hesaplanmasındaki yanlışlıklar bir yana kağıtlaştırılmamış görev zararlarının KKBG’ne dahil edilmemesi sorunun gerçek boyutunu gizlemiş, kullanılan o meşhur KKBG rakamı kamu kesiminin borcunu bildirici bir rakam olmaktan ziyade, mevcut borçları gizleyen bir enstrüman olarak kullanılmıştır. Bu eksik ve/veya yanlış bilgilere dayanılarak başlanılan istikrar programlarının çöküşüne şaşmamak gerekir! Bu hayati önemi haiz eleştirilerin ancak görev zararı olgusunun mali kriz yaratacak boyutu aştıktan sonra yapılması, diğer ilgili ve sorumluların yanısıra, bu hesapların denetlenmesinden bizzat sorumlu olan ve aynı zamanda yüksek mahkeme sıfatını taşıyan Sayıştay açısından da bir özeleştiri anlamını taşımaktadır. Durum böyle iken somut olarak hangi önlemlerin alınması gerekir ? Dev boyutlara erişen görev zararları ile ilgili düzenlemelerin (özellikle kağıda bağlanmamış kısımları için) idari kararlarla yapıldığı dikkate alınırsa, bu durumun bir yerde de vergi salınmasına ve bunların harcamasına karar veren yasama erkinin bütçe yapma hakkının ihlali anlamını taşıdığı düşünülebilir. Bu nedenle bütçede ödeneği olmayan görev zararı ödemesi yapılmamalıdır. Nitekim son uygulamalarla da bu konuda büyük mesafe kaydedilmiş, görev zararlarının büyük bir kısmı için kağıt ihraç edilerek bütçeye dahil edilmiştir. Ayrıca destekleme alımı ve bankacılıkla ilgili yenilenen mevzuatta görev zararının avans olarak verilmesi esası getirilmiştir. Görev zararı özelinde, öncelikle görev zararı tanımı Avrupa Birliği normları çerçevesinde yeniden irdelenmeli, görev zararının kesin tutarı tespit edilerek bütçeleştirilmelidir. Yeniden yapılacak görev zararı tanımı ile görev zararı yalnızca KİT’lere mahsus olmaktan çıkarılmalı, özel kuruluşların da kamusal görev yapabilmeleri sağlanmalıdır. Bu çerçevede öncelikle yukarıda bahsedilen 233 sayılı KHK’nın 35. maddesi ile diğer mevzuattaki benzer hükümler (Örneğin 697 sayılı ulaştırma ve haberleşme hizmetlerinin yürütülmesiyle ilgili kanun) özel sektörü de kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmeli, hükümetçe verilen görevlerde rekabet ortamı yaratılabilmelidir. Destekleme alımlarında belirli ürünlere kota sistemi getirilmesi vb önlemlerin yanısıra emtia borsalarının geliştirilmesi, özel sektörün depolama kapasitesinin geliştirilmesi gibi özel sektör katılımını destekleyici önlemlerin alınması gerekir. Genel olarak Sayıştay’ca getirilen hayati nitelikteki eleştiriler, Devlet muhasebesi ve bütçeleme ile ilgili sistemin tümüyle yeniden irdelenmesi için bir temel teşkil etmelidir. Böyle bir çalışma kamu hesaplarının şeffaflaşması açısından da büyük bir fırsattır. Ali Güner TEKİN Ekonomistler Bülteni – Mart 2002