Akademik Araştırmalar Dergisi 2005, S a y ı 24, S a y f a l a r 57-78 Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk Berdal ARAL* GİRİŞ KÜRESELLEŞEN ULUSLARARASI HUKUK Küreselleşme, ulus-ötesi ilişkilerin yoğunlaşması ve dünyanın insan zihninde hem zaman hem de mekân olarak küçülmesini ifade etmektedir. Yerel, bölgesel ve dünya ölçeğindeki siyasal, ekonomik ve kültürel hareketliliğin ulusdevletlerce düzenlenen alanları giderek sınırlaması, küreselleşmenin bir başka vechesini teşkil etmektedir. Böylece toprak ile otorite arasındaki geleneksel bağlantı zayıflamaktadır. Bir yönüyle de küreselleşme sermayenin, malların, hizmetlerin, kültür varlıklarının, bilginin, bilimin ve teknolojinin yerküre üzerinde serbestçe hareket etmesini ifade etmektedir. Küreselleşme aynı zamanda devletler ve halklar arasındaki karşılıklı bağımlılığı arttırmaktadır. Bu durumun uluslararası hukuka etki etmemesi elbette düşünülemez. Simonovic bu durumu şöyle ifade etmektedir: ―Küresel düzeyde artan karşılıklı bağımlılık uluslararası hukukta önemli değişikliklere yol açmış bulunmaktadır. Eğer insanlığın ortak bir yazgıyı paylaşımı tarihsel, siyasî, ekonomik ve toplumsal bir olgu haline geldiyse, bu durumun uluslararası hukukta karşılığını bulması şaşırtıcı olmamak gerekir.‖1 Küreselleşme bir yanıyla devletleri sınırlayan yapısal bir faktörken, bir yanıyla da onların kendi iradeleriyle inşa ettikleri bir yapı ve süreçtir. Bu açıklayıcı çerçeve, küreselleşme ile devlet arasındaki ilişkiyi en iyi açıklayan kuramsal yaklaşım gibi görünmektedir.2 Uluslararası yapı ya da uluslararası sistemle devlet arasındaki dinamik etkileşim herhalde en çok uluslararası hukuk alanında belirginleşmektedir. Uluslararası hukuk açısından küreselleşme, ulusdevletin nüfuz alanını daraltan, buna karşılık küresel aktörlerin ulusal düzeyde daha fazla etkili olmasını sağlayan bir süreçtir. Bütün bu yönleriyle, küreselleşme, klasik Westphalia düzeninden neş‘et eden egemenlik anlayışını giderek anakronik hale getirmiş bulunmaktadır. Westphalia modeline dayanan uluslararası hukuk düzeninde devletin siyasal sınırları ile kültürel sınırları arasında bir koşutluk vardır. Her devlet kendi ülkesi üzerinde hemen hemen mutlak bir hâkimiyete sahiptir. Bu düzende uluslararası ilişkiler güvenlik-merkezlidir. Devletler yalnızca ulusal çıkarları gerektirdiği için anlaşma yaparlar. Devletlerin vatandaşları üzerindeki denetimleri de tabii olarak tamdır. Uluslararası hukukun tek aktörü devlettir. Westphalia düzeninde, ‗devletin egemenliği‘, ‗başka devletlerin toprak bütünlüğüne saygılı davranılması‘, ve ‗devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmaktan imtina etmeleri‘, uluslararası hukukun üzerine bina edildiği üç esaslı ilkedir. Böyle bir devletler düzeninde ortak bir güvenlik düzeni inşa edilmiş olmadığından, bir devletin başka bir dev57 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk lete karşı askerî güç kullanması ya da ‗düşman‘ addettiği bir devlete karşı siyasî baskı uygulaması olağan karşılanmaktadır. Westphalia düzeninde uluslararası hukukça düzenlenen konular çok dar kapsamlıdır: savaş hukuku, andlaşmalar hukuku, diplomatların yetki ve sorumlulukları, v.s.3 Ne var ki, zaman içinde, bu anlayıştan, işbirliğini ve katılımı öngören yeni bir uluslararası hukuk düzenine geçilmiştir. Böylece geçmişte ulus-devletin münhasır yetkisine giren birçok konu, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında küresel düzeyde ele alınmaya başlamıştır.4 Uluslararası hukuk, ekonomi ve teknolojiyle birlikte küreselleşmeyle en yakın etkileşimde bulunan alanlardan birisidir.5 Uluslararası hukuk küreselleşme olgusuna önemli katkılarda bulunmuştur, ama aynı zamanda küreselleşmenin yol açtığı yeni sorunlar ve sağladığı yeni imkânlar, yeni kurallar ve kurumlar yoluyla uluslararası hukuku dönüştürücü bir etkide bulunmaktadır. Demek ki, küreselleşme uluslararası hukuku dönüştürürken, uluslararası hukuk da küreselleşmeye en fazla ivme kazandıran değişkenlerden birisi olmuştur. Bu iki sürece beraberce ‗küreselleşen uluslararası hukuk‘ demek mümkündür. Bu küreselleşme olgusunun başlıca göstergeleri şunlardır: Birincisi, uluslararası hukukun muhatabı olan aktörler çeşitlenmiştir. Bu süreçte en çok, uluslararası örgütlerin sayısal artışı ve faaliyet alanlarının genişlemesi önem taşımaktadır. Bölgesel örgütler ise devletler ve halklar arasındaki ekonomik ve siyasî bütünleşmeye en fazla katkıda bulunan unsurlar olmuştur. Uluslararası ve bölgesel örgütlerin yanı sıra, insan hakları dolayımıyla, bir yandan bireylerin insan hakları uluslararası ve bölgesel düzeyde koruma altına alınmış, bir yandan da belli insan grupları özel koruma altına alınmıştır: mülteciler, vatansızlar, azınlıklar, kadınlar, çocuklar, göçmen işçiler, yerli halklar. Böylece, ‗yeni‘ uluslararası hukuk düzeni içinde, bireyler, birey grupları ya da sivil toplum örgütleri, iç hukuk sisteminin etkisiz kaldığı durumlarda kendi devletlerine karşı dahi uluslararası koruma altına alınmıştır. 1990‘lı yıllarda kabul edilen AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilâtı) belgeleri, açıkça ―insan hakları devletlerin iç işi değildir‖ derken, BM (Birleşmiş Milletler) Güvenlik Konseyi 1992 yılında aldığı bir kararda şu ifadelere yer vermiştir: ―Uluslararası barış ve güvenlik sadece askerî nedenlerle değil, ekolojik, ekonomik ve toplumsal nedenlerle de tehlikeye girebilir.‖6 Bu yeni doktrine göre, bir devletin kendi vatandaşlarına yönelik kötü muamelesi vahim bir düzeye çıkarsa, bu durum hem uluslararası toplumun vicdanını sarstığı için, hem de uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği için, BM Güvenlik Konseyi‘ne zorlama tedbiri alma konusunda bir gerekçe sunabilmektedir. 1991 yılında Körfez Savaşı‘nın bitiminden kısa bir süre sonra Güvenlik Konseyi‘nce çıkarılan 688 sayılı karar, peşmerge isyanının bastırılmasından sonra katliam korkusuyla Kuzey Irak‘ı terketmek zorunda bırakılan Kürtlerin, topraklarına yeniden güvenlik içinde dönmelerini sağlamak üzere ―gereğinin yapılması için‖ Konsey‘e yetki vermiştir.7 Bireyin, hususen insan hakları dolayımıyla, uluslararası hukukun bir aktörü, bir öznesi haline gelmesi olgusu, Avrupa kıtasında oluşturulan uluslarüstü hu58 Journal 58 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 kuk ve yargı mekanizmaları içinde en ileri noktaya ulaşmıştır. Bir yandan Avrupa Birliği hukuku üye devletlerin yanı sıra, şirketler ve birey/birey grupları için bağlayıcılık arz ederken, bir yandan da bireyler, sivil toplum kuruluşları ve diğer örgütlenmiş topluluklar Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine uzun bir süredir, ‗bireysel başvuru hakkı‘ kapsamında başvuruda bulunabilmektedir. Böylece, ‗insan haklarının uluslararası düzeyde korunması‘ ilkesi, ‗devletlerin içişlerine karışılmasının yasaklanması‘ ilkesini hem fiilen hem de hukuken geçersiz kılmaya başlamıştır. Benzer şekilde, ‗halkların kendi kaderlerini tayin hakkı‘ ilkesi, ‗devletlerin toprak bütünlüğü‘ ilkesinin dokunulmazlığını sarsmaya başlamıştır. İkincisi, insanlığın ortak sorunlarını çözmek için uluslararası işbirliği kaçınılmaz hale gelmiş ve o nedenle uluslararası hukukça düzenlenen alanlar genişlemiştir. Uluslararası hukukun ‗yeni‘ alanları arasında insan hakları, çevre hukuku, uzay hukuku ve uluslararası ticaret hukuku gibi alanlar ilk akla gelenlerdir. Bunların yanı sıra, yeni bir uluslararası ekonomik düzen arayışı temelinde uluslararası kalkınma hukuku, kalkınma hakkı, sürdürülebilir kalkınma gibi yeni haklar ve ilkeler kategorisi ortaya çıkmıştır. Bugün, uluslararası nehirlere verilecek bir zarardan dolayı ya da uluslararası boyutu olan çevre kirlenmesi nedeniyle, bunun sorumlusu olan devlet, ‗kusursuz‘ bile olsa, bundan zarar gören devletlere karşı ‗mutlak‘ bir yükümlülüğe sahiptir. 8 Yine, küreselleşmenin yol açtığı şartların da etkisiyle, uluslararası boyutu olan uyuşturucu trafiği, insan kaçakçılığı, terörizm, yasak silahların ülke dışına çıkarılması gibi sınıraşan suçlarla uluslararası düzeyde mücadele için bir dizi evrensel ve bölgesel anlaşmalar imzalanmıştır. Aynı zamanda, ‗suçluların iadesi‘ konusunda pek çok uluslararası düzenleme yapılmıştır. Son olarak, ‗insanlığın ortak mirası‘ kavramı etrafında, uzay, uluslararası deniz yatağı ve Antartika kıtası insanlığın ortak yararı esasına dayalı olarak özel düzenlemelere konu olmuş bulunmaktadır. O halde açıktır ki, hem uluslararası hukukun geleneksel alanlarında, hem de sözü edilen bu ‗yeni‘ alanlarda sayısız uluslararası anlaşma yapılmış, uluslararası örgütlerce de pek çok karar kabul edilmiştir. Son yıllarda ortaya çıkan bu uluslararası hukuk konularının bir kısmı, aynı zamanda yeni bir insan hakkı kategorisi olarak ‘kollektif haklar’a tekâbül etmektedir. Böylece ‘demokratik yönetim hakkı’ ‘kalkınma hakkı’, ‘çevre hakkı’, ve ‘barış hakkı’ gibi son yıllarda ortaya çıkan ‗kollektif‘ nitelikli insan hakları uluslararası hukukun gündemine girmiştir. Bunun sonucunda, bütün farklı renk ve boyutlarıyla insan haklarının uluslararası hukukla âdeta bütünleştiğini ve onun ‗sivil‘ karakterini güçlendirdiğini gözlemek mümkün hale gelmiştir. Üçüncüsü, ‗uluslararası ilişkilerde güç kullanımının yasaklanması‘ ve ‗uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümü‘ ilkeleri, yerleşik ve bağlayıcı ilkeler olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında ön plana çıkmıştır. Bugün uluslararası güç kullanım yasağı, aşağıda da inceleneceği gibi, erga omnes bir yükümlülük 59 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk (uluslararası toplumun bütününe karşı yükümlenilen sorumluluk) olarak kabul edilmektedir. Dördüncüsü, ‗evrensellik‘ ilkesine dayalı olarak, herhangi bir devlet ya da bir uluslararası mahkeme tarafından muhakeme konusu edilebilecek bir ‘uluslararası suç’ kavramı ortaya çıkmıştır. Bu tür suçlar söz konusu olduğunda, devlet yetkilileri, devlete ait hükümran yetkiler kullandıkları gerekçesiyle, yargısal muafiyete ve dokunulmazlığa sahip oldukları yönünde bir itirazda bulunamamaktadır. Bu bağlamda 1998‘de kurulan ve 2002 yılında faaliyete geçen Uluslararası (Dâimî) Ceza Mahkemesi büyük önem taşımaktadır. Uluslararası suçlar, uluslararası toplumun bütününe yönelik bir hukuk ihlâli niteliğinde olduğundan, erga omnes bir yükümlülük ihlâli sayılmaktadır. Burada sözü edilen uluslararası suçlar şu eylemleri kapsamaktadır: barışa karşı suçlar; savaş suçları; soykırım; insanlığa karşı diğer suçlar: toplu katliam, toplu tecavüz, toplu işkence, sistematik ırk ayrımcılığı, bir insan topluluğunun üyelerinin kobay olarak kullanılması, toplu sürgünler, korsanlık, köle ticareti. Son olarak, 1994 yılında kurulan Dünya Ticaret Örgütü dolayımıyla, uluslararası mahiyetteki mal ve hizmet ticaretinde uygulanan gümrük duvarları son yıllarda tedrici olarak kaldırılmaktadır. Bugün dünya ticaretinde uygulanan ortalama gümrük tarifesi yüzde 10‘un altına düşmüş bulunmaktadır. Kısa bir süre önce küresel düzeyde bir Çok Taraflı Yatırım Andlaşması yapılmıştır. Böylece dış yatırımların önü açılmış, çok uluslu şirketlerin dış yatırım faaliyetlerinde, başta uyuşmazlıkların çözümünde uluslararası hakemlik mahkemelerinin yetkili kılınması olmak üzere, çok önemli yasal ve malî güvenceler getirilmiştir. Benzer şekilde, fikrî ve sınaî mülkiyet haklarının korunması hususunda da, uluslararası hukuk bünyesinde birçok anlaşma ve sözleşme imzalanmıştır. Bu arada uluslararası finans akımları da günümüzde olağanüstü boyutlara ulaşmış bulunmaktadır.9 Buraya kadar yapılan genel girişten sonra, önce insan haklarının önemli bir boyutunu oluşturan ‗uluslararası suç‘ kavramı üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda, ‗uluslararası suç‘ kavramının ve bu kavramla irtibatlı uluslararası ve uluslarüstü mekanizmaların geleneksel egemenlik anlayışını nasıl dönüştürdüğü hususu üzerinde durulacaktır. Daha sonraki bölümde ise, yine küreselleşme konusu etrafında, egemenlik ve meşruiyet ilişkisinin günümüzde geçirmekte olduğu dönüşüm tartışılacaktır. Son olarak, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, küreselleşmeyle yakından ilişkili olan ‗küresel yönetişim‘ olgusunun devletin göreli özerkliğine ve katılımcı toplum-katılımcı siyaset modeline nasıl tehdit oluşturabileceği konusu üzerinde durulacaktır. Bu tartışmalar sırasında hususiyetle şu sorulara yanıt aranacaktır: küreselleşmeyle birlikte devletlerce düzenlenen egemenlik alanları daralmış mıdır?; küreselleşme sürecinde devletler genel olarak güç kaybına uğramışlar mıdır?; devletlerin meşruiyetinin dayandığı esaslar bu süreçte dönüşüm geçirmiş midir?; son olarak, birey-devlet ilişkisi bu bağlamda yeniden tanımlanmış (ya da tanımlanmakta) mıdır? 60 Journal 60 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 ULUSLARARASI SUÇLAR VE EVRENSEL YARGI YETKİSİ Geleneksel uluslararası hukuka göre, devletler ya da devlet temsilcileri başka devletlerin mahkemelernde dava edilmekten muaftırlar (bağışıktırlar). Buna ‗yargısal muafiyet’ denir. Hem görevlerinin gereği olarak hem de mensup oldukları devleti temsil ettiklerinden dolayı, diplomatlar da görev yaptıkları yabancı ülkelerde yargısal muafiyete sahiptirler. Uluslararası hukuk çerçevesinde, devletin muafiyeti, bir devletin başka bir devletin yasama, idari ve yargısal yetkisinden bağışıklığının koşullarını belirleyen hukuk kuralları ve ilkeleri içinde düzenlenmiştir.10 Ne var ki, bugün belli durumlarda devletin muafiyeti ileri sürülememektedir: a) Devletin ticarî ilişkilere girmesi durumunda b) Başta soykırım ve katliam olmak üzere insanlığa karşı işlenen suçlar söz konusu olduğunda c) Savaş suçları söz konusu olduğunda d) Barışa karşı suçların işlenmesi durumunda e) Bir ülkede, başta işkence olmak üzere, insan haklarının vahim ve sistematik düzeyde ihlâl edilmesi durumund Bu bölümde son dört kategoride yer alan ‗uluslararası suçlar‘ üzerinde durulacaktır. Rahatlıkla belirtilebilir ki, egemen yetkiler kullandığı alanlarda devletin sahip olduğu bağışıklık, bugün en başta insan hakları alanında delinmeye başlamıştır. Devletlerce gerçekleştirilen bazı fiiller, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmeler neticesinde ‗uluslararası suç‘ olarak tavsif edilmekte, bu tür eylemlere ‗karar verici‘ düzeyinde ya da ‗uygulayıcı‘ olarak katılan tüm devlet yetkilileri hem uluslararası hem de ulusal mahkemelerde yargılanabilmektedir. Uluslararası suçları şu dört başlık altında toplamak mümkündür: başta soykırım olmak üzere insanlığa karşı işlenen suçlar, barışa karşı suçlar, savaş suçları, sistematik ve yaygın işkence. Başta soykırım olmak üzere insanlığa karşı işlenen suçlar, barışa karşı suçlar ve savaş suçları, ilk kez, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Müttefik devletlerce oluşturulan Nuremberg Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinin Statüsü kapsamında uluslararası hukukun gündemine girmiştir.11 İnsanlığa karşı suçlar, aşağıda da görüleceği gibi, savaş suçlarından daha geniş kapsamlıdır. Bu tür suçlar hem savaş sırasında, hem de savaş öncesinde işlenebilmektedir; bu suçların mağduru olan topluluklar ‗düşman‘ devletin vatandaşları olabileceği gibi, devletin kendi vatandaşları da olabilmektedir. Bu yönüyle, insanlığa karşı suçlar, devletin kendi vatandaşlarına istediği gibi muamele edebileceğini öngören geleneksel uluslararası hukuk anlayışına bir istisna teşki etmektedir.12 İnsanlığa karşı suçların kapsamı içine giren en vahim fiil, soykırımdır. 1948 yılında Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına ilişkin Sözleşme imzalanmıştır.13 Bu sözleşmeye göre, soykırım, ortak ulusal, etnik, ırkî ya da dinî özelliklere sahip olan bir insan topluluğunun sırf bu özellikleri nedeniyle ortadan kaldırılmak istenmesidir. Soykırım şu tür eylemleri içerir: bir insan grubunun üyelerini öldürmek; grup üyelerine zihnen ya da bedenen önemli zararlar 61 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk vermek; bir grubu elverişsiz yaşam şartları ile karşı karşıya bırakarak onları kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmaya çalışmak; grubun yeni doğumlarla büyümesini engelleyici tedbirler almak (2. Madde). Soykırım girişimi akim kalmış olsa bile, bu durum bu tür fiilleri ‗insanlığa karşı suçlar‘ olmaktan çıkarmaz (3. Madde). Bu tür fiilleri işleyenlerin kimliği, -devlet yöneticisi, devlet görevlisi ya da resmî sıfatı olmayan şahıslar- onları cezaî yükümlülükten kurtaramamaktadır (4. Madde). Nuremberg Mahkemesinin Statüsüne göre, insanlığa karşı işlenen ‗soykırım‘ dışındaki diğer suçlar şunlardır: herhangi bir savaş öncesinde ya da sırasında sivillere yönelik olarak işlenen cinayetler, katliamlar, köleleştirme; kişileri yaşadıkları topraklardan sürgün etme ve benzeri insanlık dışı fiillerle, siyasî, etnik ya da dinî nedenlerle sivillere zulmetme.14 Yukarıda sözü edilen Soykırım Sözleşmesi bir yapılageliş kuralı (teâmül) haline gelmiş bulunmaktadır. Bunun nedeni, bir yandan bu sözleşmeye taraf devletlerin sayısal çokluğu, bir yandan da daha sonra kabul edilen pek çok bildirgede ve ulusal mahkemelerin kararlarında bu sözleşmeye yapılan atıflardır. Öte yandan, soykırımdan kaçınma yükümlülüğü erga omnes bir yükümlülük olduğundan, herhangi bir devletin ya da başka bir uluslararası aktörün soykırım fiilinin işlenmemesini talep etme hakkı vardır. Soykırımın aynı zamanda ‗uluslararası suç‘ olması nedeniyle, bu suçları işleyenler, Güvenlik Konseyi‘nin verdiği yetkiye dayalı askerî bir müdahalenin ve/veya ekonomik ve diplomatik yaptırımların muhatabı olabilecektir. Soykırım yasağı aynı zamanda bir jus cogens ilkesi olarak, uluslararası hukukun normlar hiyerarşisinin en üst noktasında yer almaktadır. Demek ki, uluslararası hukukun âmir bir hükmü olduğundan, kendisiyle çatışan anlaşmalar ve yapılageliş kuralları geçerliliğini kaybetmektedir. Buna göre, iki ya da daha fazla devlet biraraya gelerek, örneğin, belli bir insan topluluğunun soykırımdan geçirilmesini öngören bir anlaşma yapamayacaklardır.15 Bir başka uluslararası suç kategorisi olarak barışa karşı suçlar ise, Nüremberg Mahkemesinin statüsüne göre, saldırgan motiflerle yapılan savaşların ya da uluslararası bir andlaşmanın ihlâli niteliğindeki savaşların planlanmasından yürürlüğe konmasına kadar olan tüm süreçleri kapsar. Bu tür suçlarda sorumluluk karar-verici konumdaki liderlerin omuzlarındadır. O nedenle, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan farklı olarak, alt ya da orta düzeydeki devlet görevlileri barışa karşı suç işledikleri gerekçesiyle yargılanamazlar.16 Savaşın önlenememesi halinde, en azından onun yol açtığı beşerî ve fizikî tahribatın en alt düzeye indirilmesi için, uluslararası hukuk bünyesinde belli savaş hukuku kuralları kabul edilmiş bulunmaktadır (jus in bello). Bu bağlamda, bir yandan savaş tutsaklarının ve yaralıların insanî hakları güvence altına alınırken, diğer yandan da savaşa fiilen katılmayan sivillerin mümkün olduğunca savaşın yol açtığı tahribatın etkisi dışında kalmaları sağlanmaktadır. Son olarak, belli silahların kullanımı, jus in bello çerçevesinde yasaklanmıştır. ‘Savaş suçları’ kavramı, savaş hukuku ile insan haklarının bir tür sentezi olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaş suçu olarak tanımlanabilecek başlıca eylemler şunlardır: tu62 Journal 62 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 tukluların öldürülmesi ya da işkenceye maruz bırakılması; biyolojik, kimyasal ya da nükleer silahların kullanılması; yaralıların öldürülmesi; sivil yerleşim bölgelerinin bombalanması; sanat eserlerinin ve kültürel varlıkların ortadan kaldırılması; çevrenin tahrip edilmesi.17 Savaş suçları, ‗evrensellik ilkesi‘ çerçevesinde tüm devletlerce muhakeme edilebilmektedir. Ne var ki, bu yetkiyi bugüne dek fiilen daha çok savaşın galibi olan devletler kullanmıştır. Tabiatıyla, bu tür yargılamalar, zaman zaman intikam duygularıyla hareket edilmesi nedeniyle, evrensel ceza ve yargılama hukuku standartlarının ihlâline yol açabilmektedir. Devletlerin, savaş suçu işlediği iddiasıyla kendi vatandaşlarını yargılaması ise nadiren görülmektedir.18 Savaş suçlarını işleyen kişilerin devlet kademesi içindeki konumu, bu kişilerin cezalandırılıp cezalandırılmayacağı hususunda belirleyici bir etkiye sahip değildir. Alt düzeydeki bir görevlinin, ‗âmirlerine itaat ettiği‘ yolundaki savunması, bu kişiyi sorumluluktan kurtaramamaktadır. Bu durum ancak ‗hafifletici‘ bir neden olarak dikkate alınmaktadır.19 Uluslararası insan hakları düzenlemeleri, uluslararası hukukun, daha ziyade devletlerin reelpolitik kaygılarını yansıtan pozitivist yönelimlerine yönelik en ciddi alternatif niteliğindedir. ‗Devlet‘ ve ‗egemenlik‘ merkezli söylemlere karşı, bireyin ve toplumsal grupların uluslararası hukukun aktif öznesi konumuna gelme yolundaki çabaları, ‗insan hakları doktrini‘nden önemli ölçüde etkilenmiştir. Daha ziyade son yıllarda gündeme gelen ve, en azından şimdilik, devletlerin genel kanaatini yansıttığı kuşku götüren bir görüşe göre, devletin bağışıklığı ilkesinin bir başka istisnası, sistematik ve vahim düzeydeki insan hakları ihlâlleridir. Bu ihlâller içinde en başta gelenleri ise, devletin doğrudan ya da dolaylı olarak sorumlu olduğu sistematik işkence, fâili meçhul cinayetler ve ırk ayrımcılığıdır. Bilindiği gibi, işkence fiili genelde devlet tarafından ya da onun izniyle yapılmaktadır. Oysa işkenceyi engellemesi gereken ve bu amaçla çeşitli anlaşmalar imzalayan da devletlerin kendileridir. İşkenceyle mücadele amacıyla 1984 yılında bağlayıcı niteliği kuşku götürmeyen bir sözleşme devletlerce kabul etmişlerdir.20 Bu sözleşme kapsamında, işkencenin yanısıra, ondan daha ‗hafif‘ sayılması gereken zalimane ve aşağılayıcı davranışlar da yasaklanmıştır. Bu sözleşme, ‗evrensellik ilkesi‘ çerçevesinde, kendi ülke topraklarında bulunması halinde işkence suçlarının faillerinin taraf devletlerce yargılanmasını ya da en azından onları yargılamayı planlayan devletlere teslim edilmesini öngörmektedir.21 Vahim düzeydeki insan hakları ihlâlinin bir ‗uluslararası suç‘ olarak ‗evrensellik ilkesi‘ çerçevesinde bir yabancı ülke mahkemesinde dava konusu olmasının en iyi bilinen örneği, herhalde Pinochet davasıdır. Bu davayı yakından incelemekte yarar vardır. İspanya, askerî darbeyle iktidara geldiği 1973 yılından 1990‘ların başında ‗emekliye ayrıldığı‘ döneme kadar pek çok İspanyol vatandaşının ölümünden ya da işkenceye uğramasından dolayı birinci derecede sorumlu tuttuğu, dönemin Şili devlet başkanı Augusto Pinochet‘nin 1998 yılında İngiltere‘ye yaptığı kısa 63 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk bir ziyaret sırasında, İngiliz hükümetinden bu kişinin yargılanmak üzere İspanya‘ya teslim edilmesini istemiştir. Pinochet‘nin sorumlu tutulduğu eylemler işkence, rehin alma ve cinayet gibi fiilleri içermekteydi. Bu davada karşı karşıya kalınan temel soru şuydu: İspanya, Şili‘nin eski devlet başkanı General Augusto Pinochet üzerinde yargı yetkisine sahip miydi? İngiliz Yüksek Mahkemesi‘nin kararına göre, İspanya‘nın iade talebinde belirtilen hususların doğru olduğu varsayılsa bile, Pinochet‘nin, insanlığa karşı işlemiş olduğu suçlardan dolayı yargılanması mümkün olamamaktaydı. İngiltere‘nin kabul ettiği 1978 tarihli Devletin Bağışıklığı Yasası‘na22 göre, eski bir devlet başkanı olarak Pinochet, şu şartlar yerine geldiği takdirde yargılanmaktan kurtulabilecekti: a) Kendisine isnat edilen suçlardan sorumlu tutulduğu bütün dönemlerde, Pinochet, devlet başkanı olarak görev yapmaktaydı b) İsnat edilen suçlar Pinochet‘nin devlet başkanı olarak resmi faaliyetleri sırasında gerçekleşmiştir c) Bu suçlar Birleşik Krallık topraklarında işlenmiş değildir d) Şili, bu iddianame karşısında devlet olarak sahip olduğu yargısal muafiyet hakkından vazgeçmiş değildir Yüksek Mahkeme‘ye göre, Pinochet vakasında bu koşullar mevcut olduğundan, kendisinin yargılanması mümkün olamamaktaydı.23 Ne var ki, Yüksek Mahkemenin bu kararı Lordlar Kamarası tarafından iptal edilmiştir. Bu iptal kararı, hem İngiltere‘de hem de genel olarak uluslararası kamuoyunda heyecanla karşılanmış ve hatta uluslararası hukuka damgasını vuran tarihî bir adım olmuştur.24 1966 tarihli Medenî ve Siyasî Haklar Uluslararası Sözleşmesi‘nin 2.3(a) Maddesine göre, tüm üye devletler, ―ihlâlin devlet görevlisi olan kişilerce gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğine bakılmaksızın, burada tanınan hakları ve özgürlükleri ihlâl edilen her kişinin etkili yargı yollarına başvurma hakkını güvence altına almakla yükümlüdür.‖ Aynı sözleşmenin 7. Maddesine göre ―hiç kimse işkence ya da zalimane, insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye ya da mahkûmiyete maruz bırakılamaz.‖25 İnsanların rehin alınması, onlara işkence yapılması ve muhaliflerin cinayet yoluyla ortadan kaldırılması, bu maddenin açık bir ihlâli sayılmalıdır. Öte yandan, bir görüşe göre, soykırım sözleşmesine taraf olan devletler, sahip oldukları yargısal muafiyetten kendi istekleriyle vazgeçmiş olmaktadırlar. Şili de bu sözleşmeye taraf olduğuna göre, sahip olduğu muafiyetten feragat ettiği söylenebilir.26 Zaten bu sözleşmenin 1(1). Maddesine göre, burada sözü edilen işkence suçları, devlet görevlilerinin doğrudan ya da dolaylı olarak müdahil olduğu zâlimane davranışları kapsamaktadır.27 Pinochet davası bu hususta bir emsal oluşturması itibariyle uluslararası hukuka iki önemli katkıda bulunmuştur: birincisi, görevi sırasında işlediği suçlardan dolayı eski bir devlet başkanı gerekirse yargılanabilecektir; ikincisi, suçun mağduru olan kişi ya da yakınları, suçun işlendiği ülke dışında da sanıklar hak64 Journal 64 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 kında dava açabilecektir. Böylece, ‗evrensellik ilkesi‘ çerçevesinde tüm devletlerin mahkemelerine yargı yetkisi veren ‗temel‘ insan hakları ihlâlleri konusunda, eski devlet yöneticileriyle ilgili olarak daha önce mümkün olmayan yeni bir boyut gündeme gelmiş olmaktadır.28 ‗Uluslararası suçlar‘la ilgili olarak ilk kez 1990‘lı yıllarda gündeme gelen ‘insanî müdahale doktrini’ de uluslararası hukukun küreselleşme sürecindeki önemli bir yapı taşıdır. Bu doktrin, uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ya da tehdit etme istidadında olan kapsamlı ve sistematik insan hakları ihlâlleri durumunda, BM Andlaşmasının VII. Bölümünün işletilmesini öngörmektedir. Başka bir deyişle, bu ihlâllerden sorumlu olan devlet, askerî güç kullanımı da dahil olmak üzere, Güvenlik Konseyince çeşitli ekonomik, siyasî ve askerî yaptırımlara maruz kalabilecektir. Bu mekanizma 1990‘lı yıllarda Irak, Somali, eski Yugoslavya ve Haiti‘de patlak veren krizlerde harekete geçirilmiştir.29 Ne var ki, toprakları önceki yüzyıllarda sömürgeci güçlerce istila edilmiş olan Üçüncü Dünya ülkeleri başta olmak üzere, bu doktrinin bir ‗hak‘ biçiminde formüle edilmesi halinde egemenliklerinin zarar göreceğinden endişe eden bir çok devlet, bu konuda bir anlaşma yapılmasına imkân vermemiştir.30 Aynı nedenle, ‗insanî müdahale hakkı‘ndan bir yapılageliş kuralı olarak söz etmek halen mümkün değildir. Bu böyle olmakla birlikte, ‗evrensellik ilkesi‘ çerçevesinde, ihlâl edilmesi halinde bütün devletlerce yargılanabileceği varsayılan haklar listesi her geçen gün kabarmaktadır: soykırım suçları; işkence; rehin alma; korsanlık; köle ticareti; apartheid ve benzeri sistematik ırk ayrımcılığı; uçak kaçırma; diplomatlara saldırı; savaş suçları; insanlığa karşı suçlar.31 Uluslararası suçların muhakeme edilebilmesini kolaylaştıran önemli bir gelişme Uluslararası Ceza Mahkemesi‘nin (UCM) faaliyete geçmiş bulunmasıdır. Dâimî bir mahkeme niteliğinde olan UCM 1998‘de kuruldu. Mahkemenin 128 maddeden oluşan bir kurucu anlaşması olup, 1 Temmuz 2002‘de 60 ülkenin onayı ile faaliyete geçmiştir. Merkezi Hollanda‘nın Lahey kentinde olan bu mahkeme, sadece onaylayan ülkelerde ya da onaylayan devletlerin uyruğunda bulunan kişilerce işlenen, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar gibi erga omnes karaktere sahip uluslararası suçları yargılama yetkisine sahip olacaktır.32 Bu mahkemede görev yapan yargıçlar taraf devletlerce seçildiği halde, bağımsız hareket etmeleri öngörülmektedir. Mahkemenin yine bağımsız görev yapan bir de savcısı vardır. UCM tamamlayıcı bir mahkeme olarak tasarlanmıştır. Buna göre, ancak ülkesinde yukarıda sözü edilen suçlardan birisi işlenen devlet, suçun sorumlusu olan kişileri yargılamaktan imtina ederse, UCM devreye girecektir. UCM bu amaçla sanıklar hakkında soruşturma açabilir, tutuklama kararı çıkarabilir, ilgili kişileri muhakeme edebilir. Yukarıda sözü edilen suçlardan herhangi birisinin işlendiği ülke ya da suçu işleyen şahsın uyruğunda bulunduğu devlet anlaşmaya tarafsa, savcı ya tamamen kendi insiyatifiyle ya da mağdurun veya uyruğunda bulunduğu devletin başvurusuyla dava açabilir. Ne var ki, mahkemenin tamamen bağımsız olduğu da düşünülmemelidir. BM Güvenlik Konseyi basit oy çokluğuyla UCM savcısı65 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk nın açtığı davayı bir yıllığına erteleyebilir. Bu erteleme kararı yenilenebilir niteliktedir. Öte yandan, Güvenlik Konseyi de UCM‘de dava açma hakkına sahiptir.33 EGEMENLİK VE MEŞRUİYET? Geleneksel egemenlik anlayışı ile günümüzdeki egemenlik anlayışı arasında çok önemli farklılıklar bulunduğunu yazarlar sıkça vurgulamışlardır. Buna göre, bugünkü sınırlı egemenlikten farklı olarak, önceleri, diyelim ki 20.yüzyılın başlarına kadar, ‗mutlak‘ olan egemenlik, yalnızca uluslararası düzeyde az sayıda sınırlamalara tâbi idi. Devletin halk nezdinde meşruiyet kaygısı taşımadığı varsayılmaktaydı. Bu karşıtlık ilişkisini reddeden Barkin‘e göre ise, devlet, sahip olduğu egemenliği kullanırken, tarihin her döneminde hem kendi halkının hem de devletler topluluğunun verdiği bir meşruiyete yaslanma gereği hissetmiştir. Bu meşruiyetin yaslandığı ögeler, bir dönem monarşi olurken, bir sonraki dönem toprak ya da ulus olabilir. Bu anlamda, örneğin insan haklarının uluslararası hukukun konusu olması, egemenliği tehdit eden bir süreç olmaktan ziyade, onun geçirdiği dönüşüme işaret etmektedir.34 Krasner ―geçmişte egemenliğin mutlak olmadığı‖ görüşü konusunda Barkin‘le hemfikirdir. O‘na göre, Westphalia sistemiyle oluşan uluslararası düzen ve onun kutsadığı eşit ve egemen devletler düzeneği, sanıldığının aksine, devletlere mutlak bir iktidar ve dolayısıyla, egemenlik bağışlamış değildir. 17. yüzyıldan itibaren devletler çeşitli anlaşmalar, sözleşmeler, ya da güçlü devletlerden gelen tehdit veya dayatmalar yoluyla egemenliklerinin bir kısmından feragat etmişlerdir. Zaten böyle olmasaydı, uluslararası düzen daha kaotik hale gelir ve daha fazla savaş olurdu.35 Her iki görüş de tarihî gerçeklere uygun düşmektedir. Ne var ki, hem Barkin hem de Krasner, yöneten-yönetilen ilişkisinin 20. yüzyılın ortalarına kadar bugünkünden farklı olarak yalnızca bir iç siyasal/hukuksal süreç olduğu ve öncelikli olarak güce dayandığı gerçeğini görmezlikten gelmektedir. Gerçekten de, geçmişte, devletin uluslararası hukuk anlamındaki meşruiyetinin aslî ölçüsü ―belli bir toprak parçası üzerinde etkili bir yönetim kurmasıydı.‖ Devlet ile tebaası ya da vatandaşları arasındaki ilişki yalnızca bir ‗iç hukuk‘ ilişkisi idi. Bugün ise durum değişmiştir, çünkü devletin meşru sayılmasının en önemli koşulu demokratik bir yönetime sahip olmak ve başta insan hakları olmak üzere, belli değer ve ilkeleri gözetmektir. O halde günümüzde devlet iktidarının ne şekilde ve hangi amaçla kullanıldığı meselesi, egemenlikle ilgili tartışmaların merkezinde yer almaktadır.36 Egemenlik, geçmişte, bir devletin, başka bir devletin izni olmaksızın, kendi ülkesindeki kişilere, eşyalara ve olaylara ilişkin olarak serbestçe yetki kullanabilmesini ifade etmekteydi. Buna göre, bir devlet başka bir devletin ülkesinde yetki sahibi olamamaktaydı. Burada sözü edilen hak ve yetkilere sahip olmayan siyasî birimler ise ‗devlet‘ olarak kabul edilmemekteydi.37 Bugünse egemenlik geleneksel anlamından farklı bir noktaya doğru evrilmektedir. Bugün devletler 66 Journal 66 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 kendi iradeleriyle pek çok yetkilerinin sınırlanmasına cevaz vermektedir. Bu sınırlamalar devletin ‗devlet‘ olma niteliğini ortadan kaldırıyor değildir. Devletler, sahip oldukları yetkilerdeki önemli aşınmalara rağmen, uluslararası hukukun ‗egemen‘ aktörleri olarak hayatiyetlerini sürdürmeye devam etmektedirler.38 Küreselleşmenin nüfuz ettiği coğrafyaların daha da genişlediği 21. yüzyıla girmiş bulunduğumuz şu dönemde bile, devletin ülkeselliği ve egemenliği ilkeleri uluslararası siyasî sistemin en başat özellikleri olmaya devam etmektedir. Ne var ki, devletlerin, en başta, uluslararası örgütler içinde müşterek bir faaliyet ve işbirliği içinde olmaları, onları kendi kabukları içinde yaşayan birimler olmaktan çıkarmıştır. Devletler bugün uluslararası ilişkiler alanındaki tek aktör olmaktan çıkmışlardır. Başka bir deyişle, devletler başka aktörlerle yetki paylaşımını içlerine sindirmek zorunda kalmışlardır. Bu yetki aktarımı çok karmaşık bir süreç izlemekte olup, farklı düzeylerde birbirinden farklı güç merkezlerine kaymaktadır. Daha da ötesi, bu merkezlerin bazıları kamu otoritesini temsil etmemektedir. Aslında günümüzde ―kamusal ve özel kurumları, Devlet ile Sivil Toplumu, ulusal olanla uluslararası olanı birbirinden ayırmak giderek güçleşmektedir.‖39 Yukarıda sözü edilen yetki aktarımının muhatabı olan devlet-dışı aktörler, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de faaliyette bulunuyor olabilirler. Bugün meselâ devletlerin dış politikasında dışişleri bakanlıklarının sahip olduğu tekel giderek kırılmaktadır. Devletlerarasında geçmişte olduğu gibi sadece eşgüdüm sağlama işleviyle donatılmayan, bunun yanında işbirliğini de esas alan uluslararası hukuk, bugün aynı zamanda ulusal düzeydeki pek çok hukukî ilişkiyi de düzenlemektedir. Bu da, başta hükümet ve bakanlıklar olmak üzere, pek çok idari birimin de kendi görev alanlarıyla ilgili uluslararası anlaşmalar imzalamasına ve diğer faaliyetlere girişmesine imkân sağlamaktadır.40 Küreselleşmeyle birlikte ulus-devletler geleneksel olarak sahip oldukları yetkileri önemli ölçüde kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmışlardır. Mustafa Erdoğan bu durumu şu sözlerle ifade etmektedir: ―Modern devletin son iki yüzyıldaki başarısının, esas olarak, onun iktisadi refahı artırma, fiziki güvenliği idame ettirme ve yurttaşlarına özgü (distinctive) bir kültürel kimlik kazandırma kabiliyetine dayandığı düşünülüyordu. Ne var ki, küreselleşmenin dinamikleri ve yeni küresel güçler devletlerin bu geleneksel kapasitesini önemli ölçüde zaafa uğratmaktadır.‖41 İlk bakışta birbirine karşıt gibi görünen, ancak her ikisi de küreselleşmeyle doğrudan irtibatlı olan şu iki olgunun ulus-devletlerin geleneksel hâkimiyet alanlarını özellikle tehdit ettiğini vurgulamak gerekir: iktisadi sahadaki uluslarüstü entegrasyon süreci, ve küçük ölçekli ülke-içi ekonomik merkezlerin yaygınlaşması. Her iki süreç de bugüne dek uluslararası siyasî alanın yeniden düzenlenmesini gerektirdiği gibi, bundan sonra da benzer süreçlerin devam edeceğini kestirmek zor değildir.42 Bu entegrasyon sürecinin belki de en ilginç ve başarılı örneği Avrupa Birliği‘dir. 67 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk Avrupa Birliği gibi uluslarüstü bir örgütün üyesi olan devletler, ticaret ve muhaceret gibi pek çok hayatî konuda yetkilerini bu örgütün yetkili organlarına aktarmış bulunmaktadır. Avrupa Birliği‘nce kabul edilen anlaşmalar, tüzükler, yönetmelikler ve kararlar hiyerarşik sıralamada ulusal mevzuatların üzerinde yer alırken, Avrupa Birliği Adalet Divanı‘nın aldığı kararlar hem üye devletleri, hem de onların vatandaşlarını bağlamaktadır. Birliğe üye devletler, bu tür bir egemenlik aktarımında bulunurken, ―refah, güvenlik ve insan hakları‖ gibi kamusal yararı belirgin olan konularda, devletin bağımsız hareket etmesinin – çıkarları açısından- akılcı olmadığı noktasında buluşmuşlardır.43 Orta ve Doğu Avrupa‘daki eski sosyalist blok ülkelerinin, 1990‘lı yılların başlarından itibaren Avrupa Konseyi‘ne, Avrupa Birliği‘ne ve NATO‘ya üyelik için başvuruda bulunmaları o nedenle şaşırtıcı değildir. Bu devletler, uzun yıllardan sonra ilk defa gerçek anlamda ellerine geçirdikleri egemenliğin ‗keyfini sürmek‘ yerine, bu yetkilerinin önemli bir bölümünü yukarıdaki örgütlere aktarmışlardır. Aşağıda görüleceği üzre, küreselleşmenin insan hakları ve uluslararası hukuk boyutuna pek de sıcak bakmayan ABD bile, aynı dönemde, çeşitli bölgesel ekonomik örgütlere ve Dünya Ticaret Örgütüne taraf olmuştur.44 Uluslararası hukukun devletlerin iç işlerine giderek daha fazla müdahil olması, aynı zamanda ulusal hukukları birbirine yaklaştırmaktadır. Uluslararası anlaşmaların gereği olarak, taraf devletler ulusal mevzuatlarını uluslararası hukuk kurallarıyla uyumlu hale getirmektedir. Bu durum, pek çok önemli hususta, ulusal mevzuatlar arasında belli bir standartlaşmaya gidilmesine yol açmıştır. Bu hususlardan bazıları şunlardır: dış ticaret düzenlemeleri, uluslararası bankacılık, para aklama, telif hakları, uluslararası şirketler, internet yoluyla haberleşme. Oysa bu konular geleneksel olarak özel hukuk alanına girmekteydi.45 Benzer bir durum, 1990‘lı yılların sonlarında anayasada yapılan bir düzenleme ile ‗tahkim‘i uluslararası alana aktaran Türkiye için de geçerlidir. Mustafa Erdoğan‘ın vurguladığı gibi, ―eskiden esas itibariyle bir özel hukuk kurumu olarak görülen ‗tahkim‘ küreselleşmeyle birlikte hem yaygınlaşmakta hem de artık ulusal ve uluslararası alanda bir kamu hukuku çözümü niteliği kazanmaktadır.‖46 Bütün bu gelişmelerin anlamı açıktır: ―küreselleşme süreci, uluslararası kamu hukuku yanında ulusal ve uluslararası özel hukuku da yeniden biçimlendirmektedir.‖47 Böylece, uluslararası hukuk ile ulusal hukuk arasındaki ayrım giderek anlamını yitirmektedir. Uluslararası hukuk kurallarının iç hukuka üstünlüğü görüşünü benimseyen ‗monist‘ yaklaşım, günümüzde devletler tarafından yaygın bir kabul görmeye başlamıştır. Başka bir deyişle, devletlerin çoğunluğunun geleneksel olarak benimsedikleri ve uluslararası hukuk ile iç hukuku birbirinden ayrı ve birbirinin eşiti olarak gören egemenlik-merkezli ‗dualist‘ yaklaşım, bugün önceliğini ve ağırlığını yitirmeye başlamıştır. Bu durum, uluslararası hukukun iç hukukta doğrudan geçerli olabilmesine artan ölçüde imkân vermektedir. Bütün bunlarla ilintili olarak, devletlerin, taraf oldukları uluslararası anlaşmaların bazı hükümlerine (ki bu hükümler genellikle hayatî önem taşır) iç hukuk gerekçeleriyle ya da ulusal çıkar kaygılarıyla ‗çekince‘ koyabilmelerinin eskisine oranla 68 Journal 68 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 zorlaştığını da vurgulamak gerekir.48 Öte yandan, bir taraftan uluslararası örgütlerin etkinliğinin artması, bir yandan da insan haklarının uluslararası düzeyde koruma altına alınması, tüm devletlerin egemenliğini şu ya da bu düzeyde sınırlamaktadır. O nedenle, ―devletlerin egemen eşitliği‖ ilkesi bugün ―aynı ölçüde azalan egemenlik‖ ilkesine dönüşmüştür.49 Bugün eskiden olduğundan çok daha fazla, devletin egemenlik iddiasının en önemli dayanağı, halk desteğidir. Cynthia Weber‘e göre, devlet, halkı siyasî ve simgesel olarak temsil ettiği iddiasının içini dolduramadığı takdirde, halkı temsil kabiliyeti zaafiyet gösterecektir. Hatta bu durum, devletin zamanla egemenliğini yitirmesiyle neticelenebilecektir.50 Devletlerin meşruiyet sağlamak için belli kurumlar ihdas etmeleri ve bunlara yaslanmak zorunda olmaları, aslında onların iç politikada sahip olması beklenen nihai yetkiyi sınırlamaktadır. Bu tür sınırlamalar yoluyla, devlet egemenliğinin günümüzdeki oluşum şartları içinde ‗insan hakları‘ önemli bir yer tutmaktadır.51 Bu çatışmaya rağmen, insan hakları uluslararası hukukun âdeta paradigmatik bir yenilenme içine girmesini sağlamıştır. 1990‘ların konjonktürel gerçekleri de bu sürece ivme kazandırmıştır. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği 1990‘lı yılların başlarında dağılmış ve böylece ABD ve müttefikleri Soğuk Savaş‘tan muzaffer çıkmışlardır. Piyasa ekonomisine dayanan liberal demokratik rejimlerin Soğuk Savaş‘tan muzaffer çıkması ve başta ABD olmak üzere Batılı devletler grubunun uluslararası ilişkilerde tek hâkim güç haline gelmeleri nedeniyle, 1990‘lı yılların başlarından itibaren Batılı-olmayan devletlerin uluslararası toplumun gözündeki meşruiyeti, özellikle insan hakları ve demokrasi alanındaki performansına bağlanmıştır. 1993 Kopenhag Zirvesinde kabul edilen Kopenhag Kriterlerine göre, Avrupa Birliği‘ne üyelik şartları içinde demokrasi, hukuk devleti, ve insan hakları gibi kurum ve kuralların güvence altına alınmış olması özel bir önem taşımaktadır.52 ‗Devletlerin tanınması‘ konusunda da 1990‘lı yılların başlarında, Avrupa Birliği‘nin öncülük ettiği ve ‗meşruiyet‘, ‗insan hakları‘, ‗demokrasi‘ ve ‗uluslararası hukuka saygı‘yla ilişkili yeni kıstaslar geliştirilmiştir. Bu süreç ilkin, Soğuk Savaş sonrasında Avrupa kıtasında yeni kurulan devletlerin tanınabilmesi için Avrupa Birliği‘nin kendisine esas alacağını ifade ettiği ilkeler manzumesini kabul etmesiyle birlikte başlamıştır.53 Yugoslavya‘nın ve Sovyetler Birliği‘nin dağılmasından sonra kurulan yeni devletlerin tanınması için o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu‘nun öne sürdüğü şartlar şunlardı: bağımsızlık ilânının ‗halkların kendi kaderlerini tayin hakkı‘ ilkesi temelinde gerçekleşmiş olması; demokrasi ve insan haklarının güvence altına alınması; azınlık haklarına saygı; uluslararası sınırlara saygı; komşu devletlerle olan ihtilafların barışçı yollarla çözümüne ilişkin sağlam taahhütler. Keohane‘e göre, günümüzde devletler arasındaki kompleks karşılıklıbağımlılık olgusu dikkate alındığında, egemenliğin devletlerce iki türlü kullanılabileceği söylenebilir: devletler ya egemenliklerini ‗hukukî‘ bir yetki olarak diğer devletlerin çıkarlarını dikkate almadan kullanacaktır, ya da yetkilerinin bir kısmını diğer devletlere aktarıp, bu yolla onların politikalarını etkilemeye çalı69 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk şacaktır. Keohane bu ikinci durumda devletlerin daha kazançlı çıkacağını düşünmektedir.54 Birinci seçeneğin tercih edilmesi, yani egemenliğin diğer devletlerin çıkarları dikkate alınmadan kullanılması halinde, devletin uluslararası toplumdan dışlanması ve etkinlik kaybına uğraması beklenebilir. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, komşularıyla hiçbir şekilde diyalog kurmayan bir aile, herhalde ‗kötü komşu‘ sayılacaktır. Benzer şekilde, uluslararası topluma yetki aktarımında bulunmayı reddeden bir devlet, uluslararası hukuk normlarını hiçe saydığı ve hatta onları ihlâl etmekten çekinmediği suçlamasıyla karşı karşıya kalabilecektir. Daha önce de kısmen değinildiği gibi, günümüzde vahim düzeyde insan hakları ihlâllerinde bulunan devletler, uluslararası toplumun askerî müdahale tehdidine maruz kalabileceklerini düşünmek durumundadır. Oysa böyle bir yaklaşım 1980‘lı yıllarda tahayyül bile edilemezdi.55 1990‘lı yılların ilk yarısında Irak‘a ve Haiti‘ye56 yönelik olarak alınan Güvenlik Konseyi kararları, askerî darbe sonrasında Nijerya‘nın İngiliz Uluslar Topluluğu‘ndan atılması, Çin‘in Dünya Ticaret Örgütü üyeliğiyle bu ülkedeki insan hakları ihlâlleri arasında irtibat kurulması, ve yine uluslararası toplumun Latin Amerika, Asya ve Afrika gibi kıtalardaki iç savaşlara, katliamlara ve soykırım girişimlerine giderek daha fazla müdahil olması, bu süreçte karşımıza çıkan ve egemenlik üzerinde yeniden düşünmemizi gerektiren ilginç gelişmelerdir.57 ‗Devletin egemenliğini‘ ve ‗devletin içişlerine karışılmasının yasaklanması‘ ilkelerine belki de en fazla vurgu yapan güneydoğu Asya‘da bile, bu hususta son yıllarda bazı ilginç gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin, 1997 yılında Hun Sen liderliğinde Kamboçya‘da gerçekleşen askerî darbeye karşı tepkisini göstermek için, Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği, bu ülkenin örgüte üyeliğini daha geç bir tarihe kaydırma kararı almıştır. Bütün bu gelişmeler, insan hakları ilkesinin, devletlerin meşruiyetinin dayandığı en önemli temellerden birisi haline geldiğini ve uluslararası ilişkiler söylemi içinde giderek ağırlık kazandığını göstermektedir. Bu durum tabiidir ki devletlerce gözardı edilememektedir.58 Pek çok devlet, haklı olarak, Güvenlik Konseyi‘ndeki mekanizmaların subjektif ve manipülatif olduğunu ve emperyal amaçlarla suistimal edilmekte olduğunu iddia edebilir. Ne var ki, bu durum, belli insanî değerlerin her şart altında devletlerce güvence altına alınması ve bu değerlerin ayaklar altına alınması halinde uluslararası toplumun harekete geçmesi gerektiği fikrinin uluslararası toplumun üyelerinin büyük çoğunluğunca benimsendiği gerçeğini değiştirmemektedir. PİYASA DEMOKRASİSİ: ‘ÖZERK’ DEVLETTEN ‘UYSAL’ DEVLETE Devletin egemenlik yitiminin ardındaki en önemli unsurlarından birisi de, piyasa ekonomisinin hem ulusal hem de küresel ölçekte yaygınlaşmasıdır. Strange‘e göre, devletler bir zamanlar piyasalar üzerinde hâkim konumda iken, bugün tam tersi bir süreç izlenmektedir. Devletler, giderek budanan yetkilerini hem yerel ve bölgesel düzeydeki başka kurum ve organlarla, hem de uluslararası düzeyde faaliyet gösteren örgütler ve kurumlarla paylaşmak durumunda kal70 Journal 70 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 mışlardır. Güçlü olsun zayıf olsun tüm devletlerin sahip olduğu yetkiler bir yandan teknolojik ve malî konularda kaydedilen gelişmeler, bir yandan da ulusal ekonomilerin küresel düzeydeki piyasa ekonomisine eklemlenmeleri nedeniyle ciddi bir aşınmaya uğramıştır. Buna göre, devletlerin, toprakları üzerindeki ekonomik hayata düzen verme kapasitesi, piyasa ekonomisinin küresel düzeydeki hâkimiyeti nedeniyle sınırlanmıştır. Bu yüzden de hem uluslararası alanda bir yönetim boşluğu doğmuş, hem de güçlü ve zayıf devletlerarasındaki mesafe daha da açılmıştır.59 Devletin, egemenliğini tartışmasız bir biçimde kullanabildiği alanlar ise, bundan böyle büyük bir olasılıkla ‗savunma‘, ‗iç güvenlik‘ ve kısmen de ‗eğitim‘ konularıyla sınırlı olacaktır. (Burada sadece belli bir gidişata dikkat çekilmekte, öznel bir değerlendirme yapılmamaktadır) Gelecekte, devlet belki de yalnızca ‗küresel yönetişim‘in (aşağıda incelenmektedir) öngördüğü ‗piyasa demokrasisi‘ içinde ortaya çıkabilecek olan arazları düzeltme ve çeşitli özel ve özerk kurumlar arasında eşgüdüm sağlama görevini üstlenecektir. Bugün oluşmakta olan ‗yeni‘ hukukun temel dinamikleri, bir yandan dünya ticaretinin, bir yandan da uluslararası finans ve sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılmasına ya da hafifletilmesine yönelik çabalarda aranmalıdır. Bu süreçte devlet bir bakıma ‗araçsallaşmaktadır‘; başka bir deyişle, piyasa demokrasisini benimseyerek uluslararası sermayenin ve ticaretin yayılmasını kolaylaştırdığı ölçüde ‗işlevsel‘ ve ‗değerli‘ kabul edilecektir. Bugün birçok devlet, varlıklarını idame ettirmek ya da başta ABD olmak üzere uluslararası sistemde başat rol oynayan Batılı devletlerce ‗haydut devlet‘ olarak damgalanmamak için, bu tür sınırlamaları kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu kısır döngünün özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde ne tür bir meşruiyet krizine yol açabileceği ise büyük bir muammadır. Uluslararası hukukun küreselleşmesi sürecinde en tehlikeli olan husus da işte budur. Bu çalışmada uluslararası hukukun hızla küreselleştiği vurgulanmıştır. Giderek küreselleşen ve devletin geleneksel yetki alanlarını budayan bu sürecin, hem insan hakları ve demokrasi alanında, hem de kuvvet kullanım yasağı alanında, dünyaya daha fazla huzur, barış, refah, adâlet ve özgürlük getirmesi en azından kuramsal olarak beklenebilir. Ne var ki, küreselleşme aynı zamanda başta ABD olmak üzere, kendilerine uluslararası sistem içinde emperyal bir rol biçen bazı devletlerin elini güçlendiren ve onların bu tür politikalarına yasallık kılıfı sağlayan bir işlev de yükümlenmektedir. ‘Küresel yönetişim’ kavramı etrafından şekillenen tartışmalar, emperyal hedefleri olan devletlerin hangi tür kurum ve kavramlarla küreselleşmeyi kendi çıkarlarına manipüle etmek istediklerini anlamamızı kolaylaştırmaktadır. Küresel yönetişim, uluslararası hukuk sistemi içinde devletlerle birlikte uluslararası örgütlerin, şirketlerin, hükümet-dışı sivil toplum örgütlerinin ve hatta, belli durumlarda, bireylerin de uluslararası ilişkilerde etkin rol oynayabileceğini varsayar. Küresel yönetişim bir yandan uluslararası hukukun ve BM örgütünün, bir yandan da IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi ticarî ve malî konularda uzmanlaşmış örgütlerin karşılıklı etkileşimi sonucu oluşan rejimin ve onun dayandığı ‗serbest rekabet‘ ve ‗açıklık‘ gibi 71 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk ilkelerin küresel düzeyde yaygınlaşmasına devletlerin de aktif katılımını öngörür.60 Bugün 100‘ün üzerinde ülke IMF‘den dış borç alabilmek için bu örgüt tarafından belirlenen ‗yapısal uyum programı‘nı uygulamaktadır. Ekonomide liberalleşmeyi öngören bu tür programlar ya uluslararası sözleşmeler ya da iç hukukta kabul edilen mevzuat yoluyla hayata geçirilmektedir. Bu tür yapısal uyum programlarının muhatabı olan ülkelerden birisi de Türkiye‘dir. Türkiye hem Dünya Ticaret Örgütü‘ndeki üyeliğinin hem de Avrupa Birliği (AB) ile 1995 yılında imzalamış olduğu gümrük birliği anlaşmasının gereği olarak, ‗liberal‘ sayılabilecek bir dış ticaret politikası uygulamakta, serbest rekabete engel teşkil ettiği düşünülen devletçi politikaları terketmekte, yabancı yatırımcıların arzu ettiği hukuksal değişiklikleri yapmakta ve kamu iktisadi teşebbüslerini hızla özelleştirmektedir. On beşin üzerindeki ‗Derviş kanunları‘ 2002 yılında bu amaçla çıkarılmıştır. Bu politikalar neticesinde tarım ürünlerinde taban fiyat uygulamasına kısmen, belli sektörlerde devletin sağladığı sübvansiyonlara ise tamamen son verilmiştir. Hükümet aynı zamanda anti-enflasyonist iktisadî politikalar uygulama zaruretiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Türkiye‘nin ve pek çok başka ‗gelişmekte olan‘ ülkenin uygulamaya icbar edildiği bu türden ekonomik politikalar, liberal iktisadi yapıyı ‗koruma ve kollama‘ işleviyle donatılan özerk kurumlar, ve bunları güvence altına alan yasal mevzuat, bizi ‗piyasa demokrasisi‘ adını verebileceğimiz bir modele götürmektedir. Bu modelin başlıca unsurları şunlardır: — Özelleştirmeler yoluyla devletin denetiminde olan ekonomi-politik alan daralır — Sosyal programlar önemli ölçüde rafa kaldırılır — Sermaye belli ülkelere, bölgelere ya da şehirlere akar — Uluslararası tahkim nedeniyle, ulusal yargı, yabancı yatırımcılara karşı etki gücünü yitirir — Özellikle gelişmekte olan ülke ekonomileri, uluslararası kapitalist yapılanmaya eklemlenmekte oluşları nedeniyle, dış kaynaklı ekonomik ve siyasî krizlere karşı kendilerini savunma zaafına düşerler ‗İnsanî‘ boyutunun ihmal edilmesi halinde, küreselleşme hem ülkeler arasındaki hem de ülkelerin kendi içlerindeki gelir adaletsizliğini daha da derinleştirebilecektir.61 O nedenle, bazen güçlü ve etkin çalışan bir devletin varlığı, insan hakları ilkelerinin en iyi şekilde hayata geçirilebilmesinin ön şartı olabilmektedir. Bu durum en başta ekonomik ve sosyal haklar için geçerlidir. Bölgesel gelir farkları belirgin olan ve bünyesinde pek çok etnik grubu barındıran ülkelerde, devletin ‗düzenleyici‘ ve ‗kaynak aktarıcı‘ olarak faaliyette bulunması büyük önem taşımaktadır. Benzer şekilde, güçlü devletler, küreselleşmenin halkın çeşitli kesimleri arasında yol açabileceği ekonomik ve sosyal krizlerin etkisini azaltabilecek araçlara daha fazla sahiptir.62 SONUÇ Küreselleşmeyle birlikte ulus-devletlerin işlevini yitireceği iddiası gerçekçi görünmemektedir. ‗Ulus‘-devlet biçiminde örgütlenmiş olsun veya olmasın, en 72 Journal 72 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 azından kısa ve orta vadede, devletlerin uluslararası hukukun en önemli aktörleri olarak varlıklarını idame ettirecekleri söylenebilir. Ne var ki, siyasî otoritenin ‗geleneksel‘ kullanım biçiminin önemli bir dönüşüme uğradığı da bir gerçektir.63 Devletin doğrudan kendi düzenleme ve/veya denetleme alanı içinde tuttuğu konular ve faaliyetler sınırlanırken, devlet, bireylerin, sivil toplum örgütlerinin ve şirketlerin faaliyet alanlarına müdahale etmekte zorlanmaktadır. Bugün devletin halk üzerinde sahip olduğu egemen yetkilerin dayanağı, yalnızca halkın can ve mal güvenliğini olası tehditlere karşı koruma kapasitesini ifade eden askerî, siyasî ve hukuksal yaptırım gücü değildir. Devletin sahip olduğu ve giderek sınırlanan hâkimiyetinin dayanağı, belki ondan da fazla, bir yandan kurumlar arasında eşgüdüm sağlama yeteneği ve etkin bir yönetişim sistemi kurma becerisinde, bir yandan da hukuka uygun davranma iradesi gösterme, bireylerin ve toplumsal grupların hak ve özgürlüklerine yönelik tehditleri bertaraf etme ve son olarak, toplumun taleplerini siyasî sisteme taşıma kapasitesinde, yani halkın gözündeki meşruiyetinde aranmalıdır. Ne var ki, demokrasi yoluyla halk iradesinin siyasî sisteme bire bir yansıması bile, -devletin bütün uyrukları anlamındabir halkın ‗kendi kaderini tayin hakkı‘nın hayata geçirilmesini güvence altına alamamaktadır. Küresel örgütlerin ve mekanizmaların da ‗demokratik‘ hale getirilmesi gerekir, çünkü devletler ―birçok iç ve dış meselede global toplumun bağlayıcı norm ve standartlarını kabul etmek‖ mecburiyeti ile karşı karşıya kalmışlardır.64 Yakın geçmişin tecrübelerine bakıldığında, bu hususta iyimser olmak güç görünmektedir. Rahatlıkla şu iddia edilebilir: küreselleşme çoğu zaman, gelişmeleri kendi çıkarlarına göre yönlendirebilen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler ve ABD gibi devletlerce (bu örgütler ve ABD aslında çoğu zaman birlikte hareket etmektedir) suistimal edilmektedir. Buradaki paradoks odur ki, demokratikleşme, açık toplum, şeffaflık, hesap verilebilirlik gibi demokratik teorinin bugün hususen öncelediği bazı kavram, kurum ve ilkeler, ‗küresel yönetişim‘ başlığı altında sürekli vurgulandığı halde, bunun ‗halkın kendi kaderini tayin hakkı‘nı önemli ölçüde aşındıran bir ‗piyasa demokrasisi‘ olduğunu da unutmamak gerekir. Bu tür demokrasi modeline ‗sanal demokrasi‘ ya da ‗simülatif demokrasi‘ demek mümkündür. Bunun zıddı olan ve tabandan tavana yayılan ve halkın kendi iradesiyle kendi siyasî geleceğini belirlediği demokrasi modeline de ‗reel demokrasi‘ demek mümkündür. Bu ‗demokrasiler‘, Richard Falk‘un belirttiği gibi, ―dünya halkları için insanî yönetişim arayışına kendilerini adayanların ana gayesi‖ olan ―küresel demokrasi ümidini‖ beraberce yeşertebileceklerdir.65 * Yrd. Doç.Dr. Fatih üniversitesi Uluslararası İlişkiler Böl. 1 Ivan Simonovic, ―From Sovereign Equality to Equally Reduced Sovereignty‖, The Fletcher Forum of World Affairs, Cilt 24, sy. 2, Sonbahar 2000, s.165 73 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk 2 Ramazan Kılınç, ―Küreselleşmeyi İnşa Etmek: Egemenliğin Dönüşümü Olarak Küreselleşme‖, Liberal Düşünce, sy.25-26, Kış-Bahar 2002, s.27-28 3 Aslan Gündüz, ―Globalleşmenin Hukuki Boyutları‖, Liberal Düşünce, sy.25-26, KışBahar 2002, s.42 4 ―Yeni‖ uluslararası hukukun esasını oluşturan başlıca kavramlar ve ilkeler için bk. Antonio Cassese, International Law in a Divided World, Oxford, Clarendon Press, 1986; David Held, ―International Law‖, The Global Transformations Reader, (ed. David Held - Anthony McGrew), Cambridge, Polity Press, 2000, s. 167-171 5 Mustafa Erdoğan, ―Küreselleşme, Hukuk ve Türkiye‖, Liberal Düşünce, sy.25-26, KışBahar 2002, s.56 6 Note by the President of the Security Council, S/23500, 31 Ocak 1992. 7 5 Nisan 1991, Resolutions and Decisions of the Security Council, 1991, Security Council Official Records, S/INF/50. 8 Çevre sorunları çözümüne ilişkin uluslararası mekanizmaların egemenliği nasıl dönüştürdüğü konusu için, bk. Ken Conca, ―Rethinking the Ecology-Sovereignty Debate‖, Millennium: Journal of International Studies, Cilt:23, sy. 3, 1994, s.701-711 9 Bu bölümün hazırlanması sırasında Aslan Gündüz‘ün ―Globalleşme‘nin Hukuki Boyutları‖ (Liberal Düşünce, sy.25-26, 2002, s.53-65) başlıklı çalışmasından önemli ölçüde yararlanılmıştır. Bk. dipnot 3. 10 Peter Malanczuk, Akehurst‟s Modern Introduction to International Law, London, Routledge, 1997, s.118 11 Charter of the Nuremberg International Military Tribunal, 8 Ağustos 1945, http://www.derechos.org/nizkor/nuremberg/judgment/ncharter.html 12 Malanczuk, a.g.e., s.356. ‗Savaş suçları‘ ile ‗insanlığa karşı suçları‘ kıyaslayan bir çalışma için, bk. Michaela Frulli, ―Are Crimes against Humanity More Serious than War Crimes?‖, European Journal of International Law, Cilt: 12, sy. 2, s.329-350 13 Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide, 1948, Ian Brownlie, (derl.), Basic Documents on Human Rights, Oxford, Clarendon Press, 1992, s. 31-35 14 ‗İnsanlığa karşı suç‘ kapsamına giren ve bu yönüyle ‗uluslararası suç‘ teşkil eden fiillerin etkin bir şekilde cezalandırılma imkânlarını ve bunun önündeki başlıca hukuksal engelleri inceleyen bir çalışma için, bk. Theodor Meron, ―International Criminalization of Internal Atrocities‖, The American Journal of International Law, Cilt: 89, 1995, s.554-577 15 Antonio Cassese, Human Rights in a Changing World, Cambridge, Polity Press, 1994, s.78-79 16 Malanczuk, a.g.e., s.354 17 Malanzcuk, a.g.e., s.342-346. Bu tür fiilleri önlemek amacıyla bugüne kadar pek çok uluslararası sözleşme yapılmıştır : Kara ve deniz savaşıyla ilgili savaş hukuku kurallarını da içeren 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri; gazların ve bakterilerin savaşta kullanımını 74 Journal 74 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 yasaklayan 1925 tarihli Cenevre Protokolü; sivillere, yaralılara ve savaş tutsaklarına ilişkin 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve onlara ekli 1977 tarihli iki protokol; 1954 yılında Lahey‘de imzalanan ve savaş sırasında kültürel varlıkların zarar görmesini önlemeyi amaçlayan sözleşme ve protokol; biyolojik silahların ve zehirli gazların kullanımını yasaklayan 1972 tarihli sözleşme; çevresel değişikliği amaçlayan teknolojilerin askerî amaçla kullanımını yasaklayan 1977 tarihli sözleşme; büyük acılara yol açan napalm gibi yangın bombalarının, kara mayınlarının ve bubi tuzağı gibi savaş teknolojilerinin kullanımını yasaklayan 1980 tarihli sözleşme ve üç protokol; kimyasal silahların kullanımını yasaklayan 1993 tarihli bir sözleşme. 18 Malanzcuk, a.g.e., s.353. Nijerya‘da bir mahkeme, 1968‘de, Biafra‘lı bir mahkûmu öldürdüğü gerekçesiyle, Nijerya‘lı bir subaya ölüm cezası vermiştir. Vietnam savaşı sırasında savaş suçu işlediğinden kuşkulanılan bir Amerikan vatandaşı ise 1971 yılında ABD‘deki bir mahkemede yargılanmıştır. 19 Malanzcuk, a.g.e., s.353-354 20 Convention against Torture and Other Cruel, Inhuman and Degrading Treatment or Punishment, BM Genel Kurul Kararı 39/46, 10 Aralık 1984, http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/h_cat39.htm. 21 Cassese, a.g.e., 1994, s.93-94. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin işkence suçlarına ve benzer nitelikteki diğer suçlara ilişkin içtihadının yararlı bir özeti için, bk. a.g.e., s.95-101 22 United Kingdom State Immunity Act, 1978, D. J. Harris, Cases and Materials on International Law, Londra, Sweet - Maxwell, 1983, s.247-251 23 Keith Fisher, ―A Bad Case of Pinochet‖, keith@flyingfish.org.uk, Aralık 1998. 24 Ne var ki, İngiliz hükümeti Pinochet‘nin çok yaşlı olduğu gerekçesiyle Şili‘ye dönüşüne izin vermiştir. 25 International Covenant on Civil and Political Rights, karar sayısı: 2200 A, Yearbook of the United Nations, 1966, s.423-432 26 Fisher, a.g.e. 27 Pinochet davasının usûl ve esasına ilişkin aydınlatıcı bir dizi çalışma için, bk. The American Journal of International Law, Cilt: 93, 1999, 690-711; Michael Byers, ―The Law and Politics of the Pinochet Case‖, Duke Journal of Comparative and International Law, Cilt: 10, 2000, s. 415-441 28 Mahmood Monshipouri - Claude E. Welch, ―The Search for International Human Rights and Justice: Coming to Terms with the New Global Realities‖, Human Rights Quarterly, Cilt: 23, 2001, s.399. Vahim düzeydeki insan hakları ihlalleri durumunda ―evrensellik‖ ilkesi çerçevesinde uluslararası mahkemelere aktarılabilecek yargı yetkisi ve devletlerin bu mahkemelerin etkin işleyişini sağlamak için almaları gereken tedbirler konusunda, bk. Menno T. Kamminga, ―Lessons Learned from the Exercise of Universal Jurisdiction in Respect of Gross Human Rights Offenses‖, Human Rights Quarterly, Cilt: 23, 2001, s.940-974 75 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk 29 Uluslararası ceza hukukunun devletlerin barbarca davranışlarını engelleme potansiyeli için, bk. Tom J. Farer, ―Restraining the Barbarians: Can International Criminal Law Help?‖, Human Rights Quarterly, Cilt: 22, 2000, s. 90-117 30 David P. Forsythe, Human Rights in International Relations, Cambridge, Cambridge University Press, 2000, s.22 31 Monshipouri - Welch, a.g.e., s.388 32 Türkiye, Rusya, ABD ve Çin gibi bazı devletler bu anlaşmaya taraf olmamıştır. 33 Uluslararası Ceza Mahkemesi için, bk. Mahnoush H. Arsanjani, ―The Rome Statute of the International Criminal Court‖, The American Journal of International Law, Cilt: 93, 1999, 22-43; Vesselin Popovski, ―International Criminal Court: A Necessary Step Towards Global Justice‖, Security Dialogue, Cilt: 31, sy. 4, 2000, 405-419; Payam Akhavan, ―Beyond Impunity: Can International Criminal Justice Prevent Future Atrocities?‖, The American Journal of International Law, Cilt: 95, 2001, 7-31; Greg R. Vetter, ―Command Responsibility of Non-Military Superiors in the International Criminal Court (ICC)‖, The Yale Journal of International Law, Cilt: 25, sy. 1, 2000, 89-143. 34 J. Samuel Barkin, ―The Evolution of the Constitution of Sovereignty and the Emergence of Human Rights Norms‖, Millennium: Journal of International Studies, Cilt: 27, sy. 2, 1998, 229-252, s.229-230 35 Stephen D. Krasner, ―Compromising Westphalia‖, Held - McGrew, The Global..., 124-135. 36 Held, The Global..., s.169 37 Eli Lauterpacht, ―Sovereignty-Myth or Reality?‖, International Affairs, Cilt: 73, sy. 1, 1997, s.140 38 Lauterpacht, a.g.e., s.149 39 James N. Rosenau, ―Governance in a Globalizing World‖, The Global, a.g.e., Held McGrew, 181-190, s.190. 40 Bleckmann, ―Article 2(1), Equality‖, Bruno Simma (derleyen), The Charter of the United Nations: A Commentary, New York, Oxford University Press, 1994, s.86-87 41 Erdoğan, a.g.e., s.54. Küreselleşmeyle birlikte, bir yandan devletin hareket sahasının daraldığı, bir yandan da milliyetçiliğin zayıflamakta olduğu iddialarına karşı, milliyetçiliğin hâlâ diri ve güçlü olduğunu savunan bir görüş için, bk. Anthony D. Smith, ―Towards a Global Culture?‖, The Global, Held - McGrew, 239-247. 42 Erdoğan, “Küreselleşme...”, s.54-55 43 Forsythe, a.g.e., s.23 44 Forsythe, a.g.e., s.22 45 Erdoğan, a.g.e., s.61 46 Erdoğan, a.g.e., s.61 47 A.g.e. 48 Bleckmann, a.g.e., s.86 49 Simonovic, a.g.e., s.172 76 Journal 76 of Academic Studies Berdal Aral Yıl: 6, Sayı: 24 Şubat - Nisan 2005 50 Cynthia Weber, Simulating Sovereignty: Intervention, the State, and Symbolic Exchange, Cambridge; New York, Cambridge University Press, 1995, s.28 51 Barkin, a.g.e., s.232 52 Copenhagen Summit, 21-22 June 1993, http://europa.eu.int/comm/enlargement/pas/phare/wip/copenhagen.htm 53 Declaration on the `Guidelines on the Recognition of New States in Eastern Europe and in the Soviet Union', 16 Aralık 1991, European Journal of International Law, Cilt: 4, sy. 1, 1993, 72-73 54 Robert O. Keohane, ―Sovereignty in International Society―, The Global..., Held – Mc Grew, a.g.e., 109-123, s.117 55 Barkin, a.g.e., s.247 56 Haiti‘de 1991 yılında yapılan seçimleri Jean-Bertrand Aristide‘in kazanması üzerine, askerler bir darbeyle iktidarı ele geçirmişlerdi. Ne var ki, başta ABD olmak üzere uluslararası toplumun Güvenlik Konseyi kararlarıyla da (1993) teyit edilen kararlılığı sonucunda, darbeciler birkaç yıl sonra iktidarı sivillere terk etmek zorunda kalmışlardır. Soğuk Savaş sırasında da pek çok askerî darbe sivil yönetimleri alaşağı etmiş, ama uluslararası toplum hemen hiçbir zaman askerî müdahalede bulunmamıştı. 57 İkinci Dünya Savaşı sonrasında işlenen soykırımların bir dökümü için, bk. Cassese, a.g.e., 1994, s.79-85 58 Barkin, a.g.e., s.248 59 Susan Strange, ―The Declining Authority of States‖, The Global..., Held - McGrew, a.g.e., 148-155, s.149-154 60 ―Küresel yönetişim‖ kavramı için, bk. James N. Rosenau, ―Governance in a Globalizing World‖, a.g.e., 181-190. 61 Monshipouri - Welch, a.g.e., s.386 62 A.g.e., s.375 63 Erdoğan, a.g.e., s.55 64 Erdoğan, a.g.e., s.57 65 Richard Falk, Yırtıcı Küreselleşme (çev. Ali Çaksu), İstanbul, Küre Yayınları, 2001, s.240 Özet Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk Bu çalışmada, küreselleşmenin, bir yanıyla devletleri sınırlayan bir faktörken, bir yanıyla da onların kendi iradeleriyle inşa ettikleri bir yapı ve süreç olduğu vurgulanmaktadır. Uluslararası hukuk bağlamında küreselleşmenin başlıca göstergeleri şunlardır: uluslararası hukukun muhatabı olan aktörler çeşitlenmiştir; insan hakları, çevre hukuku, uzay hukuku, uluslararası ticaret hukuku, ve uluslararası kalkınma hukuku gibi konular uluslararası hukukun 77 Akademik Araştırmalar Dergisi Egemenlik ve İnsan Hakları Açısından Küreselleşme ve Uluslararası Hukuk kapsama alanına girmiştir; uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanma yasağı, erga omnes bir yükümlülük (uluslararası toplumun bütününe karşı yükümlenilen sorumluluk) haline gelmiştir; ‘uluslararası suç’ kavramı ortaya çıkmıştır; uluslararası mahiyetteki mal ve hizmet ticaretinde uygulanan gümrük duvarları tedrici olarak kaldırılmaktadır. Anahtar Kelimeler: küreselleşme, egemenlik, meşruiye, demokrasi, insan hakları, kollektif haklar Abstract Globalızatıon And Internatıonal Law In The Context Of The Questıons Of Sovereıgnty And Legıtımacy It is asserted in this study that globalization, in one sense, is a factor that restricts states, and, in another, is a structure and process that is constructed by states themselves. Issues such as human rights, environmental law, outer space law, international trade law, and international development law have become matters for international law. The prohibition of the use of force in international relations has become an erga omnes (a duty owed to the entire international community) obligation. The notion of „international crime‟ has evolved as part of international law. The customs barriers imposed by states in respect of international trade in goods and services are being progressively abolished. In the course of globalization, the „traditional‟ way in which political authority is exerted has been transformed. International organizations such as the IMF and the World Trade Organization and certain states enjoy a somewhat privileged position in the global system. A call is needed for an understanding of globalization in its complexity and strategies for avoiding its negative consequences. Key Words: globalization, sovereignty, legitimacy, democracy, human rights, collective rights, international crime 78 Journal 78 of Academic Studies