YENİ TÜRKİYE SÖYLEMİNİ RÖNESANS AKLI ÜZERİNDEN OKUMAK Türk Yurdu Dergisi: Haziran 2017 - Yıl 106 - Sayı 358 Süleyman DÖNMEZ Ç. Ü. İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Felsefe Tarihi Anabilin Dalı Öğretim Üyesi sdonmez@cu.edu.tr Giorgio de Santillana’nın güzel bir kitabı var: “The Age of Adventura: The Renaissance Philosophers.” Giorgio, kitabını 1956’da yazmış. Kitap Türkçeye İbrahim Yıldız ve Aydın Gelmez tarafından “Serüven Çağı Filozofları: Rönesans Filozofları” başlığı altında basıldıktan yarım asır sonra 2006 yılında çevrilmiş. Kitabı ben bu çeviriden okudum. Çok güzel bir dili var. Bu aralar Türkiye’deki gidişatı daha rahat görmek ve çözmek için okunması gereken bir kitap. Giorgio “Serüven Çağı” ile kitabın başlığının açıklama cümlesinden de anlaşıldığı gibi Batı’nın, özellikle, Avrupa’nın düşünce ve felsefe tarihinde önemli bir yeri olan bir dönemi imliyor: Rönesans Dönemini. Yazımızın konusu Rönesans denilen devrin teşrih masasına yatırılarak incelenmesi değildir. O zaman neden Rönesans’ı anlatan bir kitaptan söz ederek başladım yazmaya? Dediğim gibi Giorgion’un kitabı şimdiki Türkiye’yi yorumlamada işe yarayacak nitelikte. Bu nedenle ben de Türk Yurdu dergisinin bu ayki ‘düşünce köşesinde’ öncelikle Giorgio’nun Rönesans denilen devrin öncüsü ve temsilcisi olarak gördüğü bir dizi düşünür ile filozoflar üzerinden yaptığı tespitlere göndermeler yaparak, söz konusu dönemin öncesi olan Batı ortaçağından düşünüş biçimi olarak nasıl ayrıştığına kısaca dikkat çekmek istedim. Ardından da günümüz Türkiye’sinin geldiği kavşak itibariyle düşünce geçişleri bakımından ilginç benzerlikler gösteren birkaç meseleye değinmeye çalışacağım. Başlamadan bir hususa dikkat çekeyim. Elbette nevi şahsına müteallik addedilen bir devrin dünya görüşünü çalkantılı bir devirden geçen günümüz Türkiye’sinin sorunlara yaklaşımı ile karşılaştırmak, ilk etapta okuyana garip gelebilir. Çünkü Rönesans, Aydınlanma gibi bir devre ve bakış açısına mâl olmuş kavramlar, Batı tarihi ve düşüncesinin seyri açısından önemlidir. Bunun bizle –şimdiki Türkiye ile- alakası ne denilebilir. Bizce durum hiç de öyle ilişkilendirilemez durmuyor. Giorgio, Batı adına gerçekleşen uyanışın ve aydınlanmanın niteliğini, ne zaman olduğunu, hangi etkileşimler sonunda vuku bulduğu, gelişim sürecini ve ne tür sonuçlar doğurduğunu akıcı ve can alıcı metinlerle destekleyerek vermiş. Verilen bilgiler ve yapılan yorum, gerçekten takdire şayan. Bizim için de sadece tarihi bilgi vermekten öte yol gösterici. Günümüz Türkiye’sinin gidiş eğrisini kavramak için karşılaştırma yapabileceğimiz bir eser. Rönesans ve aydınlanma kavramları ve sınırladıkları alan, son dönemlerde dikkate değer farklı değişim ve yönelimler ile yeniden ele alınmaktadır. Yaygınlık kazanmış olan Antik Yunan felsefesi ve düşünüşü ile kayıtlanan indirgemeci yaklaşımdan da gittikçe uzaklaşıldığı görülmektedir. Özellikle Batı’nın uyandığı dönemlerde “uyanık” bir İslam-Türk dünyasının olması Batı’nın uyanışı ile aydınlanması sürecindeki Türk etkisi daha güçlü seslerle ilan edilmeye başlanmıştır. Bu durum Türklük ve İslam düşüncesi adına gurur vericidir. Lakin Batı’yı uyandıran Osmanlı Türklüğünün –İslam düşüncesinin- Batı uyanıp aydınlanırken yavaş yavaş uykuya dalması ve karanlığa gömülmese de alaca karanlık gecelere doğru yol alması gözardı edilebilecek bir vakıa değildir. Bizi endişelendiren asıl husus tam da budur. Yeni Türkiye rüyası gördüğümüz şu günlerde özlemli-idealist söylemlerin baskısı altında olanın ve olması gerekenin doğru düzgün çözümlenememesi, bayrağı niçin Batı’ya kaptırdığımız sualinin cevabını boşlukta bırakmaktadır. Yanıtın boşluğa seslenmesi, özelde Türkiye’yi ve Türklüğü genelde ise İslam dünyasını büyük çıkmazlara ve kargaşalarla sürüklemektedir. Enerjimiz çalınmaktadır. Sıkıntılar katmerlenmektedir. Türkiye’de bugün itibariyle kaybettiğimizin ne olduğunu doğru-düzgün tespit edememek en büyük açmazımızdır. Durum böyle olunca, cevabı aranması gereken sorular şunlardır: Batı nasıl bir zihniyete sahipti? Eski Yunan’ın ve Roma’nın yanında Türk aklı Batı düşünüşünü nasıl dönüştürdü? Öte yandan şimdinin İslamcı kafası, yeni Türkiye söylemi ile Batı’yı dönüştüren geçmişteki o parlak düşünüşü yeniden uyandırmak mı istiyor, yoksa Türk aklını, Türklüğü ebedi bir istirahatgâha uğurlamak mı? Giorgio’nun Batı düşünce biçimi adına Rönesans ile ne değiştiği üzerine yaptığı birkaç tespiti bizde gerçekleştirilmek istenen değişim ve düşünüş yollarıyla karşılaştırılınca, Türklük için, değil ileri gidiş, çöküşün mukadder olduğu söylenebilir. Elbet gelecek mutlak anlamda kestirilemez. Öngörülerde belirsizlik her zaman vardır. Ama görünen köy de kılavuz istemez. Her işi yarım yapıp, büyük hatalar işleyip, başımıza geleni takdire veya başkasına bağlamak Eski Türk’ün –Mâtürîdî- aklı değildir. Yeni Türkler, Batı’nın uyanmaya başladığı dönemden itibaren Osmanlı-Türk düşüncesinde siyaseten daha yoğun olarak tercih edilmeye başlanan Arap’ın –Eş’arî- aklıyla yol almak istemektedir. Bu yaklaşım bir noktaya kadar kabul edilebilir. Lakin Eş’arî aklın sıkı bir selefi yoruma tabi tutularak uygulanmak istenmesi Türkiye’yi mukadder bir yıkılışa sürükleyecektir. Yapılması gereken Mâtürîdî aklın Eş’arî akla indirgenmesi değil, tarihi seyre ve düşüncenin gelişimine uygun olarak Eş’arî aklın Mâtürîdî akıl ile düzenlenmesidir. Bu, bütün sosyal bilimcilerin sorumluluğu altında olan bir inşa sürecidir. Gidiş yolu niçin bu yönde olmalıdır? Çünkü tarihi seyir İslam’ın sultanlığının bu tür bir düzenleme ve düzeltmeyle hükümran olduğunu göstermektedir. Tarihin yol göstericiliği ıskalanamaz. Osmanlı Türklüğünün gerilemesinde de ikbal hırsıyla olması gerekenin tersine işletilmiş olması tarihi bir gerçektir. Bugünün yeni Türkiye’si, maalesef Atatürk’ün yeni Türkiye’sini, ciddi bir anlam kaymasına uğratarak, Osmanlı Türklüğünün yaptığı hatayı tekrarlamaya pek hevesli görünmektedir. Bize göre Batı dünyasının medarıiftiharı Rönesans düşüncesinin temel dinamiği düşüncenin yönünün doğru işletilmiş olmasında saklıdır. Öyle ki, klasik anlamda Eş’arî mantığın açmazlarından beslenen Hıristiyan –Katolik- Ortaçağ, Türk’ün –Mâtürîdî- aklı ile karşılaşınca kabuğunu kırmış ve âdeta yeniden doğmuştur. Bugün Türkiye’ye dayatılan düşünce, yönetim ve eğitim biçimi, maalesef, karşımıza çıkan engelleri aşmamızı sağlayacak bir uyanışa sevk edici güçten yoksundur. Zira atılan adımlar Mâtürîdî aklın kendi kendini denetleyen hakkaniyetli ve özgürlükçü yaklaşımından çok, dış esasında baskılamak yoluyla kontrol sağlamaya heveslenen hoyrat bir Eş’arî-Selefi yapılanmayı öngörmektedir. En son yaşadığımız sistem değişikliği, hukuk ihlalleri, çoğulculuk adına yaşanan tahammülsüzlük, dinin ve siyasetin istismarı gibi tutumlar, bir şaibe bile olsa, bizim tespitimizin doğruluğunu, endişelerimizin ise yersiz olmadığını göstermektedir. “Bütün çağlar geçiş çağlarıdır, ama bazı çağların bu özelliği diğerlerine göre daha belirgindir” diyerek başlamış Giorgio kitabına. Genelde dünyanın özelde Türkiye’nin bir geçitte olduğu açıktır. En azından “geçiş” söylem esasında çok canlıdır Türkiye’de. Referandumla eski Türkiye-yeni Türkiye söylemleri artık söylemden öte anayasal bir değişimle eyleme dönüşmüştür. Biz sürekli gidişin nereye olduğunu sorarak bize düşen uyarıyı yapmaktan geri durmadık. Durmuyoruz. Duramıyoruz. Sözümüz, ortayadır. Anlayanadır. Aklı başında olanadır. Bu ülkeyi çok sevdiğimiz için sözümüzü esirgememekteyiz. Bir başka yazımızda Alman Filozof Heidegger’den mülhem “dünyanın gece çağı yaşadığı” imgesine yer vermiştik. “Gece çağı”, kendi adına ortaçağ karanlığını Rönesans ile aşan ve aydınlanmayı yaşayan Batı’nın 20. Yüzyılda içine düştüğü büyük savaşlarla yaşadığı derin acılara, kuvvetli sancılara ve iflah olmaz açmazlara bir göndermedir. Heidegger uyarısını yapalı yarım asrı devirse de dünya, henüz gece çağından çıkabilmiş değildir. Özellikle kararan gökyüzü Ortadoğu’nun, İslam beldelerinin, Hindistan’ın, Afganistan’ın, Afrika’nın, Türkistan’ın, hassaten Türkiye’nin üzerine kâbus olup çökmüştür. Batı adına göreli huzurun ve sükûnetin sonuna da gittikçe yaklaşıldığı hissedilmektedir. Batı bütün gücüyle Ortadoğu’nun, Türklüğün ve İslam’ın üzerine çullanarak dünya ölçeğinde kopacak olan fırtınadan en az hasarla çıkabilme ve mümkün olursa dünyadan kaçabilme hesapları yapmaktadır. Bizim sıkıntımız, böylesi bir akışta, ne olduğumuz, nerde nasıl durduğumuz noktasındaki belirsizliği aşamamak ve dünyayı ve tarihi –tarihimizi- doğru okuyamamakta düğümlenmektedir. Aldatarak ve aldanarak ayakta kalabileceğimize inanmamız en büyük yanılgımız, tarihimizi ve gücümüzü görememek gözümüzü karartan gafletimizdir. Rönesans bir uyanış olduğu kadar kargaşa dönemidir de. Büyük keşiflerin yapıldığı kültürlerin karşılaştığı düşünce biçimlerinin savaştığı bir devirdir. Ciddi yeniliklerin karşısında acımasız karşı çıkışlarla canların yandığı bir çağdır. Rönesans’ı tutarlı bir düşünce sistemi olarak okumak çok zordur. Kısa bir dönemdir. Sanat ve edebiyat dışında gözle görülür bir istikrara da sahip değildir. Ama özgül ağırlığı yoğundur. Gücü dönüştürücü olmasından gelir. Ne ki, Rönesans’ta sistematik bir felsefeden öte, içinde olunan durum üzerine derinlemesine düşünen ve eleştiren güçlü şahsiyetlerin verdiği mücadele öne çıkar. Düşüncenin merkezinde insan ve sanat vardır. Özgürlük yürüyüşüdür. Sonsuzun sonludaki görünüşüdür… Rönesans, geçmişe açılmış bir savaş değildir. Geçmişe dönüş ise hiç değildir. Bir uyanıştır. Sorgulayıştır Anlama çabasıdır. Anladığınla yaşama arzusudur. Bu nedenle Rönesans klasik kaynaklara dönmek suretiyle skolastik düşüncenin gömmüş olduğu cevherleri gün ışığına çıkarmayı denemiştir. Ve büyük kavgalarla ve verilen canlarla başarı gelmiştir. Batı bugün büyük bedeller ödeyerek elde ettiği yerini hızla kaybetmektedir. Bizim bu düşüşte çok dikkatli olmamız kaçınılmazdır. Rönesans ile modern düşüncenin yolu açılmıştır. Gerek Rönesans’ın gerek onun devamı olan modern bakışın getirdikleri ve götürdükleri vardır. Bize düşen o dönüştürücü insanı yeniden keşf etmektir. Elbet çıplak keşif yetmez. Keşfedilen çağın gereklerini karşılayacak şekilde donatılarak inşa edilmelidir. Biz bu sürece keşfi-inşa diyoruz. Keşfi-inşa bizim birçok çalışmamızda öne sürdüğümüz ve kullandığımız bir inceleme tekniği ve yapılandırma modelidir. Siz kavramı beğenmediyseniz ihya deyiniz. Bizce bir mahsuru yok. Zira ne dediğimizden çok ne yaptığımız yarınları kuracaktır. Sözü edilen eser: Giorgio de Santillana: Serüven Çağı: Rönesans Filozofları. Çev. İbrahim Yıldız-Aydın Gelmez. Adapa Yayınevi. Ankara 2006.