Şiddete Karşı Filozoflar ve Sanatçılar Yazan: Metin Bal Felsefeciler Derneği’nin ‘Şiddet’ konulu Sempozyum’unda ülkemizde ilk defa düşünür akademisyenlerimizle sanatçılar bir araya gelerek ‘şiddete dur!’ çağrısı yaptılar. Günlük yaşamımızın her alanında tırmanan ‘şiddet’ ancak felsefi ve sanatsal bir bakışla çok farklı açılardan anlaşılabilir. Felsefeciler Derneği çatısı altında birleşen öğretmen, akademisyen ve her türlü meslek gurubundan çalışanların, liseli öğrencilerin ve Türkiye Felsefe Öğrencileri Birliği (TÜFOB) temsilcileri ve üyelerinin düzenleyici ve dinleyici katılımlarıyla gerçekleştirilen Sempozyum ülkemizde felsefecilerin ve sanatçıların da toplumsal konulara duyarlı olduklarını gösterdi. Şiddet Sempozyumu’nu Felsefeciler Derneği Düzenledi Felsefeciler Derneği her kesimden düşünce dostlarını birleştirici özelliği ve çeşitli felsefi etkinliklerinden dolayı şimdilik Türkiye Felsefe Kurumu’yla birlikte felsefe eğitiminin ülkemizde ilkokullara kadar indirilip sistematize hale getirilmesi önerisini de yapabilecek dikkate değer bir sivil toplum kuruluşu olarak görünüyor. Felsefeciler Derneği’nin temelleri, 2002 yılında Ankara’da bir araya gelen, ortaöğretimde felsefe öğretmeni olarak çalışan Yaşar Küpeli, Nurettin Kasurka, Mehmet Nesip Dalçiçek, Ruken Alp Sevli, Hamdullah Aktaş, Yüksel Oğuz Atila ve Aysel Göçer tarafından atıldı. Bu birlikteliğin ilk ürünü 2003 yılında çıkarılan Felsefeci adlı dergi oldu. Felsefe öğretmenleri etkinliklerine süreklilik kazandırmak amacıyla 2004 yılında Felsefeciler Derneği’ni kurdular. Dernek seminer, panel, söyleşi ve tartışma toplantıları düzenleyerek bugün dokuzuncu sayıya ulaşan Felsefe Yazın dergisini okurlara sunuyor. Felsefeciler Derneği ilk Sempozyum’unu 2005 Kasım ayında “Eğitim ve Felsefe” başlığı altında gerçekleştirerek buradaki bildirileri Felsefe Yazın dergisinin sekizinci sayısında yayınladı. Bu sene yapılan ikinci Sempozyum’da “şiddet” konusu ile yine toplumsal bir yaraya parmak basıldı. Felsefe Yazın dergisinin sonraki özel bir sayısı bu Sempozyum’da sunulan bildirilere ayrılacaktır. Çağımızın Belirleyici Özelliği: “Şiddet” Üç gün boyunca süren Sempozyum’da “şiddet” dokuz ayrı oturumda 27 felsefeci tarafından tartışıldı. Açılış konuşmasını Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Kurtuluş Dinçer yaptı. Dinçer felsefecilerin bu konuyla birlikte felsefenin ne olduğunu düşünmekten daha da ileri giderek, şimdi, felsefe yapmaya başladıklarını söyleyerek sözlerine şöyle devam etti: “Şiddet her çağda bizi ilgilendirdi ancak hiçbir zaman günümüzde arzulandığı kadar şiddetle arzulanmadı. Günümüz dünyasının şiddeti arzulayan sözleri şunlardır: ‘gözetle beni’, ‘izle beni’… Bunun yanında ‘şiddet’ hiçbir çağda karşımıza bu kadar iddialı olarak insan hakları, özgürlük ve demokrasi havarisi kılığında çıkmadı.” Çağımızın belirleyici özelliğinin ‘şiddet’ olduğunu söyleyen Kurtuluş Dinçer’in konuşmasından sonra ‘şiddet’ kavramının felsefi tanımının yapıldığı ‘Şiddet Nedir?’ başlıklı ilk oturumda Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi Feysel Taşçıer, Dicle Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Araştırma Görevlisi, balmetin@gmail.com Derneğin tarihçesi hakkında Yaşar Küpeli’ye ve Eylem Yenisoy’a teşekkürler. 1 ODTÜ Felsefe Bölümü öğretim üyesi Halil Turan ve birçok değerli felsefe kitabını Türkçeye kazandırmış çevirmen Aziz Yardımlı konuştu. Şiddetin Kendisi Değil Sadece Araçları Değişti Feysel Taşçıer şiddetin uzun tarihine kısaca değindi. “Çağımız amaç için araçların daha önce hiçbir zaman bu kadar tahrik edici olmadığı bir çağdır. Şiddet insanın karşıtını istediği duruma getirebilmek için başvurduğu tek araç haline gelmiştir. Şiddetin kendisinde değil sadece araçlarında bir değişme yaşanmıştır… Doğayı denetim altına alan rasyonel insan toplumu da yasa yoluyla, toplum mühendisliğiyle kontrol edebileceğini öğrendi. Böylece şiddet araçları sadece daha etkili hale geldi. Fransız filozof Michel Foucault’nun da işaret ettiği gibi hastane, hapishane, tımarhane, okullar, aile ve birçok başka kurumla şiddet kılıçla yürütülmek yerine bireyi kontrol edici bir şekle büründü ve bu ‘bio-siyaset’ kavramıyla adlandırıldı. Şimdi insan eskiden olduğu gibi fiziksel şiddetle yok edici olmaktan vazgeçerek maksimum şekilde kendisinden verim alınan makineye dönüştürüldü…” Her çağda şiddete bir kılıf uydurulduğunu söyleyen Taşçıer şiddetin bu şekilde meşrulaştırıldığını belirtti. “Fiziksel şiddetin temelinde rakibe onu yok edebileceğimiz korkusunun verilerek onu kendi düşüncemize ikna edebileceğimiz düşüncesi yatar. Çağımızın en büyük sorunu budur… Bizi şiddete zorlayan şey sözde bir eşitlik ve adalet talebidir. Adaleti yerine getirme amacıyla şiddet kendisini meşru kıldığını düşünür. Bu durumun çağlar boyunca devamı şiddetin hiçbir zaman yok edilemeyeceğini göstermektedir.” Feysel Taşçıer şiddete karşı tek alternatif düşünceyi “kanla elde edilmiş özgürlüğün hiçbir değeri yoktur” sözüyle J. J. Rousseau’nun geliştirmiş olduğunu hatırlatarak bu görüşün ne yazık ki benimsenip geliştirilmemiş olarak durduğuna dikkatleri çekti. Ahlaki tavır alınıp bireysel istenç ve duyunç özgürleştirilmedikçe, onu destekleyen gerekli düşünsel araçlar geliştirilip kullanılmadıkça şiddet sona ermeyecektir. Halil Turan şiddet kavramının kendi kapsamını zamanla genişlettiğini belirterek sözlerine başladı. “Örneğin aile içi şiddetten daha önce söz edilmezdi. Örtülü şiddete katlanılıyordu. Şimdi ise aile içi şiddet kesinlikle hoş görülecek bir şey değildir... Önceki çağlarda insan kurban etme eylemi kutsalken günümüzde sadece hasta birinin bunu yapabileceği kabul ediliyor.” Şiddet kavramının nasıl sınırlanacağının, neyin hak neyin haksızlık olduğunu ayırt etmenin birtakım ölçütler gerektirdiğini belirten Turan sözlerini şöyle sürdürdü: “Bunun doğal mı yoksa uzlaşma sonucu mu olduğu tartışması söz konusudur. Şiddetin açıkça çok farklı biçimleri vardır…. Onu tanımlama hakkı ve gücünü elinde bulundurma üstünlüğünü istemenin siyasi bir tutum olduğu açıktır... Ceza ve şiddet arasında da ayrım yapılmalıdır. Siyasal güce her yönelişte suçun ve cezanın yeniden belirlenmesi istencini görüyoruz. Geçerli yasalar bu istencin bildirilmesidir. Böylece haklı istemler tartışması ortaya çıkar… Diğer taraftan, şiddetin tanımı sayısız yakınmalara dayansaydı herkes kolayca birbirinin düşmanı olurdu. Herhangi bir yakınma bir istem başka bir deyişle talep oluşturur mu? O halde bu yakınmalar haksız mıdır? Bir kişinin bile hoşnutsuzluğu önemlidir oysa. En küçük yakınma bile başka birtakım normların değiştirilmesiyle cevaplandırılabilir. Yakınmanın, gerçek ve haklı olarak, isteme dönüşmesinde sadece sayısal çoğunluk belirleyici olmamalıdır. Değerler sadece talep niceliği tarafından belirlenemez.” Olandan olması gerekenin çıkarsanamayacağını düşünen her düşünürün evrensel birtakım dayanaklar öne sürdüğünü söyleyen Halil Turan sözlerini şöyle tamamladı: “Normların belirlenmesinde bir taraftan katılım niceliği diğer taraftan da vicdan duygusu birlikte göz önüne alınmalıdır. Şiddetin tanımı ve kapsamının ne olduğu ancak bu değerlerle tanımlanabilir… İnilti ya da çığlık 2 yakınma değildir, bu çığlığı bir hak talebine vardırmak onu dile getirmekle işe başlayan ve onun yükünü vicdanında taşıyan insanla mümkündür. Ahlaki bir tavır alınıp gerekli düşünsel araçlar geliştirilip kullanılmadıkça bu hiçbir zaman kendiliğinden olmayacaktır.” Özgür intenç ve duyunçla kendi yasalarını oluşturmamış bir halkı despot rejimler yönetir Çevirmen Aziz Yardımlı kendisine kadar söylenenleri kavramsallaştırarak düşünmeye çalıştı. “Şiddet söz konusu olduğunda ilk ilişkili olduğu kavramlar istenç (irade) ve duyunçtur (vicdan). Şiddet, bir istenç kendini başka istençler üzerine dayattığı ve orda gönüllü bir boyun eğme bulmadığı zaman kendi istencinde diretmeyi zorunlu gördüğünde son çare olarak başvurduğu şeydir. Buna bilinçli şiddet denebilir. Bunun yanında psikanalizin, Freud tarafından işlenen, süperego kavramı vardır. Süperego bilinçsiz, sürekli bir saldırganlık eğilimidir. Bilinçsiz bir nefret ve dışavurumu söz konusudur.” Aziz Yardımlı’ya göre şiddetle ilgili diğer önemli bir nokta bugün hala gelişmeye devam eden ‘modern dönem’dir. “Modern dönemin temel kavramı, tarihte ilk kez ortaya çıkan, herkesin özgür olduğu düşüncesidir. Daha önce bu yoktu, Yunanlılarda, Romalılarda hatta Osmanlılarda da yoktu.” Yardımlı insanları evrensel olarak eşit ve özgür kabul eden bir anlayışla Türk düşün dünyasında karşılaşmadığını bunun da ön-modern toplumlarda yasayı yurttaşların yapmıyor olduğuyla anlaşılabileceğini belirtti. Yurttaşın istenci göz ardı edildiğinde doğal olarak yasaya da uyulmayacaktır. Yurttaş kendi yasasını kendi yapınca doğal olarak onu benimseyip boyun eğecektir. Halk kendini yönetemediğinde her zaman despotik bir yönetim ortaya çıkmaktadır. Bugün Irak’ın içinde bulunduğu durumun kaynağı Irak halkının özgür istenç ve duyunç sahibi olmayışıdır. “Avrupa’nın demokrasiye geçmesi yüzyıllarca bir zaman aldı. Türkiye de bunun bir parçası olmaya çalışıyor. Uygarlaşma yolunda alınacak daha çok yolumuz var. İnsan modern dönemde şiddetten kurtulmanın yollarını bulmada başarılı olmaya başladı. Her devlet kendi istencini dayatmaya çalışıyor. Bu nedenle devletlerarasında da şiddet uygulanıyor… Henüz Asya’nın hiçbir ülkesinde duyunç özgürlüğü yoktur. Avrupa’da ise duyunç özgürlüğü birkaç yüzyıldır gerçekleştirilmiş reformasyon hareketiyle kazanıldı. Şiddet bütün dünyanın eşzamanlı olarak kurtulabileceği bir şeydir. Devletlerarasında istenç anlaşmazlıklarını çözüme bağlayacak uluslar arası kurumlar henüz yoktur. Henüz ilkel bir aşama söz konusudur.” Özellikle şiddetten haz almanın popüler kültürde yaygın olarak işlendiğini söyleyen Aziz Yardımlı sözlerini şu cümlede özetledi: “İnsan ‘istenç benim istencim ve duyunç benim duyuncum’ diyerek özgürce kendisini belirlemedikçe şiddet devam edecektir.” Şiddetin kaynağı: Eşitsizlik ‘Şiddetin Antropolojisi’ başlıklı oturumda konuşan Dicle Üniversitesi Felsefe Bölümü Araştırma Görevlisi Metin Bal bugüne kadar kendilerinden çok başkalarını seven insanların neler yapabileceklerini göstermeye çalıştı. “Dünya hiçbir zaman aydınlandı mı? Hayır. Elbette tek tek insanlar ve birkaç ulus kısa zaman aralıklarıyla aydınlandılar. Ancak dünya bir bütün olarak aydınlanmadı. Sokrates’i tutuklayan, Platon’u satan, Aristoteles’i sürgün eden, İsa’yı çarmıha, Seneca’yı intihara sürükleyen, Spinoza’yı susturan, Van Gogh’a bir damla sevgiyi çok gören ekonomik ya da onun araçları olan değişik türden politik ve dini şiddetle sürdürülen özgürlük düşmanlığı tüm çağlarda olduğu gibi bugün de daha da güçlenerek varlığını devam ettirmektedir. Şiddetin karşısında mücadele veren örgütler kendi politik otoritelerinin çıkarları dışında karar verme yetisi ve gücüne sahip görünmüyorlar.” İnsanın eşitliği ve özgürlüğü hakkındaki bilginin çok yetersiz olduğunu düşünen ilk filozofun J.J.Rousseau olduğunu 3 hatırlatan Bal, şiddetin kaynağının ‘eşitsizlik’te yattığını ve insan doğasının ayrıntılı olarak incelenmesinin ancak 18’inci Yüzyılda Antropoloji bilimiyle başladığını bildirdi. Metin Bal sözlerini şöyle sürdürdü: “Antropoloji insan-bilim demektir. Eski Yunanca olan bu sözcük ‘antropos’ ve ‘logos’ sözcüklerinin birleşiminden oluşur. ‘Antropos’ görür görmez düşünüp taşınma yetisini gördüğü şeye uygulayan varlık anlamına ‘logos’ ise akıl, söz, düşünce, toplanma, bir araya gelme anlamlarına gelir. İnsan bu haliyle Eski Yunan felsefesinde evrenin bir minyatürüdür ve bu ‘mikrokozmos’ kavramıyla ifade edilir. Böylece insan ‘makrokozmos’un içinde evrenin toplandığı ve bir araya geldiği bir varlıktır.” Bal, bu durumun hiçbir zaman gerçekleştirilemediğini, sadece birkaç bilgenin düşüncesinde yaşatılmış olduğunu söyleyerek sözlerini tamamladı. Sanat esinini toplumsal duyarlılıktan alır ve yeni bir yaşamın olanağını yaratır ‘Sanatta Şiddet’ başlıklı oturumda konuşan Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü öğretim üyesi Cebrail Ötkün çeşitli ressamların yapıtlarına değinerek şiddetin sanat dünyasında nasıl ifade bulduğunu tartıştı. Cebrail Ötkün sanatın esinini toplumsal duyarlılık ve kaygıdan aldığını bildirerek sanatın yeni bir yaşam beklentisi içerdiğini ve bu anlamda sanatın bir tür şiddet olduğunu söyledi. “Sanatçının bireysel politik inançları, eleştirel tavrı yapıtlara 18’inci Yüzyılın sonlarında yansımıştır. Bu durum modern sanatın başlangıcı olan romantisizm akımıyla gerçekleştirilmiştir. Romantisizm sanatçının bireyselliği ve sosyal bağımsızlığı tezini öne sürmüştür. Özlem, acı, ölüm şiddet gibi konular romantiklerle birlikte sanata girmiştir.” Ötkün İspanyol ressam Goya’yı (1746-1828) bu akımın en etkili örneği olarak sunarak Goya’nın Modern döneme geçiş ressamı olduğunu, Kraliyet ressamı olarak da çalıştığını, daha o zamandan kraliyet için yaptığı portrelerde bile ince bir taşlamayı sergilediğini belirtti. “Goya’nın 3 Mayıs 1808 Madridli Yurtseverlerin Katledilişi resminde ezen ezilen, ölen öldüren gibi şiddetin tüm unsurları sergilenir. Hareket açık renk ve hareketsizlik koyu renkle ifade edilmiştir. Mekan gerçeği gizleyen aynı zamanda açan gecedir. Hakikat kurşuna dizilen yurtseveri aydınlatarak kendisini ortaya koymaktadır…” “Toplumsal şiddetin resim sanatındaki en etkili başka bir örneği 1937’de Picasso’nun yaptığı Guernica adlı resmidir. Bu tabloda İspanyol ordusunun Bask bölgesinde bulunan Guernica adlı savunmasız küçük bir kasabaya saldırarak yeni silahlarını denemesini anlatır. Karanlığa ışık tutan kadın figürü yüzyıllar boyunca eşitlik ve özgürlüğün sembolü olarak Guernica resminin ortasında olarak yerini almıştır. “Benim resimlerim düşmana karşı saldırı ve savunma silahlarıdır” diyen Picasso görsel değil kavramsal resim yaptığını ifade eder…” Cebrail Ötkün toplumsal şiddeti konu alan başka bir örnek olarak Alman sanatçı Anselm Kiefer’in (1945 - ) 1983 yılında yaptığı Bilinmeyen Ressama isimli resmini betimledi: “Kiefer bu resimi tuval üzerine karışık malzeme kullanarak yapmıştır. Malzemenin resmi değil ancak kendisini tuvale yapıştırır saman ve yanmış samanların külleri renkleri oluşturur. Harap mekânlar ölüm, yalnızlık ve çaresizliği yansıtır.” Şiddetin kaynağı insanın ‘Varlık’ tarafından ‘Hiçliğe’ fırlatılışıdır ‘Şiddetin Öznesi’ başlıklı oturumda Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesi Ertuğrul Rufai Turan, söz aldı. Turan şiddet kavramını Alman filozof Martin Heidegger’in düşüncelerinden yola çıkarak ele almaya çalıştı. “İnsan şiddetin ta kendisidir… İnsan suçu 4 bilerek işler. İnsan bu suçla ya felakete sürüklenir ya da bir şekilde umut sürer. Felsefe Kafka’nın dediği gibi “her şey üzerine gelip, bütün problemler bir bulut gibi üzerinden geçtikten sonra yapılacak bir etkinliktir.” İşte Heidegger de bu şekilde yaşayan biriydi.” İnsanın yazgısının şiddet olmasının trajik bir öykü olduğunu söyleyen Turan Sofokles’in Antigone eserindeki insan tanımında daimon teriminin hem korkunç hem tekinsiz hem de şiddet yapan ve şiddete maruz kalan anlamıyla insanın yazgısını oluşturduğunu bildirerek sözlerini şöyle tamamladı: “İnsanın varoluşu önceden belirlenmediği için bu huzursuz bir yolculuk, temelsiz bir şeydir. İnsanın kendisine doğru yolculuğu onun temelsizliğini bulmakla sonuçlanır, o tekrar ve tekrar hiçliğe varır. İnsanın varlıkla oynadığı oyun phüsistir, şeyler inanılmaz bir şekilde açığa çıkıyor. Her şey Herakleitos’un dediği gibi bir şey ayrılıyor, bir şey kendisi oluyor, başka bir şeyden kopuyor, gerçek şiddet buradadır. İnsan kendi tekinsizliğinde, kendi varoluşunda maruz kaldığı bu şiddeti şiddetle cevap vererek karşılıyor. İnsan onu techneyle, bilmekle parçalayarak bu büyük şiddetle başa çıkmaya çalışıyor.” Küreselleşme insan toplumunu kişiliksiz, aynılaşmış ve tek boyutlu bir insan kitlesine dönüştürdü ‘Küreselleşmenin Kültüründe Ya da Kültürün Küreselleşmesinde Şiddet’ başlıklı oturumda konuşan Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Sabri Büyükdüvenci, “şiddetin ya öznesiyiz, ya da nesnesiyiz ya da her ikisiyiz. Şiddeti hep dışımızda tutarak anlamaya çalışıyoruz oysa çoğu zaman şiddet konusunda ayrımcı davranıyoruz” sözleriyle şiddetin aktörlerini belirledi. “Şiddetin her iki tarafında durmamız bizim ikiyüzlü olduğumuzu gösterir. Çocuğumuza iyi niyetle yaptığımız şiddeti olumlu görüyoruz, devlet yaptığında legal, mafya yaptığında illegal diyoruz, toplum yaptığında örneğin linç olayında olduğu gibi meşru diyoruz.” Böylece şiddet kavramının birçok alanda çeşitli türlerinin olduğu düşüncesine varan Büyükdüvenci felsefe ve filozofların da şiddetin önünde masum olmadıklarını öne sürdü: “Filozoflar, Heidegger’in ‘Varlık’ sözünün açılmasının beş milyon yahudinin gaz odalarında öldürülmesiyle sonuçlanmasında olduğu gibi, şiddetin kendisinin tetikçisi de olmuşlardır.” Sabri Büyükdüvenci evrensellik kavramı ile küreselleşme kavramlarını karşılaştırarak çağımızın belirleyici bir özelliği olan küreselleşmenin şiddetler hiyerarşisinde nasıl yer bulmuş olduğunu göstermeye çalıştı. “Öncelikle evrensel kavramı ile küreselleşme kavramının farklı şeylere karşılık geldiği bilinmelidir. Gösterge ve değerler küreselleşmiş bir dünyada yerinden edilmiştir. Mekân ortadan kalkmış, tüm kültürlerin eşdeğer oldukları düşünülmektedir. Küreselleşmeyle birlikte farklılıklar ve farklılığı savunan evrensel değerler rafa kaldırıldı, kayıtsız, ilgisiz bir kültür oluşumunun yolu açıldı… Özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramlar geçmiş evrensellik fikrinin hayaletleri gibi ortalıkta dolaşmaktadır. Bugün küresel kültür evrensel değerlerin yerini almıştır. Evrensellikle birlikte eleştirel çağ da ortadan kaybolmuştur. Küresel şiddetle birlikte aydınlanmanın aktörü olan aydın rolü de son bulmuştur… Küresel şiddet çatışmanın kendisine son veren bir şiddet uygulamaktadır. Her farklı olmak ya da her tekillik küreselleşmeye karşı olmak, dolayısıyla ‘terörist’ olmak, anlamına gelir oldu. Dünya standartlaşma süreciyle birlikte, yerel kültürlerin sonuyla birlikte ‘terörize’ oldu… Uzaklık ve yakınlık ortadan kalkıp her mesafe eşitlendi.” İnsan toplumunun kişiliksiz ve aynılaşmış tek boyutlu bir insan kitlesine dönüştüğünü söyleyen Sabri Büyükdüvenci sözlerini şöyle tamamladı: “Dünyayı kendi imgesine dönüştüren ve bu imgenin bilgisini sözde evrensel ülkü ve değer kılan küreselleşme kendi 5 önündeki her engeli kaldırarak öteki yaşam biçimlerine savaş açıyor. Benim doğrumu ve bilgimi, benim teknolojimi koşulsuz tanı, bana itaat et buyruğuyla bunu gerçekleştiriyor, işte bu zorbalık her türden şiddetin temelini oluşturuyor. Her şeyi özdeş kılan, aynılaştıran, indirgeyici anlayışa karşı, farklılığı, çeşitliliği, bağımsızlığı, özgürlüğü temele alan bir duruşa gereksinim vardır. Kültür insanın bir tutsaklığı değildir, kültür insanın kendini gerçekleştirme sürecidir. Bunu gerçekleştirmek insanın kendi elindedir. Irkçılık ideolojik ya da kültürel bir artık değil aksine kapitalist ekonomik yapılanmanın bilinçli olarak sürdürdüğü ayrımcılığın bir örneğidir ‘Ayrımcılık ve Şiddet’ konulu oturumda konuşan Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi Sinan Özbek ırkçı şiddetin ne olduğunu çözümlemeye çalıştı. Irkçı şiddette sadece fizik şiddet değil gizli şiddet de söz konusudur. “Saldırganlığa dönüşen şiddet giderek örgütlü şiddete hatta daha da ileri giderek öldürme olayına, toplu yok etme eylemine kadar vardırılmaktadır. Ayrımcılıktan kaynaklanan unsurların örgütlenmesiyle ortaya çıkan örgütlü şiddet onu uygulayan örgütün gücünü artırmayı hedefler. Örgütlü şiddetin uygulayıcı gücü bu şiddetten güç alacak bir tarafa dayanarak eylemini gerçekleştirir ve taraftarlarına “benimle birlikte ol” çağrısı yapar.” Sinan Özbek ırkçılığın nasıl bir ideoloji altında soykırıma yol açtığını açıklamaya çalıştı: “Irkçılık bir ideoloji olarak sömürgecilik döneminde, 16’ıncı Yüzyılda İspanyolların Amerika’yı işgali ve orada yerleşmeleriyle tarih sahnesine çıktı. Irkçılık iki temel misyonu benimsedi: ilki uygarlaştırma misyonu, başka bir deyişle sivil misyon ve ikinci olarak buradaki insanları aşağılık yaratıklar olarak kabul ederek onları düzeltme misyonu. Irkçılık ilkin biyolojik özelliklere dayatılarak meşru kılınmaya çalışıldı. 17’nci Yüzyıldan itibaren ise sahte bilimsel tutumlarla geliştirilen bir ırk bilimleri hiyerarşisi ile desteklendi.” Büyük filozof Kant’ın bile ırkçılığı destekleyen ifadeler kaleme aldığını söyleyen Sinan Özbek özellikle Amerika’da yerleşen Avrupalılar’ın plantajlar oluşturup köle emek gücünden yararlandıklarını böylece ırkçılığın plantaj aristokrasisinin ideolojisi olarak geliştirildiğini açıkladı. “Antikçağda emek köle emeği olarak meşrulaştırılmıştı, ancak kapitalizm dünya ölçeğinde geliştirilen bir sistem olarak kurulmaya çalışılırken köle emeğinin kullanılması bir arıza durumdu. Kapitalizm özgür emeğe dayanan bir ekonomik sistem olduğunu iddia etmekteydi ve temel mottosu eşitlik ve özgürlüktü. Kapitalizm içinde kullanılan emekte eşit olmayan, özgür olmayan, kardeş olmayan ve insan olmayan biri varsa bu şizofren durumun hesabı zorunlu olarak verilmeliydi. İşte bunun sihirli formülü ırkçılık olarak geliştirildi. Köle emeği olarak kullanılan insan topluluğunun aslında insan olmadığı ilan edildiğinde arıza yaratan durumun çözüldüğü kabul edilir.” Günümüzdeki ırkçılığın ideolojik ya da kültürel bir artık olmadığını aksine kapitalist ekonomik yapılanışın ırkçılığı kendi içinde bilinçli olarak yaşattığını öne süren Özbek sözlerini şöyle tamamladı “ırkçılık işçiler arasında ekonomik rekabet ve aidiyetlik sorunu içinde benimsenmekte, kapitalistler tarafından ise işçilerin bölünmesini sağladığı için tercih edilerek uygulanmaktadır.” Türk toplumu “yurtta sulh cihanda sulh” sözünü benimseyerek geliştirmelidir Sempozyumun ‘Popüler Kültür ve Şiddet’ başlıklı son oturumunda Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastenesi’nde öğretim üyesi Psikiyatri Kliniği Şefi Erol Göka ve Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Kadir Cangızbay görüşlerini aktardılar. 6 Erol Göka toplumsal bilincin belirleyenlerinde sınıflar arası farklılıklardan coğrafi özelliklere kadar birçok değişken söz konusudur. “Öğrenme ve çocuk yetiştirme etkinliğinde zihin yapıları sonraki nesillere aktarılmaktadır. Grupların nesillere aktarılan ve nesillerin de farkına varmadan içine doğdukları zihin yapılarının bilinçdışı nitelikleri hakkında bugüne kadar çok az şey söylendi. Tarihin değişmeyen yanı gruplara özgü bir nitelik arz ediyorsa Göktürklerden bu yana değişmeden kalmış davranış örüntüleri vardır. Türklerin zihin ve davranış özelliklerinin en belirgini savaşçı niteliğidir. Türklerin tarihe ve değişime direnen savaşçı yapılarını anlayamazsak şiddet üzerine yapılan tartışmalar, incelemeler boşuna olur.” Erkek kadın hepimizin savaşçı olduğunu belirten Erol Göka Türklerin hemen hemen tarihin bütün büyük ordularında paralı asker olarak çalışmış olduklarını hatırlattı. “Savaşçılık sadece cephelerde icra edilen bir şey değildir, savaşçılık barış zamanında da onların ruhlarına sinmiştir. Türk tarihi bir savaşlar tarihidir. Davranışlarımızın kökenine sinen maçoluk her zaman için genel davranış özelliğimizdir. Her tür ortamda kendisini gösteren savaşçı zihniyetin bilimsel olarak açıklanabilir bir nedeni olmalıdır. Tonyukuk Bilge Kağan’a savaşı bırakmalarının onların sonu olacağını hatırlatır ve her zaman için savaşçılığı elden bırakmamayı öğütler… Yörük Türkler tohumluk hayvan seçimini titizlikle yürütmüştür. Tohumluk hayvanlar dışındaki hayvanların yazgısı çok kötüdür. Sürü gıcığa kaçmasın diye onların hayaları çekilir. Savaşçı zihniyetimizin temelinde bu gelenek vardır. Damızlıktan türün soyunun devam ettirilmesi Nazilerin yaptığı davranışla aynı şeydir... Türk erkeği böylece ikiye ayrılır biri ‘koçum benim’ denilenler ötekiler ise sahibini zenginleştirenler. Türk erkeği ya tohumluk için ayrılmış koçtur ya da hadımlaştırılarak etinden faydalanılan ve sahibini zenginleştiren bir mal muamelesi görmüştür… Bu öjenik yöntem Türklerin savaşçı zihniyetlerinin kökeninde yatmaktadır. Elbette Türklerin yerleşik hayat yaşadığı zamanlar da oldu. Türkler ilk kez Uygurlar devrinde ve Mavaraünnehir’de İslamla tanıştıkları sırada uygarlık geliştirebilmişlerdir. Türklerin Osmanlı tarihi boyunca ürettiği tüm kitaplar sadece 50 bin tane yapıttır. Bu eserlerin tamamı Mavaraünnehir’de İslamla tanışmaktan kaynaklanmıştır.” Erol Göka, Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” sözünü hatırlatarak bu sözle birlikte Türk tarihinde savaşçı zihnin yerleşik hayatta uygarlık geliştirmesi hedefinin ilk kez açıkça vurgulandığını ifade ederek bildirisini tamamladı. Popüler kültürün en hazin sonucu kavramların sorgulanmaksızın kullanılmasıyla bilince uygulanan şiddet olmuştur Kadir Cangızbay Türkiye’de sosyal bilimlere değer verilmediğini böylece ülkenin düşünceden yoksun kaldığını bildirerek sözlerine başladı. “Sosyoloji gibi temel bilimler hasbi, çıkar gütmeyen bir bilimdir. Turgut Özal üniversiteleri özelleşmeye açtığında Matematikçi Cahit Arf üniversitenin özelleştirilmesinin temel bilimlerin intiharı olduğunu söylemişti. Bilimsel bilgi teknik bilgiden ayrıdır, doğrudan bir yararı yoktur, kâr getirmez. Öküz etini yenilebilir bir hale getirmenin yollarını bilmek teknik bir olaydır. Ancak Güneş mi dünya etrafında dolaşıyor, dünya mı güneş etrafında dönüyor bilgisini Galileo ortaya koyduğunda ne faydası oldu, günler mi uzadı.” Kavramları rasgele kullanmamalıyız. “Kişi laik olmaz. Laiklik yönetsel bir örgütlenme ilkesidir. Birey zındık olabilir ancak laik olamaz. Sosyoloji insan hürriyetinin bilimidir. İnsanın özgürleşme mücadelesi olarak anlaşılmayan bir sosyoloji insanı anlayamaz. Zaman kendiliğinden tarihe dönüşmez. Tarih zamanın geçmesi değildir. Zaman içinde kalıcı olan şey tarihseldir. Ancak kavramların sorgulanmamasıyla nesneler unutulmuştur. Merih ile Mars isimlerinin aynı gezegen olduğunu gençlerimizin birçoğu bilmiyor. Ülkemizde Pinochet öldü haberine dünyadan bir despot eksildi diye seviniliyor oysa diktatörlerin en kanlısı kendi ülkemizde kucağında karı oynatırken bunun nesnel olarak Pinochet ile aynı şey olduğu anlaşılmıyor.” 7 “Felsefe kendi içinden bir şeyi tanımlamaya çalışan düşünsel uğraştır. Buna benzer olarak son zamanlarda kavramların önüne ve arkasına pre- ve post- gibi önekler getirilerek kavramlar çoğaltılmaktadır. Oysa bu tür kavramsallaştırmalar sadece olan şeyi diğerlerinden ayırt edememekten kaynaklanmaktadır.” Cangızbay kavramların ne oldukları ve hangi nesneyi gösterdiklerinin sorgulanması gerektiğine işaret ederek konuşmasını tamamladı. Cangızbay’ın konusmasıyla tamamlanan Şiddet Sempozyumu ülkemizde felsefecilerin de toplumsal konularda duyarlılık sahibi olabileceğini gösterdi. İnsanın maruz kaldığı şiddet durumundan yine kendi çabasıyla kurtulabileceği bir kez daha açıkça görüldü. İnsanlar eşit ve özgür olabilecekleri bir bilgeler toplumunu kurana kadar şiddete son vermeye çalışmadıkça birbirlerinin soytarısı olarak kalacaklardır. En güçlü krallar bile soytarının soytarısı olarak anılacaktır. 8