iletişim kur 1. viz

advertisement
İLEİTŞİM KURAMLARI
“İLETİŞİM BİLİMLERİNE YÖNELİK KURAM VE
ARAŞTIRMALARIN TARİHSEL GELİŞİMİ”
İnsanlar uzun süre yüz yüze iletişim kanallarını kullanmışlardır. Bunun yanında, tarihsel süreç
içinde geliştirilen çeşitli teknolojik araçlarla yüz yüze iletişimin yanı sıra “teknolojiyle aracılanmış
iletişim” tarzlarını da geliştirmişlerdir. Bunlar; yazılan bir mektuptan, çekilen bir telgraf ya da faksa,
dinlenilen bir radyo programından izlenilen bir TV programına ya da sinema filminden, gönderilen bir
e-mail mesajına kadar değişir.
Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, özellikle 19.yy’da kitle üretiminin egemen hale gelmesiyle
kentlerde “kitle” denilen kalabalıklar ortaya çıkmıştır. Bu dönemde kitleleri birleştirme, bütünleştirme
ve onlarla ilişki kurmada iletişimin çok önemli olduğu anlaşılmıştır. Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte
ortaya çıkan kitlesel üretim ve kalabalıklar, çeşitli endişe ve kaygıların yaşanmasına ve dile
getirilmesine neden olmuştur. Bunlardan en önemlisi, egemenlerin ve seçkinlerin kitleleri yıkıcı bir
güç olarak görmeleri ve kitleleri kontrol altına alma ve yönlendirmeyi amaçlayan kitle toplumu
yaklaşımıdır.
İletişim, egemenlik ve mücadelenin dinamik örgütlenişidir. İletişim toplumsal gerçekliği
tanımlar ve tarihsel olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla iletişim sistemlerinin birincil işlevi, “mesaj
aktarmak” değil, “farklı söylemlerin mücadeleye girişecekleri bir alan oluşturmak”tır. Bu nedenledir ki,
Golding ve Murdock’ın da belirttiği gibi, sınıflı toplumlarda üretim araçlarını kontrol eden sınıflar,
düşünce üretim araçlarını da kontrol ederler. Kapitalizmin gelişmesi ve burjuva devrimler çağında
kendi çıkarını toplumun genel çıkarı olarak sunan burjuva sınıfı, egemen güç haline geldikten sonra
kendi denetimindeki bilimi, çalışan sınıfları denetlemek ve var olan üretim ilişkilerini sürdürmek için
kullanmıştır. İletişim bilimleri de örgütlü bir araştırma faaliyeti olarak kitleleri denetlemek ve
yönlendirmek ihtiyacından doğmuştur. Aynı nedenle, denebilir ki, iletişim bilimlerinde bütün
toplumun gerçeğini açıklayacak tek bir kuram yoktur. Farklı sınıfların farklılaşan çıkarları, farklı
kuramlar aracılığıyla dile getirilmektedir. Bu bağlamda, iletişim alanında var olan toplumsal düzeni
meşrulaştırma ve sürdürmeyi amaçlayan kuram ve yaklaşımlar ana-akım kuramlar olarak
adlandırılırken; mevcut sistemi ve iletişimi eleştirel bir tarzda irdeleyen çalışmalar eleştirel kuramlar
olarak değerlendirilmektedir.
Pozitivist-ampirik iletişim yaklaşımlarında, özellikle iletişimin propaganda içinde incelendiği
1940’lar, 50’ler ve 60’larda, iletişim “yüz yüze iletişim”, “grup iletişimi” “kalabalık” ve “kitle davranışı”
sınıflandırması yapılarak incelenmiştir. Fakat “kalabalık” ve “kitle” kavramları, ayaklanma ve
başkaldırıların incelenmesi ve kontrolüne eğilmeyi gerektirdiği için, dayanışmayı ima eden “yüz yüze
iletişim”, sonradan bireyciliği ifade eden “kişiler arası iletişim”e çevrilmiştir. Aynı şekilde, bu yıllarda
yoğunlaşan “nüfus ve aile planlaması” uygulamaları da yine kitlelerin kontrol edilmesi amacıyla
yapılmıştır. İletişim kuramında Gustave Le Bon’un “kitle” anlayışı Laswell’ci görüşte de yansımıştır.
1
Korkuyu biraz azaltan gelişme, Gabriel Tarde’ın öncülüğünü yaptığı “taklit eden halk” ve “kamuoyu”
anlayışının yaygınlaşmasıyla olmuştur.
Öte yandan, John Fiske’nin yaptığı başka bir ayrıma kulak verecek olursak, iletişim bilimi
alanının kuramsal donanımını ve çalışma yöntemini ortaya koyan başlıca iki okulun varlığından söz
edilebilir: Süreç Okulu ve Göstergebilim Okulu. Süreç okulu, genel olarak iletişimi iletilerin
aktarılması süreci olarak görür. Göstergebilim okulu ise, anlam üretimi ve değişimi konularıyla
ilgilenir. Süreç okulu, etkililik ve doğruluk gibi konulara odaklanır ve iletişimi bir kişinin diğerinin
davranışlarını ya da zihinsel durumunu etkileme süreci olarak görürken; göstergebilim okulu
anlamların üretilmesinde iletilerin ya da metinlerin kültür üzerindeki rolü üzerinde durur. Son olarak,
süreç okulu, kendini “iletişim eylemlerine” adama eğilimindeyken; göstergebilim okulu kendini
“iletişim ürünlerine” adama eğilimindedir.
Columbia Üniversitesi araştırmaları ise, medyanın, insanların daha önceden sahip olduğu
inançları güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Özellikle Klapper, 1950’ler ve 1960’lar boyunca üretilen
“seçici izleme”, “seçici algılama” ve “seçici hatırlama” gibi kavramlara dayalı araştırmaları özetleyerek
“fonksiyonalist bir iletişim anlayışı geliştirmiştir. “Medya tutumları değiştirmez, var olan tutumları
destekler” diyen Klapper, böylece medyayı sosyal sorumluluk anlayışından da kurtarmıştır. Klapper,
sonradan, Kullanımlar ve Doyumlar yaklaşımına da önemli katkılarda bulunmuştur.
1960’tan sonraki gelişmeler, “Kültürel İncelemeler” denen ve kapitalist iletişimi Marksist
açıdan inceleyen araştırmaları beraberinde getirmiştir. Kültürel İncelemeler, endüstriyel ülkelerdeki
anlam dolaşımı ve yaratılması üzerinde dururlar. Bu incelemelere göre anlamlar, sosyal yapıyla
bağlantılıdır. Kapitalist toplumlar sınıf, ırk ve cinsiyet gibi farklılıklara göre gruplaşmışlardır. Toplum,
sosyal gruplar şebekesidir. Kültür alanında da mücadele vardır. Bu, karşıt ideolojik mücadeledir.
1960’ların ikinci yarısında, Marksist siyasal ekonomiye dayanan ve iletişimin ekonomik
yapısını ve ilişkilerini inceleyen araştırmalar da geliştirilmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu
araştırmalar ve araştırmaların dayandığı kuramlar uluslararası ilişkilere de genişletilerek, medya
emperyalizmi, kültür emperyalizmi, tek yönlü enformasyon akımı, kültürel ve ekonomik egemenlik
gibi konularda araştırmalar yapılmış ve kuramlar geliştirilmiştir.
İLETİŞİM ALANINDAKİ İLK ÇALIŞMALAR
Modern iletişim çalışmalarının tarihsel kökleri 19.yüzyıla kadar uzanmaktadır.
Okuryazarlığın yayılmazı ve bu dönüşümün bir parçası olarak popüler edebiyatın
gelişmesi ile kamuoyunun oluşmasında en güçlü araçlar olan günlük gazeteler
dikkatleri üzerinde toplamıştır. Fransız tarihçi siyaset kuramcısı Alexis de Tocqueville’in 1835’te
belirttiği gibi, insanların artık sağlam ve sürekli bağlarla birbirlerine bağlanamadığı bir dönemde,
birbiriyle bağlantı kurma olanağı ancak gazetenin “aynı anda ortaya çıkmışlık duygusu veya fikrini
üstlenmesiyle” söz konusu olmuştur.
2
İçerik çözümlemesi bağlamında ilk gazete incelemelerinin başladığı dönem ise,
1910’lu yılların başıdır. Max Weber’,n Alman Sosyoloji Derneği’nin 1910’daki ilk toplantısında,
basının geniş bir düzlemde incelenmesini önermesi, bu doğrultuda atılmış olan ilk adımlardan
birisidir. Weber, ahlaki değerlendirmelerle ilgilenmiyor, bunun yerine, olayların ve olguların niye öyle
olduklarını açıklayan tarihsel ve toplumsal nedenleri bulgulamayı hedefleyen değer yargılarından
arınmış bir araştırma biçimini öne çıkarıyordu. Ele alınmasını istediği sorular bugün bile hâlâ büyük
ölçüde geçerliliğini korumaktadır:
-Gazetelere neler girer, neler girmez?
-Gazetelere girmesi gerekenlere ilişkin görüşler nasıl değişmiştir ve bu görüşler
hangi sosyal ve ideolojik değişkenlerle bağlantılıdır?
-Bir enformasyon kaynağı olarak basın ile reklam aracı olarak basın arasındaki
gerilimin neden ve sonuçları nelerdir?
-Zincirleme mülkiyetin ve tekelciliğin kamuoyunun gelişmesine etkileri nelerdir?
-Basının haber kaynaklarıyla olan ilişkileri nelerdir?
Weber, bir gazetenin bayii satışlarına bağımlılığından, gazete kurumunun bireysel gazetecilere
sağladığı rahat ortamdan, olgusal haberciliğe doğru eğilimden ve daha genel olarak basın
derneklerinin ve 1980’lerde “bilinç endüstrisi” olarak adlandırılacak olan şeyi temsil eden şirketlerin
varlığından etkilenen gazetecilik geleneklerine kadar pek çok başka konu üzerinde de odaklanıyordu.
Weber, bu soruların bazılarının yanıtlarının bizzat gazete sayfalarının içinde bulunduğuna inanıyordu.
Bu yanıtları bulmak için, pergel ve makasla gazete haberlerini ölçmek suretiyle içerik analizlerine
girişti.
Bununla birlikte, daha genel bir saptama yapmak gerekirse; iletişim çalışmaları alanının en
belirgin özelliği, bu alanda yapılan çalışmaların eklektik (derme çatma, dağınık) bir görünümde olması
ve çalışma yapanlar arasında epistemolojik, yöntembilimsel ve kavramsal düzeyde ortak bir zeminin
bulunmamasıdır. İletişim disipliner bir konumdan yoksundur. 1920’li ve 30’lu yıllarda yapılan ilk
çalışmalardan da hareketle diyebiliriz ki, iletişim alanındaki çalışmalar, doğrudan iletişim alanı ile
ilgili olmayıp, daha başka disiplinlerin farklı nedenlerle yapmış oldukları ve dolaylı olarak iletişimi
konu alan araştırmalardır. İlk dönem iletişim çalışmalarının ya genel olarak siyaset bilimi ağırlıklı, ya
da Chicago Okulu üyelerinin yaptıkları gibi, modernleşme ve kentleşme gibi süreçleri anlamaya
yönelik çalışmalar olduğu görülmektedir.
İletişim alanındaki ilk çalışmalar 1920’lerde ve 1930’larda ABD’de başlamıştır. Bu çalışmalar,
daha ziyade, doğrudan iletişim alanı ile ilgili olmaktan öte, çeşitli bilim dallarının çeşitli nedenlerle
yapmış oldukları, iletişimi konu alan araştırmalardır. O dönemde alan, disiplinler arası bir
görünümdeydi. İlk dönem çalışmaları daha çok siyaset bilimi ağırlıklıydı. Araştırmacılar daha çok
radyo ve basın aracılığıyla propaganda yapılması ve bu durumun kamuoyunun oluşmasına etkisi
konularında çalışmaktaydılar.
3
İletişim alanında propaganda araştırma ve çalışmaları iki açıdan önemlidir:
öncelikle toplumbilimsel verilerin toplanması suretiyle düşman propagandalarının
başarısı analiz edilip anlaşılır ve potansiyel olarak kontrol altına alınabilir. Alman
faşizmi örneğinde olduğu gibi, görünüşte akıl dışı olan şeyler akli olarak gösterilebilir.
İkinci olarak da bu tekniklerle kamuoyu oluşturmak ve kitleleri yönlendirmek olasıdır.
I. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında Nazi propagandaları sayesinde, bir çalışma alanı olarak
kitle iletişimine olan ilgi artmıştır. Kitle iletişim kuramlarının temelinde 1910’lu ve 20’li yıllarda savaş
ve kriz yılları boyunca kitleleri yönlendirme ve denetleme ihtiyacından kaynaklanan propaganda ve
kamuoyu oluşturma çalışmaları yer almaktadır.
Bu dönemin egemen kitle iletişim araçları basın ve radyodur.
1930’lu yıllardan itibaren iletişim alanında Lazarsfeld, Lasswell, Lewin ve Hovland’ın
araştırmaları ana-akım yaklaşımların temelini oluşturur. Özellikle ismi anılan bu dört akademisyen,
1930’lardan 50’lere kadar iletişim alanındaki çalışmalarda çok etkili olmuşlardır. Bunlar, egemen
literatürde akademik bir disiplin olarak iletişim çalışmalarının kurucu babaları olarak kabul edilirler.
Lasswell, siyasi iktidarla; Lewin, grup fonksiyonlarıyla; Hovland, bilişsel süreçlerle
ilgilenmiştir. Sadece Lazarsfeld iletişim sorunlarıyla ilgilenmiş ve o da daha sonra matematik alanına
geri dönmüştür. Sözgelimi Kurt Lewin, Amerika’da genel olarak et kıtlığının yaşandığı dönemlerde,
ailelerin yiyecek alma ve yeme alışkanlıklarını değiştirmeye ve hâlâ bol miktarda bulunan belli besin
değeri olan etleri “yenmez halde” diye atmaktan bu aileleri vazgeçirmeye nasıl ikna edeceğine ilişkin
deneyler yürütmüştür. Bu deneyler, alış-veriş yapanlar arasındaki tartışmanın grup kararına bağlı
olarak değişiklikler gösterdiğini ortaya koymuştur. Carl Hovland’ın başkanlığı altında çalışan bilişsel
ruhbilimciler grubu ise, silahlı kuvvetlere yeni kaydolanlar için ordunun hazırlamış olduğu farklı
oryantasyon filmlerinin ikna edicilik düzeyini araştırmışlardır. Araştırmada: Yeni alınan enformasyon,
erlerin tutumlarını hangi ölçüde değiştirmiştir? Bu değişiklikler sürekli midir? Sürekliyse, hangi
koşullar altında süreklidir?, vb. sorular sınanmıştır.
İletişim sürecinin çeşitli parçalarına yönelik pek çok araştırma yapılmasına rağmen, bütüncül
bir iletişim kuramı üretilememiştir. Özellikle ana-akım yaklaşımların geliştirdiği kuram ve modeller,
çizgisel bir nedensellik ilişkisine dayanmakta ve tarihsel / toplumsal gerçekliği bir bütün içinde
açıklama noktasında yetersiz kalmaktadır. Özellikle “sihirli mermi” ya da “hipodermik iğne kuramı” ve
Lasswell’in “kim, kime, hangi kanalla, hangi etki ile ne söylüyor?” şeklindeki formülasyonu iletişim
araştırmalarındaki temeli teşkil etmektedir. Bu yaklaşım, I.Dünya Savaşı’nda ve sonrasında
propaganda, daha sonra reklâmcılık ve siyasi seçim kampanyalarının temel varsayımlarına dayanır.
1959 yılı iletişim kuram ve araştırmalarında bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihten itibaren
iletişim, sosyoloji, psikoloji ve siyaset biliminden ayrılarak bir uzmanlık alanı olmaya başlamıştır.
4
İletişim alanındaki asıl gelişmeler 1960’lı ve 1970’li yıllarda görülmüştür. Konuşma ve
Gazetecilik gibi bölümler “iletişim” ya da “kitle iletişimi” başlığı altında toplanmaya başlanmıştır. Bu
suretle üniversitelerde yeni “iletişim” bölümleri açılmıştır.
İletişimin bu kadar önemli hale gelmesinde Amerikan ekonomisinde yaşanan gelişmeler ve
dönüşümlerin önemli olduğu görülmektedir. Çünkü ekonomide ağır sanayinin yanında bilişim ve
enformasyon sektörleri ağırlık kazanmaya başlamış ve iletişime ilişkin meslekler de geleceğin
meslekleri olarak görülmüştür.
“ETKİ ARAŞTIRMALARI”NDA ÇEŞİTLİ KURAMSAL YAKLAŞIMLAR
İletişimin etkileri konusundaki çalışmaların tarihi 1920’li yıllara kadar gider. Bu konudaki
önemli ilk çalışmalardan birisi Walter Lipmann’ın 1921 yılında yazdığı “Kamuoyu” (public opinion)
isimli kitabıdır. Yazar; bu kitabında, medyanın, insanların zihinlerini ve düşünce haritalarını
şekillendiren bir araç olduğu görünüşünü dile getirmektedir. Onun bu görüşüne dayanan Harold
Lasswell, medya içeriklerinin okuyucu / izleyici üzerinde son derece güçlü bir etkiye sahip olduğunu
iddia ettiği “hipodermik iğne” modelini geliştirmiştir.
Medyanın etkileri konusundaki çalışmalarda, etki, çeşitli alt bölümlere ayrılarak incelenmiştir.
Bunlar; medyanın insanların düşüncelerini biçimlendirmesi olan bilişsel unsur; insanların tutumlarını
etkileyen “duygusal unsur”; ve insanların eylem ve davranışlarını etkileyen “davranışsal unsur”lardır.
Paul Lazarsfeld de “Halkın Tercihi” (The People’s Choice) adlı çalışmasında, medyanın seçim
kampanyaları esnasında oy verme davranışı üzerinde göreceli olarak birkaç doğrudan etkisinin
bulunduğunu belirtmiştir. Yine Paul Lazarsfeld ve Robert Merton 1948 yılında yayınladıkları
Düşüncelerin İletişimi (The Communication of İdeas) adlı eserlerinde, kitle iletişiminin status
quo’nun sürdürülmesinde temel bir toplumsal etkiye sahip olduğunu belirtmişlerdir.
Columbia Üniversitesi araştırmaları ise, medyanın, insanların daha önceden sahip olduğu
inançları güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Yine bu çalışmalarda daha kişisel araçların daha ikna
edici olduğu ortaya çıkmıştır. Buna göre, yüz-yüze iletişim en etkili olanıdır. Bunu sırasıyla TV, film,
radyo ve yazılı basın izlemektedir.
Son olarak, Lasswell’in yaklaşımı da, kitle iletişim araçlarının propaganda amaçlı kullanıldığını
ve böylece kamuoyunu doğrudan etkilediği görüşüne dayanmaktaydı. Çünkü kitle insanı propaganda
etkisine karşı direnecek eleştirel bir akıldan ve bilgi birikiminden yoksun olarak görülüyordu.
5
PAUL LAZARSFELD VE KURDUĞU GELENEK
Paul Lazarsfeld (1901-1976) sosyalist hareketi benimseyen,
ortanın üstü seviyede, entelektüel Yahudi bir ailede yetişti.
Babası avukat, annesi de psikolog ve yazardı. Friedrich
Adler’in önerisi ve teşvikiyle matematik alanında eğitim
gördü.
Lazarsfeld
üniversiteye
başladığı
zamanlar,
Avusturya, Katolik tutucular ile sosyalistlerin yarıştığı ve
Viyana’da yönetimin, sendikaların ve sosyalistlerin “sivil
toplum” kurma çabalarının yoğun olduğu bir dönemdi.
Düşünür, 1925’te Vienna Üniversitesinden matematik
doktorası aldı ve matematik ve fizik öğretmeni olarak
çalışmaya başladı. Sosyal psikolojiyi, sosyalist toplumun
yaratılmasının dayandığı insan davranışını anlamak için
bilimsel bir yöntem olarak gördü. Lazarsfeld burada,
“kaybedilmiş bir devrimin başvurduğu psikolog” gibiydi. İlk bilinen akademik araştırması Viyana’nın
dışında hemen herkesin işsiz olduğu Marienthal köyünde işsizlikle ilgili araştırmadır. Araştırma resmi
istatistikleri ve dokümanları, yerel profesyonellerle görüşmeleri/mülakatları, yazıları, insanların
tuttuğu günlükleri ve kayıtları, hayat anlatısı görüşmelerini, gruplara katılımcı gözlemi ve psikolojik
testleri yöntem olarak kullandı. 1933’te kitap olarak yayınlanan araştırma sonuçlarından en
önemlilerinden birine göre, uzun süreli işsizlik radikalizme değil, ilgisizliğe götürmektedir.
Lazarsfeld, özellikle radyoya diğer iletişim etkinlikleri bağlamında bakılması gerektiği
konusunda ısrar etmiş, radyo konusunda sırf ölçme işleminin ötesine geçmiştir. Kendisi ve
öğrencilerinin yaptığı araştırmalar, medya alanında “ya hepsi ya da hiçbiri” varsayımını ortaya
koymuştur. Buna göre; bir aracı daha fazla tüketenler başka araçları da çok fazla tüketme eğilimi
göstermektedirler. Aynı şekilde, medyayı az kullananların siyasette de daha az etkin oldukları ve bu
kişilerin daha geniş cemaat yaşamındaki düşünsel faaliyetlere katılımlarının da fevkalade kısıtlı olduğu
tezi üzerinde durulmuştur.
Lazarsfeld, meslek yaşamının önemli bir bölümünde her türden medya etkilerini ortaya
koyacak bir survey (tarama) yönteminin tasarımı ve çözümlemesiyle ilgilenmiştir: İnsanlar nasıl oy
kullanıyor, ne satın alıyorlar, azınlık gruplara karşı tutumları nasıldır?, v.s… Lazarsfeld’in icadı olan ve
“panel tekniği” adı verilen bir yenilik de 1940’lı yıllarda oy verme davranışını iletişime maruz kalmayla
bağlantılı olarak açıklamanın en popüler yöntemi haline gelmiştir.
Lazarsfeld, Princeton Radio Project (1937) projesiyle kitle iletişim araştırmaları alanını kurdu.
Stanton ve Lazarsfeld, radyo yayınlarının izleyiciler üzerindeki etkisini ölçmeye yönelik bu “Radio
Research Project” araştırması sırasında, “Lazarsfeld-Stanton Program-Analyzer” ismiyle bir veri
toplama
aracı
memnuniyetlerini
geliştirdi:
ve
İzleyicilerin
saniyeden
memnuniyetsizliklerini
saniyeye
kaydetti.
izledikleri
Ardından,
programlara
memnuniyet
yönelik
ya
da
memnuniyetsizliklerinin nedenlerini anlamak için insanlarla derinlemesine mülakat (focus group
interviewing) yaptı. Çok değişkenli çapraz-tablo karşılaştırması kullandı. Pembe diziler (soap opera) ve
6
yarışma programlarını izleyenlerin kullanım ve doyumlarını keşfetmek için niteliksel görüşme
tekniğini ve programların karakterlerini belirlemek için içerik analizini geliştirdi.
Lazarsfeld, eleştirel yaklaşım ile yönetimsel araştırmalar arasında köprü kurmaya çalışmakta
ve bu köprünün olasılıkları üzerinde durmaktadır. Lazarsfeld Avrupa kuramıyla Amerikan
ampirizmini kaynaştırmayı ummuştur. Lazarsfeld, yönetimsel-eleştirel çalışma sentezine birkaç örnek
vermektedir: Şayet bir program yayınlandığında ya da bir dergi basıldığında, eleştirel araştırmanın,
içeriği özgün bir biçimde incelemesi mümkündür. Bu konuya müzik programları alanından bir dizi
örnek verilebilir. Sözgelimi “Başyapıtlar” olarak bilinen ve nispeten az sayıdaki eserin bitmek bilmeyen
tekrarları, kamu hizmeti yayınlarını radyonun ticari yönüyle daha uyumlu bir çizgide tutma
gereksiniminden kaynaklanır. Radyoların yayın akışının neredeyse yüzde 50’sinin ayrıldığı popüler
müziğin sosyal önemi ve muhtemel etkilerine dair bir tartışma da vardır ve bu, eleştirel sosyal
araştırma bakış açısından kitle iletişiminin bugüne kadarki en ayrıntılı analizini temsil eder. Örneğin
geçen yüzyılın başında biyografilerin bu kadar tutmasının nedeni nedir? Bunların içerikleriyle ilgili bir
çalışma, hepsinin de her bir bireyin itaat ettiği toplumun, insanların ya da insan ruhunun genel
kurallarına uygun bir dille yazıldıklarını ve aynı zamanda bahsettikleri tek bir kahramanın emsalsiz
büyüklüğü ve önemine işaret ettiklerini göstermiştir. Orta sınıf okuyucular arasında bu tarz edebiyatın
başarısı, bu okuyuculardan pek çoğunun kendi sosyal sorunlarına ilgilerini kaybettiklerinin bir
göstergesi olarak algılanmıştır.
Radyonun, bireylerin dünyasını genişleterek yaptığı katkıyı övüyor ve bu övgüyü hak
ettiğinden şüphe duymuyoruz. Fakat konu gerçekten de bu kadar basit mi? Bir çiftçi, doğanın karşısına
çıkardığı sorunlarla başa çıkmak, neyin mantıklı olup neyin olmadığını anlamak, neyin önemli olup
neyin olmadığını ayırt etmek için gereken yeteneğe sahip olabilir. Bugün radyo, yeni sorunları olan
yeni bir dünya sunmaktadır ki, bu sorunların dinleyicilerin kendi hayatlarından kaynaklanması da
gerekmez. Bu dünya, hem olayların gerçekleştiği, hem de görünmez olduğu sihirli bir karaktere
sahiptir ve pek çok dinleyici de, bunu değerlendirebilecek kişisel deneyime sahip değildir.
CHİCAGO OKULU
1910’lu ve 20’li yıllarda, iletişim alanında ilk araştırma yapanlardan birisi de Chicago Okulu
adı verilen ekolün üyeleridir. Chicago Üniversitesi’nin üç entelektüeli, Amerikan iletişiminin liberaldemokratik biçiminin kurucuları olmuşlardır: John Dewey, Charles Cooley ve Herbert Mead. Daha
sonra bu isimlere Edward Ross, Robert E. Park, v.d. de eklenmiştir.
Chicago Okulu’nun üyeleri modernleşme ve kentleşme gibi süreçleri anlamaya ve
anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bu düşünürler, iletişimi salt ileti nakli ile sınırlı tutmamışlardır.
Onlar iletişimi, sürekliliği olan ve içinde kültürün inşa edildiği simgesel bir süreç gibi kavramışlardır.
Onlara göre iletişim; siyasette, göreneklerde, törelerde, kurallarda, sanatta ve mimaride kendini
göstermektedir.
7
Mead’e göre, düşünce toplumsaldır. Yani başkaları ile iletişim kurularak ve onun aracılığıyla
gelişmektedir. Dewey içinse iletişim, tüm insan ilişkilerinin temelinde yer alır. Yine Dewey’e göre
iletişim özgürlüğü, iletişimin tekelleşmesiyle bozulmaya uğrar. Park da kendi iletişim kuramını,
Dewey’in “toplum iletişim içinde ve iletişimden geçerek var olur” görüşü üzerine kurmuştur. Park,
iletişimin hem rekabet hem de çatışmayı beslediğini ileri sürer. Medya teknolojileri toplum için
mükemmel değildir ve yıkıcı bir güce sahiptir.
Chicago kenti, endüstriyel bir kent olarak yoğun bir biçimde sürekli göç alan bir yerleşim
birimidir. Bu araştırmalarda yasa dışı faaliyetlerin yoğunlaştığı bölgelerle, kentteki örgütlü ve örgütsüz
faaliyetleri incelemişlerdir. Chicago Okulu’nun iletişim bilimleriyle ilgisi, bunların toplumsal yaşamı
bir etkileşim sistemi olarak görmelerinden kaynaklanır. Toplumsal yaşamda kolektif faaliyetler, kültür
aracılığıyla, dille kuşaktan kuşağa aktarılan simgesel ve moral bir dünyada gerçekleşir.
Chicago Okulu düşünürleri, toplumsal ilişkilerin iletişim aracılığıyla yürüdüğüne dikkat
çekmişlerdir. İletişim aracılığıyla toplumsal çatışmaları toplumsal uyuma, adaptasyona ve
asimilasyona dönüştürmeye çalışmışlardır. Bu çalışmaların hepsi, davranışçı psikolojiden hareketle
yapılan çalışmalardır.
KÜLTÜREL İNCELEMELER EKOLÜ
1970’li yıllarda – özellikle 1968 gençlik ve sol hareketlerin başarısız olması üzerine – kültürü
temel sorun haline getiren çeşitli kuramsal yaklaşımlar geliştirilerek, bunlar iletişim alanıyla
ilişkilendirilmiştir.
Dolayısıyla bu alanda egemen davranışçı yaklaşıma karşı önemli bir yaklaşım, Kültürel
İncelemeler adıyla İngiltere’de geliştirilmiştir. Kültürel İncelemeler, Birmingham Üniversitesi’nde
Çağdaş Kültürel İncelemeler Merkezi’nin kurulmasıyla başlamıştır. Bu alanda başvurulan başlıca
disiplinler göstergebilim, Marksizm, tarih, psikoloji, feminizm, yapısalcılık, post yapısalcılık, etnoloji,
edebiyat kuramları ve edebiyat eleştirileridir.
Kültürel Çalışmalar Yaklaşımı, kültürün tanımını genişleterek seçkinci kültür tanımı yerine,
kültürü Raymond Williams’ın bütün bir yaşam biçimi olarak değerlendirdiği daha genel bir yaklaşıma
dayandırmaya çalışmıştır. Kültüre yaklaşırken, Marksizm’in aksine, kültürün altyapıya (ekonomiye)
bağımlı ve onunla uyumlu olduğu tezini reddederek, kültürün özgül ve ekonomiden görece özerk bir
alan olduğunu belirtmişlerdir.
İLETİŞİM KURAMLARINDA İKİ ANA PARADİGMA
İletişim alanında yapılan çalışmalar çok çeşitlilik arz etmesine rağmen, temelde alana iki
paradigma hakimdir:
1- Ana-Akım / Egemen Yaklaşımlar,
2- Eleştirel Paradigma.
8
1. ANA-AKIM YAKLAŞIMLAR
İletişim çalışmalarında egemen (ana-akım) paradigma bireye dayanır. Bu da, iletişim
etkinliğinde kurumları, güç ve iktidar yapısını, egemenlik ilişkilerini, egemen toplumsal yapıyı, meta
üretimini, üretim sürecini, üretim güçlerinin ve üretim ilişkilerinin belirleyiciliğini, emeğin
yabancılaşmasını görmezden gelir.
Eleştirel olmayan ana-akım yaklaşımlar, inceledikleri konuları evrimci bir yaklaşımla ele
alırlar. Buna göre; incelenen konunun ve toplumun kendine özgü değişme mantığı ve kuralları vardır.
Bunlar kuramsal müdahalelerden ve araştırmacıdan etkilenmez. Araştırmacı ile incelediği konu
arasında bir mesafe olduğu ve araştırmacının toplum dışı ya da toplum-üstü ayrıcalıklı birisi olduğu
varsayılır.
Ana-akım yaklaşımların geliştirdiği kuram ve modeller çizgisel bir nedensellik ilişkisine
dayanmakta, tarihsel ve toplumsal gerçekliği bir bütünlük içinde açıklama konusunda yetersiz
kalmaktadır. Wilbur Schramm’ın da dediği gibi, ana-akım yaklaşımlarda iletişim yalnızca bir
enformasyon alış-verişine indirgenir. Oysa iletişim bir toplumsal ilişki biçimidir. Tarihsel olarak
belirlenmiştir ve üretim güçlerinin gelişim düzeyine bağlı olarak toplumdaki egemen güç ve iktidar
mücadelelerinden ayrı düşünülemez. İletişim toplumsal olarak var olmanın koşuludur.
Başat (Ana-akım) paradigmanın toplumsal kuramı, Amerikan toplumbiliminin kuramsal
ideolojisi olan liberal çoğulculukla sınırdaştır. Kültürel kuramı ise, liberal demokrasinin kuramıdır.
Başat paradigma, medyanın temel demokratik rolünün, devleti gözleyen bir kamu gözcüsü olarak
hareket etmek olduğunu ileri sürer. Bu rol, genellikle, devlet otoritesinin kullanılmasındaki kötü
uygulamaları açığa çıkarma biçiminde tanımlanmaktadır.
Ana-akım iletişim çalışmalarının temel amacı, toplumsal kontrol, ikna ve davranış
değişikliklerine yönelik verileri toplamaktır.
Ana-akım iletişim çalışmaları alanındaki “davranışçı gelenek” en eski gelenektir. Bu gelenek,
davranışçı psikoloji geleneği içerisinde geliştirilmiştir. Bu bakış açısı “uyarıcı-tepki” / (S-R) modeline
dayanır. Buna göre, insan davranışı, ancak dış uyarılara verdiği davranışsal tepkiler gözlemlenerek
anlaşılabilir.
2. ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR
Eleştirel Paradigma, genel olarak iletişim araçlarını kültürel ve ideolojik araçlar olarak görür;
incelediği konuyu ve toplumu dönüştürebileceği, hatta dönüştürmesi gerektiği düşüncesinden hareket
eder. Bu yaklaşım, temel olarak, kitle iletişim araçlarının işlevinin, kurulu toplumsal düzeni içerdiği
tüm eşitsizlikleriyle birlikte yeniden üretmek ve doğallaştırmak olduğunu savunur. Medya, egemen
grup ya da çevrelerin çıkarlarına hizmet eder. Bu yaklaşımlar, genel olarak şu konularla ilgilenir:
9

İletişimin endüstrileşmesi,

Uluslar arası yönü,

Geliştirilen yeni iletişim teknolojilerinin toplum üzerindeki etkileri,

İletişimin ekonomi-politiği v.b.
Eleştirel akımlar, köken olarak Marksizm’den etkilenmelerine rağmen, kendi içlerinde
farklılaşırlar. Sözgelimi, bu akımlardan İngiliz Kültürel Çalışmalar Okulu, ideolojik olarak Batı
Marksizmi ya da Yeni Sol olarak adlandırılabilecek düşünce geleneğine dayanırken; Frankfurt Okulu,
Marksist tabanlı olmasına karşın, Ortodoks Marksizm’e eleştirel yaklaşmayı seçerek, geleneksel
Marksist doktrinin eleştirisine dayanır; Marksizm’deki determinizm anlayışına karşıdır.
Medyaya bir diğer eleştirel yaklaşım da Ekonomi-Politikçi Yaklaşım’dır. Bu yaklaşıma göre,
medya kuruluşları kapitalist pazar ekonomisinin ve siyasal bir otoritenin sınırlandırdığı bir ortamda
faaliyette bulunurlar. Ekonomi-politik, bu ortamda üretilen medya içeriklerini ve kültürel alandaki
üretim ve dağıtım süreçlerini inceler. Medyanın ve genel anlamda iletişimin ekonomi politiği
konusunda yapılan çalışmalarda, bu yaklaşım, medyanın mülkiyet biçimiyle ilgilenir. Bu yaklaşım,
ayrıca, medyanın sahipliği ve kontrolü, medya endüstrilerinin diğer endüstriyel yapılarla
bütünleşmesini sorunsallaştırır. Bu yaklaşımın ilgi alanı içinde kısaca, ekonomik ve siyasal yapıların
medya alanına etkisi, toplumda güç dengelerinin nasıl oluştuğu, vb. konular yer almaktadır. Bu
yaklaşımın önemli temsilcileri, Herbert Schiller, Edward Herman, Noam Chomsky, Nicolas Garnham,
Dallas Smythe ve Armand Mattelart’tır. Dilbilimsel yaklaşımın öncüleri Habermas, Barthes, Strauss,
Saussure; ideolojik yaklaşımların önde gelen kuramcıları ise Althusser ve Gramsci’dir.
“ELEŞTİREL” / “YÖNETİMSEL ARAŞTIRMALAR” AYRIMI
İletişim alanında eleştirel ve yönetimsel araştırmaların arasında da tarihsel bir ayrılık vardır.
Sözgelimi, yönetimsel araştırmalarda ampirik metod, tarihsel süreçleri, iktidarı ve egemen ideolojiyi
dikkate almaz. Eleştirel araştırmalar ise, toplumsal çatışma, eşitsizlik, kurumsal güdüler, iktidar gibi
kategorileri dikkate alır.
Eleştirel ve Yönetimsel araştırmalar arasındaki farklardan birisi de, “değerler”e ilişkindir.
Yönetim araştırması yapanlar, araştırmacının değer yargılarını araştırmasına katmasını istemezler.
Oysa eleştirel araştırmacılar, araştırmanın kendisinin de toplumsal süreçlere bir müdahale
olduğundan hareketle, bunun mümkün olmadığını ileri sürerler.
Öte yandan, yönetim araştırmacıları akademik bilginin gelişmesine katkıda bulunmazlar.
Çünkü yönetim araştırması yaptıran ve bunları finanse eden kuruluşların öncelikleri, entelektüel ve
bilimsel öncelikler değildir.
10
Yönetim araştırmaları kuramsal sorunlardan ziyade, pratik sorunlara çözüm üretmeyi
amaçlar. Ör: TRT tarafından finanse edilmiş bir “TRT Tarihi” incelemesi ya da Anadolu Ajansı’nca
finanse edilmiş olan “Anadolu Ajansı Tarihçesi”yle ilgili bir araştırma bu türe girer. Bir şirket
tarafından finanse edilen bir ürün ya da markanın tanıtımı ve güvenirliğiyle ilgili bir alan araştırması
ya da kurumsal kârlılık araştırması da bu tip araştırmalardandır.
Yönetimsel araştırma, ekonomik olarak zayıf olan ve kültürel bakımdan sürülmüş, tüketici
olarak eksik becerileriyle her tür toplumsal iletişime katılması reddedilen veya sınırlanan bireyleri bir
köşeye atar. Buna en somut örnek reyting sistemidir: bu sistemde marjinal insanlar (yoksullar) reyting
dışında bırakılır, çünkü onlar potansiyel alıcı/tüketici olacak ekonomik güce sahip değildirler. Böylece
güçsüzün dışarıda bırakılması süreçleri ve alanları genişler.
Yönetim araştırmasının amacı, egemen kurumsal yapının kendisini yeniden üretmesine
hizmet etmektir. Buna karşılık eleştirel araştırmacılar, toplumu dinamik ve diyalektik bir süreç olarak
görürler. Bilimsel araştırmalar toplumsal değişimi etkileyecek süreçlerdir. Çünkü bilimsel
araştırmaların sonuçları, politik karar alma süreçlerini kontrol edenlerce kullanılır.
Yine eleştirel araştırmacılara göre, sıkça dile getirilen bilimsel tarafsızlık sadece bir
kuruntudur. Bilim adamlarının ideolojik eğilimleri onların sorun seçimlerini, araştırma tekniklerini ve
kuramsal çerçevelerini belirler. Yani iletişim araştırmaları eleştirel ve yönetim araştırmaları şeklinde
sınıflandırıldığında 3 noktada birbirinden farklılaşırlar:
a- Sorun tipi seçimi açısından,
b- Kullandıkları araştırma teknikleri açısından,
c- Araştırmacının ideolojisi açısından.
a) Sorun tipi seçimi açısından bakıldığında, yönetim araştırması, araştırma sorunu olarak
bir örgütün eylemlerinin nasıl daha etkin hale getirilebileceğini araştırır. Yani bir şirketin kârlılığının
nasıl artırılacağını araştıran bir inceleme, bir yönetim araştırmasıdır.
Buna karşılık, eleştirel araştırmayla, ilgili toplumsal katmanların kolektif ihtiyaçlarının
karşılanmasında toplumsal kurumların nasıl yeniden biçimlendirileceği gibi konular araştırılır. Başka
bir deyişle, eleştirel medya çalışmaları, kitle iletişim sürecini ve medya kuruluşlarını devlet, aile,
ekonomik kurumlar, din, sendikalar ve siyasi partiler gibi diğer toplumsal kurum ve kuruluşlardan
soyutlamadan, onlarla ilişkileri içerisinde ele alırlar.
b)Kullandıkları araştırma teknikleri açısından bakıldığında, yönetimsel araştırmaların
genellikle ampirik yöntem ve araştırma tekniğini kullanırken, büyük ölçüde nicel verilerin dökümü ve
sıklığıyla ilgilenir. Başka bir deyişle, yönetimsel araştırma alanında ilk araştırma tipi, nicel
araştırmadır. Bu, pazar araştırmasını içerir. Bu araştırma türünün amacını, araştırmayı finanse eden
şirketler belirler. Bu araştırmaların amacı, onların güvenliğini ve karlılığını garanti altına almaktır. Bu
11
tip çalışmaların metodolojisi, kontrollü deneylerde deneysel “psikolojik öğrenme” kuramına dayanır.
Bunlar, ayrıca, yoğun bir şekilde survey (tarama) araştırma metodolojisini kullanırlar.
Buna karşılık, eleştirel araştırmalar daha ziyade anlamın üretimi ve yeniden üretimini,
mülkiyet ve örgütsel yapıyı, ekonomik ve siyasal yapıyı, tarihsel arka plan analizlerini, diyalektik ve
neden-sonuç ilişkisi bağlamında, üretim süreci ve ilişkilerini ortaya çıkarmaya dönük ekonomipolitikçi yapısal analiz yöntemleriyle, içerik ve söylem analizlerini kullanır.
c) Araştırmacının ideolojisi açısından yönetim araştırmacıları, kendi bakış açılarını
inceledikleri konuya dâhil etmeksizin, konudan ya da incelenen sorundan bağımsız tutarken; eleştirel
araştırmacılar, kendi düşünce, ideoloji ve bakış açılarını sorguladıkları alana dâhil ederler. Yani kendi
bakış açılarını ve yöntemlerini de sorgulayarak işe başlarlar.
Her iki araştırma türü arasında ideolojik yönelim açısından bir başka husus da şudur:
Yönetim araştırması, yönetimsel tipte sorun seçimi, araçlar ve araştırmanın sonuçları
/
yorumlarıyla statükoyu desteklediği için ideolojiktir.
Eleştirel yaklaşımlar da, seçtiği sorunlar, kavram ve araştırma metodolojileri ve bunun
yorumlanmış sonuçlarıyla, kurulu düzende köklü değişiklikleri savundukları için ideolojiktir.
GÜÇLÜ VE SINIRLI ETKİLER DÖNEMİ: LASSWELL MODELİ, İKİ AŞAMALI
AKIŞ VE EŞİK BEKÇİLİĞİ KURAMI”
“Savaşta dört gazeteci, yüz bin askerden daha etkilidir”
Napolyon Bonaparte
Kitle iletişim kuramları ile ilgili araştırmalar, genel olarak 3 dönemde incelenmektedir:
1- Güçlü etkiler dönemi (Hipodermik Şırınga, Sihirli Mermi, Etki-Tepki Modeli),
2- Sınırlı etkiler dönemi (İki Aşamalı Akış, Bilişsel Çelişki, Denge Modelleri, Kullanımlar ve
Doyumlar),
3- Güçlü etkilere geri dönüş (Gündem Kurma, Suskunluk Sarmalı).
1. GÜÇLÜ ETKİLER DÖNEMİ
Güçlü etkiler dönemi olarak adlandırılan bu dönem 1910’lu yıllardan 1940’a kadar olan süreci
kapsar.
Söz konusu dönem içinde yapılan araştırmaların sonucu olarak sosyologlar, iletişim
araçlarının etkilerini sihirli mermi ya da hipodermik iğne kuramlarıyla açıklamışlardır. İletişim
kaynağından gönderilen iletileri sihirli mermi olarak nitelendiren sosyologlar, iletilerin hedef kitleyi
12
oluşturan bireyleri tıpkı bir iğne veya mermi gibi etkilediğini ifade etmişlerdir. Yine bu görüşü
savunanlara göre, kitleyi oluşturan bireylerin birbirleriyle ilişkisinin ve bağlantısının olmayışı, etki
derecesini artıran bir faktör olarak yorumlanmıştır.
Bu dönemdeki gelişmeler incelendiğinde, döneme ilişkin başlıca üç tarihsel özellik karşımıza
çıkmaktadır. Kitle toplumunun doğuşu, I.Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı gelişmeler ve totaliter
rejimlerin yükselişi.
İlkinde, bireylerin bazı davranışlarını yitirdiği, atomize olduğu ve kendi haline bırakılmış
bireyler haline geldiği görüşü temel hareket noktasını oluşturmuştur.
İkincisinde ise, siyasal ekonomik ve toplumsal alanlarda gerçekleşen birçok değişim ve
dönüşümün miladı olarak da kabul edilen I.Dünya Savaşı’ndan sonra, siyasal iktidarlar temel bilgi
kaynağı olarak iletişim araçlarına yönelmişler; özellikle savaş döneminde, savaşla ilgili konularda,
halklarına tek yönlü olarak istedikleri biçim ve içerikte bilgi sunmak isteyen siyasal iktidarlar, iletişim
araçlarını kontrolleri altına almışlardır. Bunun sonucu olarak da, siyasal iktidarlar, savaş boyunca,
kendileriyle ilgili haberleri halkı etkilemek için istedikleri gibi sunmakla kalmamışlar, aynı zamanda,
düşmana karşı nefret uyandırmak için de kitle iletişim araçlarının gücünden yararlanmışlardır.
Üçüncü durumda ise, totaliter rejimler kendi varlıklarını sürdürmek ve korumak için kitle
iletişim araçlarını eşsiz bir propaganda malzemesi olarak kullanmışlardır. Yöneticilerin sansür ve diğer
baskı yöntemlerini kullanarak, halkın neyi duyup, neyi duymayacağına karar verdiği bu rejimlerde,
devletçe kontrol edilen ve yönetilen iletişim araçları, devletin bir organı olarak faaliyetlerini
sürdürmüşlerdir. Sovyetler Birliği’nde gazetecilik mesleği bir halkla ilişkiler etkinliği olarak
yürütülmüştür (Pravda / Gerçek). Gazeteciler de Parti’yle toplum arasındaki bütünleştirici harcı
sağlayan resmi görevlilerdir. Benzeri bir rolü “Hür Dünya’da Körfez Savaşı sırasında Spin Doctors’lar
(Fırıldak Doktorları, Beklentiyi Yönlendiren Kişiler) üstlenmiştir denilebilir.
Güçlü Etkiler Dönemine ait ilk kuramın “Görevselci Medya Sosyolojisi” tarihi içinde “Lasswell
Modeli” olarak belirdiği görülmektedir.
LASSWELL MODELİ (Etki-Tepki Modeli / Sihirli Mermi Kuramı / Hipodermik Şırınga)
LASSWELL VE PROPAGANDA
Kitle İletişim Araştırmaları akımının kavramsal donanımına ilişkin
ilk yapıtın tarihi 1927’dir. Bu yapıt, siyaset bilimi kuramcısı Harold
Lasswell’in
Dünya
Savaşı’nda
Propaganda
Teknikleri’dir.
Lasswell’e göre, propaganda ile demokrasi arasında dolaysız bir
ilişki mevcuttur. Deyim yerindeyse, propaganda demokrasiye
uyaklıdır. Propaganda kitlelerin katılımını sağlayacak tek araçtır.
13
Ayrıca, şiddetten, rüşvetten ya da daha başka yönetim tekniklerinden daha ekonomiktir. İyi amaçlarla
kullanılabileceği gibi, kötü amaçlarla da kullanılabilir. Bu bakış açısından, medya “etkili simgelerin
dolaşımını sağlayan” önemli bir güç olarak tasarımlanmaktadır.
Burada, hemen şunu belirtmekte yarar vardır ki; iletişim literatürüne dâhil edilebilecek türden
siyaset, özellikle de propaganda incelemeleri Antik Yunan’la birlikte başlamaktadır. Klasik çalışmalar
arasında; propagandadaki ahlaksallığı ele alan Platon’un Gorgias’ı; ikna edici tartışmayı çözümleyen
Aristo’nun Retorik’i; John Stuart Mill’in Mantık Sistemi (1840) adlı eseri; Lenin’in, büyük bölümü bir
Rus gazetesinin Bolşevik Devrimi’nde oynayacağı role ayrılmış olan Ne Yapmalı?’sı (1902); iletişimde
ifade özgürlüğüne izin vermenin sistematik etkilerini ele alan John Milton’ın Areopagitica ve yine
Mill’in Özgürlük Üzerine’si (1885), anılabilir. Bu yapıtların tümü iletişim üzerine olmakla birlikte,
özellikle Lenin’in Ne Yapmalı’sı tam anlamıyla kitle iletişimi üzerinde odaklanmaktadır.
Lasswell, “siyasal propaganda kuramı” üzerine ilk açıklamalarından birinde (1927),
propagandayı, “anlamlı simgelerin manipülasyonu aracılığıyla kolektif tutumların yönetimi” şeklinde
tanımlamıştır. 1930’lu yıllarda ise, Lasswell, farklı dönem ve yerlerde, siyasal propagandayı
karşılaştıracak bir araç olarak içerik çözümlemesinin kullanımını başlatmıştır. Hoover Enstitüsü’ndeki
RADIR araştırmaları, 60 yıllık bir dönem boyunca 5 ülkenin belli başlı gazetelerindeki başyazılarda
kullanılan simgeleri gözden geçirmiştir. Bunlar, yoksullukla ilgili düşüncelere verilen önemde bir
azalma ve refaha duyulan ilgide bir artış gibi eğilimleri ortaya koymuştur.
Ancak, Lasswell’in çalışması, I. Dünya Savaşı sırasında, propagandanın ne sinsi ve hilekâr, ne
de uğursuz olmadığını anlatan ilk esaslı Amerikan çalışmasıdır. Ona göre, propaganda kalıcıdır;
modern askeri savaşların ve modern hayatın diğer alanlarının da vazgeçilmez bir unsurudur.
Lasswell’e göre propaganda bir “meslek” haline gelmiştir. Lasswell, propagandayı “seçeneklerin ve
davranışların mevcut koşulları değiştirmeksizin, sosyal fikirler ileri sürerek doğrudan manipülasyon
yoluyla yönetilmesi” şeklinde tanımlamıştır. Bu da, maddi koşulları değiştirmeksizin durumun genel
algılanışının değiştirilmesi demektir. Propaganda, Lasswell’e göre “fikirlerin fikirlerle savaşı”dır ve
bu kadar önemli hale gelmesinin nedeni ise, bir savaşın kaybedilmesi ya da kazanılması noktasında
“sivillerin desteğinin önemli olması”dır. Çünkü propaganda bir anlamda savaşın kamuoyuna (sivil
halka) pazarlanması amacına hizmet eder.
19. yüzyıldan bu yana, savaşın ayırıcı ve derin değişimini getiren özellik ne teknolojidir, ne de
çok belirleyici olmalarına karşın kitle imha silahlarıdır. Bu yüzyılda savaşlardaki asıl değişim,
savaşların ordular arasında değil, uluslar arasında olmasıdır. Modern savaşlar artık kitleler arası
savaşlara dönüşmüştür ve propagandacıların rolü de bu yeni duruma adapte edilmiştir. Quaker’a göre,
propaganda ve özellikle de duygusal propaganda, ulusu krizlerden çıkarmak ve tek bir örgütlü birim
olarak savaşabilir hale getirmek için kullanılan yan bir mekanizmadır. Block, propagandanın çocuk
hikâyeleri ile olan benzerliklerini yazarken, Lasswell iki savaş arasında Amerikalıların propagandaya
olan güvensizliklerini kandırılmış bir kumarbaza benzetmektedir.
14
LASSWELL VE KURAMI
Taşıma Kemeri (Transformation Belt) olarak da bilinen bu modele göre, “Taşıma Kemeri”
deyiminin ifade ettiği şey, zincirleme bir şekilde mesajlardan etkilenen kişilerin olmasıdır. Bir iletişim
başlıyor, o birini etkiliyor, o bir diğerini; böylece zincirleme mekaniksel bir değişim süreci meydana
geliyor. Tıpkı bazı eski Türk filmlerinde kapı önlerinde toplaşarak dedikodu yapan kadınların bir olayı
kulaktan kulağa zincirleme bir şekilde aktarmalarında olduğu gibi…
Yine bu modele göre, izleyici kitlesi pasif konumdadır ve büyük ölçüde birbirinden yalıtılmış
bireylerden kuruludur. Dolayısıyla da medyanın etki-tepki şemasına körlemesine riayet ederler.
Medyanın izleyiciler üzerindeki etkisinin, “hipodermik şırınga” modeline göre işlediği varsayılır.
Lasswell 1948 yılında “Düşüncelerin İletişimi” adlı eserinde şu ünlü formülü ortaya atar: “Kim,
Neyi, Hangi Kanaldan, Kime, Nasıl Bir Etkiyle Söyler?” Bu formül aslında, Lasswell’in, 1936’da siyaset
biliminin temel sorusu olarak ortaya attığı “Kim, neyi, ne zaman, nasıl elde eder?” formülünün kitle
iletişim alanına uyarlanmasıdır.
Bu formülde yer alan KİM sorusu ile ilgili araştırmalar; İletişimcinin / göndericinin toplumsal
ve kişisel özellikleri, inanılırlığı, güvenilirliği gibi konular üzerinde durur. “Kim” öğesi, aynı zamanda
tanıdık bir kişiye de karşılık gelebilir. Bu durumda, sözgelimi güvenilir bir hukukçu, herhalde bir
deterjan reklamında değil, bir banka reklamında oynatılırsa daha etkili ve inandırıcı olur. Aynı şekilde,
kötü adam tiplemeleriyle ünlenmiş bir oyuncuyu da bir çocuk yuvasının açılış konuşmasını yaparken
görmeyi düşünemezsiniz.
İLETİ ile ilgili çözümlemeler; İçeriğin sınıflandırılması, belirttiği anlamlar, iletinin istenilen
etkiyi ortaya çıkartmadaki yapısal nitelikleri, iletinin ima ettikleri, ortak kültürel etkinliklerle ilişkisi ve
1970’li yılların ikinci yarısından sonra da ideoloji kavramı üzerinde durmuştur.
KANAL ile ilgili araştırmalar ise; Araç sayısı, üretim, dağıtım ve tüketimle ilgili istatistikleri
kapsar.
Yine bu formül, araştırma alanlarına dönüştürüldüğünde, şu sonuç ortaya çıkmaktadır:
KİM?  Denetim çözümlemesi,
NE?  İçerik çözümlemesi,
KANAL?  Medya çözümlemesi,
KİME?  İzleyici çözümlemesi
HANGİ ETKİYLE?  Etkilerin çözümlenmesi.
Uygulamada ise, bu sonuçlardan sadece ikisi etkili olabilmiştir: Etkilerin çözümlenmesi ve
içerik çözümlemesi.
15
Birinci soru olan "kim", televizyon veya radyoda, basında gazetecilik yapan iletişimciye
gönderme yapmaktadır. "Ne dedi" sorusu iletilere ilişkindir ve bunlar seçilen bir kanalla (gazete,
radyo, televizyon) iletilmektedir. Sorunun bu tarafı kullanılan tekniği de kapsamaktadır. "Kime"
sorusu izleyici ile ilgilidir ve iletişimcinin kamusuna değinmektedir. Nihayet sonuncu "hangi etkiyle"
deyişi, iletişimin etkilerini içermektedir. İletişim eyleminin söylem yapısını sunan bu formül, çok
çeşitli biçimlerde işletilmeye ve kullanılmaya müsaittir.
Aynı söylemle Lasswell iletişimin farklı tiplerini daha da açmaktadır. Her soru kendine özgü
bir çözümleme alanını çağrıştırmaktadır:
Lasswell’e göre, iletişim sürecinin toplumda başlıca üç işlevi vardır:
a)
Bir topluluğun değerler sistemini etkileyip onu bozacak her şeyi bildirerek
“çevrenin gözetimini yapmak”,
b)
Çevreye karşı bir yanıt geliştirmek için, toplumu oluşturan kişiler arasındaki
ilişkiyi sağlamak,
c)
Toplumsal mirası aktarmak.
İki toplumbilimci, Paul F. Lazarsfeld ile Robert K. Merton, bu üç işleve dördüncüsünü,
“entertainement”, yani “eğlendirme”yi katarlar.
Frank Stanton ile Paul Lazarsfeld’in işbirliği, özellikle izleyicinin beğeni, tiksinti ya da ilgisizlik
tepkilerini kaydetmekle yükümlü “profil makinesi”nin ya da “program çözümleyicisi”nin gelişmesine
yol açar. Bu ölçüm cihazına göre, izleyici hoşnutluğunu sağ elinde bulunan yeşil düğmeye;
hoşnutsuzluğunu da sol elindeki kırmızı düğmeye basmak suretiyle dile getirir. Lazarsfeld-Stanton
Çözümleyicisi olarak da adlandırılan ve önce radyo için yaratılmış olan bu yöntem, kısa süre sonra
uzman kişiler tarafından sinema seyircilerinin tepkilerini çözümlemek için kullanılır (Günümüzde bazı
Hollywood yapımı filmlerin vizyona girmeden önce test edilmesi).
16
Lasswell’e göre, “etki, gözlenebilen ve ölçülebilen bir değişkendir”. İletişim sürecindeki
kaynak, ileti, kanal, hedef kitle ve feedback gibi öğeler etkiyi oluşturan unsurlardır. Sürecin
unsurlarından herhangi birinde yapılacak en ufak bir değişiklik, etkinin derecesinin de değişmesine
neden olur.
Sonraki yıllarda Braddock, Lasswell Modeli’ne bazı eklemeler yapmıştır. Braddock’un
çalışmasında “amaç” ve “şart” gibi iki unsur ilave edilerek şu şekilde bir formülasyona gidilmiştir:
Kim – Ne Diyor – Hangi Kanal ile – Kime
Hangi Şartlar altında?
Hangi amaçla?
Lasswell’in, iletişimi “ikna süreci” olarak lanse ettiği noktasından yola çıkarak “modelde etki
konusunun abartıldığı” şeklinde bir eleştiride bulunulmuştur. Ayrıca, bir diğer eleştiri konusunu da,
modelde “feedback unsuruna yer verilmediği” hususu oluşturmuştur. Sonuç olarak Lasswell
Modeli’nde;
1.
Medya bir propaganda aracı olarak görülmektedir.
2. İzleyici, okuyucu, dinleyici olarak her birey “kendisine iğne batırılan birer özne” gibi
tasarlanmaktadır.
3. Modelde yer alan “ikna süreci”yle ilgili gerçekleştirilmiş çalışmaların temelinde Pavlov’un
etki-tepki, yani “şartlı refleks” kuramı bulunmaktadır.
4. Bu modelde, her birey aynı uyarılara benzer tepkiler veren tek biçimli bir doğaya sahipmiş
gibi düşünülmektedir.
5.
Bu düşünce, savaş dönemlerindeki propaganda kuramlarına dayanmaktadır.
6. Sihirli mermi kuramının “sihirli” yönü, bütün insanlara etki yapmaksızın geçmesidir.
Benzer şekilde, sihirli mermi kalabalığa atılır, dostlara ve tarafsızlara zarar vermeden gidip
düşman ya da hedefi bulur.
7.
Bu modelin yarattığı ilgi, reklâm ve propaganda alanında oldukça önemlidir. Çünkü
uyaranın amacı, hedefte istenen düşünce ve davranış kalıplarını oluşturmaktır.
8. Lasswell’in yaklaşımında tarihsellik boyutu eksiktir. İçinde yaşanılan tarihsel ve toplumsal
koşullarda güç ve iktidar mücadeleleri ile gerçek üretim süreçlerine yer verilmez.
9.
Mills, Lasswell’in formülüyle bağıntılı ampirik araştırmaları “soyut ampirizm” olarak
niteler: Soyut ampirizmde neyin doğruluğunun kanıtlanacağı ciddi bir sorun olarak
17
düşünülmez, daha ziyade nasıl kanıtlanacağı düşünülür. Bu açıdan, Lasarsfeld’in yaptığı
People’s Choice araştırmasında, zengin, Protestan kentli kişilerin Cumhuriyetçilere oy
verme yöneliminde olduğunu, aksi türdeki kişilerin de Demokratlara yöneldiğini
öğreniyoruz. Fakat Amerikan siyasetinin dinamikleri hakkında çok az şey öğreniyoruz”
diye yazar.
ETKİ TEPKİ (S/R) MODELİ: HİPODERMİK MODEL
İkna süreciyle ilgili gerçekleştirilmiş çalışmaların temelinde Pavlov’un etki-tepki, yani koşullu
reflex kuramı bulunmaktadır.
(S=Semptom, R=Reaksiyon)
Modele göre, özel bir uyarı alıcıya doğrudan bir etkide bulunmaktadır. Yani iletişim alıcıya ani
bir etki yapmaktadır. Bu model kitle iletişimine uygulandığında, kamuya sunulan iletilerin onlar
üzerinde doğrudan doğruya bir etkisinin olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Modelin ardında bir kitle toplumu kavramı yer almaktadır. Bu dönemlerin başında, kitle
toplumu, çok küçük parçaların bir bütünü olan toplumun harcı gibi düşünülmüştür. Buna göre her
toplum üyesi uyarıyı aynı biçimde kabullenmekte ve az veya çok birbirine yakın bir yankı uyandırarak
toplumdaki bireylerin tümünü yakalamaktadır. İnsan, aynı uyarılara benzer bir tepki veren tek biçimli
bir doğaya sahipmiş gibi düşünülmektedir.
2. SINIRLI ETKİLER DÖNEMİ:
Lazarsfeld, Berelson ve Gaudet’in ABD’deki 1940 Başkanlık Seçimleri sırasında, seçmenlerin
oy verme davranışları üzerinde medyanın etkilerini saptamaya yönelik araştırmaları, beklenmedik
sonuçları gündeme getirmiştir.
Bu araştırmayla, kitle iletişim araçlarının, bireysel kanaatleri, tutum ve davranışları
değiştirmede doğrudan etki etmediği; buna karşılık, toplumsal ilişkilerin yanı sıra, kültür ve inanç
sistemlerinin de etkili olduğu sonucu ortaya çıkmıştır.
Aynı
şekilde,
1948
Başkanlık
Seçimleri
döneminde,
Lazarsfeld
ve
arkadaşlarınca
gerçekleştirilen bir diğer çalışma da, bireylerin kendi düşünce ve kanaatlerine yakın buldukları ve
önceden benimsemiş oldukları fikirleri destekleyici iletilere daha duyarlı olduklarını ortaya
çıkarmıştır. Bundan sonra ise “bilişsel çelişki”, “denge”, “seçici algılama” gibi konuları kapsayan
modeller geliştirilmiştir.
Yine bu dönemde iletişim araçlarının etkileri konusu açıklanmaya çalışılırken; İKİ AŞAMALI
AKIŞ kuramı geliştirilerek “kanı önderi”, “kanaat önderi” ya da “kamu önderi” kavramı literatüre
sokulmuştur.
18
Şimdi sınırlı etkiler dönemi kapsamında geliştirilen yaklaşım, kuram ve modellere genel olarak
göz atalım.
İKİ AŞAMALI AKIŞ (TWO–STEP FLOW) KURAMI
1940’lı ve 50’li yıllarda, görevselci medya toplumbiliminin tarihi, iletişim sürecinin başlangıç
ve bitiş noktaları arasında “bir ara öğenin” bulunuşunu bir yenilik gibi göstermiştir. Bu buluş, “kanaat
önderleri”nin rolünün kesin biçimde ortaya çıktığı iki aşamalı bir iletişim sürecidir.
1920’lerde davranışçı model, alıcıyı edilgen bir rol içine hapsetmişti. 1940’larda kitle iletişim
araçlarının etkilerini sorgulayan Amerikan kökenli iletişim sosyolojisi, bu sorunu yeniden ele aldı.
Örneğin Paul Lazarsfeld ve Elihu Katz, bireyleri şu ya da bu adaya oy vermeye veya şu ya da bu ürünü
tüketmeye yönlendiren karar süreçlerini derinlemesine inceledikleri two-steps flow (“iki aşamalı akış”)
kuramını ortaya attılar; bu kuramda, iletişim akışını iki aşamalı bir süreç olarak incelediler: Lazarsfeld
ve Elihu Katz, İllinois’nin 60 bin nüfuslu Decatur kentinde 800 kadın üzerinde “kişisel karar verme”
sürecini incelerken, “birincil grubun” önemini yeniden keşfettiler. Bu durum, iletişim akışını, kanı
önderlerinin rolünün kesin biçimde ortaya çıktığı iki aşamalı bir süreç gibi kavramalarını sağladı. Söz
konusu iki aşamalı bu sürecin;
İLK AŞAMASINDA; medyaya doğrudan açık oldukları için olaylardan iyi haberdar olan, görece
daha bilgili kişiler;
İKİNCİ AŞAMASINDA ise; medyayı daha az izleyen ve bilgilenmek için başkalarına bağımlı
olanlar bulunur.
Böylece, başlangıçta, medyanın sınırsız gücüne duyulan ilgi de, yerini, sınırlı bir etkiye bırakır.
Modelde yer alan “kamuoyu önderi” kavramı, gündelik yaşamlarında, kişilerin kanaatlerini,
belirli konularda, düzenli bir şekilde bazı kişilerin etkilemesini anlatmaktadır. Bu önderlik işlevi,
bireylerin kendi grubuna mensup diğer kişilerle medya arasında “aracı rolü” üstlenilmesini
simgelemektedir.
Bu modelin temel önermeleri şunlardır:
1- Bireyler, toplumsal dokudan yalıtılmış ve parçalanmış değildirler. Her birey, farklı
grupların (birincil, ikincil) bir parçasıdır.
2- Medyanın bireyler üzerinde doğrudan bir etkisi yoktur. Etkileri, toplumsal ilişkiler içinde
aşamalanmaktadır.
19
3- Toplumdaki bazı kişiler, özellikle önderler, diğer üyelere medyadan daha fazla ileti
üretmektedirler. İletiler diğerlerine ulaşmadan önce bu önderler tarafından “süzülmektedir.”
İki aşamalı akış, kitle toplumu kuramlarının aksine, çoğulcu bir toplumda kitle iletişim
mesajlarının akışının kanı önderlerince dolayımlandığını öne süren bir yaklaşımdır. Yine bireysel
davranışların gözlemiyle olgunlaşan bu kuram, toplumu olduğu gibi ortaya koymayan ve kitle iletişim
araçlarının “toplumsal denge”yi sağlaması gerektiğini savunan bir niteliğe sahiptir.
Bu modelin anahtar kavramlarından olan “kamuoyu önderi”, toplumda güvenilir ve saygıdeğer
bir kişi olarak görüldükçe, etkinliği de son derece fazla olmaktadır. Kitle iletişim araçlarının gönderdiği
mesajları kendi kişisel etkisi aracılığıyla yayan kanaat önderleri, bu anlamda, en az iletişim aracının
güvenilirliği ve inandırıcılığına sahip olmalıdır.
İki aşamalı akış ve kamuoyu önderi yaklaşımı, medya etkisini genellikle “tutum ve
davranışlardaki kısa dönemli etkiler” olarak görür ve değerlendirir. “İki Aşamalı Akış” görüşünde
kanaat önderi, yeni-sömürgeciliğin yaygınlaşmasında, kalkınma adı altında sürdürülen programlarda,
“az gelişmiş” ülkelerde, kırsal alanlarda muhtarlar, köy öğretmenleri ve kentsel alanda ise burjuva
entelektüelleri olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlama ile birlikte, etki arayışında “kapıyı tutan fikir
liderleri” etkilenmeye (satın alınmaya, bağımlı yapılmaya) çalışılmıştır.
Bu model, “eşik bekçisi” olarak adlandırılan yeni bir kavramı daha ortaya koymuştur. “Kapı
tutucular” şeklinde de adlandırılan bu olgu, kısaca tanımlandığında; “kişiler arası iletişim sistemlerini
dışarıdaki bir şeye bağlayan kişiler” olarak nitelenir.
Araştırmacılar, medya sunumlarını kamuoyu önderlerinin önce alıp sonra toplumun daha az
aktif üyelerine bu bilgileri aktardıkları düşüncesinden hareket etmektedir. Bu önderlik işlevi, grubuna
mensup diğer kişilerle medya arasında aracı rolü üstlenilmesini anlatmaktadır. Buna göre, gün yüzüne
çıkartılan bu gözlemlerin incelenmesi (Personal Influence, 1955) "iki aşamalı iletişim" modeli üzerinde
temellenmiş olmaktadır.
20
Şimdi White tarafından geliştirilen “eşik bekçiliği” yaklaşımına daha yakından bakalım.
“EŞİK BEKÇİLİĞİ” (GATEKEEPER) YAKLAŞIMI
“Eşik Bekçisi” kavramını ilk kez 1947 yılında Kurt Lewin kullanmıştır. Lewin, aile içindeki
yiyecek alımına ilişkin bir araştırmasında bu kavramdan ilk kez söz eden kişidir. Kavram, daha sonra
gazeteye alınacak haberler için kullanılmaya başlanmıştır.
Daha sonra D. M. White tarafından geliştirilen “eşik bekçiliği” modelinde, medya mesajlarını
belirleyen kişi olarak eşik bekçileri üzerinde durulmuştur.
Medya kurumlarında, haber üretim sürecinde neyin haber olacağına ya da olmayacağına karar
vermede eşik bekçisi kavramsallaştırması önemlidir.

Eşik bekçileri, haber üretim sürecinin ilk aşamasında karar alan kişilerdir.

Eşik bekçileri, haber olmak üzere gelen olayların seçimini ve yorumlamasını yaparlar.

Eşik bekçileri, hangi olayın hangi sırada ve ne kadar süreyle haber olacağına karar
verirler.

Eşik bekçileri, genellikle haber editörleridir.

Eşik bekçileri öncelikle çalıştıkları kurumların gündemini belirlerler ve böylece
toplumun gündeminin belirlenmesine katkıda bulunurlar.
Eşik bekçiliği ya da kapı tutuculuğun anlamı, bir kanalın stratejik bir kısmını kontrol
etmektir. Bu kanal bilgi ya da mal akımı olabilir. Örneğin gümrükler, kapı tutuculardır. Kapı tutucu;
denetim yoluyla bu kanaldan akan şeyin gruba ulaşıp ulaşmayacağı konusunda karar verir. Bu, yazı
işleri sorumlusu ya da bir yayıncı olabilir. Eşik bekçisi ya da kapı tutucu, kendi kanalında ya da
gazetesinde belli bir habere yer verip diğerini yayımlamamaya karar verebilir. Aynı şekilde, AP, AA,
Reuters gibi haber servisleri de önemli gündem belirleyiciler ya da kapı tutuculardır. Özellikle kapı
tutucuların habere ilişkin “seçme”, “şekillendirme”, “ortaya koyma ya da gizleme”, “zamanlama”,
“sınırlama”, “tekrarlayıp tekrarlamama” v.b. kararları, enformasyon denetiminin önemli bir parçasını
oluşturur.
Bunlara ek olarak, kapı tutucuların gündem belirlemede üstlendikleri rollere ilişkin önemli
bazı bulgular şunlardır:
1- Kapı tutucular, enformasyon arasında seçim yaparken izleyicileri düşünmezler. Kapı
tutucuların kararları daha çok basımcının ya da yayıncının ne düşündüğüne bağlıdır.
21
2- Kapı tutucuların haber kaynaklarının çoğu resmidir. Basın konferansları, resmi
demeçler, hükümet seremonileri, basın bildirileri v.b. konuların haberleri ya resmi ya da
yarı resmi kaynaklardan elde edilir.
3- Haber servisleri, ilk olarak yazı işleri sorumlularını, yani kapı tutucuları etkilerler.
Dolayısıyla önemli gündem konularını onlar üzerinden kurarlar. Bunun anlamı ise şudur:
Özellikle dış haberlerde ve siyasal haberlerde kapı tutucular, benzer konular üzerinde
durur ve benzer haberleri verirler.
4- Kapı tutucuların Amerika’daki en bilinen işlevi, başkanlık seçimlerinde üstlendikleri
önemli manipülatif rolde göze çarpar. İki adaydan birini desteklemek suretiyle,
vatandaşların siyasal oy verme davranışı üzerinde etkili olurlar.
Eşik bekçileri birden fazla yerde konumlanmışlardır.
Haber ajansları editörlerinden önce ve sonra yer alırlar ve haberin seçildiği “sahadan”; sahada
habercilerin ilişki kurduğu “haber kaynaklarından” “haber servisine”, oradan da bu servisi kullanan
“haber örgütlerine” ve sonunda da “halka” gönderilmesine kadar geniş bir alanda yer tutarlar.
Eşik bekçileri yoluyla çeşitli alanlarda kaynak ve enformasyon seçme ve süzme işlemi yapılır.
Alan araştırması bulgularına göre, kanaat önderleri her statü düzeyinde vardır ve her
düzeydeki kimseler arasında bulunabilir.
Berelson ve Katz’ın açıklamalarına göre, “eşik bekçisi” ile “kanaat önderleri” birbirinden ayrı
kavramlardır: Eşik bekçileri kitle iletişiminde gönderici araçtan önce; kanaat önderleri ise alıcı araçtan
sonra yer alırlar. Ayrıca her ikisi de etkinin sağlanmasında hem seçici, hem de yorumcu rolünü
üstlenirler.
Bu yaklaşıma getirilen eleştirileri başlıca 4 grupta toplayabiliriz:
1.
Yaklaşım, haber üretim sürecinde kapitalist toplumsal formasyonun belirleyiciliğini ihmal
eder.
2. Yaklaşım, reklâm verenlerin etkisini göz ardı eder.
3. Yaklaşım, devletin haber kaynağı olmada, vergi indirimi sağlamada, kâğıt yardımı ve kamusal
ilanların dağıtımındaki rolünü dikkate almaz.
4. Yaklaşım, medya kuruluşlarının mülkiyet ve örgütsel yapıları ile diğer endüstrilerle
olan ilişkilerini v.s. görmezden gelir.
22
“DENGE MODELLERİ & KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI”
DENGE VE TUTARLILIK MODELLERİ
1- LEON FESTİNGER VE “BİLİŞSEL ÇELİŞKİ” KURAMI
Bilişsel
çelişki,
günlük
hayatımızda
olabildiğince
sık
karşılaştığımız
bir
olgudur.
Davranışlarımız, çoğu kez bir biçimde davranmamızı ve bir başka biçimde davranmamamızı gerektiren
birtakım dış talep, emir veya zorlamalara bağlıdır. Davranışlarımız, hareketlerimiz, eylemlerimiz ile
tutumlarımız, görüşlerimiz, ideolojimiz arasında bir tutarlılık ararız. Bu nedenledir ki, genellikle bir
mesleği seçenler, meslekleri ile ilgili pozitif görüş taşırlar; bir kurum veya iş yerindeki mevkiimiz ile iş
yerimiz hakkındaki görüşümüz arasında bir ilişki vardır, örneğin hiyerarşik konumumuz yükseldikçe,
nispeten daha pozitif düşünürüz ("taç giyen baş akıllanır" sözü, bu çerçevede değerlendirilebilir).
Çelişkinin kaynağı dış dünya ise, bilişsel öğeyi değiştirmek için
dış dünyayı değiştirmek gerekir. Ancak, fiziksel gerçeklik söz
konusu olduğunda bu, genellikle imkânsızdır. Fakat fiziksel
gerçeklik yerine, sosyal gerçeklik söz konusu olduğunda,
örneğin çelişki bireyin bağlandığı, örnek aldığı, özdeşleştiği
kişilerin konsensüsünden ileri geliyorsa, bu konsensüsün
değiştirilmesine çalışılabilir ya da bu kişi veya gruplar terk
edilebilir.
Nihayet,
bilişsel
çelişki
teorisi,
insanların
tutumlarını
değiştirmenin yolunun, davranışlarını değiştirmekten geçtiğini
ortaya koymaktadır. Bu anlamda bilişsel çelişki teorisi, 'bilincin
sosyal gerçekliği değil, sosyal gerçekliğin bilinci belirlediği'
tezini sınıf bilinci (proleter bilinci) oluşumunun temeline koyan
Marksist yaklaşımla paralellik göstermektedir.
İletişim bilimleri alanında da 1950’ler boyunca bir dizi tutarlılık kuramı geliştirilmiştir. Bu
yaklaşımların temel varsayımı, insanların inançlarının ve yargılarının birbiriyle tutarlı olduğudur.
Profesör Leon Festinger’ın “bilişsel çelişki” kuramı bunlar arasında en çok bilinenidir. Bu kurama göre,
insanlar medyadan ya da herhangi bir enformasyon kaynağından kendi tutum ve düşünceleriyle tutarlı
olmayan mesajlar aldıklarında yapacakları iki şey vardır:
1.
Ya kendi düşünceleriyle tutarlı olan mesajları alırlar; ya da kendi düşünceleriyle
çelişen mesajları reddederler.
2. Ya uyumsuzluk konusunun önemini azaltırlar; ya da kendi düşünceleriyle uyumsuz
olan mesajları kabul edip, kendi tutum ve davranışlarını, aldıkları bu mesajla uyumlu
hale getirirler.
23
Örneğin, yeni bir araba satın alan kişi, başka araba reklamlarına yönelmek yerine, yaptığı
seçimi destekleyecek enformasyon aramaya yönelir, bu reklamları daha çok okur. Yine herkes bilir ki,
insanlar bir davranışta bulunduktan sonra, bu davranışı haklılaştırmak için, etraflarında söz
söyleyecek birilerini ararlar. Örneğin dersine çok fazla çalışan bir öğrenci, sınava hazırlanırken,
gireceği sınavın ne kadar önemli bir sınav olduğunu etrafındakilere söyleme ihtiyacı duyar. Çocuklarını
özel bir okula göndermeyi kararlaştıran bir anne-baba, bu okulun kendine özgü üstünlüklerini
abartarak başkalarını bu kararın değerine inandırmaya çalışır. Ya da genç bir kızla sadece bir tek
akşam yemeğini birlikte yemek için gücünün üstünde zahmete katlanan bir delikanlı, ertesi gün
arkadaşlarına bundan söz etmesi gerektiğinde, kızın ne kadar güzel ve olağanüstü ilginç bir kişiliği
olduğunu anlatmaya başlar, v.s… Tüm bu örneklerde alınan kararlar ya da sergilenen davranışların
failler tarafından haklılaştırılması durumu söz konusudur. Şayet öğrenci, çalıştığı sınavın çok önemli
bir sınav olduğunu düşünce olarak benimsememiş olsaydı, o kadar sıkı çalışmayacaktı; ana-bana özel
okulun çok iyi olduğunu düşünmemiş olsaydı, çocuklarını o okula göndermeyeceklerdi; şayet delikanlı,
yemeğe götürdüğü genç kızın olağanüstü ilginç bir kız olduğuna inanmamış olsaydı, maddi gücünün
üstünde paralar harcayıp onunla akşam yemeği yemeyecekti… Bütün bunların aslında doğru ve insanı
rahatlatan açıklamalar olarak kabul edilmeleri gerekir. Fakat ortada bir soru durmaktadır: Bütün bu
bireyler, yaptıkları bu işlerden niçin bu denli söz etme ihtiyacı duymaktadırlar? Bunun nedeni, belki de
bireylerin bu davranışlarda bulunurken, yaptıkları şeye ilişkin yeter derecede haklı kılıcı nedenlere
veya açıklamalara sahip olmamaları ve bu davranışlarına ilişkin ilave haklı-kılımlar (justification)
aramalarıdır. Sözgelimi sonuncu örneğimize geri dönersek, genç kızla yemeğe çıkan delikanlının sahip
olduğu enformasyonu, kanaatleri ve inançlarını ele alalım: Delikanlının kız hakkındaki istek ve arzuları
söz konusu davranışa uygun olmakla beraber, mali durumu hakkındaki bilgisi, yaptığı işe hiç de uygun
değildir. İşte burada, delikanlının giriştiği eylem ile mali durumu hakkındaki bilgisi arasındaki ilişki,
bu kuramın ana konusudur. Bu tür ilişki, öncelikle uyumsuz (dissonant) bir ilişkidir. Delikanlının
bilgisi ile davranışı arasındaki uyumsuzluk, onun için epey sıkıntı verici olduğundan, delikanlı, işin
giriştiği eyleme uygun düşen yanını abartarak bu sıkıntıyı küçülterek azaltmaya çalışmaktadır. Bu
duruma daha başka bir örnek vermek gerekirse, sözgelimi pek çok insan, her yemekten sonra bir kez
olmak üzere, günde en az üç kere diş fırçalamak gerektiğinin farkındadır. Oysa böyle düşünen
insanların çoğunun, gerçekte üç kere dişlerini fırçalamadıkları da bilinmektedir. Dolayısıyla, bu kanı
ile yapılan davranış arasında apaçık bir uyumsuzluk vardır. Hal böyle olunca, bu tür insanların günde
üç kere diş fırçalamanın zararlı olduğunu söyleyen veya belli bir diş macununun kullanılması halinde
günde tek bir kez bile diş fırçalamanın yeteceğini söyleyen bir enformasyon karşısında kolaylıkla
etkilenebileceklerini düşünebiliriz.
Bu yaklaşıma göre, izleyiciler, medyadan gelen mesajları algılamada “seçici” davranırlar.
Algı seçiciliği kuramında iki alan vardır: Seçici maruz kalma ve Seçici hatırlama.
1- Seçici Maruz Kalma: Bazı insanlar, bilerek, bazı TV kanallarını izler, bazı dergi ve
gazeteleri okurlar. Bazı insanlar da kendi düşüncelerine karşı olan TV kanallarını
24
izlemez, gazete ve dergileri okumazlar; bunlardan bilinçli olarak kaçınırlar. Bu
davranışa “seçici maruz kalma” denir.
2-
Seçici Hatırlama:
Buna göre,
insanlar medyadan edindikleri enformasyon ve
düşüncelerden, yalnızca kendi istediklerini hatırlarlar, istemediklerini hatırlamazlar.
Yine Festinger’a göre, sahip olduğu bilgiye / tutuma aykırı bir davranışta bulunan kişi “bilişsel
çelişki”ye düşer. Bu çelişkiden kurtulmak için şu 3 yoldan birisine yönelir:
1- Davranışını değiştirir,
2- Tutumunu değiştirir ya da yeni bilgiler edinerek, o konudaki mevcut bilgisini
değiştirir,
3- Psikolojik savunma mekanizmalarından birisini; örneğin “mantığa bürüme”yi
kullanarak, çelişkisinin yarattığı rahatsızlıktan kurtulmaya çalışır.
Örneğin, sigaranın kanserle ilişkisini bilen birisi günde bir paket sigara içiyorsa, bilişsel
çelişkiye düşecektir. Bu çelişkinin vereceği rahatsızlıktan kurtulabilmek için, yukarıda belirtilen
yollardan birisini seçecektir. Sözgelimi “mantığa bürüme”yi tercih ederek “sigara stresimi azaltıyor”
v.s… diyecektir.
Aynı şekilde, 1986 yılındaki Çernobil Nükleer Kazası’ndan sonra, ülkemizde, radyasyonlu
olduğu ileri sürülen çayları içenlerin
“bilişsel çelişki”ye düşünce, “acı patlıcanı kırağı çalmaz”
türünden savunma mekanizmalarına başvurdukları gözlenmiştir.
Ya da E-5’teki travesti-fuhuş trafiğinde AİDS ile burun buruna gelenlerin bilişsel çelişkiye
düşünce, “atın ölümü arpadan olsun” türü savunma mekanizmalarına yönelmeleri, v.s…
Sonuç olarak, bilişsel çelişki kuramına göre, bireylerin sahip oldukları kanaatler, çoğu kez,
kolaylıkla değiştirmeleri mümkün olmayan kanaatlerdir ve bu yüzden de uyumsuzluk azaltımına
girişen bireyler kabul etmeye hazır oldukları yeni görüşlerle karşılaştıklarında, etrafındakilerden sosyal
destek ararlar. Yine bu kuram;
a) Tutum değişikliği yerine tutum istikrarını,
b) Enformasyon alma yerine enformasyon aramayı,
c) Gönderici yerine alıcıyı ön plana çıkarır.
2- THEODOR NEWCOMB’UN ABX DENGE MODELİ
Bir psikolog olan Theodor Newcomb tarafından geliştirilen ABX Modeli, daha çok kişiler arası
iletişim sürecini açıklar.
25
Bu modele göre, kişiler arasında kurulan iletişimsel ilişkilerde, iletişimde bulunan insanların
sahip oldukları inanç, tutum ve davranışlar önemli bir yere sahiptir. Böylece bireyler, hem kendi içsel
iletişimlerinde, hem de diğer insanlarla olan iletişimlerinde bir denge ararlar.
A ve B, birbiriyle iletişimde bulunan iki farklı kişiyi sembolize eder.
X ise, bu kişilerin iletişim etkinliğinin içeriğini, konusunu oluşturan bir başka kişi, olay, olgu
ya da objedir.
Şayet A ve B, X’e karşı farklı bir bakış açısı ya da düşünce ya da tutuma sahipse, A ve B
arasındaki iletişim ilişkisinde bir dengesizlik durumu göze çarpar. Böylece bu iki kişiden birisi diğerine
ya da X’e karşı olan tutum ve düşüncesini değiştirebilir. Ya da iletişimde bulunan iki kişi, aralarında
bir uzlaşmaya varıncaya kadar bu gerilim durumu devam eder. Ör: İki kişi, aynı sanatçının ya da
yazarın niteliği konusunda benzer şeyler düşünmeyebilirler. Ya da alternatif tıbba inanan birisiyle
modern tıp tekniklerine inanan birisi arasındaki düşünce ve inanç farklılığı da böyledir.
Newcomb, daha sonra yaptığı çalışmalarda, iletişimin ancak belli koşullar altında meydana
gelebileceğini belirterek, modeline şu koşulları eklemiştir:

Bireyler arasında güçlü bir cazibe olduğunda,

Katılanlardan en az birisi için nesne önemli olduğunda,

X nesnesi her iki kişinin de ortak ilgi alanı içinde olduğunda.
3- WESTLEY & MACLEAN’IN “ARACILANMIŞ” İLETİŞİM MODELİ
Newcomb tarafından kişiler-arası iletişim sürecini anlamak ve açıklamak için geliştirilen ABX
Denge Modeli, Westley ve MacLean tarafından kitle iletişim sürecine uyarlanmıştır.
Bu modele göre;
A; iletişim kaynağını oluşturan bir kitle iletişim kurumudur. Bu kurum, toplumda meydana
gelen olay, olgu, eylem veya kişiler hakkındaki görüşlerden birisini seçerek B (izleyici) birimine ileti
olarak gönderir.
Ayrıca B, X’i (olayı, olguyu ya da eylemi) kendisi de görebilir ve A’ya bir reaksiyon gösterebilir.
Ör. Kitlesel bir “linç olayı”nı sunan bir TV kanalı, söz konusu kitlesel linç olayına tanık olan B
tarafından da algılanıp tepkiyle karşılanabilir.
Bu modelin ikinci bir versiyonunda, C ile sembolize edilen kitle iletişimcisinin kanal rolünü
oynadığı bir durum söz konusudur. Buna göre, A ve B arasında X’e ilişkin mesajların aktarılmasında C
bir faktör olarak araya girer ve nelerin aktarılacağını belirler. Modelin bu versiyonunda, A savunmacı
26
bir rol üstlenir. Politikacı, reklâmcı ya da haber kaynağı olabilir; A, bazı bilinçli amaçları ve niyetleri
olan bir iletişimcidir. C ise, herhangi bir iletişim örgütüdür, medya örgütü ya da örgütte çalışan bir
kimsedir; B ve A’nın gereksinmelerine hizmet eden bir ajan durumundadır, bu rol temelde bilinçli
değildir.
Burada;
A--- bir kaynak (toplumsal bir kaynak) ---reklamcı, sanayi odası, politikacı, v.s.
B--- bir izleyici (toplumun bir üyesi) --- izleyici
C--- ise, mesajı B’ye aktaran bir aracıdır ---iletişimci
C, medya kurumunda çalışan bir tür eşik bekçisi de olabilir. C’nin, B’nin gereksinmelerini
yorumlama ve sonra düşüncelerini ortak sembol sistemiyle ifade ederek, kodlayarak, bir kanal veya
araç yoluyla B’ye göndermek gibi görevleri vardır.
Modelin amacı, X veya B arasındaki bağlantının C rolünün tekelinde olmadığını göstermektir.
B, A ile doğrudan ilişkilere de sahip olabilir, ya da X hakkında doğrudan deneyim sahibi olabilir.
Örneğin fiyat yükselmesi ya da hava durumu değişikliği konularında…
Model, ilişkiler sisteminin kendi kendini dengeleyici, düzenleyici ve bütün katılanlara karşılıklı
olarak fayda sağlayıcı olduğunu varsayar. Serbest hareket edildiğinde, verici ve alıcının çıkarları
dengelenecektir. Oysa McQuail ve Windahl’ın (1993) belirttikleri gibi, pratikte üç ana katılımcı
arasındaki ilişkiler nadiren dengelenir ve bu durum yalnızca bir iletişim ilişkisinde görülmez. Aynı
zamanda, A ve C arasında, bazen de C ve B arasında politik bir ilişki olabilir. Aynı şekilde, A’nın C
üzerinde bir gücü ve etkisi olabilir ve C, neredeyse her zaman bir ölçüde bilgi sağlamak için A rolüne
bağımlı olarak çalışabilir.
Modelin bir başka zayıf yönü de, kitle iletişim sürecinin entegrasyon düzeyine ve
savunucuların (A) iletişimcilerle (C) ve izleyicilerle (B) süreç hakkında aynı görüşü paylaştıkları
yolunda yaptığı aşırı vurgudur. Oysa her biri birbiriyle çok az ilişkili olan amaçları gerçekleştiriyor
olabilirler. Sözgelimi kaynak konumunda olanlar (A), gerçekten arzu etmedikleri iletileri gönderiyor
olabilirler.
İletişimciler (C) , kendi örgütlerinin amaçlarını gerçekleştirme peşinde olabilirler.
İzleyiciler (B) ise, özel gereksinimleri olmaksızın kendilerine ne gösteriliyor ise izliyor olabilirler
(örneğin; magazin programları).
4- FRITZ HEIDER’İN DENGE MODELİ
Tutarlılık kuramlarının babası olarak kabul edilen psikolog Fritz Heider,
1946–1958 yılları arasında yaptığı araştırmalarla dikkati çeker.
Heider, “denge modeli”nde, iki birey ve bir tutum objesi arasındaki ilişki
üzerinde odaklaşır. Yani, iki insan arasında üçüncü bir insan ya da nesne
27
hakkında varolabilecek düşünce uygunluğu veya uygunsuzluğunun düzeyiyle ilgilenir.
Kişiler arası algı olayını en basite indirgeyen Heider;
Bir kişinin (k), bir diğer kişi (d) ve bir tutum objesi (o) arasındaki ilişkiyi incelemiş, ancak bu
incelemede durum, söz konusu kişinin (k) görüş açısından ele alınmıştır:
Buna göre:

Şayet k-d-o ilişkisinde her üç ilişki de k’ya göre olumluysa ya da ilişkilerden ikisi olumsuz, biri
olumluysa k’nın zihninde denge durumu var demektir.
Şekil1- + + +
+ - -

Dengeli durum
değişime direnç
Yok şayet iki ilişki olumlu, bir ilişki olumsuzsa ya da her üç ilişki de olumsuzsa, k için dengesiz
bir durum var demektir.
Şekil 2-
+ + -
Dengesiz durum
değişime açıklık
- - -
Şimdi bu durumu örneklerle anlatalım. Bir arkadaşınız, sosyoloji hocasının iyi bir insan
olduğunu düşünüyor ve siz de bu düşünceye katılıyorsanız, bu durumda ilişkiniz dengelidir. Kadınların
da erkekler gibi çok iyi yerlere geldiği konusunda arkadaşınızla anlaşamıyorsanız, siz kadınların da
artık ev dışına çıkmasını, sorumluluklar taşımasını, özgür olmalarını ve erkek-kadın arasında ayrım
yapılmamasını, arkadaşınız da bunun tam tersini savunuyorsa, bu fikir farklılığı ilişkilerinizde bir
dengesizlik yaratacaktır.
Durumu bir başka somut örnekle daha açıklayacak olursak, diyelim ki bir karı-koca ile eve
alınmış bir köpek arasındaki ilişkiyi düşünelim: Şayet, kocaya göre; koca, karısı ve köpek arasında
olumlu bir ilişki varsa, ya da karısı ile kendisi arasında olumsuz bir ilişki olduğu halde, her ikisinin de
köpeğe karşı sempatik (olumlu) bir yaklaşımı varsa; her üçü arasında dengeli bir ilişki var demektir.
Bunun sonunda, köpek, koca ve karısı birlikte yaşamaya devam ederler. Ya da eve alınacak bir mobilya
veya çocuk yapıp yapmama konusu da olabilir.
Heider’in denge modeline göre, iki insanın birbirlerine karşı ya da bir nesneye karşı
geliştirdikleri hoşlanma ya da hoşlanmama şeklindeki tutumlarında bazı ilişki kalıpları dengelenecek,
bazıları ise dengelenmeyecektir.
Heider’e göre, denge bulunduğu durumda, iletişime katılanların her biri değişime karşı çıkar.
Bir başka deyişle, denge durumunun düzenli olduğu ve dış etkenlere direndiği varsayılır. Dengesizlik
28
ise kişide psikolojik bir gerginlik yaratır. Bu gerginlik, denge halini yeniden sağlayacak bir değişiklik
oluşmasıyla ortadan kalkar.
FRITZ HEIDER VE “YÜKLEME TEORİSİ”
Heider’e mal edilen teorilerden birisi de Yükleme Teorisi (İng. Attribution Theory)’dir.
Yükleme teorisi, sosyal psikolojinin insanların bir davranışla ilgili olarak, ne zaman ve nasıl "niçin?"
sorusunu sorduklarıyla ilgilenen alanıdır. Heider'e göre insanların iki güçlü motivasyonu vardır:

Dünyayı tutarlı bir şekilde anlama

Çevreyi kontrol etme ihtiyacı.
Bu ihtiyaçlardan dolayı, insanlar başkalarının nasıl davranacaklarına yönelik önceden
kestirimlerde bulunmak isterler. Yeni kişilerle karşılasan bireylerin birbirlerinin sözlü–sözsüz
davranışlarından, giyiniş tarzlarından edindikleri izlenimlerle başlayan bu atfetme (yükleme) süreci,
sosyal psikolojinin temel kavramlarından biridir. Fritz Heider (1958), atfetme sürecinin temelinde,
insanın kendini ve çevresini anlama isteğinin yattığını söyler.
Bilindiği üzere, kişiler arası iletişimde, sözsüz iletişimin önemli işlevleri vardır. Bu işlevler iki
ana gruba ayrılabilir. Bunlardan birincisi; sözsüz iletişim yoluyla birtakım anlamlar iletilebilmesinin
mümkün olmasıdır. Örneğin; yakaya takılan rozetle meslek, kişiye yapılan bedensel temasla duygu ya
da bir baş hareketiyle onay ifade edilebilir. Ya da yine örneğin ağırbaşlı biçimler, tek renk, bedene
sımsıkı oturtulmuş klasik kesimler ciddiyeti ifade eder. Sözsüz iletişimin ikinci işlevi ise sözlü iletişimi
desteklemesi, onun akıcılığına katkıda bulunmasıdır.
Yükleme yapılırken dikkate alınan noktalardan biri, davranışın toplumsal bir rolün bir parçası
olup olmadığıdır. Yani bir itfaiyecinin yangın söndürmesi onun yardımseverliğiyle değil, mesleğiyle
açıklanırken, yoldan geçen birinin yangını söndürmeye katkıda bulunması, onun kişilik özellikleriyle
ilişkilendirilir.
Son olarak, başkalarının davranışlarını yorumlarken, onların gerçek kişilik özellikleriyle ilgili
önceki beklentilerimizi kullanırız. Yani eğer solcu olduğunu bildiğimiz bir arkadaşımız bir akşam
yemeğinde babasının muhafazakâr görüşlerini onaylıyorsa, bunu onun babasıyla tartışmaya girmekten
kaçınmasıyla açıklarız, yani bir dışsal yükleme yaparız.
B. KULLANIMLAR VE DOYUMLAR (USES AND GRAFITICATIONS) YAKLAŞIMI
Görevselci medya toplumbilimi, 70’li yıllarda Kullanımlar ve Doyumlar diye anılan bir
yaklaşımla “insanlar medyadan nasıl yararlanıyorlar?” sorusunu sorarak “kullanıcıların doyumu” ile
ilgilenmeye başlamıştır.
29
Kullanımlar ve Doyumlar yaklaşımı, büyük ölçüde psikolog Elihu Katz’ın araştırmalarına ve
çalışmalarına dayanır. Katz’a göre, insanların toplumsal ve psikolojik kökenli ihtiyaçları vardır. Bu
ihtiyaçlar sonucunda insanlar, medyadan ve diğer kaynaklardan bu ihtiyaçlarını gidermek için
birtakım beklentiler içine girerler.
Bu yaklaşıma göre;

Medyanın etkisi sınırlıdır, izleyicilerin “seçiciliği” bu etkiye engel oluşturur;

Medyanın etkisi doğrudan değildir, çünkü arada başkaları vardır;

Medyanın etkisi hemen olamaz, çünkü etkileme süreci zaman alır.
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı, 80’li yıllarda kendisine özgü “pazarlıklı okuma”
kavramını derinleştirmiştir. Buna göre; anlam ve etkiler, metinlerle okuyucuların üstlendiği rollerin
etkileşiminden oluşmaktadır.
Bu yaklaşıma göre, bireyler medyaya bakarak “ne düşünmeleri gerektiğine” değil, “ne
hakkında düşünmeleri gerektiğine” karar verirler. Burada medya, adeta bir ilan tahtası işlevi görür.
Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, izleyici merkezli olduğundan, iletişim sürecinde izleyiciyi
aktif olarak kabul eder.
Katz, 1959’da kitle iletişim araçlarının halka ne yaptığından çok, “halkın bu araçlarla ne
yaptığına” dikkat edilmesi gerektiğini söyler.
Bu yaklaşıma göre, iletişim alanında, kişi kendi enformasyonunun yaratıcısıdır. Burada
enformasyon, “kişinin zaman ve mekân içinde hareket ederken yaşamdan çıkardığı anlam” olarak
nitelenir.
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı “egemen model” kapsamı içine girer. Bu model, iletişim
araçlarının kullanımını “gereksinim doyumu” ve “gerilim süreci” olarak görür.
Kuramın epistemolojik varsayımı, “gerçeğin çoğul olduğu”na ilişkindir. İnsanlar medyayı farklı
nedenler ve gereksinimler için kullanırlar. Dolayısıyla, kuram insanların büyük çoğunluğunun özgür
iradelerine göre davrandıklarını varsayar.
Kişiler, kitle iletişim araçlarında “dinlenme”, “yalnızlığı giderme”, “eğlence”, “heyecan” ve
“sorunları unutma” gibi çeşitli doyumlar arar ve elde ederler.
30
İzleyicilerin davranışlarını bireyin ihtiyaç ve ilgileriyle açıklaması nedeniyle “Mesaj Alma
Süreci Modeli” olarak da nitelenen bu modeli, tarihsel açıdan Klasik ve Modern Dönem olmak üzere
başlıca iki dönemde ele almak mümkündür:
1) Klasik Dönem: Bu dönemde Herzog, Suchman ve Berelson’un çalışmaları ön plana
çıkmaktadır.
* Herzog, 1949 yılında, radyoda “Arkası Yarın” programlarını dinleyen bireylerin ne tür
doyumlar sağladığı konusunda;
* Suchman, radyoda “klasik müzik” dinleme motivasyonları konusunda;
* Berelson ise, 1945 yılındaki gazete grevi esnasında gazete okuyamayan bireylerin en çok neyi
özledikleri konusunda araştırmalar yapmıştır.
2) Modern Dönem: Bu dönem içerisinde, insan ihtiyaçlarının sonsuz ve sınırsız olduğu
gerçeğinden hareketle, her bireyin farklı ihtiyaç ve beklentileri olduğu, ihtiyaç ve beklentilerini tatmin
etmek isteyen bireylerin, genellikle farklı şekillerde medyaya yöneldiği kabul edilmiştir.
Bu dönemde, “etkiye karşı direnen bireyin bilinçli bir seçim yaparak ihtiyaç ve beklentilerini
en iyi şekilde karşılayacağına inandığı iletişim araçlarına yöneleceği” varsayımı geliştirilmiştir.
Berelson ve arkadaşları, yaptıkları araştırmalar sonucunda, okuyucuların gazete kullanımı
yoluyla elde ettikleri doyumları şu şekilde sıralamışlardır:

Kamu işleri ve yorum için,

Günlük yaşantı için bir araç olarak,

Dinlendiriciliği için,

Sosyal prestij için,

Sosyal temas için,

Bir şey okumuş olmak için.
McQuail, Blumler ve Brown ise, elde edilen doyumları 4 gruba ayırmışlardır:
1- Vakit Geçirme: Günlük baskılardan, sıkıntılardan ve sorunlardan kaçma.
2- Kişisel İlişki: Arkadaşlık, toplumsal yarar.
3- Kişisel Özdeşlik: Toplumla ilgili olaylar hakkında bilgilenme, değerleri destekleme ve
gerçekleri arama.
4- Gözetme: Çevreyi bilip tanıma, olaylar ve tüketim ürünleriyle ilgili bilgi edinme.
31
KURAMIN İÇERİK SINIFLAMASI
Bu yaklaşıma göre araştırmalarda en çok görülen içerik sınıflaması, genellikle “Gerçeğe” ve
“Fanteziye” dayalı içerik ayrımıdır. İrfan Erdoğan, araştırmalarında içeriği 3 sınıfa ayırmıştır:
1-
Gerçek Enformasyon Veren İçerik: Bölgesel, ulusal ve uluslar arası haberler,
belgeseller ve yorumlar.
2-
Gerçek Dokunaklı İçerik: Tiyatro ve oyun gibi estetik bir şekilde sunulan ve aynı
zamanda hayali olmayan içerik (Ör: reklâmlar, canlı spor yayınları, konuşma
programları, yarışma programları).
3-
Hayali Dokunaklı İçerik: Romanlar, hikâyeler, ağlatıcı, güldürücü filmler, TV
eğlence oyunları, çocukların okuduğu dergiler.
KURAMA İLİŞKİN BAZI ARAŞTIRMA ÖRNEKLERİ
Kullanımlar ve Doyumlar yaklaşımına yönelik araştırmaların çoğu 1960’lı ve 70’li yıllarda
yapılmıştır. Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımını temel alan bazı araştırma örneklerini şu şekilde
sıralamak mümkündür:

Schramm, Lyle ve Parker, çocukların televizyonla ne yaptığını incelemişlerdir. Buldukları
sonuçlara göre; çocuklar, genellikle büyüklerin seyrettiği programları seyretmektedirler ve
bunların çoğu fantezi ve eğlence programlarıdır. Okul öncesi dönemde, birçok şeyi fantezi
programlarından öğrenirler, büyüdükçe basılı iletişim araçlarına yönelirler; çocuğun
toplumsal ilişkileri kötüleştikçe, televizyon kullanımı ve fantastik içerik arayışı artar.

Johnson, gençler arasında iletişim araçlarının kullanımı ve toplumsal bütünleşme ilişkisini
incelemiş ve yoğun TV izleme ile statü, düş kırıklığı arasında doğrudan bir ilişki olduğunu
bulmuştur. Bu bulgulara göre, toplumsal bütünleşmede başarısızlık hissi, gençleri yetersizlik
duygusundan kurtulmak için TV’yi kullanmaya yöneltmektedir.

Katz ve Peled, savaş gibi özel bir durumda, TV’nin iki önemli işlevi olduğuna işaret etmiştir:
“Bilmek gereksinimi” ve “gerginlikten kurtulma.” Gazetelerin ise ek bir enformasyon kaynağı
olduğunu ve Radyo ile TV’nin verdiği materyallerin yorumu için kullanıldığını saptamışlardır.

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı kapsamında, ayrıca 1960’lı yılların ardından yapılan
araştırmalarda ise, televizyon kanallarındaki dizi ve filmler incelenerek, bireylerin bunları
niçin izlediği tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmalar sonucunda kadınların dizi ve filmleri
çok fazla izlediği, zira bunları kendileri için dünyaya açılan pencereler olarak gördükleri
saptanmıştır. Deterjan firmalarının bu tür dizilere bol reklâm vermesi ise, sonradan bu
dizilerin “sabun köpüğü” (soap opera) olarak nitelenmesine yol açmıştır.
32
“Seçici algılama”, “seçici izleme” ve “pekiştirme” gibi yaklaşımları gündeme getiren
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı, bireylerin aktif, seçici, niyetli ve katılımcı olduğunu, etkiye karşı
da direnç gösterdiğini savunmaktadır.
GÜNÜMÜZ İNSANININ MEDYAYA YÖNELME VE MEDYAYI KULLANMA NEDENLERİ
Günümüz toplumlarında bireylerin Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı çerçevesinde medyaya
yönelme ve medyayı kullanma nedenlerini ise şu şekilde sıralamak mümkündür:

Eğlenmek için,

Otoriteyi temsil eden kişilerin yüceltilmesini veya aşağılanmasını görmek için,

Güzelliği yaşamak için,

Başkalarının tecrübelerinden yararlanmak için,

Merakı tatmin etmek ve bilgilenmek için,

Tanrısal ve ilahi olanla özdeşleşmek için,

Kafayı dağıtmak ve oyalanmak için,

Empati için,

Sorumluluk almaksızın uç heyecanları yaşamak için,

Taklit edilecek modeller bulmak için,

Bir kimlik kazanmak için,

Dünya hakkında bilgi sahibi olmak için,

Başkalarının hatalarını görmek için,

Dünyaya düzen verildiğini görmek için,

Tarihe tanıklık etmek için,

Tabuları, günaha girmeksizin ele almak için,

Hoş olmayan duygulardan kurtularak deşarj olmak için, v.s…
KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMINA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Kurama karşı çeşitli eleştiriler de yöneltilmiştir. Bu eleştirileri şu şekilde
sıralayabiliriz:
1-
Yaklaşım, kişilerin kitle iletişim araçlarını öteki olanaklara tercih edip
kullanmalarının toplumsal sonuçlarını açıklamamaktadır.
2-
İzleyiciler aktif bir şekilde, iletişim araçlarından doyum ararlar, dolayısıyla kendi
etkilerini kendileri meydana getirirler. Ancak burada izleyicinin ne dereceye
kadar aktif olduğu ve iletişim sürecindeki öteki öğelerin (iletişim örgütleri,
gönderenler) önemi yeterince belirtilmemektedir.
33
3-
Aktif izleyici savına göre, izleyici kendi etkisini kendi seçtiği zaman, bu seçimin
sonuçlarından kendisi sorumludur. Dolayısıyla kitle iletişim örgütleri ve
profesyonelleri üretilen etkilerden sorumlu tutulmazlar.
4-
Yaklaşım, kitle iletişimini önemli toplumsal etkilerden soyutlanmış olarak inceler.
5-
Bu yaklaşımda, bireyin gereksinimleri ve bunları doyurma ya da tatmin etme
yöntemlerini şartlandıran ekonomi-politik çevreyi oluşturan sınıfsal koşullar ve
bakış açıları ihmal edilir.
6-
Bu yaklaşımın gözden kaçırdığı bir başka nokta da, izleyicinin kontrolü elinde
tutan asıl güç olmaması; aksine, başka güç ve iktidar yapılanmalarına bağımlı
konumda olmasıdır. Ayrıca, izleyiciler için tek mesaj kaynağı medya değildir.
7-
Bu yaklaşım, kitle iletişim araçları ile yayılan mesajların nasıl “ortak anlamlar”
oluşturduğu ve bu anlamların daha sonra nasıl “ideolojiye dönüştüğü” sorusunu
yanıtsız bırakır.
KULLANIMLAR VE ETKİLER KURAMI
Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı ile Etki Modeli’nin birleşmesiyle de “Kullanımlar ve
Etkiler Yaklaşımı” ortaya çıkmıştır. Kullanımlar ve Etkiler, Sven Windahl’in ürettiği bir iletişim
modelidir. Bu kuramın ana savı şudur: “İletişim araçlarının farklı kullanım türleri farklı sonuçlar
üretir.” Modele göre, tüketilen kitle iletişim içeriğinin türü, ne miktarda tüketildiği ve nasıl tüketildiği
gibi unsurlar, bu içerik tüketiminin sonuçlarını kestirmede önemli rol oynar.
-THE END-
34
Download
Study collections