Dr.Tuğrul BAYKENT TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER (Milli Mücadele Ve Cumhuriyet Döneminde Ermeniler) Ankara 2005 İTHAF Bu kitabımı, huzur ve sükun içinde çalışmamda bana her türlü desteği veren, sabır ve metanetle her türlü sıkıntılarımıza göğüs geren ve beni daima teşvik eden başta sevgili eşim Seçil ve kızımız Hande ve oğlumuz İlker Uğur olmak üzere, diğer bütün BAYKENT’lere ithaf ediyorum. Ayrıca, bizleri dünyaya getirerek bu güne kadar her türlü yardım ve desteğini bizden esirgemeyen sevgili annem Mevhibe hanım ve babam Piyade Albay M.Kazım BAYKENT ile kayınvalidem Müyesser hanım ve kayınpederim Piyade Albay Hilmi AKGÜN'e ithaf ediyorum. 1 İÇİNDEKİLER……………………………………………………………. ÖNSÖZ............................................................................................................. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ Batı Hun Türk Akınları ve Baskısı ile Romalıların “Barbar” Dedikleri Germen Kavimlerinin, Gotların, Frankların Batıya Göçe Başlaması………………………………………………..….. Barbar Germen Kavimlerinin; Vandalların, Saksonların, Almanların ve Frankların Saldırılarını Durdurmak İçin Batı Romanın, Batı Hun Türklerinden Yardım İstemesi……………………. Batı Hun Türk İmparatoru Attila’nın, Çeyizi Olan Galya’yı (Fransa) Almak Üzere Fransa ve İtalya’da Batı Roma İle Savaşması…………………………………………. Fransızların Liderliğinde Hristiyan Avrupa Devletlerinin, Haçlı Seferleri İle Anadolu Selçuklu ve Memlük Türkleri Topraklarında Kendilerine Bağlı Devletler Oluşturmaya Çalışmaları……………………………………………………………………………….. Şarlken’e Esir Düşen Fransa Kralı I. Fransuva’nın, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dan Yardım İstemesi Ve Türkleri Tahrik Ederek Macaristanın İşgalini (Mohaç) ve I.Viyana Kuşatmasının Gerçekleşmesini Sağlaması………………………. Osmanlı Devletince, Yokluk İçindeki Fransa’nın, Şarlken’e Karşı Güçlenmesi İçin, Borç Para Verilmesini ve Doğuda Serbestçe Ticaret Yapmasını Sağlayan İlk Türk-Fransız Ticari Yardım Anlaşmasının (Kapitülasyonları) İmzalanması…………………………. Barbaros Hayrettin Paşa Komutasındaki Osmanlı Türk-Fransız Donanmalarının Akdeniz de Müşterek Harekat İle Nis’i Almaları………………………………………….. Fransa’da İhtilâl Sonucu Kurulan Cumhuriyet Hükümetinin Osmanlı Devletince Tanınması ve Rusya-Avusturya Aleyhine Savaşa Girmesinin İstemesi Karşısında Tarafsız Kalması………………………………………………………………………………. Napolyon Bonapart’ın Avusturya İle Yaptığı Savaş Sonunda İmzalanan Compo- Formio Andlaşması İle Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu İle Dalmaçya Kıyılarında Sınır Komşusu Olması Ve İlişkilerin Gerginleşmesi……………………...................... Ortadoğu ve Hindistanı Kontrol Ederek Avrupa’da Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu Ele Geçirmeyi Amaçlayan Napolyon’un Mısır ve Suriye Seferi…….. Napolyon Bonapart’ın, Osmanlı Padişahı’nın Dostu Olarak ve Padişahın Emri İle Kölemenleri Cezalandırmak İçin Mısır’a Geldiğini Bildirerek Halkı Kandırması, Mısır’ı İşgal Etmesi, Osmanlı- Fransız İlişkilerinin Koparak Savaş İlan Edilmesi …………… Fransa’nın Mısır’ı İşgali İle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa İttifaklar Siyasetine İlk Defa Rusya - İngiltere Taraflı Olarak Girmesi Ve Boğazlar Sorununun Tarih Sahnesine İlk Defa Çıkışı………………………………………………………………………… 2 Yedi Ada ve Dalmaçya Kıyılarının Osmanlı Devleti Tarafından Yeniden Ele Geçirilmesinden Sonra Fransa Hükümetinin Verdiği Direktif Gereğince Hint Yolunu Kontrol Altına Almak Amacıyla, Napolyon’un Suriye Seferi, Geri Çekilmesi Ve Fransa’nın Yenilerek Mısır’dan Çıkması, Türk-Fransız İlişkilerinin Bozulması……… Napolyon’un Austerlitz’de (Üç İmparator Savaşında) Rusya ve Avusturya’yı Yenmesi İle Fransa’nın Avrupa’da Kesin Üstünlüğü Ele Geçirmesi, Osmanlı Devleti’nin Fransız İmparatorluğunu Tanıması ve Dostluk İlişkilerinin Yeniden Kurulması……………. Batı Akdenizi Kontrol Ederek Avrupa’daki Rakiplerine Üstünlük Sağlamak Amacıyla Fransa’nın Osmanlı Ülkesi Olan Cezayir’i İşgal Etmesi……………………………… Fransa’nın da Katıldığı Berlin Kongresi ve Antlaşması ile Yaklaşık Bin yıldan Beri Türklerle Aynı Topraklarda Yaşayan Ermenilerin Bir Sorun Olarak İlk Defa Tarih Sahnesine Çıkmaları Ve Osmanlı Devletinin Büyük Topraklar Kaybetmesi ……….. Cezayir’i Ele Geçiren Fransa, Tunus’un İtalyanlar Eline Geçmesine Mani Olmak Ve Akdeniz’deki Nüfuz Alanını Genişletmek Amacıyla, Osmanlı Toprağı Olan Tunus’u İşgal Etmesi………………………………………………………………………………. Berlin Kongresinden Sonra Artan Ermeni Terörü, İsyanlar ve ve Katliamlar….. 1914-1918 SAVAŞ DÖNEMİNDE GİZLİ ANLAŞMALAR VE OSMANLI FRANSIZ VE ERMENİLERLE İLİŞKİLER Fransa Ve İngiltere’nin Onayı İle Boğazların Rusya’ya Bırakılmasının Kabul Edildiği İlk Gizli Antlaşma ............................................................................................................................. Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Onayı İle İtalyanın Payının Belirlendiği Gizli “Londra Anlaşması” ....................................................................................................................... Rusya’nın Payının Belirlenmesinden Sonra, Fransa Ve İngiltere’nin Kendi Paylarını Belirledikleri Gizli Syks- Picot Antlaşması....................................................................... İtalya’nın Payının Kendi Katılımı İle Belirlendiği ve Fransa Ve İngiltere’nin Kabul Ettiği Gizli “Saint Jean de Maurienne Antlaşması”...................................................................... BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA, ÇANAKKALEDE OSMANLI- FRANSIZ SAVAŞLARI Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılması…………………………………. MONDROS MÜTAREKESİ, WİLSON PRENSİPLERİ, SEVR ANTLAŞMASI VE ERMENİLER İLE İLGİLİ İSTEKLER………... MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER FRANSANIN GÜNEYDOĞU ANADOLUYU İŞGAL NEDENLERİ, Fransa’nın Siyasi-Askeri, Ekonomik ve Kültürel Açıdan Çıkarları............................ Ermenilerin Çıkarları ve Ermeni-Fransız İşbirliği ....................................................... Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Sosyolojik, Ekonomik, Stratejik Önemi.................... GÜNEYDOĞU ANADOLUNUN İŞGALİ............................................ 3 Bölgede Türk, Fransız ve Ermeni Güçlerinin Durumu.................................................... İngiliz İşgali Altında Bölgede Cereyan Eden Olaylar..................................................... Bölgenin Fransızlara Devri ve Sebebleri........................................................................... GÜNEYDOĞU ANADOLUDA FRANSIZ VE ERMENİLERLE YAPILAN ÇARPIŞMALAR. Fransız İşgallinin Başlaması ve Türkiye’de İlk Defa Milli Mukavemet (Direnmenin) ile Kuva-ı Milliye (Milli Kuvvetler) Mücadelesinin Başlaması Ve Güney Cephesinde Milli Kuvvetlerin Özellikleri,………………………………………………………………… Fransızlarla Birlikte Ermenilerin Bölgeyi Ele Geçirme Çabaları, Hukuk Davaları Açmaları, ve Yaptıkları Katliamlara Karşı Sivas Kongresi Öncesi ve Sonrasında Alınan Milli Mukavemet Kararları ve Uygulama Çalışmaları……………………………………. Maraş'daki Çarpışmalar..................................................................... Urfa'daki Çarpışmalar.................................................................................. Antep ve Kilis Bölgesindeki Çarpışmalarda Teğmen Şahin’in Cesareti ve Şehit Olması.......... Adana Bölgesinde; Hacıkırı Ve Belemedik, Pozantı Bölgesinde, Kavaklıhanda, Nur Dağları Bölgesinde, Hamamköyde, Meydanıekbezde Cereyan Eden Çarpışmalar Ve 20 Günlük Mütareke ................................................................................................. Mütarekeden Sonra 20 Ekim 1921'e Kadar Bölgede Cereyan Eden Çarpışmalar Adana Bölgesindeki Çarpışmalar.............................................................................. Antep Bölgesinde Cereyan Eden Çarpışmalar......................................................... Ankara İtilafmamesi Hazırlıkları ve Fransa'nın Türkiye'ye Bakış Açısı.................. Ankara İtilafmamesi ve Türkiye'ye Getirdikleri...................................................... CUMHURİYETİN İLANINDAN SONRA GÜNÜMÜZE KADAR TÜRKFRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER Atatürk Döneminde Lozan Antlaşması esnasında Ortaya Çıkan Türk-Fransız Anlaşmazlıklarının Bazılarının Halledilmesi ve SSCB dahil İngiliz ve Fransızlar Tarafından Ermenilerin Yalnız Bırakılması ........................................................................... İskenderun ( Hatay) Sancağı’nın Milli Sınırlar içine Alınması ve Fransızların Tekrar Ermenileri Kullanmaları.................................................................................................... II. DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA GÜNÜMÜZE KADAR TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER Savaşın Başlangıcında Türk-Fransız-İngiliz İttifakı...................................................... Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Sürecinde Türk-Fransız İlişkileri ve Ermeniler…….. SONUÇ…………………………………………………………………………….. KAYNAKÇA................................................................................................................ 4 ÖNSÖZ Devletler arasındaki ilişkiler tarihi, benzer konularda daha sonra ortaya çıkacak sorunların çözülmesine ışık tutmak amacıyla, iki veya daha çok devletin, alaka ve menfaatleri çatışması neticesinde ortaya çıkan olumlu ve olumsuz sonuçların bilimsel araştırmalarla belirlenmesidir. Devletler arası alaka ve menfaatlerin çatışması sonucu ortaya çıkan bu sorunlar, tarih boyunca ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve teknolojik alanlarda üstünlük kurarak, kendi milletinin hayat sahasındaki kaynakların diğer milletler tarafından çeşitli yöntemlerle ele geçirilmesini önleme mücadelesinden dolayı ortaya çıkmıştır. Bu yöntemlerin birincisi, barışcı yollardan sağlanacak anlaşma ile paylaşmak, diğeri ise daha insanlık dışı bir yöntem olan savaş ile zorla almaktır. Ancak, savaş ile zorla elde edilen menfaatlerin, bir sonraki savaşı hazırlayan nedenleri oluşturduğunu tarih bize bir çok acı örneklerle öğretmiştir. Türk-Fransız ilişkileri tarihte uzunca bir süreci kapsamasına rağmen, günümüz Türkiye’sinde, özellikle Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde (1914- 1921) “Kilikya- Çukurova-Harran Ovası” bölgesi ile sınırlı kalmak üzere, Türk- Fransız ve Ermeni mücadelesi çerçevesinde bazı araştırmalar yapılmıştır. Aslında, Ermenileri gerektiğinde yine kullanabilmek amacıyla, batılı emperyalist devletlerce siyasi olarak yarattıkları asılsız soykırım iddialarını hala destekleyen Fransa ile Türklerin gelecekteki ilişkilerinde neleri göz önünde bulundurmaları gerekeceğinin belirlenmesine ve Türkiye’nin bu devletle olan ilişkilerindeki politikalarını bu esasları dikkate alarak düzenlemesine ihtiyaç vardır. Bu hususlar dikkate alınarak hazırlanan bu kitabın amacı; Tarihte süregelen Türk- Fransız ilişkilerini genel olarak ortaya koymak, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin mirasının taksiminde pay almaya çalışan Fransızların ve onların himayesindeki Ermenilerin , Güneydoğu Anadolu’daki faliyetlerinin siyasi ve ekonomik nedenlerini açıklamak, ATATÜRK’ün Güneydoğu Anadolu’daki Fransız harekatı ve Türk- Fransız ilişkileri konularında düşüncelerini ortaya koymak, Cumhuriyet döneminde günümüze kadar TürkFransız ve Ermeni ilişkilerini açığa çıkarmak ve nihayet Türk- Fransız ilişkilerinin geleceğine yönelik bazı somut esasları ortaya çıkarabilmektir. Bu çalışma, bir giriş, üç bölümden oluşmuştur. Giriş bölümde; Türklerle Fransızların tarihte ilk karşılaşmaları, daha sonra da, bu ilişkilerin Büyük Selçuklu İmparatorluğu döneminde, "Haçlı Seferleri" ile devam edişi, Osmanlı İmparatorluğunda Kanuni Sultan Süleyman döneminde ilişkilerin yoğunlaşması ve yine bu dönemde, 1535 yılında, Fransa’ya kapitüler hakların tanınması, XVI. yüzyılda bu şekilde başlayan Osmanlı-Fransız ilişkilerinin sonraki yüzyıllarda nasıl devam ettiği, Batı’nın emperyalist amaçlarla Ermenileri nasıl kullanmaya başladıkları kısaca ve genel hatlarıyla hatırlatılmıştır. Birinci bölümde, daha I. Dünya Savaşının içine girmeden, gizli anlaşmalarla Osmanlı İmparatorluğunun tamamına yakın bölümünü aralarında paylaşmış bulunan müttefikler içerisindeki Fransa'nın, savaş süresince Türklerle ve Ermenilerle ilişkileri incelenmiştir. İkinci bölümde, Milli Mücadele içinde Fransızların Türklerle ve Ermenilerle ilişkileri incelenmiş ve Ankara anlaşmasının önemi açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise, Cumhuriyetin ilanından sonra günümüze kadar olan Türk Fransız ve Ermeni ilişkileri incelenmiştir. Kitabın ikinci ve üçüncü bölümleri, 1991 yılında tamamlanan "Doktora" tezime dayanarak, 1998 yılında Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığında Atatürk Araştırma Merkezi (ATAREM)’in ilk Genel Sekreteri olarak görev yaptığım sırada, Harp Tarihi Arşivi ve kütüphanesi ile diğer kütüphanelerden de faydalanarak geliştirilmiştir. Bu çalışmanın, ülkemizde bu konuda süregelen bilgi açığını bir parça olsun kapatacağını ümid ediyorum. Bu çalışmalarımı başlatan, ilk doktora yöneticim olan Merhum Prof. Dr. Sayın Bahaddin ÖGEL’e ve her türlü yardım ve desteğini uzun yıllar boyunca esirgemeyen, 5 beni yönlendiren, teşvik eden doktora hocam değerli insan Prof. Dr. Sayın Yavuz ERCAN'a ve yıllar boyu süren çalışmalarımda beni destekleyen, sabırla her türlü zorluğa tahammül eden sevgili eşim Seçil BAYKENT’e en içten teşekkürü bir borç bilirim. Dr.Tuğrul BAYKENT 6 BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ Batı Hun Türk Akınları ve Baskısı ile Romalıların “Barbar” Dedikleri Germen Kavimlerinin, Gotların, Frankların Batıya Göçe Başlaması. Batı Hunları iklim şartları ve doğudan gelen Avarların baskısıyla M.S. 374 yılında yurtlarını terk ederek Volga nehrinin batısına geçtiler. Başbuğları Balamir yönetiminde önce Ostrogotlarla sonra Vizigotlarla çarpıştılar. Böylece Vizigotların ve Ostrogotların hareketlenmesine, Avrupa’yı alt üst eden Kavimler Göçünün başlamasına neden oldular. Gotlar, Alanlar ve Germen kavimlerinden oluşturdukları kuvvetlerle güçlenmiş olarak 376378 yıllarında Tuna’yı geçtiler ve Trakya’ya ilerlediler. Ancak daha sonra yurtlarına döndüler. Roma İmparatoru I.Teodosius’un öldüğü 395 yılında yeniden harekete geçtiler. Diğer taraftan, bu sırada Karadeniz'in kuzeyinde bulunan Hunların bir bölümü, Balkanlar üzerinden Trakya’ya ilerlerken , bir başka bölümü de Don Havzasından hareketle Anadolu üzerinden Suriye’ye indikten sonra Kapadokya ve Kafkaslar üzerinden yurtlarına döndüler. Gotların bir bölümünü teşkil eden ve Germen kabilelerinden olan Alamanlar ve Franklar, Galya’ya ( bu günkü Fransa ) iki kez girdiler ve Galya’yı boydan boya geçip yağmalayarak, harabeye çevirdiler. Romalıların "Barbar" dedikleri bu Germen kabilelerinin saldırıları ile 395 yılında Roma, Batı ve Doğu Roma olarak ikiye ayrıldı. Ondan sonra da Batı Roma İmparatorluğu gittikçe zayıfladı. Sahip olduğu zenginliklere göz diken savaşçı ve göçebe kabilelere karşı koyamadı. 400 yılına doğru Balamir’in oğlu, ya da torunu Uldız'ın komutasında Hunlar, büyük kuvvetlerle Tuna’nın batısında görüldü. Bu olay, tıpkı Türklerin Orta Asyadan başlattıkları göçler gibi, Germen Kavimler Göçünün ikinci dalgasını başlattı. Barbar Germen Kavimlerinin; Vandalların, Saksonların, Almanların ve Frankların Saldırılarını Durdurmak İçin Batı Romanın, Batı Hun Türklerinden Yardım İstemesi. Batı’ya saldıran Vandallar ve Vizigotlar Roma topraklarına girdiler. Vizigotların önderi Alarik 402’de Roma’ya girerek kenti üç gün yağmaladı. Çeşitli Germen kavimleri, Vandallar, Saksonlar, Franklar ve Alamanlar’ı çervesinde toplayan Radagais'in İtalya’daki ilerleyişini durduramayan Roma, Hunlardan yardım istemek zorunda kaldı. Hun İmparatoru Uldız, Roma takviye kuvvetleriyle birlikte Radagais’i Floransa yakınlarında yendi ve Roma’yı kurtardı. Daha sonra 412 yılında Hun Türk İmparatorluğunun başına Rua geçti. Rua, 422’de Bizans üzerine bir ordu ile yürüdü. Bizansı’ı vergiye bağladı. Rua’nın ölmesi (434) üzerine yerine kardeşi Muncuk’un oğulları Attila ile Bleda geçtiler. Attila, Margos Barışı ile Bizans’ın ödediği yıllık vergiyi hemen iki katına çıkardı. 445 yılında kardeşi Bleda’yı öldürten Attila , Hunların tek imparatoru olarak devam etti. 447’de yeniden Doğu Roma üzerine yürüyen Attila , Sofya, Filippopolis (Flibe), Arcadiopolis (Lüleburgaz) kentlerini zapt etti. Bizans’ın Barış istemesi üzerine Anatolios (Anadolu) anlaşmasıyla, daha önce vermiş oldukları 350 libre altın vergi miktarını üç katına çıkarmaya mecbur etti. Batı Hun Türk İmparatoru Attila’nın, Çeyizi Olan Galya’yı (Fransa) Almak Üzere Fransa ve İtalya’da Batı Roma İle Savaşması. Attila, Bizans’ı kontrol altına aldıktan sonra bu kez Batıya yöneldi. Batı Roma İmparatoru Valentinius ile hiçbir sorunu olmadığını, hedefinin sadece, İspanya ve Galyanın güneyini işgal etmiş olan, Vizigot krallığı olduğunu duyurdu. Bu dönemde Galya'da bir lejyon birliği ile sadece Romalı komutan, gençlik arkadaşı, general Kont Aetius kalmıştı. 450 yılı baharında Batı Roma İmparatoru Valentinius’un kız kardeşi Honoria, Attila’ya yüzüğünü gönderip, gönlü olmaksızın kendi için düzenlenmiş bir evlilikten kurtarılması ricasında bulununca Attila , Honoria’yı eşi olarak kabul edip çeyizi olarak Batı Roma İmparatorluğunun yarısını yani Galya'yı ( bu günkü Fransa’yı) istedi. Çeyizi ve gelini 7 almak üzere 451 yılında Attila komutasındaki Hunlar da ilk defa Galya'ya (Fransa’ya) girdiler. Attila , Galya’ya girdiğinde, Romalı general Aetius, Hunlara karşı koydu. İki ünlü komutan Kanlı çarpışmalar sonunda birbirini yenemediler. Attila, Aetius karşısında ordusunu savaş alanından çekti ve kısa süre sonra da Galya’dan ayrıldı. Daha sonra güneye yönelerek 452 yılında İtalya üzerine yürüyen Attila, Adova, Veronna, Milano gibi bazı büyük kentleri ele geçirirken Romalı general Aetius seyirci kalmaktan öte bir şey yapamadı. Roma’nın Hunların eline geçeği korkusu, Papa Leon’un başkanlığında bir heyetin Attila’nın Po Irmağı kenarındaki karargahına giderek barış isteminde bulunmasına yol açtı. Attila bac ödemeyi zorunlu kılarak barış önerisini kabul etti ve İtalya’dan ayrıldı. 1 Yaygın bir efsaneye göre, Anadolu’da Truva kentini ele geçirdiği zaman, kentin koruyucusu Aziz Lupuskurt Atilla’ya kim olduğunu sormuş ve "Ben Hunların kralı Attilayım, Tanrının Kırbacıyım." yanıtını alınca Lupus da "Yazık ki ben de Tanrının sürülerini yok eden kurdum, Tanrının kırbacını hak ettim." demiştir. H.G.Welles’in “Dünya Tarihinin Ana Çizgileri” nde anlattığı ve Atatürk’ün çok etkilendiği bir sahneye göre ise, bir törende Romalı soylular kendilerini gösterişli bir biçimde tanıtınca, Attila " Ben sizin gibi soylu biri değilim. Ancak, soylu bir ulustanım." karşılığını vermiştir. Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” özdeyişinde bu tarihsel yanıtın bir izi olduğu kabul edilir. Hun kökenli olan Macarlar ilk kralları Arpad’ı, Attila’nın soyundan gelmiş sayarlar. Batı Roma İmparatorluğu kuzeyden gelen Barbar Germen kavimlerine karşı koyamadı. 476 yılında Vizigot komutanlarından Odoakr, son imparator Romulus Augustus’u tahttan indirerek Batı Roma İmparatorluğunu yok etti ve bütün simgeleri Doğu Roma İmparatoruna yolladı. Böylece İlkçağ kapanıyor Ortaçağ başlıyordu. Roma’nın egemen olduğu batı Avrupa topraklarına Kavimler Göçü ile gelen kavimler çeşitli krallıklar kurdular. Bunlardan bir tanesi de bu günkü Belçika topraklarında kurulan Frank Krallığı idi. Fransızların Liderliğinde Hristiyan Avrupa Devletlerinin, Haçlı Seferleri İle Anadolu Selçuklu ve Memlük Türkleri Topraklarında Kendilerine Bağlı Devletler Oluşturmaya Çalışmaları. Başta Fransız, İngiliz ve Almanlar olmak üzere batılı Hristiyan devletler, hem Bizans İmparatorluğuna yardım ederek Türklerin Avrupa’da topraklarını genişletmelerine mani olmak, hem de Hristiyanlarca kutsal olan yerleri ve Kudüsü, Müslüman Büyük Selçuklu Türklerinden geri almak amacıyla Haçlı Sefarlerini başlattılar. Ancak, Haçlı Seferleri’nin asıl sebebi ekonomikti. Avrupa, XI. Asırda fakir ve sefalet içindeydi. Hükümdar sarayları bile çıplak taş yığınından ibaretti. Altın, değerli taşlar ve madenler, tamamen Türkler’in ve başka Doğu kavimlerinin elinde birikmişti. Dünyanın bütün zenginliği, Asya’da toplanmıştı. İspanya’da Murabıtlar (Endülüs Emevileri), Anadolu’da Türkler, Avrupa’nın iki yakasını tutmuşlardı. Dünya ticaret yolları, özellikle “İpek Yolu” nu Müslüman Türkler kontrol ediyordu. Doğu Avrupa’nın Türk kavimleri, dış ülkeleri Avrupa’ya kapalı tutuyorlardı. Avrupa, en iptidai maddeler için bile Doğu’ya muhtaç bulunuyorlardı. Bu maddeleri, altınla satın almaya mecburdu. Altın ise, artık Avrupa piyasasında görülmez bir meta haline gelmişti, tükenmek üzereydi. 3 asırdan beri Avrupa’da bir tek altın para basılamamıştı. Bu nedenle Avrupalı Hristiyan devletler 1096 yılından itibaren 1272 yılına kadar sekiz ana “Haçlı Seferi”, daha sonra da XIII ve XIV. yüzyıllarda bir çok seferler düzenlediler. Fakat, hem Büyük Selçuklu-Türk Devleti, hem de Osmanlı –Türk devleti zamanında kesin bir başarıya ulaşamadılar. Jean-Paul Roux, Çev: Galip Üstün, Türklerin Tarihi- Büyük Okyanus’tan Akdenize İki Bin Yıl, Milliyet yayınları, İstanbul, Haziran 1997, s.40-42 1 8 Şarlken’e Esir Düşen Fransa Kralı I.Fransuva’nın, Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’dan Yardım İstemesi Ve Türkleri Tahrik Ederek Macaristanın İşgalini (Mohaç) ve I.Viyana Kuşatmasının Gerçekleşmesini Sağlaması. I.Fransuva, Kutsal Roma-Germen İmparatoru olmak amacıyla İtalya'ya karşı savaş açtı. Ancak yenilerek 1525’de tutsak edildi. Bunun üzerine I.Fransuva ve annesi, Osmanlı İmparatorluğu'nun yardım ve işbirliğini sağlamak maksadıyla Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım istedi. Ana kraliçe, Angouleme düşesi, Savoie'lı Louise tarafından, Kont Jean de Frangipane adında diğer bir Fransız elçisi acele olarak, bir mektup ile yardım istemek üzere Osmanlı hükümdarına gönderilip esir ve hapis olan oğlunun kurtarılması için Macaristan’a bir sefer yapılması rica edilmişti 2. Ocak 1526’da I. Fraçois’ya gönderdiği mektupta Kanuni Sultan Süleyman şöyle diyordu: “ Françe Vilayetinin Kralı Françesko olarak sen, huzuruma kabul edilmeye uygun adamın Frankipan ile gönderdiğin mektupta, bazı haberlerle birlikte memleketinin düşman tarafından işgal edildiğini ve halen hapiste olduğunuzu bildirmişsiniz. Söylediğiniz her şey tamam anlaşıldı. Günümüzde padişahlara mağlup olmak ve hapsolunmak uygun değildir. Gönlünüzü hoş tutun, ümidiniz kırılmasın. Bu durumlarda düşmanı kovup, memleket fethetmek için gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış olarak hazırız. Büyük Allah iyilikler verip, ne yazdıysa o olsun.” I.Fransuva’nın Tahrikleriyle Türkler, Macaristan’ı Mohaç’ta yenerek işgal etti ve Ardından Avusturya topraklarına girerek 27 Eylül 1529'da Viyana'yı kuşattı. Ancak, başarılı olamadı. 17 gün süren bu sefer sonunda Macaristan tümüyle Türk egemenliğine girdi. V.Karl (Şarlken), Mohaç mağlûbiyetinin Fransa kıralının tahriki neticesinde vukua geldiğini tahmin ederek, Hristiyan bir kralın müşrik olan Türklerle ittifakından bahsederek, mutaassıb katolik âlemini I.Fransuva aleyhine hareket ettirmeğe çalışıyordu 3. Bu tür propagandadan çekinen ve Türklerle ittifakını saklamağa mecbur olan Fransa kıralı, bütün felâketlerin müsebbibinin V.Karl olduğunu söyledikten sonra “Eğer imparator arzu etseydi Türkleri geri püskürtürdük” diye aleyhine yapılan propagandaya mukabele ediyordu. Macaristan seferleri, Viyana muhasarası, Avrupa’da Hristiyanların Türkler aleyhine galeyana gelmelerine neden oldu. Papa bir Haçlı Seferinden bahsediyor, Lüter 1529’da neşrettiği eserlerlerle, Türkler aleyhine olan heyecanı körüklüyordu. I.Fransuva, bundan dolayı ortaya çıkacak neticenin kendi aleyhine yapacağı kötü etkiden endişelendi. İstanbul’a sefir yollamadığı gibi Osmanlılar aleyhine harp yapılmasını da kabul ediyordu. Çünkü, hasmı olan Şarlken, Alman İmparatorluğundan başka İtalya ve Sıcilya krallıkları tacını da giyerek Papa ile de anlaştığından bu vaziyet karşısında, I.Fransuva da Türklere karşı savaş açmak isteyen Papa ile imparator Şarlken’in tekliflerini kabule mecbur olmuştu. Fakat Türklere karşı hareket için iki taraf da analaşamadılar. Çünkü I.Fransuva, hasmı Şarlken'e karşı sözünde samimî değildi. İçinde bulunduğu durumdan endişe duyduğu için imparatorun teklifini kabule mecbur olmuştu. Fransa kralı, İtalya’da bulunmak suretiyle Türklerle harp edeceğini söylüyor, Macaristan Hayrrullah Efendi tarihi’nin kaydına göre (C.X.., s.229), Fransuva’nın annesiyle kendisi tarafından gönderilmiş olan iki mektup tercümesi vardır.Bu mektubun birincisinde ana kraliçe, oğlunun esaret ve hapsinden bahs ile “şimdiye kadar oğlumun halasını Şarl’ın insaniyetine bırakmış idim, halbuki memulümüz olan insaniyeti icra etmedikten başka oğlumun hakkında hareket dahi etmektedir; imdi âlemin musaddakı olan azamet ve şanınız ile oğlumu, düşmanımızın pençe-i kahrından halâs ile ibrâz-ı übbehet buyurmanızı zât-ı şâhanenizden niyaz ederim” demektedir. Ana Kraliçenin bu mektubu aynı mealde olarak Hammer tarihi’nde de vardır. (C.V., s.134). 3 Vezir-i âzam İbrahim Paşa, İmparator Şarlken ile Ferdinand’ın elçileriyle görüşürken “...eğer Şarlken bizimle müsaleha ederse yalnız o zaman imparator olacaktır. Zira Fransa ve İngiltere Krallarına ve Papa’ya ve protestanlara biz onu o sıfatla tanıttıracağız”.. demiştir. (Hammer tarihi. c.V, s.137) 2 9 taraflarına asker göndermeyi istemiyordu. Şarlken ise Fransızların İtalya’daki eski nüfuzlarını ve orada yerleşmek istediklerini bildiği için Fransa kralının teklifini kabul etmemişti. Bu konular, Osmanlı Devleti tarafından bilinmekte ancak, diğer konularda da I.Fransuva’dan istifade için ona karşı mülâyim bir siyaset takip edilmekte idi. Ertesi yıl (1530) İstanbul'a gelen Avusturya elçileri, Macaristan'ın Ferdinand'a bırakılması koşuluyla barış önerdiler. Macaristan sorununa artık bir son vermek isteyen ve tüm Avrupa üzerinde genel bir denetim kurmayı düşünen Kanuni,1532 yılında 250 bin kişilik bir ordunun başında İstanbul'dan yola çıktı. Belgrad’da Fransa elçisi Capitain Rinçon’u kabul etti. Rinçon Avrupa’nın durumuna göre ve Fransa kralı nâmına, pâdişahı Alman seferinden vazgeçirmek istediyse de muvaffak olamıyarak geri döndü. Bu hususta elçiye, Belgrad’a kadar gelen bir ordunun geri dönmesinin memleket ve ordu üzerinde kötü tesir yapacağı söylendiği gibi gerek kral ve gerek Papa’yı hapsedip tahkir eden bir hükümdara karşı muharebe istenmeyerek François tarafından bunun önüne geçilmek istenmesinin garip olduğu söylenmiş ve bununla beraber krala karşı pâdişahın dostluğu teyid edilmişti.Özellikle bu konuda Kanuni, Fransız elçisi ile Belgrad'a yeniden barış istemiyle gelen Avusturya elçileri önünde, "Habsburglar'ın zorbalığına karşı her zaman Fransa'yı koruyacağını " açıklayarak Vnci Karl'ı meydan savaşına çağırmış,ancak onun bu çağrıya uymaktan kaçınması üzerine İstanbul'a geri dönmüştür. Osmanlı Devletince, Yokluk İçindeki Fransa’nın, Şarlken’e Karşı Güçlenmesi İçin, Borç Para Verilmesini ve Doğuda Serbestçe Ticaret Yapmasını Sağlayan İlk TürkFransız Ticari Yardım Anlaşmasının (Kapitülasyonları) İmzalanması. 1533 yılında Padişaha saygılarını sunmak için donanmasıyla İstanbul’a gelen Barbaros Hayrettin, “Paşa” ünvanı alarak Cezayir Beylerbeyliğine ve Türk Donanmasının Kaptan-ı Deryalığına getirildi. Kanuni Sultan Süleyman,1534-1535 tarihleri arasında doğu seferinde iken V.Karl, 1535’de Tunus’u işgal etti. Gözlerini yeniden batıya çeviren Osmanlı padişahı Kanuni’yi, I.Fransuva’nın gönderdiği elçisi Jean de la Foret, V.Karl’a karşı savaş açmaya, yokluk içindeki Fransa’ya hazineden borç para vermeye, Fransa’ya verilen ilk “Ticari Haklar” (Kapitulasyon) olarak, Osmanlı-Fransız ticaret anlaşmasını imzalamaya ikna etti. Bu sözleşme ile Fransızlar, Osmanlı memleketlerinde önemli imtiyazlar sağlamışlar ve İngiliz, Sicilya, Ceneviz vesaire gibi devletlerin ticaret gemilerinin Fransız bayrağı ile Akdeniz’de tehlikesizce seyrüsefer ve ticaret yapmalarını temin etmişler ve bu devletlere karşı bir müddet üstün durumda kalmışlardır. Barbaros Hayrettin Paşa Komutasındaki Osmanlı Türk-Fransız Donanmalarının Akdenizde Müşterek Harekat İle Nis’i Almaları. Osmanlı Devleti aynı dönemde karadan başka, denizde de Fransızlara yardım etti. 1541’de Kanuni Sultan Süleyman, Budin’de bulunduğu sırada bahriye yüzbaşısı olan Paulin (Baron de Lagard) adında bir Fransız elçisi gelmişti. Paulin, müteaddit görüşmelerden sonra Osmanlı hükümetini denizde İspanyollar’la harp etmeğe iknâ etmiş ve bunu haber vermek üzere Fransa’ya dönmüştü. Paulin, bir müddet sonra Barboras Hayreddin Paşa komutasında donanma ile Akdeniz’e açıldı ve Marsilya’ya gelindi (1543). Donanma Marsilya’ya gelmeden evvel François orada yapılacak işler hakkında Paulin’e talimat göndermişti. Bu talimatta Osmanlı ve Fransız donanmalarının birleşerek Nice’i muhasara etmeleri bildiriliyordu. Türk donanması mevcudu yüz on kadırga, kırk kadar da küçük gemi olup Fransız donanması yirmi iki kadar kadırga ve onsekiz büyük gemiden mürekkepti; Denizden kuşatma sonunda 20 Ağustos 1543 tarihinde Nis (Nice) şehri alındı. Fransa Kralı I.Fransuva’nın 31 Mart 1547’de ölümünden sonra dahi V.Karl (Şarlken) ile mücadele devam etmiş ve yeni Fransa kıralı II. Henri de (1547-1559) müteaddit nâmeleriyle ve elçisi Gabriel Daramon vasıtasıyla Osmanlı pâdişahının yardımını rica etmiştir. Hattâ 1552 10 senesinde II.Henri ile Şarlken arasında yeniden savaş başladığı zaman Henri, nakit yardım mukabilinde Alman prenslerini elde etmiş ve aynı sene şubatında onlarla anlaşmış ve bu sayede Doğu-Fransa’da Metz ve Toul şehirlerini almış ve bu ittifak ile neticelerinden Osmanlı pâdişahını haberdar etmişti. Bunun üzerine, 1552 senesinde Barbaros Hayrettin Paşa komutasında Turgut Reis de beraber olarak, Batı-Akdeniz’e bir donanma gönderilmiş ise de Fransız donanması gelmediği için birleşmek imkanı olmamış ve Türk donanması iki ay sonra geri dönmüştü 4. Nıtekim 1553 senesinde İran seferine hareket eden pâdişah Halep’te kışladığı sırada Henri’den bir nâme gelerek, Karheli beyi Turgut Reis’in denizden yardımı istenmiş ve bu sırada Turgut Reis’ten de gelen teklif yazısında da Fransız donanmasıyla birleşerek Şarlken’e karşı faaliyette bulunması için pâdişahtan müsaade istenmiştir.Sultan Süleyman bir sefer üzerinde iken, ikinci bir seferin açılmasını muvafık bulmayıp, İran seferinden dönüşüne bırakmış ve bununla beraber krala bir cevabi name göndererek, Turgut Reis’in bilvasıta Fransa kralıyla temas ederek, düşman taarruzlarının kırılmasına yönelik çalışmasını tavsiye etmiştir. 5 Turgut Reis bu sıralarda denize çıkmış olduğundan kendisiyle haberleşmek mümkün olmamış, bunun üzerine Kral I.Fransuva, ertesi sene iki devlet donanmasının birleşmesini rica ile kendisinin de ayrıca karadan taarruza geçeceğini Osmanlı hükümetine bildirmiştir. Divan-ı hümayundan Şarlken aleyhine olarak Fransızlarla ittifak etmiş olan Alman prenslerine nâme-i hümayun yollanarak bunlar Ferdinand ile kardeşi Şarlken aleyhinde tahrik edilmiştir. Bu ittifakı ve bazı şehirlerin Fransızlara geçtiğini haber alan V.Karl(Şarlken) acele gelip Meç’i kuşatmışsa da alamamış ve büyük kayıp vererek çekilmiştir. Osmanlı pâdişahının göndermiş olduğu nâmede: “Menfahir-i ümera-i milleti’l-mesihiyye... Alman beylerinden,dostumuz Françe kralına dostluk üzere olan ulubeyler (prensler) ve hâkimler ve duka vesair müşarünileyh ile ahd ve amanı olanların sagir ve kebiri vesair memleket halkı; ahidnâme-i hümâyun vâsıl olıcak malûm ola ki... Fransa kralının yüce âsitâne-i saâdetimizde olan elçilerine mektubu gelip sizin kendü ile olan ittifak ve ittihadınız ve İspanya kralının size envâ-ı hiyle ve hüd’ası olduğunu ve kendünün kadimü’l eyyâmdan beru yüce dergâhımıza dostluk ve ıhlâsı olduğu ecilden cümle dostlarının bâb-ı adalet- intisabımıza iyiliklerin ilân edip sizin can ü dilden kendüye sadakat üzere olduğunuzu bildirmiş. Müşarünileyh Françe kralının dostluğu müekked ve muhkem olmağı sizin dahi doğruluğunuza ve yararlığınıza itimad-ı şerifım olmuştur. Şimdi İspanya kralının ve kardeşi Frenduş’ün daima işleri ve güçleri hiyle hüd’a olup asla itimad edecek halleri yoktur. Geçen sene Tonoş ( Yanoş ) Kral oğlu Istepan’ı aldatıp kadimi ocağından ihraç eyleyip kral oğluna tâbi olan bazı Macar beylerinin dahi memleketlerini ellerinden almak için iğfal ve idlâl ile başlarına nice belâlar getirip bu denlu aldanıp, kullanıp sonra katlettirip halkı ihtilâle düşürüp mezkur Yanoş Kral oğlu yüce âsilhanemize iltica etmiş kulum oğlu olmağın ol yetimin hakkında mezid-i merhametim zuhura getirüp istikamet ettiği için ben dahi karadan azim asker ve deryadan bi-nihaye kadırgalar ile donanmâ-i hümâyun irsal eyleyip avn ve inayet-i halka ahde muhalefet edenlerin haklarından gelmek için külli tedarik olunmuştur... Bu sefer tedariki, kral oğlunu memleketinden çıkaran Frenduş ve İspanya tâifesi içündür... Françe kralla hüsn-i ittifak üzre olup yüz aklıkları zuhure getürmeğe sây eyliyesiz ( Feridun Bey Münşeatı, C. II, s. 413 ). 5 Bu husus hakkında Fransa kralına yazılmış olan mektupdan özet : “ Hâliyâ yarar adamlarınızdan elçilik tarikiyle irsal olunan Kadinyak nâm adamınız vasıtasiyle mektup irsal olunup... südde-i saadetimizde sâbıka elçilik hizmetinde bulunan Mısır Gabriyel Daramon nâm elçinize icazet-i hümâyunumuz mukarini olduğu ihbarı malumunuz olmağın onun yerine müşarünileyh elçiniz irsal olunduğu ih’ar olunup ve İspanya, canibine müteallik bazı ahbar dahi derc ve beyan olunup sene-i sâbıkada mahud-ı mezhure ve memleket ve vilâyetine envâ-ı haraket ve hasaret olunduğunu bildirip ve mabeynimizde olan muhabbet ve dostluk kemakân olup ve yevmen, feyevmen mütezayid idüğün arz ve takrir eyleyip Karheli beyi Turgut dâme izzuhu donanmâi-ı hümâyunumuzla sizin gemilerinize mülâki olması münasip olup düşmanın kal’u kam’ına enfâ ve rızâi-i hümâyunuma sezavâr olduğun bildirmeğin sizin canibinize müteallik olan ahval alâ veçhi’t- tafsil malumum olmuştur... Tâife-i Kızılbaş-ı evbaş üzerine mâh-ı Cemaziyelevelin on yedinci günü ( 960 H. =1552 Nisan ) İstanbul’dan çıkıp Halep’e nüzul olundu. Kızılbaş tâifesinden arsa-i zemin tathir olmayınca bir emre dahi şüru olunmak musammem değildir... inşallah bu meramın husulünden sonra o iş de hallolunur. Bunun için sefiriniz Haleb’ten İstanbul’a iade olunmuştur; derya caniplerinin muhafazasi için Turgut’un denize çıkması emrolunmuştur. Sizinle müşavere ve itihad edip veçh ve münasip görüldüğü üzere düşmanın kal’u kam’ına münasip tedariklar oluna deyu yazılmıştır. Kara canibinden dahi mübalağa asker tedarik olunup vezir Mehmet Paşa ( Sokullu ) onlara başbuğ gönderilmiştir ( Münşeat, C. II, s. 404). 4 11 Bunun üzerine İran seferinden dönmüş olan Kanuni Sultan Süleyman, gönderdiği cevabi nâmede gelecek ilkbaharda, Piyale Paşa ve Turgut Reis komutanların da da katılacağı donanmanın, denize çıkacak şekide bir an evvel hazır olmasını ve deniz mevsimi geçmeden faaliyete geçilmesini tavsiye ve donanmanın kışın İstanbul’a dönüp dışarıda kalamıyacağını beyan etmiştir. Çünkü, pâdişah Fransız donanmasının zamanında hazır olmaması ve malzeme noksanlığı yüzünden bir netice elde edilemiyeceğine kani bulunuyordu. Filhakika Piyale Paşa donanma ile Elbe adası karşısındaki Toscana taraflarına giderek Piombino kalesine hücum edip sonra Fransız donanmasiyle birleşerek bazı gösteri hareketlerinde bulundular. Bu deniz harekâtı Şarlken’i düşündürdü. Alman prensleriyle II. Henri arasındaki ittifak ve ittifakta Osmanlıların da elinin bulunması Şarlken’i son bir hamle yapmağa sevketmiş ise de Metz muhasarasında muvaffak olmayıp, pek çok zayiat vermesi üzerine müteessir olarak imparatorluktan çekilmiş ve yerine kardeşi Ferdinand’ı imparator yaptırmış ve bu suretle elindeki yerleri Ferdinand ile oğlu Filip arasında taksim etmiştir. Bu suretle Şarlken İmparatorluğunun ikiye ayrılması, Şarlken tarafından kuşatılmış olan Fransa’ya oldukça rahat bir nefes aldırmıştır. Bundan sonra Osmanlılarla, Fransızlar arasında bu şekilde yardım isteme işi, 1559 Nisanında İspanya ve İngiltere arasında imzalanan Cateau- Cambresis anlaşmasından sonra sona erdi. Bu sırada İspanya’da Şarlken’in oğlu II.Philip ve Fransa’da II.Henri hükümdar bulunuyorlardı. Fransa kralı, donanma ile Osmanlılardan yardım istedikten bir müddet sonra Ferdinand adında bir elçi göndererek, 1559’da İspanya kralıyla yaptığı barışdan bahsederek, bu yardımın durdurulmasını istemiştir6. Bunun üzerine Osmanlı devleti Fransa Kralı II. Henri’ye yardım için Cezayir beylerbeyi Salih Paşa’ya verilen emirden sarfınazar etmiş ve yazılan cevapta yapılan barıştan dolayı memnunluk gösterilip, dostluğun devam edeceği beyan edilmiştir. II.Henri, Cateau- Cambresis anlaşmasından az sonra ölmüş ve yerine büyük oğlu II. François (Fransuva) kral olmuştur. Ancak, saltanatı bir yıl sürmüştür (1559-1560). Kanuni Sultan Süleyman, 1566’da vefat ettiği zaman Fransa krallığında I.Henri’nin ikinci oğlu, IX.Charles (1560-1574) hükümdar bulunuyordu. 7 Fransa’da İhtilâl Sonucu Kurulan Cumhuriyet Hükümetinin Osmanlı Devletince Tanınması ve Rusya-Avusturya Aleyhine Savaşa Girmesinin İstemesi Karşısında Tarafsız Kalması. XVI.yüzyıldan itibaren iki devlet arasındaki ilişkiler siyasi ve ekonomik alanda gittikçe gelişerek, Fransız İhtilâli’ne kadar dostluk çerçevesi içerisinde gelmiştir. Bu uzun dönemde, Osmanlı İmparatorluğu Fransız dostluğuna daima önem vermiştir. Fakat Fransızların bu tutumu sürekli olarak sürdürdükleri söylenemez. Bununla beraber, Fransa’nın ekonomik ve askeri gücü ile Avusturya ve Rusya’ya karşı bir siyaset izlemesi, Osmanlıların Fransızlara daima her alanda ödün vermesine neden olmuştur. Hatta, ihtilâl sırasında yaptığı ıslahat hareketlerinde de bu devletin yardımını istemekten geri durmamıştır. İşte, Fransız İhtilali, iki devlet arasında eski ve dostluğa dayanan ilişkiler bu şekilde sürdüğü bir sırada başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, 1789’da Fransız İhtilâli başladığında, diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi, buna Fransa’nın bir iç sorunu olarak bakmıştır. Bir İslâm devleti olması; Avrupa Bu elçinin ( belki Franjipan ) adını Hammer yazmıyor. Osmanlı- Fransız ittifakına göre her iki devlet aynı zamanda sulh yapacaklardı. Halbuki II. Henri daha Osmanlı devletiyle Avusturya arasında Sulh yapılmadan evvel ittifakı bozulmuş ve sonra bunu tevile kalkışarak bir sefir göndermişti. Fakat kendi siyasi maksadına zarar vermeyen bu anlaşmaya Sultan Süleyman o kadar ehemmiyet vermeyerek Fransa elçisi vasıtasiyle memnuniyetini beyan etmiştir.Fakat uzun süren husumet sebebiyle sulh yaptığı devletlerin dostluklarına derhal inanmıyarak müteyakkız bulunmasını krala tavsiye etmişıtir. 7 İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, C. II, s. 504-510 6 12 ölçülerine göre demokratik eşitliğe dayanan siyasi, sosyal bir yapıya sahip olmasından diğer Avrupa Krallıkları kadar bir endişe de duymamıştır. Üstelik Fransa uzakta ve arada müşterek bir sınırları da yoktu. Ayrıca, Avrupa’da daimi elçilikler bulunmadığından, gelişmeler ancak dolaylı yollardan öğrenebiliyordu. Diğer taraftan Osmanlı yöneticilerinin, ihtilâlin gelişmesinden sonra dahi, ihtilâlin getirdiklerini tam olarak anlayabildikleri söylenemezdi. Bu nedenlerle, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1792 yılına kadar ihtilâl karşısında ilgisiz kaldığı görülmektedir. 1789-1792 yıllarını kapsayan bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu daha çok Karadeniz kuzeyi ve Balkanlarda devam etmekte olan Osmanlı-Rus, Avusturya savaşına ve iç sorunlara ağırlık vermişti. 1792 yılında Fransa’nın, yeni rejimini korumak ve diğer devletlere tanıtmak üzere doğal sınırlarının dışında savaşlara girişmesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu tarafsızlığını ilan etti. Fransa’nın bu arada, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için çalışan Avusturya ve Rusya’yı yenmesi, İstanbul’da sevinç yarattı ve Fransa’ya karşı olan sempatiyi çoğalttı. Bununla beraber İstanbul Hükümeti, Fransa’nın isteğine rağmen, İhtilâl rejimini hemen tanımaya yanaşmadı. Osmanlı yöneticilerine göre Fransa'nın yeni rejimi bir Avrupa sorunu idi. Kendileri Avrupa hukukuna dahil olmadıklarından, önce Avrupa devletleri tarafından tanınmalı idi 8. Ancak Osmanlı Hükümeti, ihtilâl karşısında gerçek tarafsızlığını sürdürmekte devam ediyordu. Öyle ki, bu dönemde, ihtilal taraftarları Avrupa’nın hiç bir ülkesinde hoşgörü görmezlerken, Osmanlı sınırları içerisinde serbestçe dolaşabiliyorlardı. Ülkede ihtilâlciler ile kralcılara aynı şekilde muamele yapılıyordu. 1793’de XVI. Louis idam edilince, Padişah III.Selim bir hükümdarın idamına üzülmüştü. Buna rağmen, Osmanlı İmparatorluğu yine de devlet siyasetinde, ihtilâl Fransa'sına karşı Avrupa devletlerinin kurmuş oldukları ittifaklara katılmayarak, tarafsızlığını korumakta devam etmişti. 7 Haziran 1793’de Fransa’nın olağanüstü elçisi Descorches geldi. Bundan sonra OsmanlıFransız ilişkilerinde değişmeler başladı. Descorches, Osmanlı Hükümetine iki önemli öneri getirmişti; a. Fransız Cumhuriyeti Hükümetinin, Osmanlı İmparatorluğunca tanınması, b.Türkiye ile Fransa arasında bir anlaşmanın yapılması ve Türkiye’nin savaşa girmesi 9 Osmanlı Hükümeti, Descorches’un getirdiği bu Fransız önerisini de kabule yanaşmadı. Bir defa, bu tarihte herhangi bir Avrupa devletinin Fransız Cumhuriyeti Hükümetini tanıması, diğer Avrupa devletlerinin baskısına yol açabilirdi. İkincisi, Fransa ile müttefik olarak savaşa girmek demekti. Bu ise Osmanlı İmparatorluğu için çeşitli sakıncalar doğurabilirdi. Bu nedenlerle, Osmanlı İmparatorluğu tarafsızlığını sürdürmekte yarar görüyordu. Ancak, bazı Avrupa devletlerinin Fransa’nın yeni rejimini tanımaya hazırlandıkları haber aldığından, Fransız elçisine karşı kesin tutum almaktan da uzak duruluyordu. Yani elçi ne resmen kabul, ne de reddediliyordu. Böylece, İstanbul’da bir süre kralın ve cumhuriyetin olmak üzere iki ayrı Fransız elçisi bulundu. Bu durum ise Fransa ile savaş halinde olan devletlerin İstanbul’daki elçileri tarafından tepki ile karşılandı. Bu da yeni Fransız rejiminin Osmanlı Devletince tanınmasını bir süre daha sürüncemede bıraktı. Nihayet, 1794 Kasım ayında Fransa- Prusya barış görüşmeleri başlayınca, bu Fransız Cumhuriyetinin bir büyük Avrupa devleti tarafından tanınması demek olduğundan, Osmanlı İmparatorluğu tarafından memnunlukla karşılandı ve Osmanlı Fransız ilişkileri de değişmeye başladı. Nitekim Osmanlı Hükümeti, yeni Fransız elçisi Verninaç’ın kabul edilmesi ile 11 İsmail SOYSAL, Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara, 1964. s.101. Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi, Ankara 1961, C.V, S. 21-22 9 İsmail SOYSAL, a.g.e. ,s.119 8 13 Haziran 1795 tarihinde Fransa’nın yeni rejimini resmen tanıdı 10. Böylece, Cumhuriyet Fransa’sı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında normal ilişkiler yeniden başlamış oldu. Bu tarihten itibaren Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya ve Avusturya aleyhinde bir savaşa sokmak ve iki devlet arasında bir dayanışma anlaşması yapmak için çalışmaya başladı. Ancak, İstanbul hükümeti her ikisine de yanaşmadı. İki eski dost devlet arasında ilişkiler, yeni dostluk çerçevesinde bu şekilde sürerken, Napolyon orduları Osmanlı sınırlarına kadar geldi. Bu ise, iki devlet arasındaki ilişkilerde büyük değişikliklere yol açtı. Napolyon Bonapart’ın Avusturya İle Yaptığı Savaş Sonunda İmzalanan Compo- Formio Andlaşması İle Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu İle Dalmaçya Kıyılarında Sınır Komşusu Olması Ve İlişkilerin Gerginleşmesi 1796 yılında Napolyon Bonopart, emrindeki küçük ordusu ile kısa zamanda Kuzey ve Orta İtalya’yı ele geçirdikten ve üst üste zaferler kazandıktan sonra, Viyana’ya doğru ilerlemeğe başlamıştı. Bunun üzerine de Fransa ile Avusturya arasında 17 Ekim 1797’de Compo-Formio Barış Andlaşması yapılmıştır. Bu andlaşma ile, diğer maddelerin yanı sıra, Fransa; Kuzey İtalya, Yedi ada ve Dalmaçya kıyılarındaki bazı toprakları ele geçirmişti. Bu ise, Avrupa’daki siyasi durumu değiştirdiği gibi tarihte ilk defa olarak Fransa’yı Osmanlı İmparatorluğu ile birdenbire karadan komşu haline getirdi. Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Dalmaçya kıyılarına Fransa’nın yerleşmesini endişe ile karşıladı. Çünkü, Fransızlar bu bölgedeki Hristiyan toplulukları ve arada Rumları ihtilâl fikirleriyle Osmanlı Hükümetine karşı ayaklanmaya teşvik etmeye başlamışlardı 11. Diğer taraftan Napolyon’un Bosna ve Arnavutluk’a hücum etmek niyetinde olduğu duyulmuştu. Nitekim, Fransız hükümeti bu hususta Napolyon’a direktifi vermişti: “ ( İtalya’dan sonra) büyük bir hedef kalıyor... bu, Türkiye’nin hallidir. Bu devletin vaziyeti hakkında ne düşünmek icap ettiğini taktir edecek kadar Yunanistan’ın yakınında bulunuyorsunuz...Eğer kaderi, mülküne göz dikmiş komşuları tarafından istilâya uğramaksa, bu paylaşmanın da Lehistan paylaşmasına benzememesi gerekir. Fransız Cumhuriyetinin çıkarlarını ve neler isteyebileceğini kolayca takdir edersiniz. Yakın Doğu’nun geleceğini ve ticaretini düşünmek gerekir. Bu amaçla adalardan Venedik ve Arnavutluk limanlarından ayrıca geniş bir mevki meydana getirilmelidir.” 12 Ancak Napolyon bu direktifin uygulamasına, Osmanlıların Balkanlardaki askeri gücü ve diğer bazı nedenlerden dolayı girişememiştir. Ne var ki, Fransızların Osmanlı Batı sınırındaki faaliyetleri, Osmanlıları, Fransa’ya karşı olan siyasetlerinde değişiklik yapmaya mecbur bıraktı.Bir defa, İstanbul Hükümetinin, Fransa Cumhuriyetine güveni kalmamıştı. O sıra da Napolyon’un Tulon limanında büyük bir donanma hazırlamakta olduğu İstanbul’da haber alındı. Bunun Dalmaçya kıyıları için olduğu zannedildi. Bu haber Babıâliyi ( İstanbul Hükümeti’ni ) telâşa düşürdü. Ancak bu hazırlığın Mısır’ın işgali için yapıldığı duyulunca devletin endişesi daha da çoğaldı. Bu olaylar da Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa’nın karşısındaki diğer Avrupa devletlerine doğru kaymasına yol açtı. Bununla beraber Babıâli, Fransa hükümeti ile olan ilişkilerini de birden kesmedi. Nitekim 1797 yılında, Fransa’nın yeni İstanbul elçisi Dubayet’in, iki devlet arasında bir savunma anlaşması yapması önerisini hemen geri çevirmeyerek görüşmelerle zaman kazanmaya çalıştı. Diğer taraftan da, Osmanlı çıkarları ile kendi çıkarları, o günlerde, uyuşacak devletlerle gizlice görüşmelere girişti. Biraz sonra da Napolyon Mısır’a hücum etti. Bu da Osmanlı- Fransız ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamasına yol açtı. 10 a.g.e., s. 130-137 Ahmet Cevat Eren, Selim III.’ün Biyoğrafisi, İstanbul 1964, s.42 12 Albert Sorel, ( Cev. N.S. Örik), Avrupa ve Fransız İhtilâli, C. V, İstanbul 1951, s. 413 11 14 Ortadoğu ve Hindistanı Kontrol Ederek Avrupa’da Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu Ele Geçirmeyi Amaçlayan Napolyon’un Mısır ve Suriye Seferi. Fransa, 17 Ekim 1797 tarihinde yaptığı Compo Formio ve daha önce gerçekleştirdiği barış andlaşmaları ile Avrupa’da üstünlüğünü sağlamıştı. Ancak, Koalisyon Savaşlarında İngiltereyi yenememişti. Bu bakımdan İngiltere tek ve büyük düşman olarak karşıda duruyordu. İşte 1797 yılı sonlarına gelindiğinde, Direktuvar Hükümeti, bu güçlü devleti de hükümranlığı altına alarak Avrupa’nın kesin kontrolunu ele geçirmek istiyordu.Bu amacın gerçekleşmesi için düşünülen önlem ise Britanya adalarına bir çıkarmanın yapılması ve bu görevin İtalya Fatihi Napolyon’a verilmesi idi. 13 Ancak, 5 Aralık 1797’de Paris’e dönmüş bulunan Napolyon’un kafasında, en önemli konu olarak Mısır’ı ele geçirme projesi yatıyordu. O tarihte Fransa’nın Dışişleri Bakanı olan Talleyran da aynı düşünceyi savunuyordu. Bu bakımdan iki devlet adamı anlaşarak, düşüncelerini Direktuvara kabul ettirmeğe çalıştılar. Bu arada Napolyon 23 Şubat 1798’de Direktuvara sunduğu raporda; Deniz egemenliğine sahip olmadan, İngiltere’ye çıkarma yapmanın akıllıca bir iş olmadığını ve bunun karşısında bulunduğunu belirtmiştir. Buna karşılık da şu yolu göstermiştir: Ya Almanya’da İngiltere tacına bağlı Hanover Elektörlüğüne saldırmalı veya İngiltere’yi Hindistan’da vurmalı, yakın doğuya bir çıkarma yaparak, onun Hint ticareti baltalanmalıdır. Yine O’na göre: Mısır’ın zaptından sonra, Suriye alınmalı, buradan Hindistana yürümeli veya Suriye’den batıya dönüp, İstanbul alınmalı ve dönüşte de Avusturya ortadan kaldırılmalı idi. Taleryan ise, böyle bir seferin Fransa’ya sağlayacağı yararlar ile hedeflerini şöyle belirtmekteydi. “ Tabiatın Fransa’ya pek yakın yerde bulundurduğu Mısır gerek, Hindistan, gerek diğer yerlerin ticareti bakımından bize sınırsız yararlar sunmaktadır. Bundan başka, iklimi ve toprağı ile, bazı Hindistandaki sömürgelerimizin yerini alabilir. Girit ve limni adaları ise bize, Ege Denizine ve Çanakkale Boğazına egemenlik sağlar. Fakat bütün bu fetihler Malta adasına serbestçe uğrayabilmekle mümkün olur.” 14Görüldüğü gibi, gerek Napolyon’un gerekse Talleyran’ın kafalarında, “ zaten yıkılmak üzere” olan Osmanlı İmparatorluğu topraklarına yerleşmek ve böylece Fransa’ya Akdeniz’de sömürgeler sağlamak isteği yer etmiş bulunuyordu. Direktuvar hükümeti, Napolyon ve Talleyran’ın baskıları sonucunda 5 Mart 1798’de Mısır’a bir sefer açılması ile, bunun komutanlığını Napolyon’a vermeyi kabul etti. 15 Napolyon’un bu seferin başına getirilmesinin diğer nedeni ise, Direktuvar hükümetinin, İtalya seferinden beri şöhreti gittikçe artan Napolyon’un Fransa’da bulunmasından çekinmeleri ve onu ülkenin dışında tutmak istemeleri idi 16. Özetle söylenecek olursa, Mısır Seferi, Fransa’nın, Yedi yıl savaşları ( 1756-1763) sonucunda Amerika ve Okyanuslarda İngiltere’ye kaptırdığı yerlerin acısını çıkartmak; adasında bir şey yapamadığı İngiltere’yi sömürge yollarını, özellikle Hint yolunu kontrol altına almak suretiyle,ekonomik açıdan dize getirmek ve onu barışa zorlamak; gittikçe sivrilen ve güçlenen Napolyon’u ülkeden uzaklaştırmak amaçlarına yönelik olarak yapılmış isede; gerçek amaç, Avrupa’da üstün bir duruma gelen, ancak bir kara devleti görünümünde bulunan Fransa’yı, Doğu Akdenizde önemli ölçüde sömürge kazandırarak, bu bölgeye egemen kılmak ve aynı zamanda Akdenizi Fransız gölü haline getirerek bir deniz devleti olmak için açılmıştır. Direktuvar döneminde Fransa- İngiltere ilişkileri için bkz. Albert S. a.g.e., C.V, s.170 İsmail Soysal, aynı eser, s. 175-176 15 İsmail Soysal, aynı eser, s. 183 16 Albert Sorel, aynı eser, C.V, s.412 13 14 15 İşte bu nedenlerin ve yapılan hazırlıkların sonucunda Napolyon Bonapart, emrine verilen 280 parça gemi ve 38.000 kişilik bir ordu ile 19 Mayıs 1798 tarihinde Tulon limanından Doğu Akdeniz’e doğru hareket etti. Yanında bir çok bilim adamı da bulunuyordu. Napolyon Bonapart’ın, Osmanlı Padişahı’nın Dostu Olarak ve Padişahın Emri İle Kölemenleri Cezalandırmak İçin Mısır’a Geldiğini Bildirerek Halkı Kandırması, Mısır’ı İşgal Etmesi, Osmanlı- Fransız İlişkilerinin Koparak Savaş İlan Edilmesi Napolyon, önce yolu üzerinde bulunan ve Orta Akdeniz’de stratejik önemi büyük olan Malta adasını St. Jean şövalyelerinden 12 Haziran 1798’de aldı. Bundan sonra yoluna devam ederek, 2 Temmuz 1798’de İskenderiye’ye geldi. Burada Mısır halkına bir bildiri yayınlayarak, padişahın dostu olarak geldiğini, amacının, Fransa’nın Mısır’daki yurttaşlarına fena davranışlarda bulunan ve zarar veren, aynı zamanda padişahın emirlerini dinlemeyen Kölemenleri cezalandırmaktan ibaret olduğunu açıkladı. Bununla da, Mısır halkını kandıracağını ve kendine taraftar bulacağını umdu. Bu tarihlerde, bir Osmanlı toprağı olan Mısır’da gerçek egemenlik Kölemen beylerinin elinde idi. İstanbul’dan gönderilen vali ve memurların nüfuzu hemen hemen yok gibi idi. Ülke o güne kadar herhangi bir saldırıya uğramamıştı. Bu bakımdan da savunması için etkili önlemler alınmamıştı. Bununla beraber Kölemenler, Fransızlara karşı koymaya hazırlandılar. Fakat Napolyon, yapılan Piramitler Savaşını kazanarak, 25 Temmuz 1798’de Kahire’ye girdi ve böylece Mısır’a sahip oldu. Osmanlı İmparatorluğu, Fransa’dan böyle bir saldırıyı, hele yüzyıllardan beri dost bildiği bir devletten beklemiyordu. Üstelik bir süreden beri Fransa’nın isteği ile iki devlet arasında bir dayanışma anlaşmasını gerçekleştirmek üzere, çalışmalar yapılmakta idi. Bu nedenle de Fransa ile olan dostluğun devam etmesi gayreti içinde idi. Nitekim, bir bakıma da bu amaçla Osmanlı Devleti 1797 yılı İlkbaharında Fransa’da ilk daimi elçiliğini açmış ve Seyyid Ali Efendi’yi de elçi olarak atamıştı. Osmanlı elçisi, 13 Temmuz 1797’de Paris’e vararak görevine başlamış ve Osmanlı- Fransız ilişkilerinin güçlenmesi için çalışmaya girişmiştir. Seyyid Ali Efendi bunun dışında, yakın ilgisini gördüğü Fransızlar arasında günlerini zevk ve sefa içerisinde geçiriyordu. Napolyon ve Talleyran dahi Elçi ile samimi ilişkiler kurmuştu. Halbuki, o günlerde Fransa’nın önde gelenlerinden olan bu iki asker ve devlet adamı birlikte Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde büyük bir projenin hazırlıklarını yapmaktaydılar. Bu sıralarda Tulon limanına bir donanma hazırlandığı ve bunun doğuya gönderileceğinin söylentileri, Osmanlı elçisi tarafından bu hazırlığın Sicilya veya İngiltere için yapıldığı şeklinde yorumlanıyordu. Nihayet, Napolyon’un Denize açıldıktan sonra Malta’ya çıkması, Seyyid Ali Efendi tarafından İstanbul Hükümetine, “her iki tarafa da memnunluk verecek” bir gelişme olarak bildirilmişti. Böylece, Osmanlı Elçisi Fransa’nın yaptığı hazırlıklardan ve niyetlerinden zamanında haberdar olamamış ve bunu hükümetine bildirememiştir. Seyyid Ali Efendi, Paris’te öyle uyumuş ve uyutulmuştu ki Napolyon’un Mısır’a çıkışını olaydan yaklaşık bir buçuk ay sonra ve ancak 1798 Eylül ayı başlarında öğrenebilmiştir.17 Gerçi, Paris elçisinin bu durumuna rağmen, İstanbul Hükümeti, Fransa’nın bu hazırlıkları ve niyetleri hakkında, Nora Valisi ve Rusya aracılığı ile haberler almıştı. Ancak buna bir türlü inanamamıştı. Ercument Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasi Faaliyetleri, (1793-1821) Ankara 1968, s. 25-31 17 16 Bununla beraber Osmanlı Hükümeti, Fransa’ya hemen savaş ilân etmedi, zaman kazanmak istedi. Ancak ilk önlem olarak, Osmanlı limanlarının Fransız gemilerine kapatılması ve limanlara uğrayacak İngiliz gemilerine gerekli yardımın yapılması ile asker toplanmasına karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu, o güne kadar izlediği siyaset dolayısı ile, Fransa’nın karşısında yalnız kalmıştı. Ancak bu tarihlerde, Avrupa’da Fransa ile çıkarları çatışan, hatta savaş halinde bulunan devletler vardı. Fransa’nın Malta ve Mısır’ı alması ile Akdeniz’de dengeyi kendi lehine çevirmesi özellikle İngiltere ile Rusya’yı yakından ilgilendiriyordu. Güçlü bir Fransa’nın Doğu Akdenize yerleşmesi, bu iki devletin Akdeniz’deki ve Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki çıkarlarına ve hedeflerine aykırı ve zararlı idi. Çünkü, Fransa elbette bölgedeki diğer devletlerin çıkarlarının yayılmasına engel olacak, hatta var olanları da kaldıracaktı. Bu nedenle de, Osmanlı İmparatorluğunun bölgedeki egemenliğinin devam etmesi, bu devletlerin işine geliyordu. Böylece, Fransa karşısında Osmanlı, İngiliz, Rus devletleri çıkarları yönünden bir araya gelmiş oluyordu. Nitekim bu sıralarda, Amiral Nelson komutasındaki İngiliz donanması Tulon’dan ayrılan Fransız donanmasını bütün Akdeniz’de arıyordu. Nihayet iki donanma İskenderiye önlerinde (Ebukır) 1 Ağustos 1798’de karşılaştılar.Yapılan deniz savaşında Nelson, Fransa donanmasını yenerek, âdeta yok etti. İngilizlerin yaptığı bu ani baskın ve elde ettikleri başarı, Mısır’daki Fransız kara ordusunun anavatan ile irtibatının kesilmesine ve Mısır’da âdeta hapis kalmasına neden oldu. Ayrıca, Fransa açık denizlerden sonra Akdeniz’de de Osmanlı İmparatorluğunun gösterdiği dostluğa karşı yaptığı bu haince tutum ve yanlış hesap yüzünden, Osmanlı İmparatorluğu 2 Eylül 1798’de Fransa’ya savaş ilân etti. Fransa’nın Mısır’ı İşgali İle Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa İttifaklar Siyasetine İlk Defa Rusya - İngiltere Taraflı Olarak Girmesi Ve Boğazlar Sorununun Tarih Sahnesine İlk Defa Çıkışı Osmanlı İmparatorluğu, tek başına Fransa’yı Mısır’dan çıkartamayacağını anladığından, bu devletin düşmanları olan İngilizler ve Rusya’nın yardımını sağlamak yolunu tuttu. Zaten, bu iki devlet de bir süreden beri İstanbul Hükümetine, bir anlaşma yapılmasını öneriyorlardı. Bunlardan iki defa olarak da Rusya ile bir anlaşma yapıldı. Rusya, daha Napolyon’un Dalmaçya kıyılarına gelmeden ve Rumlar arasında isyan düşüncelerini yaymaya başlamasından itibaren, Osmanlı İmparatorluğuna yaklaşma girişimlerinde bulunmaya başlamıştı. Hatta bu amaçla, Fransa’nın Tulon’daki hazırlıklarını ve hedeflerini de İstanbul’a bildirmiş ve yardım önerisinde bulunmuştu. Fakat Osmanlı Hükümeti, bu öneriyi kabul etmemişti. Ancak, Napolyon’un Mısır’a çıkması üzerine Babıâli yardım önerisini görüşmeyi kabul etmiştir. Ne var ki, daha bu gelişmeler sonuçlanmadan bir Rus filosu, işi oldu bittiye getirerek, 31 Ağustos 1798’de İstanbul Boğazı’ndan içeri girerek, Büyükdere’de demirlendi. Böylece Rusya, Doğu Akdeniz’de meydana gelen yeni gelişmelere, müdahale etmeye kararlı olduğunu göstermiş oldu. Bunun üzerine, iki devlet arasında yapılmakta olan görüşmelere, bu filonun durumu da girdi. Bu konuda varılan anlaşma ile, Rus gemileri Osmanlı gemileri ile birlikte, Rusya’nın özellikle üzerinde durduğu Mora ve Dalmaçya kıyılarını Fransızlardan kurtarmak göreviyle 19 Eylül 1798’de Akdeniz’e gönderildi. Biraz sonra da 23 Aralık 1798’de Osmanlı- Rus savunma 17 antlaşması imza edildi 18. Bu antlaşma açık ve gizli olmak üzere iki bölümden meydana geliyordu. Açık hükümlerine göre : 1. Osmanlı ve Rusya devletleri birbirlerinin toprak bütünlüklerinin korunmasını karşılıklı olarak garanti ediyordu. 2. Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları saldırmasından önceki şeklini kabul ediyordu. olarak, Fransa’nın Mısır’a 3. İki devletten birine veya ikisine bir saldırı olduğu takdirde, iki tarafın çıkarları doğrultusunda hareket edecekti. Bunun için biri diğerine ya kara ve deniz kuvvetleri veya para ile yardım yapacaktı. Bu husus varılacak anlaşmaya göre saptanacaktı. 4. Yardıma gelen devlet, vereceği askerin her türlü ihtiyacını kendisi karşılayacaktı. 5. Osmanlı ve Rusya devletleri bu savunma bağlaşmasını, ülkelerini genişletmek amacı ile değil, ülkelerinin bütünlüğünü korumak için yaptıklarından, bu bağlaşmaya Avusturya, İngiltere ve Prusya’yı da katılmaya davet edeceklerdi. 6. Bu savunma antlaşmasının yürürlük süresi, sekiz yıl olacaktı. Antlaşmanın gizli maddeleri ile de özetle şu hususlar getiriliyordu : 1. Rusya, Osmanlı Devletine bir savaş filosu ile yardım yapacaktı. Osmanlı devleti, bu filonun boğazlardan Akdeniz’e geçmesine izin almaya ve ticaret gemilerini batırmaya çalışacaklardı. 2. Savaş bittikten sonra Rus gemileri Karadeniz’e dönecekti. Fakat savaş süresince Rus gemilerinin boğazlardan geçmesi, bundan sonra boğazlardan geçmek için hak iddia etmelerinin bahanesi olmayacaktı. 3. Karadeniz iki devlet arasında kapalı bir deniz olacaktı. Bu denize girmek isteyecek gemilere karşı birlikte karşı konulacaktı 19. Görüldüğü gibi, bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir ittifak kurulmuş oluyordu. Bu Osmanlı tarihinde ve Avrupa siyasetinde önemli bir gelişmeydi. Çünkü Osmanlı imparatorluğu, daha önce açıkladığı ülkelere bu tarihe kadar Avrupa devletleri karşısında izlediği yalnızcılık siyasetini terk ediyor bundan böyle ittifaklar siyasetine girmiş oluyordu. Bu antlaşmaya kadar, Osmanlı ve Rusya devletleri birbirlerini yok etmek için çalışmışlardı. Bu bakımdan antlaşma iki devlet arasındaki ilişkilerde de bir dönüm noktası olmuştur. Ancak, bu aynı zamanda iki devletin de birbirlerine karşı izledikleri siyasetten vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Sadece bu yönü ile, o günkü gelişmelerin sonucunda, iki tarafın yararı için meydana getirilen geçici bir antlaşma idi. Bu antlaşma ile, Osmanlı İmparatorluğu, Fransa’ya karşı Rusya’nın yardımını sağlamış oluyordu. Buna karşılık da, o güne kadar hukuken bir Türk denizi sayılan Karadeniz’de Rusya’nın varlığı ilk defa olarak hukuken ve resmen kabul ediyordu. Ayrıca, yine ilk defa olarak, Rusya’ya geçici ve antlaşma koşullarına bağlı bulunmakta ise de, Ruslar Osmanlı İmparatorluğunun zor durumlarda kalmasından ve güçsüzlüğünden yararlanarak, Boğazlardan geçebileceğini anlamış oldu. Böylece Boğazlar sorunu tarih sahnesine çıkmış, ilk olarak da devletlerarası bir antlaşmaya girmiş bulundu. Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1970, s.43-46, Yorga ( Cev. : B.S.Baykal) Osmanlı Tarihi, C.V, Ankara 1948, s.132, Cemal Tukin, Osmanlı İmp. Döneminde Boğazlar Meselesi, İst.1947, s.87 18 Geniş bilgi için bkz : Enver Ziya KARAL, aynı eser, C.V, s.31-33 : Aynı andlaımanın açık maddelerinin metni için Nihat Erim, Devletler arası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri, C. I, Ankara 1953 19 18 Osmanlı İmparatorluğu, Rusya’dan sonra 5 Ocak 1799 tarihinde İngiltere ile de ayrı bir savunma antlaşması imzalandı. Tamamı on üç maddeden ibaret olan bu antlaşma, Rus antlaşmasına paralel olarak hazırlanmıştı. Antlaşmaya göre : İngiltere de, Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarını, Fransız’ların Mısır’a hücumunda önceki şekli ile kabul ve garanti ediliyordu (Madde 2). Bunun savunulması için birlikte savaşılacaktı. Birbirinden ayrı barış yapmayacaklardı (Madde 8). Osmanlı Hükümeti, bütün limanlarını Fransa’ya kapatacaktı (Madde 10). Antlaşmanın yürürlük süresi sekiz yıl olacaktı 20. Osmanlı- İngiliz Antlaşmasının da gerek bu iki devletin ilişkileri gerekse Avrupa Devletleri arasındaki ilişkiler yönünden önemli bir yeri olduğu şüphesizdir. Bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu, Napolyon’un Mısır’dan çıkartılması için İngiltere gibi deniz ve kara kuvvetleri açısından büyük bir devletin fiili yardımını sağlamış oluyordu. İngiltere ise, Akdeniz’de Fransız ticaretini yok edecek ve onun yerine gelecek koşulları hazırlıyor, Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki nüfuzunu geliştiriyordu. Ayrıca, Hindistan yolu üzerindeki Mısır’ a fiilen müdahale edebilecek hukuki zemini elde etmiş oluyordu. Böylece, Fransa’yı işgal ettiği yerlerden, yani Mısır, Malta, Yedi Ada ve Dalmaçya kıyılarından uzaklaştırma endişesi ve amacı ile Osmanlı İngiltere ve Rusya devletleri birleşmiş oldular. Aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu, bir Avrupa devletine karşı diğer iki Avrupa devletinin yardımını sağlamış ve ikinci koalisyon’a girmiş oldu. Bu ittifaka biraz sonra, 21 Ocak 1799’da, “ İki Sicilya Krallığı” da katıldı 21. Bundan sonra müttefikler Fransa’ya karşı Adriyatik’te ve Mısır’da olmak üzere iki cephede savaşmaya başladılar. Adriyatik kıyılarında yapılan savaşlarda, Tepedelenli Ali Paşa, Fransızları yenerek Preveze ve Parga civarını ele geçirdi. Birleşik Osmanlı-Rus donanması da, bu kıyılarda, Fransa’nın elinde bulunan adaları işgal etti. Bundan sora bu bölgeye yeni bir statü vermek için 21 Mart 1800 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında bir sözleşme imzalandı. Bu sözleşmeye göre: ele geçirilmiş bulunan; Korfu, Kafelonya, Zenta, Ayamavro, itaki, Pakso, Çuka ile Mora ve Arnavutluk Kıyılarında bulunan ve daha önce Venedik Cumhuriyetinden alınmış olan adalardan meydana gelen bir “Birleşmiş Yedi Ada Cumhuriyeti” kuruldu. Bu devlet, Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olacak ve vergi verilecek, aynı zamanda da Rusya’nın kefilliği altında bulunacaktı. 22 . Yedi Ada ve Dalmaçya Kıyılarının Osmanlı Devleti Tarafından Yeniden Ele Geçirilmesinden Sonra Fransa Hükümetinin Verdiği Direktif Gereğince Hint Yolunu Kontrol Altına Almak Amacıyla, Napolyon’un Suriye Seferi, Geri Çekilmesi Ve Fransa’nın Yenilerek Mısır’dan Çıkması, Türk-Fransız İlişkilerinin Bozulması Savaşın diğer ve asıl önem taşıyan cephesi ise Mısır’dı. Napolyan, Mısıra çıktıktan sonra bu ülkede sürekli olarak kalabilmenin hazırlıklarını yapmaya ve bu amaçla da bazı girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Ancak bi sırada, Osmanlı İmparatorluğu da Fransızları topraklarından çıkarmak üzere hazırlıklarını ilerletmiş bulunuyordu. Bunun üzerine Napolon, Suriye seferine çıkmaya karar vermiştir. Çünkü Napolyon, Ebukır deniz savaşından sonra adeta Mısır’da hapis kalmıştı. Bu ülkeler sürekli kalabilmek ise, ancak Suriye’ye egemen olmakla mümkündü. Böylece, hem sömürgelerini genişletebilmesi, dolayısı ile Hint yolunu daha güçlü bir kontrol altına alabilmesi, Andlaşmanın metni için bkz : Nihat Erim, aynı eser, C. I , s. 201-204 Enver Ziya Karal, aynı eser, C.V, s. 36 22 Tamamı on iki madde olan “Yedi Ada’ya Dair Sözleşme” için bkz. Nihat Erim, aynı eser, c.I, s.207-211. 20 21 19 Kuzey’den Osmanlı İmparatorluğunun göndereceği kuvvetleri, yani tehlikeyi uzakta karşılayabilmesi ve Osmanlı Hükümetini bir barışa zorlaması mümkün olabilirdi. Napolyon bu amaçları gerçekleştirmek üzere, Aralık 1798’de 18.000 kişilik bir ordu ile Mısır’dan Suriye’ye hareket etti. Kolay başarılar elde ederek 18 Mart 1799’ da Akka kalesine kadar olan yerleri ele geçirdi. Cezzar Ahmet Paşa tarafından korunan Akka kalesini alamayınca 21 Mayıs 1799’da Mısır’a geri çekilmek zorunda kaldı 23. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu bu başarısını her yerde sürdüremedi. Deniz yolu ile Mısır’a gönderilen Osmanlı Ordusu 25 Temmuz 1799’da Napolyon’a yenildi. Bu zafer, Fransızların bir süre daha Mısır’da kalmalarına neden oldu. Bununla beraber, Mısır’da artık büyük bir başarı sağlayamayacağını anlayan Napolyon, Avrupa’da Fransız ordularının yenildiğini ve Fransa’nın iç siyasi hayatında Direktuvarlara karşı hoşnutsuzluğun çoğaldığını öğrenince, yerine General Kleber’i bırakarak Ağustos 1799’da gizlice Mısır’dan ayrılarak Fransa’ya döndü. Bu sıralarda ise, Sadrazam komutasındaki bir Osmanlı ordusu Suriye üzerinden Mısır’a girdi. Bu durum karşısında General Kleber, Mısır’ı boşaltmak için öneride bulundu. Bunun üzerine iki taraf arasında 28 Ocak 1800’de bir anlaşma yapıldı. Bununla Fransızların şerefli bir şekilde ülkelerine dönmeleri, hatta yol paralarının Osmanlı Hükümeti tarafından karşılanması kabul ediliyordu. Fakat İngilizler, Fransızların Mısır’dan serbestçe ülkelerine dönmelerini kabul etmediler. Bu nedenle anlaşma uygulama alanına konamadı ve savaşlar yeniden başladı. 20 Mart 1800’de Heliopolis civarında yapılan savaşta Kleber, Osmanlı ordusunu yendi. Osmanlı Hükümeti bu ikinci yenilgi üzerine ertesi yıl deniz yolu ile Mısır’a yeni bir ordu gönderdi. İngilizler de İskenderiye’ye bir birlik çıkardılar. Bu sırada da Kleber bir fedai tarafından öldürüldü, yerine General Menou geçti. Ancak Fransız ordusunun anavatanı ile olan bağlantısı, İngilizlerin Akdeniz’e egemen olması dolayısı ile kesilmişti. Bu bakımdan bir yardım alması söz konusu değildi. Nihayet Mart 1801’de Fransız ordusu, Osmanlılara yenildi ve Osmanlı, İngiliz orduları tarafından kuşatıldı. Bu durum üzerine 30 Ağustos 1801’de bir ateşkes anlaşması yapıldı ve Fransızlar Mısır’ı boşalttılar. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasında bu konuda barış, daha sonra Avrupa’daki İkinci Koalisyon Savaşının gelişmelerine göre, Paris’te 25 Haziran 1802’de yapılan antlaşma ile mümkün olabildi. Osmanlı İmparatorluğu’na Mısır geri veriliyordu. Böylece Osmanlı İmparatorluğu savaştan önceki sınırlarına yeniden kavuşmuş oldu 24. 7.Osmanlı Devleti’nin Müttefiki Olarak Fransa’nın Yerini Alan İngiltere Ve Rusya’nın Osmanlı Devleti Aleyhindeki Faliyetlerinin, Yeniden Türk-Fransız Yakınlaşmasını Sağlaması. Fransızların Mısır’ı boşaltmalarından sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa, ile olan ilişkilerinde önemli değişiklikler meydana gelmeye başladı. Bu defa, İngilizler, Fransızları çıkarmak amacı ile Osmanlı Devletinin müttefiki olarak Mısır’a çıkmışlardı. Ancak, Fransızların Mısır’ı boşaltmalarından sonra, İngilizler İskenderiye’de bulunan askerlerini geri çekmediler. Üstelik Kölemenleri himaye ederek Mısır’ın iç işlerine karışmaya başladılar. Bu da Osmanlı Devleti’nin başına yeni bir sorun çıkardı. İki yıl kadar süren bu sorun, İngilizlerin Napolyon ile yeniden mücadeleye başlaması üzerine, 9 Ocak 1803’de Osmanlı Devleti ile İstanbul’da bir anlaşma yaparak Mısır’dan askerlerini çekmesi ile sonuçlandı 25. Cezzar Ahmet Paşa ve bu savaşın gelişmeleri için bkz : Şehabeddin Tekindağ, “ Cezzar Ahmet Paşa”, İslâm Ansiklopedisi C.III, İstanbul 1945, s. 156-158. 24 Yorga, aynı eser, C.V, s.133-135 : A. Cevat Eren, aynı eser, s. 47-49 : Andlaşma metni için bkz : Nihat Erim, aynı eser, C.I, s.215-217, 25 Ahmet Cevat Eren, Selim III ün Biyografisi, İstanbul 1964, s. 50. 23 20 Ancak bu olay, İngilizlerin Mısır’a yerleşmek niyetinde olduğunu göstermiş oldu. Nitekim İstanbul’a bu hususta bazı bilgiler gelmeye başladı. Bütün bu gelişmeler, 1799 yılında iki devlet arasında kurulan dostluğun ve iş birliğinin İngiltere tarafından bozulduğunu ve bu devletin, Osmanlı topraklarının bir bölümüne göz diktiğini göstermiş oldu. Böylece Osmanlı Devleti, bir dostundan olduğu gibi onu karşısında bulmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin 1799’larda müttefik haline geldiği diğer devlet olan Rusya ise, bu dostluktan yararlanarak, daha işin başlarından itibaren, Yedi Adada ve temas kurduğu diğer Rumlar arasında, geniş alanı ile Balkanlarda İstanbul Hükümeti aleyhinde geniş bir propaganda hareketine girmişti. Fransız tehlikesinin ortadan kalkmasından sonra da, bu yöndeki çalışmalarına hız vermişti. İngiltere ve Rusya’nın bu hareket ve girişimleri, müttefik halinde bulundukları Osmanlı Devletinin aleyhine yeniden çalışmaya başladıklarını gösteriyordu. Bu da Osmanlı Hükümetini endişeye düşürmüştü. Çünkü o güne kadar Fransa’ya karşı dengeyi sağlamak üzere dayandığı devletler, bu defa kendisini yalnız bıraktıkları gibi, üstelik kendi topraklarına göz diken iki rakip devlet haline gelmiş bulunuyordu. Ancak bu tarihlerde Avrupa’da meydana gelen siyasi gelişmeler, biraz önce düşman halinde bulunan Osmanlı Devleti ile Fransa’yı birbirine yaklaştırmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Rusya’nın isteklerine set çekebilmek için, başka dayanacak güçler aramaya başlamasını bir fırsat bilen Napolyon, Osmanlı Devleti’ni halen görünürde müttefikleri olan bu iki devletten ayırarak Fransaya bağlamaya çalıştı. Amacı her şeyden önce Fransa’ya karşı kurulmuş bulunan ikinci koalisyonu parçalamaktı. Bunun için de Fransa ile Osmanlı Devleti arasında 1802’de Paris Andlaşması yapılarak, iki devlet arasındaki ilişkiler yeniden dostluk çerçevesi içine girmiş oldu. Ancak, ortada, Napolyon’un Aralık 1804’de ilân ettiği imparatorluğunun tanınması sorunu vardı. Napolyon’un Austerlitz’de (Üç İmparator Savaşında) Rusya ve Avusturya’yı Yenmesi İle Fransa’nın Avrupa’da Kesin Üstünlüğü Ele Geçirmesi, Osmanlı Devleti’nin Fransız İmparatorluğunu Tanıması ve Dostluk İlişkilerinin Yeniden Kurulması Avrupa devletlerinin Fransa’nın İmparatorluk rejimini tanımamasından doğan bu yeni sorun, Osmanlı devletine de yansımış İstanbul Hükümeti barış halinde bulunduğu Fransa’nın yeni rejimini yukarıda belirtilen nedenlerden, tanıma eğilimindeydi. Ancak Rusya ve İngiltere, Osmanlı Devleti ile yapmış oldukları ittifak anlaşmalarını ileri sürerek buna karşı çıktılar. Böylece Osmanlı Devleti iki tarafın baskısı altına girmiş oldu. Bu sıkıntılı durum, Üçüncü Koalisyon savaşında Fransa’nın üstünlük sağlamasına kadar sürdü. Ancak bu arada İngiltere ve Rusya, Fransa’nın Mısır’ı işgal etmesi üzerine Osmanlı devleti ile yapmış oldukları ittifak antlaşmalarının sürelerinin dolmak üzere olduğunu belirterek, bunların yenilenmesini istemeye başladılar. Bu arada Rusya’nın baskısı o kadar arttı ki, sonuçta Osmanlı devleti, bu devlet ile 24 Eylül 1805’de 1798 antlaşmasına yakın yeni bir antlaşma imzalamak zorunda kaldı 26. Bu antlaşma ile Rusya, bir defa daha dokuz yıllık bir süre için, özellikle boğazlarda diğer devletlere göre üstünlük ve geçiş hakkı sağlamış oluyordu. Bununla beraber Osmanlı Devleti, Avrupa’da başlamış bulunan savaşlara katılmayarak tarafsızlığını korumak istemekteydi. Fakat durumu, iki blok arasında kaldığından oldukça nazik haldeydi. İşte bu sırada Napolyon, kendisine karşı kurulmuş bulunan III. Koalisyon cephesini denizde ve karada başarısızlıklara uğrattıktan sonra, 2 Aralık 1805’de Austerlitz’te (Üç İmparator 26 Akdes Nimet Kurat, aynı eser, s.48-49. Andlaşma metni için bkz. Nihat Erim, aynı eser, s. 221-232 21 Savaşı) Avusturya ve Rusya’yı kesin yenilgiye uğrattı ve Avrupa’da Fransa’nın kesin üstünlüğünü kurdu. Bu zafer ile, Avrupa’da meydana gelen yeni durum. Osmanlı Devletini ferahlattı. Biraz önce Rusya ile zorunluluk sonucu yaptığı ittifak antlaşmasına aldırmayarak, Fransa’ya doğru yaklaşmaya başladı. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ve İngiltere’ye rağmen Napolyon’un imparatorluğunu tanımaya karar verdi. Bu işi resmi şekle sokmak için de, Ahmet Muhip Efendiyi Napolyon’un yanına gönderdi. Bu sıralarda Napolyon’un Osmanlı elçisi Sebastiyan’da 18 Ağustos 1806’da İstanbul’a geldi ve büyük ilgi ile karşılandı. Böylece Osmanlı Devleti ile Fransa arasında yeniden dostluk ilişkileri kurulmuş oldu. İki devlet arasındaki bu yakınlaşma artması ve bunun sonucunda bir ittifakın yapılması ihtimalinin belirmesi, bu defa İngiltere ve Rusya’yı endişelendirmeye başladı. Çünkü, Avrupa’da gittikçe artan Napolyon tehlikesi, böylece Doğu’ya da kaymış olacaktı. Bu tarihlerde ise Osmanlı- Rus ilişkileri gittikçe bozulmakta ve bir savaşa doğru gitmekteydi. Batı Akdenizi Kontrol Ederek Avrupa’daki Rakiplerine Üstünlük Sağlamak Amacıyla Fransa’nın Osmanlı Ülkesi Olan Cezayir’i İşgal Etmesi Cezayir, 1533 yılında Barboros Hayrettin Paşa Tarafından Osmanlı İmparatorluğuna bağlanmıştı. Daha sonra ele geçirilen Tunus ve Trablusgarp ile birlikte “ Garp Ocakları” adı altında örgütlenerek, burada özel bir yönetim kurulmuştu. Önceleri İstanbul’dan atanan Cezayir Beylerbeylerinin zamanla ülkede nüfuzları azalmış, bunun yerine burada bulunan Yeniçeri ocağının ileri gelenlerinin seçtikleri “ Dayı” lar ülkede söz sahibi olmuşlardı. 1671’de denizci reisler ayaklanarak iktidarı ele geçirmişlerdi. 1711’de Cezayir Dayısı, Beylerbeyliğine atanan Osmanlı Paşasını karaya çıkartmayarak ülkenin yönetimini tam olarak eline almıştı. padişahın bu oldu bittiyi tanıması üzerine de, bundan böyle Cezayir “ Dayılar” tarafından yönetilmeye başlamıştı. Böylece 18. yüzyılın başlarından itibaren, Cezayir’in Osmanlı Devleti ile bağları iyice gevşemiş bulunuyordu. Bu tarihlerden itibaren, Cezayir’in İstanbul’a bağlılığı, “ Ocak” tarafından seçilen “ Dayı” nın padişah tarafından onaylanması ve dayının İstanbul’a gönderdiği hediyeler şekline dönüştü. Dayılar ülkenin iç yönetiminde tamamen bağımsızdılar. Dış siyaseti de istedikleri gibi düzenlerlerdi. Öyle ki, savaş açmak ve barış yapmak hakkına sahiptiler. Ancak bütün bunlara rağmen Cezayir, hukuk yönünden bir Osmanlı ülkesi olmakta devam ediyordu. Cezayir’in daha geniş kapsamı ile “Garp Ocakları”nın, Türk egemenliğine geçmesinden itibaren, özellikle Batı Akdeniz denizciliğinde güçlü ve önemli bir yeri olmuştur. Bu nedenle Batı Akdeniz çevresindeki Avrupa ülkeleri ve denizle çıkarları olan devletler ile Cezayir arasında anlaşmazlıklar eksik olmamıştır. Ne var ki, XVIII.yüzyıldan itibaren, Avrupa devletlerinin denizcilikte ilerlemesi karşısında, buna ayak uyduramayan Cezayir’in Akdeniz’deki etkinliği azalmaya başlamıştır. XIX. yüzyılın başlarında Avrupa devletleri Cezayir’in deniz gücünden kurtulmak üzere harekete geçtiler. 1815 Viyana Kongresi korsanlığa son vermeyi kararlaştırdı. Bunun uygulamasını da, bu yüzyılın başlarında büyük bir deniz ve sömürge devleti haline gelmiş, Akdeniz’de ve bölgede geniş çıkarları bulunan İngiltere üstüne almıştı. Bu nedenle İngiltere, 1815 Ekim’inde “ Garp Ocakları” hakkında Avusturya ve Prusya ile bir antlaşma yapmış ve 1816 yılında Cezayir’e bir donanma göndermiştir. Bu donanma Hollanda filosu ile birleşerek Cezayir şehrini topa tutmuş, gemilerini batırmıştır. Bunun üzerine Cezayir Dayısı İngiltere ve 22 Hollanda ile birer antlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Bunlara göre, Cezayir’deki Hıristiyan esirler salıverilecek ve bundan böyle Hollanda gemilerine hücum edemeyecekti.27 Böylece Cezayir büyük bir darbe yemiş oldu. Bundan başka Osmanlı İmparatorluğu’nun iç ve dış büyük sorunlarla uğraşmasından yararlanmak isteyen Fransa, Avrupa siyasi ortamını da uygun bulunca, Cezayir’i almak üzere harekete geçti. Aslında Fransa’nın Cezayir ile ilgisi çok eski tarihlere dayanmaktaydı. Bu arada, XVII. yüzyılda Fransa üç defa Cezayir’e saldırmış, bir başarı elde edemeyince de 1689’da bir barış antlaşması yapmıştır. Bundan sonra da Cezayir ile iyi geçinmeye dikkat etmiş ve bu ülke ile ticaretini geliştirmeye çalışmıştır. XIX.yüzyılın başlarında, Napolyon döneminde, bir ara tekrar bozulan Fransız- Cezayir ilişkileri, Fransa’da krallığın kurulmasından sonra yeniden düzeldi. Ancak, açık denizlerde eski gücünü kaybeden Fransa, hemen karşısında bulunan Cezayir’i ele geçirerek, Batı Akdeniz’de sömürge ve söz sahibi olmak istiyordu. Bu nedenle de harekete geçebilmek için fırsat gözlüyordu. Bu da çok geçmeden ortaya çıkacaktı. Bu tarihlerde Cezayir Dayısı bulunan İzmirli Hasan Paşa, alacağı olan paranın verilmemesinden dolayı Fransa’ya karşı bazı önlemler almaya başlamıştı. Bu da iki ülkenin arasını açmıştı. Fransa da, bu anlaşmazlığı körükleyecek bir davranış içine girmişti. Nihayet, 29 Nisan 1827 günü, Cezayir Dayısı alacak sorununu tartışırken, Fransız elçisinin yüzüne elindeki yelpaze ile vurunca, iki ülke arasındaki ilişkiler kesildi. Arkasından da bu olayı bahane eden Fransa, 16 Haziran 1827’den itibaren Cezayir’e savaş ilân etti ve Cezayir şehrini büyük bir donanma ile kuşatmaya başladı. Fransa bu durumu, 1827 Ağustos ayında Osmanlı Devleti’ne bir nota ile resmen bildirdi. Ancak, Mora isyanı ile uğraşmakta olan İstanbul Hükümeti, bu notayı kabul etmedi. Bu hareketi ile başına yeni bir sorun çıkarmak istemediğini göstermiş oldu. Nitekim, yapılan hükümet toplantısında, Fransa ile Cezayir arasında çıkan anlaşmazlığa fiilen karışmamaya, ancak ilgilendiğini belirtecek şekilde hareket etmeğe karar verdi. Bu şekilde davranmasının bir nedeni de, Cezayir’in kendi başına Fransızları yeneceğini düşünmüş olmasındandı 28. Zaten isteseydi de buraya bir kuvvet göndermesine olanak bulunmayacaktı. Çünkü, bu olayın hemen arkasından Navarin’de donanması yanmış, az sonra da Rusya ile savaşa girmiştir. Ancak Fransa’da, Avrupa’daki siyasi ortamdan istifade ederek Mora’yı işgal etmek için asker göndermiş olduğundan, Osmanlı Devleti’nin bu sıkışık durumundan hemen yararlanma olanağını bulamadı. Bu nedenle de, Fransa yıllarca Cezayir’i kuşatmakla yetindi. Bu sırada Fransa’nın iç politikasında meydana gelen gelişmeler, hükümeti zor duruma sokmuştu. Bu nedenle, kazanılacak bir başarı ile kamu oyunun dikkati dışa çevrilmek isteniyordu. Fransa, bu sırada, Mısır valisi Mehmet Ali Paşayı kullanarak, Cezayir’i yola getirmek istemiş, fakat İngiltere ile Avusturya’nın buna karşı çıkmaları üzerine, bundan bir sonuç alamamıştır. Sonuçta, Fransızlar, 14 Haziran 1830’da 37.000 kişilik bir orduyu Cezayir’e çıkardılar. Yapılan birkaç savaştan sonra, 5 Temmuz 1830’da Cezayir şehrini işgal ettiler 29. Böylece, Fransa Cezayir’e yerleşmiş oldu. Ancak bu, Cezayir ülkesinin bütünlüğünü Fransızların eline geçmesi demek değildi. Ülkenin tamamının Fransa tarafından işgali, uzun bir mücadelenin sonunda, Emir Abdülkadir’in etrafında toplanan yerli kuvvetlerin yenilmesinden sonra, ancak 1847 yılında gerçekleştirilebildi. Ercument Kuran, Cezayir’in Fransızlar Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti. (1827-1847), İstanbul 1957, s.3-8 28 Ercüment Kuran, aynı eser, s.14-17 29 Ercüment Kuran, aynı eser, s. 26 27 23 Osmanlı Devleti, Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesi karşısında hemen fiili bir harekete geçememiş, olayı protesto etmekle yetinmiştir. Çünkü 1828-1829 savaşından yeni çıkmıştı ve 1831 yılında da Mısır valisi Mehmet Ali Paşa isyan etmişti. Ancak, 1833’de Mısır Valisi ile Kütahya, Rusya ile Hünkâr İskelesi anlaşmalarını yaptıktan sonra, Cezayir ile yeniden ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim bu tarihlerde Osmanlı Devleti, ülkeyi geri almak üzere Avrupa’da çeşitli siyasi girişimlerde bulunmuş, hatta bir ara Cezayir’e kuvvet göndermek için bazı girişimlerde bulunmuştur. Ne var ki Avrupa devletleri Fransa’nın Cezayir’e yerleşmesini kabul etmiş olduklarından ve Osmanlı devletinin de tek başına Fransa ile baş edemeyeceğini anladığından, bu girişimlerin hiç birisinden bir sonuç alınamamıştır. Sonuçta, Osmanlı Devleti, 1847 yılında Cezayir üzerindeki hak ve hukukunun sona erdiğini kabul etmiştir 30. Böylece, Osmanlı devleti daha 1830 yılında Kuzey Afrika’da stratejik önemi büyük olan Cezayir’i kaybetmiş ve bu bölgede Fransa ile ikinci defa doğrudan sınırdaş hale gelmiş oldu. Bu da Osmanlı Afrika’sının sömürgeci Avrupa devletlerinin hedefleri arasına girdiğini göstermiş ve dolayısı ile Osmanlı Devleti’nin sorunlar çıkartan bölgelerine bir yenisini eklemesine yol açmış oldu. Fransa’nın da Katıldığı Berlin Kongresi ve Antlaşması ile Yaklaşık Bin yıldan Beri Türklerle Aynı Topraklarda Yaşayan Ermenilerin Bir Sorun Olarak İlk Defa Tarih Sahnesine Çıkmaları Ve Osmanlı Devletinin Büyük Topraklar Kaybetmesi 1461yılında Fatih Sultan Mehmet, Ermenilerin Bursa’daki ruhani reisi Novakim’i İstanbul’a getirterek, Rum Patrikliği yanında bir Ermeni Patrikliği kurdurdu. Bundan sonra 1475 yılında, Osmanlı hakimiyetine geçen Kefe’den, İstanbul’a getirtilen bir çok Ermeni Salma- Tomruk’da ve Edirnekapı’da, 1479’da Karaman’dan getirtilen Ermeniler de İstanbul Samatya taraflarına yerleştirildiler. XIX.yüzyıla gelinceye kadar, Ermeniler, İmparatorluğun hiç bir yerinde Türklere oranla çoğunluğa sahip olmadıklarından ve mezhep yönünden de aralarında birlik bulunmadığından diğer Hıristiyan toplulukların aksine, Türk kültürünü benimsemişlerdi. Çiftçilik, ticaret, endüstri gibi işlerle uğraşmaktaydılar ve durumları gayet iyi idi.31. Bu yönleri ile de Ermenilere, Türkler tarafından, herhangi bir ulustan daha çok saygı gösterilmekte ve “Milleti Sadıka” denmekteydi. 32. III. Selim zamanında devlet işlerinde de kullanılıyorlardı. II.Mahmut zamanında “Düzoğulları”, “Balyan” ailesi ve “Kazaz Artin” gibi kimseler bunların canlı örnekleridir. 1839 yılında Sultan Abdülhamit tarafından Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimatı Hayriye ) ilan edildi. Bu hat ile, bütün Osmanlı azınlıkları için, ırk, din ve mezhep farkı gözetmeksizin eşitlik, can ve mal emniyeti sağlanıyor, Hıristiyan, Müslüman arasındaki fark ortadan kalkıyordu. Böylece, Osmanlı azınlıklarından olan Ermenilerin de daha önce elde ettikleri bazı avantajlı durumlar ortadan kalkıyordu. 33 Ermeniler Hıristiyan olup, çoğunluğu Gregoriyan, ikinci derece de Katolik, pek azı da Protestan mezhebindendir.1850 yılında, ayrıca bağımsız bir Protestan Ermeni Patrikliği kurulmuştu. Bu patrikler, Ermeni toplumunun birçok işlerinde söz sahibi idiler. Daha sonraki dönemlerde politik olaylarda önemli rol oynamaya başlamışlardı. Aslında, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’nin içişlerine daha kolay karışabilmek ve kendi himayesinde bir topluluk meydana getirmek amacıyla harekete geçmesi üzerine, İngiliz ve Amerikalı misyonerlerin A. Rasim, Osmanlı Tarihi, C.IV, İstanbul 1328, s. 1867 Enver Ziya Karal, aynı eser, C.VIII, s. 126-127 ; Ahmet Hulki Saral, Ermeni Meselesi s.41, Akdes Nimet Kurat, Rusya ve Türkiye, Ankara 1970, s. 111-113 32 Yorga, Osmanlı Tarihi, Ankara 1948 33 Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1976, s. 150-153 30 31 24 girişimleri sonucunda, XIX. yüzyılın birinci yarısından itibaren Ermeniler arasında Protestanlık mezhebi gelişmeye başlamıştı.34 İşte Türk- Ermeni ilişkileri bu olumlu hava içerisinde 1877-1878 Savaşına kadar geldi. 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Rus orduları, Kuzey Anadolu’yu işgal edince buradaki Ermenilerle temasa geçti. Rus ordusunda ise pek çok Ermeni asker ve subay bulunuyordu. Hatta Rus kuvvetlerinin büyük kısmına komuta eden General Boris Melikof da bir Ermeni idi. Rusya, bu sırada milli amacı olan “sıcak denizlere inme” politikasını gerçekleştirmek için, Ermenileri Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmaya başlamıştı. Bu arada Rus ordusundaki Ermenilerle, Osmanlı Ermenileri birleşerek, bölgedeki Türklere karşı bir çok katliamlarda bulundular. Bunun sonucudur ki, savaştan sonra Rus kuvvetleri çekilirken, pek çok Ermeni de onlarla birlikte Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. Doğu cephesinde bu gelişmeler olurken, batıda da Rusların Ayastafanos’a ( Yeşilköy) geldikleri sırada, Ermeni Patriği Narses, Grandük Nikola’nın karargahına giderek, yapılacak antlaşmaya Ermeniler lehine hükümler konulmasını istedi. Zaten Rusya’nın amacı da bu idi. Bu bakımdan, sözde onların isteği üzerine, Ayastafanos Antlaşması’na Ermeniler ile ilgili bir madde kondu. Bu şekilde Rusların, Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmaları ve antlaşmaya onlar hakkında bir hüküm koydurmaları ile, yaklaşık Türklerle 1000 yıldan beri bir arada yaşayan ve “ Milleti Sadıka” olan Ermeniler, 3 Mart 1878’de, bir sorun olarak resmen ortaya çıktı 35. Rusya’yı özellikle Doğu Anadolu üzerinde etkili hale getirebilecek bu gelişme, buradan İskenderun yolu ile Akdeniz’e, diğer taraftan Dicle- Fırat yolu ile Basra Körfezi’ne çıkma emellerinin gerçekleşmesine yol açabilirdi. Böylece, Doğu Anadolu’yu da Balkanlaştırmak amacında olduğunu ortaya koyan Rusya, bunların gerçekleşmesi ile tüm Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz sahibi olabilecekti. Bu durum ise, Doğu çıkarlarının tehlikeye düştüğünü gören İngiltere’yi telaşa düşürmüş ve harekete geçirmiştir. Nitekim Londra Hükümeti, bu tehlikeyi önlemek üzere bir taraftan Osmanlı Devleti’ni zorlayarak Kıbrıs’a yerleşmiş ve aynı zamanda Doğu Anadolu’da ıslahat yapılacağı vaadini almış, diğer taraftan da Berlin Kongresi’nde, Ermeni sorununu kendi koruyuculuğu altına alarak, bunu bir İngiliz sorunu haline getirmiştir 36. Böylece Ermeni sorunu, iki büyük devletin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarlarının çatışmasının sonucunda, yani politik bir sorun olarak ortaya çıkmış ve “ Doğu Sorunu” kapsamı içerisine, yeni bir konunun katılmasına neden olmuştur. Bu durum karşısında kendi çıkarlarının zedeleneceğini hisseden Almanya, Yeşilköy(Ayastefanos) Antlaşmasını yeniden gözden geçirmek için, Almanya’nın daveti üzerine 13 Haziran 1878 tarihinde, Berlin’de bir kongre düzenledi. Kongre Başkanı Bismarcık’dı. Kongreye 1856 Paris Antlaşmasında imzası bulunan devletler, yani Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya, Avusturya ve İtalya katıldılar. Kongrede Osmanlı Devleti’ni Mehmet Ali Paşa, Kara Todori Paşa ve Berlin Elçisi Sadullah Bey, buna karşılık diğer devletleri başbakanları veya dışişleri bakanlarının başkanlığındaki heyetler temsil etti. Bu da Avrupa devletlerinin Berlin Kongresine verdikleri önemi göstermekte idi. 37 34 Esat Uras, a.g.e. s. 154 Esat Uras, aynı eser, s.200-209 ; Akdes Nimet Kurat, ayn eser, s.113-114 36 Enver Ziya Karal, aynı eser, C.VIII, s.129-131 37 Edouard Driault, Şark Meselesi, İstanbul 1329, s.307-308, Mahmut Celaletttin Paşa, Mir’at-i Hakikat, c.III, s.155-156 35 25 Alman başkanı ve baş delegesi Bısmarck’a göre, kongrenin toplanma nedeni, büyük devletler tarafından daha önce 1856 ve 1871 sözleşmesi ile kurulmuş olan, ancak Yeşilköy Antlaşması ile bozulmuş bulunan Avrupa dengesini düzenlemek ve Avrupa’nın son derece muhtaç olduğu barışı, yeni güvence üzerine kurmaya birlikte karar vermekten ibaretti. 38 Bu da kongrenin çalışmalara başladığı ilk andan itibaren, amacın Osmanlı Devleti’nin Yeşilköy Antlaşması ile uğradığı kayıpları gidermek veya hafifletmek değil, Avrupa devletleri arasındaki çıkar çatışmalarını uyuşturmak ve bu konuda bir anlaşmaya varmak olduğunu göstermiştir. Nitekim, kongrenin bir aylık çalışma süresinde, her büyük devlet kendi çıkarlarını elde etmek çabası içerisinde hareket etti. Bismarck, başkan olarak kongrede izlediği politika ile, Almanya’ya Avrupa’da bir durum üstünlüğü kazandırmak, ülkesi için gerekli olan Avrupa barışını sürdürmek, bu arada Rusya’yı mümkün olduğu kadar Doğu Avrupa ve Balkanlar’dan uzak tutmak, aynı zamanda da onu gücendirmemeyi sağlamak hususlarını esas aldı. Bunun yanı sıra Fransa’nın dikkatini kendi üzerinden uzaklaştırmak için, onu Osmanlı Afrika’sından toprak almaya teşvik etti. Bu arada Yunanistan sınırının durumu görüşülürken, Fransa’nın da desteği ile, Yunan delegelerinin kongrede konuşturulmasını sağladılar ve onların toprak isteğini desteklediler.39 Berlin kongresi esas itibariyle Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki savaşı sonuçlandırmak için toplanmıştır. Ancak, kongrede bu devletlerin tutum ve davranışları dışında alınan kararlar hemen bütün Avrupa’yı ilgilendirmiş ve etkilemiştir. Cezayir’i Ele Geçiren Fransa, Tunus’un İtalyanlar Eline Geçmesine Mani Olmak Ve Akdeniz’deki Nüfuz Alanını Genişletmek Amacıyla, Osmanlı Toprağı Olan Tunus’u İşgal Etmesi. Tunus, 16. yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Beylik idi. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde bu bağ bir görüntüden ibaret kalmıştır. Tunus, Bey’in mutlak yönetimi altında idi. Beylik, bu yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, özelikle ekonomik ve mali yönlerden İngiltere, Fransa ve İtalya’nın etkisi altına girmişti. Bu arada Osmanlı Devleti de, Tunus ile bağlarını güçlendirecek bazı girişimlerde bulunmuş fakat 1877-1878 Savaşında uğradığı yenilgi, istediği sonucu alamamasına neden olmuştu. Bu durumdan da Tunusu ele geçirmek isteyen İtalya ümitlenmişti. Buna rağmen Beyliğe karşı harekete geçen devlet Fransa oldu. Fransa, Cezayir’e yerleştikten sonra Tunus’a dikkatini çevirmişti. Ancak ona ülkeye yerleşme fırsatını 1878 Berlin Kongresi verdi. Kongre sırasında, Almanya Başbakanı Bismarck, 1870’de yenilgiye uğrattığı Fransa’ya Alsace-Lorraine’nin acısını unutturmak ve onun dikkatini kendi sınırlarından uzaklara çevirmek için Tunus’u almasını önermişti. İngilterede, kendisinin Kıbrıs’a yerleşmesine karşı Fransa’nın tepkisini önlemek için, onu Tunus’a yöneltmek istemiştir. Böylece Osmanlı Devleti’nin bu toprağı, Büyük Devletler arasında pazarlık konusu haline gelmişti. Ayrıca Akdeniz’in iki Büyük Devleti Fransa ve İtalya’nın rekabeti alanı halini almıştır. 1878 yılından itibaren ise, Tunus üzerindeki Fransız-İtalyan çekişmesi şiddetlendi. Bunun üzerine, İngiltere ve Almanya’nın desteğini sağlamış bulunan Fransa, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bunalımdan da yararlanarak ve bazı sınır olaylarını bahane ederek harekete geçti. Cezayir’deki Fransız birlikleri, Nisan 1881’de Tunus’a girerek, ülkeyi işgale başladılar. Bunun üzerine Tunus Beyi, 12 Mayıs 1881’de Bardo Andlaşması’nı imzalayarak, Fransız himayesini kabul etti. 38 39 Mahmut Celaleddin Paşa, Aynı eser, c.III, s.157 Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih.S.No:4s.306-307 Eylül 1982 26 Osmanlı Devleti, Fransa’nın Tunus’u işgal ederek kendisine bağlanmasını protesto etti. Ancak fiili hareket gücü olmadığından bir sonuç alamadı. Bu suretle Fransa, Kuzey Afrika’da yeni bir sömürge kazanırken, Osmanlı Devleti de bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu. Fransa’nın bu hareketine tepki gösteren diğer bir devlet de İtalya oldu. İtalya, âdeta doğal bağlarının bulunduğuna inandığı Tunus’da gözü olduğu için, Fransa’nın bu girişimine şiddetle karşı çıktı. Fakat fiili bir şey yapamadı. Ancak olay, iki devlet arasındaki ilişkileri etkiledi. Bundan sonra İtalya, sömürgeci devletlere karşı Almanya’ya doğru kaymaya başladı. 1896’da Habeşlere yenilince de, Fransa’nın Tunus’u himayesi altına almasını tanıdı. Böylece, Fransa’nın Tunus’u işgali, Osmanlı Devleti’nin olduğu kadar, Avrupa’nın devletlerarası politikasını da etkileyen bir olay oldu. Bu da, daha sonraki gelişmeleri etkiledi. Berlin Kongresinden Sonra Artan Ermeni Terörü ve Katliamları 1878 Berlin Kongresi, 1815 Viyana ve 1856 Paris Kongresinden sonra Avrupa’da yapılan en büyük devletlerarası toplantı olmuştur. Bu kongrede, sadece Yeşilköy Antlaşması’na yeni bir şekil verilmekle kalınmamış, Avrupa’nın bozulan güçler dengesi yeniden kurulmuştur. Bu denge ise, Avrupa Büyük Devletlerinin Osmanlı Devleti üzerindeki çıkarlarının uyuşması oranında ve topraklarının paylaşılması ile meydana gelmiştir. Bu yönden, Yeşilköy Antlaşması ile karşısında sadece Rusya’yı bulan Osmanlı Devleti, Berlin Kongresi’nde bütün Avrupa büyük devletlerinin hedefi haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak kongre, Osmanlı Devleti’nin paylaşılma pazarlığı yapıldığı bir toplantı halini almıştır. Nitekim, Rusya’nın baskısı ile Yeşilköy Antlaşmasında da Osmanlı Avrupa’sı, Balkan toplumları arasında paylaşılmıştı. Berlin Antlaşması ise, bunun sınırlarını biraz daraltmakla beraber, bu paylaşmayı Osmanlı topraklarının bütününü kapsayacak hale getirmiştir. “Bu nedenle de, 1856 Paris Adlaşması’nda kabul edilmiş ola ‘Osmanlı Topraklarının bütünlüğüne saygı ilkesi’ Berlin Kongresinde yer almamıştır.”40 Nitekim bu tarihlere kadar, bu tarihten önce bu ilkenin başta gelen savunucularından olan İngiltere, Berlin Antlaşmasının imzalandığı günlerde Kıbrıs’ı almıştır. Bunların yanı sıra, Berlin Kongresi kararları ile Osmanlı Devleti 287.510 kilometre kare toprak kaybetti 41 Ayrıca sınırları içerisinde bulunan Bosna-Hersek, Kıbrıs gibi yerlerde egemenliği sözde kaldı. Balkanlar, Doğu Anadolu gibi yerlerde Ermeniler lehine ıslahat yapmak ve bunları Avrupa büyük devletlerine bildirmeyi yükümlü kılmakla da, buralardaki egemenliği büyük ölçüde sınırlandı. Aynı zamanda Avrupalı devletlerin, Osmanlı Devletinin iç işlerine karışmasına yol açtı. Bunlar da Osmanlı Devletinin parçalanmasını ve özellikle Balkanlarda gerilemesini hızlandıran başlıca faktörler oldu. Ayrıca kaybedilen topraklardaki Türklerin Anayurda gelmeye başlamaları, bir yerleşme sorunu meydana getirdi. Berlin Antlaşması, getirdiği statü ile Balkanlar’daki, gerek Balkan devletleri gerekse çevredeki Büyük Devletler arasındaki çatışmaları şiddetlendirdi. Bunun sonucu olarak bölge sürekli olarak bunalımlara sahne olacak duruma geldi. Bu da, bu tarihlerden itibaren, devletlerarası ilişkilerde ve bloklaşmada önemli bir etken oldu. Nitekim, Berlin Antlaşmasının 61 nci maddesi ile Avrupa’nın büyük Devletleri, Ermenilerin bulunduğu yerlerde ıslahat yapılmasını Osmanlı Devletine kabul ettirmişler ve bunun uygulanmasının kontrolünü de üstlenmişlerdir. Bu şekilde de, Ermeni sorunu sadece Rusya’nın ilgilendiği bir konu olmaktan çıkartılarak, diğer devletlerin de söz hakkı 40 41 A.Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, İstanbul 1944, s.231 A.Şükrü Esmer, aynı eser, s.231 27 olduğu, devletlerarası bir sorun haline getirilmiştir. Bununla beraber Berlin Kongresi’nde, İngiltere ve Rusya’nın dışındaki devletler, kendileri için daha çok önem taşıyan diğer konulara eğildiklerinden, Ermeni sorunu ile fazla ilgilenmediler. Bunun sonucu olarak da, Ermeni liderlerinin bütün çabalarına rağmen, Doğu Anadolu’da istedikleri özerkliği elde edemediler. Bunun üzerine Ermeniler, Berlin Antlaşması’ndan sonra, Batılı devletlerin dikkatini çekerek Osmanlı Devletine isteklerini zorla kabul ettirebilmek için terör ve şiddeti kullanarak harekete geçmeye karar verdiler. Bu arada 1880’de Büyük Devletler, Osmanlı Devletinden Berlin Antlaşması’nın Ermeniler ile ilgili hükümlerini yerine getirmesini istediler. Ancak Avrupa’da bu tarihlerde meydana gelen önemli olaylar, Ermeni ıslahat sorununun bir süre önemini kaybetmesine neden oldu. Bundan sonra ise İngiltere ile Rusya’nın kışkırtması ve koruyuculuğunda Ermeni örgütlenmesi hızlandı. İlk Ermeni örgütleri, 19. yüzyılın ikinci yarısında, görünürde hayır cemiyetlerinin kurulması ile başlamıştı. Bu tarihlerden itibaren Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde ve dışında birçok Ermeni komite ve cemiyetleri kuruldu. Bunlar içerisinde en önemlisi Hınçak ve Taşnaksutyun Komiteleri idi. Hınçak (Çan sesi) Komitesi, Kafkasyalı Ermeniler tarafından 1887’de İsviçre’de kurulmuştur. Üyeleri arasında Rusyalı Ermeniler de bulunuyordu. Başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde şubeleri bulunan cemiyetin merkezi sonradan Londra’ya taşınmıştı. Amaçları; Önce Doğu Anadolu’yu ele geçirmek, sonra da burayı Rus, İran Ermeni bölgeleri ile birleştirerek bağımsız bir Ermenistan kurmaktı 42. Taşnaksutyun Komitesi (Ermeni İhtilâl Cemiyetleri İttifakı), 1890’da Kafkasya’da kurulmuştur. Amacları; Türkiye’de faaliyet gösteren Ermeni derneklerini birleştirerek onlara yardım etmek ve bir Ermenistan’ın kurulmasını sağlamaktı 43. Böylece her iki Komitenin amacı, Osmanlı Devleti içinde isyanlar çıkartmak suretiyle hedeflerine ulaşmaya dayanıyordu. Nitekim 1896’da yapılan Hınçak Komitesi genel kongresinde kabul edilen “ Hınçak İsyan Cemiyeti Kanunu Alisi”nin dayandığı esas amaç da bundan ibaretti 44. Ermeniler bu şekilde örgütlendikten sonra da isyan hareketine giriştiler. Gerçi, bu komitelerin kurulmasından önce de Anadolu’da birçok defa Ermeni isyanları olmuştu. Ancak bunlar daha çok vergi vermemek, eşkiyalık gibi nedenlerden dolayı çıkan olaylardı 45. Fakat 1878’den sonra bu hareketlerin mahiyeti değişmiştir. Çoğunluğunu Rus ve Kafkas Ermenilerinin oluşturduğu Ermeni Komiteleri, bu tarihlerden itibaren Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durumdan da yararlanarak, bağımsız bir devlet kurmak üzere propagandaya girişip, Osmanlı uyruğundaki Ermenileri ayaklandırmak için kışkırtmaya başladılar. Bunun sonucu olarak, 1890’da, Erzurum’da ilk siyasi amaçlı isyanı patlak verdi. Fakat Osmanlı Devleti bunu hemen bastırdı. Bu arada İstanbul (Kumkapı)’da, 1892-1893’de de Merzifon, Kayseri, Yozgat’da olaylar görüldü 46. Ancak bunlardan sonra asıl gelişme Sasun’da başladı. Esat Uras, aynı eser, s.431 a.g.e, s.442 44 Ahmet Hulki Saral, aynı eser, s.61-66 ; Fahir Armaoğlu Siyasi Tarih, Ankara 1973, s.288-290 ; Enver Ziya Karal, aynı eser, C.VIII, s.135-136 45 Ahmet Hulki Saral, aynı eser, s.73-77 46 E.Uras, a.g.e. s.458 ; A.H.Saral, a.g.e. s.75-85 42 43 28 Sasun (Bitlis) isyanı, 1894 yılında başlamıştır. Olay, “ Berlin Antlaşmasının 61nci maddesi gereğince sırf yabancı müdahalesini davet etmek maksadıyla Hınçak Komitesince tertip edilmiştir”47. Nitekim, İngiltere’nin Van Konsolosunun bölgede yaptığı inceleme gezisi de, olayın yakın nedenlerinden birisi olmuştur 48. Osmanlı Devleti, bu bölgede meydana gelen olayları önlemek üzere, sıkı önlemler aldı. Bu ise, yapılan propagandaların da etkisiyle, Avrupa’da Ermeniler lehinde ve Osmanlı Devleti’nin aleyhinde bir havanın doğmasına yol açtı. Bundan da yararlanan İngiltere, Osmanlı Devleti’ne baskıda bulunmaya ve Ermeniler lehinde ıslahat yapmasını istemeye başladı. Ancak diğer Büyük Devletler, İngiltere’nin sert tutumuna katılmadıklarından, Londra Hükümeti ıslahat fikri ile yetinmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti bölgeye bir inceleme kurulu gönderdi. Buna, Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Erzurum Konsolosları da katıldılar. Bundan sonra da Babıâli, Ağustos 1895’de bölgede yeni bir ıslahat programının uygulanmasına karar verdi. Ancak Eylül 1895’de, bu defa Zeytun (Süleymanlı)’da, İstanbul’da Hınçak Komitesi tarafından düzenlenen, bir kısım Ermenilerin Babıâli’ye yürümesi ile başlayan olaylar yeniden çıktı. Ermeniler, Türk toprakları içerisinde bir Ermenistan Devleti kurmak amacıyla oluşturdukları terör örgütleri vasıtasıyla bundan sonra da birçok isyan çıkarttılar. Olaylar Doğu Anadolu’da bazı illere yayıldı ve gelişti. Bu isyanlar ve terör olaylarının önemli olanları şunlardır: Zeytun (Süleymanlı) İsyanı (1 – 6 Eylül 1895), Divriği (Sivas) İsyanı (29 Eylül 1895), Babıâli Olayı (30 Eylül 1895), Trabzon İsyanı (2 Ekim 1895), Eğin (Mamuratü’l – Aziz) İsyanı (6 Ekim 1895), Develi (Kayseri) İsyanı (7 Ekim 1895), Akhisar (İzmit) İsyanı (9 Ekim 1895), Erzincan (Erzurum) İsyanı (21 Ekim 1895), Gümüşhane (Trabzon) İsyanı (25 Ekim 1895), Bitlis İsyanı (25 Ekim 1895), Bayburt (Erzurum) İsyanı (26 Ekim 1895), Maraş (Halep) İsyanı (27 Ekim 1895), Urfa (Halep) İsyanı (29 Ekim 1895), Erzurum İsyanı (30 Ekim 1895), Diyarbakır İsyanı ( 2 Kasım 1895), Siverek (Diyarbakır) İsyanı (2 Kasım 1895), Malatya (Mamuratü’l- Aziz) İsyanı (4 Kasım 1895), Harput (Mamuratü’l- Aziz) İsyanı (7 Kasım 1895), Arapkir (Mamuratü’l- Aziz) İsyanı (9 Kasım 1895), Sivas İsyanı (15 Kasım 1895), Merzifon (Sivas) İsyanı (15 Kasım 1895), Ayıntab (Halep) İsyanı (16 Kasım 1895), Maraş (Halep) İsyanı (18 Kasım 1895), Muş (Bitlis) İsyanı (22 Kasım 1895), Kayseri (Ankara) İsyanı (3 Aralık 1895), Yozgat (Ankara) İsyanı (3 Aralık 1895), Zeytun İsyanı (1895 – 1896), Birinci Van İsyanı (2 Haziran 1896), Osmanlı Bankası Baskını (14 Temmuz 1896), İkinci Sasun İsyanı (Temmuz 1897), Sultan Abdülhamid’e Suikast (Yıldız Suikastı) (21 Temmuz 1905), Adana İsyanı (14 Nisan 1909). Osmanlı Devleti’nin bazı önlemler alması üzerine, Avrupa devletleri yine başta İngiltere ve Fransa olduğu halde işe karıştılar. Hatta İstanbul’a savaş gemilerini göndererek, baskıya başladılar. Ancak aralarındaki çıkar çatışmaları birlikte fiili bir harekete geçmelerini önledi. Osmanlı Devleti de olayları bastırdı. 1896 Ağustos’unda ise Ermeniler, Osmanlı Bankası’na saldırarak, İstanbul’da yeni bir olay daha çıkardılar. Ancak bunun da önü alındı. Bununla beraber, Taşnaksutyun Komitesi girişimlerini sürdürdü. Nitekim 1904’de İkinci Sasun isyanı oldu. Fakat bu da bastırıldı 49. Görüldüğü gibi 1904 yılına kadar birçok Ermeni isyan ve tedhiş olayı tespit edilmiştir. Tarihlerinden de anlaşıldığı üzere bütün isyanlar, Ermeni komitelerinin faaliyete geçmesinden sonra süratle artmıştır. Daha sonra kurulacak olan Ermenistan Cumhuriyeti Başbakanı 47 Ahmet Hulki Saral, a.g.e. s.83 Enver Ziya Karal, a.g.e. C.VIII, s.137 49 Enver Ziya Karal, a.g.e. C.VIII, s.137-145 ; A. H. Saral, a.g.e. s.89 ; Edouard Driault, a.g.e. s.323 ; Osman Nuri, Aldülhamit-i Sâni ve Devri Saltanat, İstanbul 1327, CIII, s.831 ; Akdes Mehmet KURAT, a.g.e. s.114-121 ; Esat Uras, a.g.e. s.520 48 29 Hovahannes Katchaznuni’nin de “...komiteler, çetelerin teşekkülünü sağlamıştır ve Türkiye’ye karşı giriştikleri harekâta aktif bir şekilde katılmışlardır... Gerçeği muhakeme gücünü yitirmiş ve hayallerimize kendimizi kaptırmıştık...” şeklinde itiraf ettiği gibi, bu komiteler, iyilikle veya zor kullanarak Ermenileri isyana sürüklemiştir. Yukarıda verilen Ermeni isyan ve tedhiş hareketleri Ermeni komitelerince “Ermenilerin Türklerce katledilmesi” olarak tanıtılmış ve batı ülkelerine, Hristiyan kamuoyuna bu şekilde yansıtılarak büyük gürültü kopartılmıştır. Bu amaçla hemen hiçbir yanlış bilgilendirmeden kaçınılmadan, olaylar tahrif edilerek, dünya kamuoyuna sunulmuştur. Anadolu’nun birçok yerinde çalışmalar yapan Hristiyan misyonerler, İstanbul’daki büyükelçilikler ve Anadolu’daki konsolosluklar bu propagandanın batı kamuoyuna iletilmesinde ve benimsetilmesinde büyük rol oynamışlardır. Bütün bunlara batı basınının aynı paraleldeki yayınları da eklenince, Hristiyan kamuoyu, Ermenilerin gerçeklerle ilgisi olmayan mesajlarını benimsemeye başlamıştır. Aslında, kendi devletlerinin politikaları da bu mesajların benimsenmesini gerektirmekteydi. Üstelik batıya göre bu olay “Hristiyanlarla Müslümanlar arasında cereyan eden bir çatışmaydı ve vahşi Müslümanlar, masum Hristiyanları katletmekteydi”. O hâlde yapılacak tek bir iş vardı, o da Müslümanlara karşı Hristiyan Ermenileri desteklemek ve himaye etmekti. Bu dönemde gerçekten de böyle yapılmıştır. Ancak, meselenin aslının hiç de böyle olmadığı ve Ermeni komitelerinin bu propagandasının altında, büyük devletleri Osmanlılara karşı silâhlı müdahaleye zorlamak amacının yattığı belgelerle sabittir. Ermeni isyanlarının nedeni ne sefalet ne ıslahat ne de baskıya tâbi tutuldukları iddiasıdır. İsyanların nedeni, batılılar ile Rusya’nın, Ermeni komiteleri ve kilisesi ile işbirliği hâlinde Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak istemeleridir. Osmanlı Devleti ise bu isyanlar karşısında, her devletin yapacağını yapmış ve isyan eden asilerin üzerine kuvvet göndermiştir. Ancak, yukarıda da izah edildiği gibi, her isyanın bastırılması yeni bir “katliam” olarak sunulmuştur. Ermenilerin gerçekleştirdiği tedhiş hareketleri nedeniyle yakalanan komiteciler, yine büyük devletlerin yardımıyla serbest bırakılmıştır. Zeytun isyanının, Osmanlı Bankası işgalinin Padişah II. Abdülhamit’e yapılan suikast girişiminin elebaşları dönemin büyük devletlerinin müdahaleleri sonucunda Osmanlı toprakları dışına çıkmışlar / çıkartılmışlardır. Bu komiteciler daha sonra yeni cinayetler işlemek üzere Osmanlı topraklarına geri dönmüşlerdir 50. 1909 yılında İstanbul’da cereyan eden “31 Mart Vakası”nın akabinde devletin geçici olarak hükümetsiz kalması Ermenilere aradıkları fırsatı verdi. Hınçaklar, Avrupa devletlerinin desteğini almak, Adana, Maraş, Mersin ve İskenderun bölgesinde bir Ermeni Devleti kurmak amacıyla, Piskopos Muşeg’in kışkırtıcılığı ile 14 Nisan’da isyan çıkardılar. 13 gün süren bu ayaklanmada 20.000’e yakın Türk ve Ermeni ölmüş, Piskopos Muşeg ise İskenderiye’ye kaçmıştı.51 Ermeni sorunu, bundan sonra da kışkırtmalarla, İkinci Meşrutiyet öncesinde ve sonrasında bazı olaylarla devam ederek, Birinci Dünya Savaşı’na kadar geldi. 50 Şenol Kantarcı, Kamer Kasım, İbrahim Kaya, Sedat Laçiner, Ermeni Sorunu El Kitabı, ASAM, Ermeni Araştırmaları Enstitüsü, Ankara 2002 Cemal Paşa, Hatırat (1913-1922), İstanbul 1922, s.249-256, Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi OTAM Yayını Sayı.3, Ankara 1996, s.58 51 30 1914-1918 SAVAŞ DÖNEMİNDE, GİZLİ ANLAŞMALAR VE OSMANLI - FRANSIZ VE ERMENİLERLE İLİŞKİLER Fransa Ve İngiltere’nin Onayı İle Boğazların Rusya’ya Bırakılmasının Kabul Edildiği İlk Antlaşma; Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesi, İtilâf Devletlerinde bu İmparatorluğun yıkılma zamanının geldiği düşüncesini güçlendirdi. Ancak, onun topraklarının paylaşılması anlaşmazlıklara neden olabileceğinden, önceden bu konuda aralarında bazı anlaşmalar yapmak istediler. Bunlardan ilki de 1915’de yapılan ve Boğazların Rusya’ya verilmesiyle ilgili olan anlaşmaydı. İngiltere ve Fransa’nın üstün deniz ve kara kuvvetleriyle 1915 yılı başlarında Çanakkale’ye saldırmaları, devletler arası bazı gelişmelere yol açtı. Rusya, İngiliz ve Fransızların İstanbul’a girerlerse oradan çıkmamalarından ve burayı kendisine vermemelerinden endişelendi. Diğer taraftan da, İngiltere’nin, Rusya’ya karşı kendi himayesinde bulunacak bir rakibi Boğazlara yerleştirmek amacıyla, Yunanistan’ı ileri süreceğinden çekinmeye başladı. Çünkü, daha 1914 Ağustosunda, İngiliz devlet adamları ile Venizelos arasında, Yunanistan’ın savaşa girmesi için görüşmeler yapılmış ve bu arada boğazlar söz konusu edilmişti. Bu da Rusya’da İngiltere’ye karşı güvensizlik uyandırmıştı. Diğer taraftan, Almanya, Boğazların İngiltere ve Fransa’nın eline geçmesini çıkarlarına aykırı gördüğünden, bu bölgeyi Rusya’ya önerip onunla ayrı bir barış yapmayı uygun bularak, bazı girişimlerde bulundu. Bu da, İngiltere ile Fransa’yı endişelendirdi ve Rus isteklerini kabul etmeye yöneltti. Rusya bu gelişmelerden sonra sorununu kendi çıkar ve emelleri doğrultusunda çözümlemek ve Boğazlara yerleşmek üzere, 1915 Şubat ayından itibaren girişimlere başladı. 4 Mart 1915’de İngiltere ve Fransa’dan Boğazların kendisine verilmesini bir nota ile istedi. Bu notada şöyle deniyordu : “ İstanbul ve Boğazlar sorunu Rusya’nın yüzlerce yıllık dileklerine göre (Çar Deli Petro’nun, Sıcak Denizlere İnme Hayaline göre) kesin bir biçimde çözümlenmelidir. İstanbul şehri, Boğaziçi’nin, Marmara Denizinin ve Çanakkale Boğazı’nın batı kıyıları ve Midye- Enez hattına kadar Güney Trakya Rusya’ya verilmelidir. Ayrıca Boğaziçi ile Sakarya Nehri arasında ve İzmit Körfezi üzerinde saptanacak bir nokta arasında kalan topraklar, Marmara denizindeki adalar, İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) adaları da imparatorluğun sınırları içine sokulmalıdır.”52 Rusya, aynı nokta da, bu isteklerine karşılık, bu bölgede İngiliz, Fransız özel çıkarlarına özenle saygı göstereceğini ve Osmanlı İmparatorluğunun diğer kısımlarında İngiltere ve Fransa’nın tasarılarının gerçekleşmesi için yapacakları girişimleri kabul edeceğini de bildirdi. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın bu girişimlerine karşı çıkmak istediler. Fakat Rusya’da Almanya ile ayrı bir barış yapmak eğiliminin güçlenmesi üzerine, İngiltere 12 Mart 1915’de, Fransa’da 10 Nisan 1915’de, Rusya’ya yukarıda belirtilen isteklerini kabul ettiklerini bildirdiler 53 . Buna karşılık Rusya’da, bu iki devletin Osmanlı imparatorluğunun diğer bölgeleri ile Asya’daki çıkar ve emellerini kabul etti. Böylece Müttefikler, yapılacak bölüşmede Boğazlar ve çevresini Rusya’ya bırakmış oldular. C. Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1974, s.364-365 ; Y.H.Bayur, a.g.e. C.III, s.11 53 Bu konuda üç devlet arasında yapılan diplomatik yazışmalar için bkz. Y.Altuğ, Türk Devrim Tarihi Dersleri, İstanbul 1973, s.199-205 52 31 Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Onayı İle İtalya’nın Payının Belirlendiği Londra Antlaşması; İtalya, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan 26 Nisan 1915 tarihli Londra Anlaşmasıyla, İtalya’ya Osmanlı İmparatorluğundan pay verilmiştir. Buna göre ; İngiltere, Fransa ve Rusya, Asya Türkiye’sinin tamamen paylaşılması halinde, İtalya’nın Antalya iline yakın olan Akdeniz bölgesinde, âdil bir pay almasını genel olarak kabul ediyorlardı. Bu bölge, sırası gelince Fransa ve İngiltere’nin çıkarları göz önünde bulundurularak çizilecekti. Osmanlı topraklarının bütünlüğü korunursa ve büyük devletlerin çıkar bölgelerinde değişiklikler yapılırsa, İtalya’nın çıkarları da dikkate alınacaktı. Eğer bu savaş boyunca Fransa, İngiltere ve Rusya Asya Türkiye’sinde bazı yerler işgal ederse, Antalya iline yakın olan yerler İtalya’ya ayrılacaktı ve İtalya isterse burasını işgal edebilecekti. İtalya, Uşi Andlaşması gereğince geçici olarak elinde bulundurduğu oniki ada üzerinde tam egemenliğe sahip olacaktı. Ayrıca Trablusgarp’da (Libya) Osmanlı İmparatorluğu’na ait kalan hak ve ayrıcalıklar İtalya’ya geçecekti. Arabistan ile Müslüman kutsal yerleri bağımsız Müslüman yönetim altında bırakacaklarına dair Fransa, İngiltere ve Rusya’nın yaptıkları anlaşmayı, İtalya da kabul edecekti. 54 Rusya’nın Payının Belirlenmesinden Sonra, Fransa Ve İngiltere’nin Kendi Paylarını Belirledikleri Syks- Picot Antlaşması; İngiliz ve Fransızların Çanakkale’ye saldırmaları üzerine meydana gelen değişmelerin sonucunda, Rusya’nın kâğıt üzerinde de olsa, Boğazlar ve çevresini alması, ayrıca Doğu Anadolu’dan isteklerde bulunması, İtalya’ya Anadolu’dan pay ayrılması, İngiltere ve Fransa’yı da harekete geçirerek, Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalan topraklarını aralarında bölüşmek üzere bir takım anlaşmalar yapmaya sevk etti. Bu sıralarda, Fransa Rusya’nın Boğazlara yerleşmesine karşılık, kendisi de Suriye ve Çukurova’ya yerleşmek istiyordu. İngiltere de, bu konuda Fransa’nın önce Rusya ile anlaşmasını öneriyordu. İngiltere’ye gelince : Bu devlet de, 1915 yılına gelindiğinde Araplarla yakın ilişkiler içerisine girmişti. Kendi koruyuculuğunda Arapların bağımsızlığını benimsemişti ve Mekke Şerifi Hüseyin ile bu amaçla işbirliği yapıyordu. Bunu Fransa’nın da desteklemesini istiyordu. Fransa da Suriye ve Çukurova’ya yerleşmekte ısrar ediyordu. Bu gelişmeler üzerine, Osmanlı Asya’sının paylaşılması amacı ile İngiltere ve Fransa arasında 21 Ekim 1915’de Londra’da görüşmelere başlandı. Toplantıya İngiltere adına Sir Mark Sykes ve Fransa adına Charles François Georges- Picot katıldı. Bunların yaptığı görüşmelerin sonucunda da İngiltere ve Fransa arasında 3 Ocak 1916’da bir anlaşma yapıldı, fakat İngiltere, bunun bir taslak anlaşması olduğunu, ancak Rusya’nın onayından sonra kesin şeklini alacağını belirtti. Sonuçta 10-23 Ekim 1916 tarihleri arasında Osmanlı Asyası’nı paylaştıran bu anlaşmaya göre ; (1) Adana, Antakya bölgesi, Suriye kıyıları ve Lübnan Fransa’ya Musul hariç, Irak İngiltere’ye bırakılıyordu. Fransa ve İngiltere kendilerine bırakılan bu bölgede istedikleri türde yönetimler kurabileceklerdi. (2) Suriye’nin diğer bölgeleri ile Musul ve Ürdün’ü kapsayan bir Büyük Arap Krallığı kurulacak, ancak bu Fransız ve İngiliz koruyuculuğu altında bulunacaktı. Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devletinin Dış Siyaseti, Ankara 1942, C.3, s.270-272 ; Yılmaz ATU?, aynı eser, s.206-207 54 32 (3) Filistin’de, Rusya ve diğer müttefikler ile Şerif Hüseyin tarafından kararlaştırılacak olan uluslararası bir yönetim kurulacaktı 55. İtalya’nın Payının Kendi Katılımı İle Belirlendiği ve Fransa ile İngiltere’nin Kabul Ettiği Saint Jean de Maurienne Antlaşması; İngiltere, Fransa ve Rusya arasında yapılan gizli anlaşmalar, İtalya tarafından öğrenilince Roma’da tepki yarattı. Bunun üzerine İtalyan Hükümeti, 19 ve 20 Kasım 1916’da üç müttefikine bir nota vererek, kendisinin bunların dışında bırakıldığı için üzüntüsünü bildirdi ve bazı isteklerde bulundu. Bununla : Antalya ile birlikte Aydın- Konya ve Bursa ilinin güneyinin de kendisine bırakılmasını, Rusya’ya verilen Boğazlar bölgesinde İngiltere ve Fransa’ya tanınacak bütün hakların kendisine de verilmesini; Araplarla yapılacak ve Kızıl deniz ile ilgili olacak bütün görüşme ve anlaşmalara davet edilmesini bildirdi. Bunun üzerine, yapılan diplomatik girişim ve gelişmelerin sonucunda, İtalya’nın sağlayacağı haklar ve elde edeceği yerler hakkında, İtalya ile İngiltere ve Fransa arasında, 19 Nisan 1917’de, Saint- Jean de Maurienne (Fransa’da Savoie’de) bir anlaşma yapıldı. Buna göre: İtalya, üç müttefiki arasında yapılmış olan anlaşmayı kabul ediyordu. Buna karşılık olarak da, Mersin dışında, Antalya, Konya, Aydın ve İzmir’i alıyordu. İngiltere ve Fransa İzmir’de birer serbest liman kurabilecekti. İtalya’nın da; Mersin, İskendurun, Hafya ve Akka’da serbest limanları olacaktı. Ancak bu anlaşma, görüşmelere katılmamış bulunan Rusya’nın onayını aldıktan sonra kesinleşecekti. Fakat bu sıralarda Rusya’daki iç gelişmeler, bu onayın gerçekleşmemesine neden oldu. Bu da, İngiltere ve Fransa tarafından anlaşmanın yürürlüğe konmamasının bahanesi oldu ve İtalya ile bu iki devlet arasında anlaşmazlıklara yol açtı 56. Görüldüğü gibi, bu gizli anlaşmalarla İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya, daha savaşın içerisine Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamına yakın bölümünü aralarında paylaşmış bulunuyorlardı. Ancak, Rusya’nın savaştan çekilmesi ve gizli anlaşmaları açıklaması,savaş sırasında meydana gelen diğer gelişmeler, bu anlaşmalarda bazı değişikliklere yol açtı. Bu da savaş sonrasında devletlerarası çeşitli anlaşmazlıklara ve yeni gelişmelere neden oldu. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA, ÇANAKKALEDE OSMANLI- FRANSIZ SAVAŞLARI Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılması, Üçlü İttifak Devletleri için büyük kazanç oldu. Her şeyden önce Almanya çember içine alınmak durumundan kurtuldu. Rus kuvvetlerinin bir kısmı doğuya kaydırılacağından ferahladı. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu doğusunu güvenlik altına aldığı gibi, burada bir müttefike kavuştu. Diğer yandan Almanya’ya, Süveyş Kanalını ele geçirerek İngiltere’nin Hindistan yolunu kesebilme olanağı doğdu. Bu durumda Almanlar, Rusya ile İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki Müslümanları ayaklandırmayı düşündüler. Bununla, bu devletleri zor duruma düşüreceklerini umdular. Bu amaçla da Padişahın aynı zamanda Halife olmasından yararlanmak istediler. A.Haluk Ülman, Birinci Dünya Savaşına Giden Yol, Ankara 1973, s.231-232 ; Ö.Kürkçüoğlu, Türk- İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978 s. 42 ; Y.H.Bayur, a.g.e. C.III, K.11, s.124-127, C.III.K.IV, s.1-6 ; Yılmaz Altuğ, a.g.e.s.208-213 56 Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e. C.III, K.IV,s.14-38 ; Fahir Armaoğlu, a.g.e. s.451-452 ; Haluk Ülman, a.g.e. s.234 ; Yılmaz Altuğ, a.g.e. s.214-216 55 33 Osmanlı Devleti ise, uzun yıllardan beri dış siyasetinde devletin varlığını korumayı esas almıştı. Yani fetih hareketlerinden vazgeçerek, savunmaya geçmişti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması İttihat ve Terakki iktidarına yeni bir siyasi ufuk açtı. Savaştan yararlanarak İmparatorluk sınırlarının genişletilebileceği düşüncesi doğdu. Bu fırsatı kullanarak kaybedilen Kuzey Afrika’daki topraklarla, Rusya’nın yenilerek dağılmasından sonra, Doğuda, Asya’da kazançlar sağlanacağı ve böylece de büyük bir imparatorluğun kurulabileceği düşünülmeye başlandı 57. Nitekim, Osmanlı Devleti’nin resmen savaşa girdiğini açıklamasından iki gün sonra, 14 Kasım 1914’de, Kutsal Cihat (Cihad-ı Mukaddes) ilân edildi. Bunun amacı, İtilâf Devletlerinin egemenliği altındaki Müslümanları, onlara karşı ayaklandırmak ve bu devletlerin müslüman uyruklarından toplayacağı askerlerin Osmanlı Devleti ile müttefikleri olan Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşmasını önlemeye dayanıyordu. Bununla, özellikle de Mısır ve Hindistan’da meydana getirilecek hareketle, bu iki dayanak noktası ile İngiltere’nin ilişkisini tehlikeye düşürmek ve böylece İngiltere İmparatorluğu sarsılmak isteniyordu. Halifenin bu amaçlarla İslâm dünyasına göndereceği fetva ve buyrukla elde edilmek istenen diğer bir hedef de, Osmanlı Devleti’nin girdiği savaşa askeri ve siyasi niteliğinden başka bir de dini önem eklemek ve bundan yararlanmaktı. Ancak, uygulamadan yoksun olan bu hareket, istenilen büyük Müslüman hareketini gerçekleştiremedi. Hatta Osmanlı Devleti içerisindeki yaşamakta olan Arapları bile Halifeye ve Osmanlı yönetimine bağlayamadı. Aksine bunlar, İtilaf Devletleriyle işbirliği yaparak Osmanlı Devletine karşı çarpıştılar. Aynı şekilde sömürgelerden getirilen Müslüman askerler Türklere karşı savaştılar. Böylece de Kutsal Cihad’dan beklenen sonuç alınamadı 58. Bu suretle Osmanlı Devleti, XIX.yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında meydana gelen gelişmelerin sonucunda ve büyük ümitlerle Birinci Dünya Savaşı’na İttifak Devletlerinin yanında katıldı. Onun girmesiyle de Avrupa’da başlamış olan savaş, Asya’ya da yayıldı. Osmanlı Devleti’nin savaş ve Kutsal Cihad ilân etmesinden birkaç gün sonra, İngilizler Basra Körfezi’nden Irak’a çıktılar. Biraz sonra da Arabistan ve Suriye- Filistin harekatına başladılar. Arkasından da Fransa ile birlikte Çanakkale’ye saldırdılar. Bu arada Osmanlı Devleti de Kafkas harekâtına girişti ve Galiçya’da müttefiklerine yardım etti. Birinci Dünya Harbinde Osmanlı Devleti beş cephede çarpışmak durumunda kaldı. Ancak, Fransızlarla Osmanlılar sadece Çanakkale Cephesinde savaştılar. İngiltere ve Fransa, daha savaşın başlarında Boğazları ve İstanbul’u alarak, Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak, müttefikleri olan Rusya’ya bu yolla yardım ulaştırmak, Batı cephesindeki yüklerini hafifletmek üzere, Çanakkale’de bir cephe açmaya karar vermişlerdi. İngiliz Bahriye Bakanı Churchill’in olan bu düşünce, İngiliz ve Fransız gemilerinin 19 Şubat 1915’de Kumkale ve Seddülbahir tabyalarını dövmeye başlaması ile uygulamaya kondu. Müttefikler asıl hücumlarını ise 18 Mart 1915’de yaptılar. Ancak, Çanakkale Boğazı’nı kolayca geçebileceklerini düşünen düşmanlar, büyük bir yenilgiye uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldılar. İngilizler ve Fransızlar deniz yolundan Boğazı geçemeyeceklerini anladılar. Bunun üzerine Gelibolu’ya asker çıkardılar. Böylece Çanakkale cephesinin kara savaşları dönemi başladı. Ancak Müttefikler burada da Türk askerlerinin şiddetli karşı koymasıyla karşılaştılar. Ağustos başlarından itibaren Gelibolu’ya daha büyük birlikler çıkardılar. Fakat Mustafa Kemal’in komutasındaki Türk askerinin Anafartalar ve Conkbayırı savaşlarında gösterdiği başarı üzerine, buradan da ilerleyerek amaçlarına ulaşamayacaklarını anladılar. Enver Ziya Karal, Türkiye’nin Siyasi Olayları, İstanbul 1959, s.44 Fahri Belen, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ank.1964, s.76 ; İsmail Hami Danişmend, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C.IV, Yst.1972, s.419-420 ; H.Rohde, (Çev.Nihat) Şark Meselesi, İstanbul 1932, s.74-75 57 58 34 Bunun üzerine İngiliz ve Fransızlar, 19 Aralık 1915’den itibaren, Çanakkale cephesindeki askerlerini geri çekmeye başladılar ve 8-9 Ocak 1916’da da burayı tamamen boşalttılar. Böylece, Çanakkale’de Türk ordusu sekiz ay süreyle, yarım milyonluk bir kuvveti karşısında tutmuş oldu. Bununla da Batı’daki müttefiklerine büyük yardımda bulundu. Savaşı bir an önce bitirerek amaçlarına ulaşmak isteyen İtilâf Devletlerini durdurmayı başardı. Dolayısıyla bir süre için de olsa İstanbul’u ve İmparatorluğu işgal edilmekten kurtardı. Çanakkale Savaşı’nda Türk ordusu Müttefiklerden daha çok kayıplara uğradı 59. Ancak bu büyük zafer, çökmekte olan yıpranmış bir imparatorluğun içinden dinç ve güçlü Türk ulusunun varlığını ortaya koyması yönünden de ayrı bir değer kazandı. MONDROS MÜTAREKESİ, WİLSON PRENSİPLERİ, ANTLAŞMASI VE ERMENİLER İLE İLGİLİ İSTEKLER SEVR 1918 yılında savaşın İttifak Devletleri aleyhine geliştiği sıralarda, bu devletlerin kamuoyları da savaşın uzamasından ve istenen sonuçların bir türlü gerçekleşememesinden dolayı, savaştan bıkmaya ve savaş aleyhine dönmeye başladı. Ayrıca bu devletlerde çeşitli iç sorunlar belirdi. Böylece Merkezi Devletler önemli iç ve dış sorunlarla karşı karşıya kaldılar. Bunun üzerine de savaştan çekilmeye başladılar. Bunlardan ilki de Bulgaristan oldu. Bulgaristan, 1918 yılı başlarından itibaren çeşitli güçlüklerle karşılaşmaya başlamıştı. Bu yılın sonlarında Fransız- Sırp saldırısı karşısında yenilip Makedonya cephesi çökünce de, 25 Eylül’de barış istedi. Bunun üzerine Müttefikler ile Bulgaristan arasında, 28 Eylül 1918’de, Selânik’de mütareke imzalandı. Buna göre : Bulgaristan, Sırp ve Yunanlılardan aldığı yerleri hemen boşaltacak; dört hafta içinde bütün Almanları ve Avusturyalıları sınır dışı edecek; Müttefikler Bulgaristan’da stratejik yönden önemli gördükleri yerleri işgal edebileceklerdi. 60. Böylece, Bulgaristan yenilgiyi kabul ederek savaştan çekilmiş oldu. Bu da, Osmanlı Devleti’nin durumunu etkiledi. Osmanlı Devleti, yukarıda da belirtildiği gibi, Güney cephelerinde aleyhine meydana gelen gelişmeler, Bulgaristan’ın savaştan çekilmesiyle Almanya ile olan bağlantısının kesilmesi ve Trakya’dan İngiliz- Fransız kuvvetlerinin harekete geçme hazırlığı, nihayet müttefiklerinin yenilgiyi kabul etmeleri üzerine, 30 Ekim 1918’de, Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak savaştan çekilmek zorunda kaldı. Tamamı yirmi beş madde olan bu sözleşmeye göre : (1) Boğazlar açılacak ve Müttefikler tarafından işgal edilecekti. (2) Sınırların denetlenmesi ve iç düzenin korunması için gerekli olan birliklerin dışındaki Türk ordusu derhal terhis edilecek, bütün savaş gemileri Müttefiklere teslim olunacaktı (Madde 5-6). (3) Müttefikler, kendi güvenliklerini tehdit edecek herhangi bir durum ortaya çıkarsa, herhangi bir stratejik noktayı işgal etme hakkına sahip olacaktı (Madde 7). (4) Müttefikler, bütün Türk limanlarını, tersanelerini, Toros tünelini, telgraf ve posta merkezleri ile demiryollarını denetim altına alacaklardı. (5) Türk Hükümeti, bütün Alman ve Avusturyalıları bir ay içinde sınır dışı edecekti 61. Türk kaybı : 55.000 şehit, 100.000 yaralı, 10.000 kayıp, 25.000 hastalıktan ölen olmak üzere 190.000 kişiydi. İngilizlerin ve Fransızların kaybı ise 145.000 kişiydi. Bkz. F.Belen 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, İstanbul 1973, s.271 ; Y.H.Danişmend, aynı eser C.IV, s.430 60 Yusuf Hikmet Bayur, a.g.e. C.III, K.IV, s.679-680 61 Sözleşme metni için bkz : Seha L.Meray, Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, Ankara .1977, s.1-5 59 35 Türkiye için: Mondros Mütarekesi ( 30 Ekim 1918 ) hukuki bir durumdur. B i r ateşkestir. Savaş halini durdurmak ve anlaşma sürecini başlatmaktır. Buna rağmen bu hukuki duruma uymayan Fransızlar savaş hali dışında, orduları dağıtılmış bir ülkenin topraklarını işgale devam ederek, işgal bölgelerinde Ermenileri de kullanarak Türk nüfusu üzerinde insanlık ayıbı denecek katliamlarda bulunmuş, Adana. Maraş, Urfa. Gaziantep şehirleri ve çevrelerinde yerleşim yerleri tahrip edilmiş, eğitim, iktisadi hayat hemen hemen tamamen yok edilmiş ve sosyal düzene ait herseye bi r daha kolay yapılanmayacak derecede zarar verilmiştir. 1895deki Ermenilerin Zeytun isyanından başlayarak Fransızlar, her fırsatta Ermenileri tahrik ve teşvik ederek, destek vererek hem Ermenilere hem de Türklere zarar vermişlerdir. Mondros Mütarekesinden sonra Fransızların Adana-Mersin dolaylarında Ermeniler vasıtasıyla yaptıkları katliamlar bazı Fransızları bile incitmiş nitekim Pierre Loti bile kayıtsız kalamamış kitap ve makalelerinde bu olaylardan yakınmıştırlar62. Ateşkesten sonra sıra barış antlaşmalarını yapmaya gelmişti. Ancak, barış koşullarının saptanması konusunda, devletler arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştı. Bunda, Wilson İlkelerinin uygulanıp uygulanmaması da rol oynuyordu. Daha 1918 yılı başlarında, savaşan tarafların hemen hepsinin barış istemeye başladığı sıralarda, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Woodrow Wilson, gelecek barışın temel ilkelerini belirtmek üzere bir açıklama yapmıştı. 8 Ocak 1918’de açıklanan ve tarihe Wilson’un “ 14 Noktası” veya maddesi olarak geçen bu ilkeler özetle şöyleydi : Barış andlaşmaları açık olarak yapılmalı ve açık diplomasi esas olmalı. Karasuları dışında denizlerde tam serbestlik sağlanmalı. Ekonomik engeller elden geldiği kadar kaldırılmalı, Silahlanmaların azaltılması için karşılıklı güvenceler alınıp verilmeli. Rusya- Belçika- İtalyaRomanya- Sırbistan- Karadağ ve Polonya devletlerinin sınırları ve statüleri yeniden saptanmalı. Osmanlı İmparatorluğunda Türklerin oturduğu bölgelerin egemenliği sağlanmalı, diğer kısımlarındaki uluslara kesin bir yaşam güveni, özgür ve engelsiz tam gelişme olanakları verilmeli. Çanakkale Boğazı uluslararası güvenceler altında bütün ulusların gemilerine açık olmalı. Büyük ve küçük bütün devletlere eşit olarak siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini koruyacak güvenceler sağlamak amacı ile, uluslararası bir örgüt kurulmalı 63. Barış öncesinde, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya, bu ilkeler doğrultusunda barışın düzenlenmesini istiyordu. Ancak İtilâf Devletlerinin her birinin kendine göre barış andlaşmalarından beklediği çıkarlar vardı. Bu durum da anlaşmazlıklara yol açıyordu. İngiltere, Almanya’nın deniz rekabetine son vermek ve onun Avrupa dengesini bir daha bozmaması için önlemler almak istiyordu. Fransa Alsace- Lorraine’i, İtalya Avusturya’dan toprak, Sırbistan da denize çıkış istiyordu. Japonya’nın ise Çin topraklarında gözü vardı. Bunların yanı sıra İtilâf ülkelerinde kamuoyu Almanya’nın cezalandırılmasını istiyordu. Ayrıca İtilâf Devletleri, kendi aralarında bir takım gizli anlaşmalarla, savaş sonrası için bazı bölüşme planları yapmışlardı. Savaştan sonra da bunların uygulanmasında ısrar ediyorlardı.Paris Barış Konferansı’nda ele alınan önemli sorunlardan birisi de, savaştan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceği ile, ona uygulanacak andlaşmanın koşullarının saptanması konusu olmuştu. İtilâf Devletleri, Konferansta, “ Doğu Sorunu” nu çözümlemek, yani Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak istiyorlardı. Gerçi, Birinci Dünya Savaşı içerisinde, yukarıda belirtildiği gibi, bu devletler aralarında yaptıkları anlaşmalarla Osmanlı İmparatorluğu’nu Orhan Kılıç, Mehmet Çevik, Sömürgecilik Hareketlerinde Fransa ve Anadolu’da Fransız- Ermeni İşbirliği, Fırat Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları No:2, Elazığ 2003, s.151-152. 63 S.F.Bemis, A Diplomatic History of the United States, Newyork 1963, s. 625-626 ; Y.H.Bayur, a.g.e. C.III, K.IV,s.625-627 62 36 paylaşmışlardı. Fakat, Rusya’nın savaştan çekilmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa katılması ve bu devletin savaştan sonraki tutumu, barışın yapılacağı sıralarda değişik bir durumun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ayrıca her devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan kendine göre istekleri, çıkarları vardı ve bunların çoğu da birbiriyle çatışıyordu. Nitekim İngiltere ile Fransa, Fransa ile İtalya, İtalya ile Yunanistan bir türlü anlaşamıyorlardı. Bu nedenlerle Konferansta, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına esas olarak karar verilmesine rağmen, bölüşme tam olmadığından imzalanacak barış andlaşması da geri kaldı. Özellikle İngiltere ile Fransa arasındaki çekişmelerden doğan bu anlaşmazlıklar, ikili anlaşmalarla giderildikten sonra, İtilâf Devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’na uygulanacak barış koşullarının esaslarını, 24 Nisan 1920’de, San Remo Anlaşması ile saptadılar. Bu anlaşamaya göre : 1) Padişah İstanbul’da kalacaktı. 2) Rumeli ve Boğazlar bölgesini İtilâf Devletleri ortaklaşa işgal edeceklerdi 3) Denize çıkışı da olan bir Ermeni Devleti kurulacaktı. Bunun sınırlarını Amerika Birleşik Devletleri belirleyecek ve onu koruyuculuğu altına alacaktı. (Ancak Amerika Senatosu, Wilson’un Ermeni koruyuculuğu önerisini 1 Haziran 1920’de reddetti). İtilâf Devletleri, bundan sonra San Remo Anlaşması esaslarına göre, bir Barış Andlaşması taslağı hazırlayarak, 11 Mayıs 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’na verdiler. Osmanlı Hükümeti ve İstanbul’da Padişahın başkanlığında toplanan bir olağanüstü kurulda, çok ağır koşullar taşıyan bu öneriler görüşüldükten sonra, 22 Temmuz 1920’de kabul edilerek, barışın imzalanmasına karar verildi. Bunun üzerine, Müttefik Devletler (Bu andlaşmada Başlıca Müttefik Devletler olarak belirtilen, Britanya İmparatorluğu, Fransa , İtalya, Japonya ; bunlarla Müttefik Devletleri oluşturan Belçika, Yunanistan, Hicaz, Ermenistan, Lehistan, Romanya, Sırp- Hırvat- Sloven Devleti ve Çekoslovakya) ile Osmanlı İmparatorluğu arasında, 10 Ağustos 1920’de, Sevr Andlaşması imzalandı 64. Tamamı 433 madde olan ve ilk 26 maddesi Milletler Cemiyeti ile ilgili bulunan bu andlaşmaya göre : 1) Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul ve Anadolu’nun küçük bir parçasından ibaret kalacaktı. 2) İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak kalacaktı. Ancak Müttefik Devletler isterlerse bu hükmü değiştirebileceklerdi. 3) Çanakkale ve İstanbul Boğazları, barış ve savaş zamanında bütün devletlerin ticaret ve savaş gemilerine açık olacaktı. Boğazlar, kurulacak olan uluslararası “ Boğazlar Komisyonu” tarafından yönetilecekti. 4) İzmir ve Ege bölgesinin büyük kısmı ile Ege adaları (Oniki Ada hariç) ve Doğu Trakya’nın bütünü Yunanistan’a verilecekti. 5) Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan ile onun güneyinde özerk Kürdistan kurulacaktı. 6) Güney Doğu Anadolu bölgesi ve Suriye’yi Fransa, Irak ile Filistin’i İngiltere olacaktı. 64 Seha L.Meray, Osman Olcay, aynı eser, s.7-41 37 7) Osmanlı İmparatorluğu ; Mısır, Sudan ve Kıbrıs’ın İngiltere’ye bağlandığını, Fas ve Tunus üzerindeki Fransız koruyuculuğunu kabul edecekti. 8) Antalya ve Konya ile Edremit’e kadar olan yerleri İtalyanlar alacaktı. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, Libya ve Oniki Ada üzerindeki bütün haklarından İtalya yararına vazgeçecekti. 9) Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın yeni siyasi haritasını ve yapılan andlaşmaları tanıyacak, Brest-Litovsk Andlaşmasının kaldırıldığını kabul edecekti. 10) Osmanlı Ordusu terhis edilecekti. Ancak iç güvenliği sağlamakla görevli olarak 50.000 kişilik bir kuvvet bulunabilecekti. 11) Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşın başında kaldırıldığını kapitülasyonlar, genişletilerek yeniden yürürlüğe konacaktı 65. ilân ettiği Böylece bu andlaşma ile, Mondros Mütarekesi ile, fiilen yıkılan ve toprakları işgal edilen Osmanlı İmparatorluğu, hukuki yönden de parçalanıyor ve siyasi, ekonomik, mali, askeri alanlarda çok ağır yükümlülükler altına sokuluyordu. Türkiye’nin parçalanmasını esas alan bu hükümler, 10 Ağustos 1920’de Sevr’de imzalanan “ Anadolu’ya dair Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya arasında üç taraflı Anlaşma” adını taşıyan diğer bir diplomasi belgesi ile daha da ağırlaştırılmıştır 66. Bu anlaşma, Sevr Andlaşması ile İngiltere’nin Orta Doğu’dan en büyük payı almasına karşılık Fransa ve İtalya’da meydana gelen hoşnutsuzluğu gidermek için yapılmıştır. Buna göre Fransa ve İtalya’ya, Türk egemenliğine bırakmış bulunan Anadolu topraklarında “ Özel çıkar bölgeleri” tanınmıştır. Aslında ise bu “ nüfuz bölgeleri” deyimi, işgal gerçeğini saklamak için diplomasinin kullandığı bir formülden başka bir şey değildi. Bunun sonucu olarak, Türkiye’nin Ege Denizi ile Akdeniz’de hiç bir kıyısı kalmıyordu. Marmara Denizi ile Boğazlar da “ Uluslararası Komisyon” un elinde bulunduğundan, Türkiye’nin denize çıkışı sadece Karadeniz’e kalıyordu. Sonuç olarak, Sevr Andlaşması ile, Avrupa’nın uzun zamandan beri yakından ilgilendiği “ Doğu Sorunu”, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılarak ortadan kaldırılmasıyla, İtilaf Devletlerinin lehine çözümlenmiş oluyordu. Aynı zamanda da Türk yurdu bölünüyor ve Türk ulusunun yaşama hakkı elinden alınıyordu. Ancak, Mondros Mütarekesi’nden sonra, bunun getirmiş olduğu duruma karşı, Türk ulusu Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı’na başlamıştı ve Anadolu’da yeni Türk Devleti’ni kurmuştu. İstanbul Hükümeti Sevr Andlaşması’nı imzalayınca da, bunu kabul etmeyeceğini açıklamıştı. Bunun sonucu olarak, Kurtuluş Savaşı’nda gerçekleştirilen üstün başarı ile, Sevr Andlaşması hiç bir zaman uygulanamadı ve gereksiz oldu 67. MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER FRANSANIN GÜNEYDOĞU ANADOLUYU İŞGAL NEDENLERİ, Fransa’nın Siyasi- Askeri, Ekonomik ve Kültürel Açıdan Çıkarları; Andlaşma metni için bkz : Seha L.Meray, Osman Olcay, a.g.e. s.45 ; Nihat Erim, a.g.e. s.525-561 Reşat Sagay, Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul 1972, s.148 67 Nihat ERİM, a.g.e. s.535-560 65 66 38 Orta Doğu, genel olarak yakın tarihlerde kabul edilen şekliyle, Doğu Akdeniz çevresinde yer alan ülkelerle,Türkiye ve Mısır dahil, Arap yarımadası ve daha doğuda İran’ı, içerisine alan bölgeye denilmektedir. 68 Orta Doğu, Avrupa ile Asya ve Afrika kıtalarını birbirine yaklaştıran, Atlas Okyanusunu Hint, dolayısıyla Büyük Okyanusa bağlayan, başka bir deyimle “ Eski kıtaları” birleştiren önemli bir bölgedir. Batı Avrupa’nın güney kanadının dayandığı yer olması, Doğu Akdeniz savunmasındaki rolü, Asya’ya gerektiğinde perde olabilmekte ve Afrikayı örtmesi bölgenin stratejik değerini çoğaltan faktörlerdir. Bunların yanı sıra dünya ticaretine coğrafya durumu ve içerisinde bulunan Süveyş Kanalı, Basra Körfezi, Çanakkale- İstanbul boğazları ve Akdeniz limanları gibi önemli su yolları ve karayolları (daha sonra hava yolları) ile yön verebilecek çok önemli bir bölgedir. Diğer yandan Akdeniz, tarihin her döneminde “ Politik deniz” niteliğini daima korumuştur. Adı “ Dünyanın ortasında” anlamına gelmekte olan Akdeniz’in ve çevresinin öneminin büyük ölçüde yıllar boyunca hızla çoğalmasının nedeni, devletlerin ekonomik, politik çalışma ve çatışmalarının geniş olarak bu denizin kıyılarında meydana gelmesindendir. Sonuç olarak, uygarlığın ve tarihin adeta beşiği olan Orta Doğu, daha önceki yüzyıllarda olduğu gibi, XX. yüzyılda da dünyanın en önemli bölgelerinden birisi olmak niteliğini korumakta devam etmiştir. Ekonomik, politik ve askeri yönlerden bu kadar değer taşıyan Orta Doğu, Birinci Dünya Savaşına kadar, İran hariç olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğunun fiili veya hukuki yönden egemenliği altında bulunmakta idi. Fakat, daha XIX,yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunun iyice zayıflaması, iç ve dış önemli sorunlarla uğraşmak zorunda kalması, bu bölgenin başta İngiltere, Fransa, Rusya, sonra da Almanya ve İtalya olmak üzere, büyük devletlerin siyasi, ekonomik ve kültürel egemenlik kurmak için çalıştıkları kritik bir alan haline gelmesine neden oldu. Bu devletler, kendi aralarında da bölgede üstünlük kurmak için yarışmaya başladılar. Batı Avrupa devletleri bu mücadeleyi yürütürlerken, aynı zamanda XVIII. yüzyıldan beri Akdeniz’e (sıcak denizlere) inmenin yollarını arayan Rusya’ya karşı da, tek başlarına veya ittifaklar kurarak, bir set çekmeye çalıştılar. Bunda da oldukça başarılı oldular. Osmanlı İmparatorluğu ise, büyük devletler arasındaki bu rekabetten yararlanarak, bir denge politikası içinde hayatını sürdürmeye çalıştı. Ancak XX. yüzyılın başlarında dünya siyasetinde meydana gelen gelişmelerin sonucu da İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bir blok içerisinde birleşmeleri ve Osmanlı İmparatorluğunun bunların karşısındaki blokta yer alarak Birinci Dünya Savaşına katılması, savaşın bitiminde siyasi hayatının sona ermesine neden oldu. Bu da Orta Doğuda yeni bir statünün kurulmasına yol açtı. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşı’na katılmasından sonra, yukarıda belirtildiği gibi İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla savaştan sonra uygulanmak üzere Orta Doğuyu paylaştılar. Fakat Rusya, 1917’de ihtilâlin çıkması üzerine savaştan çekildi ve gizli anlaşmaları açıkladı. Aynı yıl Amerika Birleşik Devletleri savaşa katıldı ve Başkan Wilson’un, 8 Ocak 1918’de “14 Prensibi” ni yayınladı. Bunda, gizli anlaşmaların tanınmayacağı, anlaşmaların açık olması, Osmanlı İmparatorluğunun Türk olan kısımlarının egemen olması, diğer kısımlarının da geleceğini kendilerinin belirlemesi bildiriliyordu. Bu ise, İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu tasarılarını suya düşürecek nitelikte bir baskı idi. Bunun üzerine bu iki devlet, 7 Kasım 1918’te, ortak bir deklarasyon yayınlayarak, Orta Doğu ülkelerinde halkların kendi iradelerine dayanan hükümetler ve yönetimler kuracaklarını bildirdiler. Araplar tarafından bağımsızlıklarının kabul edilmesi şeklinde karşılanan bu deklarasyon, aslında bu devle tlerce zaman kazanmak için ortaya konan bir oyundu. Nitekim 68 S. Öngör, Orta Doğu (Siyasi ve İktisadi Coğrafya) Ank.964 s.1-3 39 Amerika Birleşik Devletleri’nin savaştan sonra yeniden infirat (yalnızcılık) politikasına dönmesi, bu iki devletin politika alanında serbestçe hareket etmelerine neden oldu. Bunun sonucunda da İngiltere ve Fransa, Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda, Orta Doğuyu kendi aralarında çıkarlarına göre paylaştılar. Buna göre : İngiltere; Irak, Ürdün, Filistin’i, Fransa; Suriye ve Lübnan’ı aldı. Ayrıca 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Andlaşması ile Anadolu’da her devlet için “ nüfuz bölgesi” kurarak, buraları işgal ettiler. Bunlardan başka İngiltere, daha önce fiilen işgal etmiş olduğu Kıbrıs ve Mısır’ı resmen kendisine bağladı. Böylece Orta Doğu, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletlerin egemenliği altına girmiş oldu. Ancak Wilson ilkelerinden birisi de “toprak ilhakının yapılamaması” idi. Bu nedenle Müttefik devletler kendi istedikleri toprakları ele geçirmekle, bu ilke arasını da bir çıkar yol arayarak, “manda yönetimi” sistemini ortaya çıkardılar ve bunu Orta Doğu’da uygulamak üzere harekete geçtiler. Orta Doğu’da Birinci Dünya Savaşının galip devletlerinin kurdukları bu düzene karşı ilk mücadele, 1919 yılında Mustafa Kemal’in liderliğinde Anadoluda açıldı. Türk Ulusu kendi gücü ile 1922 yılında Anadoluyu istilacılarda kurtararak bağımsızlığını kazandı. Bölgenin diğer kısımlarında çoğunlukta bulunan Araplar ise, İngiltere ve Fransa gibi iki sömürgeci devletin sözlerine inanarak, bağımsızlıklarının verilmesini beklediler. Ancak bunun gerçekleşemeyeceği daha 1920 San Remo Konferansı’nda anlaşılmıştı. Arapların İngiltere ve Fransa tarafından bu şekilde oyalanmaları, Birinci Dünya Savaşından sonraki dönemde, Orta Doğunun sürekli olarak kaynaşma içinde kalmasına neden oldu. Bu da, büyük devletlerin Orta Doğu’daki durum ve politikalarının her devlete göre değişik şekilde etkiledi. Sonuçta da bölgede yeni bir siyasi harita ve statü ortaya çıktı. 69 Fransa’nın Güneydoğu Anadolu’yu işgali sebepleri içerisinde; Fransa’nın Türkiye’de siyasiaskeri, mali- iktisadi, kültürel ve dini menfaatleri bulunmasından da ileri geliyordu. Fransa, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile Orta Doğuda meydana gelen güçler dengesindeki boşluğu doldurmak isteyen devletlerden birisiydi ve onun da bu bölgede ekonomik-politik çıkarları vardı. San Remo Konferansı’nda Fransa’da, İngiltere’nin yanında Orta Doğudaki manda yönetimlerini paylaştı ve payına Suriye ile Lübnan düştü. Ayrıca Sevr Andlaşması ile Güneydoğu Anadolu bölgesini ve diğer itilâf devletleriyle birlikte boğazları işgal etti. Böylece Fransa, İngiltere’den sonra Orta Doğuya yerleşen ikinci büyük devlet oldu. Fransa’nın politikası bu yerleri korumak, hatta genişletmekti. Ancak daha fazla genişlemesine müttefiki İngiltere, elindeki yerlerin korunmasına da bölgede gelişen ulusçuluk hareketleri engel oldu. San Remo Konferansı’ndan bir ay önce, yani Mart 1920’de, Araplar tarafından merkezi Şam olmak üzere Lübnan ve Filistini de içerisine alan büyük bir Suriye Krallığı kuruldu. Ancak San Remo Konferansı bunu tanımadı ve bu devletten Filistin’i ayırarak İngiltere’nin, Suriye ve Lübnan’ı da Fransa’nın mandası altına verdi. Bunun üzerine Fransa, Suriye’ye tam olarak egemen olabilmek için, büyük kuvvetler getirdi. Büyük Suriye Kralı yapılmış bulunan Faysal’ı tahtından indirdi ve Suriye’yi çok sıkı bir askeri yönetim altına aldı. Ancak bunlar büyük bir tepki ile karşılandı. Diğer taraftan Fransa, mandası altındaki yerlerde Arap Birliğini parçalamak için, Fransa’ya tarihi olarak bağlı olan Lübnan’ı, topraklarını Osmanlı İmparatorluğu dönemindekinin iki misline çıkartarak Suriye’den ayırdı. Geri kalan Suriye topraklarını da eyaletlere ayırarak bir Federal düzen kurdu. Bu da, Araplar arasında Fransa’ya karşı duyulan öfkeyi daha çok artırdı. Bu sıralarda ise, Anadolu’da Mustafa Kemal’in liderliğinde başlayan Kurtuluş Savaşı hızla güçlenmekteydi ve güneydoğu Anadolu’da da Fransa ile mücadele edilmekteydi. Fransa, bu gelişmeler karşısında tutunamayacağını anlayarak, yeni Türk hükümeti ile 20 Ekim 1921’de Ankara anlaşması yaparak Anadolu’dan çekildi. 69 Rıfat UÇAROL, Siyasi Tarih, İstanbul 1982 s.466-467 40 Fransa, bundan sonra bütün dikkatini Suriye’ye ve buradaki ayaklanmalara topladı. Kuvvet yolu ile buralarda da istedikleri şekilde egemenliğini sürdüremeyeceğini anlayınca, Mayıs 1926’da Lübnan’a ve Mayıs 1930’da Suriye’ye görünüşte bağımsızlık vererek, buralarda Cumhuriyeti ilân etti. Ancak her iki ülkenin de Anayasasında, Fransız mandasını sürdüren geniş yetkiler vardı. Yani bunlarla, Fransa’nın Suriye üzerindeki nüfuzu ortadan kalkmıyordu. Bu nedenle buralarda Fransa’ya karşı olan mücadele devam etti. İtalya’nın 1936’da Habeşistan’ı ele geçirmesinden sonra, Akdenizde de tehlike olarak belirmesi, ayrıca Almanya Orta Doğudaki Fransa ve İngiltere aleyhine yoğun propagandaya girişmesi, Fransa’nın Suriye ve Lübnan’a karşı izlediği politikayı değiştirmesine yol açtı. Nitekim Fransa, 1936’da mandası altında bulunan bu iki devletle birer ittifak anlaşması yaparak, her iki ülkeden de çekilmeyi kabul etti. Ancak bu antlaşmaların Fransız parlamentosu hemen onaylamadı ve biraz sonra da İkinci Dünya Savaşı başladı. Böylece Fransa, Birinci Dünya Savaşı sonunda Orta Doğuda sağladığı etki ve çıkarları, savaştan hemen sonra bölgede başlayan gelişmelerin etkisi ile büyük ölçüde kaybetmiş oldu. Bu bölge, Fransa’nın ekonomik menfaatleri açısından incelendiğinde şu hususlar ortaya çıkar.1914’te birleşmiş borçlar ve diğer ikrazat dahil Türkiye’nin dış borçları 3.5 milyar Franka ulaşmaktaydı (23 Frank= 1 Tl. idi). Bu yüzden Türkiye, her yıl bütçesinin üçte birini dış borçlarının amortisman faizlerine ayırıyordu. Türkiye’nin alacaklıları arasında Fransa % 60 bir pay ile başta idi (Almanya’nın alacağı % 26, İngiltere’nin % 14 kadardı). Ayrıca, yabancı özel teşebbüslerce Türkiye’de yapılan yatırımlar içinde Fransızların payı 830 milyon Frankla % 50’yi buluyordu (Almanların % 35, İngilizlerin ise % 14 idi). Bu yabancı sermayenin yatırıldığı alanlar ve oranları tabloda görülmektedir. Bankalar Demiryolları Limanlar ve rıhtımlar Su tesisleri Madenler Muhtelif teşebbüsler TOPLAM Kapital olarak (Milyon Frank) Fransa % 37,7 46,9 67,9 88,6 100,0 62,8 50,5 830 İngiltere % 33,3 10,4 12,2 24,1 14,3 235 Almanya % 28,0 46,6 19,7 11,3 13,0 35,0 575 Ticaret alanında da Fransa’nın Türkiye’deki çıkarları önemliydi : İki ülke arasında ticari mübadeleler 1914’te 183 milyon franka ulaşmıştı. bunun 101,5 milyonu Fransa’ya ithali, 81,5 milyonu da ihracı idi. 1919’da Fransız tüccarlarının Türk tüccarlarından 54 milyon frank alacakları vardı. Fransa’nın özellikle Kuzey ve Güney bölgeleri, sırf ticari nedenlerle, Kurtuluş Savaşına ülkenin diğer kısımlarından daha çok ilgi gösteriyordu. Özellikle Kuzey ve Güney Fransa’daki dokuma ve ipek endüstrisi için, genellikle de tüm Fransız endüstrisi için Türkiye önemli ve yakın bir dış pazar durumundaydı. Bu aslında bütün Avrupa için de doğru idi. Avrupa savaşta yıkılmıştı. Yeni pazarlar bulmak, uzak ülkelerin verimli topraklarını işletmek zorundaydı. Türkiye, Fransa’da ve diğer ülkelerde bu bakımlardan ideal bir ülke görülüyordu. Fransa, Türkiye’de iktisadi alanda önemli çıkarlarını Kanuni ve I. Francois’ya kadar çıkan Kapitülasyonlar sayesinde kazanmıştı ve yine bu sayede sürdürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında Kapitülasyonları kaldırmış, fakat yenilgi ile onları daha ağır şartlarla yeniden kabul etmek tehlikesi karşısında kalmıştı. Ancak, Anadolu’da yeni bir direnişe geçen 41 Türkler de Kapitülasyonları kaldıracaklarını söylüyorlardı. Bu , Fransızları, Anadolu savaşının sonucuna endişeyle karışık bir ilgi duymaya itiyordu 70 Fransa, kültür alanında da Türkiye’de öteki Batı Devletlerinden çok önde bir yere sahipti. Türk aydınları öteden beri Fransa ve Fransızca kanalıyla Avrupa’yı tanımışlardı. Fransa, Türkiye’deki kültürel nüfuzunu, geniş ölçüde, eskiden beri gönderdiği öğretmenler, rahip ve rahibeler kanalıyla kazanmıştı. Türkler Fransa’nın bu kültürel dini etkisine iyi kabul gösteriyorlardı. Öyle ki, 1919’da Trabzon valisi, bir kısım Fransız misyonerlerini okul açmasına müsaade ediyor, hatta çocuklarını oraya gönderiyordu. Oysa, aynı günlerde Midilli’deki Fransız rahibeleri Yunan makamlarının baskılarından Anadolu’ya kaçmışlardı. Dünya savaşından önce, İstanbul’da ve civarında ilk ve orta dereceli 53 Fransız okuluna karşılık, Almanya’nın 3, İngiltere ve Amerika’nın ikişer okulu vardı. Sadece İstanbul ve civarındaki Fransız okullarında 12 000’den fazla öğrenci okuyordu. Taşrada da Fransa’nın diğer ülkelere karşı aynı ezici üstünlüğü vardı. Dünya savaşı sırasında Türkiye, Fransa ile harp halinde olmasına rağmen bu okullardan çoğunun, özellikle Galatasaray Lisesinin öğretimine izin vermiş Fransızları şaşırtmıştı. Fransa’nın Türkiye’deki katolikler üzerinde himaye hakkı kapitülasyonlara kadar uzanır. Aslında, her devlet gibi Fransa da devletler hukuku kaideleri gereğince bir yabancı ülkedeki tebaasını koruyabilirdi. Fakat, Kapitülasyonlar Fransa’ya, tabiiyetine bakmaksızın “ Latin ibadet usulüne ” mensup tüm Doğu Katoliklerini Osmanlı hükümeti nezdinde koruma hakkını tanıyordu. Aynı konuda bir papalık kanunu da vardı. Öte yandan hukuki gelenek ve içtihatlar sayesinde Fransa “ Doğu ibadet usulü” ne mensup katolikleri de himayesine almıştı. Fransa, “ Haklarına” dayanarak Osmanlı İmparatorluğu’nun bazen iç işlerine karışmış, hatta askeri müdahalelerde bile bulunmuştu. Oysa, Anadolu’da istiklâl için direnen Türkler ne Fransa’ya ne başka bir ülkeye bu çeşit haklar tanımayacaklarını, azınlıklara Türkiye’nin bağımsızlığı ile çelişmeyecek bir hukuki statü vermek gerektiğini söylüyorlardı. böylece, Fransa’nın Doğudaki nüfuzu tehlikede görünüyordu. Ermenilerin Çıkarları Ve Ermeni Fransız İşbirliği; Ermeni azınlığı, XIX. Yüzyıl sonlarında ve XX. Yüzyıl başlarında bağımsızlık amacı ile cemiyetler kurarak Osmanlı İmparatorluğu’nun başına büyük dertler çıkardı. Birinci Dünya Harbinin başlarında, Türk Ordusu Çanakkale’de Erzurum’da, Irak ve Suriye’de düşmanla çarpışırken, 2 Kasım 1914’de Kafkasya ve İran’dan Türkiye’ye giren Rus ordularına katılmak suretiyle düşmanla işbirliği yaptılar ve Türklere karşı savaşa girdiler. Bundan başka Türk Ordularının gerilerinde eşkiyalık ve çapuculukla, ikmal kollarını basmak suretiyle geriden fiilen taarruzlara başladılar..Çeşitli bölgelerde Türk Hükümetine karşı ayaklanmaktan çekinmeyen bu Ermeniler, memleket dahilinde büyük bir güvensizlik yaratmaya başladılar. Bunun üzerine 2 Haziran 1915’de yani Türk-Rus (Ermeni) savaşının başlamasında yedi ay sonra ve yine Bogos Nubar’ın itiraf ettiği gibi 1 milyon 400 bin Türkün bu savaşta çeşitli şekillerde ölmesinden sonra, ordunun geri güvenliğini sağlamak maksadıyla harekât bölgesinde zararlı görülen Ermeni unsurları İmparatorluğun daha elverişli bölgelerine ve özellikle Lübnan ve Suriye’ye göç ettirildi (Tehcir). Ayrıca, Osmanlı Devleti ve M.Kemal Paşanın Çeşitli talimatlarıyla Ermenilerin bıraktıkları mal ve mülklerinin kesin olarak muhafaza edilmesi Anadolu’daki bütün askeri ve mülki erkana bildirildi. Bu konuda General Franchet Desperey, “Cihan Harbinde Türk Savaşı” adlı eserin önsözünde şunları söylüyor;” Çarpışmaların cereyan ettiği bölgelerdeki Ermeni halkı açıktan, açığa Ruslarla iş birliği yapıyorlardı.” diyor. 71 30 Kasım 1918’de Osmanlı Devleri Mondros mütarekesini imzalarken, aynı gün Bogos Nubar, Fransa Dışişleri Bakanı M.Pichon’a, İngiliz ve Amerika Birleşik Devletleri 70 Rıfat UÇAROL, Siyasi Tarih, İstanbul 1982 s.466-467 71 M.Larcher, Cihan Harbinde Türk Savaşı (La Guerre Turque Dans La Guerre Mondiale), 1926, s.395 42 Başkanlarına gönderdiği mektuplarında, Osmanlı Ordusunun yıkılışında oynadıkları rolü anlatırken “Kafkasya’da Rus Ordusunda bulunan 150.000 Ermeni hariç olmak üzere, 40.000 gönüllü Antranik ve Nazarbegof komutası altında Ermeni vilayetlerinin kurtarılması için dövüşmüşlerdir” demiştir Mondros Mütarekesinden sonra İngiliz ve Fransızların yardımıyla, Anadolu’dan ve özellikle Adana bölgesinden göç eden Ermeniler eski yerlerine dönmeye başladılar. Bunlar yanlarında bol silah ve cephane ile birlikte ve ayaklanma fikir ve ruhuyla geliyorlardı. Adana ili ile Maraş, Antep ve Urfa sancaklarına dönen bu Ermeniler teşkilat yapmaya ve her türlü askeri hazırlıkları tamamlamaya başladılar. Fransızların idare ve kontrolünde düzenli eğitimler yapıyorlardı. Adana, Tarsus, kozan, Saimbeyli, Zeytin, Osmaniye, Maraş. Antep ve Urfa’da bulunan bütün Ermeni erkekleri silâhlanmış olup bunların mevcutları 10.000’e yaklaşıyordu. Birinci Dünya Harbinde yenilmiş olarak çıkan ve birliklerinin çoğu kaldırılan ve terhise tabi tutulan İngiliz, Fransız ve Yunan ordularına karşı vatanını kurtarmak için çok büyük güçlükler içinde çarpışan Türk Ordusu, bin yıldan beri topraklarında beslediği bu vatandaşlarıyla, Ermenilerle de savaşmak zorunda kalmıştı. 1914-1918 Birinci Dünya Harbinde müttefikleriyle birlikte yenilgiye uğrayan Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması, itilâf Devletleri arasında, harbin sonlarına doğru son defa olarak karara bağlanmış ve uygulama şeklinin tesbiti de Paris’de toplanan barış konferansına bırakılmıştı. Birinci Dünya Harbinde, İtilâf orduları saflarında, Türk Ordusuna karşı muharebe etmiş ve kan dökmüş olduklarını ileri süren Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğunun mirasından faydalanmak ve büyük bir Ermenistan Devleti kurmak çabasıyla Paris Barış Konferansında resmen sahneye çıkmışlardı. İlkönce Milli Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar, ondan sonra da Ermenistan Cumhuriyeti Başkanı Avadis Aharonian Ermeni isteklerini açıkladılar. 72 Bogos Nubar, Türkiye Ermenilerinin önderi olduğu iddiasıyla, Paris barış Konferansına sunduğu bir andıçta Ermeniler için şu ülke isteklerinde bulunuyordu : 1. Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput, Sivas, Erzurum ve Trabzon’dan oluşan, Türkiye’nin yedi doğu ili, 2. Güney-doğuda Maraş, Kozan, Cebel Bereket ve İskenderun limanıyla birlikte Adana ili. Nubar, aynı tarihte, Londra’da yayınlanan Asiatic Review dergisini Corlton otelinde verdiği demeçte, Ermeni emellerinin, “ Savaştan önce nüfusun çoğunluğunu Ermenilerin teşkil ettiği Türk illerini Erivan Cumhuriyetine ilhak etmek” olduğunu açıklıyor ; Ermeni Cumhuriyeti’nin yaşayabilmesi için Karadeniz sahilinde bir limana ihtiyacı olduğunu bildiriyor; “ Kilikya” bölgesinin, “ Türk etkisinden kurtarılarak sükuna kavuşturulduktan sonra”, Fransız himayesine verilmesi umudunu dile getiriyordu. 30 Ekim 19182de Ruslarla birlikte Türkler karşı savaştıklarını söyleyen Bogos Nubar, bu defa Şubat 1919’da Paris Barış Konferansında “ Kilikya bölgesi Ermenilere vaat edilmişti; bu yüzden Ermeni gönüllüleri, Suriye’deki çarpışmalar sırasında Fransız komutası altında savaşmışlardır.” Diyerek gerçeği itiraf etmiştir. Nubar, demecinde, Ermenilerin, Yunanlıların talep ettiği Pontus bölgesi peşinde koşmadıkları; esasen “ Yunanlılarla en iyi ilişkileri olduğunu” açıklıyordu. Ermeniler, 26 Şubat 1919’da Paris Barış konseyi huzuruna çıkarak yukarıda sözü geçen sınırlar içinde bağımsız bir Ermenistan’ın tanınmasını resmen istedikleri andan itibaren Başkan Wilson, onların savunucusu oldu. Genel olarak başlıca Fransız basın organları, Ermenistan’a genellikle sempati göstermekle birlikte, Ermenistan’ın emelleri konusunda Bogos Nubar ve Aharonian tarafından Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı’nın Türk İstiklâl Harbi, IV nci Cilt, s.911 72 43 verilen demeçlerde, Ermeni isteklerinin en son sınırı olarak Kilikya’yı göstermelerini kabul etmiyorlar, “Kilikya” üzerinde Ermenilerin değil, Suriye’nin hakkı olduğunu ileri sürüyorlardı. 27 Şubat 1919 tarihli Le Temps gazetesine göre, Ermeni delegasyonu, Yunanlıların Trabzon üzerindeki hak iddiaları konusunda Yunan hükümetiyle bir anlaşmaya varmış olduğu halde, Fransa’nın “tarihi ve diğer hakları bulunan Kilikya ve İskenderun” konusunda Fransız hükümetiyle herhangi bir anlaşmaya varmamıştı. Buna rağmen Fransa, Ermeni iddialarını dostça dikkate almaktan çekinmemişti; fakat, gazetelere bakılacak olursa, Ermeni programında zayıf bir nokta vardı : Van ili bir yana, hiç bir yerde Ermeni nüfusu çoğunlukta değildi. Tersine, Türk ülkelerindeki Ermeni nüfusu azınlıkta idi. Amerikalı Profesör Magie’nin hazırladığı istatistiklere göre, Birinci Dünya Savaşından önceki Ermeni nüfusu, diğer azınlıkların nüfusuna oranla şöyleydi : İller Bitlis Diyarbakır Erzurum Mamüretül Aziz Van Maraş TOPLAM Ermeni 185.000 82.000 205.000 130.000 190.000 55.000 847.000 Diğer azınlıklar 21.000 78.000 15.000 2.000 133.000 9.000 258.000 Müslüman 261.000 400.000 540.000 480.000 259.000 146.000 2.086.000 Çoğunlukta oldukları sanılan doğu illerinde bile Ermeniler, Türk kaynaklarına göre azınlıkta idiler. Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbakır, Sivas, Halep, Adana ve Trabzon bölgesindeki tüm Osmanlı nüfusu 6 milyon olarak saptanmıştı. Bunun 913.875’i (%15’i) Ermeni; 632.875’i (%11’i) diğer Hıristiyanlar ve 4.453.250’si (%74’ü) Müslümandı. Ermenilerin çoğunluğunun oturduğu ilk beş ilde Osmanlı nüfusu 2.642.000 idi. Bunun 633.250’si (%24’ü) Ermeni; 179.875’i (%7’si) diğer Hıristiyanlar ve 1.828.875’i (%60’ı) müslümandı. 1907 nüfus kayıtlarında kayıtlı Ermenilerin sayısı 980.000 idi. Yine Türk kaynaklarına göre, Adana bölgesindeki Ermenilerin nüfusu % 20, diğer unsurlarınki % 10, Müslümanların nüfusu ise % 70 oranında idi. Halide Edip, tehcir hareketinden önce bile Ermenilerin sayısının, nüfusun ancak % 2-20’si arasında değiştiğini kaydeder. Celâl Bayar bu görüşü desteklemekle birlikte, Ermenilerin ancak Van’da nüfusun % 20’den çoğunu oluşturduklarını belirtir, ama sayılarını bildirmez. Profesör M.Tayyib Gökbilgin’e göre, son Osmanlı Mebusan Meclisinde Diyarbakır Milletvekili olan Feyzi Bey, Ermenilerin hiç bir yerde nüfusun % 10’undan çoğunu teşkil etmediklerini belirtmişti. Paris Barış Konferansındaki Amerikan İstihbarat Şubesi memurları, bağımsız bir Ermenistan kurulması olanaklarıyla ilgili olarak, Başkan Wilson’a sundukları 21 Ocak 1919 tarihli raporda, bu sorunun güçlük yarattığını, çünkü “ her yerde Ermenilerin azınlıkta olduğunu; nüfusun ancak % 30 ya da 35’ini oluşturduklarını” ileri sürüyorlardı. Bundan başka, söz konusu devletin sınırları içinde Ermeni olmayan birçok unsurlar da bulunacağından, onların güvenliği için uluslararası güvenceye gerek duyulacaktı. Daha önce, Amerika’nın İstanbul’a büyükelçi seviyesinde Yüksek Komiseri Louis Heck de, 22 Kasım 1918’de kaleme aldığı bir muhtırada, savaştan önce bile Ermenilerin ancak Van ilinde kesin bir çoğunluğa sahip olduklarını diğer “ Ermeni illerinde” nüfusun ortalama % 25 ini oluşturduklarını ileri sürüyordu. Aynı görüşü, 1919 Eylül’ünde Anadolu’da bir inceleme gezisi yapan Amerikan Harbord askeri kurulu da destekliyor; 1919’da Ermenilerin hiç bir yerde çoğunlukta olmadığını belirtiyordu. Ermenilerin büyük Ermenistan’la ilgili istekleri öğrenilir öğrenilmez, doğu illerinden Osmanlı Dışişleri Bakanlığına yüzlerce protesto telyazısı gönderilmeye başlanmıştı. 1919 Şubatı sonlarında Malatya’dan gönderilen 32 imzalı telyazısında, halkın, Türkiye’ye göz diken Ermenilerin Avrupa başkentlerini dolaşarak her türlü suçlama ve yalan dolana başvurdukları 44 haberini aldığı bildiriliyor, Türk ulusal haklarının güvenlik altında bulundurulmasını sağlamak üzere seslerinin ilgili makamlara duyurulması isteniyordu. Ermeni sorununun demografik bakımdan sağlam gerekçeye dayanmamasına rağmen, Ermeniler, geniş ölçüde bir propaganda kampanyasıyla bunu dünyaya duyurmakta hiç güçlük çekmiyorlardı. Batı basını onlara bu bakımdan her çeşit yardımı yapıyordu. Amerika’daki Ulusal Ermeni Birliği’de, Ermeni emellerini Batı Avrupa’ya duyurmak için her türlü çabayı harcıyordu. Buna ek olarak, Ermenilerin birçok “ amatör diplomatları” vardı. Bu gönüllü ve hevesli diplomatlar, sık sık Paris’te toplanıyor, çeşitli delegasyonların işlerine karışarak âdeta baş belâsı kesiliyorlardı. Ermenilerin çıkardığı büyük gürültüye rağmen, isteklerinin aşırı olduğu noktasında bir çok görüşler birleşiyordu. İngiltere Başbakanı Lloyd George bile Ermeni emellerinden bazılarının “ oldukça aşırı” ve o günkü koşullar altında gerçekleşmelerinin çok güç, olduğuna inanıyordu. O’na göre, Ermeniler, Akdeniz’den Karadeniz’e kadar uzanan, fakat Ermeni halkının azınlık teşkil ettiği geniş ülkede, bir Ermeni Krallığı kurmak hevesi ardından koşuyorlardı. Buna rağmen gene de Lloyd George; Dörtler konseyinin 14 Mayıs 1919 tarihli oturumunda, Amerika ve Fransa Devlet Başkanları Wilson ve Clenenceaus ile görüştükten sonra, Amerika, Fransa, İngiltere ve İtalya arasında kararlaştırılacak sınırlar içinde kurulacak Ermenistan’in bir manda altına alınmasını öneriyordu. Ermenilerin Adana’daki isteklerine karşı Fransız delegeleri, İskenderun ve Adana üzerinde Fransa’nın tarihi rolü bulunduğunu, bu hakların tanınması gerektiğini belirtmişlerdi. Çünkü; Fransızlar, Adana’nın pamuğunu, Ergani’nin bakırını ve bütün İran ticaretini elden çıkarma istemiyorlardı. Bununla beraber, Ermenileri okşamaktan da geri kalmıyorlardı. Ermenilerin haklarının verilmesini istiyorlardı. Ermenilerin, Ermenistan kurmak isteklerine en çok taraflı görünen devlet, Yunanistan olmuştu. Venizelos’un nüfusunun ancak % 4,5’u Ermeni olan Trabzon İlinin Ermenilere hediye etmeye kalkışması, Türkiye’ye karşı girişeceği bir harpte kendisini sadık bir müttefik kazanmak maksadını güden kandırma hareketinden baka bir şey değildi. Bunun hiç bir zaman gerçekleşmeyeceğini Venizelos çok iyi biliyordu. 1919 Şubat’ında, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Ermenilere özerklik vaadinde bulunan İstanbul Hükümeti, onlarla anlaşmaya yeltenmiş, hatta gerginliğin pek fazla olduğu bölgelerde nüfus mübadelesini önermiştir; fakat Türklerin daha önce doğu illerinde bir azınlık teşkil ettiği iddiasında bulunan Ermeniler, Osmanlı Devleti sınırları içinde kalmayı istemediklerini ileri sürerek bu öneriyi kabul etmemişlerdi. Büyük devletlerle entrika çevirmeyi sürdürerek daha çok çıkar sağlayabileceklerine inandıkları anlaşılıyordu. Ermenilerin Türk toprakları üzerindeki hak iddiaları, Türkleri kaygı ve öfkeye sevk ediyordu. Robert Koleji Müdürü Dr. Gates’in İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiserliği siyasi mensuplarından T.B.Hohler’e gönderdiği 18 Nisan 1919 tarihli mektupta, bu kin ve kaygı yansıtılıyordu. Türklerin bağımsız bir Ermenistan kurulursa, bunun sınırları içinde kalacak Türk nüfusun Ermenilerden merhamet görmeyeceği görüşünde olduklarını ileri süren Dr. Gates, barış konferansı, kurulacak Ermenistan’ın yönetimini büyük devletlerden birine devretmesini salık veriyordu. Öte yandan, büyük devletler, tantanalı ilkelerine ve sözlerine rağmen, Büyük Ermenistan ve Ermeni halkıyla içtenlikle ilgilenmiyorlardı. Esasen savaş günlerinde aktettikleri gizli anlaşmalarla Ermenistan’a pay ayırmamışlardı. Ermenileri diplomasi oyununda kukla gibi oynatıyor, Osmanlı İmparatorluğu’nun İçişlerine karışabilmek için kışkırtıyorlardı. Ermenilere karşı besledikleri duygularının ne denli yapmacık olduğu, Sevr ile Lozan Antlaşmaları karşılaştırılınca açıkça ortaya çıkar. Sevr’de bağımsız bir Ermenistan kurabilmek için Ermenilere Türk topraklarından irice bir pay koparmayı kabullendikleri halde, Lozan Antlaşmasında Ermenilerden söz bile edilmemektedir. 73 73 Dr. Salâhi R. Sonyer, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika; Ankara, 1973, s. 21-25 45 Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Sosyolojik, Ekonomik, Stratejik Önemi; Fırat nehri ile ikiye bölünen bölge ayrı ayrı karakterde olduğundan bu nehrin doğusu ve batısı ayrı ayrı incelenmiştir. Fırat nehri doğusu; Sosyolojik açıdan incelendiğinde; Elcezire bölgesinde hayat şartları fena idi. Halkın okuma yazma oranı çok düşük, medeni ihtiyaçlardan, araç ve gereçlerden hemen, hemen yoksun bir halde idiler. Bölgede esaslı ve düzgün şoseler pek azdı. Aile topluluğu, medeni âleme göre çok geri kalmış bulunuyordu. Belli başlı şehir ve kasabalar dışında binalar oturmaya, elverişli değildi. 1914’te İçişleri Bakanlığının yayınladığı bir istatistiğe göre Elcezire bölgesinin nüfusu 2.401.976 idi. O zaman bugünkü anlam ve sistemde nüfuz sayımı yapılmadığından bu sayı tahmini olarak bulunmuştur. Bölge içerisinde özellikle Musul İli ile Zor Sancağı, halkının önemli bir kısmı aşiret ve göçebe halinde olduğundan tamamen sayılamamıştı. Bu sebeple bölge nüfusunun 2.5 milyon olarak kabul edilmesi doğru olur. Bu nüfusun % 80’ini Türk ve Araplardan ibaret Müslümanlar, % 5 ‘ini Ermeniler, %2’sini Nasturiler ( Eski Suriyeli Hristiyan rahiplerinden Nastur adındaki birinin kurduğu Hıristiyan mezhebi, Ortodoks), %3’ünü Yahudiler, Süryaniler ( Eski Suriyeli sakin olan Sâmiler’in Arâmi kolundan olan bir Hıristiyan topluluğudur) Eski Asuri ve Geldaniler teşkil ederler. Araplar, Musul sancağı ile Deyrizor sancağında yaşamaktaydılar. Müslüman olmayan halktan Ermeniler; Özellikle Bitlis, Muş, Van ve kısmen Diyarbakır ve Urfa sancaklarında yerleşmişlerdi. En kalabalık bulundukları yer olan Bitlis İli dahi genel nüfusun %20’sini aşmıyordu. Nasturiler, Hakkari sancağı içinde ve özellikle Başkale kasabasında güneye doğru akan Büyükzab ırmağı vadisi içinde bulunmakta idiler.Yahudiler, hemen hemen her şehir ve kasaba ticaret maksadı ile yerleşmişlerdi.Suriyeli Hristiyan olan Süryaniler ise Musul ve Diyarbakır İli içindeki şehir ve kasabaların bazılarında oturmakta idiler. Ekonomik açıdan; Fırat doğusunda, bölgenin omurgasını teşkil eden, Halep- MüslümiyeCerablus- Resülayn- Derbesiye- Nusaybin demiryolu vardı. Bu demiryolunda Mardin’e de bir kol ayrılır. Bu hat Almanlar tarafından imtiyazı alınıp, işletilmeye başlanan Anadolu- Bağdat demiryolunun bir kısmı idi. Bu hattı işleten Alman şirketi mütareke ile birlikte memleketlerine gitmiş, boş kalan hat hemen İngilizler tarafından işgal edilmişti. Almanların ayrılmaları ile civardaki aşiretler, demiryolunu yağma ederek malzemenin bir kısmını kaçırmışlardı. Geri kalan malzemenin bir kısmı da İngilizler tarafından Halep’e sevkolundu. Bundan dolayı demiryolu işlemez hale getirilmiş bulunuyordu. Karayolları : Araba ve otomobillerin hareketlerine elverişli olan ve kısmen şose, kısmen de adi araba yolu halinde bulunan yolların sayısı az olup çoğunu, mekkârilerin hareketlerine elverişli olanlar teşkil ediyordu.Kısmen şose ve kısmen de adi araba yolu idi. Ayrıca Suriye’den ve Hakkâri’den Irak’a Mekkâri yolları vardı. Ulaştırma araçları; pek ilkel idi. Merkep, Katır, At, Deve kollarıyla iki veya dört tekerlekli arabalardan ibaretti. Ulaştırma, hayvan ve arabalarla yapılmakta idi. bu hayvanlar Birinci Dünya Harbinde yeter derecede beslenmemesi dolayısıyla oldukça zayıflamış ve fizik güçlerini kaybetmişlerdi. Halkın elinde bulunan hayvanların çoğu bakımsızlık yüzünden daha fena durumda idiler. Bölge genel olarak, tarım ve hayvancılık bölgesiydi. Tarım, ilkel usullerle yapılmakta idi. Gübreleme ve özellikle teknik gübreleme, sulama yoktu. Bazı yerlerde, ilkel metodlarla kısmen sulama yapılıyordu. Modern tarım aletleri yoktu. Tarımdan yeter derecede ürün elde edilememekte idi. Birinci Dünya Harbinden önce rekolte daha iyi iken harbin etkisiyle azalmış bulunuyordu. Diyarbakır, Siverek, Urfa ve Harran bölgeleri arazisi tarıma pek elverişli ise de, arazinin çoğunun işlenmemiş ve ekilmemiş olması ve ekilen kısımların da bakımsızlık yüzünden verimliliğini kaybetmiş bulunması sonucu, bu kıymetli topraklardan yeter derecede fayda sağlanamamıştır. 46 Bölgede, mera ve arazinin genişliği dolayısıyla hayvan adedi pek çoktu. Fakat kır hayvanı olduklarından zayıf ve süt verimi azdı. Ahırlarda teknik bir şekilde hayvan beslemek usulü yoktu. Bol sayıda koyun ve sığır vardı. Sığırlar genellikle zayıftı. Halk bunları daha çok çift sürmekte ve yük taşıma işlerinde kullandığından etinden az faydalanıyordu. Bununla beraber çok sayıda koyun diğer memleketlere gönderiliyordu. Bölgede ekonomik alanda etki yapacak orman yoktu. Mevcut olanlardan yakacak ihtiyacı sağlanmasında faydalanılmaktaydı. Bölge içinde genel olarak küçük ticaret işleriyle uğraşılmaktaydı. Dışarıya mal satılması pek ez derecede olup dışarıdan içeriye mal getirilmesi de önemli değildi ve her türlü ihtiyacını kendisi sağlıyordu. Son zamanlarda Musul bölgesinde görülen petrol kaynaklarından faydalanmaya başlanmamış olduğundan bu yönden de ticaret kökleşmiş değildi.Pek ilkel durumda idi. Bölgede fabrika yoktu. İhtiyaçlar küçük yapım evlerinde veya ellerde sağlanmakta idi. Diyarbakır, Musul gibi merkezlerde mevcut dutluklardan faydalanılarak az miktarda ipek elde edilmekte, yerli ve ilkel tezgahlarda basit ipekli ve yünlü kumaşlar dokunmakta idi. Ayakkabıcılık, terzilik ve inşaat işleri bölgedeki müslüman olmayan halk tarafından sağlanıyordu. Müslümanlar genellikle, tarım işleriyle uğraşıyordu. Esasen dört seneden beri devam eden Birinci Dünya Harbi mevcut sanayi işlerini çok zayıflatmıştı. Fırat nehrinin batısında Sosyolojik açıdan incelendiğinde; bölgenin doğal zenginliği, yolların çokluğu ve deniz kıyılarının bulunuşu dolayısıyla hayat standartı, Fırat doğusundan oldukça yüksekti. Bölgenin nüfusu, 1.889.966 idi. Aşiretler ve sayılamayan bazı yerler de dahil edilirse nüfusun 2.000.000 kadar olduğu kabul edilebilirdi. Bu nüfusun % 65’ini Türkler ve Araplardan ibaret Müslümanlar, % 22’sini Ermeniler, % 6’sını Rumlar, % 7’sini Suriyeli Hıristiyanlar ve Yahudiler teşkil ediyordu. Ermeniler çoğunlukla Maraş, Kozan sancaklarında, yaşamaktaydılar. Bölgede ayrıca az miktarda Asuri, Geldani ve pek az miktarda Avrupalı vardı. Fırat nehri batısında Ekonomik açıdan ise; Demiryolları : Bölgeden Anadolu- Bağdat ile Anadolu- Hicaz demiryolu geçmektedir. Bu hat, Meydanıekbez- Müslümiye üzerinden Halep’e kadar uzanır ve Halep’ten Hama- Humus üzerinden Şam’a giderek Suriye demiryolunu teşkil eder. Ayrıca Yenice’den ayrılan bir kol Mersin limanına kadar uzanır. Toprakkale’den İskenderun Körfezi kenarında güneye inen diğer bir demiryolu da İskenderun limanına gider. Bu demiryolları İstiklâl Harbinin başında hemen tamamlanmış durumda idi. Yalnız Keller (Fevzi Paşa) civarındaki büyük tünel henüz geçişe hazır bir durumda değildi. Bu yüzden İslâhiye ile Osmaniye arasında bağlantı, araba yolu ile yapılmakta idi. Bölge, Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde yolları en elverişli olan yerlerdendi. Bununla beraber düzgün ve geniş şoseler azdı. Çoğu dar ve onarıma muhtaç bir halde idi. Bu bölge Fırat doğu bölgesine göre şehirleri daha çok gelişmiş olduğundan ulaştırma araçları gerek çeşit ve gerekse sayı bakımından daha boldu. Bölge bir tarım memleketidir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde tarıma en elverişli bölge Adana bölgesidir. Her türlü ürünler, bol ve bereketli olarak yetişir. Tahıl, pamuk, üzüm ve zeytin gibi memleket için en faydalı ürünler bu bölgede en iyi bir surette yetiştirilmektedir. Gaziantep yaylası da gerek tahıl ve gerek üzüm ve fıstık gibi kıymetli ürünler yetiştirmekle ün almışt ır. Bu bölgede zeytinde yeteri kadar elde edilir. Saimbeyli, Feke, Kozan, Kadirli, Süleymanlı ve Antep dolaylarında bol zeytinlik vardır. Bölgede tarım ürünleri bakımından her türlü ihtiyacın elde edilmesi mümkündü.Bölgede beslenilen hayvanlar; at, sığır, koyun ve keçi gibi büyük ve küçükbaş hayvanlardır. Bunlar, halkın ihtiyacına yetecek durumdaydı. Hayvanlar Fırat doğu bölgesinde olduğu gibi ulaştırma aracı olarak değil daha ziyade tarım işlerinde kullanılıyordu 47 Coğrafi açıdan bölgenin dağlık kısımları ormanlık, ovalar ve düzlükler de ya ağaçsız veya pek az ağaçlıydı. Toros dağları hemen hemen tamamen ormanlık olup her cins ağaç vardı. Bu bölge bir çok yerlerde yüksek ve sık ağaçlıklarla kaplıydı. Nur dağlarının bir çok yerleri yüksek fundalıklarla örtülü olup bu dağlarda, Toroslarda olduğu gibi, orman yoktu. Bu bölgede ticaret oldukça gelişmiş durumdu idi. Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul’dan başka bir çok yerlerinde fabrikalar yokken bu bölgede fabrika ve atölyeler kurulmuştu. Bu sebeple ürünleri ve endüstriyel maddelerini dışarıya satmak çabası oldukça ilerlemişti. Bölgede Mersin ve İskenderun gibi iki önemli iskele vardı. Mersin iskelesi Konya, Adana, Niğde, Kayseri ve Orta Anadolu’nun diğer bazı bölgelerinin dış ticaret iskelesi olduğundan çok zengin bir henterland’a sahipti. İskenderun iskelesi de ; Antakya, Halep, Gaziantep, Maraş ve Urfa gibi yakın bölgelerden başka güney-doğu Anadolunun ve hatta Irak ve İran’ın iskelesi durumundaydı. Bu sebeple, bölgede ticaret üstün durumunda olduğundan halkın yaşama seviyesi yüksekti. Bölge, tarım kadar sanatta da ileri durumda idi. Adana, Mersin, Tarsus, Maraş Antep, Kilis, Halep ve Antakya gibi büyük merkezlerde her türlü el işleri yapılmakta ve tezgâhlar çalıştırılmaktaydı. Bölge stratejik açıdan incelendiğinde konum olarak, Anadolunun güney-doğu kısmı ile Suriye ve Irak arazisinin kuzey parçalarını kapsar.Bu geniş arazi parçası stratejik bakımdan incelendiğinde, Anadolu ve Avrupa’yı karadan Hindistan’a bağlayan önemli bir geçit yeridir. Avrupa’dan Hindistan’a gelen en kısa karayolu buradan geçer. Süveyş Kanalı yapılmadan ve Ümit burnu deniz yolu keşfedilmeden önce Avrupa’nın Hindistan’la olan ticareti sadece Irak, Adana ve Toros geçitleri üzerinden yapılmakta idi. Bu sebeple bölgenin stratejik durumu, çok önemli idi. Fırat doğusu ve batısı bütün tarih boyunca kuvvetli devletlerin sahip olmak istediği stratejik önemi olan bir bölgedir. Coğrafi mevkiinin önemi dolayısıyla bütün milletlerin ilgisini kendi üzerinde toplamıştır.Tarihte Mezopotamya ve Kilikya diye anılan bu bölgeler yüksek önemi dolayısıyla silahlı mücadelelere sahne olmuştur. Son yüzyılda Fırat doğusunda zengin petrol kaynaklarının meydana çıkması, Irak’ın ekonomik önemini dünya ölçüsünde artırmış ve dünya petrol istihsalinde önemli bir yer tutmuştur. Adana bölgesinin toprak zenginliği ve İskenderun limanının önemi dolayısıyla bu bölge de birçok milletlerin buralarını ele geçirmek isteğini artırmıştır. Birinci Dünya Harbinden önce de Fransa, İngiltere ve Almanya bu bölgelerden iktisadi menfaatler sağlamak için birbirleriyle mücadele ediyorlardı. Özellikle Almanya’nın, Avrupa kuzeyinde sıkışmış olması ve denizyolları ile dünya pazarlarına uzak bulunması dolayısıyla gittikçe ilerlemekte olan sanayiine geniş pazarlar bulmak için bu bölgeye hakim olmak emelini gütmeye başladı. Bu maksatla her türlü çarelere başvurmuştu. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Avrupanın (Şark meselesi—Doğu Sorunu) diye ortaya attığı siyasi davada, bölge başlı başına bir sorun haline gelmişti. Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğunun bölünmesi için yaptıkları bütün toplantı ve konuşmalarda burası devletler arasında bir anlaşmazlık konusu oldu. 1866 ve 1870 harplerinden sonra, İngiltere’nin karşısına, sömürge işlerinde rakip olarak dikilen Almanların Osmanlı Hükümetinden Anadolu- Bağdat demiryolunun imtiyazını alması İngilizleri kuşkulandırmış ve bu devletin Osmanlılara karşı olan siyasi tutumunu değiştirmeye, Osmanlı Hükümeti aleyhine yönelmiş bir komploda ön ayak olmaya sebep olmuştu. Mısır ve Hindistan’ın emniyetini sağlamak için çalışan İngilizlerin Hindistan yolu üzerinde, rakibi Almanların bulunmasına ve siyasi faaliyetlere devam etmesine göz yummaması mümkün değildi. Almanların gayesi de bölgeye hakim olarak Hindistan ve Mısır’ın kontrol altına alınmasını sağlamaktı. 48 Gerçekte Almanlara verilen demiryolu imtiyazına karşılık İngilizlere de petrol kaynaklarını çalıştırmak, Dicle ve Fırat nehirleri üzerinde vapur işletmek gibi bazı imtiyazlar verilmişti. Fakat İngilizler Adana ve özellikle Irak çevresinde kendilerine rakip bir Alman egemenliğinin kurulmasını istemiyorlardı. Bu sebeple İngilizler Almanların bu bölgeye yerleşmelerini önlemek maksadıyla kuvvetli bir istihbarat ve propoganda (İntelligence Service) teşkilatı kurdular. O derecede ki bölge halkının durumunu ve ihtiyaçlarını değil Almanlar, hatta Osmanlı İmparatorluğu dahi bu servis kadar bilmiyor ve hakim olamıyordu. İngilizler, bu servisin harcadığı paralar ve yaptığı propagandalarla Irak ve Suriye’de günden güne Alman ve Osmanlı nüfuzunun kırılmasına sebep oluyorlardı. Adana pamukları, Ergani bakırları ile İran ticaretinin en kısa yolu üzerindeki İskenderun limanı; Rusya, Fransa, İngiltere ve Almanya için stratejik seviyede önemli bir iskele olarak kabul ediliyordu.Adana bölgesi, önemi dolayısıyla, ilk çağlardan beri milletlerin birbirleriyle mücadelelerine sahne olmuştu. İngilizlerle Fransızlar 16 Mayıs 1916’da Leningrad’ta yaptıkları Sykes-Picot Anlaşması ile Irak, Kilikya, Suriye ve Filistin’i aralarında bölüşmüşlerdi. Bu suretle Irak ve Filistin, İngilizlere bırakıldığı takdirde Fransızlar, Ergani bakırlarına, Kilikya pamuğuna ve ölçüsüz imkânlara sahip İran ülkesinin en yakın ve en elverişli ihraç iskelesi olan İskenderun limanına malik olacaktı. Bu anlaşmaya göre Musul petrolleri de Fransızlara bırakılmıştı. Fakat Birinci Dünya Harbinden sonra İngilizler, Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal ederek Musul petrollerinin İngilizlere bırakılması halinde buraları boşaltacaklarını ileri sürdüler ve bu suretle, Fransızların Musul’dan vazgeçmeleri şartı ile Urfa ve Maraş bölgelerini Fransız’lara devrettiler74 GÜNEYDOĞU ANADOLUNUN İŞGALİ Bölgede Türk, Fransız ve Ermeni Güçlerinin Durumu; 15 Mayıs 1919’da itilâf devletlerinin devamlı baskısı dolayısıyla, Güneydoğu Anadoluda; Fırat nehri doğusunda Elcezire denilen Malatya, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Bitlis bölgesinde terhis zorunluğu nedeniyle mevcutları çok azalan 13 ncü Türk Kolordusu bulunuyordu. Fırat batısında , Toros geçitlerine kadar uzanan Antep, Maraş ve Adana bölgesinde ise Türklerin hiçbir birliği yoktu. 11 Aralık 1918’de Fransız kuvvetleri Dörtyol’u işgale başladıklarında 75 Adana Bölgesinde kışla muhafızı ve Askerlik Şube ve dairelerinde görev yapan hizmet ve posta erlerden başka hiç bir birlik kalmamıştı. İstanbul’da itilâf devletlerinin kontrolü altında bulundurulan Türk Deniz Kuvetleri’nin istiklâl Harbinde güney cephesine hiç bir etkisi ve yardımı olmamıştı. Mütarekeden sonra başlangıçta Suriye bölgesinde bulunan İngiliz birliklerinin Suriye bölgesinden çekilerek, Irak bölgesine yerleşmesinden sonra bu cepheyi teslim alan Fransız Birlikleri önce Suriye’yi sonra da Adana kesimini işgale başladılar. Suriye işgal ordusu komutanı General Hamlin, Adana’ya 18 Aralık 1918’te büyük bir törenle girdi. Mersin, Tarsus, Yenice, Adana, Pozantı, Ceyhan Toprakkale, Bahçe ve Islahiye’ye Fransızlar yerleşmiş oldular. İskenderun ve Kilis mütarekeden sonra işgal olunmuştu. Önce Ermeni askerleriyle takviyeli 1.500 kişilik bir Fransız kıt’ası 17 Aralık 1918’te Mersin’den karaya çıkarılarak Adana bölgesine gönderildi. İkinci kafile olarak Afrika Avcı Alayından iki süvari bölüğü ve hemen bunların arkasından da bir piyade Alayı gönderildi. Fransız birlikleri büyük kısımlarıyla, bölgenin kilit noktaları olan; Kilis, Osmaniye, Ceyhan, Adana, Tarsus ve Mersin’deydi. Birinci Doğu Tümeni, birliklerini, Mersin’den Urfa ve Telebyaz’a kadar, geniş bir bölgede dağıtmak zorunda kaldığından her yerde zayıf halde bulunuyordu. Bu sebeple Suriye-Kilikya Fransız Baş Mümessili ve Doğu Ordusu Baş Komutanı General Gourau, bu durumu takviye etmek için Şubat 1920’de Suriye’de bulunan ve Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı’nın Türk İstiklâl Harbi, IV nci Cilt, s.11-19 75 Türk İstiklal Harbi 1 nci cilt (Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı), sayfa 70. 74 49 General Lamoht komutasındaki 2 nci Tümeni; İskenderun, Kilis, Antep ve Fırat doğusundaki arazi kesiminde kullanılmak üzere Kilis’e gönderdi. Bu tümen Adana bölgesi Fransızlar tarafından boşatılıncaya kadar burada kaldı ve Adana bölgesinde iki tümen bulunduruldu. Mondros Mütarekesinin hemen arifesinde, Suriye ve Adana Bölgesini işgal etmek üzere görevlendirilen Fransız Doğu Ordusunun başlangıçtan itibaren Karargahı ve bağlı birlikleri Suriye’de kaldı. İskenderun körfezi ile Mersin limanında zaman, zaman bulundurulan bir kısım Fransız Deniz Kuvvetleri, Adana bölgesindeki Fransız Doğu Ordusu birliklerini takviye ve ikmal etmekteydiler. Arada sırada Fransız muhripler Dörtyol Mersin çevresindeki Türk köylerini bombardıman ediyorlardı. Fransızların Adana’da her zaman için 5-10 uçağı bulunmaktaydı. Bu uçaklar bir çok muharebelere katılarak keşif ve bombardıman yapmışlardı. Fransız tarafından daha önce Mısır’da kurulmuş olan "Legion d’Orient" Ermeni Doğu Alayı da Fransız üniforması ile Adana bölgesine getirilmiş, bu bölgede bulunan ve 1 nci Dünya Harbinde göç ederek tekrar Adana bölgesine dönen ve silahlandırılan Ermeni milis kuvvetleri ile birlikte Türklere karşı Urfa, Antep, Maraş, Saimbeyli, Zeytin, Şar, Kazan, Osmaniye, Haruniye, Mersin ve Adana bölgelerinde yapılan muharebelerde kullanmışlardı. Ermeni kuvvetleri; Fransız Komutanlıklarına bağlı ve Fransız üniforması giymiş Ermeni Birlikleri, Fransız Komutanlıkların emir ve komutasına bağlanmış teşkilâtlı milis kuvvetleri ve bağımsız silahlı çeteler olarak üç düzende bulunuyorlardı. Bu Ermeni kuvvetlerinin ortalama olarak sayıları ve bulundukları yerler şöyle idi 76 : Yeri : Sayısı : Antep’te 2.500 (Ermeni Alayının iki Taburu dahil) Maraş’ta 2.000 (Ermeni Alayının bir Taburu dahil) Saimbeyli’de 1.500 Urfa’da 1.000 Zeytun’da 500 Şar’da 350 Kozan’da 300 Adana ve Mersin’de 1.000 Osmaniye, Haruniye, Bahçe ve Islahiye’de 1.000 Toplam 10.150 İngiliz İşgali Altında Bölgede Cereyan Eden Olaylar Türk Ordusu Suriye’den çekilirken, bölgede İngilizler ve kişisel çıkarları peşinde koşan Arap ileri gelenleri tarafından kandırılan veya para ile satın alınan bazı Arap aşiretleri, Türkler aleyhine harekete geçmek suretiyle düşmanlıklarını göstermeye başladılar. Özellikle Halep’in işgali üzerine bu taşkınlıklar daha da arttı. Buna karşı tedbir almak üzere Kilis halkı bir taraftan cephane tedarikine devam ederken diğer taraftan da para toplamakta idiler. Bu çalışmaları haber alan Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mustafa Kemal Paşa da o sırada Kilis’e uğrayarak çalışmalardan memnunluğunu belirtmiş, silah ve cephane yardımında bulunacağına söz vermişti. 1 Kasım 1918’de, İngilizler Katma karargahında mütareke şartlarını Mustafa Kemal Paşa’ya bildirdiler. Bunun üzerine Türk Ordusu buradan İslâhiye ve Hassa bölgelerine çekilmeye başladı. Bir İngiliz kıt’ası Katma istasyonunu işgal etti. Durumdan son derece memnun kalan Araplar ve Ermeniler Türk Halkına saldırılarda bulunmaya başladılar. 6 Aralık 1918’de, İngiliz birlikleri Kilis’i işgal etti. Kilis’teki Ermeniler büyük bir sevinç içinde onları törenle karşıladılar. Ermeniler, İngiliz kuvvetleri içindeki Hindli Müslüman askerlerden pek hoşnut olmadılar Türklerin, işgal kuvvetlerine ateş ettiğini bahane ederek silah 76 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Türk İstiklâl Harbi IV ncü Cilt, 1966 ANKARA, s. 47 50 toplamaya başladılar Öbür taraftan da, Kilis Ermenilerini silahlandırmaktan çekinmediler. Halep’te 28 Şubat 1919’da çıkarılan kargaşalıklar, Kilis’teki Türklerin ilgisi olduğu bahane edilerek aydın ve ileri gelenlerden on altı kişiyi tutukladılar. Diğer taraftan kendi işleriyle uğraşan fakir köylüleri dahi öldürmekten ve yakaladıkları yerlerde çeşitli bahanelerle cezalandırmaktan çekinmediler. Bölgedeki bütün yiyecek maddelerine el konarak halka ölmeyecek kadar yiyecek bırakıldı 77. Bu haksız işlemler karşısında belediye başkâtibi ve maliye tahsildarlarından Ahmet Rami Efendi, (Müştakı Hürriyet) imzası altında İngiliz Komutanına bir mektup göndererek “ haksız olarak işgal edilen anavatanımızda, insanlık şerefini ve medeni duyguları ayaklar altına alıyorsunuz. Türkiye yenilmemiştir. Buna rağmen vatanımızı yıkıp, yakmaya ve Türk halkına eziyet etmeye, onun malını elinden almaya ve yağma ettirmeye hakkınız yoktur. Ermenilerin kışkırtmalarına kapılarak yapılan bu işler, soğukkanlı İngiliz milletine yakışmaz” deniyordu. Bu mektup üzerine İngiliz Komutanı 14 Nisan 1919’da Hükümet Erkânı ile ileri gelen aydın kişileri bir meydana toplayarak yaptığı konuşmada: “ Türkiye’de mevcut çeşitli insanların (yani azınlık olan Ermeni, Süryani ve diğerlerinin)hukukunu korumak için Türk toprakları işgal edildi. Bu işgal normaldir. Çünkü yenilen insanlar sarhoşlar gibi olduğundan çeşitli unsurları idare edemezler. Hiç kimseye gelişi güzel muamele yapılmamıştır” 78 demiştir. İngiliz komutan bu konuşmasında bölgeye gelişlerinin asıl nedeni olan “Ortadoğu ve Hindistan yollarının kontrolunu sağlamak” olduğunu saklayarak, Anadolu’yu işgal nedenlerinin “mevcut Hristiyan azınlıkların, özellikle Ermenilerin haklarını korumak olduğu”gibi bir insancıl gerekçe görünümü altında ifade etmiştir. Bu husus İngilizlerinde Ermenileri her fırsatta nasıl kullanmaya çalıştıklarını açıkça göstermektedir. Antep, 17 Aralık 1918’de İngilizler tarafından işgal edildi. İngilizler, bu işgali mütarekenin 7 nci maddesine dayanarak yaptıklarını söylüyorlardı. İşgalin diğer bir sebebi de sözde kışın süvari hayvanlarının iaşesini sağlamaktı. Gerçekte gerek İngilizlerin ve gerekse diğer itilâf Devletlerinin güvenini sarsacak bir durum yoktu. Bu sebeple işgal hareketleri Antep’lileri son derece üzmüş ve yurtlarını savunmak için onları her türlü çareye başvurmaya zorlamıştı. İngilizlerin Antep’te Ermeniler tarafından büyük bir sevinç içinde törenle ve çiçek buketleriyle karşılandılar. Şehirde bulunan Ermeni azınlığı büyük şımarıklıklar gösterdiler ve rastladıkları Türklere hakaret etmeye başladılar. 23 Ocak 1919’da Hükümet Konağı, İngilizler tarafından basıldı. Memleketin ileri gelenleri ve aydınları çeşitli bahanelerle Halep’e ve oradan da Mısır’a sürüldüler. Bunlara Mısır hapishanelerinde çeşitli ağır işkenceler yapıldı. Birinci Dünya Harbi sırasında Ermeni ayaklanmasında Ermenileri göç ettirdikleri ileri sürülerek bir çok masum ve suçsuz Türkü, tutuklandılar. Ayrıca şehirde silah toplama hareketine girişildi. Silah vermeyen halk ağır para cezasına çarptırıldı. Ermenilere ise , aksine bu esnada silah dağıtılıyordu. İngilizlerin işgali dolayısıyla Antep’liler tarafından bir miting yapıldı. Bu mitingde Antep Belediye Başkanı Lütfi Bey, halkın bu işgali kabul etmediğini, barış konferansına bildirilmesini istiyordu. Sancak ahalisinin % 90’ı Türk olan ve Suriye ile hiç ilgisi bulunmayan bu öz Türk topraklarının haksız işgal edildiği ve hiç bir asayişsizliğe meydan verilmediğini, bu sebeple işgalin kesin olarak reddedildiğini bütün dünyaya ilân ediyorlardı. Bu mitingle beraber Antep’te özellikle Ermeni taşkınlıkları dolayısıyla Türk Bilgin ve ileri gelenleri tarafından Bülbülzade Hacı Abdullah Efendi Hoca’nın başkanlığında, (Cemiyet-i İslâmiye) adı altında bir cemiyet kuruldu. 22 Şubat 1919’da, Maraş, Mondros Mütarekesinin 7.maddesi bahane edilerek, İngilizler tarafından işgal edildi. Antep’i işgalden sonra İngilizlerin Maraş’a da geleceği anlaşılıyordu. Maraş’ın işgal edileceğini anlayan bir kısım Maraş ve yöresi halkı, kendiliklerinden Narlı 77 78 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Türk İstiklâl Harbi Güney Harekâtı ANKARA 1966, s.48-49 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/7723,Dosya No.227 51 kesimindeki Aksu köprüsünü yaktılar. İngilizler, Antep-Maraş yolunu onararak Maraş’a doğru ilerlemeye başladılar. Aksu üzerindeki köprünün yanmış olduğunu görünce dar bir köprü kurarak yürüyüşe devam ettiler. İngilizlerin yanlarında bulunan Maraşlı ve Zeytinli (Süleymaniye) Ermeniler çok taşkınlık yapıyorlardı. İngilizlerin Maraş’a gelmekte olduklarını haber alan şehirdeki Ermeniler de önlerinde bando olduğu halde çiçeklerle İngilizleri ve gelmekte olan Ermenileri karşıladılar. Taşkınlık ve çılgınlık son haddine varmıştı. “ Yaşasın İngilizler, Yaşasın Ermeniler, kahrolsun Türkler” diye bağırıyorlardı. Şehre önde bando arkasında Ermeniler ve en geride İngilizler olmak üzere girdiler. Osmanlı İmparatorluğu ve Türk Milleti tarafından kendilerine daima şefkatle muamele edilen ve hatta son zamanlara kadar askere dahi alınmayan Ermenilerin bu derece aşırı taşkınlıkları Türklere çok dokunmuştu. Maraş’a ilk giren bu İngiliz birliği çoğu Hindli Müslüman olmak üzere bir alay kadar süvariden ibaretti. İngilizler,her zaman olduğu gibi bu savaşda da kendi vatandaşlarını kullanmayıp, sömürgelerinde oluşturduğu kiralık askerleri kullanıyorlardı. İngilizlerin işgalinden sonra başka yerlere göç etmiş olan Ermeniler de tekrar Maraş’a dönmeye başladılar. Fransız ve İngilizlerin desteğinden cesaretlenen Ermeniler bazı yerli halka hakaretlerde bulunmakta ve fırsat buldukça saldırmaktaydılar. O sırada bazı Ermeniler, Türklerin bir çokları aleyhine hukuk davası açtılar. Birinci Dünya Harbi’nde Ermeni ayaklanması dolayısıyla yapılan göç hareketinde, haksız olarak Ermenileri sürdürmek suçu ile o devirde Maraş Mutasarrıfı olan Sivas valisi İsmail Kemal Bey Halep’e sürüldü. Bu olaylar Maraşlıları günden, güne üzmekte ve öç alma duygularını artırmakta idi. İngilizler, Ermenilerin bu gibi şımarıklıklarının ve tecavüzlerinin gittikçe arttığını ve Türkler üzerinde, İngilizlere karşı devamlı bir reaksiyon yarattığını gördükçe Türklerin ayaklanmasına sebep olacağı düşüncesiyle, tedbir almaya başladılar. İşgalden bir hafta sonra, Halep’den Maraş’a gelen bir İngiliz Generali Türk İleri gelenlerinden her şeyden önce asayiş isteğinde bulundu. Bu sırada oraya davet edilenlerden Doktor Mustafa “ Maraş’da asayişsizlik yoktur” diye cevap verdi. Fakat İngiliz Generali söz hakkı verilmeden konuşulmamasını söyleyerek sözlerine devam etti. Memleketin ileri gelenlerinin hepsini Halep’e sürmek niyetinde olduğunu, fakat mutasarrıfın söz vermesi üzerine şimdilik bundan vazgeçtiğini bildirdi. Bu karar değiştirme, mutasarrıfın aracılığından çok, İngilizlerin kendi çıkarlarından ileri gelmekte idi. 3. Kolordu Komutanı Kurmay Albay Selahâttin, Sivas’dan işgal bölgesine gitmiş ve 26 Ekim 1919’da,Urfa, Antep ve Maraş’dan İngilizlerin çekilmekte olduğu, yerlerine Fransızların geleceğinin anlaşıldığını, Osmanlı hükümetinin acz içinde olduğunu, bölgede ulusal kuvvetlerin bir an önce kurularak mevcut nizami birliklerle takviye edilmesini ve mücadeleye başlamalarını, ancak bu arada Hristiyanların mal ve canlarına dokunmamasını emretmiştir 79 . Türkler Hristiyan azınlıkların mal ve can güvenliğinin sağlanması için kesin bir dille emirler verirken, diğer taraftan Maraş’lı Ermenilerden bir grup, Adana’daki Fransız komutanına giderek bir an önce Maraş’ı İngilizlerden teslim almalarını rica ettiler. Bu haberi alan halk Fransızların Maraş’a gelişini protesto etmek maksadıyla Ulucami’de bir miting hazırladılar. Miting heyeti başkanı memleketin gençlerinden Doktor Mustafa idi. Fakat Fransızlarla iyi geçinmek isteyen Mutasarrıf, bu gibi mitinglerin faydalı olmayacağı düşüncesiyle, mitingin yapılmasına razı olmadı. Ermeniler sevinç içinde idiler. Kendi kanaatlerince Fransızların gelmesiyle daha çok imtiyazlara sahip olacaklarını umuyorlardı. İşgalden bir gün önce Osmaniye’de bulunan bir Ermeni doktoru Maraş’lı bir Ermeniye çektiği telgrafta “ yarın misafirimizle birlikte Maraş’tayız” diyordu. Bu misafirler bir süre sonra, Maraş’ı Ermenilere teslim ederek 79 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Türk İstiklâl Harbi Güney Harekatı, Ankara 1966, s.52 52 çekilip gideceklerini sandıkları Fransızlar idi. Bir kaç gün sonra, Fransızlar Maraş’ı işgal ettiler ve Türklerin bu konudaki çabaları hiç bir sonuç vermedi. 13.Kolordu Komutanlığı, İngilizlerin Birecik’i işgal ettiğini, Urfa ve Adıyaman’ın işgali haberlerinin de dolaşmakta olduğunu ve buna göre uyanık bulunulmasını, bir emirle yayınlamıştı. 24 Mart 1919’da Urfa’da bulunan Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Hüseyin, Urfa’nın İngilizler tarafından işgalini bildirirken İngiliz birliklerinin içinde Ermeni askerlerinin de bulunduğunu bildirdi. 80 İngilizler Mondros Mütarekesi’nin 7.maddesini ileri sürerek mütareke esnasında elimizde kalan anavatan parçalarından bazıları gibi, Urfa’yı da mütarekenin esas ruhuna aykırı olarak işgal etmek suretiyle bir haksızlık yapmış oldular. Bu harekat tarihte devamlı şeref ve haysiyetini korumuş olan Türk Milletinin benliğini de zedelemiş bulunuyordu. Öteden beri Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflığından faydalanarak ayaklanmalar ve güvensizlikler çıkarmak suretiyle, Osmanlı Ülkesi içinde bir Ermeni devleti kurmak hülyasına kapılan Ermenilerin İngilizlerle birlikte asker kılığında Urfa’ya gelerek Türk şeref ve onurunu kıracak hareketlere kalkışmaları halkın morali üzerinde kötü etkiler yapmıştı. Patrik Zaven Efendi, Rum Patriği ile birlikte İngiliz Yüksek Komserliğine dilekçe vererek, Türklerin Milli Savunma bahanesiyle bölgede Hrisiyanlara saldırmak için milis kuvvetleri oluşturdukları, Doğu Hristiyanlarının koruyucusu ve mazlum milletlerin kurtarıcısı olan müttefiklerin gereken tedbirleri almalarını istediler. 81 Diğer taraftan İstanbul’dan Diyarbakır’a gelen Piskopos Kendifyan, Ocak 1920’de Patrik Zaven Efendiye yazdığı mektupta, Diyarbakır’daki Ermeni örgütlenmesini anlatıyor ve Fransız ve İngiliz teftiş memurlarının kendilerine yaptıkları yardımları anlatıyordu.82 İngilizlerin Urfa’yı işgale kalkışmaları, hiç bir sebebe dayanmıyordu. İngilizler, mütareke sırasında Halep dolaylarında ve hatta Halep’in güneyindeydiler. Halep’in işgali, İngiliz kuvvetlerinin güveni bakımından, bir sebep olarak gösteriliyordu. Fakat Halep’in 200 km. güneydoğusunda bulunan Urfa’nın işgaline hiçte hakları olmadığı gibi bu bölgede disiplinsizlik vesaire gibi sebepler de meydana gelmiş değildi. İngilizler Urfa’yı işgal edince Urfa’da bulunmakta olan Türk birliklerinin Urfa’dan çekilmesini, aksi takdirde padişaha bildirip cezalandırılmalarını isteyeceklerini bildirdiler..Türk kuvvetlerinin mecburen ve Osmanlı hükümetinin hiçbir tepkide bulunmaması nedeniyle çekilmesinden sonra İngiliz kuvvetleri, Urfa’da serbestçe yerleşmiş oldular. Ekim 1919 sonuna kadar İngilizler Fransızlarla aralarında önceden yapılmış olan Sykes- Picot anlaşması gereğince, Maraş, Antep sancakları gibi Urfa sancağını da boşalttılar ve bunların yerini Fransızlar aldı. Bölgenin Fransızlara Devri ve Sebebleri “Kilikya’yı Fransa’da kim bilir? Oysa biz şimdiye kadar gelecek için böylesine ümit verici zengin bir koloni kazanmamıştık.” Aralık 1919’da Paris gazetesi " l’İnsransigeant " böyle yazıyordu. Gerçekten 1919’a değin Fransızlar “Kilikya” dedikleri Çukurova’yı hemen, hemen hiç tanımıyorlardı. Hatta bazen okunuş ve yazılışı birbirine benzeyen “Silesie”(SilezyaPolonya’nın güney batısında) ile karıştırıyorlardı. Fakat 1920 başından itibaren Türk-Fransız savaşı nedeniyle Fransız kamuoyu Kilikya’nın adını sık, sık duymaya başladı. Albay Bremond, Çukurova (Kilikya) ile ilgili eserinde bölgeyi “Alp dağlarına sahip bir Mısır” şeklinde tanımlar. 1919 yılı sonbaharında Pierre Loti, Çukurova’nın Türklüğünü ileri süren, Türklerin yayınladığı bir belgeyi zikrettikten sonra Çukurova ve halkı hakkında şöyle diyordu : " Kilikya, Türk vatanının en ayrılmaz parçası, hatta kalbidir; Avrupa diplomatlarının onu bir an bile esir Gnkur. ATASE Bşk.lığı Türk İstiklâl Harbi, N.Cilt Ankara 1966, s. 53 Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri, Ankara 1971, s.51 82 Osmanlı Belgelerinde Ermeniler (1915-1920), s.260-261, Erdal İlter, a.g.e.s.68 80 81 53 etme gibi haksız bir projeyi neden ve nasıl kurduklarına insan şaşar. Aslında bu ülke, kapısız yüksek duvarlarla çevrilmeye dış temaslardan korunmaya layıktır, ta ki aşırı hareketli ve dengesiz dünyamızda sükunet ve hayal için bari bir köşe kalsın. Burası, lekesiz bir dürüstlüğün gerçek yurdu, Yakın Doğunun Lövantenlerinin (Ortadoğulu Ermeni, Rum ve Suriyeli Arap Hristiyanlar yani Süryaniler v.b. azınlıklar) menfaatperestliği ve üçkağıtçılığını asla kendine bulaştırmayan bir çeşit cennettir. Bu ülkede işler yazıya dökülmeden yapılır, verilen tek söz yeter. Orada örf ve adetler saf kalmıştır; en fakir insanlarca bile yaygın bir fazilet şeklinde, şövalyece bir misafirperverlik gösterilir. İlk gençlik çağımda, bir Türk yardımcı ile, at üstünde ve silahsız Çukurova’da dolaştığımı hatırlıyorum. Pembe zakkum çiçeklerinin dağları kapladığı mevsimde idik. Her yerde, en küçük köylerde bile dost olarak karşılanıyorduk…” 83 Fransız kamuoyu Çukurova’yı, iyi tanımamakla beraber, 1919 sonlarına kadar,güçlükleri düşünmeden, istemeye devam etti. Kuşkusuz orayı, daha iyi tanıdığı Suriye’nin parçası sanmaktaydı. Çukurova’yı koloni haline sokmayı tasarlayarak, resmi makamlara raporlar bile hazırlatmıştı. Bunlardan biri Beyrut’taki Fransız Yüksek Komiserliği mensuplarından Ziraat Mühendisi Achard’a yaptırılmıştı. Mühendis 1919’da bölgeyi dolaşmış ve raporunda,”Marsilyaya çok uzak olmayan Çukurova, Fransa’nın bütün pamuk ihtiyacını karşılayabilir; bu nedenle Çukurova ile Kuzey Suriye’yi elimizde tutmak ve pamuk üretimini geliştirmekte çıkarımız vardır. Bunu yaparken, her koloniciyi bekleyen güçlüklerle karşılaşılmayacak, hem de büyük düşmanımız mağlup Almanya’nın yerine geçerek onun başlattığı eseri, tamamlayacağız.” diyordu.Görüldüğü üzere, Fransanın Avrupa’da durum üstünlüğünü ele geçirme çabası açıkça ortaya çıkmaktadır. Almanya bu savaştan yenilgi ile çıktığına göre saf dışı kalmıştı. Fransa’ya göre, ezeli rakibi olan İngiltere’nin amacı ise, Türkiye’yi Hindistan yolu üzerinde bir kale haline getirmekti. Bunu sezen Fransa, faaliyetlerini Araplarla, Türklerin dostluğunu bozarak onları İngiliz nüfuz ve çıkarlarına karşı kullanmak üzere Sykes-Picot anlaşmasının gereğini ileri sürerek bölgeyi devraldı. GÜNEYDOĞU ANADOLUDA FRANSIZ VE ERMENİLERLE YAPILAN ÇARPIŞMALAR Fransız İşgallinin Başlaması ve Türkiye’de İlk Defa Milli Mukavemet (Direnmenin) ile Kuva-ı Milliye (Milli Kuvvetler) Mücadelesinin Başlaması Ve Güney Cephesinde Milli Kuvvetlerin Özellikleri, Paris Barış Konferansında yapılan görüşmelerin mahiyeti, azınlıkların hareketleri, Türklere yapılan kötü muameler, devam eden işgaller ve nihayet İstanbul Hükümetinin çaresizlik içindeki tutumu Türk milletini bir takım kurtuluş çareleri aramaya itti. Durumun ağırlığı karşısında memleketin her yerinde kurtuluş çareleri arayan teşkilatlar kurulmaya başlanmıştı. Bunların başlıcaları şunlardı: Edirne’de Trakya-Paşaeli Müdafaa-ı Hukuk-u Heyet-i Osmaniye (1 Aralık 1918), İzmir Müdafaa-ı Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti (26 Aralık 1918), Urfa Müdafaa-ı Hukuk-u Cemiyeti (5 Aralık 1918), İstanbul’da Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti (4 Aralık 1918), Karakol Cemiyeti (Aralık 1918), Trabzon Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti (12 Şubat 1919)84 Hepsinin ortak maksadı “Mukavemet” olan bu milli teşkilatlar bir merkeze bağlı değildiler. Bu sebeple ortaya koydukları gayretler, mahalli olmaktan ileri gidemiyordu. Bunların içerisinde Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin çalışmaları şu üç noktada toplanmıştı; Pierre Loti, Çev:Tuğrul Baykent, Sevgili Fransa'mızın Doğudaki Ölümü, Kültür Bakanlığı yayını,2000,Dünya Edebiyatı Eserleri Dizisi:44, s.40 84 Nutuk, Z.Korkmaz, s.2-3 83 54 Katiyen muhaceret (göç) etmemek, derhal ilmi, iktisadi, dini teşkilat yapmak, tecavüze maruz kalacak Vilayet-i Şarkiye’nin herhangi bir bucağını müdafaada birleştirmek. Aynı tarihlerde ordu birliklerinin mütareke nedeniyle terhis edilmesi nedeniyle İstanbul’da bulunan tecrübeli komutanlar, Mustafa Kemal Paşa, İsmet Bey (İnönü), Fevzi Paşa (Çakmak), Kazım Paşa (Karabekir), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Raf Bey (Orbay), Nurettin Paşa, Kemalettin Sami Bey, Mersinli Kemal Paşa, İtilaf Devletlerinin kontrolü altındaki bu şehirde birşeyler yapılamayacağını anlamışlardı. Anadolu’daki halihazır durum silahlı bir mukavemete zemin hazırlıyordu. Anadolu’daki birliklere emir komuta etmek için gitmek gerekiyordu. Her ne kadar mütareke şartları gereği birlikler küçültülmüş, bazı silahlar teslim edilmişse de mevcut kuvvet ve silahlarla ciddi bir mukavemet başlatılabilirdi. Milletin zihnindeki milli mukavemetin fiile dönüşmesi için Silahlı Kuvvetlerin kullanılması elzem olarak değerlendirilmişti. ve diğerleri. Hepsinin arzusu memleketin istiklalini temin için bir şeyler yapabilmekti. Anadoluda’ki hareketlerden cesaretle İstanbul’da kurulacak milis düşünceli bir hükümet fikri bu komutanların zihninde idi. Ali Fuat Paşa ile Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Aralık 1918’deki görüşmelerinde varılan sonuç; “Bir milli mukavemet hareketi yaratmaktır. Ordu millet ile elele vermeli beraberce hareket etmelidir. Bu gaye ile yapılacak şeyler; askerin terhisini derhal durdurmak, silah cephane ve teçhizatı düşmana vermemek, genç muktedir kumandanları kıtaları başında bulundurmak, Anadolu’ya göndermek, milli mukavemete taraftar idari amirleri yerlerinde bırakmak” şeklinde tespit edilmişti. Bunları sağlamak için düşünülen ilk şart Kazım Karabekir Paşa’nın ifadesi ile " Münis, iyi ve bizlerinde dahil olacağı bir kabine” idi. Özellikle Mustafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nazırı olduğu bir kabine ile birşeyler yapabilme umudu vardı. Fakat yapılan temaslar sonunda İstanbul’da yapılabilecek hiç birşey olmadığı kararına varmakta gecikmediler. Ali Fuat Paşa’nın ifadesi bu kararı şu şekilde belirtmekteydi “Zamanla şu kanaate vardık; hükümette milli mukavemete taraftar genç ve enerjik kimselerin getirilmesi işi zannettiğimizden daha güçtür..… Bu vaziyet karşısında İstanbul’da mühim işler başarmaya imkan yoktu. Hadiseler bunu açıkça gösteriyordu… Milli mukavemeti İstanbul’dan değil, Anadolu’dan idare etmenin zarureti aşikardır. Faaliyetlerimizi bunun etrafında toplamalıydık.” Bu maksatla yapılan çalışmalar sonucunda pek çok tümen ve kolordu komutanlıklarına milli mukavemet taraftarı komutanlar tayin edildi. Yukarıda belirtilen ve Aralık 1918’de kurulan teşkilatlar henüz fikir düzeyinde çalışmalar yaparken, 11 Aralık 1918’de Fransız birlikleri Dörtyolu işgal etmişlerdi ve bundan 8 gün sonra 19 Aralık’ta Dörtyol’un Karaköse köyüne taarruz eden Fransızlar ilk defa Türklerin ateşi ile karşılaştılar. Bu olay Türk Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnmesi idi. Bu olaydan hemen hemen 1,5 yıl sonra ,Yunan istilasının başlangıcı ile Batı Anadolu’da Efeler ve Zeybeklerle başlayan Milli Direniş daha ziyade milis kuvvetleri şeklinde yeni, yeni icraata geçiyordu. Bu birbuçuk yıllık süre içerisinde Güneydoğu Anadolu’da ise Kuvay-ı Milliye’ye (Ulusal Kuvvetlere) katılan profesyonel askerlerin, kod adları kullanarak ve bizzat başına geçerek teşkilatlandırdıkları kuvvetler ile savaş Batı Anadolu’ya nazaran çok daha bilinçli ve düzgün cereyan ediyordu. Fransızlara Birlikte Ermenilerin Bölgeyi Ele Geçirme Çabaları, Hukuk Davaları Açmaları, ve Yaptıkları Katliamlara Karşı Sivas Kongresi Öncesi ve Sonrasında Alınan Milli Mukavemet Kararları ve Uygulama Çalışmaları Mondros Mütarekesi hükümlerine göre Osmanlı Orduları, İtilaf Devletlerinin devamlı istek ve baskıları altında Adana bölgesini en kısa zamanda terk etmek ve Anadolu içlerine çekilmek zorunda kalmışlardı.Güçlüklere rağmen, yapılan ciddi çalışmalarla 26 Aralık 55 1918’de Pozantı’ya kadar Adana ili Osmanlı ordu birlikleri tarafından boşaltılabilmişti. Adana ilinin İngiliz Yüksek Komiserliğinin baskısıyla boşaltılması, burasının İtilaf kuvvetlerince askeri işgal altına alınması ihtimalini belirtmekte idi. Nitekim Payas- Kilis çizgisinin güneyinde bulunan İtilaf kuvvetleri, Adana bölgesini hemen işgale başladılar. 11 Aralık 1918’de de Fransız Kuvvetleri Dörtyol’u işgal ettiler 85. Bu kuvvetlerin arkasından Ermeni alayına ait bazı birlikler de gönderildi. Bunlar Dörtyol dolaylarındaki köylerde işkence ve zulüm yapmaya başladılar. Çok üzgün olan halk kendi durumlarından endişeye düştüler. Dörtyolun hemen güneyinde Özerli köyünden Hacı Hüseyin oğullarından Emin Hoca Başkanlığında üç kişilik bir heyet Fransız kuvvetlerinin ve özellikle Ermenilerin yaptıkları işkence ve zulümlerin Fransızlar tarafından korunduğunu ileri sürerek bölgede bulunan İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığına şikayette bulundular. Heyetin şikayetleri üzerine Dörtyol’a bir Hint müfrezesi gönderilerek asayişsizliğin önü kısmen olsun alınabildi ve geçici bir sükunet meydana geldi 86 Bir müddet sonra Döryol’a yakın Özerli köyünde Fransız askerleri halka yine hakaret etmeğe başladılar. Bu hakaretlere tahammül edemeyen köy halkı karşı koyduklarından Fransız ve Ermenilerden bir müfreze halkın malını yağma etti ve köy ihtiyar heyetinden Muhtar Şeyhmuz Zade Mehmet ağa ile üye Abdülkadir ağa zade Yusuf ağayı elleri bağlı olarak Fransız İşgal Komutanının kapısı önünde süngülemek suretiyle şehit ettiler (2). Bu cinayetten sonra da Dörtyol’un hemen güneyinde bulunan Karakese Köyüne taarruz ettiler. Buradaki halk kendilerini savunmak için Dörtyol’a ve Özerli’ye giden yolları taştan barikatlar yapmak suretiyle kapattılar ve buraya gelen Fransızlara ateşle karşı koydular. Fransızlar, bu umulmayan karşı koymada büyük şaşkınlığa uğradılar. Dörtyol’a çekilmek zorunda kaldılar. 19 Aralık 1918’de yapılan bu çarpışma Türk milletinin saldıran düşmana karşı ilk ayaklanması ve silahlı direnişidir. Dörtyol’a dönen Fransız müfrezesi Jandarma komutanı Teğmen Hasan’ı sebepsiz yere ağır surette yaraladı. Fransızların ve Ermenilerin Dörtyol’da cinayetleri devam ediyordu. Bu sırada Karahasan’ın kardeşi Osman’ın Kurtkulağı’nda şehit edilmesi, halk arasında nefret ve mücadeleye başlama kararı almalarına yolaçmıştı. Bunun üzerine Karahasan, çevresine topladığı silahlı hemşerileriyle, Fransız kuvvetlerine rastladığı yerde taarruz etmeye başladı. 1919 başından itibaren harekete geçen Karahasan ve arkadaşları Türkiye’de ilk Milli Mukavemet Birliğini meydana getirmiş bulunuyorlardı. Karahasan’ın başarıları , Dörtyol ve çevresi bölgesinde bulunan halkın, milli kuvvetlere karşı ilgi ve yardımlarını sağlamış oldu. Her genç, sahip olduğu hayvan ve mallarını satmak suretiyle tedarik edebildiği para ile silah satın alarak Karahasan’ın kurduğu milli kuvvetlere katılmaya başladı. Bu suretle bölgede Karahasan Müfrezesi adıyla büyük ve kuvvetli bir milis birlik kurulmuş oldu. Kısa zamanda üçyüz kişiyi bulan bu kuvvetler Nur dağlarına sığınarak zaman zaman Fransızların ve İngilizlerin geçtiği yollarda pusu kurarak baskın tarzında taarruza başladılar. Karahasan kuvvetlerinin taarruzlarından son derece güç bir duruma düşen Fransız ve İngiliz kuvvetleri 5 Eylül 1919’da bu milis kuvvetlerini ortadan kaldırmak maksadıyla, Nur dağlarını taramaya giriştiler. Karahasan kuvvetleri ise Dörtyol’un güney doğusunda savunma için tertiplenmiş bulunuyordu. Fransız ve İngiliz birlikleri Karahasan’ın direnişi karşısında Dörtyol’a çekilmek zorunda kalmıştı. Muharebe altı saat devam etmişti 87. Bu başarıdan sonra Milis komutanı Karahasan’a halk tarafından “Paşa” ünvanı verildi. Sonuçta Fransızlar Güneydoğu Anadolu’nun özellikle Adana-Antep-Maraş bölgesinin askerden arınmış olması nedeniyle hiç mukavemet görmeksizin en kısa zamanda işgal edilebileceğini sanmakla ne kadar 85 86 87 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Türk İstiklal Harbi I.C.(Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı) s.70 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Türk İstiklal Harbi, N.Cilt Ankara 1966, s.55 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Türk İstiklâl Harbi IV nci Cilt, Ankara 1966, s.56 56 yanıldıklarını anladılar. Çünkü bölge halkı karşı harekatı başlatmış ve bağrından halk kahramanları çıkarmaya başlamıştı bile. Öte yandan bir kısır görüşlü bir aşiret reisi “Ali Batı” bölgedeki kargaşalıktan istifade ederek bir pay koparabilirmiyim hayali ile düşmanla işbirliği yaparak halkı soymaya çalışıyordu.88 Midyat’ın güneyinde bulunan aşiretlerden en önemlisi olan Hayergi Aşireti Reisi Ali Batı mütarekeden sonraki düzensizlik ve karışıklıktan faydalanarak Mardin iline hakim olmak amacını gütmeye başladı. İngilizlerle işbirliği yapan bu adam bölgenin Süryani büyükleri ile de anlaştı. Ali Batı; “Hükümet zayıf düşdüğünden, padişah bu yörenin muhafazasını bana emanet etti. Yakında Mardin’de oturarak buraları muhafaza edeceğim” gibi propagandalar yaparak bölgedeki aşiretlerin büyük kısmını nüfuzu altına almış oldu. Bu azılı haydut 11 Mayıs 1919 günü 500 kadar silahlı ile Nusaybin’e gelerek Kaymakamı tahkir etti ve halktan da para topladı. 18 Ağustos 1919’da bulunduğu yer basıldı çarpışmadan sonra Ali Batı ölü olarak ele geçirildi. Sykes-Picot Anlaşmasına göre, İngilizlerin Kilis’i boşaltmak zorunluluğunda bulunması üzerine, 29 Ekim 1919 günü Fransızlar, Ermenilerin de bulunduğu bir taburla Kilis’i işgal ettiler. Fransızların gelmesiyle Ermeniler, Türk şeref ve namusuna da sataşmaya, milli ve dini inançlarımızı lekelemeye ve kadınların çarşafların yırtmaya yüzlerini açmaya başladılar. Halk arasında kaynaşmayı, Jandarma bölük komutanı ve diğer Jandarma subayları yanlarına aldıkları erleriyle durdurmaya uğraşmasalardı, Kilis’te bir katliam olacaktı. Fransızlar da usulen, işgal kuvvetlerine karşı herhangi bir harekete girişilmemesi hakkında tehdit edici bildirge yayınladılar. Bu hal işgal kuvvetleri nezdinde protesto edildi. Ermeniler, Fransızlara istediklerini kolaylıkla yaptırmakta güçlük çekmiyorlardı. Bu durum karşısında Kilis’de halk arasında derin bir nefret uyandı, fakat şehirde Fransız kuvvetlerinin çokluğu dolayısıyla karşı koymak için çalışmalar yapılamıyordu. Maraş'daki Çarpışmalar; Fransızlar 29 Ekim 1919 Çarşamba günü Maraş’a gelerek İngiliz komutanı ile görüştüler. Ertesi günü (30 Ekim 1919) içerisinde Ermeni (Legion D’ orient) alayından bir tabur bulunan Fransız birlikleri tarafından, Maraş işgal edildi. Bunların sayısı; 400 kadar Ermeni, 100 Fransız ve 50 Cezayir süvarisinden ibaretti. Ermeniler, Fransızları İngilizlerden daha gösterişli bir şekilde bando ve çiçek buketleri ile karşıladılar. “Kahrolsun Türk Padişahı, kahrolsun Türkler, yaşasın Fransız ve Ermeniler” diyerek ortalığı çınlatıyorlardı. İngilizler, Maraş’ı Fransızlara devrettikten sonra Maraş’dan tamamen ayrıldılar. Maraş’ın İngilizler tarafından Fransızlara devredilmesi Ermenilerde kendilerine bağımsızlık verileceği kanısını doğurmuş ve büsbütün taşkınlıklarına sebep olmuştu. Bu halde bütün Türk milletini ve dolayısıyla Maraş, Urfa, Antep’i harekete getirdiği gibi, bölgede bulunan Türk kuvvetlerini ve Heyet-i Temsiliye’yi uyarmış, esaslı tedbirler alınmasını gerektirmişti. Olay karşısnda, Maraşlı doktar Mustafa ile birlikte bir kaç arkadaşı Elbistan’a giderek Heyet-i Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal (Atatürk) ile telgrafla görüşmüşlerdi. Ayrıca Kuvayı Milliye teşkilatını kurmak için gerekli temaslarda bulundular. Elbistan bölgesi de Maraş sancağı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne bağlanmış, gerekli silah ve cephane tedarikine girişilmişti. Maraş’ın kurtuluşunda Elbistan, adeta bir idare merkezi durumunda idi. Çünkü Sivas’taki 3 ncü Kolordunun bölgesi olan Maraş harekatı, bu kolorduca kısmen Elbistan’dan idare edilmekteydi. 31 Ekim 1919 günü birkaç Fransız askerinin önüne düşerek Maraş’da çarşıyı gezdirmek için Uzunoluk’a gelen Ermeni gönüllüleri, o civardaki hammadan çıkan kadınları görerek, sarkıntılık ettiler ve peçelerini yırtarak bir kaçının bayılmasına ve ötekilerinin de bağırarak kaçışmalarına sebebiyet verdiler. Bunları korumak isteyen civar kahvelerdeki 88 Nutuk, Z.Korkmaz, s.258-265 57 Türklerden de ikisini yaraladılar. O sırada sütçülük yapan ve “Sütçü İmam” diye anılan bir ihtiyar, kadınlara taarruz eden ve erkekleri yaralayan bir kaç azgın Ermeniyi tabancasıyla vurup kaçtı. ve bugün bu hareketi ile bir anda Maraşlıların gönüllerini feth eden bu kahraman, Maraş’ın kurtuluşuna önder oldu. Sütçü İmamın halen Maraş’da yapılmış bir anıtı bulunmaktadır. 1 Kasım 1919 günü Zeytinlik’te boğazlanmış ve parça parça edilmiş bir Türk genci cesedi bulundu. Tiyetli oğlu Kadir adındaki bu genç, yakalanamayan Sütçü İmam’ın dayısının oğlu idi ve Maraş’ın ilk şehidi oldu. Bu olaylardan birkaç gün sonra Fransızlar, Maraş Ermenilerine gizlice silah dağıtmaya başladılar. Bunu gören bir Türk polisi ile bir Türk gencini, hükümete haber verirler korkusuyla, öldürüldüler. Dağıtılan silahlar, İngilizler tarafından mühürlenmiş olan Türk silah deposundan ve cephaneliğinden alınmışlardı. Ermeni askerlerden bezginlik getirmiş olan Maraşlıların şikayeti üzerine; Fransızlar, Ermenileri geriye alıp yerine Müslüman asker getireceklerini bildirmişlerdi. Gerçekten 8 Kasım 1919’da Adana’dan iki bölük kadar Cezayir’li süvari kuvveti geldi ise de Ermeni askerleri geriye alınmadılar. Bunlar, sadece kışladan dışarı bırakılmamakta idi. Fransızlar, Maraş’ın Türk halkını Ermeni askerlerden kurtarmak için söz verdikleri halde yapmadılar, aksine olarak Maraş’ı daha çok takviye etmiş oldular.13/14 Kasım 1919 gecesi Mercimektepe yönünden tüfek sesleri gelmişdi ve hükümet konağından çıkan inzibat kuvveti buna karşılık ateşe başladı. Bunun üzerine Fransızların bulunduğu kışlaya doğru kaçışma olmuş ve silah sesleri kesilmişti. Sonradan bunların Ermeni askerleri olduğu anlaşıldı. Maksat, şehirde, asayışsizlik ve kargaşa çıkarmaktı. Yapılan şikayet üzerine bu olayı yerinde incelemek için, Osmaniye Askeri Valisi Andrea, Maraş’a geldi. Ermenilerle valinin emrinde bulunan bazı hainler, Fransa Dışişleri Bakanlığına “Maraş ileri gelenleri” imzası ile bir telgraf çekmişler, valiliğin bu adama verilmesini istemişlerdi. Olay, Mustafa (Atatürk) tarafından duyulunca, mutasarrıf ağır bir şekilde kınandı. Bir süre sonra Maraş askeri valiliğinin de Andrea’ya verildiği duyuldu. Andrea, Maraş’a geleceğini bildirerek büyük bir kalabalık tarafından karşılanmasını istedi. Gerçekten 26 Kasım’da Maraş’a geldiği zaman Ermeniler tarafından büyük bir karşılama töreni yapıldı. Her gece olduğu gibi Ermenilerden birinin evine ziyarete gitmiş olan askeri vali, evin kızı ile dansetmek istedi. Ermeni kızının Fransız ve Ermeni bayraklarının dalgalanmadığı yerde, maalesef dans edemeyeceğini söylemesi üzerine, vali, Maraş kalesinde dalgalanmakta olan Türk bayrağının indirilmesini emretti. Ertesi günü 28 Kasım 1919 Cuma sabahı uyananlar Türk bayrağının yerine Fransız bayrağının asılmış olduğunu gördüler. Evi kale ile karşı karşıya olan avukat Mehmet Ali’de bayrağı yerinde görmeyince çok üzülmüş ve Maraşlılara bir yazı yazmak lüzumunu duymuştu. Hemen kaleme aldığı aşağıdaki yazıyı ayrı ayrı zarflar içine koyarak, Ulu camide namaz kılmaya gelenlerin okuması için caminin birkaç yerine bırakmıştı: “ Ey asil Türk milleti, milli varlığın ve dinin ölüyor. Dedelerinin kanı karşılığında fethettiği kalenin burcundaki Al Sancağın Fransızlar tarafından indirilmiştir. Acaba sende bunu yerine koyacak birkaç damla Türk kanı yok mu? Soğuk kanlılıkla ve korkmadan Al sancağımızı tekrar yerine koyalım ve gurur ile yerlerimize dönelim. Korkma, seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz, sen varlığını gösterecek olursan, değil birkaç yüz Fransız askeri, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol.” Bu yazı elden ele dolaştı. Cuma namazı vakti yaklaşmıştı. Cuma namazında camide ve cami avlusunda bulunanların sayısı bini geçmişti. “ Egemenlik olmayan yerde, cuma namazı kılınmaz.” diye söylenenler vardı. Heyecan gittikçe artmaya başladı. Bu büyük topluluk, bazılarının ellerinde Türk bayrağı olduğu halde ağır ağır ve tam bir sükunetle Maraş Kalesine doğru ilerlemeye başladı. Kale bedenine gelince her taraftan hücum eder gibi tırmanılmaya başlandı. Bazı gençler de, Fransız askerlerine karşı, geriyi güvenlik altında bulunduruyorlardı. Kale içinde bulunan bir manga kadar Fransız askeri ellerini kaldırarak teslim oldular. 58 Kaleye ilk girenlerden “Onbaşı” adıyla anılan Zelka Hocaoğlu Osman, Fransız bayrağını indirdikten sonra bir tarafa atılmış olan Türk bayrağını görerek yerden aldı, öperek başına koydu ve büyük sevinç gösterileri arasında direğe çekti. Türk bayrağının yerine çekilmesini bütün Maraşlılar sokaklara, evlerinin damlarına ve ağaçlar üstüne çıkarak bekliyorlardı. Bu mutlu anı görünce büyük bir sevinç meydana geldi. Maraş, bu andan itibaren bağımsızlık için ölmeye manen karar vermiş bulunuyordu. Kaleden inenler sükunetle ilerleyerek hükümete gittiler ve evinde bulunan Mutasarrıf Ata Bey’i telefonla dairesine davet ettiler. Bir süre sonra askeri vali Andrea’da hükümet konağına geldi. Görüşme sırasında Ermeni tercümanının “ bir bez parçası için bu kadar gürültü çıkarmaya ne lüzum var” dediği duyuldu. Bunun üzerine halk tercümanın üzerine atıldı. Andrea’nın yaveri ise taşıdığı kamayı çıkarark halk üzerine saldırdı. Bu anda Kayabaşılı Nacar Ahmet oğlu Mehmet ve Kocabaş Hacı Naci oğlu Mahmut derhal saldırganın üzerine atılarak elinden kamasını aldılar ve bu adamı dövmeye başladılar. Maraş Jandarma Komutanı araya girmeseydi, Ermeni tercüman ile yaveri linç edileceklerdi. Olay karşısında Andrea, oradaki Fransız Jandarmalarına silah kullanmak emrini verdi. Fakat hazır bulunan Türk Jandarma erleri kendiliklerinden derhal süngülerini taktılar ve Fransız Jandarmalarından önce silaha davrandılar. Mutasarrıfın ve Fransız askeri valisinin araya girmesi üzerine güçlükle sükunet sağlanarak halk yavaş yavaş dağıldı. Böylece kahraman Maraşlıların kaleye çektiği şerefli Türk bayrağının ebediyete kadar dalgalanacağı bütün dünyaya bir kere daha gösterilmiş oldu. İstanbul’u işgal altında bulunduran müttefiklerin bölgede yüksek komiserleri vardı. Bunlardan biri de ABD Filosu komutanı Amiral Mark Lambert Bristol’dü. Amiral Bristol 23 Mart 1920’de yazdığı raporunda, Maraş olayları konusunda Fransa’yı suçluyor ve “ TürkErmeni meselesi Fransa’nın kışkırtmasıdır. Ermenilerin sistematik biçimde öldürüldüğüne ve bunun bir katliam olduğuna inanmıyorum ” diyordu 89. Fransızlar, 30 Ekim 1919’da otomobillere bindirilmiş 300 mevcutlu bir kuvvetle Urfa’yı işgal ettiler. Fransız askerlerinin Urfa’ya girerken bir kısmının Türkçe şarkı söylemelerinden içlerinde Fransız üniforması giymiş Ermenilerin bulunduğu anlaşılmıştı 90 . Fransızlar Urfa’ya gelir gelmez jandarma tabur komutanına işten el çektirdiler ve Sürüç kaza kaymakamı ile jandarma komutanını tutuklayarak Adana’ya sürdüler. Bu idarecilerin vatanlarına hizmet etmek ve Fransızların emellerine boyun eğmemekten başka suçları yoktu. Ayrıca, kendilerine hizmet edenlerin yakınlarını hapishaneden çıkardılar. Bu suretle Fransızlar, devletin iç işlerine ve hatta adliye işlerine el atmış oldular. Bu durum Urfa Mutasarrıfı tarafından gerekli makamlara bildirilmişse de bir sonuç alınamamış ve ancak halkın kendi kendisini koruyabileceği kanısına varılmıştı. Antep şehri de 5 Kasım 1919 günü Maraş ve Urfa gibi Fransızlar tarafından devralındı. Şehre ilk giren Fransız kıtalarını ; bir Ermeni taburu, bir Afrika avcı bölüğü ve bir Fransız bölüğü oluşturuyordu. Fransızlar İngilizlerden daha büyük bir gösteri ile Ermeniler tarafından karşılandı. Özellikle Fransız kıtaları arasında bir Ermeni taburunun bulunması, onları ayrıca coşturmuştu. Bu olaylar dolayısıyla Antep Türkleri çok üzgündüler. Hiç hakları yokken Türk topraklarının bir düşmandan diğer bir düşmana devredilmesi Türk haysiyetine ve gururuna indirilmiş bir darbe olarak kabul ediliyordu. Bu olay, Antep halkını harekete geçirmişti. Önce büyük bir miting yapıldı ve Antep’deki Fransız komutanına bir protesto mektubu gönderildi. Diğer taraftan Diyarbakır’da bulunan 13.Kolordu Komutanı da işgal olaylarını protesto etti Buna karşılık, Fransızlar Antep’de diğer yerlerde olduğu gibi, yolsuzluk yapmaya, en küçük bahanelerle Türkleri ezmeye ve Ermenileri açıkça korumaya başladılar. Daha 89 90 Ergun Hiçyılmaz, Güneş Gazetesi, 25.4.1982, “Dörtlerin Ermeni Politikası” Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/2306, Dosya No.27 59 geldikleri gün Akyol polis karakolu üzerindeki Türk bayrağını indirmek istediler. Halkın müracaatı üzerine yersiz hiddet gösteren Fransız Komutanı bu kez resmi daireler üzerine de Türk bayrağı çekilmesini yasak etti. Fransızların sözde başarısı demek olan bu olaylar, Ermeni ve Fransız taşkınlıklarını daha çok artırdı. Sokkalarda kadınların zorla yüzleri açılıyor, çarşafları yırtılıyor ve yalnız rastlanan Türkler öldürülüyordu. Ermeni mahallelerinde dolaşılmaz olmuştu. Fransız kıyafetli Ermeni askerlerinin saldırısına uğrayan bir kadını korumak isteyen 7-8 yaşlarındaki oğlu Mehmet, süngülendi. Bunun üzerine bütün dükkanlar kapatıldı, protestolar yağdırıldı. Fransızlara açıkça düşmanlık gösterilmeye başlandı. Yaptıkları hatayı anlayan Fransızlar, Ermeni taburunu bir Cezayir avcı taburu ile değiştirdilerse de bu olay, kırılan Türk şeref ve haysiyetini tamir edemezdi ve edemedi. Haksız işgallerle, Müdafaa-i Hukuk Teşkilâtı Genel Merkezi yakından ilgilenmekte, kendi teşkilatını ve milleti uyarmakta idi. Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’de bir yayın ile Fransızların bütün kurullar ve millet tarafından protesto edilmesini önemle bildiriyor ve şöyle diyordu : “ Mütareke maddelerine esasen aykırı olarak İngilizler tarafından işgal olunan Antep ve Maraş dolaylarının, Fransızlara devredilmesi asla uygun olamaz. Hükümet, halkın hukukunu ayaklar altına alan bu işgali, Türk hükümeti muhtelif hükümetler nezdinde protesto etmekle, vatanın en küçük parçasının bile ayrılamayacağını, büyük mitingler yapmak suretiyle cihana ilan etmelidir. Müdafaai Hukuk Heyeti ve belediye başkanları tarafından protesto edilmesi ve bu haksızlığın düzeltilmesi istenmelidir”. Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçmesinden sonra, 8 Ağustos 1919 da memleketi haksız olarak işgal eden İtilâf Devletlerine karşı, Türk bağımsızlığını koruma uğrunda milli kuvvetlerin kurulması, devlet ve milletin kendi iradesine hakim olması bütün Türk milletine bildirildi. Komutanların, emir dahi verilse, güvenilir kişiler yerine gelmedikçe, komuta kademelerini bırakmamaları orduya emredildi. İstanbul Hükümeti tarafından bazı birliklerin lağvı hakkında verilen emrin uygulanmaması kesinlikle bütün birlik komutanlarına bildirilmişti. Bu kesin emirleri veren Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, milleti milli gaye uğrunda kurulmuş olan Müdafaai Hukuk ve Reddi İlhak Cemiyetleri gibi teşkillerin yardımına koşmaya ve beraber çalışmaya çağırıyordu.Bu emirler, bütün komutanlıklara, vilayetlere, sancaklara ve Müdafaai Hukuk teşkillerine ulaştırılmış ve memleket ileri gelenlerine de duyrulmuştu 91. Diğer taraftan Güneydoğu Anadolu bölgesinde yapılan ve Sivas Kongresince saldırı olarak belirlenen konular şunlardır ; Siyasi, sosyal, ekonomik ve her türlü baskılarla Türkler müşkül duruma düşürülmüş ve sosyal üstünlüğü yok edilerek yavaş yavaş halk göç etmeye zorlanmıştır.Yabancı ve özellikle Fransız üniformasıyla Ermeni kıtaları bölgeye gönderilmiş ve buralardaki Ermenilerin yabancı kıtalara katılması suretiyle takviye edilmesi sağlanmıştır. Böylece Ermenilerin katliamlarını rahatça yapmaları Fransızlar tarafından sağlanmıştı. Türk vatanının diğer yerlerde ve özellikle Diyarbakır bölgesiyle Halep, Suriye bölgelerinde bulunan Ermenilerin göçleri sağlanarak veya kolaylaştırılarak Adana, Maraş, Antep ve Urfa bölgesinde Ermeni nüfusunun çoğunluk haline getirilmesine çalışılmış, halk arasında birçok ayırıcı olaylar çıkararak birlik ve beraberliğin bozulmasına çaba harcanarak yabancı himayesi zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bunun üzerine, Sivas Kongresinde Güneydoğu Anadolu bölgesini ilgilendiren şu kararlar alınmıştı : “Doğu Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti” adı, bütün ülkeyi kapsayacak şekilde “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti” şeklinde değiştirildi.Doğu Anadoluyu temsil eden Heyeti Temsiliye, vatanın bütününü temsil eder, kuralı getirildi. Her türlü işgalin ve 91 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Türk İstiklâl Harbi IV ncü Cilt, Ankara 1966, s.63 60 özellikle Rumluk ve Ermenilik teşkiline ait çalışmaların kabul edilmemesi için işbirliği yapılması esası kabul edildi.Genelde Doğu Anadolu’dan bahseden Erzurum Kongresi’nin 4 ncü maddesi Türk vatanının herhangi bir kısmının ihmal ve terk edilmesinin asla caiz olamayacağı ve Türk Vatanının heyeti umumiyesinin ayrılmaz bir bütün olduğu kararlaştırılmıştı. Sivas Kongresinde, Doğu Anadolu’nun savunmasının bütün Türkiye için genişletilmesinden başka, ayrıca Türk askerinin hiç bulunmadığı Adana bölgesinde de savunma için yapılacak teşkiller ve kurulacak Milli Ordu hakkında kararlar alınmış ve bunun için esaslı bir nizamname dahi hazırlanıp yayınlanmıştı. Bu arada bölgenin güvenlik bakımından güçlendirilmesi amacıyla kuvvet tahsisi kararlaştırılmış ve bunun gerekçesi aşağıdaki şekilde açıklanmıştı. Mütarekeden sonra Osmanlı Hükümetinin; Adana vilâyetiyle Antep, Maraş ve Urfa sancaklarını askeri kuvvetlerden boşaltmak gafletinde bulunmuş olmasından istifade edilerek, bu bölgedeki Ermeniler, İngiliz ve Fransız desteği altında bir varlık göstermek hevesiyle her türlü haksız ve hukuk dışı işlere girişmeye başladılar. Ermeniler, Türklere karşı akla gelmeyecek insanlık dışı hareketlerde bulundular. Önceleri çeşitli sebeplerle göç eden Ermenilerin (100 bin kişinin üstünde) bu bölgelere yeniden yerleştirilmek istenmesi ve bir Ermeni devleti kurulması çabaları bütün hızıyla devam etmektedir. Buna karşılık, işgal bölgesinde, Fransızların ve İngilizlerin baskısı altında bulunan ve henüz bir cemaat teşkiline bağlanmamış ve kendi başlarına kalmış olan Türk varlığı hiç bir şey yapamamaktadır.Yalnız olarak yapılan fedakârlıklar da ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Milli bağımsızlık ve vatanın bütünlüğü bakımından Türk vatanında yaşayan bütün Müslüman halk, bir inanç etrafında birleştirilecektir. Mütarekenin imza edildiği 30 Ekim 1918 tarihinde bayrağımız altında kalan sınırlar içindeki vatan parçaları her türlü saldırı ve taarruza karşı sonuna kadar savunulacaktır. Sivas Kongresinde gerçek şeklini alan (Anadolu ve Rumeli Müdafaayi Hukuk Cemiyeti), geçici bir işgal bahanesiyle ana vatandan zorla koparılmak istenen parçasının işgali gibi kötü sonuçlara seyirci kalamaz. Bu bölgede gerek yabancı işgali ve öldürmeler, gerekse perde arkasında uygulanmak istenen Ermenilik gayelerini derhal durdurmak ve çoğunluğu teşkil eden Türk halkının haklarını koruyarak bu bölgedeki düşmanları kovmak ve işgalden kurtarmak amacıyla yer yer kurulmak istenen milli teşkillerin düzenli ordulara bağlanması gerektir. 92. Birliklerin mevcutları çok az ve Çukurova bölgesine çok uzak idiler. Esasen İstanbul Hükümeti tarafından kıtaların İtilâf Kuvvetlerine silâhla karşı koymamaları emredilmiş bulunduğundan, bu birlikler kendi bölgeleri içinde kurulacak yeni bir teşkilat ile, milli kuvvetleri (Kuvayı Milliye) takviye ve yardım etmekten daha ileri gidemiyordu. Bu teşkilât, çok gizli tutularak, Teşkilâtın muhafaza ve emniyeti bakımından emniyet kuvvetleri ve müfrezeler teşkil edilerek vazifelendirilecekti.Ayrıca halkta bozgunluk yaratmamak için özellikle Maraş ve Antep bölgelerine şu direktifler verildi 93.“Arazi ve emlak ancak Türklere satılacak ve yabancılarla, Hıristiyanların araziye sahip olmalarına meydan verilmeyecektir. Türk olmayan tüccarlara ve kişilere sıkı bir boykot uygulanarak alış veriş Türkler arasında yapılacaktır.Halk arasında düşmana karşı birlik ve beraberlik kurulmasına çalışılacak, herkes birbirine karşı ve milli maksatlar uğruna mal ve beden bakımından yardım etmekle görevli tutulacaktır. Köyler ve nahiyelerde yardım sandıkları meydana getirilecek, millet uğrunda çalışan personele ve ailelerine yardım yapılacaktır. Jandarma, polis, orman, köy ve çarşı bekçiliği ve diğer koruma kollama görevlerinde Türklerin kullanılması sağlanacaktır. Bu kuvvet personelinin kesin olarak sıkı bir disiplin altında tutulması sağlanacaktır.Teşkilât başkanlarının ve personelin güvenle çalışması için gerekli emniyet tedbirleri alınacak ve kişisel güvenlikleri sağlanacaktır. Bu cümleden olarak teşkilata karşı koyan nüfuzlu şahısların etkisiz bırakılmasına da özen gösterilecektir.Mili kurulların idaresi kesinlikle ordu subay ve 92 93 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.1/105, Dosya No.23 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Türk İstiklâl Harbi IV ncü Cilt, Ankara 1966, s.63 61 astsubaylarının ve özellikle başkanlıkta büyük hizmete layık tecrübeli diğer vatanseverlerin eline verilmeli ve bu maksatla bölgelerinden seçilerek gönderilmelidir”. Bu esaslara göre Milli Ordu teşkilinde alınacak tedbirler için şu direktifler verildi : “ Milli Ordu teşkil edilecektir. Bu teşkiller ne kadar gizli kalırsa o kadar başarılı olur. Bunu da islâm cemaati teşkilleri şeklinde kurmak ve milleti islâm mâbetleri etrafında birleştirerek hukukun korunması amacına dini ve ruhani esaslarla kutsal bir şekil vermek pek çok başarı sağlar. Bu esasa göre, cami veya mescidi olan her köy ve mahalli bir piyade takımı sayılarak bu takımın idaresi mescidin imam ve müezzini veya köyün hocası gibi din adamlarına veya bu sıfatı takınacak olan gönüllülere teslim edilecektir. Sayısı fazla olacak takımlara komutan tedariki mümkün olmazsa terhis edilmiş kudretli çavuş ve başçavuşlardan faydalanılacaktır.Her nahiye merkezi bir bölük ve her kaza merkezi bir tabur heyeti teşkil edecektir. Askerlik şube başkanları tabur Komutanı, askerlik şubelerindeki subaylar da bölük komutanı olarak atanacaklardır.Cami ve mescitlere veya buraya yakın ve gizli yerlere veyahut da kontrol altında olmayan askerlik şubesi depolarına gizlemek üzere nizami kolordular şimdiden silahlarla, cephane vesair gereken gereçleri göndererek hazırlığa başlamalıdırlar. Milli Ordunun iskeletini, takım, bölük, tabur teşkilâtı vücuda getirecektir. Sonra genel bir plan gereğince bunların seferberliği kolaydır. Bu maksatla nizami kolordular, bölgenin durumunu göz önünde tutarak bir yönetmelik hazırlamalıdır.Gönüllü müfrezeler, saldırıya uğrayan köy ve kasabaları savunmayacak kadar zayıf ise, heyetin kararı ve askerlik şube başkanlıklarının emirleriyle bu köy ve kasabalardaki milli ordu takımları gizli bir surette silah altına alınabilir. Hükümet ve bölge heyetlerinin, askeri kurulların ve milli kurulların kurulacak olan bu milli teşkillere üstün derecede yardımda bulunması başarı için şarttır”. 94 Fransızların Adana, Maraş, Antep ve Urfa bölgelerini işgal etmeleri üzerine bu direktif gereğince her tarafta yerli halkın teşebbüsü ile milli müfrezeler kurulmaya ve düşman kuvvetlerine baskınlar yapılmaya başlanmıştı. Sivas Kongresinden sonra Kuva-i Milliye (Milli Kuvvetler) teşkilâtı, Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’in emir ve direktifleriyle de düzenli bir halde tamamlandı. Bu kuvvetlerin başına subaylar, komutan olarak atanmış oldu. Kozan’ın Fransızlar tarafından işgali üzerine, Kozan’dan kaçarak Kayseri sancağına bağlı Develi kazasına sığınan üç kişilik bir heyet, Sivas Kongresi sırasında, memleketin savunulması için gereken direktifleri almak üzere Sivas’a gelmiş bulunuyordu. Heyeti Temsiliye 30 Ekim 1919 günü akşamı Sivas Lisesi salonunda toplanarak Adana durumuna ait kendilerinden bilgi almak üzere Kozan Heyetini de davet etti. Bu heyet Kurtoğlu Hulusi, dava vekili Mustafa ve Halil efendilerden ibaretti 95. Heyet Kozan sancağından başka yerlere dair bilgilerinin olmadığını ve fakat bütün Kozanlıların Fransız işgal kuvvetlerine karşı koymak istediklerini, silah ve cephanelerinin olmadığını, buna karşılık malca ve bedence her türlü yardımdan çekinmeyeceklerini bildirdi. Ayrıca Kayseri sancağına bağlı Develi kazası bölgesinde bulunan Aydınlı aşiretinin çıkarabileceği 5000 kadar silahlı kuvvetten faydalanmanın mümkün olabileceğini de açıkladı. Kozan Heyetinin bu açıklaması, kongrede memnunluk yarattı ve bölgede teşkilat (Kroki-3) yapılması hakkında kararlar verilerek topçu Binbaşı Kemal (Korgeneral Doğan takma adıyla) Kilikya Kuva-i Milliye Komutanlığına atandı. Piyade Yüzbaşı Osman Nuri (Tümgeneral Tufan) de komutan muavinliğine verildi. Topçu Binbaşı Kemal (Kozanoğlu Doğan Bey) ve Piyade Yüzbaşı Osman Nuri’de (Aydınlıoğlu Tufan Bey) olarak ile vazifeye başladılar. Bundan sonra da, Sivas’daki Heyeti Temsiliye tarafından Yüzbaşı Salim (Kurtoğlu Yörük Salim Bey) ve Üsteğmen Asaf (Kılıç Ali Bey) takma adlarıyla Maraş bölgesi Kuva-i Milliye teşkilatına memur edildiler. Aslında bir piyade subayı olan ve milli mücadelenin başında Kayseri Jandarma Taburuna atanan fakat milli faaliyetlerde bulunduğundan dolayı şube emrine alınan Edirneli Yüzbaşı Ratıp (Tekelioğlu Sinan Bey) takma adıyla Heyeti Temsiliye Başkanı 94 95 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.1/4282, Dosya No.18-22 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.1/4282, Dosya No.11-24 62 Mustafa Kemal ile yaptığı telgraf muhaberesinde Adana bölgesi Kuva-i Milliye Komutanlığına atandı. Kozan sancağında da Jandarma Komutanı Yüzbaşı Ali Rıza, Fransızların kuşkulanması üzerine Urfa’ya atandırıldı. Daha batıda, Silifke havalisinde de Emin Arslan Bey Kuva-i Milliye teşkilâtına memur edilmiş bulunuyordu.Bu suretle Maraş’tan Silifke’ye kadar olan bölgede Kuva-i Milliye işleri düzenlendi. Tekelioğlu Sinan Bey’in bu göreve atanması dolayısıyla bölge ikiye ayrıldı : Doğu Bölgesi komutanlığına, Aydınlıoğlu Tufan Bey, Batı Bölgesi komutanlığına ise, Tekelioğlu Sinan Bey memur edildi.Bütün Adana bölgesi Kuva-i Milliye Komutanlığına da Kozanoğlu Doğan Bey atandı. Adana bölgesinin batısında Silifke ve Mersin bölgesi bulunuyordu Ayrıca Antep ve Maraş’da Kuva-i Miliye teşkilâtı, kendi bölgelerinde, ileri gelenler tarafından düzenlenmekte ve verilen talimata göre gelişmekteydi. İslahiye, Kilis, Osmaniye ve İskenderun bölgesinde de düzenli Kuva-i Milliye teşkilâtı kurulmaya başlamıştı. Buralarda Yüzbaşı Kâmil (Polat Bey) ve Kilis’li Üsteğmen Yusuf Rıza (Arslan Bey) çalışıyorlardı 96. Tekelioğlu Sinan Bey (Paşa) mütarekeden beri Kayseri’de milli hareketlerin uyanmasında hizmet etmiş ve bu hareketlerin başlaması için çalışmaya geçmiş bulunuyordu.Kayseri, o zaman silahla hükümete karşı koyan ve Türk halkına saldıran Ermeni azınlığının bulunduğu Saimbeyli, Zeytin ve Şar bölgelerinde en yakın önemli bir merkezdi. Her yerde olduğu gibi bu bölgede de, bir kısım halk, İstanbul Hükümetini tutmakta ve bir kısmı da Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’in direktiflerine göre, vatanın kurtarılması için mücadele isteğini beslemekte idi. Tekelioğlu Sinan Bey de, bunlar arasındaydı. Osmanlı Hükümetine taraftar ve milli hareketlere karşı olanlar, Sinan Bey ile mücadeleye başladılar. Sinan Bey’de durumu Sivas’ta Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e bildirmiş ve Kayseri’ye bir soruşturma heyeti gönderilmesini istemişti. Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’in 2 Kasım 1919’da yazdığı cevapta 97 “ kutsal milli emellere sarfedilen yüksek hizmetinize teşekkür ederim. Şu sıralarda oraya bir heyetin gönderilmesine imkân yoktur. Milli teşkilatın bütün köylere varıncaya kadar genişletilmesi fevkalâde önemli olduğundan memleketin selâmeti bakımından bu hizmetinizin devamını temenni ederim” deniyordu. Bu mektuptan sonra çalışma hızını arttıran Tekelioğlu Sinan Bey teşkilâtı genişletmeye devam etti ve kendisi Kayseri’de Reddi İlhak Cemiyetini kurdu. Bu cemiyetin başkanlığını üzerine aldı. Bu faaliyetlerden ötürü Sivas’ta Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, kendisini Adana bölgesinde Kuva-i Milliyenin teşkiline memur etti. “Sinan Paşa” adı ile de çağırılan Sinan Bey Kayseri Numune İlkokulu öğretmeni yedek subaylardan Kemal’le birlikte işe başlamıştı. Niğde’de Süleyman adında bir yedek subay da kendisine katıldı. Kozan belediye başkanı Sehlik Zade Hasan Efendi de beraberlerindeydi. Kıyafet değiştiren bu dört arkadaş kasaba ve köylere giderek halkın Kuva-i Milliye teşkilatına girmesi için çalışmalarda bulundular Niğde’de 100 kişilik bir kuvvet toplanarak 22/23 Mart 1920’de Maden’e gelinmişti. İstihkâm Üsteğmen Mustafa, Teğmen Cemal (Albay Efe) de Tekelioğlu Sinan Bey’in emrine verildi. Adana dolaylarında toplanan 20 kişilik atlı kuvvet de bu müfrezeye katılmış bulunuyordu. Müfrezeler Adana bölgesinde Fransızlarla vuruşmak üzere daha güneye yollandılar. 25 Mart 1920 günü öğle zamanı Adana vilayeti sınırı içine girildi. Her tarafta yeni müfrezeler teşkil ediliyordu. Bu arada yedek Teğmen Besim de, bir atlı müfreze teşkil ederek, Kuva-i Milliyeye katıldı. O zaman idari teşkilât Osmanlı Hükümetinden emir almakta idi. Bu sebeple birçok memurlar Osmanlı Hükümeti’ne bağlı ve milli teşkilattan çekinen bir tavır takınmakta idiler. Milli kuvvetler, 31 Mart 1920 günü halkın ve jandarmanın sevinç gösterileri arasında Karaisalı kazasına girdi. Fransızlar ancak demiryolu boyunu işgal etmişler ve Pozantı’ya kadar ilerlemişlerdi. Demiryolu dışında hemen hemen kuvvetleri yok gibiydi.Tekelioğlu Sinan Bey halka bir bildirge yayınlayarak “ mahalli hükümetin büyük 96 97 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/5404, Dosya No.40 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/7723, Dosya No. 228 63 arzu ve güvenle vatan savunmasına yardım etmesi ve halkın silahlanarak düşmanla döğüşmeye koşmasını “ istedi. Tekelioğlu Sinan Bey; Kamışlı’dan Sofulu köyüne, oradan da Karsantı bucağına geldi. Karsantı’da çarpışılarak burası da milli kuvvetlerin işgali altına alındı ve itaate mecbur edildi. Nahiye müdürü değiştirilerek milli kuvvetlere eğilimli Gediroğlu Ali Ağa nahiye müdürlüğüne; Yusuf Çavuş’da Kuva-i Milliye Komutanlığına atandı ve çok sayıda silahlı ve silahsız erler toplandı. Pozantı- Mersin hattının batısında ve Silifke bölgesinde, Silifke Askerlik Şubesi Başkanı Binbaşı Emin, pek kısa bir zamanda teşkilatı tamamlayarak bölgedeki Ermeni çetelerinin faaliyetlerine engel oldu ve Fransızların Mersin batısına geçmelerini de önledi. Fransızlar bu çalışmaları engellemek için gerekli tedbirleri almak istediler. 3 Şubat 1920 günü Fransız fevkalâde komiserliği, Osmanlı Hariciye Nezaretine yazdığı bir yazıda : “ Mut’da 500 kişilik bir ordu birliği idaresinde eşkiya çetelerinin toplanmakta olduğu ve köylere silah ve cephane dağıtıldığı, bu durum dolayısıyla bölgede güvenliğin bozuk olduğu ve bunların başında subayların da bulunduğu bildirilerek bu gibi hareketlere son verilmesi ve bölgede güvenliğin sağlanması” isteniyordu. Bu yazı Osmanlı Sedaret Makamından, Harbiye Nezaretine yazılmış ve bilgi istenmişti. Bu hususda verilen cevap şöyle idi : “ Civarda silahlanan Ermeni çetelerinin Mağara nahiyesine gelmesi dolayısıyla bölgede silahlı Türk halkının Ermeni çetelerini bir olay çıkarmadan kovduklarını ve bu durumdan korkan Mağara’daki Ermeni ahalisinin şikâyeti üzerine durumun nahiye müdürlüğünden Silifke Mutasarrıflığına bildirilmiş olduğu ve bundan başka bir olay olmadığı anlaşılmıştır”. Hakikatte Emin Arslan Bey komutasındaki milli kuvvetler bu bölgedeki Ermeni çetelerinin faaliyetlerine son vermiş bulunmakta idi 98. Silifke’de güvenliği sağlayan Emin Arslan Bey, Mersin bölgesine geçti. Fransızlar, Mersin şehrini ve iskelesini güven altında bulundurmak amacıyla civarda kıyıbaşı olarak geniş bir bölgeyi elde bulunduruyorlardı. Emin Arslan Bey 1/2 Nisan 1920 gecesi, Fransızların Kıyıbaşı olarak elde bulundurduğu bölgelere baskınlar yaparak Tarsus’la bağlantısını kesti ve Mersin kuşatıldı 99. Bunun üzerine, Mersin’deki Fransız kuvvetleri komutanlığına ve Mersin’in Hristiyan azınlığına teslim olmaları hakkında bir bildiri yayınladı : “ Mersin’in 10.000 kişilik bir kuvvetle kuşatıldığını ve ergeç Türklerin eline geçeceğini bildiriyor, Mersin’deki Hristtiyan halkının güvenliğinin sağlanacağı” vadediliyordu. Bir süre sonra Fransızların Mersin açıklarına getirdikleri harp gemileri ile Binbaşı Emin Aslan Beyin Milli Kuvvetkerinin bulunduğu köyler ve bölgeler devamlı olarak bombardıman edilmiş ve Mersin’deki kuvvetleri Fransız kıtalarıyla takviye edilerek bu kuşatmanın başarı ile sonuçlanmasına engel olunmuştu. Mersin kuşatması Kuva-i Milliye’nin bu bölgede ilk önemli muharebesi oldu. Adana ilinin Cebelibereket sancağının merkezi olan Osmaniye kasabası da Fransızlar tarafından işgal edilmişti. Fransızlar, her yerde olduğu gibi Ermenilerin de teşviki ile hükümet işlerine devamlı olarak karışıyorlar ve Türk halkına zulüm ve işkence yapıyorlardı. Bu haksız işgal ve kötülükler, Osmaniye’de Kuva-i Milliye teşkilâtı çalışmalarına hız verildi. Fransız işgalini lanetlemek ve protesto etmek amacıyla cami meydanında (28 Mayıs 1919) toplanan halka, Fransızlar haksız ve sebepsiz olarak ateş açtılar. Neye uğradıklarını anlayamayan halk heyecan ve telaş içinde etrafa dağılmaya başladılar. Kadınlar, çocuklar, ve ihtiyarlar, kaçamayarak perişan bir halde kaldılar. Bu insanlığa uymayan davranış karşısında cami yanındaki okulu siper yapan Hacı Ali oğlu Gafur Ali, Hoca Mehmet Efendi ve diğer arkadaşı Fransızlara ateşle karşı koymak zorunda kaldılar. Türklerin bu mukabelesi üzerine biraz duraklama geçiren Fransızların ateşi hafifleyince ortada kalan çoluk çocuk da canlarını kurtarmaya muvaffak olabildiler. Bu sırada Osmaniye’nin güneyinde Ağyar’daki Hasan Paşa müfrezesi de Osmaniye civarına gelmişti. Fransızların saldırılarını duyar duymaz, taarruza başladı. Bu durum karşısında geri çekilen Fransızlar bir kaç Ermeni’nin evine sığınmak zorunda kaldılar. Fakat bir taraftan da Nordanfilt ( bir kaç döner 98 99 Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşiv No.6/2219, Dosya No. 4 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 6/2219 Dosya No.4 64 namlulu küçük çaplı top) ateşiyle Osmaniye Camisinin minaresini tahrip ettiler.Bundan sonra Osmaniye sancağında, halk tarafından 25-50 kişi mevcutlu birçok milli kevvet müfrezesi teşkil edilmişti. Bunların birkaç tanesi biraraya gelip bir grup teşkil etmekteydi ve mevcutları 25-100 kişi arasında değişiyordu. Ceyhan kaymakamı İbrahim Hakkı Bey de bütün Ceyhan Kuva-i Milliyesine komutanlık etmişti. Osmaniye milli kuvvetlerine kadınlar da katılmışlardı. Bu arada “Kırmızı Müfreze” denilen Kuva-i Milliye bölüğüne Rahime adında 25 yaşlarında genç bir kadın da savaşçı olarak katılmıştı. Osmaniye’nin Raziyeler köyünde Köse’nin kızı diye çağrılan bu kadın, tüfeği ile daima bölüğün önünde yürür ve bütün muharebelere katılırdı. Bu cesur ve kahraman Türk kadını onbaşılık rütbesine yükseltilmişti. Kahraman Rahime onbaşı 5 Ağustos 1920’de Osmaniye’de yapılan muharebede şehit olmuştu100. Haruniye’de Kuva-i Milliye 4 Mart 1920’de kuruldu. Burası Fransızların elinde bulunuyordu. Haruniye Kuva-i Milliyesi kasabanın dışında bulunarak Fransızlara zaman zaman baskınlar yapıyordu. 7 Mart 1920’de Ermeni komitaları , Haruniye’nin kuzeyinde Kuva-i Milliyeyi yok etmek istedi. Onların bu gelişini daha evvelden haber alan Kuva-i Milliye taarruz ederek Ermenileri çekilmeye mecbur ettiler. Bahçe’den gönderilen 25 kişilik Ermeni takviye kuvveti de yolda pusuya düşürülerek yok edildi. 27 Mart 1920’de Yörük Salim Bey Maraş Kuva-i Milliyesi ile Haruniye bölgesine gelerek emir ve komutayı ele aldı. Bu suretle Haruniye Kuva-i Milliyesi oldukça kuvvetlenmiş oluyordu. Yörük Salim Bey buradaki Fransızlara çok kayıplar verdirdi. Fransızlardan alınan silah, malzeme ve cephane ile Kuva-i Milliye gittikçe kuvvetleniyordu.Kuva-i Milliye müfrezeleri devamlı olarak demiryolunu ve özellikle köprüleri tahrih ederek Antep ve Adana bölgeleri arasındaki bağlantıyı kesiyordu. 15 Mayıs 1920’de, Yarbaşı ile Bahçe arasındaki demiryolu köprüsü tahrip edildi. Demiryolunu korumakla görevli ve içinde 150 kadar er olan bir Fransız zırhı treni bölgeden geçmekteyken, sabote edilen köprü ile birlikte suya uçtu. Esasen civarda pusuda bulunan milli kuvvetlerin baskın tarzında ateşleriyle de Fransız birliği imha edildi. Bu çarpışmayı haber alan Fransızlar Mamure’den 300 kişilik bir kuvvetle akşama doğru çarpışma bölgesine yetişti. Ertesi günü yapılan çarpışmalarda Fransızlar çok kayıp vererek çekilmek zorunda kaldı, buradan da trenle Mamure’ye döndüler. Bu çatışmada da çok sayıda ağır makineli tüfek, silah ve cephane elde edildi. Türk halkının kendisini korumak amacıyla kurduğu Kuvayı Milliye, silah, cehhane ve diğer malzemelerini düşman birliklerinden ele geçirilenlere tamamlayabiliyordu. Adana cephesinde yapılan 20 günlük mütarekeden sonra Kuvayı Milliye birlikleri, Fransız kuvvetlerine çok kayıplar verdirdi. Bunun üzerine Fransızlar, Osmaniye’ye kadar çekildiler. Bu suretle Bahçe ile Osmaniye arasında hiç bir Fransız askeri kalmadı. Fransız kuvvetleri çekilirken demiryolunun iki tarafındaki yeni yetişmiş ve henüz biçilmemiş buğday ve arpa ürünlerini tamamen yaktılar. Antep’de de bu vatan parçasının savunulması için çalışmaya ve teşkilâtlanmaya karar veriliyor ve durum sık sık Heyeti Temsiliye Başkanı M.Kemal’e bildiriliyordu. Önce “Cemiyeti İslâmiye” adı altında bir cemiyet kurulmuştu. Bu teşkilât Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’in direktifinden sonra Kuva-i Milliyeyi kuracak olan Müdafaai Hukuk Cemiyeti adını almıştı. 22 Eylül 1919’da Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal, gönderdiği bir bildiri ile memleketin her tarafında kurulmakta olan Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nin çalışmaları ve milli kurtuluş hareketinin başlamış olduğunu bildiriyordu. Bu bildiri üzerine, Kilis’te kurulan Cemiyeti İslâmiye, “Müdafaai Hukuk Cemiyeti” adı altında programlı olarak çalışmalara başladı. Süvari Yüzbaşısı Kamil (Albay Polat) Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal tarafından önce Maraş’a gönderildi. Buradan Kilis’e gelen Polat Bey, Kilis’in ileri gelenleriyle görüşerek Kuva-i Milliyeyi kurdu. Bunu haber alan Fransızlar, bölgedeki köyleri basarak yakıp yıktılar. Kilis içinde Kuva-i Milliye bir süre faaliyet gösteremedi. Çünkü Kilis Fransızların devamlı olarak büyük kuvvetlerinin bulunduğu yerdi.18 Şubat 1920’de 100 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No.5/7723, Dosya No.229 65 Kilis- Antep yolu üzerinde Fransız yiyecek kollarına baskın yapıldı.İstiklâl savaşının sonuna kadar Kilis, Antep ve Maraş güney bölgesinde Polat Bey ve arkadaşları devamlı olarak baskınlar yapmışlardı.Bu çalışmalardan ötürü Polat Bey’e Kilis Belediye Meclisi’nin 13 Ocak 1924 tarihli kararıyla Kilis fahri hemşeriliği ünvanı verilmiştir.Ayrıca Gaziantap vilâyeti genel meclisi tarafından 5 Kasım 1927 günü Kilis kasabasına bağlı Mümbiç bucağı (Polateli) ve aynı nahiye içinde Cerik köyü (Polatbey) namı ile adlandırılmıştır. Maraş’daki Fransız kıtaları takviye ediliyordu..Fransızlar, işgal ettikleri yerleri ve binaları tahkim ediyorlardı. Fransız birliklerindeki Ermenilerle yerli Ermeniler, Türklere karşı hareket etmekte ve camilerde namaz kılanları toplu bir halde bombalamak için fırsat kollamakta idiler.Ermeni alayına bağlı askerlerden başka Maraş’lı Ermeni gençlerinden birçokları da Fransız ordusuna katılıyorlardı. Bunlar kışla meydanında devamlı eğitim görmekte ve askerlik bilgilerini artırmakta idiler. Maraş’lılar, bu olaylar karşısında vatanlarının kurtarılması için harekete geçmenin zamanı geldiğini ve bu amaçla esaslı teşkilât yapmak gerektiğini kavramış bulunuyorlardı. Bir taraftan kendi aralarında teşkilatlanırken diğer taraftan da durumu Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e bildirerek gerekli direktifler almaya başlamışlardı. Fakat beklenen direktiflerin gelmesi gecikiyor, bazen de hiç cevap gelmediği oluyordu. çünkü Fransızlar, telgraf ve posta işlerine sansür koymuşlardı. Buna rağmen, vatansever posta ve telgraf memurları Heyeti Temsiliye Başkanı ile olan haberleşmelerinin bir kısmını sasürden kaçırarak gizlice ve son derece beceriklilik ve fedakarlıkla yerlerine ulaştırmaktan çekinmiyorlardı101. Sivas Heyeti Temsiliyesi ve Mustafa Kemal tarafından görevlendirilen Üsteğmen Asaf (Kılıç Ali Bey) ve Yüzbaşı Salim (Kurtoğlu Yörük Salim Bey) Maraş bölgesinin de Kuva-i Milliye teşkilatını kurmaya memur edildiler.102 27 Kasım 1919’da cereyan eden bayrak olayından iki gün sonra, gece yarısı Veziroğlu Mehmet’in evinde toplantı yapan Maraş yurtseverleri, Maraş’ın kurtarılması hazırlıklarını geliştirmek için ilk kez sekiz kişilik bir heyet seçilmesine karar verdiler. Kurul üyeleri ayrı ayrı; “Milletin ve vatanın selameti uğrunda canımı feda edeceğime ve meşru milli teşkilatımıza karşı hainlik edenlerin, öz kardeşimiz dahi olsa idamına ve sır saklayacağıma Vallahi ve billahi” şeklinde ant içtiler.Bu kurul toplantılar yapıyor ve kararlar alıyordu. Heyet, zamanla genişlemişti.İkinci bir toplantıda geçici bir yönetmelik hazırlanarak çoğaltıldı ve dağıtıldı. Bundan sonra faaliyete başlanmış oldu. Bu çalışmaların Fransızlar tarafından anlaşılmaması için geniş teşkilat yapmak tehlikeli görüldüğünden, Maraşlılar semt semt harekete geçmişlerdi. Heyet’in merkezi Ulucami Medresesi idi. bu suretle Maraş’ta 29 Kasım 1919’ da Müdafaai Hukuk Cemiyeti kurulmuş oldu. Teşkil edilen kurullar, bölgede mevcut silah ve cephane ile silah kullanabilecek erlerin kayıtlarını düzenliyordu. Gerektiğinde silahsız halk, evlerine çekilerek Müdafaai Hukuk Merkezlerinden alacakları emirleri bekleyecekti. Mücahitler silah başına emrini aldığı zaman bunu eksiksiz olarak ve büyük bir dikkat ile yapmak zorundaydı.Teşkilat tamamlanınca Heyeti Merkeziye ve hükümete başvurarak vatanın kurtarılması için her türlü mücadeleye hazır olduklarını bildirdiler. Bu teşkilat mahalli idare gelirleri ve daha çok halkın yaptığı özel yardımlarla besleniyor, ihtiyaçları tamamlanıyor ve devam ettiriliyordu. Diğer yerlerde olduğu gibi, burada da askeri yardım yapılması, hükümetin içinde bulunduğu politik durumdan ötürü mümkün olamıyordu. Esasen terhis edilmiş ve memleketin muhtelif yerlerine dağılmış, mevcutları ve birlikleri azalmış olan bölgedeki askeri birlikler ancak subay vererek gerekli yardımı yapabilecek durumdaydı. Nizami birliklerin elinde yeter kuvvet ve malzemesi de yoktu. 103 Gnkur. ATASE Bşk.lığı, Türk istiklâl Harbi Cilt IV, s . 76-77 Nutuk, Z.Korkmaz, s.310-311 103 Gnkur. ATASE Bşk.lığının, Türk İstiklal Harbi Cilt IV, s.75 101 102 66 Yüzbaşı Ali Saip, Mutasarrıf ve Urfa ileri gelenlerinden bazı kimselerle anlaşarak 29 Aralık 1919’da Urfa’da Kuva-i Milliye teşkilatını kurdu. 104 Bundan sonra aşiret reislerine Ali Saip imzasıyla bir bildiri hazırlandı. Bu bildiride, Fransız ve Ermeniler yaptıkları insanlığa yakışmayan hareketler karşısında, bütün Türk Milletinin birleşmesi ve mücadele etmesi isteniyordu. Hepsinden olumlu cevaplar alındı. Urfa’da yapılacak milli ayaklanma hareketi, Antep ve civarındaki Müdafaai Hukuk Cemiyetlerine de bildirildi. Maraş’daki Çarpışmalar Maraş’ta Ermenilerin silahlandırılması devam ediyor ve Ermeniler gittikçe şımarıyorlardı. Maraş’lılar vatanlarının işgali ve yapılan insanlık dışı davranışlardan Fransızları protesto ederek uyarma lüzumunu duydular. Bir yandan 447 Maraş’lı tarafından imza edilen bir protesto mektubu General Querette’e verilmek üzere Maraş mutasarrıfına gönderilirken öte yandan da milli kuvvetler teşkilatı çalışmaları hızlandırıyordu ve askerlik şubesiyle jandarma komutanlığındaki fazla silahlar Milli Kuvvetlere dağıtılıyordu. Pazarcık’ta bulunan Kılıç Ali Bey’de milli kuvvetleri kurmaya hız veriyordu. Maraş ve Elbistan’daki yedek subaylar çağrıldı ve kendilerine yeni teşkilatta vazife verildi. Pazarcı adeta bir karargah haline gelmişti. Kılıç Ali Bey ile birlikte gelen süvari Yüzbaşı Salim (Yörük Salim Bey) de Göksu tarafına geçip o bölgenin milli kuvvetler teşkilatını tamamlayarak Maraş’a göndermeye başladı. Maraş merkez heyeti başkanı olan Komiser Arslan Bey de bir aralık Pazarcık’a gitmiş ve Kılıç Ali’den gerekli talimatı alarak dönmüştü. Maraş halkı, köylü şehirli, yediden yetmişe yemin ediyordu. Zilletle yaşamaktansa şehit olmak daha yeğ diyorlardı. Maraş sorunu, Fransızları kaygıya düşürmüştü. 6 Ocak 1920’de, Maraş, Antep, Kilis, Urfa, Cerablus işgal kuvvetleri komutanı General Querette, yanında 1500 kadar mevcutlu bir kıta ile, Maraş’a geldi. General Querette, aynı gün şehir halkından ileri gelenleri toplayarak, memleketin korunması işini kendi üzerine aldığını ve Kılıç Ali gibilerin de eşkiyadan başka bir şey olmadığını söyledi. Toplantıda bulunanlardan Refet Hoca “Korumaktan ve medeniyetten söz ediyorsunuz, halbuki Ermenilerin bizlere yaptığı fenalıkları da önlemiyorsunuz; kadınlarımıza taarruz ettiler, birçok dindaşlarımızı öldürdüler, bir taraftan da Ermenileri silahlandırıyorsunuz. Bu kadar işleri yapmaya gücünüz yetiyorsa eşkiya dediğiniz Kılıç Ali’yi neden cezalandırmıyorsunuz” dedi. General son derece hiddetlenmiş ve fakat bu doğru söz karşısında da hiç bir şey söylememiş ve yapamamıştı. 7 Ocak 1920’de de İslahiye’den Maraş’a gönderilmekte olan bir Fransız kuvveti Ceceli civarında Muallim Hayrullah ve Benli Ökkeş Kuva-i Milliye grubunun baskınına uğradı. Fransızlar, Ceceli köyüne doğru karşı taarruza geçtiler. Milli kuvvetler üstün Fransız taarruzları karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar. Ancak, Ceceli köyünü ele geçiren Fransızlar, öç almak için köyü yakıp yıkmaya başladılar. Hayvanlar öldürüldü, halkın yiyeceği gübre yığınlarına döküldü, eşyalar yağma edildi. Bunun üzerine o civarda bulunan Milli Kuvvetler, Fransızları kuşatmıştı. Bu durumda Maraş’daki Fransız komutanı, çetelere öğüt vermek için Maraş’tan bir heyet gönderilmesini ve böylelikle çetelerin dağıtılmasını mutasarrıfa emretti. Bu heyet Kuva-i Milliye ile görüştü, Fransız taburu da Eloğlu’na vararak oradaki Fransız kuvvetlerini de alıp Maraş’a döndü. 105. Bu olay, Eloğlu dolaylarındaki Milli kuvvetlere fena etki yapmıştı. Maraş’dan böyle bir heyet aracılığıyla kendi başarılarının önlenmesi, morallerine sarsmıştı. Fakat Maraş Heyeti Merkeziyesi, Fransızların baskısı karşısında böyle hareket etmek zorunda kaldıklarını ve bundan dolayı morallerinin kırılmamasını gönderdikleri ayrı bir heyetle anlatmıştı. 104 Gnkur. ATASE Bşk.lığının, Türk İstiklal Harbi Cilt IV, s.78 105 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/2306. Dosya No.3 67 Aynı zamanda Fransızların Eloğlu’nda ve Ceceli’de yaptıkları zulümleri, zarar ve ziyanı tespit içinde bir inceleme heyeti gönderildi. Fransızların Eloğlu’nda evleri yıktıkları, köylülerin tahıllarını gübrelere döktükleri, din kitaplarını parçaladıkları, hayvanları öldürdükleri ve ahaliyi bir araya toplayıp çoluk çocuk 20 kadar nüfusu öldürdükleri, Ceceli’de evlerin çoğunun yıkılmış olduğunu, eşya ve erzakın tahrip ve bir çok köylülerin şehit edildiği, üzüntü ile görüldü. Sonuç olarak Fransızların bu katliamından 35 ev yıkılmış, 23 köylü şehit edilmiş, 400 koyun öldürülmüş, 2500 çeşitli cins ve hayvan yağma ile bir çok ev eşyası yok edilmişti. Fotoğraflarla da vesikalandırılan bu acıklı olaydan sonra 13 Ocak 1920’de Maraş’a dönen inceleme heyeti, durumu Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal (Atatürk)’e bildirdi. Fransızlar’da oldukça kayıp vermiş ve moralleri de kırılmıştı. Bu olaydan sonra Maraş’a gönderilen Fransız askerleri, bu yoldan geçmediler. Antep’deki kuvvetlerinden bir kısmı ile Maraş’ı takviye etmek isteyen Fransız komutanlığı, Türk hükümetine haber vermeksizin bir birliği Maraş’a gönderdi. Fransız birliği, bir günlük yürüyüşten sonra 12-13 Ocak 1920 gecesini Araplar köyünde geçirdi. Fransızlar, yiyecek sağlamak amacıyla köylüye baskı yapmaya başladılar. Özellikle Fransız asker elbisesi giymiş olan yerli Ermeniler bu saldırıları daha çok arttırmakta ve kadınlara tecavüz etmek dahi istemekte idiler. Bu durum karşısında bütün köylü geceleyin köylerini terkederek civar köylere sığınmak suretiyle namus ve canlarını kurtarmak kaygısına düştüler. Böylece civardaki bütün köyler de Fransız ve Ermenilerin bu saldırılarını öğrenmiş bulunuyordu. Milislerden başka eli silah tutan bütün köylüler harekete geçtiler. Ertesi gün, yürüyüşe devam eden Fransız müfrezesi, Sarılar köyü kesiminde Milli Kuvvetlerin baskınına uğradı ve dağıldı. Milli Kuvvetler, Fransızların erzak, cephane, mühimmat taşımakta olan ulaştırma kolunu perişan bir halde dağıtmışlardı. Bunlar, bütünü ile Milli Kuvvetlerin eline geçti 106. Maraş’taki çarpışmalarda Türklerin mücadelesi hakkında Pazarcık Nüfus Katibi Mülâzımzade Mehmet Efendioğlu Mehmet Sait Yalçın şu bilgileri vermektedir, “... Maraş’ı işgal eden Ermenileri silahlandıran Fransız işgal kuvvetleri ile emrindeki Ermeni kuvvetlerinin tecavüzleri, şurada, burada müslümanları öldürmeleri tahammül edilemez hal alınca, Maraş’ta patlayan silahlar karşısında biz, cemiyet mensupları da, toplandığımız vatanperver kuvvetlerle Maraş ve civarındaki mütecaviz düşman kuvvetlerle mücadeleye girdik. Ocak 1920’de giriştiğimiz kurtuluş davası, 23 günlük mücadele ile 12 Şubat’ta Maraş, Pazarcık ve civarı köylerinin milli kuvvetlerinin iman dolu sevgileri ile galibiyetle sona erdi...”.Bu olaylar, Fransızların moralini o kadar bozmuştu ki, Pazarcık’tan itibaren Maraş ve Antep’e kadar olan bütün bölgenin Kuva-i Milliye ile dolu olduğunu sanıyorlardı 107. Maraş şehri içinde savaşlar 21 Ocak 1920’de başladı. 2000 kadar Ermeni gönüllüsü ile takviyeli toplam 4.500: 5.000 kadar personelden müteşekkil modern donatımlı Fransız kuvvetleri karşısında, savaşın Türklerin lehine sonuçlanacağı pek umulmuyordu. Bu bakımdan Maraş Müdafaai Hukuk Cemiyeti, mücadelenin Türkler yararına neticelenmesi için çok sıkı bir şekilde işe sarılmıştı.Maraş’lıların moralleri çok yüksekti. Vatan ve millet aşkı bütün Maraş’lıları sarmıştı. Fransızlar da bunu sezdikleri için kuşku içinde idiler. Maraş şehri halkı da, Müdafaai Hukuk Cemiyetinin direktiflerine göre şehrin içindeki Ermeni ve Fransız kuvvetlerine karşı mahallelerini savunmakta idiler. Bunların sayıları değişik olmakla beraber ortalama 1500- 2000’den fazla değildi. 20 Ocak 1920’de Fransız komutanı General Querette, Maraş hükümet binasının işgal edileceğini mutasarrıfa bildirmişti. Bu hal, Maraş telgraf memurları tarafından Yüzbaşı Kılıç Ali’ye bildirildi. Kılıç Ali’de Fransız Komutanını telgraf başında protesto etti. General Querette, kararını ileri gelenlere de duyurmak maksadıyla ertesi gün hükümet memurlarıyla 106 107 Gnkur.ATASE Bþk.lýðý Arþiv No. 5/801. Dosya Nýo. 7 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/2306, Dosya No. 118 68 Maraş büyüklerinin toplanmasını emretti. Toplantıda General Querette şöyle bir konuşma yaptı :“Kılıç Ali’nin Fransız komutanlığını tehdit etmesi ve Türk çetelerinin Maraş yolunda gidiş ve gelişe engel olması, kuvvetlerimize saldırması, Fransız hükümetine karşı gelmek demektir. Bunların Maraş’dan idare edildiği anlaşılmıştır. Bundan dolayı bütün sorumluluk Maraş’lılara yöneltilecektir. Eğer sorumluluğu kabul etmiyorsanız Fransız askerleriyle birlikte Kılıç Ali’yi yola getiriniz”.Orada hazır bulunanlardan Rafet Hoca, şu cevabı verdi :“Bir subay verin, biz de birisini yoldaş edelim, gitsin gördüklerini anlatsınlar, Bakalım Pazarcık’a göndereceğiniz kuvvet orada iş görebilecek mi?” bu söze Fransız generali kızarak orada toplanmış olan Maraş ileri gelenlerinin en nüfuzlu olanlarını tutuklattı. Rafet Hoca; “Bizden arkadaşlarımızı soracak olan halka ne cevap verelim? Onlara da müsaade edin de birlikte gidelim, belki bu suretle öğütlerimiz halka tesir eder. Eğer onlara müsaade edilmeyecekse bizde kalalım” dedi. Aynı gün hükümet binasının etrafına çarpışmaya hazır bir Fransız birliği yerleştirilmişti. Bu toplantıdan geri dönenler yollarda sunucu bekleyen topluluklarla karşılaştılar. Halk heyecan içinde idi. Fransız Generali Querette’in, Maraş mutasarrıfını ve şehrin ileri gelenlerini sebepsiz ve keyfi olarak tutuklaması üzerine mevcut galeyan son haddini bulmuştu. Bu sırada bir silah sesi duyuldu. Bir Fransız veya Ermeni tarafından atılan kurşun bir Türk Jandarmasını yaralamıştı. Fransız Jandarmalarından büyük bir grupta hükümet binasını işgal etmek için o istikamette yürüyüşe geçmişti. Bunlar, Kızılkırlık’ta siper içinde bulunan Türk Milli Kuvvetlerinin ateşi ile karşılaştılar ve püskürtüldüler. Bütün Maraş’tan silah sesleri duyulmaya başladı. Fransızlar, her tarafa top ve makinalı tüfek ateşi yağdırmaya başladılar. Bu sırada, Maraş Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı olan Komiser Arslan Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın emirlerinden cesaret alarak Maraş halkına şunu ilan ediyordu:”Arkadaşlar harp başlamıştır, Allah’ın inayeti, Peygamberin Ruhaniyeti, din kardeşlerinin fedakarlığıyla her şey göze alınmıştır. Vatanımız tek kişi kalıncaya kadar teslim olmayacaktır. Gayret bizden yardım Allah’tan...” 108 Bu suretle Maraş’da, milli mücadele başlamış bulunuyordu. Fransızların top ve makineli tüfekle ateşe başlamaları, halkın jandarma dairesine girerek silahlanmasına sebep oldu. Çeşitli mahallelerdeki kilise ve Ermeni evlerinde bulunan 400 Fransız askeri, kendilerine katılan Ermenilerle birlikte ateşe başlamışlardı. Ayrıca 600 kadar Fransız askeri de kışladan çıkarak top, tüfek ve makineli tüfek ateşi açtılar. Bir taraftan da Bertiz ve sair köylerde yetişen Türkler, şehir civarına yerleşen Ermenilerle çarpışıyorlardı. Ermeniler tarafından telefon hatları kesilmiş ve şehrin dışarı ile haberleşmesi durmuştu. Maraş şehri içinde 21 Ocak 1921’de başlayan 22 gün süren bu muharebeler, başlangıçta Türkler için çok başarısız görülüyordu. Özellikle ilk iki gün kritik geçti. Çünkü sivil halkın kurduğu küçük müfrezeler, düzenli ve her türlü imkânları olan askeri kıtalara ile çarpışmak zorundaydılar. Müfrezelerin ve halkın sığınacakları ve korunacakları belli yerleri de yoktu. Ateş sesi üzerine dükkanlarını kapatıp evlerine dönmek isteyen halk Ermenilerin taarruzlarına uğruyordu. Bu taarruzlarda ölenlerin bir kısmının cesetleri günlerce yollar üzerinde kalmıştı ve kokmuştu. Şehrin hakim noktaları, giriş ve çıkış yerleriyle sokak başları ellerinde olan Fransızlarla, Ermeniler, daha ilk günde çarşıya hakim olmuşlardı. Bu suretle mağaza ve dükkanlardaki eşya da yağma edilmişti. Fransızlar binaları topçu ateşiyle yakıp yıkmışlardı. Moralleri asla sarsılmamış olan Türk mücahitleri ilk iki günün şaşkınlığından sonra yavaş yavaş duruma hakim olmaya başladılar. Şehirde ilk günden itibaren yangınlar başlamıştı. Muharebelerin ikinci günü Fransızlar şehri daha şiddetli bir şekilde ateş altına almışlardı. Bu civara yakın bir bölgede bulunan Tekke kilisesindeki Ermeniler, birkaç istikamete 108 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/2306, Dosya No. 3 69 kolaylıkla ateş etmek durumundaydılar. Bu sebeple 23 Ocak 1920’de Evliya Efendi emrindeki mücahitlerle harekete geçilerek bu kilisedekiler etkisiz hale getirildi. Yüzbaşı Kılıç Ali, şehirde başlayan çarpışmaların üçüncü günü, Maraş’a gelerek çarpışmaları yönetmeye başlamıştı. Sık sık yayınladığı bildirgelerle halkın moralini kuvvetlendirmeye çalıştı. Olay Kolordu Komutanı Kurmay Albay Selahattin tarafından aşağıdaki rapor ile Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e duyurulmuştu. “ Çevre köylerden yardıma koşan Kuvai Milliye, Maraş’ın batı tarafını kuşatan Fransız kuvvetleriyle akşama kadar çarpışmışlardı. Fransızlar kısmen daha gerilerdeki mevzilere çekilmiştir. Bu sırada sokakta bulunan Ceza Reisini (hakim) Ermeniler şehit etmişlerdir. Şehidin cesedi alınamadığından üç günden beri sokakta bulunmaktadır. Ermeni evlerindeki otomotik silah ve bombaların etkili ateşleri altında sokağa çıkmak imkânsızdır. Üç gün hapsedildikten sonra serbest bırakılan mutasarrıf vekili ile gönderdikleri bildirgede, silahlar bırakılmazsa şehrin yakılacağı bildiriliyordu. Mutasarrıf vekilinin ilgililerle görüşüp bu bildirgeye cevap verileceği bir sırada Adana bölgesinde bulunan Türklere zulüm yapıldığı haberi, mevcut heyecanı daha da arttırarak çarpışmalar durdurulamadı. Bağımsızlıkları uğruna çarpışan Maraşlılar, bu kutsal amaçlarının elde edilmesi pahasına memleketlerini harap olmasını, yuvalarının yıkılmasını ve canlarının feda edilmesini umursamamaktadırlar”. Şehir içinde muharebeler devam ederken Maraş’a gelen yollarda rastlanan Fransız kuvvetlerine baskınlar da yapılıyordu. 24 Ocak 1920’de Antep’ten Maraş’a gelmekte olan Fransız yiyecek koluna baskın yapılarak yiyecek kolu ele geçirildi. Bu suretle Maraş şehrinin erzak ihtiyacı kısmen giderilmiş oldu. Maraş şehri içinde devam eden bir kanlı boğuşma, Türkleri asla yıldırmıyordu. Mılhış Nuri adındaki bir Kahraman, gönüllü olarak Ermenilerin kale haline getirdikleri ve Türklerin bu yüzden ateş etkisi altında kaldığı Ermeni evini yakarak imha etti ve kendisi de şehit oldu. Maraş savaşçılarının bulundukları bölgeler arasında önemli bir engel olan bu Ermeni evi yok edilmekle şehirdeki savunma hattının birleşmesi sağlanmıştı 109. Şubat 1920 başında Maraş’da bulunan Fransız kuvvetleri, 2675 Fransız, 970 Ermeni olmak üzere toplam 4000 kişi olduğu tahmin ediliyordu110. Maraş’da muharebelerin başlamasında 10-12 gün sonra Türklerin bu mücadelede başarıya ulaşacakları umudu artmıştı. Türkler sadece yiyecek sıkıntısı çekmekteydiler. Bununla beraber etraftan buğday, un gibi asıl yiyecek maddeleri yetiştirilmekte ve özellikle Türklerin kanaatkâr oluşundan dolayı bu sıkıntıda önemli görülmemekteydi.Bir taraftan açlık diğer taraftan üstün Fransız topçu ve makineli tüfek ateşleri altında moralleri bir an sarsılmayan Maraşlı savaşçılar, aralıksız olarak muharebelere devam etmekteydiler. Memleketinin kurtulması için Ant içmiş olan Maraşlılar arasında Türk kadınları da çarpışmaya katılıyorlardı. Bir kısmı mermi taşıyor, diğer bir kısmı erzak ve su yetiştirmeye gayret ediyordu. Birkaç fedai Türk anası da cephede erkeklerle omuz omuza mevziler içinde çarpışıyordu. Bu arada Kayabaşı mahallesinde Bitlis defterdarının eşi Türklerin uğradıkları bu haksızlıklar karşısında heyecana gelerek evinden açtığı mazgaldan çarpışmaya katılmış ve bir gün akşama kadar dövüşerek yararlıklar göstermiş düşmandan bazılarını öldürmüştür. Bu kahraman Türk kadını erkek elbisesi giyerek muharebelere katılmıştı 111. Bunun gibi adları bilinmeyen birçok kahraman Türk anaları vardı. Bunlardan Senem Ayşe Kadın da kocasının şehit olması üzerine erkeklerle birlikte kurtuluş mücadelelerinin sonuna kadar çarpışmıştı. Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 6/2219, Dosya No.4 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No.5/1775, Dosya No. 61-6 111 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No.6/1774, Dosya No. 6 109 110 70 Şehir muharebeleri başladığından beri, gönderilen Fransız ikmal kollarının Maraş’a ulaşmaması ve yollarda parça parça yok edilmesi dolayısıyla, 8 Şubat 1920’de İslâhiye’den Albay Normand komutasında büyük bir takviye kuvveti gönderildi. 20 günden beri Maraş’da devam eden sürekli çarpışmalar halkı bıktırmıştı. Teslim olmak veya artık köylerine dönmek isteyenler vardı. Özellikle Maraş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Arslan Bey, savaşçıları teşvik ediyor ve teslim olma fikrini ileri sürenlere bütün gücüyle savaş gayreti aşılamaya çalışıyordu. Böylece bir kısım ileri gelenler teslim şartlarını görüşmek üzere bir heyetin Fransız komutanlığı yanına gönderilmesini Müdafaai Hukuk Cemiyetine bildirdiler Bu durum karşısında; Maraş savunmasını başından beri halkı teşvik etmek, teşkilat yapmak ve fiilen Kuva-i Milliyeyi kurmak ve komutanlığını yapmak gibi büyük hizmetleri geçen ve büyük bir fedakarlıkla çalışan genç doktor Mustafa Bey’e Fransızlarla görüşmek için, baskı yapmaya başladılar. Doktor Mustafa Bey bazı Maraşlıların ısrarı karşısında Fransızlarla barış maksadıyla görüşmek zorunda kalarak 11 Şubat 1920’de General Querette’in yanına gitti. Fakat geri dönerken yolda Ermeniler tarafından şehit edildiğinden neler görüştüğü anlaşılamamıştı. Aynı gece, 5000 kişiye yakın Fransız kuvvetlerinin çekilmiş olduğu, 12 Şubat 1920 günü sabaha karşı anlaşılınca, bütün Maraşlılar şaşırdılar ve çok sevindiler. Çünkü, son günler Türkler için cidden tehlikeli bir hal almıştı. Buna rağmen o gece, Fransızların Maraş’ı bırakarak çekilip gitmeleri, bütün Maraşlılarda sevinç, onlara güvenen Ermeniler üzerinde ise derin bir üzüntü ve korku yaratmıştı. 9 Şubat 1920’de Maraş Garnizonuna varan Albay Normand, bu garnizon komutanı olan General Querette’le görüşmek imkanını bulamadan Maraş’ı boşaltarak bütün Fransız birliklerinin İslahiye’ye doğru çekilme hazırlıklarının yapılmasına karar vermiş ve bu işe başlamış bulunuyordu. Esasen, kışın bütün şiddetiyle devam ettiği o günlerde Türklerinde büyük etkileriyle işlemez hale gelen Fransız muhabere şebekesi onarılamamış olduğundan General Querette’le haberleşme imkanı hasıl olamamıştı. Maraş’ın güney bölgesinde çekilme hazırlıklarının başladığını duyan General Querette, Albay Normand ile temas etmek üzere yanına geldi. Yapılan görüşmede General Querette, bu bölgeyi bırakıp gitmek ve çekilmek kararını aldı. Kararlaştırılan bir işaret üzerine çekilme emri verilecekti. General Querette, Albay Normand ile görüştüğü zaman, merhum Doktor Mustafa ile de görüşmüş bulunuyordu. Bu sebeple Maraşlıların durumu öğrenmiş olmasına rağmen yine çekilme kararını uygulamıştı. Çekilme sebeplerine gelince; Fransız kaynakları, Albay Normand’ın gizli bir sözlü talimat alması ihtimalini ileri sürüyorlar.Netekim, Albay Normand, kendi eserinde bu yolda emir aldığından bahsetmektedir. Alınan bu talimattan, Albay Normand’ın bağlı bulunduğu Tümen Komutanı General Defieux’nün de haberi olmadığı anlaşılmıştır. Yalnız Suriye’deki Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud’dan böyle bir talimat almış olması umulmaktadır. Albay Normand’a göre: “Urfa’da bir ayaklanmanın hazırlanmış olduğu ve bunu nerede ise patlak vereceği bir sırada Maraş’ta kalmak doğru olmazdı. İslahiye’ye çekilip Urfa’nın yardımına yetişmenin daha uygun olacağı düşünülmüştü. Hava çok soğuk (-16), insan ve hayvanların yiyecekleri yeterli değildi. Hiç yoktan kayıp verilmesi uygun olamazdı. Her ne olursa olsun General Querette, Maraş’a geldiğinden beri, sevk ve idareye tamamen hakim duruma geçememişti. Bundan başka General Querette, ilk geldiği günden beri Ermenilerle Türklerin arasını açmak suretiyle bir idaresizliğe sebebiyet vermiş bulunuyordu”. Fransızlar Maraş’ı bir süre topçu atışı altında tuttuktan sonra gece yarısı çekilmişlerdi. Soğuk çok fazla idi. Kar fırtınası devam ediyordu. Çekilme başladığı gece, Fransız askerleri tepelerin üzerinde öbek öbek ateş yakıyorlardı. Yollarda Milli Kuvvetlerce çeşitli taarruzlara uğrayan Fransızlar çok dağınık bir halde çekiliyorlardı. Fransız kıtaları güçlükle İslahiye’ye gelebildiler. Çekilen Fransızların yanında Ermeni askeri ve halkı da bulunuyordu. Bu perişan askerler arasında bir eşya arabasına binmiş General Querette’te bulunmaktaydı. Türklerle Ermeniler arasında anlaşmazlığı körükleyen bu general, bir süre sonra emekliye 71 ayrıldı.Türkler Fransızların çekilişini Islahiye’ye kadar takip ettiler. Fransızların beraberlerinde rehin olarak götürdükleri bazı kimseler arasında Maraş Jandarma Komutanı, karlar üzerine bırakılmış olarak bulundu. 12 Şubat 1920’de Kerhan köyünde bulunan Kılıç Ali’ye Fransızların çekildiği haber verilince derhal Maraş’a geldi. Yakup Hamdi ve daha bazı Kuva-i Milliye komutanları da emirlerindeki müfrezelerle şehre girdiler. Maraş’da Zeytin (Süleymanlı) Askerlik Şube Başkanı Binbaşı Cemil’in başkanlığında sıkıyönetim ilan edildi. Kılıç Ali Bey ve Yörük Salim Bey toplanarak Ermeni askerlerinin ve silahların teslim alınması için heyetler teşkil ettiler. Bu heyetlerin yaptıkları araştırmalarda kiliselerde ve savunmaya hazırlanmış binalarda yüzlerce silahlı Ermeni ile gece verilen çekilme kararından habersiz 100 kadar Fransız askeri ve çok sayıda silah, cephane teslim alındı. Kilise ve evlere toplu bir halde sığınan Ermenilerin mal ve can, namusları tamamen güvenlik altına alındı. Bu tedbirler sayesinde hiç bir zararlı olay meydana gelmeden Maraş’da güvenlik ve asayiş çok kısa zamanda sağlanmış bulunuyordu. Bir süre sonra Maraş halkı, dükkanlarını da açarak iş ve güçleriyle uğraşmaya başladılar. Artık Maraş’da normal hayat başlamış bulunuyordu. Bu durum bir raporla Ankara’da Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e bildirmişti. Heyeti Temsiliyece, gerek kıtalar, gerek Milli Kuvvetler tarafından esir edilen Fransız askerlerinin hayatlarının korunması için çok sıkı emirler verilmiş bulunuyordu. Yaralı olanlara da, Maraş’da bulunan Doktor ve Eczacılar tarafından gerekli sağlık tedbirleri alındı. Fransız cesetlerine saygı gösterilerek gömüldü. Maraş’ın maddi kaybı çok büyüktü. Fakat manevi kazancı hiç bir varlıkla ölçülemeyecek derecede üstündü. Halk olayın dehşeti karşısında yorgun ve perişandı. Yapılan araştırmalara göre Maraş’ın, 200 şehit ve 500 yaralı vermiş olduğu anlaşılmıştı. Yaralılar, şehrin doğu ve batı mahallelerinde açılan 2 hastaneye kaldırıldı ve askeri doktorlarca tedavi altına alındı. O sırada Maraş’da bulunan Amerikan Kızılhaç heyetinin de yardımları oldu. Bir taraftan da iaşe işinin düzenlenmesine önem verildi. Maraş’da bulunan subayların maaşlarından yaptıkları yardımla aşevi açılarak fakir halka sıcak yemek dağıtılmaya başlandı. Fransızlar çekildikten sonra tasaya düşen Ermeniler, Türklerin kendilerine şefkatle muamele ettiklerini görünce af dilemişler ve Türk makamlarıyla itilaf devletleri temsilcilerine baş vurarak Fransızları şuçlamışlardı. 3.Kolordu Komutanlığının 16 Şubat 1920 gün ve 739 sayılı şifresinin ilgili maddelerinde şöyle denilmekteydi : “Maraş’da Latin kilisesi ruhani reisi ve Ermeni büyükleri tarafından dahiliye nezaretine çekilen ve bir benzeri Kolorduya gönderilen telgrafla Fransızların Maraş’a gelir gelmez zorla bazı ev ve kiliseleri işgal ettikleri, Türklere karşı dostane duygularını belli edenleri sıkıştırdıkları ve hapsettikleri, bir kısmını da beraber götürdükleri, memleketi yakarak binlerce Ermeninin kanına girdikleri ve Fransızlar gittikten sonra can, mal ve namus hususunda artık rahat ve emniyette oldukları” bildirilmişti. Bütün çarpışmalar süresince Maraş’ta bulunan Amerikalı bir Doktorun, Antep’teki Amerikalı diğer bir Doktora yazdığı mektubun özeti şudur : “1. Bugün Maraş tamamen yıkılmıştır. Tahminime göre Ermenilerin ve Türklerin ölü ve yaralısı çoktur. Fransızların da (150) ölü ve (200) kadar yarılıları vardır. 2. Maraş’ın büyük kısmı yanmıştır. Altı kilise, sekiz cami ve bunlar arasında hemen bütün Ermeni evleri harap olmuştur. Halk, sağlam evlere yerleştirilecektir. 3. Asayiş sağlanmaya başlanmıştır. Mutasarrıf İrfan Bey ve arkadaşları pek iyi hareket ediyorlar, kendilerine müteşekkiriz. Bu muharebede kayıplardan dolayı Fransızlar sorumlu tutulmalıdır. Ermenilerin de bu konuda kabahatleri vardır. İki milleti birbirine karşı düşürerek aradaki düşmanlıktan faydalanmaya kalkışmak, iyi bir politika değildir. Fransızlar, burada Hıristiyanları korumak için bulunduklarını iddia ediyorlardı. Onlar gittikten sonra daha kötü olması gerekirdi. Halbuki onların yoklukları, Ermeniler için, 72 varlıklarından daha hayırlı oldu. Ermenilerle Türklerin beraber yaşamalarına şaşmıyorum. Zira tabii ve mantıki bir şeydir. Fransızlar bunu anlayamadılar” 112. Adana’da Fransız birliklerinde askerlik yapan Ermeni genci Leon’un Elazığ’daki bir Ermeniye yazdığı 24 Şubat 1920 tarihli mektubu şöyledir : “ Maraş’a gelişimizin üçüncü günü çarpışma başladı. 22 gün sürdü. Bu süre içinde haşlanmış buğday, kedi eti yedik. Çarpışmalarda bende yaralandım, arkadaşlarım öldü. Çekilirken yolda karlar üzerinde birçok insan soğuktan dondu. Paralarımı kaybettim, buna yanmıyorum, yalnız üç yıldan beri hizmet gören 3000 Ermeni askerimizi kaybettik. Buna ağlıyorum. Son günlerde Ermenistan kurtulacaktı. bu olmadı ve bizim başımıza patladı” 113. Leon’un itiraf ettiği gibi, 1915’de göç ettirilen Ermenilerin tekrar bölgeye daha güçlü, silahlı ve techizatlı dönmelerinden sonra, Çukurovayı da içine alacak bir şekilde Ermenistanı kurmaya çok yakın olmaları, Çukurova’yı kaptırmamak isteyen Fransızların, Maraş’daki kuvvetlerini çekerek ekonomik açıdan daha önemli olan Adana’ya götürmeleri ve bu bölgeyi daha güçlü olarak elde bulundurmak istemelerinden kaynaklanmış olabilirdi. Maraş’daki tarihi “Maraş Aslanı Heykeli” bir taş parçası değil; bu kahramanlığın sembolüdür. Binlerce Aslanlarla dolu Maraş şehri, ancak (Kahramanmaraş) ünvanı ile anılabilir.Maraşlılar bu mücadelede; Elbistan, Göksün, Pazarcık kazalarının ve diğer civar kazaların önemli yardımlarını görmüşlerdir. Maraş’daki çarpışmalarda kuvvetlerin çoğunluğunu halk ve Kuva-i Milliye teşkil etmiştir. Urfa’daki Çarpışmalar; Yüzbaşı Ali Saip, Urfa’nın kurtuluşu için gerekli Milli Kuvveti bu bölgede toplanmış bulunuyordu. Bunların bölgeye gelişi Urfalılar üzerinde büyük bir sevinç yaratmış, halkın moralini kuvvetlendirmişti. Halk ve şehrin ileri gelenlerinin hemen hepsi, bu kuvvetlerin bölgeye gelmiş olduğunu gördükten sonra Urfa’nın kurtulacağına inanmışlardı. Her tarafta Fransızlara karşı koyma duygusu canlanmıştı. Bu arada Siverek halkından Kolordu Komutanlığına 40 imzalı bir telgraf çekilerek “Bütün millet vatanımızı kurtarmak için çırpınmaktadır. toprağımıza giren düşmana karşı çarpışmaya and içtik. Fakat silahımız yoktur. Silah verilmesi” diye hazır olduklarını bildiriyorlardı. Milli Kuvvetlerin Urfa’ya yapacağı taarruz için gereken hazırlıklar tamamlanmıştı. Taarruzdan önce Fransız işgal kuvvetlerini uyarmak gerekli görüldü ve Urfa Milli Kuvvetleri Komutanı Namık (Yüzbaşı Ali Saip) imzasıyla şu protesto gönderildi : “Urfa’da Fransız işgal kuvvetleri komutanlığına. Yüzyıllardan beri hür ve asil yaşamış bir millet, esirliği kabul edemez. Wilson prensiplerine ve mütareke hükümlerine aykırı olarak gittikçe artan işgal hareketine karşı kutsal haklarımızın korunmasına ant içmiş bulunuyoruz. Urfa’daki konukluğunuza daha fazla müsaade etmemize imkân yoktur. Mütarekeye aykırı işgalinizi red eder, 24 saat içerisinde Urfa’yı boşaltmadığınız takdirde kesin hareketlere başvurulacağını ve dökülecek kanların sorumluluğunun size ait olacağını bildiririz. Hıristiyan vatandaşlarımızın her türlü hukuku korunacaktır. Urfa’yı boşaltmaya razı olduğunuz takdirde sınırımızın dışına kadar serbestçe gidebileceğinizi temin ederiz”. Aynı gün işgal kuvvetleri komutanlığı siyasi komiseri Sojous’den (Saju) şu cevap geldi : “Urfa civarında bulunan bütün aşiretlere. Yazınızı aldım. Sizlerle harp halinde değiliz. Arazinizin boşaltılması, General Gouraud’un emrine bağlıdır. İsteğinizi General’e bildirdim. Aramızda mevcut olan samimi bağları bozacak hallerin kaldırılması için gelecek cevabı beklemeniz rica olunur. Bu cevabın kesinlikle ve çabuk geleceğinden eminim, 7 Şubat 1920”. Fransız siyasi komiseri Saju bu cevabı yazdıktan sonra Urfa mutasarrıfını ve ileri gelenlerini toplayarak Milli Kuvvetlerin bu işden vazgeçmesini istemişti. Ali Saip Bey 112 113 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 5/1774, Dosya No.5/ 8 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 5/2068, Dosya No. 50 73 tarafından Urfa Ermeni azınlığına da bir bildiri gönderilerek, Urfa’ya yapılacak taarruzun doğrudan doğruya Fransız Kuvvetlerine yöneltileceği, Ermeni vatandaşların güvenlikte bulunduğu belirtilmişti. Ermeni topluluğundan, Urfa Türklerinin gösterdikleri bu şefkatli davranıştan dolayı memnun olduklarını bildiren cevap alındı. 8 Şubat 1920 sabahı Fransız komutanı, şehrin eşrafından ve mülki erkanından oluşan bir heyeti, Milli Kuvvetleri Urfa’ya girmekten vaz geçirmek için göndermişti. Ancak, bu heyet Milli Kuvvetlerin taarruz edebilecek kuvvette olduğunu anlayınca; aynı gün saat 23.00’de Urfa’ya girmesini kararlaştırdı. Fransızlar tarafından direnme olmadıkça ve saldırıda bulunulmadıkça Milli Kuvvetlerin de silah kullanmaması emri verildi. Harran ve Beykapılarından, tam saatinde Milli Kuvvetler, atlı ve yaya olarak büyük bir vekâr ve sükun içinde iki koldan Urfa’ya girdiler, Fransızlar hiç bir karışıklık ve hareket göstermediler. Sabaha kadar, hanlar, camiler ve büyük binalarda yerleşme yapılmakla beraber bir taraftan da esaslı savunma tertipleri alınıyordu. Bu suretle Urfa şehrinin yarısı Milli Kuvvetler tarafından işgal edildi. Fransızlar, hastahane ve civarına, Ermeniler de kendi mahallelerine sığınmışlardı. Urfa’nın işgali, Heyeti Temsiliye’ye ve bağlı ilçelere bildirildi. Bu suretle 9 Şubat 1920’de Urfa Milli Kuvvetleri tarafından işgal edilmiş oldu. Daha sonra Fransızları Urfa’dan çıkarmak için gerekli çalışmalar başladı. 9 Şubat 1920’de Urfa’da 3000 kişilik bir Milli Kuvvet bulunuyordu. Fransız kuvvetlerinin durumu genel olarak şöyleydi 114. Bir Binbaşı komutasında 5000 er 12 makinalı tüfek ve bir takım süvariden kurulu takviyeli bir taburdu. Bunlara ayrıca 500 kadar silahlandırılmış Ermeni de katılmıştı. Halkın hepsi Milli Kuvvetleri destekliyordu. İki saatte bakım ve yiyecek işleri ve diğer ihtiyaçları için 1000 altın lira toplanmıştı. 9 şubat 1920’de Urfa’da şehir içinde yapılması kararlaştırılan milli harekata Urfa cezaevindekilerin de katılması için gerekli hazırlıklara geçildi. Bu tutuklu gençler silahlandırıldı ve cezaevinden çıkarılmaya başlandı. Bu sırada işlerin bir an önce sonuçlandırılması için tutuklu gençlerin emirle çıkarıldığı kendisine duyurulmamış olan bir nöbetçi eri, kaçtığını zannederek, havaya bir el ateş etmişti. Silah sesi duyan Fransızlar, Urfa’ya gelen Milli Kuvvetlerin taarruza geçtiğini sanarak hedef gözetmeksizin ateş etmeye başladılar. Böylece Urfa’da şehir içindeki muharebeler başlamış bulunuyordu. Esasen her iki tarafın sinirleri gayet gergindi. Fransızlar devamlı ateş ediyorlardı; makinalı tüfekler çalışıyor, el ve tüfek bombaları şehrin muhtelif yerlerinde patlıyordu. Bu hal akşama kadar sürdü. Urfa’da artık harekât başlamış bulunuyordu. Türk kuvvetleri, çeşitli bölgelerden taarruza ve Fransızları sarmaya fırsat arıyorlardı. Bazı evlerde yerleşmiş Ermeni müfrezelerine karşı baskınlar yapılarak bunlar püskürtülüyor veya esir alınıyordu. 9-10 Şubat 1920 gecesi yapılan bir baskında Fransız Komutanının karargâhına girildi. Burada Fransız bayrağı indirilerek yerine Türk bayrağı çekildi. Bu çarpışmalarda üstün cesaret gösterenler mükafatlandırıldı. Bu başarı üzerine Fransızlar, her ne kadar şehri boşaltmışlarsa da şehir dışındaki hastane ve buna benzer binalarda savunmaya devam etmekteydiler. Yapılan taarruz ve hücumlar, Fransızların bina içinde olması dolayısıyla etkisiz kalmaktaydı. Fransızların sığındıkları binaları yıkmak buralardan yapılan ateşleri susturmak için topa lüzum vardı. Milli kuvvetlerin yapmakta oldukları mücadelelere ordunun karışması, siyasi bir mesele olarak kabul edileceği düşüncesiyle, Urfa’ya top gönderemediler. Bu durum halk tarafından Ankara’da Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e bildirilmiş ve O’da 13. Kolordu Komutanlığına: Urfa’da Kuva-i Milliye tarafından çevrilen Fransız kuvvetlerinin yok edilmesi için top gönderilmesini emretmişti. 13 ncü Kolordu Komutanlığı, aynı gece, Siverek’de bulunan bir Schneider dağ topunun 70-80 mermisiyle birlikte ve bir makinalı tüfek takımının Urfa’da Milli Kuvvetler emrine gönderdi. Bundan başka Kolordunun bazı subay ve erlerinin kıyafetleri değiştirilerek Urfa’ya yardıma gönderildi. Bu subaylar, izinli gösterilmişti. Urfa’ya devamlı yardım gelmekteydi. Urfa’da Milli Kuvvetlerin mevcudu o kadar fazlalaşmıştı ki, yiyecek sıkıntısı 114 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 4/7406 H. Ceridesi 2 74 çekilebilir endişesi ile fazla kuvvet gönderilmemesi istendi. Urfa’da hava şartları pek fena ve ağırdı. Hemen, hemen hiç görülmemiş büyük bir kış hüküm sürüyordu. Gerek Urfa ve gerek Diyarbakır’da devamlı kar yağmakta, ısı derecesi gittikçe düşmekteydi. Bu durum, her iki taraf içinde güçlük veriyordu. Her yerde hatta köyler arasında bile gidiş geliş yapılamıyordu. 13.Kolordu, 18 Şubat 1920’de Ankara’ya yazdığı bir raporda “Devamlı olarak kar yağıyor, ikmal yapılamıyor. Karacadağ civarındaki yollar kapanmıştır. Haberleşme de yapılamamaktadır. Bu sebeple Urfa’dan yeni bilgi alınamamıştır. Urfa telgraf hattı da onarılamamıştır” diyordu. 15 Şubat 1920’de Ermeni ve Süryanilerden 1200 kişi, kendilerine iyi muamele yapılmasına rağmen, Fransızlara katıldılar ve hemen silahlandırıldılar. Ermenilere tarafsız kalmaları hakkında öğüt verilmişse de Türklere karşı gelmişler ve Fransızlar tarafından çarpışmaya katılmışlardı. Ermeniler hastane ile kendi mahalleleri arasında gizli yollar açarak Fransızlarla birleşmişlerdi. Urfa’da çarpışmalar sürüp gidiyordu. Ancak, önemli bir başarı elde edilemiyordu. Bunun başlıca sebebi bu kuvvetleri sevk ve idare edecek askeri bilgilere sahip bir komutanın bulunmamasıydı. Komutanlar, aşiret reislerinden ibaretti. Hiç olmazsa birkaç muvazzaf astsubayın bu kuvvetlerin başına atanması kesin bir zorunluluk halini almıştı. Bu maksatla 13.Kolordu; Süvari Alay Komutanı Binbaşı Hüseyin’in, bir piyade subayını da yanına alarak Urfa’ya hareketini ve Urfa’daki kuvvetlerin sevk ve idaresini eline almasını emretti. Bununla beraber bu husus, gizli tutulacak ve komşu komutanlarla muhabereler, Komutan Namık tarafından sağlanacaktı. Fransızlar, Urfa’ya takviye kıtaları göndermeden bu meselenin halledilmesi gerekiyordu. Ermenilerin Fransızlar tarafına geçişi, durumu Türklerin aleyhine çevirmiş gibi görünüyordu. 17 Şubat 1920 akşamı Urfa’nın kuzey kenarında Hacı Bedir Ağa’nın evine sığınan Fransızlar ile Ermeni ve Süryanilerden oluşan bir birlik aşiretler tarafından, taarruz edilerek imha edildi. Çarpışmalar devam ederken gönderilen bir topun yetmeyeceği anlaşılınca Mardin’den de bir dağ topçu takımı gönderildi. Urfa’da mevcudu ikiye yükselen top sayısını belli etmemek için toplar birer birer ateş etmekte idi.115. Urfa harekâtı gittikçe karışık bir hal almaya başlamıştı. Aşiretlerden oluşan Milli Kuvvetlerin erlerinin bazıları, harekâtın uzaması dolayısıyla, bölgeyi terk etmeye başlamışlardı. Halktan bazıları Ankara’da Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e telgrafla bu durumu anlattılar. Mustafa Kemal’de Kolorduya, Urfa’da yapılan muharebelerin aleyhimize sonuçlanabileceğini, halkın heyecan içinde göçe hazırlandıkları, takviye kuvvetleri gönderilmesini istedikleri, bu sonucun meydana gelmesine, Urfa harekâtını yapan kuvvetlerin düzensizliği ve beceriksizliği birinci derecede etki yaptığını, bu hareketin mümkün olduğu kadar 13.Kolorduca düzeltilmesine çalışılmasını, bu yolda mümkün olan tedbirlerin alınarak halkın göç etmekten vazgeçirilmesini ve sükunetle yerlerinde kalmalarının sağlamasını emretti. Mustafa Kemal’in bu emri üzerine 13.Kolordu Komutanı, Urfa’ya gerekli personel ve malzeme yardımının yapılmasını sağlayan tedbirler aldırdı. Alınan bu tedbirlerden sonra 5 ve 6 Mart 1920 günlerinde Urfa’daki Milli Kuvvetler taarruza geçmiş ve şiddetli çarpışmalar olmuştu. Fransızların işgal ettikleri binalar, Milli Kuvvetler tarafından, kısmen tahrip edilmiş olmasına rağmen, aşiret erleri taarruzda kesin bir sonuç elde edememişlerdi. Aşiretler eğitim görmediklerinden ordu birlikleri kadar başarı gösteremediler. Her türlü haller karşısında kabadayılık göstermekten zevk alan aşiretler, önemli ve ciddi meselelerde esaslı varlık gösterememekteydiler. Urfa işinin ancak düzenli kuvvetlerle halledilebileceği kanaati hasıl olmuştu 116 ”. Bu raporlardan anlaşılacağı gibi Urfa’nın kurtuluş mücadelesi, oldukça karışık bir hal almıştı. Durumu düzeltmek için Kolordu ve bölgedeki Tümen Komutanları, idari amirler ve hatta Ankara’da bulunan Heyeti Temsiliye, her türlü imkandan faydalanmak için gayret 115 116 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 4/ 7406. Harp Ceridesi 3 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Aşþiv No. 4/ 7406 H. Ceridesi 5 75 gösteriyorlardı. Mart sonlarında Fransızlar Urfa’daki çeşitli binalara sığınmış ve bunları oldukça tahkim etmişlerdi. Fransızların sayıları Ermenilerle beraber çoğalmıştı. 36 Makineli tüfek ve otomatik tüfekleri olduğu öğrenildi. Yiyecek durumları sıkışıktı. Türkler Ermenileri beslediklerinden Fransızlar da bunlardan faydalanıyorlardı. 23 günden beri sonuçlandırılamayan Urfa harekâtı, Ankara’da gittikçe daha yakın bir ilgi ile izlenmeye başlanmıştı. 29/ 30 Mart gecesi Badilli aşiretinden bir kısım kuvvetle Fransızlara baskın yapıldı ise de yine düşmanın kuvvetli ateş baskısı altında başarı ile sonuçlanamadı ve geriye çekilmek zorunda kalındı. Ermeni mahallesinden kaçan ve Türk tarafına geçen Süryanilerin ifadelerinde, Ermenilerin kendi mahallelerinde dinamit ile bomba yaptıkları bildirlmişti. Ayrıca Fransız ve Ermeni kuvvetlerinin taarruz için hazırlanmakta oldukları öğrenildi. Fransızlar yiyecek bakımından günden güne sıkıntıya düşmekte idiler. Urfa çarpışmalarının başlamasından beri Fransızlara yetecek derecede yiyecek ve diğer ihtiyaçlar gönderilmemişti. Yapılan takviye hareketleri de Telebyaz ve Sürüç’den Urfa’ya gelen yollardan milli kuvvetler tarafından baskınlarla sürekli olarak dağıtılmış ve Urfa’ya ulaşmalarına engel olunmuştur. Alınan haberlere göre Fransızlar, tuzsuz ekmek ve katır eti yemekte idiler. Ermenilerin yardımları Fransız yiyecek durumunu az da olsa kolaylaştırıyor fakat yiyecekleri yavaş yavaş azalıyor ve hemen hemen bitmek üzere bulunuyordu 117. 3 Nisan 1920 günü, Fransızların gece hücumuna karşılık olarak ve kendilerine son kez yapılan teslim teklifine cevap vermelerini sağlamak için bir taarruz yapılmışsa da başarıyla sonuçlanmamıştı. Bu taarruzdan önce Fransızlara teslim olmaları teklif edilmişti. Verilen cevapta 118 ; “Durumun yüksek komutanlığına arz edildiği ve kendilerinin teslim olma yetkileri bulunmadığı” bildirilmişti. Bu cevaptan anlaşılacağı gibi Urfa’da Fransızlar güç durumda idiler. Esasen alınan haberlerde bunu gösteriyordu. Nitekim 7 Nisan 1920 günü Ermeni cemaatından bir heyet Milli Kuvvetler Komutanına gelerek Ermenilerin yiyeceklerinin bittiğini zor durumda kaldıklarını ve yiyecek verilmesini rica ettiler. Esasen Urfa’lılar Ermenilere, kuşatmanın başından beri yiyecek vermekte ve Ermenilerin hayatlarını korumaktaydılar. Bu kez de verilmesinde hiç bir sakınca görülmedi. Bununla beraber Türk halkı da sıkıntı içindeydi. Aylardan beri her türlü ticaret işlemleri durmuş, dışarıdan içeri pek az ihtiyaç maddesi getirilebilmişti. Fransızlar çekilip gitmedikçe bu halin sürüp gideceği şüphesizdi. Ermeni heyetine bu durum açıklandı ve kendilerinin Fransızlarla görüşmeleri bildirildi. Urfa’daki bu ciddi durum özellikle Fransız askerleri üzerinde daha çok kendini gösteriyordu. Bir Fransız subayının not defterinden alınan aşağıdaki pasaj bunu açık bir şekilde anlatıyordu. “Gece ve gündüz sükunetle geçti. Öğleden sonra bir Türk Jandarması, yanında iki Ermeni ile ziyaretimize geldi. Komutanlarla uzun süre görüştüler. Urfa’yı terketmek konusundaki koşullar kararlaştırıldı. Bu müracaat tam zamanında yapılmıştı. Çünkü Poilu’lerin (tüylü yani fransız askeri demek ) fikri her halde Urfa’yı boşaltmaktı. Gerçekten bunlar, umduğumuzdan çok dayandılar”. 8 Nisan 1920’de Fransızlar, Mutasarrıf Ali Rıza Bey’e yazdıkları bir mektupla mevzii bir mütareke yapılmasını istiyorlardı. Bu mütarekeden sonra Urfa’dan çekileceklerdi. Fransızların bildirdikleri koşullar şunlardı : Ermenilerin hayatları korunacaktı, Amerikalıların hayat ve malları korunacaktı, Urfa’da ölen Fransızların mezarlarına saygı gösterilecekti, Cerablus’a kadar ağırlıklarının taşınması için 60 deve ve 25 mekkâre verilecekti, Esir düşen Fransız erleri geri verilecekti, Güvenlik amacıyla, Urfa ileri gelenlerinden 10 kişi Cerablus’a kadar Fransızlarla beraber gidecekti. 117 118 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No. 4/ 7406, H. Ceridesi 6 Gnkur. ATASE Bşk.lığının A. No. 4/ 7406 Harp Ceridesi 6 76 Bu koşullar Urfa Kuva-i Milliyesi tarafından kabul olunmuş ve iki taraf da bulunduğu yerlerde kalmak üzere mütareke yapmıştı. 9 Nisan 1920 saat 14.00’de iki taraf komutanlarının buluşması kararlaştırıldığından mutasarrıf Ali Rıza Bey, belediye başkanı Hacı Mustafa ve komutan Namık Urfa hastanesi yanındaki Köprübaşında; Fransız Komutanı, siyasi komiseri ve hastaneden bir doktorla buluşarak görüştüler. Görüşmeye göre geri çekilme hazırlıklarına başlayan Fransızlar 11 Nisan 1920 saat 01.00’de Urfa’yı boşalttılar. Büyük bir sevinç içinde olan Urfa ve dolaylarındaki halk, gece olmasına rağmen bu mutlu anı daha yakından görmek için akın akın yollara dökülerek şehire gelmişlerdi. 11 Nisan 1920 sabahı tatlı bir bahar havası içinde Urfa, özgürlüğüne kavuşmuş bulunuyordu. Urfa’dan çekilen Fransızlar, yolda Firuz Paşa deresinde aşiretlerin taarruzuna uğradılar. Fransızların Urfa’dan çekilmeleri sırasında yolda başlarına gelen bu olay, Türk makamları tarafından önemle araştırıldı ve gerekli önlemler alındı. Urfa harekâtı sonuçlandırılırken, Türk Milletinin vatanlarını savunmada gösterdikleri gayretleri ve Ermenilere karşı tutumlarını 13.Kolordu Komutanlığının 21 Nisan 1920 tarihli raporunun 2.maddesi şöyle açıklamaktadır: Urfa’ya gelen Amerikan Kızıl Haç heyeti 20 Nisan 1920’de Urfa’dan ayrılmıştır. Bu heyet milli mukavemeti haklı görmüş Türk olmayan elemanlarla esirlere yapılan işlemden memnun kalmışlardır. Ermeniler de güvenlik altında yaşadıklarına dair bir tutanak düzenleyerek Amerikalılara vermişler ve Fransızlar tekrar gelirlerse Türklerle beraber Urfa’yı savunacaklarını bildirmişlerdir. 61 gün süren Urfa kurtuluş savaşı bu suretle sona ermiş ve şehir kurtarılmıştır. Antep ve Kilis Bölgesindeki Çarpışmalarda Teğmen Şahin’in Cesareti ve Şehit Olması; Antep Bölgesindeki Fransızlar, başlangıçta Antepli’lerden açıkça pasif karşı koyma görüyorlardı. Antepliler ve köylüleri, Fransızlara ve Ermenilere tahıl, keresteciler de tahkimat yapılıyor diye kereste satmıyorlardı. Antep’den erzak tedarik edemeyeceklerini anlayan Fransızlar yiyecek maddelerini diğer bölgelerden getirmek zorunda kaldılar. Fransızlar ikmallerini devamlı olarak Kilis-Antep yoluyla yaptıklarından burası önem taşımaktaydı. Bu arada, muvazzaf bir subay olan Teğmen Şahin (asıl adı Sait) esaretten İstanbul’a döndükten sonra Birecik ilçesi askerlik şubesine atanmış ve buraya giderken memleketi olan Antep’e gelerek Milli Mücadeleye katılma kararını vermişti. Bu kararını Antep Müdafaai Hukuk Cemiyetine bildirmiş ve olumlu cevap almıştır. Bundan sonra Teğmen Şahin, buradan aldığı emre göre Antep’te Milli Kuvvetler teşkilatını kurmaya başladı. Antep savunmasını her şeyin üstünde tutan Teğmen Şahin, Kilis’ten itibaren birer boğaz olan Kızılburun, Kertil,Ulumasara gibi üç önemli yerde siperler kazarak hazırlandı ve bu yoldan 3 Şubat ve 18 Şubat günü geçmeye teşebbüs eden Fransız ikmal kollarına baskınlar yaparak çok sayıda silah ve malzeme ele geçirdi. Bu olaylar üzerine Fransız garnizon komutanı, 21 Şubat 1920 günü Antep mutasarrıfına bir mektup göndererek Teğmen Şahin kuvvetlerinin yoldan çekilmelerini istedi ve bir anlaşma yapılmasını da teklif etti. Antep Heyeti Merkeziyesi, bu başarılı sonuçlardan faydalanarak 22 Şubat 1920’de Teğmen Şahin Kuvvetlerinin çekilmesi için aşağıdaki şartları ileri sürdü : Antep’deki Ermeni gönüllü kıtalarının uzaklaştırılması ve bunların Türk iç işlerine karıştırılmaması, Antep’e başka takviye kıtalarının getirmemesi, bölgedeki disiplinin sağlanması amacıyla Antep ve dolaylarına iki Türk taburun getirilmesine müsaade edilmesi. Bu istekler Fransızlar tarafından kabul edilmediğinden anlaşmaya varılamadı. Fransızlar her neye mal olursa olsun Antep yolunun açılması için daha büyük kıtalar göndermeye karar verdiler. Fransızlar, kaümuoyu karşısında fena duruma düşmüş bulunuyorlardı. Bundan başka Antep’de bulunan Fransız erlerinin bir kısmınında terhis ve diğer sebeplerle değiştirilmesi zorunluluğu vardı 119 . 119 Genkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.4/7406,Harp Caridesi 14 77 24 Mart 1920’de, Kilis’e Katma’dan güçlü bir Fransız kuvvetinin geldiği Teğmen Şahin’e, ertesi günde telgrafla Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal’e bildirmişti. 26 Mart 1920 sabahı Yarbay Andrea komutasındaki bu kuvvetler, Kilis’ten hareketle Antep’e doğru yürüyüşe geçtiler. Bu kuvvetin emrinde tanklar ve zırhlı otomobiller vardı. Bu kuvvetli yürüyüş kolu, Teğmen Şahin’in kuvvetleri tarafından birbiri ardınca çeşitli mevzilerde durdurulmaya çalışıldıysa da başarısız oldular. Fransızlar, 28 Mart 1920 günü taaruza başladı. Teğmen Şahin, devamlı olarak arkadaşlarına cesaret veriyor ve sonuna kadar direnmelerini istiyordu. Fakat Milli Kuvvetlerin ateşleri azalmış ve önemli bir kısmı, çok üstün kuvvetler karşısında geri çekilmek zorunda kalmıştı. Teğmen Şahin’e yanındaki arkadaşları tarafından geri çekilme teklifi yapıldı ise de o, çekilmedi ve son mermisini atıncaya kadar köprünün üzerinde direndi. Bütün Milli Kuvvetlerin ve yanındaki arkadaşlarının çekilmelerine rağmen Elmalı köprüsü üzerinde yalnız başına savunan Teğmen Şahin, en sonunda vurulmuş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Onun şehadeti üzerine Milli Kuvvetler daha geride de tutunamayarak Antep kuzeyine çekilmek zorunda kaldılar. Bu kahramanın halen, Elmalı köprüsünün kuzeyinde karayolları şantiyesi yanında anıtı bulunmaktadır. Andrea kuvvetleri de artık bir direnme karşısında kalmadıklarından Antep’den takviye ve yol güvenliği maksadı ile Kızılhisar istikametinde gönderilen karşılayıcı Fransız müfgrezesi ile de birleşerek 28 Mart 1920 akşamı Antep’e girmiş oldu. Teğmen Şahin’in şehit olması ve Türk kuvvetlerinin yenilgiye uğraması, Anteplileri çok üzmüştü. Antep heyeti merkeziyesinin isteği üzerine, Mustafa Kemal tarafından Maraş’dan Antep’e gönderildi. Yüzbaşı Kılıç Ali’nin Antep’e gelişi, Anteplilerin moralini yükseltti. Yüzbaşı Kılıç Ali, civar illerdeki Milli Kuvvetleri Antep’te birleştirerek savunma gücünü artırmış oldu120. Teğmen Şahin müfrezesini çekilmek zorunda bıraktıktan sonra Kilis’den Antep’e gelen Fransız Yarbay Andrea, terhis olan Fransız erlerini Kilis’e götürmek üzere 1 Nisan 1920’de bir kafileyi yola çıkardı. Bu kafile yolda Yüzbaşı Kılıç Ali kuvvetlerinin baskınına uğradı. Ve çok zayiat verdi. Antep şehri içinde, 1 Nisan 1920 günü Fransızlara yapılan baskında Antep kolej binasına yerleştirilen Fransız toplarının ateş etmesi üzerine top seslerini işiten Ermeniler, şehirde taşkınlık yaparak Türk mahallelerine ateş açtılar. Türk halkının bu heyecanlı ve kritik anında, yanlışlıkla bir nöbetçi jandarma erinin ateş etmesi sinirleri gergin bir halde olan Antepliler üzerinde Fransızların baskın yaptıkları zannını doğurmuş ve tüfeklerini kapan halk ateşmevzilerine koşmuşlardı. Bu suretle Antep şehri içindeki muharebeler, 1 Nisan 1920 günü başlamış oldu. 4 Nisan 1920 günü Yüzbaşı Kılıç Ali, şehre gelerek Heyeti Merkeziye ile bir toplantı yaptı. Şehirde yapılacak muharebenin sevk ve idaresi için Antep şehri ile şlgili tertiplenmeleri yaptırdı121. Şehirdeki Fransız birlikleri, Kur.Yb.Abadise Komutasında, bir Ermeni Gönüllü Alayı, Cezayir ve Senegalli birlikler olmak üzere 1000 kişi kadardı. Ermeni Gönüllü Alayı; Ermeni mahallesini koruyacak şekilde tertiplenmişlerdi. Fransızların cephane ve yiyecekleri tamamdı. Ayrıca üç aylıkta stokları vardı. Ulaştırma kolları Kilis.-Antep ve AntepAkçakoyunlu yollarında çalıştırılmakta idi. Antep’de çarpışmalar başlayınca Ermeni mahallesindeki Türkler, evlerini ve eşyalarını olduğu gibi bırakarak Türk mahallelerine sığınmak zorunda kaldılar. Ermeni mahallelerinde ayrılan bu Türklerin eşyaları ise yağma edilmiş evleri yakılıp, yıkılmıştı. Diğer taraftan,Türk mahallelerinden kaçan Ermenilerin evleri ve eşyaları, teşkil edilen “Malları Koruma Komisyonu” tarafından toplattırılıp Kürkçühanı’na gönderilerek muhafaza altına alınmıştı. Evlerin hiç birisi tahrip edilmemiş ve ateş edilmeye uygun evlerden ancak ufak mazgallar açılmıştı. 120 121 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Türk İstiklal Harbi IV ncu c.s.124:128 Genkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/801 Dosya No.7 78 Yüzbaşı Kılıç Ali, yüzlerce yıldan beri aynı yerde Türklerle birlikte yaşayan, aynı vatanın havasını teneffüs eden Ermeni azınlığını uyarmak ve Fransız emellerine hizmet etmekten vazgeçirmek için 6 Nisan 1920 günü Antep’de bulunan Ermenilere haber gönderdi ve özellikle : “Antep vatanın ayrılmaz bir parçasıdır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde de bu bölgenin düşmandan kurtarılması için son damla kana kadar çarpışmaya karar verildiğini Ermenilerin Fransızlarla birleşmemelerini” anlattı. Fakat hiçbir sonuç elde edilemedi. Daha sonra Kılıç Ali, 9 Nisan 1920’de Maraş’daki Ermeni büyüklerinden üç kişilik bir uyarıcı heyeti Antep’deki ermenilere gönderdi. Bu heyetle bir bildiri hazırlanarak; ateş kes yapılması, yangın çıkarılmamasını uzlaşılması istendi. Bu bildirinin dağıtıldığı günün akşamı Ermenilerin bulunduğu Kozanlı tarafından makineli tüfek, bomba ve ateş sesleri duyuldu. Her taraftan ateş edilmeye başlandı. Böylece Ermeniler tamamen Fransızlarla birlikte hareket edeceklerini göstermiş oldular. 1 Nisan 1920 başından beri Antep’de geçen olaylar ve Fransız kıtalarının Milli Kuvvetler tarafından çevrilmesi üzerine, Fransızlar durumu düzeltmek için takviye kıtaları göndermek zorunluluğunu duydular. Bu amaçla Cerablus’dan Albay Normand komutasında takviyeli bir alay kadar kuvvet, 15 Nisan 1920 günü Antep’e yola çıkarıldı. Normand’ın kıtaları, yolda Milli Müfrezenin taarruzuna uğradı. Ancak, güçlü Fransız birlikleri karşısında Milli Kuvvetler geri çekilmek zorunda kaldılar. Fransız kıtaları da Antep’e doğru ilerlemeye devam ederek 15/16 Nisan 1920 gecesi şehrin sırtlarını işgal ettiler ve topçularıyla şehre ateş etmeye başladılar. Şehrin batısında daha önceden mevziilenmiş olan Fransız topçusu da ateşe katıldığından, Antep iki yönden atılan mermilerle tahrip ediliyordu. Öbür yönden Albay Debieuvre (Debiövr) komutasında Kilis’ten Antep’e gönderilen kıtalar da 17 Nisan 1920 günü Antep’e geldi. Bu suretle Antep’deki Fransız kıtalarının mevcudu çok artmış ve şehir Fransızlar tarafından sarılmış oldu. 26 Nisan 1920 günü şehri kuşatan Albay Normand kıtaları ile Albay Debieuvre kıtalarının Anadolu’da ilk defa tanklarla yaptıkları taarruz büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Suriye ve özelikle Halep dolaylarındaki durum iyi değildi. Fransızlar Türkiye’de çekebilecekleri kuvvetlerle Suriye’deki durumu düzeltmek zorundaydılar. Bu sebeple esasen 28/29 Nisan 1920 gecesinden itibaren geri çekilmeye başlıyarak savunma mevziilerini bırakmış bulunuyorlardı. Bu suretle Türk kıtaları da Fransız mevziilerini kolaylıkla işgal etti. Yalnız güneyde şehre hakim tepeler ile şehrin batı kesiminde bazı Ermeni evlerini ve kolej bölgesini devamlı olarak elde tutmaktaydılar. 3 Mayıs 1920 günü Türk kuvvetleri, bütün Fransız cephesine taarruza başladılar ve Nizip ve Kilis yollarının kontrolunu ellerine geçirdiler. Ancak, Fransızlar her zaman olduğu gibi, bu defa da kolej ve Garaf bölgesinde çok kuvvetli olarak tahkim edilmiş mevziilerine sığındılar. Yapılan Türk taarruzları başarılı olamadı. Fransızlar, Antep’de kuşatılmış olan kıtalarını takviye etmek ve kuşatmadan kurtarmak amacıyla Kilis'den Antep’e güçlü bir birliği yola çıkardılar. Bu Fransız birliği Polat Bey kuvvetlerinin baskınına uğradı. Ancak Milli Kuvvetler başarısız olarak geri çekilmek zorunda kaldılar. Üstün Fransız kuvvetlerini durdurmak mümkün olamadığından Milli Kuvvetler geri çekilerek Kilis- Antep yolunu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Fransız takviye kolu da Antep’e ulaştı. Adana Bölgesinde;Hacıkırı ve Belemedik, Pozantıda, Kavaklıhanda, Nur Dağları Bölgesinde, Hamamköyde, Meydanıekbezde Cereyan Eden Çarpışmalar Ve 20 Günlük Mütareke; Hacıkırı, Pozantı’daki Fransız kuvvetlerinin demiryolu ile ikmal ve irtibatını kesmesi bakımından önemliydi. 2/3 Nisan 1920’de Hacıkırı kuşatılarak buradaki Fransız komutanına teslim olması teklif edildi. Burada 1000 kişilik bir kuvvet bulunuyordu. Bunların bir kısmı 79 silahlı Ermeni ve Rumlardan ve bir kısmı da Fransız üniforması giymiş Ermeni askerlerinden ibaretti. Türk kuvvetleri ise, 300 silahlı ve 2000’e yakın silahsızdı. Henüz yeter derecede silah sağlanamadığından, gönüllü gelmiş Milli Kuvvetlere silah verilmemişti. Düşman silahlandırılmış ve iyi eğitim görmüş olduğundan direniyordu. Çarpışmalar 3 gün sürdü. Sonunda Hacıkırı Mili Kuvvetler tarafından işgal edildi. Bu harekat Milli Kuvvetlerin Toroslar bölgesindeki ilk önemli çarpışmasıydı. Bundan sonra sıra Belemedik’e gelmiştir. Belemedik’te Fransızların bir hastanesi ve ayrıca onarım atölyeleri vardı. Fransız, Rum, Ermeni gibi işçiler ve ustalar da bulunuyordu. Pozantı’daki taburun komutanı binbaşı Mesnil’in eşide burada hastalara bakıyordu. Fransızlar bu yeri 100 kişilik bir birlikle savunuyorlardı Türkler için çok önemli olan bu yer de bir baskınla işgal edildi ve Binbaşı Mesnil’in eşi de esir alınarak geriye gönderildi. Bu baskınlar sonunda Toroslarda oturan halkın, moral kuvveti artmış ve vatanın savunması hakkında müsbet ve tam bir inanç kökleşmiş oluyordu. Türklerin bu başarıları üzerine Adana’da bulunan Rum ve Ermenilerin bir kısmının Türklere sempati göstermeye başladıkları haberleri alınıyordu 122. Bu zamana kadar bağımsız olarak çalışan ve ordudan özel surette yardım gören Milli Kuvvetler, Sivas Kongesi’nde alınan kararlara göre, 11 Nisan 1920 günü Ankara’dan verilen bir emirle bölgelerindeki kolordu ve tümen komutanlıklarına bağlandı. Böylece, emir ve komuta işi daha iyi düzenlenmiş ve ikmal kolaylıkları sağlanmış oldu. Tekelioğlu Sinan Bey Fransızlar tarafından işgal edilmiş olan Pozantı bölgesine çok önem veriyordu. Bu sebepten 1920 başında, Pozantı Milli Kuvvetler tarafından savunulmuş ve Pozantı bölgesinden Tarsus’a inen bütün yollar kontrol altına alındığından Fransızların geri ile bağlantıları tamamen kesilmişti. 10 Nisan 1920’de Pozantı’daki Fransız kuvvetlerine teslim teklifi yapıldı. Fakat bu teklifi kabul etmediler. 6 Mayıs günü Pozantı!yı ele geçirmek maksadıyla yapılan Türk taarruzları başarısız oldu ve Türk birlikleri eski mevzilerine geri çekilmek zorunda kaldılar. Fransızların, Toros geçitlerine hakim olmak amacıyla Pozantı şosesi boyunca taaruza geçecekleri haberi alınmıştı. Bu taaruzlarda tank ve zırhlı otomobilleri kullanacakları öğrenilmişti. Bu sebeple Türk Kuvvetleri tanklara karşı gerekli savunma hazırlıklarının tamamlanmasına son derece önem veriyordu. Arazi tankları hareketlerine elverişli idi. Fakat günlerden beri yağan yağmurlar Koson deresini taşırmış ve şose dışındaki arazi kesimlerini kısmen bataklık haline getirmişti. Bu sebeple tankların şose boyunu takip etmeleri beklenmekte idi. Milli Kuvvetler gece gündüz çalışarak tankların gelmesi umulan yerleri tank engelleri ile kapattılar. 11 Nisan 1920 günü kuzeye doğru harekete geçen Fransızlar; Camlıtepe, Kayadibi, Bayramlı (Kurbanlı) köylerini işgal ettiler ve tamamen ateşe verdiler. 11/12 Nisan 1920 gecesini Kurbanlı sırtları üzerinde lüks lambaları altında geçirerek bu köylerin alevlerini seyretmekten adeta zevk duyuyorlar ve sabaha kadar perişan bir halde feryat ederek kaçışmakta olan Türk kadın ve çocuklarının acılarını seyrederek dinleniyorlardı. 12 Nisan 1920 günü; bir Fransız piyade alayı, Kavaklıhan’daki Türk Mevzilerine taaruza geçti. Fransızlar ileriye sürdükleri birkaç tank ile kendi piyadelerini destekliyorlardı özellikle topçu etkili ateş etmekte olduğundan Türk mevzileri bir çok yerlerde yıkılmış bulunuyordu. Bu sırada tanklardan biri şose üzerindeki tank engeline çarparak hareketsiz hale geldi. Aynı anda Milli Kuvvetlerin, Fransız birliklerinin doğu yanına baskın tarzında yaptığı taaruz Fransız kuvvetlerini güç duruma düşürmüştü. Fransızlar geri çekildiler. Bu durum iki günden beri savunmak için hazırlanan ve kadınlarla çocukların perişan hallerini görmekten dolayı üzüntü içinde bulunan Milli Kuvvetlerin moralini çok yükseltmişti. Aynı gün Fransız birlikleri alacakaranlığın basması ile çekilmeye başladılar ve muharebe meydanında bir çok ölü ve yaralı bıraktıktan sonra Tarsus’a kadar gittiler. Bu muharebelerde bir avuç Türk, 10 misli üstün Fransız kuvvetleriniz bir kere daha ağır bir şekilde yenmiştir. 122 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/7723, Dosya No.228 80 Fransızlar Pozantı’daki sarılmış taburlarını kurtarmak amacıyla 19 Mayıs 1920’de TarsusPozantı şosesi boyunca taaruzlarını yine tekrarladılar. Fransız taaruzu ağır ilerliyordu. Fransızlar topçu ateşlerini geriye de kaydırarak köyleri yakıp yıkıyordu. Fakat taaruz bir türlü hedefine varamıyor ve başarıya ulaşamıyordu. Bu sebeple Fransızların morali oldukça sarsılmıştı. Bu durumu sezen Tekelioğlu Sinan Bey, gönderdiği bir emirle Fransız cephesinin gerisinde bulunan ihtiyat kuvvetine bir baskın yaptırdı. Fransızlar neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu durum karşısında, Fransızların moralini büsbütün bozuldu Pozantı’daki Fransız taburunu kurtarmak amacı ile tekrarlanan ve inatla yapılan Fransız taaruzları bütün uğraşlara rağmen başarıya ulaşamadı. Fransızlar, nihayet Pozantı’daki taburun kendi imkanlarıyla kurtulmasına karar verdiler. Pozantı’daki bu Taburun Türk çemberinin elverişli bir yerinden sızarak gizli yollardan ve Türklerin takibine uğramadan Mersin’e çekilmesi kararlaştırıldı. Pozantı’daki Fransız komutana uçaktan haber torbası ile atılan bir mesajla, taburun çıkış yaparak dağ yollarından Mersin’e çekilmesini bildiren bir emir ile bir kroki gönderildi. 123 Pozantı’daki Fransız tabur komutanı Binbaşı Mesnil, bu talimatı aldıktan sonra çıkış hazırlıklarına başladı ve 25 Mayıs 1920 gecesi güneyde Çuğbeli bölgesinden geçerek çemberden çıkmaya muvaffak oldu. Fransız taburu yanına yolları bilen ve içinde kadında bulunan klavuzlar da almıştı. Fransız taburunun geceleyin Pozantı-Gülek şosesini takip ederek 15 km. güneyinde İbrahim Paşa’da bulunan Panzınçukuru köylüleri tarafından duyuldu. 25 Mayıs 1920 sabahı Çamalan’dan gelen atlı jandarmalarla birlikte köyün eli silah tutan genç, ihtiyar bütün erkekleri bir kısmı atlı, bir kısmı yaya olarak Fransızlara baskın yapmak kararı ile Taburun takibine koyuldular. Bu haber Tekelioğlu Sinan Bey’e de iletilmişti. Fransızların yürümekte oldukları Elmalı boğazında, arkalarından adım adım takip eden Türk Milli Kuvvetlerinin mevcudu 44 kişi olmuştu. Bu müfreze biraz ileride Ağaçkesen deresindeki Sünedir boğazında pusu kurdu Pusu kurulan dere adeta duvar gibi sert yamaçlarla çevrilmişti. 27 Mayıs 1920 sabahı Fransızların emniyet irtibatı ile yaklaşmakta oldukları görüldü. Tabur etkili menzile girince, boğazın her tarafından ateş başladı. Fransızlar büyük bir şaşkınlık içinde bozguna uğradılar. Ateşler etkisini tamamen göstermişti. Fransızlar boğazı geçebilmek için ileriye doğru koşuşmaya başladılar. Fakat önlerinin kapalı olduğunu görünce geri dönmek zorunda kaldılar. Akşam olmak üzere idi. Artık kurtulamayacaklarını anlayan Fransızlardan Türkçe bir ses yükseldi ; “Komutanımız teslim olacak komutanınızla görüşmek istiyor.” Devamlı olarak tekrar edilen bu söz üzerine Fransız komutanı ile görüşüldü ve Taburdan sağ kalanlar ve Tabur Komutanı Binbaşı Mesnil esir alındı124. Vatanını savunan ve inanmış 44 kişilik bir avuç Türk Milli Kuvveti, 1000 kişilik profesyonel bir muharip birliği, saf dışı bırakmıştı. 29 Mayıs 1920’de Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü), Kuvayi Milliye Komutanı Tekelioğlu Sinan Bey’e ; Fransızlarla yapılan geçici Mütareke Anlaşmasının maksadının esasen anavatanımızı, öz memleketimizi düşmandan temizlemek için hazırlanmaktan ibaret olduğunu, Fransızlarla görüşmelere devam edildiğini, bundan sonra emir almadan katiyen taaruz etmemesini emretti. Gerçekten Fransızlarla mütareke görüşmelerinde anlaşmaya varılmıştı. Bu taburun tesliminden sonra Mersin, Tarsus, Dana demiryolunun kuzeyinde ve Toroslar bölgesinde hiç bir Fransız kuvveti kalmamış oluyordu. Fransızlar İskenderun iskelesinden devamlı suretle kuvvet ve gereç çıkararak Dana-Halep bölgelerine gönderiyorlardı. Bu sebeple İskenderun-Belen-Kırıkhan-Reyhanlı-Halep yolu üzerinde sürekli olarak Fransız ulaştırılması yapılmakta idi. Buna engel olmak için o zamana kadar dörtyol kasabasının hemen kuzeyinde Kuzucular köyünde bulunan Karahasan müfrezesi; 8 Şubat 1920’de Hamamköy bölgesinde bir tabur kadar Fransız ikmal koluna baskın düzenledi Bir kısım Milli Kuvvetlerle de takviye edilen baskın sonucunda Fransız taburu çok kayıplar 123 124 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/7723, Dosya No.228 Genkur.ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/801 Dosya No.7. 81 vererek Halep istikametinde geri çekildi, 400 kadar silah ve yüzlerce sandık cephane birçok da hayvan ele geçirildi. Fransızlardan alınan bu silahlardan bazıları Kuvayi Milliye yardımcı, silahsız köylülere dağıtıldı. 125 Fransızların, Hassa ilçesine bağlı Meydanıekbez köyünde bir hastahanesi ve bu hastahaneyi savunan müfrezesi vardı. Kuvayi Milliye müfrezeleri 6 Mart 1920’de Meydanıekbez köyünü sardılar. Çarpışmalar günlerce sürdü. Fransızlar, Hassa ve Meydanıekbezi boşaltmak zorunda kaldılar. Hassa ilçe merkezi temizlendikten sonra Milli Hükümet adına idare kuruldu. Diğer taraftan bir Fransız Harp Gemisi, dörtyolun 3 km. batısında ve kıyıya yakın bir yerde bulunan Çaylı köyünü bombardıman etti. Fransızlar Payas’a bir Rum kaymakamı tayin etmişlerdi. Bu kaymakam Fransız Hükümeti adına ilçeyi idare ediyordu. Karahasan Paşa, Milli Kuvvetlerle hem kaymakamı değiştirmek, hemde Ermeni çiftliklerindeki stoklanmış erzakı almak üzere buraya gelmişti. 7 Mayıs 1920’de Payas’a taaruz etti. Çarpışma birkaç saat sürdü ise de ilçeyi kurtaramadı. Karahasan Paşa, Toprakkale’nin 6 km. batısında önemli bir yer olan Mustafa Bey istasyonu yakınında demiryolunu tahrip ederek o gün Dana’dan gelen trenin yoldan çıkarılmasını sağlamıştı. Bunun öcünü almak isteyen Fransızlar, bir zırhlı trenle Mustafa Bey istasyonuna gelip civarındaki köyleri top ateşine tutarak yakıp yıktılar. 126 Fransızlar, Suriye ve Adana bölgesini işgal ettikten sonra, Adana bölgesinde, Türk kuvvetleri tarafından çok güç durumlara düşürüldü. Maraş’da ve Urfa’da yenilgiye uğratılan Fransızlar, buralardan çekilmek zorunda kaldılar. Antep’de çok ciddi direnmeler karşısında güç durumlara düştüler. Toroslar ve Adana ovasında Kuva-i Milliyenin baskıları, Fransızlara ağır kayıplar verdirmiş ve Pozantı’da kuşatılan Fransız taburu çekilmek zorunda kalınca yolda baskına uğramış ve esir edilmişti. Suriye bölgesinde halk arasındaki hoşnutsuzluklar, zaman zaman ve yer, yer çıkan kargaşalıklar Fransızları, burada da zor duruma düşürmüştü. Esasen Birinci dünya Harbinin en ağır yükünü taşımış ve harpten usanmış Fransız milleti, harp taraflısı olmayan bir tutum takınmış ve 1919’da Sovyet Rusya’ya karşı Basarabya’da savaşan Fransız Kolordusunda da bu hal çok açık olarak görülmüştü. Bunlardan başka, bir çok siyasi konuda ve özellikle Ren havzası sorununda Fransızlarla İngilizler arasında anlaşmazlıklar baş göstermiş olduğundan İngilizleri, Fransız çıkarlarına daha elverişli bir durum almaya zorlamak amacıyla henüz kurulmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas ve görüşme lüzumunu duymuşlardı 127. Bu sebeplerle Fransızlar, Mayıs 1920 başlarında Türk Milli Hükümeti ile görüşme ve anlaşma yollarını aradılar. Önce Ankara’ya İstanbul’dan bir binbaşı ile bir sivil memur geldi. Bunlara eski Van milletvekili Haydar bey katılmıştı. Bu görüşmelerde esaslı bir sonuç elde edilemedi. Fakat Mayıs sonlarına doğru Suriye ve Kilikya Yüksek Komiseri General Gouraud adına hareket eden Robert de Caix başkanlığındaki Fransız heyeti Ankara’ya geldi. Bu heyetle 20 günlük mütareke yapılması kararlaştırıldı. Bu mütareke ile, Adana bölgesinde bulunan ve kısmen ordu birlikleri ile takviye olunan Milli Kuvvetleri düzenlemek mümkün olabileceği gibi Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti henüz İtilâf Devletlerince tanınmamış olduğundan Fransızları İstanbul hükümeti ile konuşmaktan alıkoyarak Ankara’daki Milli Hükümetin varlığını tanımak gibi siyasi kazanç elde edilecekti. Bu mütareke Fransızların Adana dolaylarının boşaltarak Türklere teslim edecekleri umut ve kanısını doğurmuştu. 25 Mayıs 1920’de Genelkurmay Başkanı Kurmay Albay İsmet (İnönü), Fransızların bütün Adana bölgesinde geçici olarak mütareke için başvurduklarını, bu konuda Fransızlarla Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/801 Dosya No.6 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No.5/801 Dosya No.5. 127 M.Kemal ATATÜRK, Nutuk, sayfa 285,286 125 126 82 görüşüleceğini, bu husustaki düşüncelerinin bildirilmesini 13.Kolordu Komutanlığından soruyordu 128. 13.Kolordu Komutanlığı, aynı gün verdiği cevapta : “Geçici mütareke teklifi Fransızlar tarafından yapılmış ise, bu hal Fransızların zayıflığını ve Adana bölgesine fazla kuvvet getirmeyeceğini gösterir. Esasen gerçekte böyledir. Bununla beraber, bu teklif kendi durumlarını daha ziyade kuvvetlendirmek için vakit kazanmak amacını da güdebilir. Bu teklifin Büyük Millet Meclisince askeri ve siyasi bir amaç için yapılmış olduğu da hatıra gelebilir. Bu sebeple hiç olmazsa Fransız politikasını lehimize çevirmek ve bundan faydalanmak mümkün ise, bu bölgede geçici dahi olsa mütareke kabul edilmelidir. Bu süre içinde Kuva-i Milliye teşkilâtı güçlendirilir” diyordu. Bundan başka Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal, Antep,Urfa ve Adana’ya birer Kurmay subay gönderilerek buradaki mutasarrıf ve Fransız Komutanlarıyla mütarekenin tatbikatının müzareke edilmesini bildirdi. Bu subayların incelemeleri neticesinde ortaya çıkan özellikle azınlıklarla ilgili sorunlara bizzat Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa kemal tarafından verilen cevapta : “Ermenilere tarafımızdan hiç bir taarruz yapılmayacağı ve yabancı işgalinden kurtulan memleket parçalarında Osmanlı elemanlarının beraber ve kardeşçe yaşayacakları, Mersin- TarsusAdana- Osmaniye demiryolu cephemizde ve doğrudan doğruya muharebe hattı üzerinde olduğundan Fransızlar tarafından hiç bir suretle onarılmasına müsaade edilemeyeceği” bildirildi. Fransızlarla yapılan mütareke sonucunda iki taraf arasında aşağıdaki maddelerin kararlaştırıldığı Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in imzasıyla, bütün Adana cephesinde bulunan kıta komutanlıkları ile Kuva-i Milliye Komutanlıklarını ve idari makamlara bildirildi. “29-30 Mayıs gece yarısından itibaren bütün Fransız cephesinde Fransızlarla mütareke yapılacaktır. Mütareke süresi 20 gündür. Pozantı Sis’te bulunan Fransız kıtaları bütün eşya ve gereçleri ile birlikte AdanaMersin demiryoluna kadar çekileceklerdir. Antep Fransızlar tarafından boşaltılacak ve şehir içindeki Fransız kuvvetleri ordugâhlarına çekileceklerdir. Mütarekenin ilk 10 gününde elimizde bulunan Fransız esirlerinin geri verilmesine başlanacaktır. Fransızlar’da bulunan siyasi tutuklular ve esirlerimiz teslim alınacaktır. Adana valisi ile Osmanlı Hükümeti memurları arasında serbestçe haberleşme yapılacaktır. Pozantı- Sis ve Antep’in boşaltılması şartları ve esirlerin değiştirilmesi hakkında ayrıca bilgi verileceğinden şimdilik yalnız 30 Mayıs sabahından itibaren mütareke yapılması sağlanmalıdır. Bu emir, 30 Mayıs 1920 sabahına kadar en ileri hattaki kıtalara dahi tebliğ edilmiş bulunacaktır. Bu maddeler ciddiyetle uygulanacaktır”129. Fransızlar, mütareke şartları gereğince her ne kadar Sis (Kozan) kasabasını boşalttılarsa da, Türklere teslim etmeyip oradaki silah ve cephane ile birlikte Ermeni çetelerine bırakarak ayrıldılar. Harunuye’den Yörük Salim Bey tarafından gönderilen bir raporda da, “Mütareke Fransız ve Ermenilere bildirildiği halde Osmaniye’de çarpışma halen devam ediyor.Fransızlar ve Hain Ermeniler getirdikleri zırhlı otomobillerle şehri devamlı yakıyorlar Fransız komutanı kendi başkomutanlarından emir almadıkça ateş kesmeyeceğini bildirdi” deniliyordu. 128 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv No. 5/ 801, Dosya No. 7 129 Gnkur. ATASE Bşk.lığının, Türk İstiklal Harbi,Cilt IV, s. 152:153 83 Fransızlar Antep şehrinin boşaltılması hakkındaki mütareke maddelerini eksik olarak uyguladılar. 13 Haziran 1920’de Kilis’de Fransız Komutan General Lamothe ile yapılan görüşmede, şehrin kenarında ordugâh olarak kullandıkları kolej civarındaki evlerle Garaf su deposunu şehir dışı kabul edilerek boşaltmayacağını bildirdi. Tarafımızdan işgal edilmemek şartıyla Kurban Baba ve Mardin mevkiin boşaltılması uygun görüldü. Antep’deki Ermeniler, özellikle Amerikalılar, Türklerin yapacağı sanılan katliamdan dolayı her gün heyecan içinde olduklarını bu sebepten Antep’in büsbütün boşaltılmasının doğru olmayacağını ileri sürüyorlardı. Bunun asıl sebebi kolej binalarının Fransızlar tarafından iyi tahkim edilmiş olması ve birçok gereç depolarının bulunması idi. Antep hakkındaki görüşmeler 8 Haziran’da bitti. Aynı gün Fransızlar mütarekeden faydalanarak Karadeniz Ereğlisine çıkarma yapmış ve memleketin önemli bir noktasını daha işgal etmekten çekinmemişlerdi. Fransızlar mütareke için kararlaştırılan esaslara uymamışlardı. Mütarekeden amaçları esirlerini kurtarmak ve Türklere yapacakları taarruz hazırlıklarını tamamlamaktı. Türkler mütareke şartlarına son derece bağlılık gösterirken Ermeniler ve Fransızlar Türk köylerine baskın yapıyorlardı. 11/12 Haziran gecesi Yüreğir ovasında (Adana’nın güneydoğusunda) Türk köylerine baskın yapan Ermeniler 150 kişiyi öldürmüşler ve bundan fazlasını da yaralamışlardı. Tekelioğlu Sinan Bey tarafından yapılan incelemede Micis bucağının Çuhlu köyünde 5 Türk çocuğunun gözlerinin oyulduğunu, Gemisıra köyünde 2 erkek ve 1 kadının öldürüldüğü, Ceferli bucağında Abdullah Ağa ve Akarcalı İbrahim Efendi, Yağzade Hacı Ali Efendinin çiftlikleri tamamen yağma edilerek birçok ölü ve yaralı bulunduğu tesbit edilmişti. Bunları yapanlar 170 kadar Ermeni ve Asuri’den ibaret çeteler olduğu anlaşıldı. Bu olaylar karşısında köylüler toplu olarak dağlara çekilmek zorunda kaldılar. Bu durum 13 Haziran 1920’de Sinan Bey tarafından T.B.M.M.Başkanı Mustafa Kemal’e bildirildi. Ayrıca 16 Haziran 1920’de Tarsus’dan gelen 80 kadar Fransız süvarisi Kızhöyüğü, Baltalı, Kargılı, Karsavuran köylerini basarak zorla yağma etmişler ve köyleri yakmışlardı bunu gören köylüler Fransızları pusuya düşürerek çarpışmışlar ve 4 ölü vererek Tarsus’a ve Yenice’ye kaçırmışlardı. Bu arada Yenice bölgesinde de köyler basılarak yakılmış ve bir kısım köylü öldürülmüştü. Mütareke devresi devam etmesine rağmen Fransız ve Ermeniler tarafından Türk halkına ve köylerine yapılan zulüm ve işkenceler devam ediyor ve hatta hızlandırılıyordu. Seyan grubu komutanı genel cephe komutanlığına yazdığı 11 Haziran 1920 tarihli raporda şöyle diyordu : “Ermenilerin yapmış oldukları zulümleri, şimdiye kadar ne tarih kaydetmiş ne de dedelerimiz görmüş ve işitmişlerdir. Bu zulümler artık yeter. 600 seneden beri namusuna halel getirtmeyen Türkler, şimdi de getirmez ve getirtemez. Türklerin gözleri önünde her gün ve her gece kardeşlerimize karşı yapılan zulümlerin iniltileri işitildikçe milletin sabrı tükenmeye başladı. Fransız bayrağı altında toplanan bir takım Ermeniler gerek şehir ve gerek köylerde bulunan kardeşlerimizin ırz, namus ve canlarına saldırmaktadırlar. hatta 8- 10 yaşında bulunan küçük kızlara bile tecavüz etmekten çekinmemektedirler. Birkaç gün içinde 100’den fazla sefil ve perişan arkadaşlarımız grubumuza sığındı. Artık erleri tutmak imkanı kalmamıştır. Emirlerinizi sabırsızlıkla bekliyoruz” 130. Diğer taraftan Kavaklıhan grubu Komutanı Osman Nuri’de “Milletimizin her tarafta olduğu gibi Tarsus’da da uğramakta olduğu zulüm ve işkence pek büyüktü. Hapse atılan zavallılara ilk çağda görülmeyen katlanılmaz işkenceler yapılmaktadır. Fransızlarla yapılan mütarekeden amaç, bu insafsızlara fırsat ve zulümlerine meydan vermek ise o başka. Tarsus halkı feryat ediyor imdat istiyor. Tarsuslular süngülerle sürüklenerek götürülmektedir. Birçok masum insana eziyet olsun diye zorla tuzlu su içiriyorlar, kadınlara tecavüz ediyor 130 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşiv no 5/ 7723, Dosya No. 228 84 ve yakında hepsinin bu tür işkencelere uğrayacağını söyleyerek hakaret ediyorlar. Bunların yaptıkları faciaları anlatmak imkansızdır” diye raporlar gönderiyordu. Yine bu sıralarda Adana’nın Kâhyaoğlu çiftliğinde 21 erkek 18 kadın ve 3 çocuk olmak üzere 42 kişi Ermeniler tarafından öldürülmüştü. Bütün bu zulümler dolayısıyla Adana bölgesindeki halkın hemen çoğu yapılan mütarekeden memnun olmamıştı. Adana bölgesindeki mütarekede Ermenilerin zulüm ve işkencelerin çok daha fazla arttırmış bulunuyordu. Bu sebeple halk bir an önce bu kötülüklerden kurtulmak için savaşa devam edilmesini ve vatanın kurtarılmasının gecikmemesini istiyordu. Bunun için birçok başvurmalar oluyordu. Aynı tarihlerde Tekelioğlu Sinan Bey’e gönderilen bir yazıda : “Kabul ettiğimiz mütareke milletin ve memleketin harap olmasına sebebiyet vermektedir. Adana ve civarı kan ağlamaktadır. Bu gün ırzımız, namusumuz ve kutsal varlıklarımız düşmanların taarruzuna maruz kalıyor. Sabır ve tahammül kalmadı cephanedeki bütün kuvvetlere taarruz emrinin verilmesi” isteniyordu. 17 Haziran 1920’de batı Adana bölgesi genel komutanı Tekelioğlu Sinan Bey de şöyle yazıyordu : “Düşman sabahtan beri cephemiz yakınındaki köyleri bombardıman ediyor, artık mütarekeyi topçu ateşi ile bazen bozuyoruz. Artık düşmana karşı halka dur emri vermek kabil değildir. Irktaşlarımızın ırz ve canları yok edilirken kollarımız bağlı olarak bu hale seyirci kalmak doğru olmayacağından kıtalara hazırlık emrini verdim”. Bu sebepler yüzünden 18/ 19 Haziran 1920 gece yarısından itibaren bütün Fransız cephesinde muharebenin tekrar başlaması Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in 17 Haziran 1920 tarihli şifresi ile emredildi. Memleketin bir an önce kurtarılması ve elbette ki, çok önemli bir problem teşkil etmekteydi. Bunu devlet büyükleri ve komutanlar da takdir ediyorlardı. Fakat Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in dediği gibi, Ankara’da teşekkül eden Türk hükümetinin bir itilâf devleti tarafından tanınmış olmasını gösteren bu mütarekenin büyük bir değeri vardı. Ayrıca Türk kıtalarının daha iyi teşkilatlanması için de zamana ihtiyaç vardı. Bütün bu facialara rağmen 20 günlük geçici mütareke Türk Milleti için çok yararlı olmuştu. Mütarekeden sonra, 20 Ekim 1921’e Kadar Bölgede Cereyan Eden Çarpışmalar. Adana bölgesindeki Çarpışmalar; Adana Cephesi Komutanlığı, 41.Tümendi. Bu Tümen, Torosların güney yamaçlarında Fransızlarla çarpışmaktaydı. 17 Aralık 1918’de Adana ve dolaylarını işgal eden Fransızlar, Adana vilayetinin bir sancağı olan Kozan’ın merkezi Sis kasabasını da 7 Mart 1919’da işgal ederek Feke, Saimbeyli (Haçin) ve dolaylarına hakim olmak, özellikle buralarda mevcut silahlı Ermeni azınlıklarına yardım etmek için harekete geçtiler. Kozan sancağına bir askeri mutasarrıf atandı. Bu esnada Haçin (Saimbeyli), Şar, Zeytin, Urumlu bölgelerinde silahlandırılmış ve teşkilatlandırılmış Ermeni kuvvetleri vardı. Saimbeyli’de Ermeni Binbaşının komutasında 1500’den fazla kuvvet hazırlanmıştı. kozan sancağı dahilinde de gerek Fransızların ve gerek bunlardan cesaret alan Ermenilerin Türklere yamadıkları kalmamıştı. Bu zulümlerde Kozan mutasarrıfı (Kaymakamı) Fransız Binbaşı Taillardat’nın çok tesiri olmuştu. Bütün fenalıkları adeta körüklüyor ve bunlara göz yumuyordu. (Haçin) Saimbeyli’de ve diğer kazalarda hükümet memurlarını hapsettiler. Bu olaylar üzerine galeyana gelen Feke, Saimbeyli, Sis halkı da silahlanmaya başladılar. Fransızların kötü idaresinden korkan Türk halkı dağlara ve Kayseri sancağına sığınmaya mecbur oldular. Bunun üzerine Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal Kozanoğlu Doğan Bey’i telgraf başına çağırarak harekata başlamalarını emretti. Bütün teşkilatın bir an önce tamamlanması için daha büyük gayretle çalışmalara başlamalarına rağmen bölgenin engebeli ve ikmal merkezlerinden uzak bulunmasından ötürü teşkilatlanma istenildiği gibi geliştirilemiyordu. Kozan sancağında Milli 85 müfrezelerin silah dağıtımına 10 Şubat 1920’de başlandı. Andırın’a da silah ve cephane gönderildi. 2 Mart 1920’de Ankara’da Heyeti Temsiliye Başkanı mustafa Kemal tarafından Sivas’taki 3 ncü Kolordu Komutanlığına verilen emirde : “Kozan’daki birçok Türklerin kiliseye doldurulduğunun tespit edildiği Feke ilçesinin 80 Ermeni tarafından sarıldığı bildiriliyor, ayrıca Saimbeyli’ye az zamanda takviye yetiştirilmediği taktirde Türklerin sonunun fena olacağı, bu sebeple genel tedbirlerin acele olarak alınması ve Saimbeyli civarında Ermeniler üstün olduğundan Aziziye’den (Pınarbaşı) süratle tertiplenecek bir Milli müfrezenin bu bölgeye gönderilmesi ve buradaki kıtaların da milli kıyafetle olaylara iştirak ettirilmesi isteniyor ve Binbaşı Kemal Bey’in (Kozanoğlu Doğan Bey) derhal Develi’ye hareket ederek bu işleri düzenlemesi ve aynı zamanda bu hareketler sırasında yağma vesaire yapılmaması ve silahlı olmayan Ermenilere hiç bir sebeple taarruz edilmemesini” rica ediliyordu. Başta Heyeti Temsiliye Başkanı Mustafa Kemal olmak üzere bütün Türk Milleti Ermeniler hakkında böyle düşünmelerine rağmen onlar yine Fransız ve İngilizlere güvenerek, Türk milletinin egemenlik haklarını tamamen yok olduğu zannına kapılarak, her yerde ve her fırsatta muhtelif vesilelerle ayaklanmaya devam ediyorlardı. Fransızların Kozan sancak merkezi olan Sis ilçesinde 800 mevcutlu takviyeli bir taburdan fazla bir kuvveti vardı. Feke’de 300 kadar Fransız eri 4 makineli tüfek ve birkaç bin silahlı Ermeni bulunuyordu. 8 Mart 1920’de 20.Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) tarafından 10 Mart 1920 den itibaren Feke, Sis ve Saimbeyli bölgelerinde harekâtın başlaması emredildi. Mağara bucağının Rumlu (Doğanbeyli veya Doğanlı) adındaki Ermeni köyü Develi müfrezesi tarafından 14 Mart 1920’de sarılmış ve köydeki silahlı Ermeniler teslim alınmıştı. Fransızlarla yapılan 20 günlük mütareke hükümlerine göre, Kadirli (Kars), Sis, Osmaniye ve Tümlükale Fransızlar tarafından boşaltıldı. Kozan sancağının merkezi olan Sis ilçesi de sancağın siyasi ve askeri müşavri Fransız Binbaşı Taillardat tarafından bu bölgede bulunan Ermeni aileleri de beraber götürülmek şartı ile 2-3 Haziran 1920 gecesi boşaltıldı. Fransız komutanı, Osmaniye’nin boşaltılması için gerekli şartları görüşmek üzere Aydınoğlu Tufan Bey’in Osmaniye’ye gönderilmesini istedi. Tufan Bey’in hareketinden birkaç gün sonra da Osmaniye Fransızlar tarafından boşaltıldı. Sis’i boşatan düşman komutanı Tümlükali’de 400 kişilik bir Fransız kuvveti bırakmıştı. Bu kuvvet üç gün sonra Adana’ya alındı. Bu suretle Tümlükale’de Türkler tarafından işgal edilmiş oldu. Sis’in boşaltılması dolayısıyla orada serbest kalan Milli kuvvetlerden bir kısmı Haçin’e (Saimbeyli’ye) gönderildi. Tarsus dolaylarında bulunan Fransızlar, esas kuvvetleriyle Tarsus içinde bulunuyorlardı. Fakat bu kıtaların demiryolu ve köprülerin güvenliğini sağlamak için; Tarsus’un dört tarafında emniyet kıtaları vardı. Bunlardan birisi de Hacıtalip çiftliğindeydi. Buradaki Fransız kuvvetlerinden çoğu Cezayirli askerler olup makinalı tüfeklerle takviyeli bir bölük kadardı. Hacıtalip Çiftliği Tarsus’un 7 km. güneybatısında Kölemusalı kanalının hemen batısında Tarsus demiryolu kuzeyindedir. Fransızların demiryolu ulaştırmasını bir süre için aksatmak amacıyla buradaki müfrezeye taarruza karar verildi. Bu taarruz Tümenin emriyle, Tarsus grup komutanı Binbaşı İsmail Ferahim tarafından düzenledi. Çiftlik her taraftan sarılarak akşam üstü baskın yapılacak ve gece taarruzla ele geçirilecekti. Taarruzu grubun emrinde bulunan bir kudretli dağ topuyla, Asteğmen Kemal komutasındaki bir ağır makineli tüfek destekleyecekti. Taarruz görevi Demirbaş, Kayıhan, Gökbayrak müfrezesine verildi. Yedek Subay Veli Haşim komutasındaki Tozkoparan yedek subay Mithat komutasındaki Bozkurt müfrezeleri de, çiftliğin güney- batısından Godebes bölgesinde bulunan Fransız kıtalarından yardım edildiği takdirde bu tarafa karşı sağ kanat ve yanını güven altında bulundurmak üzere Sarı İbrahim deresi civarında bırakıldı. 86 Taarruz, 25 Haziran 1920 akşamı, gün batmadan yarım saat önce kudretli dağ topunun ateş desteğinde müfrezelerin kendilerine verilen bölgede ilerlemesiyle başladı. Gece yarısına kadar sürdü. topçu ateşlerinni etkisiyle Çiftlik yanmaya başladı. Binaların yanmaya başladığını gören Fransızlar teslim olmak zorunda kaldılar. Buradaki ölü ve yaralılardan başka sağ kalan 26 Fransız askeri, hayvanları, silâhları ve gereçleri ile teslim alındı. Esirler bölge komutanlığı merkezi olan Gözne’ye gönderildi. 131. Tarsus grubu bundan sonra Tarsus ovasına tamamen hakim oldu. Fransızlar, Türk kuvvetlerinni Adana ve Tarsus’a kadar sokulmalarından hiçte memnun değildiler. Bunun için devamlı olarak mevzii taarruzlarla şehre ve kasabalara yaklaşan Türk kıtalarını geriye atmak için çalışmışlardı. Bu amaçla 2 Temmuz 1920’de Adana’nın 5 km. doğusunda bulunan Madama çiftliği kesiminden daha kuzeydeki Çarhapare istikametinde taarruza geçtiler. Makineli tüfek ve topla takviyemli iki bölük kadar bir Fransız müfrezesi, yaptığı bu taaruzda başarı gösterememiş ve püskürtülmüştü. Fransızlar ikinci bir defa kendi kuvvetlerini takviye ederek tekrar taarruza geçtiler. Yapılan iki saatlik çarpışmadan sonra Fransızlar birçok ölü ve yaralı vererek Adana’ya çekilmek zorunda kaldılar. Bu kez zırhlı trenden faydalanarak tekrar üçüncü bir taarruz yapmışlarsa da, bunda da başarı elde edemeyerek Adana’ya sığınmışlardı. Adana’nın doğusunda bulunan Türk kuvvetlerine taarruzlarında sonuç alamayan Fransızlar, 4 Temmuz 1920’de Adana’nın batısında Şakirpaşa çiftliği kesiminde taarruza geçmiş ve dört saat kadar süren çarpışmadan sonra Adana’ya çekilmek zorunda kalmışlardı. Adana’da bazı vatanseverler, şehrin durumunu Sinan Bey’e rapor ediyorlar ve Kuvayi Milliye için halktan paraları ve ayni yardımları el altından Sinan Bey’e gönderiyorlardı. Bölgenin bataklık oluşu yüzünden Kuvayi Milliye eratı sıtmaya tutuluyordu. Çok yüksek fiatlarla, şuradan buradan ve özellikle Fransızların Ermenilere dağıttıkları kininden pek güçlükle satın alınabiliyor ve Kuvayi Milliye’ye gönderiyorlardı. Kuvayi Milliye’nin her defasında kazandığı başarı Adana şehri üzerinde etki yapıyor ve halkın Fransızlara karşı olumsuz davranışları artıyordu. Bu sebeple Fransız tümen komutanı 24 Temmuz 1920’de Adana’da sıkıyönetim ilân etti. Bu sıkıyönetim bildirisinde “Vazifeli olanlardan başka hiç kimsenin silahlı olarak sokaklarda dolaşmayacağı, lokanta, sinema ve kahve gibi genel oturma yerlerinni belirli zamanlarda açık bulunacağı” isenmekte idi. Buna rağmen Ermeniler, silahlı olarak Türk evlerine taarruzdan ve Türklere hakaret etmekten sokaklarda gezmekten vazgeçmemişler ve Fransızlarda bu hallere engel olmak istememişlerdi. Hacıtalip Çiftliğinde mağlup olarak Tarsus bağları bölgesine çekilen ve burayı takviye eden Fransız kuvvetlerine taarruz etmek ve Tarsus’u işgal etmek için 139.Alay Komutanı Yarbay Şemsettin, bölgedeki kuvvetlerle taarruza karar verdi. Tarsus’da Ermenilerin ve diğer azınlıkların evlerinin tahkim edilmiş olması gözönünde bulundurularak hazırlıklar ve düzenler tamamlanıyordu. Tarsus bölgesinde Fransızların takviyeli bir piyade Alayı kadar kuvvetleri vardı. Bu kuvvetler, Bağlar bölgesini çok kuvvetli olarak tahkim etmişlerdi. Taarruz 15/ 16 Temmuz gecisi, güneş battıktan sonra baskın şeklinde başladı. Fakat bazı birlikler, daha düşman mevzilerine yanaşmadan ateşe başlamış olduklarından Fransızların gerekli tedbirleri almalarına imkan verildi. Bu durum karşısında gece baskınının, başarı gösteremeyeceği anlaşılınca ertesi geceye bırakıldı. 16/ 17 Temmuz gecesi yapılan ikinci Türk taaaruzu da muvaffak olamadı. Bunun üzerine birlik komutanları Sayköy’de toplanarak taarruzun tekrarlanması için yeni kararlar aldılar ve tamamlayıcı emirler verdiler. 18/ 19 Temmuz 1920 gecesi taaarruz üçüncü defa olarak tekrarlandı. Köylülerden silahlı olanlar, fiilen çarpışmalara katıldılar, silahsız olanalar ise ihtiyat olarak grupların gerisinde bulunduruldu. Borular, trampetler bütün 131 Gnkur. ATASE Bşk.lığının Arşiv No.6/ 2132, Dosya No.11 87 şiddetiyle çalınarak gece taarruzu yapılmaya başlandı. Diğer taraftan hücuma katılan erleri silahsız köylülerde bütün güçleriyle (Allah Allah) diye bağırarak manen desteklediler. Bu durum karşısında çok sarsılan ve moralleri bozulan Fransız kıtaları Tarsus’a çekilmek zorunda kaldılar. Fransızların çok güvendikleri ve (Verdun) adını verdikleri bu mevzi de Türk kuvvetlerinin taarruzu karşısında çok kısa bir zamanda düşmüştü. Fransızlar süre gelen bu kanlı başarısızlıkları dolayısıyla Adana bölgesindeki kuvvetlerini takviye etmek zorunda kaldılar. 27 Temmuz 1920’de Adana’da tertiplenen çeşitli sınıflardan kurulu bir alaydan fazla (2000 kişi) ve zırhlı otomobillerle takviyeli diğer bir Fransız kıtası Tarsus’a doğru yürüyüşe geçti. Fransız kıtasının ilerleyişi, Sinan Tekelioğlu müfrezeleri tarafından yakından izlendi. 29 Temmuz 1920’de müfrezeler Tarsus çayının doğusuna geçerek düşmanın ileri harekâatını önleyecek ve Sinan Tekelioğlu müfrezeleri de kuzeydoğudan taarruz ederek Fransız sıkıştırmış olacaklardı. Fakat Fransızların zırhlı otomobilleri, Türk müfrezesinin kuzey ile bağlantısını geri çekilme istikametini keserek onları çevirdi. Tamamıyla kuşatılmış olan bu müfreze üstün düşman kuvvetleri karşısında esir olmak zorunda kaldı. 28/ 29 Temmuz gecesi Fransız kuvvetleri Tarsus’a girdiler. Haçin (Saimbeyli ), Seyhan nehrinin iki önemli kolu olan Göksu çayı ile Zamantı çayları arasında, Çatak veya Haçin suyu denilen vadisi dar bir çayın kenarında ve bu çayla Kirkok deresinin teşkil ettiği açıda, sarp ve kayalık sahada kurulmuş bir kasabadır. 4800 kadar ev ve 30.000 kadar nüfuszu vardı. Osmanlı İmparatorluğunda Türk nüfusuna oranla Ermenilerin en kalabalık bulunduğu yer burasıydı. Birinci Dünya Harbinden ve mütarekeden sonra, İngiliz ve Fransızların yardımıyle evvelce göç eden Saimbeyli Ermenileri eski yerlerine dönmeye başladılar. Ermeniler beraberlerinde çok sayıda silah ve cephane ile birlikte, baş kaldırma ruhuyla geliyorlardı. Bunların askeri eğitimlerini Fransız Komiseri Binbaşı Taillardat, Feke’den bizzat gelerek denetlemişti. Haçin (Saimbeyli), resmen Osmanlı Hükümetine karşı silaha sarılmış ve baş kaldırmıştı. Bu hali benimsemeyen Saimbeylinin Ermeni kaymakamı Ermenak Efendi; Osmanlı Hükümetinin bir memuru olmak sıfatıyla halka kanunlar çerçevesinde bu hareketlere müsaade etmeyeceğini hatırlatarak önlemek istedi ise de bir hafta içerisinde görevinden uzaklaştırılacak yerine Ermeni emellerine hizmet eden diğer bir Ermeni kaymakam, Tayarda’nın isteği üzerine, İstanbul Hükümetince atandı. Bu kaymakam, Tayarda’ya güvenerek Türklere karşı tutumunu zulüm derecesine vardırmıştı. Bu arada alış, veriş için köylerden yola çıkan Türkleri yakalayıp öldürmek, silahlı Ermeni çetelelerinin her fırsatta Türk köylerini basıp yağma etmek gibi hareketlere göz yumuyordu. Haçin Ermenilerinin, baskınlarından usanmış bulunan civar köy ve kasaba Türkleri bunlara karşı tedbir almak için çalışıyorlardı. Kozanoğlu Doğanbey gelinceye kadar bu bölgede esaslı bir Milli teşkilat kurulmamıştı. Doğan Bey geldikten sonra ilk iş olarak düzenli Milli Kuvvetlerin kurulmasına başladı. Bölge Ermenilerinin yaptıkları zulümlerden bezmiş olan Türk halkını kurtarmak, namus ve şerefini korumak zamanı gelmiş ve geçmişti. Çaresiz silaha sarılıp bu hainlere layık oldukları dersi vermek gerekiyordu. 11 Mart 1920’de Kuvayi Milliye komutanı Kozanoğlu Doğan Bey Türk halkına aşağıdaki bildiriyi yayınladı : “Kozan ileri gelenlerden bir çoğu hapsolmuştur. Bütün Kozan Türkleri heyecandadır, silahlara sarıldılar ve bizden de takviye istiyorlar. Kardeşlerimizin yardımına koşmak artık farz olmuştur. En kutsal dini ve milli vazifelerimizi canla ve başla yapmak zamanı gelmiştir. Adana ili içinde zulüm ve işkenceler altında inleyen kardeşlerimizi kurtarmak için Kuvayi Milliye müfrezeleri her taraftan şu bir kaç gün içinde Adana’ya gelecektir. Genel harekatın başlayacağı gün bildirilecektir. Türk olmayan vatandaşların, karşı koymadıkları takdirde hayatları tamamen emniyettedir”. Yollar karla kapalıydı. Bir kısım Saimbeyli’lerle takviye edilmiş olan Urumlu Ermenileri, Hasan Efendi müfrezesine ateş açtılar ve bu suretle başlayan çarpışma bir süre devam ettikten 88 sonra Urumlu, Kuvayi Milliye tarafından işgal edildi. Urumlu’dan 50 mevcutlu bir kuvvet Çatakpınar güneyine ve Feke’den 50 mevcutlu bir kuvvet de Saimbeyli güneyindeki Kısık boğazına gönderilerek Saimbeyli’nin kuzey ve güneyi de kapatılmış oldu. Milli kuvvetler 21 Mart 1920’de Saimbeyli Ermenilerine silah ve cephane getiren bir kafileye baskın yaparak bu malzemeleri ele geçirdiler ve Kuvayi Milliye’ye dağıttılar. Mağara bucağına bağlı bir Ermeni köyü olan Rumlu, 13 Mart 1920’de Develi Kuvayi Milliyesi tarafından yapılan taarruz sonucunda işgal edilmişti. Saimbeyli’de bulunan Ermenilerin genel toplamı 15.000 kişiden ibaretti. Esas kuvvet 1000-1500 silahlı kadardı. Nitekim Kozanoğlu Doğan Bey’de, raporunda bu kuvveti, 1200 silahlı olarak bildirmekte idi. Saimbeyli’de bir Ermeni Binbaşısının komutasında olan bu kuvvet devamlı olarak Eremon ve Tayarda’dan yardım görmekteydi. Ermeni kuvvetlerinin çoğu, kasabanın bulunduğu Çatak suyu ve Kirkok deresinin birleştiği yerin kuzeyindeki kesimde ve daha ziyade Tepe mahallesinde mevzilenmişti. Şehir iki taraftan hızlı akan dereler ve bir kenarı da sarp ve arızalı yamaçlarla çevrilmiş savunmaya çok elverişli bir üçgen biçiminde olup, Ermeniler tarafından kuvvetle tahkim edilmişti. Özellikle taştan yapılmış olan okul, kilise, resmi daire ve konak gibi büyük binalar kolaylıkla savunulur hale getirilmişti. Saimbeyli’ye taaruzun yapılması için 6 Nisan 1920’de gerekli emir verildi. 6-7 Nisan 1920 gecesi müfrezeler Ermeni siperlerine 1000-1500 metreye kadar yaklaştılar. 7 Nisan sabahı erkenden ve topçu ateşinden sonra hücum yapıldı. Muharebe akşama kadar devam etti. Fakat başarıya ulaşamadı. Milli kuvvetlerin cephanesi kalmamıştı. Ayrıca kar ve yağmur da bütün şiddetiyle yağıyordu. Kayseri ve Niğde’den cephane getirilmeye başlandı. Bu durum Nisan sonuna kadar böyle sürdü. Bu bölgede teşkiline devam edilen Milli Kuvvetler, Kozanoğlu Doğan Bey’in emrine gönderiliyordu. Bu arada Kayseri ve Bünyan’da teşkil edilen 2000 kadar silahlı Milli Kuvvet de gönderildi. Ağustos 1920 başına kadar her iki taraf arasında çarpışmalar devam etti. 6/7 Ağustos 1920 gecesi Ermenilerin gece yarısı yaptıkları bir baskın Türk kuvvetlerinin bir kısmının dağılmasına ve önemli bir kısmımın geriye çekilmesine sebep oldu. Bu baskından sonra düşman yine Saimbeyli’ye döndü. Türk kuvvetlerine yeniden çeki düzen verildi. 12 Eylül 1920’de Adana cephe komutanı Albay Selahattin Adil Maraş’dan Feke’ye ve oradan da Saimbeyli’ye gelerek Milli Kuvvetlerin durumunu yakından gördü. Feke kaymakamı olup Hamurcugediği kuzeyinde Çatak suyu bölgesi komutanlığını yapmakta olan Yedek Üsteğmen Saim’e birkaç gün üst üste Ermeni çocukları gelerek aç durumda olduklarını, Saimbeyli’’de yalnız silah kullananlara erzak verildiğini ve kendilerinin de açlıktan ölmemek için Türklere sığınmak zorunda kaldıklarını söylediler. Bu arada Ermenilerin erzak almak için Feke istikametinden bir çıkış harekatı yapacakları da sözlerine eklediler. Haber üzerine bu cephe takviye edildi. Türkler çıkışı güneyden beklerken, 23 Eylül 1920 gecesi kuzeyde Obrukbeli tarafından 100-150 Ermeninin Türk mevzilerine taaruza geçtiği görüldü. Burada Türk kuvvetleri tam bir baskına uğramışlardı. Bu bölgeden çıkan Ermeniler, Urumlu dağlarına gizlenmişlerdi. Bir süre sonra, Güzelim köyüne baskın yaptılar ve halkı toptan öldürdükten sonra köyü yakıp yıktılar. Henüz Ermenilerin çıkış hareketinin haberi olmayan Kozanoğlu Doğan Bey, Urumlu köyüne gelince durumu öğrenerek gerekli düzeni aldı. 100 kişi kadar olan Milli Kuvvetler de dağıldı ve Doğan Bey yaralandı. Yanında bulunan doktorun ısrarı üzerine Gezbel’deki revire götürüldü. Ermeniler, Urumlu’daki Türkleri tamamen şehit ettiler, ihtiyar ana ve babalar, memedeki çocuklar dahi öldürüldü. Ermeniler Urumlu ve Güzelim köylerine baskınlar yaparken Saimbeyli’deki Ermenilere yüksek yerlerde ateşler yakarak baskının bildiriyorlardı. 89 Saimbeyli’deki Ermeniler’de, takviye gönderilmesine engel olmak için Türklerin bütün mevzilerine taaruza geçmişlerdi. Asilerin bu hareketi açlık etkisiyle Saimbeyli’ye erzak sokmak amacından ileri gelmişti. Saimbeyli’nin çetin arazisi Türk kuşatma kuvvetlerinin birbirleri ile anlaşmasını güçleştiriyordu. Kuzeyden baskın yapan Ermeniler tekrar Saimbeyli’ye girdiler, Güzelim köyünden aldıkları 6 araba erzak Saimbeyli kuzeyi yakınında Türk müfrezesi tarafından yolları kesilerek ellerinden alındı. Saimbeyli’deki Ermenilere kesin bir darbe indirmek isteniyordu. Bu maksatla dolaylardaki kuvvetler toplandı yakın kazalardan da takviye kıtaları getirildi. Daha önce yola çıkarılmış olan 105 mm.lik top da Saimbeyli’ye getirilerek 15 Ekim 1920’de uygun mevzilere yerleştirildi. Kuşatma semtlere ayrılarak cephedeki kuvvetlere yeniden bir çeki düzen verildi. 15 Ekim 1920 sabahı topçuların ateşiyle taaruza başlandı. Taaruz bütün cephelere yapılıyordu. Özellikle kuzey ve güney kesimlerinde daha kuvvetli idi. Ermeniler, obüs mermilerinin etkileri dolayısıyle dayanmanın imkansız olduğunu anladıklarından 15/16 Ekim gecesi, kurtulmak maksadıyla, Saimbeyli’nin güney cephesine karşı hücuma geçtiler ve bu cephenin komutanı olan Saim Bey’in iyi direnmesine rağmen, 200 kadar Ermeni, Türk hatlarını yarıp geceden de faydalanarak güneydeki dağlara kaçmaya çalıştılar. Gece baskınından kaçabilen Ermeniler takip edilmiş, bir kısmı Kozan dolaylarında yakalanmış, önemli bir kısmı da Ceyhan’a sığınmışlardı. Saimbeyli bu suretle, 15/16 Ekim 1920 gecesi Türkler tarafından işgal edildi. Meydana gelen yangınlar dolayısıyla ilçenin tümü yanmış ve harap olmuştu. Haçin kasabasının kaymakamlığına atanan ve Kars (Kadirli), Ceyhan grubu komutanı olarak 15 Kasım 1920’de Mamure’ye yapılan baskında şehit düşen Yedek Üsteğmen Saim’in anısına, Haçin kazasına “Saimbeyli” adı verildi. Alınan haberler Fransızların Osmaniye ve Kadirli’ye taarruza geçeceklerini gösteriyordu. Bu bölgeler üzerinde Fransız hava faaliyetleri de başlamıştı. Daha sonra, Adana’dan, Antep’e takviye olarak gönderildiği öğrenilen, General Goubeau komutasındaki 4. Fransız Tümeni, 1 Kasım 1920’de Toprakkale’de topladıkları kuvvetlerle iki koldan Osmaniye Cephesine taarruz etmek için harekete geçtiler. Osmaniye’yi alan Fransızlar, Kanlıgeçit’e (Osmaniye- Bahçe yolu üzerinden) doğru yürüyüşe devam ettiler.. 7 Kasım 1920 gününe kadar önemli bir hareket olmadı. Fransızlar kuvvetlerini, KanlıgeçitMamure hattında toplamaya devam ettiler. 8 Kasım 1920 günü sabahı saat 08.00’de Fransızlar Kanlıgeçit-Hasanbeyli şosesi üzerinde yerleştirdikleri üç batarya ile Türk piyadeleri üzerine ateş ediyorlardı. Fransız piyadeleri topçu ateşlerinin desteği altında Hasanbeyli şosesi boyunca taaruza geçti ve muharebe ileri karakollarından bulunduğu mevziler işgal edildi ise de akşama doğru tekrar Türkler tarafından geri alındı. Fransızlar bu muharebelerin sonunda işgal etmiş oldukları araziden ancak bir tepeyi ellerinde tutabildiler. Bundan sonra Fransızlar, 9 Kasım 1920 yaptıkları taarruzla Kanlıgeçit’i ele geçirdiler. 10 Kasım 1920 sabahı Fransızlar Hasanbeyli’nin batısındaki ordugahtan hareketle akşam Islahiye’ye vardı. 10/11 gecesini burada geçirdi 11 Kasım’da buradan hareket eden Fransız kıtaları 12 Kasım da Meydanıekbez’e ve 13 Kasım’da da Katma’ya varmış bulunuyordu. Katma’dan da Antep’e hareket ederek buradaki muharebelere katıldılar. Takviyeli dolgun mevcutlu ve modern silahlarla donatılmış olan bir tümene karşı bir avuç kahraman Kanlıgeçit ve doğusunda Fransızlara çok kayıplar verdirmiştir. Kıtaların buradaki taktik yerleşmeleri, sevk ve idareleri örnek olacak derecede mükemmeldi. Kanlıgeçit savaşlarından sonra Türk kuvvetleri Bahçe, Haruniye, Islahiye ve Maraş istikametinde çekildiler. Bu muharebelerden sonra Fransızlar Mamure kesiminde zayıf bir müfreze bırakarak kuvvetlerini Osmaniye’ye çektiler. Mamure’deki kuvvetleri istasyon civarında telörgü engelleriyle korunuyordu. 90 Saimbeyli Türkler tarafından işgal edildiğinden, ilçenin kaymakamı olan Yedek Teğmen Saim komutasında bulunan kuvvetler de, Ceyhan grubu ile birleştirilerek Mamure kesimine alındı. Yedek Teğmen Saim yaptırdığı keşiflerle Mamure istasyonunda 50-60 kadar Fransız piyade erinin olduğunu 15 Kasım 1920’de bir baskın tertiplendi. Fransızlar burada bir hile kullanarak Türk kuvvetlerine teslim olacaklarını söylemişler ve ellerini yukarı kaldırarak teslim işareti yapmışlardı. Bunun üzerine Türkler, emniyetle istasyona yaklaşmaya başlar başlamaz Fransızlar derhal ateş açarak Türklere ağır kayıplar verdirdiler. Bu muharebede, grup komutanı Teğmen Saim ile birlikte 15 Türk eri şehit oldu. Komutanlarının şehit olduğunu gören müfreze de kısmen dağılarak Ceyhan nehrinin kuzeyine çekildi. Teğmen Saim; Haçin, Kars, Feke, Kozan dolaylarında Kuvayi Milliyenin ilk teşekküllünden beri büyük fedakarlıkları geçmiş bir kahramandı. Bu muharebelerden sonra özellikle 1921 senesi başından itibaren Fransızlar Adana, Mersin ve Tarsus gibi merkezleri ve demiryolunu elerinde bulundurarak devamlı surette küçük birliklerle mevzii taarruzlar yaptılar. Türkler her defasında Fransızlara kayıplar verdiriyor ve çok sayıda silah ve gereç elde ediyorlardı. Toros geçitlerini elde bulundurmak için yapılan taarruzlardan beklenen sonuçlar alınamayınca, Fransızlar, tamamen savunmaya geçtiler. Fransızlar, gerek kendilerinin ve gerek Ermenilerin yaptıkları bir çok haksızlıklara ve zulümlere göz yumdukları halde, zaman zaman Türk Kuvayi Milliyesi’nin kendilerine taarruz ettiklerinden, baskın yaparak askerlerini öldürdüklerinden dem vurarak her defasında haklı çıkmak istiyorlardı. Bu maksatla Sinan Tekelioğlu Bey’e protesto dahi gönderiliyor ve cevabı alınıyordu. Bu cevaplarda Türk Milli Kuvvetlerinin çete olmayıp vatanını savunan kahraman Türk Milli Kuvvetleri olduğu ve bu gerçeğin Fransızlar tarafından hâlâ takdir edilmemiş bulunduğuna hayret edildiği yazılıyordu. Güç duruma düşen Fransız kıtaları bir an önce yapılacak olan anlaşmayı beklemekte adeta sabırsızlık gösteriyorlardı. Bu sebeple Ankara itilâfnamesinin imzalanmasına kadar Adana cephesinin batı kesiminde küçük baskınlar ve keşif taarruzlarından başka bir hareket olmamıştı 132 Antep Bölgesinde Cereyan Eden Çarpışmalar; Mütarekeden sonra, Fransızların mevcutları oldukça azalmıştı. Bu durumdan faydalanarak kesin sonuç almak ve Antep’i kurtarmak için buraya bir taarruz yapılması Adana cephesi Komutanlığınca Antep Bölge Komutanlığına emredildi. Taarruzun Kuvayi Milliye müfrezeleri ve 9 ncu Alay tarafından, Fransızların eğitime çıktığı bir sırada baskın şeklinde yapılması kararlaştırıldı. Kıtalar 28/29 Temmuz 1920 gecesi taarruz için ileriye yanaştılar. Türk topçusu da mevzilendirildi. 29 Temmuz sabahı taarruz başladı. Taarruz başarı ile gelişiyordu. Fakat piyadeler, Fransızların kuvvetli tel örgüleri karşısında durakladılar ve iki taraf kuvvetleri burada uzun zaman karşı karşıya kaldılar. Bu taarruzu takviye edecek 5.Tümen birlikleri, henüz Antep’e gelmediklerinden yapılan taarruz, Türk mücahitlerinin cesurane saldırışlarına rağmen, başarılı bir şekilde sonuçlandırılamadı.Türk birlikleri de geceden faydalanarak gerilerdeki mevzilerine alındı. Suriye’deki durumları kısmen düzelen Fransızlar, Antep’deki Türk kuvvetlerini atarak burayı işgal etmek istiyorlardı. Bu suretle Fransızlar, hem Antep’teki birliklerini takviye etmek hem de gerekli yiyecek ve gereç eksikliklerini tamamlamak istiyorlardı. Kıtaların yolda bir baskına uğraması ihtimaline karşı Antep’den de karşılayıcı bir birlik yola çıkarıldı. Milli kuvvetler ise nafak boğazı bölgesinde savunma için tertiplendiler. 9 ağustos günü Fransızlar, Nafak’da baskına uğradı. Ancak, Fransızların güçlü topçu atışları ile geri çekilmek zorunda kaldılar. Türk Milli Kuvvetlerinin ciddi bir direnişi ile karşılaşmayan Albay Andrea’nın kuvvetleri Antep’e girdi 133. . 132 133 A.Hulki SARAL ve Arkadaşları, a.g.e, s.36 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.1/4282, Dosya No.160 91 Fransızlar Antep ve dolaylarında oldukça fazla kıta bulundurmalarına ve şehir dışındaki Türk kuvvetlerine taaruz etmelerine ve şehir içindeki kuvvetlere rağmen, şehir içindeki Milli Kuvvetlere taaruzdan kaçınmışlar ve topçu, piyade ateşi altında bulundurmakla yetinmişlerdi.Bölge bundan çok zarar gördüğünden Fırat nehrinin doğusundaki halk dahi silahlı olarak Antep’in yardımına koşmaya başlamıştı. Bu sebeple 12 Ağustos 1920’de Nizip’de piyade ve süvari olmak üzere bir kısım Milli Kuvvetler toplanmaya başladı. Fransızlar, 11 Ağustos 1920’de Antep halkına gönderdikleri bir bildiriyle, şehrin iki saate kadar kayıtsız şartsız teslimine ve bütün hükümet memurlarının, Kuvayi Milliye Komutanının, Heyeti Merkeziye üyelerinin ve ileri gelenlerinin, Fransız Komutanlık Karargahına gelmelerini, bütün kuvvetlerin silahlarıyle birlikte teslimini istemişlerdi. Antepliler tarafından kabulune imkan olmayan bu şartlara karşılık Kuvayi Milliye Komutanı Özdemir Bey, özet olarak : “Sizin bayrağınız altına girecek hiç bir Türk düşünemiyorum” diye kesin cevap vermişti.Bunun üzerine Fransızlar, Antep mutasarrıfına da bir nota göndererek şehrin teslimini istediler. Bu notaya mutasarrıftan da aynı şekilde cevap aldılar. Fransızlar bu defa Antep halkına göz dağı vererek bir bildiri daha yayınladılar. Bundan başka 4 Antepli Ermeninin imzasiyle bir de Ermeni bildirisi yayınladı. Bunda;”Bugün akşama kadar siz Türkler, Fransızlara teslim olmazsanız, biz Ermeniler, bu teslim şartlarını size kabul ettirmek üzere bütün kuvvetlerimizle savaşacağız” deniyordu. Bütün bu propaganda faaliyetlerinin hiç birisi Anteplilerin çelik iradesi üzerinde bir sarsıntı meydana getirmiyordu. Yalnız halk arasında zayıf düşünceli bazı kimseler, öteden beri besledikleri teslim olma düşüncelerini gerçekleştirmek için propaganda yapmaya başlamışlardı. Bunun üzerine halkın ileri gelenleri toplanarak bu konuda görüşmeler yapıldı ve “Özgürlük ve bağımsızlığa kavuşmak için sonuna kadar savaşmaya” karar verildi. Bu karar, o gün telgrafla Mustafa Kemal’e bildirildi. Mustafa Kemal karşılık olarak şu cevabı verdi 134 “Sayın Antep halkının Vatan savunması için yaptıkları toplantı ve bu toplantıda alınan azimli kararları bildirir telgrafınız, Büyük Millet Meclisinin Genel Kuruluna okundu. Antep halkının gösterdikleri cesaret, son derece takdir edilmiş ve gurur vermiş bulunduğundan halka bildirilmesi ve bu kararın yayınlanması rica olunur”. Bu emir üzerine Antep halkı, tümüyle savunma kararında direndiklerini Fransızlara bir kere daha tekrarladılar. Fransızlar, teslim bayrağını kaleye asılacağını beklerken şanlı Türk bayrağının çekilmiş olduğunu görünce ateşe hazır olan ve kaleye çevrili bulunan topları ile Türk bayrağının üzerine ateşe başladılar, Fakat bir mermi dahi isabet ettiremediler. Bununla beraber şehir bu ateşten çok zarar gördü, bir çok binalar yıkıldı. Urfa ve Maraş’da olduğu gibi Antep’in de düşmandan kurtulması için ordu ve millet elele vererek çalışıyorlardı. Bunun için Maraş bölgesinden sağlanan ve Antep’e gönderilmesi mümkün olan kıtalar ve Milli kuvvetleri oluşturan aşiretler, bütün kuvvetleri de Antep’e yöneldi. Maksat Antepi kuşatmadan kurtarmak ve şehre girerek savaşçılara yardım sağlamaktı. 19 Ağustos 1920’de yapılan Türk taarruzundan sonra Ermeni askerleri, kendi mahallelerinde tahkim edilmiş evlerde gizlenmişlerdi. Fransız birlikleri de kolej, Garaf ve Zerdalilik bölgesinde toplanmış bulunuyordu.Fransızlar, bu daracık alanda çok sıkışık durumda idi. Esasen yeter derecede yiyecekleri de kalmamıştı. Durumlarını düzeltmek amacıyla kuzey ve doğu istikametlerinde 21 Ağustos 1920’de, taarruza geçtiler. Ancak, ertesi günü Türk birlikleri tarafından yapılan bir karşı taarruzla, bu tepelerden atıldı ve sıkı takip karşısında Fransız kıtaları hiç bir yerde tutunamayarak, Garaf ve Kolej mevziine çekilmek zorunda kaldılar. Şehir dışında bu muharebelerin süregeldiği sırada şehir içinde de birçok çarpışmalar yapılıyor, Fransızlar şehri sürekli olarak ateş altında tutuyordu. Halk bir taraftan bu ateşin etkisi ile kıvranırken, diğer taraftan da yiyecek darlığı çekiyordu. Bu durum Antep Müdafaai Hukuk 134 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi No.5/5404, Dosya No.29. 92 Cemiyeti tarafından, Adana Cephesi Komutanlığı ile 13.Kolordu ve tümen Komutanlıklarına, Genelkurmay Başkanlığı’na, millet vekillerine bildirildi. Antep halkının aylardan beri süregelen bu sıkıntılı günleri bilen ve özellikle Ermeniler aracılığıyle durumu yakından izleyen Fransızlar, bir bildiri ile halkı teslime çağırıyorlardı. Bu maksatla Antep’i 23/25 Ağustos günlerinde de şiddetli topçu ateşine tuttular. Halkın bir kısmı; Adana, Malatya, Maraş, Urfa, Elazığ gibi bölgelere göçettiler. Bu günlerde Malatya Mebusu Hacı Bedir Ağa 300 kişilik aşireti ile Antep’in yardımına koştu. Fakat Antep’in kurtulması için fazla kuvvete ve özellikle düzenli askeri birliklere ihtiyaç olduğu anlaşılmıştı. Antep mutasarrıfı; önceleri yapılan savaşlarda kayıplar veren kıtalar ve Kuvayi Milliyenin yeteri kadar savunma kudreti göstermediğini ileri sürerek bir an önce ordu birlikleriyle takviyesini istemekteydi. Bu başvurular üzerine Elcezire Cephesi Komutanlığı; Kolordu Bölgesinin özel durumu, eşkıya hareketlerinin çokluğu ve Milli aşiretinin çıkardığı iki önemli olay yüzünden emrindeki birliklerden Antep’e yardım yapılmasının şimdilik mümkün olmadığını, bu sebeple Adana cephesi komutanlığından ve diğer kolordulardan ivedi olarak kıta gönderilmesini ilgili makamlardan rica etti 135 Fransız birlikleri de yiyecek sıkıntısı içindeydiler. Özellikle hayvan yemi sağlanmasında çok güçlük çekiyorlardı. Topçu, piyade süvari hayvanlarından başka ulaştırma için tutukluları hayvanların yekunu 1000’den fazlaydı. Bunların günlük yem ihtiyacı bir hayli tutuyordu. Bu sebeple Fransızlar, sürekli olarak iaşe ve ikmal kollarını kullanmak zorunda idiler. Bu kollar da Milli Kuvvetler tarafından yollarda kurulan pusularla basılmakta ve ikmal hizmeti aksatılmakta idi. Antep Civarında yem ve yiyecek maddeleri tedariki mümkün değildi. Çünkü Antep çevresi, tamamen Milli Kuvvetlerle tutulmuş bulunuyordu. Bu durumlar yüzünden Fransızlar, Eylül başında da yine propaganda yolu ile Türklerin teslimi işini denedilerse de verilen çeşitli gözdağlarına rağmen Türkler teslim olmadılar. Bütün bu işler sırasında Fransız topçusu, sürekli olarak Antep’i yakıp yıkıyor, evler, camiler, hanlar ve hamamlar harap oluyordu. Eylül 1920 başında Elcezire Cephesi Komutanlığı, durumu kritik gördüğünden Genelkurmay Başkanlığından yardım istedi. Vatanın her tarafında düşmanla mücadele etmek zorunluluğu bulunduğundan buraya askeri yardım yapılamıyordu. Genelkurmay Başkanı Kurmay Albay İsmet (İnönü) :”Antep halkının gayretli direnmesi dini ve milli çok büyük öğüncümüzdür. Civar Kolordularca gerekli yardım yapılmalı, halk devamlı olarak gayrete getirilmeli ve teşvik edilmelidir” diyordu Heyeti Merkeziye Başkanı Ferit Bey imzasıyla Elcezire Cephesi Komutanlığına gönderilen bir yazı da : “Antep’de Fransızlara teslim olmak isteyenlerin çoğaldığı, ne suretle olursa olsun kuvvet gönderilmesi, aksi takdirde sorumluluğun kabul edilemeyeceği” bildiriliyordu. Bu telgrafa “Gereken tedbirler alınmaktadır. Sebat etmek ve direnmek elzemdir” cevabı verildi 136. 10 Eylül 1920’de Fransızlar, Çınarlıcami’nin bulunduğu bölgedeki Türk kuvvetlerine taaruza geçtiler. Bu caminin bulunduğu caddenin bir tarafındaki evler, Fransızlar ve özellikle Ermeniler tarafından tutulmuştu. Karşı taraftaki evler de, Türklerin elindeydi. Her iki taraf da kuvvetli bir şekilde tahkim edilmişti. Fransızlar, önce cami ve bölgedeki tahkim edilmiş Türk evlerini topçu ateşiyle yakıp yıktılar. Bundan sonra, Türk Kuvvetlerinin zayıfladığını sanarak hücuma kalktılar. Bu hücum karşısında Türk halkı sebatla direndi. Ve Fransızların beklemediği bir sırada karşı hücuma geçti. Böyle bir tepkiyi beklemeyen Fransızlar çok kayıp vererek geri çekilmek zorunda kaldılar 137. Antep şehrinin ve bölgesinin düşmandan kurtarılması için çalışmalara hız verildi. Bu amaçla Elcezire Cephesi Komutanlığı kuruluşunda bulunan 5.Tümen Adana Cephesi Komutanlığı emrine verildi.138. Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.4/7406, Harp Ceridesi 2-2 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.4/7406, Harp Ceridesi19. 137 Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.1/4282, Dosya No.163. 138 Gnkur.ATASE.Bşk.lığı Arşivi , No.5/7406, Harp Ceridese 26. 135 136 93 5.Tümen, Antep bölgesine giderken yolda Akçakoyunlu’dan Antep’e bir Fransız birliğinin geleceği haberini aldı. Tümen bu birliğe Akçakoyunlu, İkizkuyu arasında baskın yapmaya karar verdi. Bu taaruza 9. Tümen ve diğer bazı aşiretler de katılacağından başarı ümit edilmekteydi. Antep’den gelecek 9.Tümen henüz teşkil edilmediğinden zamanında hareket edememiş ve geç kalmıştı. Bu nedenle bu taaruz, 5.Tümen tarafından yalnız yapılmış ve başarılı olamamıştı. Ertesi gün, Fransızlar taaruzlarına devamla Antep’den yola çıkarılan kuvvetle de birleşerek Antep bölgesine gelmeye muvaffak oldular.Bu taaruzda , aşiret müfrezeleri çok erken geri çekildiler. Fransızlara oldukça kayıp verdirildi ise de Türklerin de şehit ve yaralısı çoktu. Fransızların Suriye ve Adana bölgesindeki durumları gittikçe zorlaştığından Artep harekatını bir an önce sonuçlandırmak istiyorlardı. Bunun için General Gubo (Goubeau)’nun komuta ettiği 4.Tümeni Adana Bölgesine getirdiler. Bu tümen, bir kısım kuvveti Tarsus-Pozantı ve Osmaniye bölgelerine ayırdıktan sonra büyük kısmı ile Antep’e yöneldi. Bundan amaçları, Antep’teki kuvvetlerini takviye ederek şehri bir an önce düşürmekti. Çünkü şehir içinde savunan Milli Kuvvetlerle dışarıda bulunan Türk kıtalar, Fransız kuvvetlerini burada tespit etmekle onların birçok siyasi ve askeri emellerine engel olmaktaydılar.4. Fransız Tümen birlikleri, 19 Mayıs 1920’de Kilis’den hareketle yolda önemli bir mukavemetle karşılaşmadan 21 Kasım’da Antep’e vardılar. Bu kuvvetler geldikten sonra Antep’de Fransız birliklerinin mevcudu çeşitli çapta toplarla takviyeli 13 piyade taburu, toplam 12.000 insandı 139. Bu kuvvetler Antep’e gelince bölgedeki tepelerde bulunan Türk kuvvetlerin ve Antep şehrini uzun ve etkili topçu ateşleriyle döğmeye başladılar. Bu hal birkaç gün sürdü. Bu suretle Fransızlar, Türk kuvvetlerini Antep dolaylarından uzaklaştırdılar ve yakın tepeleri işgal ettiler. Bundan sonra Antep’in her yerle ilgisi kesilmiş ve yeniden sarılmıştı 21 Kasım 1920’de gelen 4.Tümen Komutanı General Gubo, bir iki gün içinde, bölgede bulunan Milli Kuvvetleri yok etmek için bazı hareketlere girişmiş ve bundan sonra bütün kuvvetleriyle taaruza karar vermişti.Antep kuzeyinde ve batısında Fransızların kuvvetli emniyet birlikleri vardı. Fransızlar,23/24 Kasım gecesi, Antep’in doğusunda toplanan bir tümene yakın kuvvetle 24 Kasım 1920’de gün doğarken Rumevlek ve Güllüce köyleri üzerinden ilerlemeye başladılar. Fransızların önce 5.Tümene taaruz edeceği sanıldı. Fakat bu kuvvetler 5 ve 9.tümenlerin arasına girerek önce 9. Tümeni taaruz ederek onu geri çekilmeye zorlayan Fransız kuvvetleri, kuvvetli olan 5. Tümene taarruz ettiler. 24 Kasım’a kadar 5.Tümeni Fırat doğusuna kadar çekilmeye mecbur ettiler. 30 Kasım’da General Gubo’nun birlikleri Antep’e döndüler ve 1 Aralık’ta 9.Tümene saldırarak çekilmesini sağladılar140. 1 Aralık 1920 gecesini İncesu güneyinde Göcüğe bölgesinde geçiren Fransız birlikleri, 2 Aralık’ta tekrar Antep’e döndüler. Bu harekette önemli bir direnme göstermeden 9.Tümen geri çekilmiş ve Fransızlarda adeta bir yürüyüş yapmışlardı. Esasen zayıf 9.Tümenin üstün Fransız kuvvetleri karşısında yalnız başına direnmesi de güçtü 141. General Gubo, bu iki harekatı yaptıktan ve 5 nci Tümenle 9 ncu Tümeni birbirinden ayırdıktan sonra Türk birlikleri Antep bölgesine gelmeden önce; Antep Kuvayi Milliye Komutanı Özdemir Bey’e teslim olması için bir nota gönderdi. Özdemir Bey’de bu teklifi reddederek, Antep halkının esarete katlanmaya asla razı olmadıklarını ve vatanları kurtuluncaya kadar savaşacaklarını kesinlikle bildirdi. Diğer işgal bölgelerindeki durumlarını düzeltmek amacıyla Fransız Komutanlığı, General Gubo’nun 4.Tümenini Antep’den çekmeye karar verdi. 18 Aralık 1920’de bu tümenin Albay ANDRE,Fransızlara nazaran Suriye ve Kilikya Muharebatı,s.101. Gnkur.ATASE.Bşk.lığı, No.4/7408, Harp Ceridesi 27 141 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, NO.4/7406, Harp Ceridesi 11-13 139 140 94 büyük kısmı geriye alındı ve Antep’de Yarbay Abadi Komutasında 6500 kişilik güçlü bir birlik kaldı 142. Antep’deki Fransız kuvvetlerinden önemli bir kısmının 18 Aralık’da Antep’den ayrıldığı, 2.Kolordu Komutanlığı tarafından haber alınmıştı. Bu durumdan faydalanmak isteyen Kolordu komutanlığı, 19 Aralık 1920’de fecirle beraber iki tümenle Beylerbeyi doğu ve batısından Çıksurut- Hacıbaba ve batısı hattına taarruz kararını verdi. Bu taarruzda şehirdeki Türk savunma kuvvetlerinin de bir çıkış yaparak Fransızların gerilerinden taarruza geçmeleri kararlaştırıldı. Fakat şehirdeki kuvvetlere bu haberi ulaştırmak mümkün olmadığından genel taarruz hareketi, 19/20 Aralık 1920 gecesine bırakıldı. Buna rağmen hazırlıklar tamamlanmadığından taarruz yine gecikti. Türklerin zayıf kuvvetlerle Düllük- Beylerbeyi hattına ilerlediğini gören Fransız Komutanlığı, 23 Aralık 1920 günü taarruzlarını 5.ve 9.Tümene yönelttiler 143.Fransızların bu taarruzu başarılı olamadı ve durdu. Bu suretle Fransızlar muharebeyi kazanamayınca akşama doğru Antep’e çekilmeye başladılar. Antep etrafındaki kuşatmayı yararak burayı savunanlara yardım etmek kesin bir hal almıştı. Çünkü cephane ve yiyecek ihtiyacı pek çoktu. Bu maksatla 2. Kolordu, 5 ve 9. Tümenlerle, 27 Aralık 1920’de, Antep’in kuzey ve güneyinden bir taarruz yapmayı kararlaştırdı. Antep her yönden Fransız kuvvetleriyle sarılmış ve tahkim edilmiş bulunuyordu. Her ne yönden olursa olsun açılan gedikten Antep’de savunanlara mümkün olduğu kadar çok yiyecek ve cephane verilecekti. Taarruz 27 Aralık 1920 saat 06.00’da başladı. Muharebe bütün cephede akşama kadar sürdü ve geceleyinde taarruza devam edildi. Fakat bütün gayretlere rağmen Fransız siperleri ele geçirilmemiş, Antep mücahitlerine yiyecek ve cephane yardımı yapılması için de bir gedik açılamamıştı. Bu taarruz üzerine 30 Aralık 1920’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa tarafından 2.Kolorduya şu emir gönderildi : “27 Aralık 1920 taarruzu, başarı ile sonuçlanmamış ise de Antep içinde savaşanların morallerini artırmak bakımından faydalı olmuştur. Taarruzda başarısızlığın başlıca sebebi, dağınık halde bulunan bir çok kollarla taarruz edilmesi ve her tarafta kuvvetsiz ve zayıf bulunulmasıdır. Fransızların Antep etrafını kuvvetli bir surette tahkim ettiği bilindiğinden buna göre yeni tedbirler alınması gerekir. Antep halkı yakın bir zamanda açlık nedeni ile teslim olmaya mahkumdur. Bu sebeple her ne olursa olsun Antep’e yiyecek gönderilmeli ve bunun için taarruz bir haftaya kadar tekrarlanmalıdır.... Bundan başka genel taaruzun yapılmasından önce keşif kollarıyle Antep mücahitlerine bildirilerek, ayrı ayrı yollardan şehre azar, azar yiyecek sokulmasına gayret etmelidir.Kabiliyetsizlik, gevşeklik, cesaretsizlik gösteren ve firar edenlere en şiddetli cezanın uygulanmasını isterim"” Fransızlar bu sıralarda yiyecek sıkıntısı çeken Kuvayi Milliye ve Antep halkını, teslim olmadıkları takdirde şehirlerinin yakılıp yıkılacağını, bu isteğe uymayanların ağır şekilde cezalandırılacağını ifade eden bildirgelerle moralini bozuyor ve korku yaratıyorlardı. 1 Ocak 1921’de General Gouraud tarafından bir bildirge ile 10 Ağustos 1920’de Sevr’de imzalanan barış antlaşmasının, Antep’le ilgili olan kısımları, halka bir kez daha bütün ayrıntılarıyla şöyle bildiriliyordu 144. “Sevr antlaşmasının Antep şehrine ait maddelerini uygulamakla görevliyim. Bu masatla, bütün Kuvayi Milliye’yi yenilgiye uğrattım. Şehir yakında düşecektir… Bu sebeple ya teslim olarak kurtulursunuz, yahut harbe devam ederek perişan olursunuz. Teslim olduğunuz takdirde hiç bir tazminat istemiyorum. Barış antlaşmasının Antep hattındaki maddeleri şöyledir : Fransız mandası, Antep sancağı üzerinde resmen tanınacaktır. Türk askerleriyle jandarmalar silahlarını bırakarak harp esiri olacaktır. Antep’de bulunan bütün silah, mühimmat ve gereçlerin teslim edilecektir. Şehrin Türk mahallelerinde kazılan mevziler, barikatlar 24 saat içinde Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi.No.1/4282, Dosya No.7. Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.4/7406, Harp Ceridesi 6. 144 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.4/7406, Harp Ceridesi 1-3. 142 143 95 kaldırılacaktır. Hükümete ait paralar Fransız memurlarına teslim edilecektir. Atlara verilecek yem paraları, Fransızlara teslim edilecektir. 2 Ocak 1921 öğleye kadar cevap istenen bu bildirge koşulları Antep Kuvayi Milliyesince kabul edilmeyerek geri gönderildi. Bu bildiri hiç bir etki yapmadığından çarpışmalar devam etti. 27 Aralık 1920 harekatından sonra Genelkurmay Başkanlığınca verilen emir üzerine Antep’e yiyecek göndermek amacıyla bir taaruz yapılması işi tekrar incelendi. Ocak 1921 başında Antep şehri etrafındaki kuşatmayı yarmak üzere yeniden bir taaruz yapılması 2.Kolorduca uygun görülüyordu. Bu sırada Akaçakoyunlu’dan geleceği duyulan Fransız kuvvetlerine Tilbaşar ovasında taaruz edilmesi kararlaştırıldı. Mevsimin kış ve yolların çok çamur olması yüzünden yürüyüş çok güçtü 145. Fransızlar, 18 Ocak 1921 saat 07.20’de Akçakoyunlu’dan İkizkuyu’ya doğru emniyet tertipleriyle yürüyüşe geçtiler.Bu kuvvet öncüsüyle, Tilbaşar ovasına girince; 5.Tümen taaruza başladı. Taaruz çok ani ve şiddetli oldu. Fransız birlikleri birden bire karıştı. 5.Tümen birlikleri büyük bir gayretle taaruz ederken, 9.Tümen bölgesinde oldukça ağır hareket ediyor, karşısındaki Fransız kuvvetleri de direniyordu. 9.Tümen, bu harekatta da etkili bir duruma geçemediği için Fransızlar bu kesimde kendini toplayarak bir savunma düzeni kurmak fırsatını bulmuşlardı. 19 Ocak 1921 sabahı taaruza devam edildi. Bu sırada Fransızlar, her taraftan Türk kuvvetleriyle çarpışırken bir tabur kadar kuveti akçakoyunlu’dan gelen kuvvetleriyle birleşmek üzere güneye hareket ettirdiler.İki Fransız kuvveti arasında kalmamak için 2.Kolordu Komutanlığı Tümenlerinin Fransızlara irtibatı muhafaza etmek şartıyle çekilmesini emretti. Bu suretle Fransızlar kendilerine yardıma gelen takviye kıtaları ile birleşerek Antep’e geldiler. Bu muharebelerde Fransızlara ağır kayıplar verdirilmiş, silah, cephane ve diğer bir çok malzeme ve techizat ele geçirilmişti. Antep’de yiyecek darlığı gittikçe artmaktaydı. 2.Kolordu Komutanlığı, Antep’e karşı 25 Ocak 1921’de taaruza geçerek savunanları kurtarmak için son ve kesin harekette bulunmayı kararlaştırdı. Ancak, Şubat 1921’e kadar aylardan beri, gece, gündüz demeden Antep şehrini ve Antep’lileri kurtarmak için, şehir içinde Özdemir Bey komutasında Milli kuvvetlerle şehir dışında 2. Kolordu Kuvvetleri, bütün çabalara rağmen bir sonuç elde edememişlerdi. Bunun birçok sebepleri vardı. Özellikle; Türk kuvvetleriyle Fransız kuvvetleri arasında sayıca, silah ve donatımca üstünlük başta gelmekteydi. Türk kuvvetlerinin sayılarının şehir içindekilerle dahil olmak üzere 400-500 mücahidi geçmemesine rağmen; Fransız kuvvetlerinin sayısı hiç bir zaman 5000 kişinin altına düşmemişti. Özellikle silah (makineli tüfek, top ) sayıları birkaç kat üstündü. Bu bakımdan Türklerin durumları çok kritikti. Bu taaruzlardaki başarısızlık, Antep’te kuşatılmış olan halkın ve Kuvayi Milliye’nin moralini oldukça sarsmıştı. Halkın yiyecek ihtiyacındaki zorluk devam ediyordu. Erzak hemen hemen tükenmek üzereydi. Kolordu ile Anteplileri haberleşme güçlüğü ve durumu şehirdekilere ulaştırma zorlukları yüzünden, halk kendilerine söz verildiği halde birlikte hareket edilmediği kanısına vardı. Antep’lilerin bir kere daha çıkış hareketini denemek istiyordu. Bu maksatla 2 Şubat 1921’de Antep Heyeti Merkeziyesi üyelerinden şehirdeki savaşçılar adına sözcü olarak seçilen Mehmet Ali Efendi. Kolordu Komutanlığına giderek durumu açıkladı. Kolordu Komutanlığı da 4/5 Şubat 1921 gecesi böyle bir baskın hareketinin yapılmasını uygun gördü ve destekleyeceğini bildirdi 146.Fakat savaşçılar çıkış hazırlıklarını ikmal edememişlerdi. Bunu kolorduya bildirdiler ve Kolordu da, çıkış hareketini 6/7 Şubat gecesine bıraktı. Hazırlık yapan ve ileriye alınan birlikleri tekrar eski konaklarına geriye çekti. Antep’de açlık günden güne artıyordu. Bunu Fransızlar da biliyordu. :Bu sebeple halka bir çok teslim bildirileri gönderiyorlardı. Fakat açlığa rağmen başta Özdemir Bey olduğu halde, 145 146 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi,No.5/801, Dosya No.6. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.8/7914, Dosya No.16. 96 bütün komutanlar ve halk teslim olmamakta direniyorlardı. Antep’in bunca fedakarlıktan ve akıtılan kanlardan sonra Fransızlara teslim, onlar için çok acı olacaktı. Şehri kurtarmak azim ve iradesiyle işe başladılar, buna tamamen inandılar; şimdi nasıl teslim edebilirlerdi. İşte bu duygu, onları bütün zorluklara ve yoksulluklara rağmen diri ve ayakta tutuyordu. Antep’in bu halini yakından bilen Kolordu Komutanı Albay Selahattin Adil, 6/7 Şubat 1921 gecesi savaşçılara yazdığı bir emirde : “Bu gece kuşatma hattını yarıp Fransız siperlerine baskın tarzında hücum edilmiş ve buralarda bulunan Fransız erleri yok edilmiş, bir kısım silah ve cephane ele geçirilerek bir gedik açmaya muvaffak olunmuştu. Bununla beraber Fransızlar o civardaki kuvvetlerle yaptığı karşı taaruzla durumunu düzeltmiş ve şehirde kalan kuvvetlerin çıkmasını önlemişti. Halbuki bütün savaşçıların hatta bütün Antep halkının çıkması kararlaştırılmıştı. Son durum üzerine Antep halkı ve kalan savaşçılar yiyecek yardımı yapıldığı takdirde çıkış yapmak istemediklerini ve savunmaya devam edeceklerini bildirdiler.Kolorduca buna imkan olmayacağı anlaşıldığından isteyenlerin her an klavuzlarla gizli yoldan çıkabilecekleri kendilerine bildirildi. 7/8 Şubat 1921 gecesi de 50 kadar kişi Antep’den dışarıya çıkmaya (Huruç etmeye) muvaffak olmuştu .” 147 8 Şubat 1921’de aralıklı ateş devam etti. Antep’de açlık son haddini bulmuştu. 8/9 Şubat 1921 günleri şehrin güneyindeki yolun iki tarafındaki hendekler içinde birçok çocukların ot yemekte olduklarını Fransızlar da görmüşlerdi 148 6/7 Şubat 1921 gecesi çıkış yapanlar arasında Özdemir Bey ve diğer bazı komutanlar ve ileri gelenler vardı. Bu kişilerin memleketi terkettiklerini sonradan haber alan Antep halkı telaşa düştü. Birçok defalar yapılan çıkış hareketi sonunda birçoğu çıkamamış ve bunlar evlerine sığınmışlardı. Bu durum karşısında Antep halkı 8 Şubat 1921 günü Fransızlara teslim oldu. Şehirde kalan savaşçılar, Doktor Mecit Bey ve bazı kişilerin aracılığı ile Fransızlarla müzakereye giriştiler. 9 Şubat 1921’de 11 maddelik bir teslim protokolü düzenlendi. Bu protokol, Antep ileri gelenlerinden dört kişi ve Fransızlardan da iki subay tarafından imza edildi. Buna göre, Antep Fransız mandası altına girecek, ordu birlikleri harp esiri olarak kabul edilecek, bütün silah ve harp gereçleri Fransızlara teslim edilecek, Türk olsun Ermeni olsun bütün halka eşit işlem yapılacak ve güven altında bulundurulacaktı. 9 Şubat 1921’de Fransız komuta heyeti şehre girerek dolaştılar. Fransız askerleriyle Ermenilerin şehre girmelerine izin verilmedi. İlk iş olarak halka ve fırınlara un dağıtıldı. Etraftaki köylerden şehre sığınmaların ihtiyar ve çocuklarına dışarı çıkma müsadesi verildi. Silahlı olan erlere esir muamelesi yapılarak silahları tamamen teslim alındı. Fransızlar Antep’i işgal ettikten sonra gençleri toplayıp kolej binasına hapsettiler. 2.Kolordu Komutanlığı Antep’in teslim olduğunu ve halktan Fransız mandasını istediklerine dair oy toplamaya çalıştığını, şehirden kurtulabilenlerden ancak 10 Şubat 1921’de öğrenebilmişti 149 Bir yıldan beri süregelen muharebelerde Fransızların üstün topçu ateşleriyle devamlı olarak baskı altında bulundurulan Antep, Osmanlı İmparatorluğunun güzel şehirlerinden biriydi. Fakat bu muharebelerde tamamen yandı ve yıkıldı. 20.000’e yakın yapısı bulunan şehir Fransızlara binlerce evladını memleket uğrunda şehit vermişti. Büyük bir sayıya varan kolsuz ve bacaksız kalmış kahramanlar bunun dışındaydı. Vatanında hür yaşaması uğrunda hayatını hiçe saymaktan çekinmeyen Türk Milleti, istiklal harbinin her cephesinde olduğu gibi Antep muharebelerinde de aynı imanla çarpıştı. Nitekim bunun şerefini 2 Şubat 1921’de bir kanunla kendisine “Gazilik” ünvanı verilmekle kazanmıştı 150 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.5/5404, Dosya No.29. Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.4/7406, Harp Ceridesi 11-13 149 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi, No.5/5404, Dosya No.26. 150 Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabit Cerideleri, Cilt 9, s.132. 147 148 97 Fransızlar kendi milletine ve özellikle yakın doğu milletlerine Antep’in teslimini büyük bir başarı olarak göstermek istediler. Fransız doğu ordusu komutanı Antep’deki Fransız askerlerine gönderdiği tebrikte : “Savunmanın şiddetine hatlarımızı yarmak veyahut kafilelerimizi esir etmek amacıyla Anadolu’dan ve doğudan gelmiş olan Kemalist kuvvetlerin ümitsizce teşebbüslerine rağmen Antep, bugün harp esiri olmuş ve Fransa’nın mandasını açıkça tanımıştır. Fransız askerleri, bütün yorgunluklara, mahrumiyetlere, iklimin şiddetine ve en son, düşmanın adet üstünlüğüne rağmen çetin düşmanlarını yendiler” diyordu. Halbuki gerçek böyle değildi. Türklerin ne Anadolu’dan ve ne de doğudan gelmiş kuvvetleri vardı. Türkler bütün dünyaca da bilindiği gibi doğuda batıda, dışta ve içte her yönde düşmanlarıyla çarpışıyorlardı. Tarihte bir milletin bu derece çok ve çeşitli düşmanla boğuştuğu pek az görülmüştü. Onun için Antep’e hiç bir yerden yardım edilememişti. Esasen Türk Milletinin yardım kudreti dahi yoktu. Çünkü mütarekeden sonra mevcut kıtalar, galip devletlerin baskılarıyla terhis edilmiş, mevcutlar çok azalmıştı. Antep’de Maraş’da ve Urfa’da çarpışan yalnız ve yalnız Maraş’lı , Urfa’lı ve Antep’li, kısmen de civar kazalardan bölgelerinde asayişi düzgün olan yerlerden milli kuvvetlerdi. Bu az kuvvete rağmen Antepliler yine savaşmaya devam etmiş fakat şartlar onları teslim olmaya zorlamıştı. Yoksa ne Antep’liler ve ne de civar halk Fransızlarla muharebeden yılmıştı. Antep’in dışındaki kuvvetler ise teslim olmamışlardı. Gönderilen tebrikte mahrumiyetten de söz edilmişti. Asıl yorgunluk ise Türklerde idi. Türklerin sayı üstünlüğüne gelince, tamamen yanlıştı. Bu savaşta, er, top, tank, uçak, ağır makineli ve otomatik tüfek, cephane, bomba ve haberleşme gereçleri ve diğer harp araçları bakımından Fransızlar her zaman birkaç kat üstün durumdaydılar. Taburlarının mevcudu en az 500 kişi olup bunlar eğitim görmüş askerlerdi. Türk taburları ise çok kez 70-80 bazen 150 muharip erden ibaretti. Antep’de komutanlık yapan Kurmay Yarbay Abadie’nin de itiraf ettiği gibi Antep; Fransızlar için bir Türk Verdün’ü olmuştur. Antep’in bu kuvveti Türk’ün çok üstün olan moralinden, hürriyet tutkusu , azim ve iradesinden ileri gelmekteydi. Zeytin bölgesinde bulunan Ermenilerin Hükümete karşı itaatsizlikleri süre gelmekte ve önemli bir problem halini almaktaydı. 23 Mayıs 1920’de Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Mareşal Çakmak) imzasıyle 2.Kolorduya yazılan emirde : “Zeytin kışlasının boşaltılmasıyle İbrahim Uşağı aşiretinin kışlaya yerleştirilmesi ve Ermenilerin silahları alınarak şimdilik civarda oturmalarına müsaade edilmesi uygun görülüyor, bu işin silahla karşılık görmesi halinde gerekli tedbirlerin alınması” isteniyordu. Zeytin Ermenilerine silahlarını terkederek kışlayı boşaltmaları kaza kaymakamı ve jandarma komutanı tarafından tebliğ edildi. İstekleri üzerine tekliflerini bildirmek için bir Ermeni heyetini Maraş’a gitmesi kabul edildi. Bir taraftan Ermeniler uyarılırken, diğer taraftan da her ihtimale karşı, 9.Tümenin bazı birlikleri önceden bir Hücum taburu da Maraş-Göksun yolu üzerinde Suçatı kesimine yollanmış ve bu birlik, 26 Haziran 1921 akşamı Zeytin’e varmıştı. Ermenilerin gerektiğinde silahla karşı koyacakları öğrenildiğinden ve Türk köylerine baskın yapmaları umulduğundan köylere silah dağıtılmaya başlandı. 27 Haziran 1921’de Zeytin Kışlası 25 nci Alay tarafından kuşatıldı. Ermeniler hükümetin bildirisini kabul ederek hayvan ve eşyalarıyla teslim oldular ise de kışlada silahlı olarak 150 asi kaldı. Zeytin’de teslim olan Ermenilerin orada oturmaları doğru bulunmadığından Maraş’a gönderilmeleri Alay’a emredildi. Ermenilerden 146 erkek, 218 kadın 235 çocuk hükümete teslim oldu. Teslim olmayan Ermenilerin yiyecek maddeleri bol olduğundan kışlanın teslimi uzun sürdü. Kolorduca bu Ermenilerin kan dökmesine meydan verilmemek için bir çarpışmadan ziyade, bir taraftan kaçıp gitmeleri daha uygun görülüyordu. Fakat civarda eşkiyalığa başlamaları göz önünde tutularak bu düşünceyi Genelkurmay Başkanı uygun bulmuyordu. Bir kaç gün sonra top da geldiğinden kışladaki asi Ermeniler sıkıştırılmaya başlandı. 29 Haziran gecesi, arazinin çok sarp ve çetin olmasından faydalanan asiler, bir kısım 98 kadınlarla hayvanları kışlada bırakarak batıya doğru kaçmaya başladılar. Bunların takibine hemen geçildi. 4 Temmuzdan 6 Eylül’e kadar yapılan takip sonucunda bazıları birer ikişer Zeytin, Göksu ve Andırın’a gelerek teslim oldular. Teslim olmayanlar yollarda eşkiyalık yaptıklarından çatışmalar sonucu ele geçirildiler.tekrar takiplerine geçildi. Yakalanamayan pek az Ermeninin de Eylül ayı ortalarında Kilis’e giderek Fransızlara katıldıkları anlaşıldı 151. 1921 yılı başına kadar Adana bölgesinde büyük başarılar elde edilmişti. Urfa güneyinde Firuz Paşa deresinde ve Toroslarda Fransızların birer taburları yok edilecek derecede de yenilgiye uğratılmıştı. Maraş’dan Fransızlar çok perişan bir halde çekilmek zorunda kaldılar. Her ne kadar Antep açlık dolayısıyle teslim olmuş ise de burada da Fransızlar çok güç durumlara düşürüldü. Saimbeyli ve Zeytin’deki Ermeni asiler mağlup edilerek Saimbeyli ve Kozan sancağı kurtarılmış ve Ermeni devleti kurmak hülyası yok edilmişti. Bu başarılardan sonra, Adana bölgesinde tutunamayacağını ve buradaki çarpışmalardan bir sonuç alamayacağını anlayan Fransa Hükümeti, Ankara Hükümetiyle görüşmeler yapmak fırsatını aramaya başladı. Esasen Fransız halkı bu gereksiz ve yersiz savaşlardan memnun olmadıklarını gösteriyorlardı. Fransız gazeteleri, Adana harekatı üzerine sık sık yazılar yazarak hükümeti tehdit ettiler. Fransız kamuoyunu da tamamen harekatın aleyhindeydi. Fransız meclisi harekat için tahsisat vermiyor ve Fransız milleti harp etmek istemiyordu. Bu sebeple Ankara hükümetinin delegesi Bekir Sami Bey ile Fransız Başvekili M.Briand arasında görüşmeler yapıldı ve 11 Mart 1921’de bir anlaşma imza edildi. Bununla beraber Fransızlar Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin ekonomik gelişmesi için Türkiye’nin isteği üzerine, gerekli çalışmalara girişeceklerdi. Ayrıca Ergani madeni işletmesi de Fransızlara verilecekti. Fakat bu anlaşma Ankara Hükümeti tarafından uygun görülmedi. 31 Mart 1921’de kazanılan 2 nci İnönü Zaferi , dünya kamuoyunca bir başarı olarak kabul ediliyordu.İnönü zaferinden sonra Türk Hükümeti, Fransızlarla daha uygun şartlar altında anlaşma imkanlarını elde etti. Böylece, gelişmelerin Türklerin lehinde sonuçlanacağına inanç getiren Türk Hükümeti esasen Adana bölgesindeki Fransız hareketlerinin duraklamış olmasını fırsat bilerek batı cephesinde Yunan ordusuna karşı kesin bir başarı elde etmek maksadıyla Adana bölgesinde bulunan birliklerini,yavaş yavaş, batı cephesine göndermeye başladı. Yunanlıların Batı Cephesinde ilerlemeleri üzerine 9 ve 5.Tümen ve Kolordu Karargahı Batı Cephesine, Akşehir’e gönderildi ve 2.Grup adını alarak Sakarya muharebelerine katıldılar. Bu kuvvetlerin Batı Cephesine gönderilmesi üzerine esasen Fransızlarla bir anlaşmaya varılmak üzere olduğundan Adana Cephesindeki harekat bir kısım küçük birlikler ve Kuvayi Milliye ile idare edildi. Ankara İtilafmamesi Hazırlıkları ve Fransa’nın Türkiye’ye Bakış Açısı; Fransız kamuoyu, her şeye rağmen, savaştan usanmıştı, bir an önce Kilikya’da asker ve para israfının durmasını istiyordu. En küçük gazetelerde bile bu konuda yazılar çıkmaktaydı. Kuşkusuz, Sakarya zaferinin Ankara anlaşmasının yapılmasında etkisi büyüktür. Fakat daha öncede belirttiğimiz gibi 1921’in ilk aylarından itibaren Fransız kamuoylu ve arkasından hükümeti, Türklerle artık en kısa zamanda anlaşmak istiyordu. Örneğin, Haziran (1921) sonlarında Bekir Sami Bey’in tekrar Paris’e geleceği duyulunca, “Lyon Republicain” gazetesi şunları yazmıştı : “Onun yapacağı açıklamaları bekliyorum. Belki bizim kadar barış isteyen bu adamlara cephe almak iyi bir politika olmaz 152" Ankara’dan Franklin-Bouillon’la görüşmeler yapılırken Pariste’de Başbakan Briand, Bekir Sami Bey’le görüşüyordu. Le Temps, bu görüşmeleri Fransız parlemantosunun iyi karşıladığını, kamuoyunun da tek vücut halinde onların bir an evvel başarıya ulaşmasını istediğini yazmaktadır.153 Gnkur.ATASE Bşk.lığı Arşivi,No,5/801, Dosya No.7. Lyon Rebuplicain, s.1. 153 Le Temps, s.1. 151 152 99 Sakarya savaşının en şiddetli günlerinde Sain-Brice, bir dergide en kısa zamanda Türklerle anlaşmanın avantajlarından ve şartlarından bahsediyordu : “…şu anda kollarımızı kavuşturup beklersek, Kilikya’da bir kez daha İngiliz-Yunan tertibinin zararını çekeceğiz. Madem ki, Sevres anlaşması paramparça olmuştur, şu halde işimizi Türklerle çözümlemek ve bir taraftan Yunanlılar, diğer taraftan Emir Faysal arasında ezilmemek için bütün tedbirleri almakta hürüz. Bunu başaracak enerjiyi iki şartla bulabiliriz : İngiliz politikası arkasından gitmekten kurtulur ve bir Fransız politikası izlersek 154”. Henri Massis’de, Temmuz (1921) başında Paris’in önemli bir haftalık dergisinde ilginç bir yazı yayınlamıştı : “Parti farkı olmaksızın Fransız kamuoyu, Sevres anlaşmasının geçersizliğini kabul ekmekte birleşiyor ve onun tashihini istiyor. Kamuoyunun böylesine birlik gösterdiği başka bir sorun hemen hemen yoktur. Fakat bu birlik, kamuoyunun bu tashihi yapmaktaki ki aczini daha iyi belirtmekten ve başka meselelerde olduğu gibi burada da İngiltere’nin dümen suyunda gittiğimizi açıkça göstermekten başka bir şeye yaramıyor. Öte yandan daha çok dış siyasette meydana gelen değişikliklerden dolayı Suriye ve Lübnan bölgelerindeki halk da devamlı olarak bağımsızlık istiyor ve bu amaçla her bakımdan Fransızların aleyhinde çalışıyorlar. Bu halkı kısmen olsun yatıştırmak için General Gouraud 1921 yılı başında “Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tehdit edecek en küçük bir tehlikenin mevcut bulunmadığını müjdelemekle bahtiyarım” diye bildirge yayınlamak zorunda kalmıştı. Fransa’ya komşu ve büyük bir tehlike teşkil eden Almanya’da bazı siyasi faaliyetler baş göstermiş Rusların kökleştirmek istedikleri az çok Almanya’ya gelmiş bulunuyordu. İtalyanlarda Fransızlara karşı iyi bir tavır takınıyorlardı. 1 nci Dünya Harbinden çok az faydalandığını iddia eden İtalyan kamuoyu, Fransa aleyhine çalışıyordu 155 Ankara Anlaşmasına, Fransızlardan birçok karşı koyanlar olduğu gibi İngiltere hükümeti de buna karşıydı. İngilizler bu anlaşmanın imzalanmasından sonra Fransızlara şöyle bir nota vermişti: “Bu anlaşma, Fransa Hükümeti ile Fransa halkı arasında bir barış hali doğuruyor. Fakat İngiliz hükümeti ve Fransız halkının büyük bir kısmı anlaşmayı uygun görmemektedir. Türk Hükümetinin bağımsızlığı demek olan Ankara’daki Kemalistlerden azınlıkların haklarını tanımak konusunda istenilen şeyler, Sevr antlaşmasındaki isteklere göre zayıf ve aykırıdır. Bağdat demiryolunun Suriye arazisi içinde kalan kesiminde Türklere askeri ulaştırma hakkı verilmiştir”. Bu anlaşmaya karşı olan Fransızlar ise; Geniş bir arazinin Türklere bırakıldığını, Urfa, Antep, Maraş ve Adana gibi büyük şehirlerin terkedildiğini, Suriye sınırının savunmasının çok güç duruma sokulduğunu, İskenderun’un Türklerin tehdidi altına konduğunu, Dünyanın en bereketli toprakları ve pamuk deposu olan Adana ovasının elden çıkarıldığını, Halep şehri kaynağı Türkiye’de bulunan sularda beslendiğinden şehrin susuzluktan ölmeye mahkum bırakıldığını,Türkiye’deki Hıristiyanlara (Ermenilere) verilmiş olan sözün tutulmamasından şerefsiz duruma düşüldüğünü, SykesPicot anlaşmasının, Fransa’ya, Irak petrollerini, Ergani bakırını, Adana’nın pamuğunu ve İran’ın ticaretini kazandırmışken bunların hepsinin elden çıkarılmış olduğunu ileri sürüyorlardı 156. Fransız Başbakanı Briand, Ankara ile bir anlaşmaya varmak için umutsuz değildi ve TürkFransız barışının artık gerçekleşmesini istiyordu. Nitekim, Bekir Sami Bey’in Paris’e hareketinden az önce, vaktiyle gazetecilik yapmış, 1917’de propaganda bakanı olmuş, o sırada da Parlamento dışişleri komisyon başkanlığında bulunan tecrübeli ve sempatik bir politikacıyı, Franklin-Bouillan’u Ankara’ya o göndermişti. 154 La Revue Universelle, No:11, s.601. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Kitaplığı : (Kilikya Faciası 1919-1922), Paul de Veon, s.505. 156 Nutuk, Cilt 2, s.506. 155 100 Fransız Parlamentosuna bakılacak olursa; Barış isteğinin büyük çoğunlukça benimsendiğini görüyoruz. 11 Temmuz 1921’de Fransız Meclisinde uzun ve ilginç bir tartışma sırasında Başbakan Briand, gelecekte, Fransa’nın Türkiye ile “dostça bir barış içinde olması” amacıyla Ankara’ya bazı tavizler yapılabileceğini söyleyerek, “bizim hiç bir art düşüncemiz yok” demişti : Eğer Türk Milleti yaşayacaksa, tam bağımsızlığı içinde yaşamalıdır 157. Özetle, Türk-Fransız anlaşması gecikiyorsa da bu, Fransız kamuoyunun Yunan taaruzunun sonucunu beklemesinden değildi. Aksine, kamuoyunda bir an önce anlaşma isteği vardı ve “Le Temps” gazetesine göre, bu arzu hükümetin Doğu politikasında etkili idi 158. FranklinBouillon’un iddiaların aksine, Fransız kamuoyu, Türkler yeni güçlükler çıkarıyor diye de düşünmedi. Ancak iyi niyet iddialarına ve kamuoyunun baskısına rağmen Fransa hükümetinin yine de art düşünceler taşıdığı gerçeğe yakın görünüyor. Anlaşmanın yapılmasında, dediğimiz gibi Sakarya Zaferinin payı büyüktür, ama anlaşma yalnızca bu faktörle açıklanamaz. Belgenin başarıdan 37 gün sonra imzalanması, fransız Meclisindeki uzlaşmanın kolay olmadığını gösteriyor. Nitekim, zaferin inandırıcı gücüne rağmen Franklin-Bouillon’la anlaşmaya varmak için de çok uğraşılmıştı… Haksız olarak işgal edilen Türk topakları üzerinde tam bir başarı kazanılamayacağı, işgal devam etse de Türk halkının sürekli olarak savaşacağı ve düşman kesileceği, Fransızlar tarafından anlaşılmış bulunuyordu. Üç yıllık denemeler göstermişti ki Adana bölgesinin elde bulundurulması Fransa için faydadan çok zarar verme durumundaydı. Fransa halkı ve parlamentosu da bu kanaati gittikçe benimsiyordu. 1914’den beri süregelen harp Fransız milletini özlediği huzura kavuşmasını engelledi. Adana bölgesindeki harekat Fransız hazinesine çok pahalıya mal oluyor ve devamlı olarak bütçeden önemli sayıda para ayrılmasını gerektiriyordu. Bu sebeple parlamentoda fikir ayrılıkları baş göstermeye başladı. Briand’ın başkanı bulunduğu partiye karşı olan Sosyalist Grubu, askeri işgal harcamaları için para verilmesini uygun görmüyordu. Adana bölgesindeki ordunun harcamalarının azaltılması, ya da ordunun geriye çekilmesi üzerine mecliste uzun tartışmalar yapılmaya başlandı. Öbür yönden Türkler de bu siyasi olaydan haberleri olmakla beraber, vatanlarının boşaltılması konusundaki görüşmeleri istemekteydiler. Batı cephesinde Yunan harekatı ilerliyor, devlet yeni birlikler teşkili için birçok harcamaları göze alıyordu. Adana sorununun çözümü Türkiye için çok büyük ve önemli bir sonuç olacaktı. Ne Fransızlar ve ne de Türkler, savaşın sürüp gitmesini istiyorlardı. Bu sebeple her iki tarafta birbirleriyle temas aramaya başladılar. Her ne kadar İkinci İnönü Zaferi kazanılarak kısa bir süre için askeri harekatta bir durgunluk meydana gelmiş ve diğer taraftan da Moskova anlaşması imza edilerek doğudaki siyasi sınır belirlenmiş ise de Fransa ile anlaşmak ve bu suretle milli haklarımızı büyük bir batı devletine kabul ettirmek, Türkiye için siyasi bir kazanç olacaktı. Fransızlar, genel olarak Suriye hariç olmak üzere Anadolu topraklarının boşaltılması düşüncesindeydiler. Avrupa’daki siyasi durum ve mecliste hemen hemen desteksiz kalan Başvekil M.Brian, Adana bölgesindeki birliklere para bakımından da bir yardım yapamadığından Bekir Sami Bey’le Londra’da yaptığı ve anlaşmaya varamadığı görüşmelerin tekrar başlaması için gerekli temaslara geçilmişti. Son olmasını istediği anlaşmayı kimin yapabileceği üzerine uzun uzadıya duruldu. O sıralarda güzel sanatlar Müsteşarı ve aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı komisyonlarından birisine başkanlık yapan eski milletvekili Franklin Boullon’un bu işi sonuçlandırması kendisinden rica edildi. Bu zat Türk dostu olarak tanınmış ve Paris’teki bütün Türk büyükleri ile temas ederek onların sevgisini kazanmıştı. Bu iş başarı ile sonuçlandırıldığı takdirde kendisinin de Türkiye’deki Fransız Büyük Elçiliğine atanması vaadedilmişti. 157 Journal Officel, 12 Juillet 1921, Chambre des Deputes, Session ordinaire, 1 ve 2. Oturum, s.3395-3411 ve 3412. 158 Le Temps, s.1. 101 M.Franklin Bouillon, bu görevi kabul ettikten sonra asker ve teknisyen yardımcılarından kurulan kendi başkanlığındaki heyet ile Ankara’ya gelerek Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal ve Fevzi Mareşal Çakmak Paşalar’la Dış İşleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in katıldığı toplantılara başlandı. İki hafta kadar süren toplantıda ilk gün birbirlerini tanımaktan ibaret olan özel görüşmeden sonra, 13 Haziran 1921 pazartesi günü, Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in Ankara istasyonundaki özel dairesinde resmi görüşmeler başladı. Yapılan ilk toplantıda, görüşmelerdeki hareket noktasının Misak-ı Milli esasları olduğu Türk delegeleri tarafından ileriye sürüldü. M.Franklin Bouillon ise, Sevr Antlaşmasıyla Londra’da Bekir Sami Bey’le M.Brian’ın yaptıkları anlaşmayı esas tutarak orada Misak-ı Milli’den bahsedilmediğini ve bu anlaşma esasının, Misak-ı Milli’ye aykırı olan noktaları olursa, tartışma yapılabileceği görüşünü ileri sürdü. Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal ise ; “Eski Osmanlı İmparatorluğundan yeni bir Türkiye Devleti meydana gelmiştir. Bunu tanımak lazımdır. Bu yeni Türkiye Devleti her bağımsız millet gibi, hukukunu tanıtacaktır. Sevr antlaşması, Türk Milleti için o kadar korkunç bir idam kararnamesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasının isteriz. Bu konuşmalarımız sırasında dahi Sevr antlaşmasına ağza almak istemem. Bu antlaşmayı zihninden çıkarmayan milletlerle güven esasına dayalı işlemlere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delegelerimiz Başkanı bundan bahsetmemiş ise verdiğimiz talimat dairesinde, hareket etmemiş demektir. Hata yapmıştır. Bu hata yüzünden, Avrupa ve özellikle Fransa kamuoyunda aksi etkiler meydana geldiği görülüyor. Bekir Sami Bey’in gittiği yoldan hareket edersek, bizde aynı hataya düşmüş oluruz. Avrupa, bunu öğrenmemiş olabilir. Fakat senelerden beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı çarpışmaların neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir. Misak-ı Milli ve milli hareket hakkında İstanbul’un haberli olmadığına dair bildiriler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, milli hareketi vakıf ve onun taraflısıdır. Vakıf olmayan, ona karşı görünen adamlar oldukça azınlıkta olup onlarda milletçe malumdur”159 demişti. Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey’in talimat ve selahiyeti dışında hareket etmiş olduğuna dair Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in konuşması üzerine “Bundan bahsedebilir miyim” diye Mustafa Kemal’e sordu. Mustafa Kemal’de “Bildirisinin istediği yerlere ilan ve hikaye edilebileceğini” söyledi. Frankli Bouillon, Bekir Sami Bey tarafından incelenerek tasvip edilen anlaşmadan ayrılmamak için mazeret beyan ederken, Bekir Sami Bey’in bir “Misak-ı Milli” olduğundan ve onun sınırı dışına çıkamayacağını dan bahsetmediğini ve eğer bahsetseydi, o zaman ona göre görüşülüp gereği gibi hareket olabileceğini, fakat şimdi meselenin güç olduğunu tekrar etti. Ayrıca, Fransız kamuoyunun; “Türkler, delegeleri vasıtasıyla bundan hiç bahsetmediler, şimdi yeni yeni, meseleler çıkarıyorlar” diyeceklerinden çekindiğini ekledi. Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal’in haklı ve yerinde ısrarı dolayısıyla Franklin Bouillon; Misak-ı Milli’yi okumak ve incelemek gereğini duydu. Bouillon, Misak-ı Milli’yi okuduktan sonra, maddelere geçildi. Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülasyonların kaldırılması ve Türk bağımsızlığını isteyen maddelerdi. Franklin Bouillon bu problemlerin gerçekten çok önemli olduğunu ve dikkatle incelenmesinin gerektiğini ileriye sürdü. Bunun üzerine Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal kendisine şu açıklamada bulundu: “Tam bağımsızlık bizim bugün yüklendiğimiz vazifenin ruhudur. Bu sorumluluk bütün millete ve tarihe karşı yüklenmiştir. Bu vazifeyi üzerimize alırken tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonuç olarak vardığımız inanç, bunda başarıya ulaşacağımızı gösteriyor. Biz işe böyle başlamış adamlarız. Bizden öncekileri yaptıkları hatalar yüzünden Milletimiz sözde varsanılan bağımsızlığın da kayıtlı bulunuyordu. Şimdiye kadar M.Kemak Atatürk, “Nutuk” , Çeviren: Zeynep Korkmaz, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1991, s.422 159 102 Türkiye’yi dünya uygarlığında kusurlu gösteren neler tasarlanmış ise, hep bu hatadan, hep bu hataya düşmekten doğmaktadır. Bu hataya düşmenin sonucu, mutlaka memleketin ve milletin bütün haysiyetinden ve bütün hayati kabiliyetinden ayrılmasını, uzaklaştırmasını mucip olabilir. Biz; yaşamak isteyen bir milletiz. Bu hataya düşmek yüzünden bu niteliklerden yoksun bulunmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil bütün millet fertleri, .belki içinde var olan güçlükleri tamamen taktir etmeksizin, bugün yalnız bir nokta üzerinde toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karara vermiştir. O noktada tam bağımsızlığımızın sağlanması ve devamıdır. Tam bağımsızlık denildiği zaman, tabidir ki, siyasi , milli, ekonomik, adli, askeri, kültürel ve daha her hususta tam istiklal demektir. Bu saydıklarımın her hangi birinde istiklalden yoksun, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksunluğu demektir. Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden sulh ve sukuna kavuşabileceği inancında değiliz. Şeklen ve usulen sulh yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Fakat hiç bir zaman tam bağımsızlık temin etmeyecek olan bu gibi anlaşmalarla milletimiz hiç bir zaman hayata ve sukunete kavuşamayacaktır. Belki maddi mücadelesini terkederek yıkılmaya müsaade etmiş olacaktır. Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul istidasında bulunsaydı, iki seneden beri savaşmaya hiç de lüzum yoktu. Daha mütarekenin ertesi günü sukun mümkün olabilirdi” 160. Bouillon, bu demeç karşısında, samimi olarak buların nihayet bir zaman meselesi olduğu inancını belirtti. Bir süre ara verilen bu görüşmelerden sonra Franklin Bouillon 29 Haziran 1921’de Ankara’dan Pozantı’ya gelmiş ve buradan da Adana ve İskenderun’a giderek tekrar Ankara’ya dönmüştü. Bu geziden amaç, Fransız kuvvetlerinin durumlarını yakından görmek olduğu anlaşılıyordu. Görüşmelerde Türkiye’yi temsil eden ve anlaşmayı imzalayan Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey anılarında, 13 Haziran da resmen görüşmeler başladıktan sonra FranklinBouillon’un konuşulan şeyleri hükümetine bildirmek için Haziran sonuna doğru Adana’ya gittiğini söylüyor. Hatırlarından anlaşıldığına göre, Fransız diplomatının tekrar Ankara’ya gelişi, “Mademki prensiplerde mutabıkız, Franklin-Bouillon gelse de anlaşsak” şeklinde Ankara’nın Sakarya Zaferinden sonra, Fransa hükümetine çektiği bir davet telgrafı üzerine olmuştur 161. Bu görüşmeler esnasında Adana Cephesinde de bazı ileri geri hareketler görülmeye ve Suriye gazetelerinin yazdıklarına göre de Fransızların geri çekilmek istediklerine dair haberler gelmeye başladı. Bu arada Elcezire Cephesi ve 25.Kolordu Komutanları durumu Ankara’dan soruyorlardı. Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın (Çakmak) Elcezire Cephesi Komutanlığına cevap olarak verdiği emirde : “Fransızlar, Adana cephesindeki iki hükümet arasında kararlaştırılan anlaşma gereğince, düşmanlığa ara verme emri aldıklarını ve bir saldırı olmadıkça sukuneti bozmayacaklarını bildirmişlerse de böyle bir anlaşma mevcut olmadığından kabul edilmemiş ve kendilerine de bu yolda cevap verilmişti. Buna rağmen şimdiye kadar alınan bilgiye göre Fransızların kuvvetlerini kısmen çekmekte oldukları anlaşılmıştır. Nizip ve Akçakoyunlu’ya doğru gönderilen keşif kolları aracılığıyla düşmanla temas edilerek kuvvet ve durumları hakkında bilgi alınması ve düşman içerlerine güvenilir kişiler gönderilerek amaç ve niyetlerinin öğrenilmesi, görüşmelere olumsuz etkiler yapacak çarpışmalara meydan verilmemesi ve bu sessizlik devresinden faydalanarak eğitime son derece önem verilmesi” isteniyordu. Bu sıralarda Kuzey Suriye’de yeniden ayaklanma hareketleri başlamış ve Fransızları bir hayli uğraştırmıştı. Ankara anlaşmasından bir hafta önce, Ankara Hükümeti ile Sovyetlerin Kafkas Hükümeti arasında Moskova anlaşması doğrultusunda, 13 Ekim 1921’de Kars anlaşması imzalanmıştı. M.Kemak Atatürk, “Nutuk” , Çeviren: Zeynep Korkmaz, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, 1991, s.423 161 Y.Kemal Tengirşek,Vatan Hizmetinde, s.250. 160 103 Fransız kamuoyu, Ankara’nın Bolşeviklerle bu ilişkilerine rağmen, Türk-Sovyet ilişkilerini yeniden ve eskiye göre farklı şekilde yorumlamaya başladı. Ankara Bolşeviklerin elinde değildi. Moskova’nın bütün “baskı”larına dayanabilmekteydi. Fransız kamuoyunu “Bolşevik hayaleti” ile Türklerin aleyhine çevirmeye çalışanların oyunları geniş ölçüde suya düşüyordu… Fransız Komünist Partisi organı L’Hummanite, yeni durumu incelemek için Türkiye’ye muhabiri Magdeleine Marx’ı göndermişti. “Kemalist hareketin ne ölçüde komünizm davasının işine yarayabileceğini” araştırmak amacıyla Türkiye’ye gelen gazeteci, Paris’e döndüğünde şunları yazıyordu :”Netice itibariyle Mustafa Kemal bir Türk vatanperveri ve asker bir diktatördür, Meclisi ise düpedüz burjuva ve tutucudur”. Yazara göre, Mustafa Kemal “Sovyetlerden yardım almadan dayanamayacağı için onlara el açmıştır. Bunun kanıtı şudur ki, yalnızca teçhizat, silah ve cephane istemiş, ordusuna ve halk arasında propagandaya sebep olur endişesiyle Kızıl Ordu’nun yardımını sürekli şekilde reddetmiştir.” Başka bir yazar da, “Ankara anlaşması, kardeşçe olduğu söylenen Türk-Bolşevik dostluğunun temelsizliğini göstermiştir.” Her iki tarafın ciddi ve samimi istekleri karşısında uzlaşma hakkındaki temaslar devam ediyordu. Fakat imza keyfiyeti; ancak Sakarya Meydan Muharebesinden sonra gerçekleşti. Mustafa Kemal ile Ankara’da yapılan anlaşmalar esasına bağlı kalan Franklin Bouillon Ankara anlaşmasının imza edilmesi için Fransız kamuoyunu ve Fransız Başbakanı ikna etmiş ve Sakarya Zaferinden 37 gün sonra anlaşma 20 Ekim 1921’de Ankara’da imza edilmişti. Ankara İtilafnamesi ve Türkiye’ye Getirdikleri; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetiyle Fransa Cumhuriyeti, iki devlet arasında bir anlaşma yapılması istediğinde bulundukları için; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Dışişleri Bakanı ve Millet Vekili Yusuf Kemal Bey’i ve Fransa Cumhuriyeti Hükümeti de eski bakanlarından Hanri Franklin Bouillon’u delege tayin etmişlerdi. Bu kişiler usulüne uygun olduğu görülen yetkililik belgelerine vererek aşağıdaki maddeleri 20 Ekim 1921 tarihinde karalaştırmışlardı : Madde 1 – İki taraf iş bu anlaşmanın imzalanmasında sonra aralarında harp halinde son bulacağını bildirirler. Ordulara, mülkiye memurlarına ve halka, bu anlaşma derhal bildirilecektir. Madde 2 – İşbu anlaşmanın imzalanmasından sonra iki taraf da harp esirlerini, tutuklu bulunan Türk ve Fransız elemanlarını serbest bırakacak ve kendilerini tutuklu yapanlar tarafından en yakın şehre yollanacaktır. İşbu madde, bütün tutuklulara ve esirlere aittir. Madde 3 – İşbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren en çok iki ay içinde Fransız kıtaları, 8 nci maddede bildirilen çizginin güneyine ve Türk kıtaları bu çizginin kuzeyine çekileceklerdir. Madde 4 – İşbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren bir müddet için meydana gelecek boşaltma ve işgal, iki taraf askeri komutanlarınca atanacak bir karışık komisyon tarafından kararlaştırılacak esasa ve işgal koşullarına göre yapılacaktır. Madde 5 – İki taraf, boşaltılan arazide, arazinin işgalinden sonra tam bir genel af ilan edeceklerdi. Madde 6 – Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Misak-ı Milli’de resmen tanınan azınlık hukukuna bağlı kalacaktır. Madde 7 – İskenderun mıntıkası için bir ulus ve özel idare kurulacaktır. Bu bölgenin Türk ırkından olan halk kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacaktır. Türk lisanı orada resmi durumda olacaktır. Madde 8 – Üçüncü maddede bildirilen sınır şöyle açıklanmıştır : Sınır çizgisi İskenderun Körfezi üzerinde Payas mevkiinin hemen güneyinde olmak üzere seçilecek bir noktadan başlayacak ve aşağı yukarı Meydanı Ekbez’e doğru gidecekti. Demiryolu istasyonu ve bu 104 mevki Suriye’ye kalacaktır. Oradan “Mersevi” mevkii Suriye’ye ve “Kranebi” mevkii ile Kilis şehrinin Türkiye’ye bırakmak üzere güney-doğuya dönecektir. Oradan Çobanbey istasyonunda demiryoluna varacaktır. Bundan sonra Bağdat demiryolunu izleyecek ve demiryolunun platformu Nusaybin’e kadar Türk arazisi üzerinde kalacaktır. Oradan Nusaybin ile Gezire İbni Ömer (Cizre) arasındaki eski yol Türkiye’de kalacaktır. Bu yoldan faydalanmak için her iki memleket aynı hukuka malik olacaktır. Çoban Bey ile Nusaybin arasındaki demiryolunun istasyon ve mevkileri demiryolu platformunun kısımlarından sayılarak Türkiye’ye kalacaktır. İşbu anlaşmanın imzalanmasından sonra bir ay zarfında bu çizgiyi tespit etmek üzere iki taraf delegelerinden bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, aynı zamanda işe başlayacaktır. Madde 9 – Osmanlı sülalesinin kurucusu, Sultan Osman’ın atası Süleyman Şah’ın Caber Kalesinde olan ve Türk mezarı adı ile tanınan türbesi, bütün ilgili bina ve eşyaları ile, Türkiye’nin malı olarak kalacak ve orada ufak bir muhafız müfrezesi bulunduracak ve Türk sancağı çekilecektir. Madde 10- Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat demiryolu işletme hakkı, Adana ilinde yapılmış bulunan şubelerin işletme hakları ile beraber bütün ticaret ve ulaştırma işlerinin Fransa Hükümetinin göstereceği bir askeri gruba verilmesi kabul eder. Türkiye Meydanıekbez’den Çobanbey’e kadar Suriye arazisinde demiryolu ile askeri ulaştırma yapılacaktır. Parça ve şubeler üzerinde esas itibariyle her bir hükümet, beraberce tetkik etmek (denetlemek) hakkını muhafaza ederler. Madde 11 – Bu anlaşmanın onaylanmasından sonra Türkiye ile Suriye arasında bir gümrük anlaşması yapılması için karma bir komisyon kurulacaktır. Bu anlaşmanın şartları ve süresi bu komisyon tarafından belirtilecektir. Madde 12 – Kırık suyu, Halep şehri ve kuzeyde Türk kalan bölge arasında her iki taraf hukuk anlayışları içinde paylaşılacaktır. Halep şehri, bölgesine yetecek şekilde, masraflarını karşılamak şartı ile Türk tarafındaki Fırat’dan dahi su alabilecektir. Madde 13 – Köylerde ve yarı göçebe halktan 8 nci maddede bildirilen çizginin öte ve beri tarafında bulunan meralardan faydalanmak hakkını veya emlak ve araziye malik bulunanlar, eskisi gibi haklarını kullanmakta devam edeceklerdir. Bunları işletme ihtiyaçlarını serbestçe hiçbir gümrük veya mera vergisi ne de sair bir vergi vermeksizin bu hattın bir tarafından diğer tarafına yavrularıyla beraber hayvanlarını altelerini, tohumlarını ve zirai ürünlerini götürebileceklerdir. Bu itilafname, Ankara’da iki nüsha olmak üzere düzenlenmiştir. Bu anlaşma ile güneyde Fransız işgali altında bulunan Türk toprakları kurtarılmış, bu cephedeki kuvvetlerden ve kaynaklardan batı cephesinde yararlanmak mümkün olmuştur. Bu anlaşmanın siyasi manası da çok önemliydi. Çünkü bu anlaşmanın imzalanmasıyla İtilaf devletleri siyasi cephesinde bir gedik açılmış, yeni Türk devletinin siyasi varlığı tanınmış Türk Milli davasının haklı olduğu müttefikler manzumesinde en nüfuzlu bir yer tutan Fransızlar tarafından kabul edilmiş demekti. Hemen, hemen bütün Fransızlar, 20 Ekim’de (1921) Ankara’da Mustafa Kemal ile bir anlaşma imzalandığı haberini memnunlukla karşıladılar. T.B.M.M, barışın sağlanması konusundaki samimiyeti nedeniyle, Fransa ile anlaşmayı Fransa Hükümeti görmeden onaylamıştı bile… Anlaşmanın imzalanmasından iki hafta sonra, 3 Kasım 1921’de, Ferit Bey, ilk “Türkiye Temsilcisi” sıfatiyle Paris’e gitti ve böylece T.B.M.M. Hükümeti ilk defa. Paris’te bir temsilciliğe kavuşmuş oluyordu. Ferit Bey ve eşi Müfide Hanım, yazıları ve konferansları ile Fransızlara Türkiye hakkında doğru bilgiler vermeye, bazı Yunan kaynaklı haberleri yalanlamaya ve Türkiye’nin resmi “Propagandası”nı yapmaya çalışıyorlardı. Bu sırada Ferit Bey, beraberinde, T.B.M.M. Reisi ve Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşanın Pierre Loti’ye hediyesi olarak bir halı ve aşağıdaki mektubu götürdü : “T.B.M.M ; Paris temsilcisinin hareketinden istifade ederek, Türklerin büyük ve asil dostuna (Pierre Loti’ye) karşı beslediği hislerini minnet ve şükranla tekrar açıklamayı kendine 105 bir borç bilmiştir. Tarihin en karanlık günlerinde meşhur kalemiyle daima kendi hakkını teyit ve müdafaa etmiş olan ulvi üstada karşı Türk Milletinin mütehassis olduğunu derin ve ebedi muhabbet ve sevgiyle, istiklal mücadelesinde şehit düşen erkeklerimizin yetim bıraktığı kızları tarafından gözyaşları arasında dokunan bu halı şahitlik edecektir. Naciz kıymeti, dalalet ettiği manadan ibaret olan bu hediyemizi haksever ve civanmert büyük Fransıza (Pierre Loti’ye) karşı duyduğumuz şükran hisleri olarak düşünmenizi ve kabul etmenizi rica ederiz” 162. Türk-Fransız barış anlaşmasının imzalanmasından sonra, anlaşma gereği tespit edilen komisyonlar 3 Kasım 1921’de teşkil edilerek, Türkiye-Suriye sınırı tespit edildi. Türk Ordusu Birlikleri ve sorumluluk bölgeleri yeniden düzenlendi. Türkiye’nin malı olarak kalması kararlaştırılan ve Osmanlı sülalesinin ceddi olan Süleyman Şah’ın veya diğer bazı kökleşmiş olan söylentilere göre de Anadolu’da ilk yerleşmek isteyen Selçuklulardan Süleyman Bey adındaki bir komutanın mezarı olan ve Suriye’de kalan Türk anıt mezarı, Caber Kalesi; etrafında 3x5 km.lik bir alan, Türk toprağı olarak tesbit edildi. Burada bir Türk müfrezesinin bu kutsal bölgeye bekçilik etmesi ve Türk bayrağının sürekli çekilmesi sağlandı. Fransızlarla Türklerin, Adana bölgesinde anlaşacaklarını ve Adana dolaylarını Türklere bırakacakları haberleri duyulmaya başladığından beri bu bölgedeki Ermenilerle, Türklere karşı olan Hıristiyanlar (Rumlar ve Süryaniler) arasında göç başladı. Mersin’e gelen vapurlar ve Halep’e giden trenlerle çeşitli bahaneler ileri sürerek bazı Ermenilerin memleketten ayrılmaya başladıkları haberleri alınıyordu. Bu suretle bölgede Ermeni sayısı çok azalmıştı. Anlaşmanın imzasından sonra bu hareketler büsbütün hızlandı. Kuvayi Milliye taraflısı olmayan Hıristiyan ve Müslümanlar, Fransız kıtaları çekilmeden önce Türkiye’den kaçmak için adeta yarış ediyorlardı. Böylece Mersin’de 10.000 ve Dörtyol’da 7.000 göçmenin toplandığı anlaşıldı. Çukurova ve çevresinin Fransızlar tarafından boşaltılması sırasında 120.000’den fazla Ermeni Suriye ve Lübnan’a, 30.000 kadar Ermeni de Rusya ve diğer dış memleketlere göç ettikleri tesbit edilmiştir.163 Kasım 1921’de, Fransa’nın Adana konsolosu Laporte, Adana’dan İskenderun’a giden Sis Katogigosu’na (Çukurova Ermeni Milleti temsilcisine), bölgeye gelecek Türk hükümetinin adil olacağını, azınlıkların menfaatlerini koruyacağını, göç eden ermenileri sefaletten kurtarmak, mallarına, mülklerine sahip çıkmalarını sağlamak için geri dönmelerini istemiş ve Kilikya’da( Sis, Çukurova) Fransızlar siz Ermeniler için 5.000 evladını boşuna mı toprağa verdi demiştir. Bunun üzerine Sis Katogigosu ise, tarihi bir yanılgıya düştüklerini söylerken, Hristiyanların hayatları tehlikeye atılmaz, Fransızların bize yaptıklarını takdirle anarız. Ancak buna karşılık 30.000 Ermeni de Mütarekeden beri Fransızlar için ölmüşlerdir diyerek Fransa’nın Ermenileri kullandıklarını söylemiştir 164. Ermeni Piskoposu Gevond Turyan’ın haftalık bir Ermeni dergisi olan Dadjar’da yayınladığı ve daha sonra kitap haline getirilen makalelerinde Ermeni Komitelerinin, Patrikhanenin ve Cemiyetlerin gerçek yüzlerini ortaya koymuştu. Bu makalelerinden birinde “Ermeniler, 600 yıldan beri, başka hiçbir milletin ne gördüğü, ne tanıdığı geniş bir sosyal ve dini hürriyetten istifade ederek Türkiye’nin toprağında Türkler ile yanyana yaşadılar. Bu hain nankörler (Komiteler), bu densizler, gerçekleri inkar etmişler ve en itibarlı teba olarak Ermenilere (Milleti Sadıka), şanla, şerefle yaşama imkanı bağışlayan bu ülke üzerinde, kin, nefret ve ayrılık tohumları ekmişlerdir” demiştir. 1922 yılında Amerikaya göç eden Piskopos Turyan, 1933 yılında Ermeni Taşnak teröristleri Y.Kemal Tengirşek,a.g.e.s.251 Esat Uras, a.g.e. s.969, Erdal İlter, a.g.e. s.71 164 Kasım Ener, Çukurova Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi,Ankara1970, s.286-287, Erdal İlter, a.g.e. s.72 162 163 106 tarafından ihanet gerekçesiyle öldürülmüştür. Ermeni tarihçileri Piskopos Turyan’ın bu kitabını kaynak olarak kullanmazlar 165. Halbuki aynı tarihlerde, 19 Eylül 1921’de, dış güçler tarafından piyon olarak kullanılan azınlıkların durumunu şöyle açıklamıştır." Hükümetimizin ve milletimizin, Hrirtiyan unsurlara karşı adilane bir surette hareket etmekliğimiz, geleneklerimiz gereği ve dinimiz icaplarındandır.Ve hakikaten Hristiyanlara adilane muamele edildiğine en büyük delil, memleketimizin her noktasında, en ufak köyünde bile, Hristiyan unsurların Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete malik olmalardır.Eğer bunlar hakkında zulüm ile , gasp ve adaletsizce muamele edilmiş bulunsa idi, elbette bu günkü hal ve vaziyette bulunmamaları lazımdı. Bundan ötürü, bunun için bir başka delil ve sebeb söylemeye lüzum görmüyorum. Fakat, bu Hristiyan unsurların haricin teşviki ile veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük ederek milli varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakları fenalıklarına set çekmek pek babii ve zaruridir.Bu gün en büyük, en kuvvetli ve en medeni milletlerin bu gibi meselelerde bize nisbetle pek sert ve zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesce bilinmektedir.” 166 Paris temsilciliğinde çalışan Doktor Nihat Reşat Bey, bir gezide yayınladığı sonra ayrıca bastırıp dağıttığı bir yazıda, Ankara anlaşmasının dörtlü bir anlam taşıdığını söylemekteydi : Birincisi, Fransa açısından, Briand, ülkesinin kamuoyunu tamamen tatmin etmiş oluyordu. İkincisi, Türkiye açısından; Fransa, Sevres’i yırtıyor ve Türk milletine karşı girişilen haksızlığın gerçekleşmesini önlüyordu. Üçüncüsü, İngiltere açısından, Fransa İngilizlere nasıl yanıldıklarını ve daha neler yapılması gerektiğini dostça gösteriyordu. Dördüncüsü ise, Yunanistan açısından; Fransa yunanlılara “Artık Yeter” diyor 167. Anlaşmanın, Fransa’da büyük çoğunluk tarafından çok iyi karşılanmasının birkaç nedeni vardı: Önce,Fransa artık Doğu Ordusunun mevcudunun geniş ölçüde azaltabilecek, böylece askeri masrafları azalacaktı. Le Petit Journal gazetesi, bu görüşü güzel bir şekilde dile getiriyordu: “Daha az asker ve daha az para, bundan iyisi can sağlığı”. Le Petit Journal bu şekilde, kuşkusuz sokaktaki adamın kanısını söylüyordu. Sonra Fransa doğuda ve Kuzey Afrika’da müslümanlar arasındaki eski prestijini tekrar kazanacaktı. Dr.Nihat Reşat, “Fransa’nın en uzak İslam diyarlarında bile nüfuz ve itibarının şimdiden arttığını” söylüyordu. Küçümsenmeyecek bir nokta daha vardı : Fransa, Ankara ile “kimseden izin almadan anlaşmakla” 1918 mütarekesinden beri “ilk zaferini” kazanmıştı. Kamuoyunca kötü şekilde benimsenen bu kanıya göre Fransa Hükümeti Lloyd Geroge’un “vesayet” inden kurtuluyor ve Yakın Doğuda hareket serbestisini tekrar eline aldığını gösteriyordu. Öyle ki, Türk-Fransız yakınlaşmasına temelden karşı çıkanlar, Fransızlar ile anlaşmaya bu anlamı vererek teselli oluyorlardı. Nitekim Batı Fransa’nın büyük bölge gazetesinde Rene Pinon “Ankara anlaşması İngiltere’ye karşı bir direnme politikasının ilk sahnesi ise makul bir anlam taşır” diye yazmıştı. Ancak bazı kişiler ve çevreler bu anlaşmayı hoş karşılamadılar. Bunlar tenkitlerine ve propagandalarına Journal des Debats, L’Ouest Éclair…v.b. bazı gazeteler de bazı kitaplar çıkararak devam ettiler. Auguste Gauvain, Journal Des Debats gazetesinde, anlaşmanın gizli ekleri gereğince Briand’ın, Kilikya ordusundan Türklere çok miktarda savaş malzemesi verdiğini ileri sürüyor ve, “nasıl seçildiğini bilmediğimiz, varlığı sallantıda olan Türkiye Büyük Millet Meclisi denen bir teşekkül ile Fransa’nın anlaşmış olmasını aklım almıyor” diyordu. Emile Bure de, L’éclair gazetesinde “ Fransız Hükümeti’nin, geleceği pek garantili olmayan bir çete reisi ile ( Gazi Mustafa Kemal Paşa), isteksizce yaptığı Ankara anlaşması, Fransa’ya almadığı bazı garantileri sağlamalıydı” diye yazıyordu. Erdal İlter, a.g.e. s.75-76 Kemal Atatürk, Nutuk, 1919-1927. Bu günkü dille yay.haz.Zeynep Korkmaz, Ankara 1981, s.184-185 167 Nihat REŞAT, L’Accort Franco-Turc, Etude extraite de 1’Action Nationale 25 Novembre 1921, s.4 ve 5. 165 166 107 Daha önce de söylediğimiz gibi, anlaşma, İngiltere’de tepki uyandırmıştı. Anlaşmanın Fransa’daki muhalifleri bu tepkiyi beklemedik şekilde yorumladılar ve İngiltere’ye karşı “oh olsun!” der gibi bir tavır takındılar. Bu şekilde Fransa’nın hiç değilse İngiltere‘nin dümen suyundan çıkarak, “yanlış” ama “ bağımsız” bir politika izlediğini düşünüyorlardı. Yukarıda değindiğimiz gibi, bu düşünce, Türk-Fransız yakınlaşmasının muhalifleri için bir süre teselli nedeni bile olmuştu. Nitekim, Emile Bure diyordu ki; “Londra’da ileri sürüldüğüne göre TürkFransız anlaşması Mezopotamya’da İngiltere’nin güvenliğini tehlikeye sokuyormuş. Olabilir. Fakat, yine aynı Mezopotamya’da İngiltere’nin koruduğu, düşmanımız Faysal’ın mevcudiyeti Suriye’de bizim güvenliğimizi garanti mi ediyor sanılıyor? Hayır. Biz Ankara’da sinsice harekette bulunmuş olsak bile, İngiltere’nin yakınmaya hakkı yoktur. Biz, sadece onun bize yaptığına cevap verdik.” İngiltere’nin tepkisini haksız bulan ve bu konuyu sık sık işleyen yazarların başında gelen yazar Rene Pinon, L’Ouest-Éclair gazetesinde “Yakınmaya, mırıldanmaya hakkı olmayan bir millet, bir hükümet ve bir adam varsa bu millet İngilizlerdir. Bu hükümet İngiltere Hükümetidir. Bu adam Marki Curzon’dur. Çünkü, bizim Orta Doğuda rastladığımız içinden çıkılmaz sorunlar onların eseridir ve bizi, askerlerimizin kanını akıtmamak için Kemalist Türklerle anlaşmaya zorlayan onlardır”. Anlaşmanın önemli sayılabilecek eleştiricilerinden biri de Raymond Poincare’dir. Le Temps, Revue des Deux Mondes, La Depeche (Toulouse) gibi gazete ve dergilerde çıkan yazılarında Poincare, temelde Briand’a hak veriyor, ancak şekil yönünden anlaşmayı eleştiriyordu. Ona göre, “Fransız diplomasisinin beceriksiz yöntemlerinin İngiltere ile Fransa arasında ortaya çıkardığı bu can sıkıcı sürtüşmenin hala askıda duran Alman meselesinin çözümünde Paris’in mevkiini zayıflatmasından korkulurdu.” Anlaşmanın karşısında bulunanların çıkardıkları bazı propoganda kitaplarına da kısaca değinelim. Bu kitaplarda, artık Fransız kamuoyunun çoğunluğunca geçerli sayılmayan eski iddiaları hala bulmak mümkündür. Üslupları da, Fransız kamuoyu Türkler lehine bir tutum kazandıkça daha da kabalaşan Türk düşmanı yazarlar arasında, 1919-20 yıllarında İstanbul’da çıkan Fransızca bir gazetenin idaresinde de bulunan, sonra tutunamayarak Fransa’ya giden Michel Paillares ile kişilikleri hakkında bilgi bulamadığımız Ömer Kazım ve E.Nicol’u özellikle zikretmek gerekir. Birincisi, “Ankara’nın sırtlanları, Moskova’nın kaplanları ve Berlin’in çakalları ile ne de iyi çiftleşiyorlar !” diyebiliyordu. Bu yazarlara göre Fransız basını, Kemalistler hakkında doğru bilgileri saklamaktaydı ! Oysa, gerçeği onlar biliyorlardı ve Kemalistler “Jön Türklerden daha kötü “ idi 168. Fransa hükümetine gelince, bu itilafnamenin gerçek bir “antlaşma” (Traite) olmadığını, Fransız kamuoyunun barış isteğinin kabul ettirildiği, önemi sınırlı bir “anlaşma”(l'accord) niteliğini taşıdığını ileri sürüyordu. İngiltere’nin alınganlığını körüklememek için Briand, Ankara anlaşmasını Parlamentonun tasdikine sunmadı. İşte bir de bu şekil noksanlığından hareketle Briand ve Poincare İngiltere’ye karşı bu belgenin gerçek anlamda bir antlaşma niteliğini taşımadığını savunabiliyorlardı. Fakat, belge kuşkusuz kamuoyu ve Parlamentoca sevinçle karşılandığından şekli kaidelere uyularak yapılan, fakat Parlamentoda az bir çoğunlukça onaylanan bir antlaşmadan çok daha sağlamdı. Oysa, Briand “Kemalist rejimin bizimle Kilikya meselesini çözümlemeyi kabul ettiğini bildirmekten sevinç duyuyorum” demesini milletvekilleri şiddetli ve uzun süren alkış tufanı ile karşılanmışlardı. Öte yandan, Aralık 1921’de, Ankara anlaşması ve diğer bazı konular nedeniyle hükümet için güven oyuna gidilince, Briand Mecliste 99’a karşı 450, Senatoda 11’e karşı 248 oy gibi ezici bir farkla güven oyu sağlanmıştı ki bu da, Ankara anlaşmanın Parlamentoca da tescili demekti 169. 168 169 Yahya AKYÜZ, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu, s.148-150. a.g.e, s.151. 108 CUMHURİYETİN İLANINDAN SONRA GÜNÜMÜZE KADAR TÜRK- FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER Atatürk Döneminde, Lozan Antlaşması ve Ortaya Çıkan Türk-Fransız Anlaşmazlıklarının Bazılarının Halledilmesi ve SSCB dahil İngiliz ve Fransızlar Tarafından Ermenilerin Yalnız Bırakılması; Mudanya Mütarekesi’nin hemen sonrasında barış konferansının 13 Kasım 1922’de Lozan’da toplanması kararlaştırıldı. Bu esnada TBMM Hükümeti, barış konferansında Türk Milletini temsil eden tek makamın TBMM olmasını sağlamak amacıyla 22 Kasım 1922’de Osmanlı Saltanatına son verdi. Böylece, Lozan Barış Konferansına Türk tarafı olarak TBMM temsilcilerinin çağrılmasıyla, TBMM’nin uluslar arası hukuk çerçevesinde yasallığı kabul edilmiş olacaktı. İsmet Paşa başkanlığında Lozan’da yapılan çalışmalarda Türk heyeti ; “Misak-ı Milli” (Milli And)’ı esas alarak, ittifak devletlerince ortaya konan ve kendi çıkarlarının kontrolünü sağlayan bütün antlaşma maddelerini reddediyor ve “Tam Bağımsızlık” konusunda ödün vermek istemiyordu. Böylece 4 Şubat 1923’e kadar süren görüşmeler bir sonuç alınamadan kesildi. 4 Şubat’dan 23 Nisan 1923’e kadar süren bu kesilme süresi esnasında, 17 Şubat 1923’de İzmir’de I. İzmir İktisat Kongresi yapılarak yeni ve henüz adı konmamış Türk Devletinin ekonomik geleceğinin temelleri atılmaya başlandı. 23 Nisan’da yeniden başlayan konferans , 24 Temmuz 1923’de yeni Türk Devletinin varlığı ve bağımsızlığı tüm dünya tarafından kabul edilerek imzalandı. Bu husus, asırlardan beri Türk dış politikasına damgasını vurmuş olan “Şark Meselesi” ve “Hasta Adam” kavramlarını yeni bir boyuta dönüştürerek “Lozan”ın geçerli olacağı bir geleceği başlatmış oldu.Böylece “Lozan”; Türk Milletinin, Milli Andı’nı (Misak-ı Milli) ve Tam Bağımsızlığını sağladığı, günümüze kadar önemini koruyan en gerçekçi belgesi oldu. Osmanlı Devleti ile yapılan Sevr Antlaşmasında, Rusya, İngiltere ve Fransa, galip geldikleri savaşta kullandıkları Ermenilerin “ Ermenistan” hayallerini desteklediklerini gösterdiler. Ancak, Milli Mücadele sürecinde Fransızlar yenilerek, Türkiye’de kendi çıkarları da tehlikeye girince, kullandıkları Ermeni yandaşlarının durumunu ve Ermenistan konusunu Lozan Antlaşması çalışmalarında hiç hatırlamadılar ve antlaşma metnine konmasını teklif bile etmediler. Lozan’dan sonraki Türk-Fransız ilişkilerine, Lozan’da halledilemeyen ; Türkiye- Suriye Sınırı konusu ve bu konunun ortaya çıkardığı İskenderun Sancağı “Hatay” sorunu, Fransa’ya olan borçlar meselesi, daha sonra ortaya çıkan Fransız misyoner okulları ve Fransız işletmelerinin millileştirilmesi sorunları yön verdi. 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilafnamesine göre, Türkiye- Suriye sınırını tespit etmek amacıyla, gecikmeli olarak kurulan, Türk-Fransız karma komisyonun çalışmaları esnasında anlaşmazlık çıktı ve komisyon dağıldı. Bu sırada, Fransız Devletinin karşısında uluslar arası hukuk açısından yasallığı henüz belirli olmayan TBMM hükümeti vardı. Bu nedenle Fransızlar bu komisyonun çalışmalarını geciktirmeye çalışıyordu. Cumhuriyetin ilanından ve Lozan Antlaşmasından sonra Türk ve Fransız hükümetleri doğrudan doğruya diplomatik münasebetler geliştirerek, 30 Mayıs 1926’da İskenderun Sancağı (Hatay)’ın, özel bir yönetim şekliyle, Fransız mandat’sı altında olan Suriye sınırı içinde kalacak şekilde, “Dostluk ve Komşuluk” sözleşmesi imzaladılar. Böylece Fransa, Türklerle bir defa daha sınır komşusu oluyor ve özellikle Çukurova’yı (Kılikya) elden çıkarıp ekonomik açıdan çıkarlarının zedelenmesini istemiyordu. Bu nedenle Fransa, Hatay’ı da içine alan bir Ermenistan’ın kurulması konusunu daha önce Lozan’da sözünü bile etmemişti. Ekonomik açıdan diğer bir sorun da Osmanlı Devletinin Fransa’ya olan borçlarıydı. Fransa, Osmanlı Devletinden en çok alacaklı olan devletti.13 Haziran 1928’de yapılan antlaşma ile Fransızların alacak miktarı ve ödeme şekilleri belirlenerek bir ödeme planına bağlandı. Böylece “Duyunu Umumiye” tarihe karıştı. Bu sırada 1929 dünya ekonomik krizi ortaya çıktı. Türkiye 109 Hoover Morotoryumu’na dayanarak borç ödemelerinin geciktirilmesini istedi. 170 Alacaklıların itirazı üzerine 22 Nisan 1933’de Paris’te yeni bir antlaşma yapılarak, borç ödemeleri konusu halledildi. Lozandan sonra ortaya çıkan çok önemli kültürel bir sorun vardı. Osmanlı Devletinin son zamanlarında Amerikalılar, İngilizler ve özellikle Fransızlar tarafından yönlendirilen kültür emperyalizminin bir uygulaması olan “Yabancı Misyoner Okulları”. Atatürk bu konuda 4 Mayıs 1924 tarihinde “New York Herald” Gazetesi muhabirine verdiği demeçte; Patrikhaneleri kızdırmadan eğitim sistemini değiştirmenin mümkün olamadığını, bunların yardım amacıyla sürekli yabancı hükümetlere müracaat ettiklerini, İmparatorluk hudutları dahilinde her milletin kendi dilinin ve dininin eğitimini yaptığını, fakat bu okulların ihanet projelerine hizmet ettiklerini, Ermenilerin Türk hakimiyeti altında, açıkça müstakil bir Ermeni Krallığı kurmak için çalıştıklarını, bu amaçla da yabancı devletlerin yardımlarını alabilmek için kafalarında sürekli entrikalar ürettiklerini, Türkiye’de okulların ve kiliselerin insanları tahrik eden yerler olduğunu söylüyordu171. Türkiye Cumhuriyeti, bu okullarda Tarih ve coğrafya derslerinin, Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından okutulmasını kabul etti. Papalık dahil olmak üzere Fransa’nın şiddetli itirazlarına, Türkiye; muhatabının bu okulların yönetimi olduğunu ve kendi eğitim sistemi ile ilgili bir iç sorun olduğunu bildirerek uygulamaya koydu. Bu olay Türkiye- Fransa ilişkilerini zayıflattı. Düyunu Umumiye’nin ortadan kalkmasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti, çok önemli bir ekonomik sorun olan ve Osmanlıdan kalan “Kapitülasyonları” kaldırmaya kararlıydı. Bu amaçla, Adana- Mersin demiryolu işletmesini Fransızlardan almak istedi. Bu konuya başlangıçta karşı çıkan Fransız hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında 1929 yılında bu işletmeyi satmak zorunda kaldı. Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1917 Rus ihtilali ve 1923 Lozan Antlaşmasından sonra Doğu Akdeniz’i, Hindistan yolunu kontrol eden ve gelişmekte olan, istikrarlı bir devlet konumuna geliyordu. 1926 yılında Musul sorununun Türkiye aleyhine sonuçlanmasına rağmen, bu nedenle İngilizlerin Türkiye’ye yakınlaşma çabaları arttı. Nihayet 1929’da İngiltere’nin Akdeniz Filosu İstanbul’u ziyaret etti. Filo Komutanı Amiral Field’in Ankara’ya gelerek M. Kemal Atatürk’le görüşmesi olumlu etkiler yarattı. Türkiye- İngiltere arasındaki bu yakınlaşma, Türk- Fransız sorunlarının, Türkiye lehine çözümlenmesine neden oldu. İskenderun Sancağı’nın ( Hatay) Milli Sınırlar içine Alınması ve Fransızların Tekrar Ermenileri Kullanmaları; 20 Ekim 1921 ‘de Fransa ile yapılan Ankara İtilafnamesi’nin 7.maddesi ”İskenderun mıntıkası için bir ulus ve özel idare kurulacaktır. Bu bölgenin Türk ırkından olan halkı kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan faydalanacaktır. Türk lisanı orada resmi durumda olacaktır.” hükmü getirilmişti. Ancak, Hatay ve İskenderun, halkının çok büyük çoğunluğunun Türk olması nedeniyle “Milli And” sınırları içindeydi. Suriye’nin Fransız mandası altına girmesinden sonra da bu statü aynen devam etti. 1936 Yılında Fransa, Suriye’deki mandater yönetimini bıraktı. Böylece Sancak yönetimi de Suriye’ye geçmiş oldu. Bu husus hem Hataylıları, hem de Türk hükümetini rahatsız etti. Atatürk, Hatay’ı Suriye’ye bırakmamakta kararlı idi. Türk Hükümeti 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği bir nota ile durumu protesto etti. Türkiye Fransa’dan Suriye ve Lübnan’a tanınan bağımsızlığın ayrı bir bölge olan Hatay’a da tanınmasını istedi. Fransa bu teklifi kabul etmedi. Türkiye’nin ısrarı üzerine, konunun Milletler Cemiyetine götürülmesi kararlaştırıldı. Konu, Isveç temsilcisi Sandier’nin hazırladığı rapora göre Sancak Meselesinin çözümü için bir Komisyon kuruldu. İngiltere’nin aracılığı ile 26 Ocak 1937’de iki hükümet arasında bir prensip anlaşmasına varıldı. İngiltere’nin arabuluculuk nedenlerinin başında ise Akdeniz dengesi açısından önemli iki ülkenin arasının açılmasını istemeyişi, Türkiye ile i1işkilerin düzeltilmesi ve Türkiye’nin sorunu barış yolu ile halletmesini onaylaması gerekmektedir. Bu 170 171 Temuçin Faik Ertan, s: 175 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Tamim ve Telgrafları, Ankara 1972, C.V, s.105*106, Erdal İlter, a.g.e.s.80 110 prensip anlaşmasıyla İskenderun ve Antakya içişlerinde bağımsız, fakat Suriye ile gümrük birliği halinde olan bir statüye kavuşturuluyor ve bir Anayasa ile idare edilen “ayrı bir varlık” teşkiI ediyordu. Hatay’ın dışişleri bazı şartlar altında, Suriye Hükümeti tarafından idare edilecekti. Türkçe resmi dil olacaktı. 29 Mayıs 1937’de Hatay’ın milli bütünlüğünü teminat altına alan ve Türkiye-Suriye sınırını tespit eden bir anlaşma yapıldı. Ancak Hatay’ın bu yeni statüsü uygulanırken bazı sorunlar çıktı. Hatay’da seçimlerin yapılması sırasında bazı haksızlıkların ortaya çıkması üzerine Türkiye duruma müdahale ederek, seçim sisteminin düzeltilmesini istedi. Ocak 1938’de seçim sistemi değiştirildi. Bu sıralarda Avrupa’da savaş tehlikesi gittikçe daha belirgin bir hale getiriyordu. Fransa, Ortadoğu’da güçlü bir devlet olan Türkiye’ye yanaşmak zorunda kalmıştı. 3 Temmuz 1938’de Hatay’da sükunet ve asayişi sağlamak üzere 6.000 kişilik bir kuvvet kurulması ve bunun 1000’inin Hatay’dan, geri kalanın Türkiye ve Fransa tarafından sağlanması kararlaştırıldı. Anlaşmadan iki gün sonra Türk kuvvetleri Hatay’a girdi. Ağustosta yapılan seçimler sonucunda 40 Mebusluktan 22’sini Türkler kazandı. Bütün mebuslar Mecliste Türkçe yemin ederek göreve başladılar. Bu Meclis devletinin adını, “Hatay Devleti” olarak belirledi. Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra 29 Haziran 1939’da son toplantısını yapan Hatay Meclisi. oy birliğiyle Anavatana katılma kararı aldı172. 1918-1921 yılları arasında Ermeniler, Fransızların himayesinde Anadolu‘da katliam yapma hakkını kendilerinde buldular. Ayrıca tehditleriyle, rahat yaşamlarına devamdan başka bir arzusu olmayan yerli Ermenileri de Türklere karşı durmadan tahrik ettiler. Fransiz idaresi bu durumdan memnundu. Sakarya harbinden sonra Fransa, Çukurova’ da tutunamayacağını anlayınca. Ankara ile an1aştı ve kuvvetini çekerek, işga1 devresinde suç ortaklığına sürüklediği Ermenileri de peşinden sürükledi. “L’İllustation” dergisinin 24 Aralık 1921 tarihli sayısına göre göç için Mersin’e yığılan Hıristiyan Ermeni halkın 200 bin civarında olduğu açıkladı. Bunların bir kısmı Îskenderun bölgesine bir kısmı Suriye’ye bir kısmı da Lübnan’a göç etti. Ermenilerin büyük koruyucusu olan İngiltere, bu halkın Kıbrıs ve Mısır’a göç etmesini yasaklamıştı. Hatay’da Fransızlar , Ermenileri silahlandırdılar. Fransa ve İngiltere, Orta doğuda kendi çıkarlarını gerçekleştirmek istediklerinde, bölgedeki Hıristiyan azınlıkların hayallerini, özellikle de Ermenilerin, Ermenistan hayallerini destekliyormuş gibi görünüp onları daima en tehlikeli işlerde kullandılar, işleri bitince de terk ettiler. Fransız siyasileri, 17 yıl sonra aynı çirkin oyunu gene Ermenilerin sırtında oynadılar Ermeniler aynı oyuna gene geldiler. Bu defa sahne Hatay’dır. Hatay Türk’ü 1936’Iarda, Anavatanla birleşme hususundaki mücadelesini geliştirmeye başlayınca Fransız sömürge idaresi, daha önce Çukurova’dan göç ettirilmiş olan Ermenileri tekrar Kılikya (Çukurova) bölgesine yerleştirilerek silahlandırıldılar. Bunlardan bazılarından milis kuvvetleri teşkil ettiler. Jandarma görevlerini bunlara devrettiler. Paris’ten, Londra’dan para ile tutu1muş Taşnak komitecileri bunların başına getirildi. Böylece Hatay’da Fransız sömürge idaresi devam etsin diye Ermeni vuruşacak, Ermeni ölecek, Fransız’ın kanı akmayacak Ermeniler kullanılarak Türkiye Hatay’dan uzaklaştırılacaktı. O günlerde Fransa’da yazılanlara bir göz atalım 173; 13 Ocak 1937’de, “Vu” Dergisinde M.A. Eram (Aram Efendi) adlı yazar makalesinde “Fransa, Hatay’ı Türklerin ellerine teslim edemez. Orada 280 bin Ermeni yaşamaktadır. Eğer Hatay yarın Türklerin idaresi altına düşerse bu Ermeni1er yeniden göç etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Onlar için yeniden sefalet başlayacaktır. Halbuki, Fransa bu Ermenileri korumayı taahhüt etmişti.” diye yazmaktadır. Cebelidürüz eski valilerinden General Clement-Grandcourt yazdığı makalede; “Ermeniler Türklerden yalnız zulüm görmüş1erdir. Eğer Atatürk, Hatay’a hâkim olursa Kırıkhan etrafında topladığımız Ermeniler yeniden göç yollarına çıkacaktır. Halbuki Kilikya’ dan bunları buraya getirirken onları koruyacağımıza, onlara bir “Yuva” kuracağımıza dair vaatlerde 172 173 Erdal İlter, a.g.e.s.83 “Vu” Dergisi, 13 Ocak 1937 111 bulunmuştuk”174 demektedir. Diğer taraftan Bazı Fransız gazeteleri de adeta Ermenileri kışkırtmak için “Türkler, Hatay’ı almayı kolay sanıyorlar. Halbuki oraya girdikleri zaman karşılarına silahlı 30 bin Ermeni çıkacaktır” 175demektedirler. Suriye.Ermeni Patriği, Beyrut’ta “El Kalas” gazetesine verdiği ve Fransız gazetelerinin önemle yayınladıkları demecinde şöyle diyordu; “Biz Kilikya’dan cellat yerine konarak kovulduk.Şimdi, burada Fransa’ nın bizi terk edeceğine inanmıyoruz. Cihan Harbi’nde Türk istibdadına karşı kanımızı Araplarla birlikte akıttık.Şimdi de yeni vatanımızı Türklere karşı gene Araplarla birlikte müdafaa edeceğiz.176 Fransa’nın gayesi belirli idi. Yeni bir Ermeni meselesi yaratmak, olaylar çıkararak yine Ermeni kanı dökülmesini sağlamak, “Yeni bir Ermeni Katliamı” diye yaygarayı koparmak, böylece dünya kamu oyunda haklı duruma geçerek Çukurova’yı Ermeniler sayesinde elde tutarak elde edeceği geliri Fransa’ya taşımaktı. Böylece Fransızlar kendi sömürgeci menfaatleri uğruna Ermenileri bir defa daha “Kurban” olarak kullanacaklardı. Bu amaçla, Fransızlar, Türklerin Ermenilerden intikam alacağı propagandasını yayarak Ermenileri tekrar silaha sarılmaya teşvik ettilerse de başarılı olamadılar. Hatay’da beklendiği gibi Ermenilere karşı Türkler tarafından hiçbir sert davranış olmadı. Böylece Ermeniler de Fransızlarla birlikte göç ettiler. II. DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA GÜNÜMÜZE KADAR TÜRK FRANSIZ İLİŞKİLERİ VE ERMENİLER Savaşın Başlangıcında Türk-Fransız-İngiliz İttifakı; 1938 yılında Atatürk, Almanya’nın hızla silahlanması, Versay Antlaşmasını tanımaması, Milletler Cemiyeti’nden çekilmesi gibi emarelere bakarak ikinci bir dünya savaşını çıkarmaya çalıştığını sezmişti. Diğer taraftan Almanya, İtalya ve Japonya ile de bir ittifak yaparak, Avrupa’da önüne çıkan İngiltere ve Fransa engellerini ortadan kaldırarak, kendi emperyalist emellerini gerçekleştirmek için harekete geçmişti. Almanya’nın izlediği bu politika Batıda ve Sovyetler Birliğinde büyük endişeler yaratmasına rağmen, Türkiye bu konuda bir endişe duymamıştır. Ancak Almanya’nın, “Hayat Sahası” politikası ile 15 Mart 1939’da Çekos1ovakya ile başlattığı işgaller, Balkanlara kadar uzanınca ve Arnavutluk da İtalyanlar tarafından işgal edilince Türkiye de güvenliği konusunda büyük endişeler duymaya başladı ve tarafsızlık politikasından vazgeçerek İngiltere’nin teklifi ile Türk-Ïngiliz-Fransız ittifakına kadar varacak olan görüşmeler Türkiye ile İngiltere arasında başladı. İtalya’nın, Arnavutluk’u işgali ile doğan bunalım içerisinde Fransa ve İngiltere, Yunanistan ve Romanya’ya garanti verdiler. 13 Nisan 1939’da aynı teklifi Türkiye’ye de yaptılar. Türkiye, Mihver devletler Balkanlarda saldırıya geçmedikçe tarafsızlığının korunması, bir saldırı halinde Boğazların savunması için İngiltere’nin yardım etmesini ve Sovyetler Birliği’nin de iş birliğinin sağlanması şartıyla 12 Mayıs 1939’da imzaladığı Türk-İngiliz ortak deklarasyonunu yayınlayarak kabul etti. Bu deklarasyonda iki nokta dikkati çekiyordu: Birincisi, iki devletin aralarında, kendi güvenlikleri için, uzun süreli bir ittifak antlaşması imzalamak kararını almaları idi. Bu da Türkiye’nin dış politika açısından batı dünyası ile kader birliği yapmaya karar verdiğini vurguluyordu. İkinci nokta ise, ilan edilen deklarasyon ve daha sonra imzalanacak olan antlaşmanın hiçbir devlete karşı olmamasıydı. Bu görüşmelere Fransa da katılmıştı. Ancak bu sırada Hatay sorunu nedeniyle, Türkiye bu deklarasyona Fransa’nın katılmasını istemedi. Daha sonra 23 Haziran 1939’da Fransa’nın, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmesi üzerine, aynı gün, İngilizlerle yapılmış olan deklarasyonunun bir benzeri de Fransa ile tapıldı. Bu görüşmeler esnasında Türkiye’ye gelen Sovyetler Birliği Dış işleri Komiser Yardımcısı Potemkin, Sovyetler Birliği’nin bu görüşmeleri olumlu karşıladığını bildirmişti. Bu L’İllustratıon dergisi, 13 Şubat 1937 Marianne gazetesi, 24 Mayıs 1938 176 El Kalas, Suriye, 26 Haziran 1938 174 175 112 esnada Almanlar da hem Türkiye’yi yanlarına çekmek, hem de bu görüşmeleri karşıt bir ittifak oluşturabileceği endişesiyle engel olmaya çalışmak amacıyla, en iyi diplomatlarından olan Von Papen’i Ankara’ya Büyükelçi olarak atamış ancak Türk-İngiliz ortak deklarasyonuna engel olamamıştır. Türkiye, mihver devletlere karşı bir ittifak oluşturmak amacıyla İngiltere ve Fransa ile birlikte Sovyetler Birliği’nde görüşmelere başladı. Bu sırada bütün dünya kamu oyu böyle güçlü bir karşı ittifakın oluşacağı haberini beklerken, 23 Ağustos 1939’da Sovyetlerin Almanya ile bir saldırmazlık paktı imzaladıkları haberi şaşkınlık yarattı. Bu olay milli çıkarların, ideolojilerin üstünde yer alabileceğini göstermekten başka bir şey değildi. Ancak Sovyetler Birliği, Türkiye’nin bu zafiyetinden istifade etmek ve bu anlaşmanın yapılmasını sağlamak için davet ettiği Türkiye Cumhuriyeti temsilcisine, Boğazların ortaklaşa savunulması, Montreux Sözleşmesi’nin değiştiri1mesi gibi kabul edilmesi güç bazı şartları ileri sürdüler. Türkiye’nin, Sovyetler Birliğinin bu isteklerini ve anlaşmayı derhal reddetmesi 1920’den beri devam eden Türk-Sovyet ilişkilerinin kötüleşmesinin bir başlangıcı oldu. Bundan sonra, 19 Ekim 1939’da daha ônce kararlaştırı1an esaslar dahilinde Türkİngiliz-Fransız ittifakı imza1anmıştır. Bu ittifaka göre; “Bir Avrupa devletinin saldırısı ile başlayan İngiltere ve Fransa’nın katılacakları bir savaş Akdeniz’e yayılırsa Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya yardim edecekti. Türkiye bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, İngiltere ve Fransa kendisine yardım edecekti. Bunların dışında Türkiye, ittifaka ek 2 numaralı protokolle an1aşmadan doğan taahhütlerin kendisini Sovyetler Birliği ile bir savaşa sürükleyemeyeceği konusunda bir çekince koydurmuştur. lttifaktan hemen sonra Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında iktisadi ve mail an1aşma1ar da imzalandı. Bu an1aşmalarla iki devlet Türkiye’ye savaş malzemesi ihtiyacını karşılamak üzere kredi vereceklerdi. Böylece Batı ülkeleri ile ilk ittifak anlaşmasını yapan Türkiye, İkinci Dünya Savaşının başlarında onlarla kader birliği yapmaya başlıyordu. Diğer taraftan Sovyetler Birliği ile de bir çatışmaya girmekten kaçınıyordu. Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Sürecinde Türk-Fransız İlişkileri ve Ermeniler Tarih boyunca kendi aralarında birlik yaratamamış ve sürekli rekabet halinde bulunmuş olan Batı Avrupa Devletleri, II.Dünya Savaşından sonra, bu birliğin temelini 1957’de Roma Antlaşması ile atmışlar, daha sonra da 1958’ de Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olarak yürürlüğe sokmuşlardı. Temel Amaç, önce ekonomik birleşmeyi daha sonra da siyasi birleşmeyi sağlayarak, Birleşik Avrupa Devletleri’ni (BAD) kurmaktı. II.Dünya Savaşından sonra, doğu ve batı blokları oluşarak güç dengesi sağlandı. İki blok arasındaki ilişkiler, soğuk savaş, stratejik-nükleer silahlanma yarışı, petrol bölgelerinin kontrolu şeklinde cereyan etti. Bu dönemin başlangıcında 1946 yılında Sovyetler Birliğinin Boğazlarla ilgili isteği karşısında Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’yi destekledi. Türkiye 1948’de de ABD ile Ekonomik İşbirliği Antlaşmasını imzalayarak Marshall yardımından faydalandı. Daha sonra Kore’de patlak veren bölgesel savaşa birlik gönderen Türkiye, 1952 yılında Nato’ya girerek batı bloku içinde yer almış oldu. Batı bloku içinde olmanın çağdaşlaşmak için gerekli olduğunu düşünen Türkiye, Avrupa Topluluğu’na (AT) ilk üyelik başvurusunu 1959 yılında yaptı. Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile Türkiye’nin siyasi, ekonomik altyapısının hazırlanması için belirli bir süre verildi. 1970-1980 yıllarında Avrupa Topluluğu ile Türkiye arasında ekonomik konular ve özellikle “Gümrük Birliği” konusunda sorunlar çıktı. 1980’den sonra ise ekonomik sorunlara siyasi açıdan demokrasi ve insan hakları konuları da ilave oldu. 1987 yılında Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna tam üyelik başvurusu reddedildi. 1993 yılında “Gümrük Birliği” konusunda başlattığı çalışmaları, Avrupa Topluuğu tarafından Mart 1995’de kabul edilerek onaylandı ve 1 Ocak 1996’dan itibaren de yürürlüğe girdi. Aralık 1997’de Lüksenburg’da yapılan zirveye, Türkiye çağrılmayarak yakın bir gelecekte topluluğa üye olamayacağı anlaşılmış oldu. Buna karşılık Türkiye Avrupa Birliği ile siyasal ilişkilerini askıya aldı. Fransa, sizlere bir vatan kuracağız diye dünyanın çeşitli yerlerinden topladığı Ermenilerle Lejyon birlikleri kurdu ve onları Kilikya’daki yerli Ermenilerle müşterek olarak bölgenin kontrolunda kullandı. Ancak, Ermenilerin intikam hisleriyle davranmaları, Türkleri gereksiz yere katletmeleri, Türk köylerini yakıp yıkmaları Fransız komutanları rahatsız ediyordu. Ankara antlaşmasından sonra, Maraş, Adana, Urfa va Antep de Türklere karşı akla hayale gelmedik baskı ve zulümler uygulayan Ermenilerin büyük kısmı “Türkler geliyor” endişesi ile 113 Fransızlar tarafından Lübnan’a taşındı. Böylece, Fransızların himayesindeki Ermenilerin Kılikya’da “Ermeni Yurdu” kurma hayalleri boşa çıkmıştı. Fransız yönetimi, Lübnan’a göç eden Kılikya Ermenileri’ne 31 Ağustos 1924 tarihinde “Lübnan Vatandaşlığı” hakkını tanıdı. Çukurova ve Urfa, Antep, Maraş bölgelerinden gelen ve Lübnan’da Beyrut’a yerleşen Ermeniler burada kendi mahallelerini, hastanelerini, okullarını ve politik derneklerini kurarak, Lübnan’ın siyasi mukadderatında etkin bir rol oynamaya başladılar. Böylece I. Dünya Savaşı sonunda Lübnan, Ermenilerin %6 nüfus yoğunluğu ile yeni vatanları oldu 177. Gregoryen (Apostolik) Kilisesi, 1921 yılında Kozan’dan (Sis) ayrılarak, Adana’ya, Haleb’e oradan da 1929 yılında Lübnan’da Beyrut’un Antilyas semtine taşındı. Katogigosluk olarak görev yapan bu kilise yer değiştirmesine rağmen “Kilikya veya Sis Kilisesi” adını değiştirmemiştir. Kilikya veya Antilyas Katogigosluğu’nun yetki alanı, Lübnan, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, İran, Amerika Birleşik Devletleri ve Kuveyt’ti. Diğer taraftan, Antilyas Katogigosluğundan başka, Rusya’da Ermenistan’ın Erivan kentinde Eçmiyazin (Ana görüş) kilisesi veya Katogigosluğu bulunuyordu. Bu kilise, 1917 Sovyet Devriminden sonra etkinliğini tamamen kaybetti. 1922’den sonra devletin yarattığı ve kontrol ettiği bambaşka bir Ermeni Kilisesi ortaya çıktı. Sovyet Rusya’nın amacı; kontrol altına aldığı Eçmiyazin Katogigosluğu vasıtası ile, Ermeni Davasını (Hai Tahd) canlı tutarak, bütün dünya Ermenileri tek bir dini merkeze bağlanmalarını sağlamak ve gerektiğinde istediği gibi kullanmaktı. Nitekim, 1945 yılında, Katogigos VI.Kevork, Türkiye’nin Kars ve Ardahan’ı Ermenistan’a vermesi için, batılı devletler nezdinde girişimlerde bulunmak cesaretini göstermişti 178. Ermenilerin kurduğu ve Lübnan’da da faaliyet gösteren üç önemli parti vardır. Bunlardan Taşnak Partisi; ABD, İran, Fransa’da etkili olan batı yanlısı bir partidir. Amacı, Sevr Antlaşmasında belirlenen toprakları Türkiye’den alarak şimdiki Ermenistan ile birleştirerek Komünist olmayan büyük Ermenistan’ı kurmaktır. Hınçak Partisinin amacı da aynı olmakla birlikte Rusya taraflısıdır. Lübnan, ABD, Fransa ve Ermenistan’da etkindir. Ramgavar Partisi ise tarafsız bir statüde olup sosyal ve kültürel açıdan Ermeniliğin bekasını sağlamak amacındadır.1934-1947 döneminde, Lübnan’da, Taşnak ve Hınçak partileri güç birliği yapmışlardır. 1947-1957 döneminde ise; Taşnak partisi bir kitle partisi haline gelmiştir. 1970 yılına kadar Taşnaklar, Sovyetler Birliğini baş düşmanları gösterme eğilimi göstermişlerdir. Antilyas Katogigosluğu, Taşnak ve Ramgavar partisinin, Eçmiyazin Katogigosluğu ise, Hınçak Partisinin kontrolu altındadır. Eçmiyazin ile Antilyas Katogigoslukları arasındaki anlaşmazlıklar, aslında Taşnak ve Hınçak partilerinin ve bunları kullanmak için destekleyen büyük devletlerin menfaatlerinin çatışmasının sonucudur. 1968 yılında Hınçak partisi tarafından desteklenen Eçmiyazin Katogigosu ABD’de görüşeçek resmi yetkili bulamazken, Taşnak partisi tarafından desteklenen Antilyas Katogigosu I.Horen, Başkan Nixon tarafından kabul edilmiştir. I.Horen, Başkan Nixon’a “Kilikya Büyük Haç Nişanı” takmış ve ondan Ermeni Davasına (Hai Tahd) sahip çıkmasını istemiştir. Daha sonra Antilyas Katogigosu olan II. Karekin, Antilyas ve Eçmiyazin Katogigoslukları arasındaki görüş ayrılıklarının kaldırılarak birleştirilmesinin gerekliliğini ortaya koymuştu.Şayet bu uyum gerçekleştirilemezse, Ermeni kilisesinin ruhani ve milli görevlerini (Ermeni Davasını) gerçekleştiremiyeceğini savunuyordu179. II. Karekin (Karekin Sargisyan), 1983 yılında, Antilyas (Kilikya=Çukurova) Katogigosu seçildi. 20-24 Temmuz 1968 yılında İsviçre- Lozan’da, Taşnak partisi mensubu Ermeni papazı James Kanusyan tarafından “II.Dünya Ermeni Kongresi”nde hedeflerinin, Ermenileri milli Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma Merkezi (OTAM) Yayını No:3, Ankara 1996, s. 88-91 178 Karekin Sarkisyan, “The Armenian Church in Contaemporary Times,” religion in the Middle East’den ayrı basım, Cambrige University Press, 1969, Erdal İlter,a.g.e, s.91-99 179 Erdal İlter, a.g.e,s.99-105 177 114 kurtuluş doğrultusunda siyasi bir hareket şeklinde örgütlemek, örgütlenmiş Ermeni toplumunun Birleşmiş Milletler tarafından tanınmasını sağlamak, Türkiye ile diyalog kurmak ve Türkiye’ye Ermeni Soykırımı iddialarını kabul ettirmek, Ermenilerin Anadolu’ya dönmelerini ve Türkiye’nin Ermenilere tazminat ödemesini sağlamak olduğunu açıklamış ve ilan etmiştir180. Bu ilandan sonra 1972 yılında Viyana’da Taşnak partisi tarafından düzenlenen XX. Dünya Kongresinde Lübnan Ermeni gençliği militan bir tutuma yönlendirilmiş ve öncelikli hedef Türkiye olarak belirlenmiştir. 1975 yılından sonra, Türkiye’yi hedef alan, Ermeni terör örgütleri; ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Ermeni Gizli Ordusu), ASALA-RM (ASALA-İhtilalci Hareketi) ile Taşnak partisi örgütü olduğu bilinen JCAG(Ermeni Soykırımı Adalet Komandoları) ve ARA (Ermeni İhtilalci Ordusu) kuruldu. 1975-1986 yılları arasında Türk ve yabancı kuruluşlara karşı yöneltilen çok sayıda suikast ve katliamları bu terör örgütleri üstlendi 181. Bu dönemde, bu cinayetleri işleyen katil ve caniler bütün dünyada olduğu gibi Fransa’da da Ermeni Kiliselerinin himayesine alınmış, anma günleri düzenlenmiş ve kiliseler tarafından gelecek Ermeni nesillerine gurur verici olaylar olarak aşılanmıştır.26 Aralık 1994 tarihinde, Azeri Türkleriyle çarpışırken ölen Ermeni kuvvetleri komutanı, ASALA-RM’nin terörist lideri Monte Melkonyan’ın ölüm yıldönümünde California, Pasadena’daki St Gregory Ermeni kilisesinde anma töreni yapıldı 182. 1990 yılından itibaren her iki kiliseyi birleştirerek Ermeni birleşik Cephesinin kurulması faaliyetleri yoğunluk kazanmaya başlamıştır. 4 ağustos 1990’da Ermenistan Yüksek Sovyet Başkanı seçilen Levon Ter-Petrosyan, Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandıktan sonra, 1991 yılının yaz aylarında Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan etti. Aralık 1991’de Alma-Ata Deklarasyonunu imzalayarak Bağımsız Devletler Topluluğuna, 1992 başında da AGİK (AGİT) ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’na üye oldu. Aynı dönemde, bütün bu antlaşmaları hiçe sayarak, Azerbaycan Cumhuriyetine bağlı özerk bölge olan Dağlık Karabağ’ı fiilen işgal ederek Azeri Türklerine karşı açık bir soykırım uyguladı 183. Komünizmin etkisinden kurtulmuş bağımsız bir Ermenistan kurulmuştu. Antilyas ve Eçmiyazin Katogigosluklarının, Eçmiyazin Katogigosluğu çatısı altında birleştirilmesi için Levon Ter-Petrosyan’ın gayretiyle, II.Karekin Sargisyan, I.Karekin sıfatını alarak Dünya Ermenilerinin lideri olarak seçildi. Bu toplantıda I.Karekin, Ermenilerin kutsal varlıkları dini ve milli amaçları, ErmeniDavası “Hai Tahd” için canlarını vermeye hazır olduklarını, Ermenistan’ın her zamankinden daha fazla Hristiyanlığın kalesi olduğunu, 2001 yılında Ermeni kilisesinin kuruluşunun 1700. Yılının kutlanacağını ilan etti 184. 2 Nisan 1995’de, Fransa’nın Marsilya kentindeki Ermeni kilisesinde, Hristiyanlığı temsilen Haç’ın, Anavatanı temsilen Ağrı (Ararat) dağının, Dağlık Karabağ’ı temsilen iki ihtiyar şahsın, Yürürlükten kalkmış olan Sevr Anlaşmasının belirlediği Ermenistan’ı temsilen bir haritanın işlendiği bir anıt yapılmıştır. Bu anıtın açılışında yapılan konuşmalarda, 1915-1920 yılları arasında Ermenilerin çektiği sıkıntıları dile getirdiğini, Sevr ile belirlenen toprakların hala bugünkü Ermenistan toprakları içinde yer almadığını ileri sürmüşlerdir 185. Bu güne kadar cereyan eden olaylar Ermenileri temsil eden Ermeni Kilisesi ve onun hizmetindeki siyasi partiler, anti-Türk politikalarını aşağıdaki esaslar üzerine oturtmuşlardır. Hürriyet, 22.7.1983 Francis P.Hyland, Armenian Terorrizm : The Past, the Present, the Prospects, Oxford 1991 ; Erdal İlter, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma Merkezi (OTAM) Yayını No:3, Ankara 1996, s.96 182 Erdal İlter,a.g.e,s.108-109 183 Erdal İlter,a.g.e,s.110-112 ; Katliam (Albüm), İstanbul 1993; The Tragedy of Nagorno Karabakh, Ankara 1993,s.13,15-16 ; Yankı, 3.7.1995,s.36 184 Erdal İlte, a.g.e, s.114 185 Erdal İlter, a.g.e,s.115 180 181 115 Diğer ülkelerde olduğu gibi Fransa’daki Ermeni cemaati de , kiliseleri vasıtasıyla, anti-Türk propagandasını çeşitli usullerle örneğin; a. Kendi taraftarı olan veya para ile tuttukları güya bilim adamlarının ve siyasilerin katılımı ile sempozyumlar, kollekyumlar, kongreler yaparak, meclis, senato kararları çıkartarak ülkelerinde Ermeniler lehine kamuoyu oluşturmak, b. Bu vesilelerle; Anadolu’da yaptıkları Türk soykırımını inkar etmek, c. Türklerin Ermenilere soykırım yaptıkları iddiasını tartışılır ve uzlaşılır bir hale getirmek, d. Diğer ülkelerin kamuoyunda sözde soykırımını canlı tutacak anıtlar, heykeller, sergiler, tiyatro oyunları v.b. sözde sanatsal faliyetler düzenlemek, e. Dünya kamuoyunu lehlerine çevirmek ve sözde Ermeni davasına destek vermeyen diğer milletlere mensup siyasetçi ve bilim adamlarını susturmak amacıyla kendilerini haklı gösterecek senaryolarla, gerekirse siyasi partilerin desteğindeki terör örgütlerini dünyanın her yerinde devreye sokmak, f. Türkiye’de kendi davalarına hizmet edecek görevliler ve kurumlar tesis etmektir. Fransa’da Ermenilerin toplu olarak bulundukları bölgelerin sağcı, solcu politikacıları, belediye başkanları, milletvekilleri siyasi çıkarları doğrultusunda , “Ermeni Davasının” destekçisi olduklarını her vesile ile ilan ediyorlardı. Bunlardan bazıları ; Marsilya Belediye Başkanı ve Milletvekili Gaston Deferre, Vienne Belediye Başkanı ve Milletvekili Louis Mermaz, Bouches du Rhone Belediye Başkanı ve Milletvekili Emile Loo, Alpes Maritimes Milletvekili ve Fransız parlamentosu Maliye Komisyonu Başkanı Fernard İcart, Milletvekili Jean Poperen’dir. Gaston Deferre, Armenia dergisinin Mayıs 1975 sayısı için verdiği demeçte, Jean Jaures’den beri, “Ermeni Davasının” en koyu savunucusunun Sosyalist Partisi olduğunu ve hatta kendisinin de 1971 şubatında, Sevr muahedesinin ellinci yılı münasebetiyle bir “Ermeni Davasını Destekleme Cemiyeti” kurduğunu söylemiş ve bunun için de Ermeni oylarınının Sosyalist Partiye verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Sosyalistler gibi, Ermeni oylarının peşinde olan Komünist Partisi’nin Bouches de Rhone Federal Sekreteri Paul Biaggini de “Ermeni Davasının hakiki savunucularının” kendi partisi içinde bulunduğunu savunur 186. 25 Ekim 1975’de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve şöförü, kimliği belirlenemeyen kişilerce sokak ortasında vurularak öldürülür. Bu cinayetin işlendiği yerin 100 metre yakınında Ermeni Kültür Evi vardır ve Fransız Polisi cinayetten sonra burayı aramamıştır. Daha sonra bu cinayeti Ermeni örgütleri ile Kıbrıs Rum örgütleri üstlenirler ve bu yolda daha bir çok eylem yapacaklarını açıklarlar. Paris cinayetinden 6 ay sonra, Fransız Polisi, büyük gayret sarf ettiğini, fakat hiçbir ipucu bulamadığını ve cinayetin Ermeniler tarafından yapıldığını gösteren hiçbir kati delil bulamadıklarını Paris Türk Büyükelçiliğine bildirir. Bu sırada, 27 mayıs 1976’da, Paris, Albani meydanındaki Ermeni Kültür Evinde iki Ermeni bomba yaparken, birisi bombanın elinde patlaması sonucu ölür, diğerini de polis yakalar. Olayı duyarak açıklama isteyen gazetecilere Fransız Polisi “ Elçilerinin öldürülmesine kızan Türklerin misilleme yapmış olabileceklerini “ bildirir. Ancak, Ermeni Kültür Evinde yapılan aramalarda çok miktarda patlayıcıya ve Türk Elçisinin kendileri tarafından öldürüldüğüne dair beyannameler burada bulunur 187. 1983 yılında Lozan’da düzenledikleri kongreden sonra, Ermeniler “üçüncü ulusal Ermeni Kongresini” 7-13 Temmuz 1985 tarihinde, Sevr kenti yakınlarında Paris, Sofitel otelinde yaparlar. Bu kongreye özel seçilmiş 200 Ermeni delege ve bir çok örgüt mensubu katılır. Taşnak Partisi daha önce olduğu gibi bu toplantıya da katılmaz. Bu toplantıda “Sevr Antlaşması ve sözde Ermeni Soykırımı” anılır 188. Armenia Dergisi, Mayıs 1975 Ömer Sami Çoşar, Güneş Gazetesi, Nisan 1977, Tarih Boyunca Türk Düşmanı Güçlerin Oyuncağı Olan Ermeniler, 188 Güneş, 6.7.1985 186 187 116 15 Temmuz 1983’de ASALA Terör örgütü mensubu, Varujan Garbisyan ve Soner Nayır, Paris, Orly Hava alanındaki Türk Hava Yolları gişesine bomba koyarak birçok masum kişinin ölmesine ve yaralanmasına neden oldular. Bu olaydan sonra, suçluların yargılandığı Creteil Ağır Ceza Mahkemesinde 23 Şubat 1985 günü ifadesine başvurulan Fransız Gizli İstihbarat ve Karşı Casusluk Örgütü’nün eski müdürü Jean Baklouti; “Fransız yönetimlerinin (siyasilerinin) 1983 yılının ocak ayına kadar, Ermeni terör örgütü ASALA'yı’ sadece 1915’de yapılan Tehcir hareketinin intikamını almak için Türklere karşı eylemler yapan bir örgüt olarak değerlendirdiklerini, yani Fransa’ya karşı bir eylemde bulunmayacaklarını düşündükleri için takip etmediklerini, ancak, buna karşılık ASALA’nın Marksist-Leninist bir çizgiye geçerek uluslararası terörizmin bir kolu olduğunu, Lübnan’daki karışıklıklardan sonra Beyrut’taki merkezini, Suriye’de Şam’a taşıyan ASALA’nın burada George Habbaş ve diğer Filistinli liderler ve örgütlerle ilişki kurduğunu, daha sonra Suriye ve Libya’nın istihbarat örgütleriyle işbirliği yaptığının öğrenildiğini, bundan sonra Fransız İstihbarat birimleri tarafından izlenmeye alındığını açıkladı 189. Orly Katliamı duruşmalarından sonra, Fransız kamuoyunda Ermeni iddialarına daha gerçekci yaklaşımlar gözlenmeye başlamıştı. Nitekim, Fransa’nın önde gelen tarih dergilerinden “Historama” da yazan araştırmacı, Pierre Moser ; 19.yüzyılda batılı büyük devletlerin ( Fransa’da dahil olmak üzere) , kendi çıkarları açısından Ermeni milliyetçiliğini canlandırmak için Doğu Anadolu’da çabalara giriştiklerini, ancak daha sonra sahneye Ermeni çetelerinin girdiğini, dış güçlerden cesaret alan Hınçak ve Taşnaksutyun çetelerinin “Türklere ve işbirlikçi Ermenilere Ölüm” sloganıyla Osmanlı Devletine başkaldırdıklarını, bu durumun 1880’lerden itibaren hızlanmasıyla 1915 Tehcir olayına gelindiğini, Osmanlı Devleti’nin böyle bir tedbir almaktan başka seçeneğinin kalmadığını, şayet bilimsel açıdan dürüst davranmak gerekirse, Talat Paşa’nın Ermenilerin imhası için emir vermediğini, ancak katliam iddialarının, bu tedbirin alınmasını sağlayan Tehcir Kanunu’nun boşlukları yüzünden kolaylaşmış olabileceğini açıklamıştır. Moser bu makalesinde, klasik ermeni katliamı resimleri yanında, Fransa’da ilk defa olarak camiden çıkan Türklere karşı Ermenilerin giriştiği saldırıyı temsil eden tasviri resmi yayınlamak cesaretini göstermiş ve terörün kimseye yaramadığını yazmıştır. Diğer taraftan aynı derginin başyazarı olan Fraçois-Xavier de Vivie ,”Ermeni Soykırımı Üzerine” başlıklı yazısında; sözde Ermeni soykırımının Yahudi soykırımı ile eş tutma çabalarına karşı çıkarak, her ülkenin tarihinde benzer şiddet olaylarına rastlanıldığını, örneğin sadece Çin’de 1949-1965 yılları arasında 30 ila 40 milyon Çinlinin devrim kargaşasında öldüğünü, başka halklar üzerinde bedduadan vazgeçilmesini, tek taraflı olarak sadece Türkleri karalamanın haksızlık olduğunu, her toplumun tarihinde benzer şartların ortaya çıkabileceğini, oysa siyasi ve askeri açıdan hiçbir tehdit arz etmeyen Yahudi halkına uygulanan soykırımın, Nazi ideolojisinin yani o dönemde Alman Devlet politikasının bir ürünü olarak, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde uygulandığını, yazmıştır. Halbuki, Osmanlı Ermenilerinin dil, din ve kültürlerini korumayı sürdürdüklerini, Osmanlı yönetiminin Ermenileri asimile etmek çabasına hiçbir zaman girişmediğini, buna karşılık Ermenilerin 18.yüzyıldan başlayarak, Rusya ve Fransa dahil olmak üzere batı ülkelerine yöneldiklerini, 1914’de Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle de bizzat kendi liderleri (kiliseleri, Katogigosları) vasıtasıyla Türklerin mağlubiyetine yardımcı olmaya davet edildiklerini belirtmiştir. Bu dönemde Ermenilerin savaş halinde, düşmanla işbirliği yaptıklarının unutulmaması gerektiğini belirten De Vivie, bunun üzerine, sadece ülkenin savaş bölgesinde, silahlı ayaklanmaya kalkışan Ermenilerin, bu hassas bölgelerden başka yerlere zorunlu olarak göç ettirildiklerini, bu “TehcirZorunlu göç” politikasının, savaşan Osmanlı Ordusunun geri bölge güvenliğinin sağlanması amacıyla yapıldığını, ancak göç sırasında yaşlılık, hastalık ve zor kullanma yüzünden Ermenilerin yüzde 30 kadar kayıp verdiğini kaydeden yazar ”Ancak, hangi ülkede aynı 189 Günes, 24.2.1985 117 büyüklükte olmasa bile, böyle bir kollektif olayın kendi tarihlerinde bir örneğinin bulunmadığını söyleyebilir”der 190. 1980 yılında ABD’de Ermeniler kendi lobilerini oluşturmuşlardı. Bazı parlamenterlerin de içinde olduğu bu lobi Ermeni Kiliselerinin baskısı ile Temsilciler Meclisinden ve Senatodan Türkiye aleyhine karar çıkarmak amacıyla gayret gösteriyorlardı. 1983 yılı başından itibaren çalışmalarını hızlandıran lobi, “24 Nisan 1985 tarihinin Ermeni Soykırımı Anma Günü” olarak ilan edilmesini ön gören bir tasarıyı Temsilciler Meclisine sunmuşlardı. Fakat, yönetimin baskısı ile bu tasarının görüşülmesi ertelenmiştir. 10 Eylül 1984’de Temsilciler Meclisinde az sayıda üyenin katılmasıyla alınan “24 Nisan’ın İnsanın İnsana Zulüm Günü” olarak kabul edilmesini öngören tavsiye kararı ve ardından da Senato Dış İlişkiler Komitesi’nin “ABD dış politikasında Ermeni soykırımının göz önüne alınması “nı isteyen kararı kabul etmesi, Ermeni hareketinin şimdiye kadar elde ettiği en büyük başarı olmuştur. Ancak, 12 Aralık 1985’de 192 sayılı Ermeni tasarısı Temsilciler Meclisinin Genel Kurulunda reddedildikten sonra, 7 Ağustos 1987’de aynı yasa tekrar parlamentoya getirilmişti. Bu sırada, söze Ermeni soykırımı konusunda, ABD’de 70 tarihçi bilim adamının katılımı ve imzaları ile bir bildiri sunulmuştu. Aralarında, Bernard Lewis, Stanford Shaw, Alan Ficher v.b. Osmanlı ve Ortadoğu Tarihi konusunda uzmanların ortak görüşü olan bu bildiride; İnsanın insana zulmü kararını tamamen desteklediklerini, ancak Ermenilerin 1915-1923 tarihlerinde Türkiye’de soykırıma uğradıkları tezine karşı çıktıklarını söylemişlerdir. Bu kararı almalarının nedenlerinin, Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyetini eşit saymanın yanlış olduğunu, örneğin, Habsburg İmparatorluğu ile Avusturya Cumhuriyeti’ni eşit saymanın yanlış olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Osmanlı döneminde meydana gelen olayların hiç birinden sorumlu olmadığını bildirmişlerdir. Bu bilim adamları, sözde soykırım suçlaması için ise; o dönemde belli bir bölgede yaşayan Ermenilerin çektiği acıların küçümsenemiyeceğini, ancak Müslüman Türklerin de çektikleri acıların bir gerçek olduğunu bildiklerini açıklamışlardır. Bunların dışında, devlet adamları ve politikacıların tarih yaptıklarını, bilim adamlarının ise tarihi yazdıklarını, bu sürecin gerçeklere ulaşacak şekilde işleyebilmesi için, devlet adamları ve politikacıların bilim adamlarına yazılı kayıtları inceleme şansını vermesi istenmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu tasarıyı benimsemekle, tarihi bir sorunda, hangi tarafın sunduğu bilgilerin doğru olduğuna karar vermiş olacağını, böylece, dürüstçe ve bilimsel olarak yapılacak olan tarih araştırmalarına zarar verebileceğini, bunun da Amerikan yasama sisteminin dünya kamu oyunda mevcut itibarını zedeleyebileceğini bildirmişlerdir. Nitekim, bu olayda yıllarca sonra, 24 Nisan 2001 yılında yine Amerika’da, Ermeni lobilerinin soykırım tasarısını hortlatma çabaları, Amerika Birleşik Devletlerinin yeni Başkanı George W.Bush ve onun hükümeti tarafından bir defa daha diplomatik bir şekilde yok kabul edildi. 26 Mayıs 1998’de Fransa Ulusal Meclisi Dışişleri Komisyonu, Sosyalist Parti parlamenterlerinden Rene Rouquet ve Didier Migaud’nun hazırladığı, “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını açıkça tanımaktadır” şeklindeki tek cümlelik tasarıyı, Meclis gündemine alınmasını karara bağladı. Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan’ın yerine geçen Koçaryan’ın ve çevresinin baskıları nedeniyle, Sosyalist Parti parlamenterlerinin bu tasarıyı hazırlayarak Meclise sundukları öğrenilmiştir.191 Bunun üzerine harekete geçen Türkiye, bu konuda kararı zaman içinde tarih bilminin vermesini, Fransız Parlamentosu böyle bir kararı kabul ederse, Türkiye’nin bunu yok sayacağını, Türk-Fransız ilişkilerinin zedeleneceğini, bunun ötesinde bu durumun 1980’li yıllarda yaşanan terör ortamını hortlatacağını bildirmiştir.192 Ancak, bu tasarı 190 Milliyet, 24. 6. 1985 Hürriyet, 27 Mayıs 1998 192 Hürriyet, 28 Mayıs 1998 191 118 30 Mayıs 1998 günü, 577 kişilik Fransız Ulusal Meclisince, parti grupları adına katılan 29 milletvekilinin oylarıyla yasallaştı. Ermeniler, 83 yıldır bekledikleri bu kararın mimarı Alfortville Belediye Başkanı ve Sosyalist Parti milletvekili olan Rene Rouquet’yi kutladılar. 193 Fransız Ulusal Meclisinde kabul edilen bu karar tasarısı, Türkiye’nin tepkisi üzerine Senato gündemine girmemişti. Daha sonra bu tasarı, Senato Başkanlık Divanı ve Başbakan Lionel Jospin’in hükümetinin, bu sorunun çözümünün Parlamentoya değil tarihe ait bir konu olduğunu bildirerek, gündeme almayı reddetmesi üzerine, Marsilya Senatörü Jean Claude Gaudin v arkadaşlarının girişimi ile 8 Ekim 2000 günü Senato’da kabul edilerek Ulusal Meclise gönderildi. Fransız Ulusal Meclisi 18 Ocak 2001’de bu tasarıyı, yine parti gruplarını temsil eden 59 milletvekilinin katılımı ile kabul etti ve bu yasa 30 Ocak 2001’de Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 19 Ocak günü yayınlanan ve Fransa’nın önde gelen gazetelerinden olan “Le Figaro”, Fransa’yı “Ermeni nüfuzunun etkisi altında kalmak ve evinin önünü süpürmek yerine başkalarına ders vermekle suçladı. Pascal Boniface imzasıyla yayınlanan makalede yazar, “ Fransa’nın diğer bir ülkede meydana gelmiş tarihi bir olay için yasa çıkarırken Cezayir savaşı gibi bir konuda kendisini doğrudan ilgilendiren bir konu ile ilgli girişimlerde bulunmamasına dikkat çekilerek, “Tarih hakkında bir yasa çıkarmak Parlamentonun görevimidir ?” sorusunu yöneltmiştir. Aynı makalede Ermeni Soykırım Tasarısını kabul eden Fransız politikacılarının, seçim bölgelerinde yaşayan Ermeni cemaatlerinin baskıcı taleplerini tatmin etmek için yaptıklarını belirtmiş ve bu konunun Fransız dış politikası ve menfaatleri açısından ne kadar doğru olduğunu sorgulamıştır. 194 Böylece Fransızlar, ulusal çıkarları uğruna, çeşitli vesilelerle yıllardır kullandıkları Ermenilere vefa borçlarını ödediler. Bu tasarının yasallaşmasında tarihi gerçekleri göz ardı ederek çaba harcayan siyasi partiler ve parlamenterler de Ermeni oylarını hakkettiklerini sandılar. Ancak, 2002 yılında yapılacak olan parlamento ve başkanlık seçimlerinin bir göstergesi sayılan ve Şubat 2001 ayında yapılan yerel seçimleri, tasarıyı onaylayan Chirac’ın da mensubu olduğu De Gaulle’cü Cumhuriyetçi Parti değil Sosyalist Partisi kazandı. Bu sonuç, oy kaygısı ile tarihi gerçekleri saptırmanın bir işe yaramadığını, Fransa’daki Ermenilerin çoğunluğunun kaybettikleri varsayılan böyle bir saygınlığa pek ihtiyaçları olmadığını, onların istedikleri şeyin, yaşadıkları ülkede sosyal adalete dayalı bir refah düzeyi olduğunu göstermiştir. Le Monde gazetesinin 19 Ocak 2001 tarihli sayısında, Fransa’nın Avrupa’da Türklerin avukatlığını yaptığını ve Ermeni tasarısını onaylamadığı belirten Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, 13 Aralık 2000 gecesi Paris Belediyesi’nin bulunduğu tarihi Kongre Sarayı’nda (Palais des Congres) konser veren Ermeni şarkıcı Charles Aznavour ve 24 Nisan komitesi başkanı olan Alexis Govciyan’a “Ermeni soykırımının Fransa’nın Resmi Gazetesinde yayınlanacağından şüpheniz olmasın” demiştir.195 Fransa’nın gerek Cumhurbaşkanı Chirac, gerekse Başbakan Jospin ile diğer bütün parlamenterler, Mart ayında yapılacak seçimlerde oy toplamak uğruna, yasalara rağmen Ermeni halkını, yine siyasal açıdan kullanmışlardır196. Sözde Ermeni soykırım tasarısının yasallaşmasını müteakkip Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan, Fransa’yı kutladığını, bu nedenle Türkiye’den toprak ve tazminat talebinde bulunmayacaklarını, sadece bir özür beklediklerini bildirmiştir. Ancak, Koçaryan Ermenistan basın yayın organlarına verdiği demeçte; Hiçbir suçun maddi telafisinin düşünülemiyeceğini, ama bir insan veya halk kendi onuru için savaşıyorsa, bunun onlara saygı duyulmasını sağlayacağını, Ermenistan’ın hep bu saygınlığı değerlendirmesi gerektiğini, bu konunun bir Hürriyet, 30 Mayıs 1998 Hürriyet, 31Ocak 2001 195 Hürryet, 31Ocak 2001 196 Hürriyet 19Ocak 2001 193 194 119 bedelinin var olduğunu ve bunun hayli yüksek bir bedel olduğunu söylemiştir. 197 Böylece Kocaryan, dünya kamuoyuna bir milletin saygınlığını barış içinde kazanması için destek çağrısında bulunurken, kendi milletine de bu saygınlığın elde edilebilmesi için Türkiye’ye bazı yüksek bedeller ( arazi talebi, tazminat v.b.) ödetilebileceğini ima etmiştir. 2001 yılında Türkiye- Fransa arasındaki ekonomik ilişkiler toplam on milyar doları bulan bir potansiyele ulaşmıştır. İthalat açısından Türkiye ile Fransa arasındaki ekonomik ilişkilerde Fransa Türkiye’nin ihracatında beşinci, ithalatında ise üçüncü sırada yer almaktadır. Fransa’dan yapılan ithalat 2.8 milyar dolar, Fransa’ya yapılan ihracat 1.3 milyar dolar olmak üzere toplam dış ticaret hacmi 4.1 milyar doları bulmaktadır. Halen Türkiye’de bulunan Fransız sermayesi 5.3 milyar dolar, Fransız sermaye şirketlerinin sayısı 198’dir. Fransa’dan Türkiye’ye gelen turist sayısı 270.000 civarındadır198. Rakamlardan anlaşılacağı gibi, Fransa’nın Türkiye ile ekonomik ilişkileri oldukça iyi düzeydedir. Dolayısı ile Fransa’nın, Türkiye üzerinde ekonomik çıkarları vardır. Ve bunu zedelemek için sağlam bir gerekçesi olmalıdır. SONUÇ; Görüldüğü gibi, tarihte Türkler ile Fransızlar arasındaki sosyo-kültürel ve ekonomik ilişkiler oldukça yoğundur. Fransa, öncelikle Avrupada güç dengesini lehine çevirmek ve Ortadoğuda özellikle Güneydoğu Anadolu ve Suriye bölgelerindeki sosyo-ekonomik ve kültürel çıkarlarını kontrol altına almak için Türklerle ilişkilerini asırlar boyu sürdürmüştür. Haçlı seferleri sırasında başlatılan yakın ilişkiler sonucu Çukurova’da sı ğıntı olarak yaşayan Ermeni Prensliği'nin yönetimi Fransız asıllı Lusignan ailesine geçmiştir. Zamanla Çukurova-Musul-Surive üçgeninde bir kontrol sahası oluşturmak isteyen Fransa, bölgenin etnik yapısıyla yakından i lgilenmiştir. XIV. Lui zamanında Osmanlı ülkesindeki Katolikleri himaye hakkını kazanan Fransızların Çukurova ve diğer bölgelerde yaşayan Ermeniler üzerinde XVI. yüzyılın sonlarında başlattıkları sosyokültürel araştırmalar, Çukurova'daki maddi çıkarlarıyla bütünleşerek "Kilikya Ermenistanı" imajını canlandırma şeklini almıştır. XVIII. yüzyılın ortalarına kadar bölgede İran Ermenileri'nin nüfus yoğunlaştırmasını, Ermeni banker ve zenginlerinin geniş topraklar ele geçirmelerini destekleyen Fransa, Napolyon Bonapart'ın Mısır ve Suriye seferi ile XIX. yüzyılın ilk yarısında Mehme t Ali Paşa'nın Suriye seferi sırasında siyasi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Sanayi inkılabını gerçekleştiren İngiltere, egemenlik alanlarını genişlet meye yönelik sömürgecilik yarışında Fransa'yı yalnız bırakmamış, Osmanlı tebaası Ermeniler bu devletlerin ilgi odağı haline gelmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşına kadar Anadolu'da bir Ermeni mese lesi mevcut değilken, özellikle İngiltere ve Rusya'nın gayretleriyle milletlerarası bir boyut kazanmıştır. Rusya sıcak denizlere inmek, İngiltere de buna karşı Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan vaadiyle Ermenileri kul lanmışlardır. Berlin Anlaşmasından sonra, İngiltere, Fransa ve Rusya'nın yanısıra, merkezleri dışarıda olan fanatik ve ihtilalci Ermeni dernek ve komitelerinin çabalarıyla ülke çapında çıkarılan isyanlarda komiteciler kendi soydaşlarını ve Türkleri katlederek Batılı dostlarının müdahalesini beklemişlerdir. Batılı büyük devletlerin çıkar çatışmaları "Şark Meselesi" adı altında Osmanlı Devleti'ni parçalayarak topraklarına sahip olma şeklinde çıkar birliğine dönüşünce, Osmanlı'nın toprak bütünlüğünü korumak için XIX. yüz yılda yeni bir güç olarak ortaya çıkan Almanya'ya yaklaşmak için duyduğu zorunluluk, İngilizlerle Fransızların kıskançlık ve rekabetini arttırmış, bunun sonucunda çıkan Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti'nin sonunu hazırlamıştır. 197 198 Hürriyet 1 Şubat 2001 Hürriyet 25 Şubat 2001 120 Batılıların ve Ermenilerin iddialarının aksine, Osmanlı Devleti bu toplumun varlığını ve kültürünü koruması için gerekli bütün kolaylığı göstermistir. Osmanlı ülkesinde yaşayan diğer gayrimüslim unsurlara göre seçkin bir topluluk konumuna getirilen Ermeniler'in başkaldırışlarının gerçek sebebi emperyalizm olmuştur. Savaş sırasında, Ruslar doğudan, İngiliz ve Fransızlar batıdan, Çanakkale'den ve güneyden Osmanlı Devleti'ne saldırırken, Ermeniler de Anadolu'nun dört bir yanında isyan başlatarak, asker ve sivil yüz binlerce Türk in sanının kanını akıtmanın cezasını tehcir edilmek suretiyle görmüşlerdir. Fransa, henüz savaş sonuçlanmadan yapılan SykesPicot Anlaşmasıyla İngiltere'den Suriye ile birlikte Adana, Maraş, Antep, Urfa ve Musul'un sözünü almıştı. Fakat, Osmanlı Devleti'ne imzalatılan 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi'nden sonra 15 Eylül 1919'da Suriye İtilafnamesi'ne imza koyarak Musul'u İngiltere'ye kaptırmıştır. Bu anlaşma ile "Alp Dağları'na sahip Mısır" dedikleri Çukurova'ya, Suriye'nin kontrol noktası Toros geçitlerine hakim olan Fransa'nın bölgeyi uzun süre kontrol etmesi beklenemezdi. Bu durumda, bölge üzerinde tarihi ve milli emelleri olan Ermeniler, Fransa'nın dayanağı bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Çukurova yöresine yönelik Fransa'nın sömürge politikası; Bölgede Fransa’nın himayesinde bir Ermeni Devleti kurmak ve böylece hem Ortadoğu’yu kontrol eder duruma gelmek, hem de Çukurova'da kurulacak olan tampon bir Ermeni Devleti ile Türkiye'nin Suriye'ye doğrudan müdahalesini önleyerek Suriye’deki Fransız hakimiyetine bir güvence meydana getirmekti. Bu politika gelecekteki Ermeni isteklerinin yegane dayanağını oluşturmuştur. Bu durum ise Çukurova'da Ermeni-Fransız işbirliğini ortaya çıkarmıştır. Fransa bu politikasını gerçekleştirmek için şöyle bir strateji uygulamıştır; Önce Ermenilere Fransız askeri üniforması giydirerek askeri harekatta yer vermiş, bilahare Çukurova'yı idari yönden Ermenileştirme faaliyetlerine girişmiştir 199. Bunun sonucu olarak da bölgede Ermeni mezaliminin şiddetlendiğini görmekteyiz. Fransa'nın bu politikası doğrultusunda Çukurova'daki Ermeniler Fransız desteği altında bir varlık göstermek hevesiyle Türklere karşı akla gelmeyecek insanlık dışı davranışlarına devam etmişlerdir200. Doğu Anadolu'da Türklere vahşetin her türlüsünü uygulayan Kafkasya kökenli Ermeni komitecileri ile Fransızların işbirliğinin bir sonucu olarak, Çukurova bölgesinde Türkler üzerinde Ermeni katliamları ortaya çıkmıştır. Haçin, Şar, Zeytun, Urumlu bölgeleri Fransız işgali altındayken bölgedeki silahlandırılmış Ermeniler Türklere yapmadıklarını bırakmamışlardı201. Ermenileri böyle davranmaya sürükleyen en büyük sebep, Fransa'nın Çukurova'da müstakil bir devlet kurma sözü vermesidir.202Bu sebeple, 1915’te Tehcir Kanununun uygulanmasına ve Doğu Anadolu'da şartların değişmesine rağmen, 1918’de bölgenin Fransız işgaliyle birlikte dünyanın dört bir yanından Çukurova'ya Ermeni göçmen akını olmuştur. Çukurova'da sömürge halkı yapılmak istenen, hile ve zorla toprakların dan koparılan, yüzyıllardır bağımsız yaşamaya alışmış Türk insanı olaylara kayıtsız Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu 1919-1922, Ankara, 1988,s.180-181. Süleyman Hatipoğlu, “ Çukurovada Fransız- Ermeni İşbirliği 1918-1921”, Orhan Kılıç, Mehmet Çevik, Sömürgecilik Hareketlerinde Fransa ve Anadolu’da Fransız- Ermeni İşbirliği, Fırat Üniversitesi, Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınlarından No: 2, Elazığ, 2003, s. 49-68 199 200 201 202 Necla Basgün, Türk-Ermeni Münasebetleri, İstanbul, 1973, s.93. Salahı R. Sonyel, "Yeni Belgelerin Işığı Altında Ermeni Tehcirleri". Belleten, o. XXXVI. S. 141. Ankara. 1972 121 kalamazdı. Bölgede uygulanan sistemli katliam ve namusa tecavüz hareketleri, Türk insanının işgalcilere karşı tepkisini ortaya çıkarmıştır. Bölgede daha çok kişisel başkaldırılarla başlayan hareket, vatanı işgalden kurtarmak amacıyla çalışan Mustafa Kemal'in gönderdiği sivil subay ların organizesiyle milli direnişe dönüşmüştür. Başta Yeni Adana olmak üzere, Albayrak, Hakimiyet-i Milliye, İrade-i Milliye ve Öğüd gazetelerinin "ülkenin ayrılık kabul etmez bir bütün, işgal edilen illerin de öz be öz Türk yurdu olduğu, buraların Ermenistan yapılamayacağı" şeklinde Türk ve dünya kamuoyuna yaptıkları yayınlar, yapılan katliamların sayı ve şiddetinin azalmasını sağlamıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın Batı Cephesini bölmemek ve Fransa'ya açık tavır koymamak şeklindeki politikası, Çukurova'da Ermenilerin soykırım hareketlerinin artması karşısında, Fransa'yı Ankara Hükümeti ile bir anlaşmaya zorlamak şeklinde kendisini göstermiştir. 5 Ağustos 1920'de Pozantı Kongresi sayesinde bölgede milli teşkilat kurarak direniş hareketlerini Ankara'nın tam kontrolüne alan Mustafa Kemal, Fransızları sivil güçlerle yıpratmak suretiyle sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Fransızlar, Anadolu'daki milli hareketi etkisizleştirmek için çıkarılan bazı isyanlarda rol oynadılar. Başarılı Türk direnişi karşısında tamamen batağa saplandıklarını anladıkları Çukurova'da giriştikleri genel saldırı ve son Yunan ilerlemesinden beklenen sonucu göremeyen Fransızlar, Milli Kuvvetlerin Anadolu'da hesaba katılması gereken bir güç olduklarına bir kez daha inandılar. Fransa'nın Çukurova'daki milli direnişleri etkisiz kılacak yeterli kuvvet ve mali gücü yoktu. Fransız kamuoyu da Çukurova ve Doğu'da girişilen maceranın aleyhinde tepki göstermeye başlamıştı. Bu durumda Fransa Hükümeti'nin kendi meclisinden destek görmesi beklenemezdi. Diğer taraftan, Anadolu'daki bir yenilginin Fas ve Cezayir gibi Müslüman sömürgeleri üzerinde etkisinin kırılacağını anlayan Fransa, Ankara Hükümeti ile 20 Ekim 1921 tarihinde Ankara Antlaşması'nı imzalamayı tek kurtuluş çaresi olarak görmüştür. Hiçbir zaman nüfusunun tamamı Ermeni olan bir toprağa sahip olamayan Ermeniler, ihtilalci önderlere ve Batılı devletlerin vaatlerine kan manın acı sonuçlarını yeniden gördüler. Dostları Fransızlarla bir daha gelmemek üzere Çukurova'yı terkederlerken geride soykırım izleri bıraktılar. Özellikle Adana'da Eski Kilise'de, Tahtalı Camii'nde, Kumluk'ta, Kahyaoğlu Çiftliği'nde, Mihmandar ve Camili köylerinde, Kozan'm fırın ve mezralarında ve Saimbeyli'de savunmasız Türklere yapılan işkenceler vahşete dönüş müş, bu merkezlerde Ermenilerin yaptıkları katliamlar insan haklan savunucusu Fransa'nın tarihine kara bir leke olarak geçmiştir 203. Batı belgeleri incelendiğinde, henüz 1.Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı Devleti yurttaşları olan Ermenilerin, Türklere karşı örgütlendiklerini ve savaş başlarsa Rusların yanında yer alacaklarını itiraf ettikleri görülmüştür. Nitekim bu itirafları çerçevesinde savaş başlayınca Rus ordusuna gönüllü olarak katılmış, başta Kafkas Cephesi olmak üzere Türk birliklerine saldırmış ve Türkleri düşman olarak adlandırmışlardır. Bu itiraflar, Fransa başta olmak üzere son yıllarda ortaya atılan, Türklerin 1915'te Ermenileri soykırıma uğrattıkları iddialarını da çürütmektedir. Çünkü 1914-1917 yılları arasında Doğu Anadolu Bölgesi hem Rusların işgali altında olduğundan Türklerin bu yörede soykırım yapmaları mümkün değildir, hem de 203 Yusuf Ziya Bildirici, Adana’da Ermenilerin Yaptığı Katliamlar ve Fransız- Ermeni İlişkileri, Kök Sosyal ve Strateji Araştırmaları Serisi No:15, Ankara, 1999, s.201:203. 122 Ağustos 1914- Eylül 1917 tarihleri arasında Ermeniler, Türkleri nasıl katlettiklerini anılan belgelerde gururla söylemektedirler. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması'ndan sonra başta İstanbul olmak üzere tüm Anadolu'yu işgal eden İngiliz, Fransız ve İtalyanlar'ın İngilizler öncülüğünde başkent İstanbul'da kurdurduğu ve bağımsızlık yanlısı milliyetçi Türkleri yargılayarak Malta'ya sürdüğü mahkemede neden sözde soykırım yapan Türkleri yargılamadığı sorusu da Türklerin Ermenilere soykırım yapmadığı sonucunu çıkarmaktadır. Batı belgeleri, Eylül 1917’de Rusların, Kafkas Cephesi'nden ayrılıp Türklerle ateşkes yaparak Doğu Anadolu'yu Türklere bıraktıktan sonra, bu bölgedeki Ermenilerin Fransız generallerince komuta edildiklerini ve Ermenileri Türkleri katletmek yönünde kışkırttıkları göstermektedir204. Fransız İçişleri Eski Bakanı Réchid, Türklerin, üç yüzyıldır asla saldırı savaşı yapmadığını, ancak Avusturya, Rusya, Yunanistan ve Balkan saldırılarına karşı kendini koruduğunu ve bu özelliliğiyle dış ilişkilerinde en savunmasız güç olduğunu, asla fetih isteği olmadığını ve yalnızca ülkesini savunduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürmektedir: " ...Türklerin Ermenileri katlettiklerini söylemek kanuni çerçevede açıklanabilir mi? Bu yüzden I.Dünya Savaş'ı sonrası yapılacak barış antlaşması için Türklerin bir tehlike oluşturacağına ilişkin bir kanıt bulunmamaktadır205". Gerçekten 1 Aralık 1920’de Erivan Ermenistanı ile yapılan Gümrü Anlaşmasında, Ermenilerin savaş boyunca emperyalist devletlerce kışkırtılarak Osmanlı yönetimine karşı ayaklandıkları Erivan yöneticilerince bir bakıma itiraf edilmiştir. Ayrıca ulusal direniş sonucu Antep, Urfa ve Maraş'tan çekilmek zorunda kalan Fransızlar , kendi saflarında savaşan Ermenileri yüzüstü bırakarak Büyük Millet Meclisi’yle anlaşma yoluna gitmiş, 2 Ekim 1921’de yapılan Ankara Anlaşmasında Ermenilere ilişkin herhangi bir düzenlemeye gitmediği gibi, sömürgecilik planını açığa vurarak, Kilikya bölgesindeki pamuk ve Ergani maden işletmelerinin Fransızlara bir ayrıcalık olarak verilmesi istemişlerdir206. 23 Temmuz 1923’te yapılan sonsal antlaşma Lozan'da da Ermenilere ilişkin bir düzenleme talebinde bulunmamışlardır. Bu anlaşmaların üstünden yaklaşık 50 yıl geçmesine karşın, yukarıdaki anlaşmalarda hiç dile getirilmeyen Ermeni soykırımı iddialarını “İnsan haklan” ve “Batı uygarlığının gerekleri" olduğunu iddia eden başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelerin gerçek amacı şudur: Kuvva-ı Milliye karşısında parçalayıp manda yönetimleri kuramadıkları ancak, Kuvva-ı Milliye direniş gücü . tutarlılık, dürüstlük, inanç ve kararlılığını gösteremeyen 1955 sonrası Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerine "çoğulcu demokrasi adına" baskı yaparak, şimdi Anadolu'da nüfuz alanları yaratmaktır. Yaklaşık 10 yıl önce, Doğu Bloku'nun çökmesi sonucu Gevşek İki Kutuplu Uluslararası Sistemin çözülmesiyle uluslararası rekabet, sosyalistlerle kapitalistler arasındaki ekonomik savaşımı, kapitalistlerle kapitalistler arasındaki ekonomik savaşıma dönüştürmüştür. Yeni oluşacak uluslararası sistemde . Kafkaslardan Kıbrıs'a değin uzanan bölgede kısa erimde Batı Avrupa ülkeleriyle Kuzey Amerika ülkelerinin rekabeti sürecektir. Bu bağlamda, ABD'nin bölgedeki çıkarları, AB ülkeleriyle sürekli çakışacaktır. Bu da olağandır . Kapitalizmin doğası bunu, yani yayılmacı politikaları gerektirdiğinden. en eski olduğu kadar çok sayıdaki uygarlığın doğduğu bölge olan bu özelliğiyle tarih boyunca ve günümüzde adeta dünyanın merkezi durumuna gelen Anadolu'da, nüfuz alanları yaratmada kapitalist rekabet sürecektir. Nitekim.Atatürk'ün 1919'da "Ermeni sorunu, Ermeni ulusunun gerçek çıkarlarından çok, dünya kapitalistlerinin ekonomik ve politik çıkarlarına göre çözülmek istenmiştir" saptamasıyla günümüzde sözde Ermeni soykırım tasarısını ulusal meclisinde 204 Nurşen Mazıcı, “Batı Belgelerinde Fransız ve Ermenilerin Türklere Uyguladığı Katliamlar”, Orhan Kılıç, Mehmet Çevik, Sömürgecilik Hareketlerinde Fransa ve Anadolu’da Fransız- Ermeni İşbirliği, Fırat Üniversitesi, Orta-Doğu Araştırmaları Merkezi Yayınlarından No: 2, Elazığ, 2003, s. 205 Nurşen Mazıcı, Belgelerle Uluslar arası Rekabette Ermeni Sorununun Kökeni 1878- 1918, Der Yayınevi İstanbul, 1987,s.116-120 206 İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasi Andlaşmaları (1921-1945), Cilt I, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1983,s.48-59 123 kabul etmekle Fransa'nın Kafkaslarda nüfuz alanı yaratması isteğiyle bir koşutluk kurulabilir. Nitekim, Ermenistan Sosyalist Güçler Birliği Siyasi Sekreteri Aşot Mançuryan, sözde Ermeni Soykırım yasasını kabul eden Fransa'yı Kafkaslar'ın zengin yer altı kaynaklarına tek başına sahip olmaya çalışmakla suçlamaktadır. Ermenistan'da Özgürlük Radyosu'nda bir konuşma yapan Mançuryan, Fransa'nın Kafkaslardaki etkinliklerinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş, bu siyasetin Ermenistan için büyük bir tehlike oluşturduğunu kaydetmiştir207. Ayrıca, ABD'nin Kafkaslar'da dar çerçeveli bir siyaset izlediğini belirten Mançuryan, Fransa'yı Atlantik Birliği'nde belirleyici rol almaya çalışmasının soykırım yasasıyla bağlantılı olduğunu söylemiştir. Fransız yazar De Mallevil de Mançuryan'la benzeri görüşleri paylaşarak Fransa'nın Cezayir'de, İngiltere'nin Hindistan'da ve Rusya'nın Kuzey Kafkasya'da yaptıklarına bugün kimse hesap sormazken Türkiye'nin hedef olarak seçilmesinin asıl nedenlerinin bilindiğini 208 söylüyor. Kısacası, kendi çıkarları için başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelerin bu tür girişimlerle Doğu toplumlarının yurtseverlik duygularını kırbaçlaması, bu duyguları hızla faşizme dönüştürebilir. Bundan yalnızca Türkiye ve Ermenistan yara almaz, dünya coğrafyasında çok küçük bir yer tutan ve diğer yüzü de yayılmacı kapitalizm olan çoğulcu demokrasiler de sorgulanır duruma gelebilir. Fransa’nın kendi içinde yaşayan Ermeniler ve Kafkaslardaki Ermenistan’dan beklentileri, ulusal çıkarları açısından neler olabilir ? Fransa’nın kendi içinde vatandaşları olarak yaşayan Ermenilere tarihsel açıdan vefa borçları vardır. Çünkü, bilerek veya bilmeyerek tarih boyunca on binlerce Ermeni kendi yurtlarını kurmak için savaştıklarını zannederken, Fransa’nın emperyalist emelleri için canlarını feda etmişlerdir. Hem bu gerekçe ile onların gönlünü almak, hem de yanlarına çekerek onların bu sefer de oylarını almak için şimdi de Fransız siyasetçileri onlardan istifade etmeye çalışmaktadırlar. Ermenistan, Kafkasların güneyinde yer alan ve etrafı tamamen kara olan, denize açılımı olmayan tam bir “Kara Devleti”dir. Akdeniz’e dolayısı ile Dünya deniz ticaret yollarına çıkışını sağlıklı bir şekilde sağlayacak tek ülke Türkiye’dir. Fransa’nın, böyle bir yasayı kabul etmekle, Ermenistan’a yaklaşarak, Kafkaslar’da Petrol Politikasında etkin olmaya çalıştığı düşünülebilir. Ancak, Bakü-Ceyhan Petrol boru hattı ve Türkmenistan doğalgazının Türkiye üzerinden Batıya ulaştırılmasında, Türkiye’nin çok büyük çıkarlar elde etmesi mümkün değildir. Çünkü, bu hatların vanası, Türkiye’nin de içinde bulunacağı uluslar arası bir konsorsiyum tarafından kontrol edilecek, Türkiye’de bu taşımacılık işinden kirasını alacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nin bu projeden amacı, Hazar Petrollerinin Batıya, dolayısı ile ABD’ye, Irak’dan ziyade Türkiye üzerinden, güvenli bir şekilde akmasını sağlamak , böylece öncelikle kendi ekonomisinin güvenliğini daha sonra da Kafkaslarda ve Hazar havzası civarında, Rusya’dan ayrılan devletlerin Rusya’ya muhtaç olmadan gelişmelerini sağlamaktır. Bu genel politika içerisinde Ermenistan’ın etkin bir konumda olması mümkün değildir. Şu halde, Fransa’nın böyle bir uzun vadeli çıkar beklentisi de düşünülemez. Bu nedenle Ermenistan’ın dış politikası, Türkiye ile çatışmaktan, O’nu “Kafkaslar politikasında” izole etmeye çalışmaktan ziyade, uzlaşmaya, ortak hareket etmeye yönelmelidir. Bunun içinde, hem Azerbaycan üzerindeki isteklerinden hem de Gürcistan’ın iç işlerine karışmaktan vazgeçmek zorundadır. Böylece, Türkiye ile işbirliği halinde hareket eden bir Ermenistan, geleceğini, kendi vatandaşlarının hayat standartlarını yükseltebilir. Unutmayalım ki bu gün halen bir çok Ermenistan vatandaşı çalışmak için Türkiye’ye çeşitli yollarla gelmeye uğraşmaktadır. Bütün bu ilişkiler içerisinde Fransa’nın, Ermeni soykırımı ile ilgili bir yasayı kabul etmesinin, Fransa’nın Türkiye’deki çıkarlarını etkilediği, öte yandan Ermenistan’la olan 207 208 Zaman, 14 Şubat 2001. Hacı Hacıyev, “Başkasının Gözünde Çöpü” Zerkalo 27 Ocak 2001. 124 jeopolitik veya uluslar arası ekonomik ilişkileri açısından, hiç bir çıkarı olmadığı ortadadır. Bu yasanını kabulü, Fransız halkının ekonomik çıkarlarına rağmen, tamamen halihazırdaki Fransız hükümetinin veya onu teşkil eden partinin, oy kaygısı nedeniyle Ermeni vatandaşlarını kullanmak amacıyla sahnelenmiş bir gösteridir. Paris Belediye Başkanlığı, Ermeni oylarını toplamak amacıyla, Belediye önüne yeni bir Ermeni Soykırım Anıtı yaptırmış olmasına rağmen, genel seçimlerin bir denemesi olan ve 2001 yılında yapılan Belediye seçimlerinde, Paris Belediye Başkanı yerini sosyalist bir başkana kaptırmış ve sahneye konan bu oyunlar da fiyasko ile sonuçlanmıştır. Türk dostu olan Fransız edebiyatçı Pierre Loti’nin “Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü” 209 adlı kitabında belirttiği gibi, Fransa’nın bize (Türklere) şükranlarımızla karşılayabileceğimiz bir iyiliği hiçbir zaman yapmamış olduğu, kendi ekonomik çıkarlarını bu ilişkiler esnasında daima ön planda tuttuğu ortaya çıkmıştır. Fransız siyasileri, tarihi gerçekleri umursamaksızın, Fransız halkının Türk halkına bakış açısını hiçe sayarak, oy toplama uğruna, hem Ermenileri kullanmaya, hem de “ Sevgili Fransa’ları Türklerin gözünden düşürmeye” devam etmektedirler. Bizler de geçmişte cereyan eden bu olayları bilerek, şimdi ve gelecekte Fransa ile olan ilişkilerimizi, tıpkı onların yaptıkları gibi, ulusal alaka ve menfaatlerimiz açısından değerlendirerek yürütmeliyiz. 209 Pierre Loti, Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü, Çeviren: Tuğrul Baykent, Ankara, Kültür Bakanlığı, 2000 125 KAYNAKÇA ARŞİV BELGELERİ A. YAYINLANMAMIŞ BELGELER 1. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı İstiklal Harbi Arşivi Arşiv No : 1/105, Dosya No : 19 Arşiv No : 4/5280, Dosya No : 5,20 Arşiv No : 4/8064, Dosya No : 11 Arşiv No : 5/2068, Dosya No : 143, 182, 259 2. Cumhurbaşkanlığı Arşivi 1920 yılına ait 4. Dosya B. YAYINLANMIŞ BELGELER Arşiv No : 1/242, Dosya No : 3 Arşiv No : 1/4282, Dosya No : 19,17,24-A,160,163,164,215 Arşiv No : 4/4450, Dosya No : 141 Arşiv No : 4/7406, Harp Ceridesi : 2,3,5,6,11,13,14,19,24,25,26,27,28 Arşiv No : 4/7408, Harp Ceridesi : 27 Arşiv No : 5/801, Dosya No : 5,6,7,8,18 Arşiv No : 5/1774, Dosya No . 5/8,6 Arşiv No . 5/1775, Dosya No . 65,66 Arşiv No : 5/2068, Dosya No : 50 Arşiv No . 5/2306, Dosya No . 3,4,6,118 Arşiv No : 5/404, Dosya No : 26,29 Arşiv No : 5/7723, Dosya No : 225 Arşiv No : 5/7724, Dosya No : 1,2-A Arşiv No : 6/2132, Dosya No : 11(Hacı Çiftliği baskını) Arşiv No : 6/2219, Dosya No : 4 Arşiv No : 8/7914, Dosya No : 16,28 Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, sayı 1-85 KİTAPLAR VE MAKALELER ATATÜRK, Mustafa Kemal; Nutuk, Bu günkü dille yayına hazırlayan ;Zeynep Korkmaz, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1991 AKBIYIK, Yaşar, 20.Yüzyıl Başlarında Ortadoğu’da Fransız-İngiliz Rekabeti ve Türkiye, Ankara 1989. ______________; Milli Mücadelede Güney Cephesi (Maraş), Ankara 1990. AKALIN, Müslüm; Milli Mücadele’de Urfa (Anılar-Belgeler), Urfa 1985. AKDES, Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1970. AKŞİN, Sina; Kurtuluş Savaşında ve Lozan’da İngiltere ve Furansa ile ilişkiler, Lozan’ın 50.Yılına Armağan, İstanbul 1978. AKTAN, Selma; Dünkü ve Bugünkü Adana, Adana 1967. AKYÜZ, Yahya; Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu , (1919-1922), Ankara 1975 ALİ, Saip; (Yayına hazırlayan Selim AK), Çukurova’nın Acıklı Olayları ve Urfa’nın Kurtuluş savaşları, Urfa 1984. ALTUĞ, Yılmaz; Türk Devrim Dersleri, İstanbul 1973. ANDREA,A.;Fransızlara Nazaran Suriye ve Ksilkya Muharebatı, Çev.Kadri, İstanbul1341(1925). ARMAOĞLU, Fahir H.; 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara 1983. AYHAN, Yusuf; Mustafa Kemal’in Pozantı Kongresi ve Adana’nın Kurtuluşu, Adana 1963 126 BAYUR,Yusuf Hikmet; Türkiye Devletinin Dış Siyasası, Ankara 1942. ___________________; Türk İnkılabı Tarihi, C.II,K.II,IV,Ankara 1984. BELEN, Fahri, Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi, Ankara 1964 BIYIKLIOĞLU,Tevfik ve Arkadaşları, Türk İstiklal Harbi, C.I, Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara 1962. CEBESOY, Ali Fuat; Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul 1953. CEMAL, Efe; İstiklal Savaşında Adanalıların Kahramanlık Destanları, 1937 Cemal Paşa, Hatırat (1913-1922), İstanbul 1922 COŞAR, Ömer Sami,” Tarih Boyunca Türk Düşmanı Güçlerin Oyuncağı Olan Ermeniler”, Güneş, Haziran1977 ÇAMURDAN,Ahmet Cevdet; Kurtuluş savaşında Doğu Kilikya Olayları, Adana 1967 DANİŞMENT, İsmail Hami, Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1972 DRİAULT,Edouvard, Şark Meselesi, İstanbul 1329 EFENDİYEVA,M.Zeki, Güney Anadolu’da Fransız İşgaline Karşı Türk Ulusunun Savaşı (çev.Olcay ÇANKAYA), İstanbul 1970. ENER,Kasım ; Çukurova’nın İşgali ve Kurtuluş Savaşı, İstanbul 1968. ___________ ; Çukurova’nın Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi, Ankara 1970. ERCAN, Yavuz, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1988 EREN, Ahmet Cevat ; Selim III’ün Biyografisi, İstanbul 1964 ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuk ve Siyasi tarih Metinleri, c.I, Ankara 1953 ERTAN, Temuçin Faik ve SARINAY Yusuf ve Arkadaşları, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara 1998 ESMER, A.Şükrü, Siyasi Tarih, İstanbul 1944 HAMMER, J.Van, Hammer Tarihi,c.I-III HİÇYILMAZ, Ergun, “Dörtlerin Ermeni Politikası”, Güneş Gazetesi, 25.4.1982 HYLAND, Fancis,P, Armenian Terorrizm: The Post, the Present, the Prospects, Oxford 1991 İLTER, Erdal, Ermeni Kilisesi ve Terör, Ankara Üniversitesi OTAM Yayını, Sayı:3,Ankara 1996 İslam Ansiklopedisi, c.I KARABEKİR, Kazım; İstiklal Harbimiz, İstanbul 1967. KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, C.V.Ankara 1961. KILIÇ, Orhan, ÇEVİK, Mehmet; Sömürgecilik Hareketlerinde Fransa ve Anadolu’da FransızErmeni İşbirliği, Fırat Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları No: 2, Elazığ 2003. KURAN, Ercüment; Cezayir’in Fransızlar Tarafındanm İşgali Karşısında Osmanlı Siyaseti (1827-1847), İstanbul 1957. ___________, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin Kuruluşu ve İlk Elçilerin Siyasi Faaliyetleri (1793-1821), Ankara 1968 KÜRKÇÜOĞLU, Ömer,Türk-İngiliz İlişkileri, (1919-1926), Ankara 1978. LARCHER, M, Cihan Harbinde Türk Savaşı ( La Guerre Turque Dans La Guerre Mondiale) 1926 LOTİ, Pierre, Çev:Tuğrul BAYKENT, Sevgili Fransa'mızın Doğudaki Ölümü, Kültür Bakanlığınca yayıma hazırlanmakta. Maraş İli Yıllığı, 1973. MORAY, Seha ve OLCAY,Osman, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri, Ankara 1971 NURİ, Osman, Abdülhamit-i Sani ve Devri Saltanatı, İstanbul, 1327 ORAL, Cavit; Akdeniz Meselesi, İstanbul 1945. ORTAYLI, İlber; Osmanlı İmparatorluğunun En Uzun Yüzyılı, İstanbul 1985. ÖNGÖR; S.; Ortadoğu, Ankara 1964. 127 ÖZÇELİK, İsmail; Milli Mücadelede Urfa, Ankara, 1986. ÖZOĞUZ, Esat; Adana’nın Kurtuluş Mücadelesi Hatıraları, İstanbul 1935. ÖZTUNA, Yılmaz, Başlangıcından Bu Güne Kadar Türk Tarihi, İstanbul 1970 RASİM, Ahmet; Osmanlı Tarihi, C.IV,İstanbul 1328 (1912). REŞAT,Nihat; L’Accort Franco-Turc, Etude Extralte de L’Action Nationale, Paris 1921. ROHDE, Hans; Şark Meselesi, Ç. Nihad, İstanbul 1932. ROUX, Jean-Paul,Çev: Galip Üstün, Türklerin Tarihi- Büyük Okyanus’tan Akdenize İki Bin Yıl, Milliyet yayınları, İstanbul, Haziran 1997 SAGAY, Reşat, Milletlerarası Önemli Meseleler, İstanbul 1972 SARAL, Ahmet Hulki ve Arkadaşları; Türk İstiklal Harbi, C.IV. Güney Cephesi, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1966. SARKİSYAN, Karakin, “The Armenian Church in Contonporary Times”, Cambrige University Press 1969 SONYEL,Salahi Ramadan; Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, C.I. Ankara 1973. SOREL,Albert; Avrupa ve fransız İhtilali, çev.N.S.ÖRİK, İstanbul 1951. SOYSAL, İsmail; Fransız İhtilali ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri, (1789-1802), Ankara 1964. _____________; Türk-Fransız Siyasal İlişkileri (1921-1984), Belleten, C.XLVII,sayı.188, ______________; Türk-Fransız İlişkileri (1921-1984), Belleten, C.XLVII,sayı 188, TENGİRŞEK,Yusuf Kemal; Vatan Hizmetinde, İstanbul 1967. TOROS, Taha; “Ellinci Yıldönümünde Ankara Anlaşması”, Cumhuriyet 20-25 Ekim 1971. TUKİN,Cemal, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul 1974. UÇAROL,Rıfat; Siyasi Tarih, İstanbul 1982. ULMAN, Haluk; Birinci Dünya Savaşına giden Yol, Ankara 1973. URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2nci Baskı,İstanbul 1987 UZEL,Sahir; Gaziantep Savunmasının İçyüzü, Ankara 1952. UZUNÇARŞILI,İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, c.I-II VEOU, Pauly; La Pasion de la Cilicie en 1919-1922, Paris 1936. YAVUZ, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk- Fransız İlişkileri, Ankara 1994 SÜRELİ YAYINLAR A. FRANSIZ SÜRELİ YAYINLARI Lyon Republican, Le Temps, La Revue Universelle, Journal Officiel, Vu, L’İllustration, Marianne, El Kalas (Suriye ), Armenia B. TÜRK SÜRELİ YAYINLARI Hürriyet, Güneş, Milliyet 128 Dr. Tuğrul BAYKENT 1946 Yılında Akşehir'de doğmuştur. İlk, orta ve lise öğrenimini ülkemizin çeşitli kasaba ve şehirlerinde tamamlamıştır. 1967 yılında Harp Okulunu, 1977 yılında Kara Harp Akademisini bitirmiştir. 1982 yılında Silahlı Kuvvetler ve Milli Güvenlik Akademilerini bitiren Tuğrul BAYKENT, 1991 yılında Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Doktora Programını bitirerek, "Cumhuriyet Tarihi Doktoru" unvanını almaya hak kazanmıştır. 1993- 1994 yıllarında Gülhane Askeri Tıp Fakültesinde ve 1998-1999 yıllarında Bilkent Üniversitesinde Türkiye Cumhuriyeti Tarihi öğretim üyesi olarak çalışmıştır. 1998 yılında, Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etütler (ATASE) Başkanlığı bünyesindeki " ATATÜRK Araştırma ve Eğitim Merkezi" Genel Sekreterliğini yapmış ve 1998 yılında kendi isteği ile emekli olmuştur. Değerli Türk dostu Fransız edebiyatçı Pierre Loti’nin “Sevgili Fransa’mızın Doğudaki Ölümü” adlı eserinin Türkçe çevirisini yapmış ve kitabı 2000 ve 2002 yıllarında Kültür Bakanlığımızca iki baskı yapılarak yayımlanmıştır. Çok sayıda makalesi çeşitli kitap, dergi ve süreli yayınlarda yayınlanmış olan Tuğrul BAYKENT, Fransızca bilmektedir. Halen, evli olup bir kızı vardır. 129