MAKALELER İletişimin dili: Selam Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Fizik âlemle de, metafizik âlemle de iletişimin ortak dilidir selam. Çünkü görünen ve görünmeyen âlemlerin biricik Rabb’ı olan Allah’ın adıdır selam. Allah, selamı hayatın merkezine koymuştur. İbadet hayatının da, içtimai hayatın da temelinde selam vardır. Selam aynı zamanda kâinatta varlıkların fıtri, tabii ve şer’i esaslara göre birbirleriyle olan iletişimlerinin genel adıdır. Metafizik âlemden fizik âleme, fiziki dünyadan ruhani âleme sesli ya da sessiz herkesin kendi diliyle özel bir iletişimidir selam. Selam, Kur’an-ı Kerim’de Haşr suresinde Allah’ın isimleri arasında sayılır. Allah’a izafe edilen selam; sonsuzluk, başlangıcı olmamak, sınırsız büyüklük, her türlü noksanlık ve afetten selamet, kullarını dünyevi ve uhrevi sıkıntılarından kurtarmak, dünyada ve ahirette her türlü rahmet ve selamet, cennette esenlik demektir. Selam kelimesinin harfleri şöyle yorumlanabilir. “Sin” üç dişli haliyle bir bağı, zinciri ve sürekliliği ifade ederken, “Lam” Cebraili, “Elif” Allah’ı, “Mim” Hz. Muhammed (s.a.s.)’i ve onun şahsında bütün mahlûkât ve mükevvenatı sembolize eder. Böylece selam, Cebrail vasıtasıyla Allah’tan Hz. Muhammed’e ve mükevvenata her türlü güven ve barış taşıyan iletişim zinciri olarak görülebilir. İslam da selam kökünden; gönül ve dünya huzuru ile barışa ermek anlamınadır. Kur’an ve sünnette öncelikle Allah’tan kullarına ve diğer varlıklara, ardından meleklerin, peygamberlerin ve insanların birbirlerine ve bütün kâinata selam vermesiyle ilgili bilgi ve hükümler bulunmaktadır. Selam insani ilişkilerde iletişim ahlakını düzenleyen ve farkındalık bilinci ortaya koyan bir özelliğe sahiptir. Selam bir Müslümanın gündelik hayatında hem fizik âlemle, hem de metafizik âlemle irtibatı, iletişimi ve ilişkisi demektir. Bu yüzden Müslüman bir günde kıldığı namazlarda et-Tahiyyat okurken yirmi bir defa Allah’ı, Peygamberimiz’i ve diğer peygamberlerle melekleri ve salih insanları selamlamaktadır. Namazların sonunda on üç defa melekleri ve insanları selamladığı gibi selamdan sonraki “Allahümme entesselam ve minkesselam…” lafızlarıyla Allah Teala’yı selamlamaktadır. İnsanın metafizik ve fizik âlemle selamlaşması Allah, melekler, peygamberler, insanlar ve diğer varlıklarla iletişimi demektir. Bu açıdan bakıldığında selamı metafizik ve fizik âlemle olmak üzere iki ana başlık altında görmek mümkündür. I- Metafizik âlemle selamlaşma İnsan, ruhu ve kalbiyle metafizik âleme mensuptur. Bedenî olarak fiziki âlemin ürünü olan insanoğlu, gelişi itibarıyla sonsuzluk ikliminden ve metafizik âlemdendir. Bu yüzden hayatının her safhasında fizik âlemle olduğu kadar metafizik âlemle de ilişkili ve irtibatlıdır. Allah kullarının metafizik ilişkisine önem vermektedir. Selamın metafizik âleme yönelik olanı Allah, melekler ve peygamberle selamlaşma şeklinde gerçekleşmektedir. Allah ile selamlaşma hem Allah’tan kullarına, hem de kullarından Allah’a selam şeklinde gerçekleşen bir iletişimdir. Allah’tan kullarına selam dünyada rahmet ve bereket anlamınadır ki Kur’an’da buna şöyle işaret edilmektedir: “Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selam size, Rabbınız kendisine rahmeti yazdı.” (Enam, 54. Ayrıca bkz. Hûd, 48; Ahzâb, 44.) Kulların Allah’a olan selamı taat, tespih, ibadet ve kulluk şeklindedir. Yeryüzündeki bütün varlıkların O’nu hamd ile anması, varlıkların O’na zorunlu tespihi (İsrâ, 44.) ve selamıdır. Allah Rasulü’nün miracda Allah’ı selamlamak için kullandığı et-Tahiyyatü lafızları, aynı zamanda kulların namazda O’na selam için kullandığı kelimeler olmuştur: “Her türlü tahiyye, selam, dua, namaz ve güzel amel Allah’a mahsustur.” (Buhârî, Ezân, 148; Müslim, Salât, 56; Ebû Dâvûd, Salât, 178; Tirmizî, Salât, 100; Nesâi, Tatbîk, 23; İbn Mâce, İkâme, 24; Dârimî, Salât, 84.) Meleklerle selamlaşma yine önce meleklerden insanlara, sonra insanlardan meleklere olmak üzere iki türlüdür. Meleklerden insanlara selam, Kur’an-ı Kerim’de meleklerin peygamberlere insan suretinde gelip onlarla haberleştiğine dair ayetlerden (Bkz. Hûd, 69; Zâriyat, 24-25.) ve Allah Rasulü’nün şu hadis-i şerifinden anlaşılmaktadır: “Allah Teala Âdem’i yaratınca ona: Git şu oturmakta olan meleklere selam ver. Senin selamına karşılık söyleyeceklerini güzelce dinle. Çünkü senin ve neslinin selamı o olacaktır, buyurdu. Âdem meleklere: - es-Selamü aleyküm diye selam verdi. Melekler onun selamını: - es-Selamü aleyküm ve rahmetullah, diye karşıladılar. (Buhârî, Enbiya, 1, İstîzan, 1; Müslim, Cennet 28.) İnsanlardan meleklere selam ise Kur’an-ı Kerim’de kendisine meleklerin selam verdiği İbrahim (a.s.)’in: “Size de selam” diye selamla mukabele ettiği ayet ile (Hûd, 69; Zâriyat, 25.) Âişe validemizin Cibril ile selamlaşmasına dair şu rivayetten anlaşılmaktadır: Rasulüllah bana: “Şu zat Cibril’dir. Sana selam ediyor” buyurdu. Ben de: “Ve aleyhisselam ve rahmetullahi ve berekatuh” dedim. (Buhârî, Bedu’l halk, 6; Müslim, Fazâilu’s Sahâbe, 90-91.) Peygamberlerle selamlaşma ise üç şekilde olur. İlki Allah’tan peygamberlere, ikincisi müminlerden peygamberimiz ile bütün peygamberlere ve sonuncusu peygamberimizden müminlere şeklindedir. Allah’tan peygamberlere selam Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın peygamberleri selam lafzıyla selamlamasını anlatan ayetlerden anlaşılmaktadır. (Neml, 59; Sâffât, 181.) Müminlerin özellikle Peygamberimiz’e ve diğer peygamberlere salat getirmeleri adaptandır. Nitekim Allah Teala: “Ey müminler! Siz de şanlı nebiye salevat getirin ve ona tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 56.) buyurur. Bu ayet-i kerime Allah Rasulü’nü görme bahtiyarlığına erememiş müminlerin de onunla manevi mülakatı ve iletişimi demektir. Çünkü Allah Teala salat ü selam getirenlerin selamına mukabele için O’na ruhunu iade eder. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 96.) Allah’ın yeryüzünde dolaşan görevli bazı melekleri getirilen salat ve selamları ona ulaştırırlar. (Ebû Dâvûd, Menâsik, 97.) Peygamberimiz’e getirilen salat ve selamların oluşturduğu manevi feyiz ve pozitif enerji insanlarda Allah Rasulü’ne yakınlık duygusunu artırmaktadır. Salat ü selam gönüllerimizi Rasul muhabbetine hazırlamaktadır. Bu yüzden Peygamberimiz, adı yanında anıldığı halde kendisine salat ü selam getirmeyenleri cimrilikle tavsif etmiştir. (Tirmizî, Deavât, 101.) Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: “Günlerinizin en hayırlısı cumadır. Bu sebeple cuma günü bana çokça salat ü selam ediniz. Zira salat ü selamlarınız bana sunulur. Ben de sizin salat u selamlarınıza mukabele ederim.” Sahabiler sordular: - Senden hiçbir eser kalmadığı hâlde mi? Peygamberimiz buyurdu: - Allah, peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı. (Ebû Dâvûd, Salât, 201; Nesâi, Cuma, 5.) Peygamberimiz’den müminlere selam ise onun kendisine salat ve selam edenlere mukabele edeceğini haber verdiği yukarıda geçen hadisten anlaşılmaktadır. Onun müminlerin selamına ahiretteki mukabelesi ise şefaati olacaktır. Nitekim ezandan sonra okunan duada müminlerin Muhammed (s.a.s.) için istediği vesile, onun şefaatçi kılınması talebidir. II- Fizik âlemle selamlaşma İçtimai hayatın temel hedefi huzur ve mutluluktur. Selam, huzur, mutluluk ve barışın gerçekleşmesi için kalbi dua, fiil ve sözlerden oluşur. Selam başkalarıyla iletişimin açık bir göstergesidir. Allah Teala Rahman’ın kullarının vasıflarını sayarken ilk özellik olarak yeryüzünde tevazu ile yürümeyi zikretmektedir. (Furkan, 63.) Ona bağlı olarak da kendini ve haddini bilmeyen insanlarla çekişmek yerine onlara selamla mukabele edilmesini emretmektedir. Bu yüzden toplumsal hayatın çekirdeğini oluşturan aile fertlerinden başlayarak bütün toplum unsurlarının birbirleri ile selamlaşması nihai hedeftir. Ferdi huzurun toplum planına açıldığı ilk kapı aile yuvasıdır. Buradaki iletişimin başlangıcı, sevginin göstergesi olan selam iledir. Nitekim Kur’an’da şöyle emredilmektedir: “Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak birbirinize selam verin.” (Nûr, 61.) Efendimiz (s.a.s.) Hz. Enes’e: “Yavrucuğum! Ailenin yanına gittiğinde onlara selam ver. Sana ve ev halkına bereket olsun.” (Tirmizî, İstî’zân, 10.) buyurarak aile fertleriyle selamlaşmayı emretmiştir. Başkasının ev ve iş yerine ziyaret, fiilî bir selam olmakla birlikte bunun kavli lafızlarla da teyit edilerek ziyaretin selam ve izinle gerçekleşmesi, iletişimin kolaylaşmasını sağlar. Nitekim ayette buyrulur: “Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere geldiğinizde fark ettirip ev halkına selam vermeden içeri girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Her halde bunu düşünüp anlarsınız. Orada kimse bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin.” (Nûr, 27-28.) Ayette geçen “istinas”; öksürerek, tespih ve tekbir ile ya da bugün zili çalarak ev halkını haberdar etmek, destur ve izin istemektir. Selamı hayatın bir parçası gören dinimiz, insanlar arasında iletişimin canlı olması için selama mukabeleyi ondan daha önemli bir manevi sorumluluk olarak değerlendirir. Nitekim bir ayet-i kerimede: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile mukabele edin veya verilen selamı aynen iade edin.” (Nisâ, 86.) buyurulur. Toplum hayatında selamlaşmanın anlamı Toplum hayatında insanlar arası iletişimin parolası niteliğinde olan selamın dil ya da beden diliyle kazandığı ve iletişime kazandırdığı derin anlamlar vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: 1- Selam, benden sana zarar gelmez anlamında barış ifadesidir. Selam veren, İslam toplumuna dâhil bulunduğunu ifade etmiş olduğundan can güvenliği kazanır. Savaşta ve barışta selam verenin canı emandadır. Nitekim Allah Teala buyurur: “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene sen mümin değilsin demeyin.” (Nisâ, 94.) Bu ayetin sebebi nüzulünde şöyle bir olay nakledilir. Bir seriyyede kelime-i tevhit getirip Müslümanlara selam verdiği halde bir kişi, Üsame b. Zeyd tarafından “korkudan böyle davrandığı” zannıyla katledilmişti. Allah Rasulü olaydan haberdar olunca çok üzülmüş, hiddetlenerek Üsame’ye: “Kalbini yarıp baktın da mı korkudan böyle davrandığını anladın?” diye çıkışmış ve bir köle azadı cezası vermişti. 2- Selam, dünyada müminlere dua, ahirette daru’s-selama çağrıdır. Size başkasından zarar gelmesin, cennet yurdu ve kurtuluş yolu sizin olsun demektir. Nitekim Allah Teala buyurur: “Rızasını arayanı Allah o kitapla selam yollarına götürür.” (Mâide, 16.) “Allah kullarını selam yurduna çağırır ve o dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus, 25.) 3- Selam, hayatı paylaşmaktır. Selam ile insan hemcinslerinin farkına vararak hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü fiili ve kalbi olarak paylaşmış olur. Nitekim Allah Rasulü’ne bir sahabi sordu: - İslam’ın en güzel ve hayırlı davranışı nedir? Peygamberimiz buyurdu: - İnsanlara yemek yedirmen (it’am-ı taam), tanıdığın, tanımadığın herkese selam vermen (ifşaü’s-selam). (Buhârî, Îman, 20; Müslim, Îman, 63.) Bera b. Âzib diyor ki: Rasulüllah şu yedi şeyi emrederdi: “Hasta ziyareti, cenaze teşyii, aksırana hayır dilemek, zayıfa yardım, mazluma destek, selamı yaymak, yeminine uymak.” (Buhârî, Mezâlim, 5; Müslim, Libas, 3; Tirmizî, Edep, 45; Nesâî, Cenâiz, 53.) 4- Selam sevgiye, sevgi de cennete götürür. Cennete girmenin şartı iman, imanın şartı müminlerin karşılıklı olarak birbirlerini sevmesidir. Sevgiyi artıran en güzel vesile onları arayıp sormak suretiyle kavli, fiili ve kalbi selamdır. Nitekim Allah Rasulü buyurur: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi sevmeye vesile olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, Îmân, 93; Ebû Dâvûd, Edeb, 131; Tirmizî, İstî’zan, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 6, Edeb, 11.) Belki de bu sebeple Hz. Ömer’in oğlu Abdullah çarşıya çıktığında karşılaştığı herkese selam verir ve sırf selam vermek için çarşıya çıkardı. Nitekim bir gün kendisine: “Çarşıda ne yapacaksın? Alışverişten anlamazsın. Satılan malların fiyatlarını bile sormazsın. Çarşıda herkesin oturup sohbet ettiği yerlerde oturmazsın. Ne diye çarşıya çıkarsın?” diyen birine: “Kardeşim biz karşılaştığımız kimselere selam vermek, onlarla göz göze gelmek için çarşıya çıkıyoruz. Başka bir maksadımız yok.” (Muvatta, Selâm, 6.) Kâinattaki ilahî düzenin temeli selam iledir. Bu yüzden bütün varlıklar arasında bir selamın varlığı söz konusudur. Nitekim cemadat, nebatat ve hayvanatın selam diliyle kâinat düzenini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Allah Kadir Gecesi’ni her türlü anarşi ve karmaşadan, maddi ve manevi sıkıntıdan uzak bir zaman dilimi olarak ilan ederken selam lafzını kullanmaktadır. (Kadr, 5.) Allah, ateşe, ilahî iradeye ram olması ve İbrahim’i yakmaması için emir verirken O’nu selama çağırmış ve: “Ey ateş! İbrahim için serinlik ve selam ol!” (Enbiyâ, 69.) buyurmuştur. Allah Rasulü’nün üzerinde hutbe irat ettiği hurma kütüğünü bırakıp kendisi için yaptırılan minbere çıkması, hurma kütüğünü acı acı ağlatmıştı. Allah Rasulü hurma kütüğünün feryadını minberden inip, onu kucaklayarak dindirebilmişti. Azgın ve vahşi develerin yine selam sayesinde Allah Rasulü’nün emrine muti oldukları tarihi bir gerçektir. Netice olarak selam letafetten kesafete; latif olan Allah’tan meleklere, ölüsüyle dirisiyle insanlara ve bütün varlıklara doğru ilahî bir tecelli; kesafete bürünmüş varlıklardan latif olan Allah’a doğru bir münacat; melekler, insanlar ve diğer canlı ve cansız varlıklar arasında bir iletişim ve muvasalattır. Selamla kâinat düzeni selamet bulmakta, bu sayede inananlar selam yurduna doğru yol almaktadır. Çünkü işin evveli de ahiri de selamdır. Barışın Anahtarı: Selâmlaşma Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam) iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız zaman birbirinizi sevmenizi sağlayacak bir şey önereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, İman, 93) Arapça’da barış, esenlik ve selâmet gibi anlamlara gelen “selâm” kelimesi, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Arap toplumunun birbirleriyle selâmlaşmada kullandıkları temel bir kavramdı. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde değişik anlamlarının yanı sıra, insanların birbirine selâmı (Nisa, 94; Enam, 54), meleklerin insanlara selâmı (Ra’d, 24; Nahl, 32; Zâriyât, 25), cennetliklerin birbirlerine selâmı (Yunus, 10; A’raf, 46) gibi kullanımları da yer alır. Allah’ın güzel isimlerinden biri “es-Selâm” (Haşr, 23), cennetin bir adı “Dâru’s-selâm” (esenlik yurdu) dır. (En’am, 127; Yunus, 25) Bir rivayete göre Allah, Hz. Âdem’i yarattığı zaman, meleklere selâm vermesini ve onların vereceği karşılığı dinlemesini emretmiş, akabinde de “işte bu senin ve soyundan geleceklerin selâmıdır” demişti. Hz. Âdem’in; “es-selâmü aleyküm”üne karşılık melekler; “aleyke’s-selâm ve rahmetullah” şeklinde karşılık vermişlerdi. (Buhari, İsti’zan, 1) Selâmlaşmak insanlar arası iletişimin anahtarıdır. Bu yolla birbirlerine iyi dileklerini sunan insanlar, iletişimde ilk olumlu sinyali vermiş ve diyalog kapısını açmış olurlar. Selâmlaşabilen kimseler zımnen, aralarında bir dargınlık, kavga ve anlaşmazlık bulunmadığını, yani barış içinde olduklarını ifade etmiş olurlar. Bunun önemini çok iyi bilen Peygamber Efendimizin, Medine’ye hicretinde insanlara yaptığı ilk tavsiyelerden birisi “selamı yayınız” talimatı olmuştur. (Tirmizi, Sıfatü’lKıyame, 42) O bununla, farklı unsurlardan oluşan Medineliler arasında barış ve güven ortamının oluşmasını ve “selâm” kelimesinin temel anlamı olan barışın toplum içinde kökleşmesini amaçlamıştır. Cenab-ı Hak da; “size bir selâm verildiğinde, ondan daha güzeliyle selamlayın veya aynısıyla karşılık verin…” (Nisa, 86) buyurarak, sevgi ve saygının sembolü olan bu iyi dilek teâtîsinin önemine işaret etmiştir. Allah'ın rahmet, bereket ve esenliğinin karşımızdaki insan üzerine olmasını dilemek ve ondan da aynı dilekleri almak birbirimize pozitif enerji yüklemektir. Bu enerji ile başlayan iletişim, daha sonra iyi ilişkilere ve kalıcı dostluklara kolaylıkla dönüşebilir. Onun için sevgili Peygamberimiz, tanıdığa da tanıdık olmayana da selâm vermeyi İslâm'ın güzel bir hasleti olarak nitelemiş (Buhari, İman, 6), selâma karşılık vermeyi Müslümanın görevleri arasında saymıştır. (İbn Mace, Cenâiz, 1) Bu yüzden, başta ailesi olmak üzere, hem uygulayarak hem de teşvik ederek bu güzel hasletin toplum içinde yerleşmesini sağlamış, kadın-erkek, büyük-küçük ayrımı yapmadan herkese selâm vermiştir. Onun, kızı Hz. Fatıma'ya, “merhaba kızım” diye hitap ettiğini, amcası Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani yanına geldiğinde onu 'merhaba Ümmü Hâni' diye selâmladığını biliyoruz. (Buhari Edeb, 98) Enes b. Malik’in bildirdiğine göre Hz. Peygamber, oyun oynayan çocukların yanından geçerken onlara selâm vermiş (Ebu Davud, Edeb, 147), Esma binti Yezid’in haberine göre de, kendisinin de içinde bulunduğu kadınlar topluluğuna uğradığında onları selâmlamıştır. (İbn Mace, 14) Yaşayanların yanı sıra, kabir ziyaretlerinde, ölülere de selâm vererek Allah’ın rahmet ve esenliğinin onlar üzerine olmasını dilemiştir. (Ebu Davud, Cenaiz, 83) Bireysel hayat tarzının egemen olduğu günümüzde, çok katlı apartmanlarda, aynı mekânda yüzlerce evi barındıran devasa sitelerde birbirimizi tanımadan, tanışmadan, selâmlaşmadan, birbirimizin yüzüne bile bakmadan yıllarca yaşayıp gidiyoruz. Sanki dağ başında tek başına yaşayan bir insan gibi, komşularımız olduğu halde komşuluğun ne olduğunu bilmeden, kapı komşumuzun hastasından ölüsünden haberdar olmadan üstelik bundan da rahatsızlık duymadan günlerimiz gelip geçiyor. Tanışıp bilişmediğimiz için birbirimizden korkar hale geldiğimiz ve bu yüzden yüksek duvarlarla ileri teknoloji ürünü güvenlik sistemleri ve özel korumalarla güvenliğimizin sağlandığı modern sitelerde, kendi ellerimizle ördüğümüz görünmez duvarların da yardımıyla bütün insanî ilişkileri asgariye indirmiş durumdayız. İşte selâm, bu duvarları yıkmak, insanı insan olduğu için kucaklayan, mensuplarını bir bedenin uzuvları gibi gören (Buhari, Edeb, 27) bir dinin, huzurlu toplum idealini gerçekleştirmek için önerdiği tılsımlı bir şifredir. Amaç bir iletişim ve sıcaklık sağlamak olduğuna göre selâmlaşmada kullanılan lafızlara takılmak yerine ondan elde edilecek sonucu dikkate almak daha önemlidir. Şüphesiz, İslâm kültüründe sembol haline gelmiş ve Allah’ın selâm, rahmet ve bereketini dilemeyi ifade eden geleneksel selâmımız son derece güzel ve anlamlıdır. Ancak günümüzde farklı kültür ve alışkanlıklara sahip insanların bir arada yaşadıkları dikkate alınırsa, toplumda sıkça görülen değişik selâmlama biçimlerini kullanmak da selamlaşmanın amacına hizmet edecektir. Dolayısıyla, yerine göre, “merhaba”, “günaydın”, “hayırlı sabahlar”, “iyi günler”, “iyi akşamlar”, “hayırlı geceler” gibi selâmlama kalıplarının kullanılması ve selâm verenin tercih ettiği kalıba göre karşılık verilmesi iletişimin sağlıklı olması bakımından önemlidir. Avrupa ülkelerinde bulunan yurttaşlarımız, aynı ortamı paylaştıkları yabancılarla karşılaştıklarında, çoğu zaman onların güler yüzle selâm verdiklerine şahit olmuşlardır. Belki de ilk defa karşılaştıkları bu insanların, din,dil ve ırk farkına bakmadan sergiledikleri bu sevecen tutumun, muhatabları üzerinde olumlu bir intiba bıraktığı inkâr edilemez. İşte sevgili Peygamberimiz de, muhatap üzerinde doğurduğu bu olumlu etkiden dolayı selamlaşmayı teşvik etmiş, selâmı önce verenin faziletine işaret ederek, (Ebu Davud, Edeb, 144) insanlara karşı güler yüz göstermeyi sadaka olarak değerlendirmiştir. (Tirmizi, Birr, 36) İnsanların birbirlerini sevmeleri ancak birbirlerini tanımalarıyla mümkündür. “Kişi bilmediğinin düşmanıdır” sözü bunun için söylenmiştir. Tanımak için iletişim kurmak gerekir. İletişimin kapısı da selâmla açılır. Allah elçisinin ifadesiyle, insanların birbirlerini sevebilmelerinin yolu buradan geçer ve kişilerin Allah için birbirlerini sevmeleri de imanlarının bir göstergesidir. Karşılıklı sevgi ve saygı ise anlaşmazlıkların ve düşmanlıkların panzehiridir. O halde selâmlaşma barışın anahtarıdır. Selâm Umumi Rahmettir Lamia Levent Dünyamızın nüfusu arttıkça insanlar birbirinden daha bir uzaklaşıyor, yabancılaşıyor ve yalnızlaşıyor. Günümüz insanı çevresiyle arasına kocaman duvarlar örüyor. Artık birbirlerinin yüzüne bakmaktan bile imtina eder hâle geldi insanlar. Merhamet ve sevginin esamesi okunmuyor. Acımasızlaşan insanoğlu durmadan savaşıyor, dünyamız bir savaş meydanı sanki. İnsanlığın barış ümidi gittikçe zayıflıyor. Dünya nereye gidiyor, insanlık neden bu hâlde? Bu soruya verilecek o kadar çok cevap var ki... belki çoğumuzun göz ardı ettiği cevap; her şeyden önce insanın kendi içinde barışı, sevgiyi ve huzuru yakalaması gerektiğidir. Bunun yolu sevmekten geçiyor. Dünyaya sevgi ve rahmet gözüyle bakanlar ancak insanlığa barış getirebilirler. Kendi iç dünyasında sevgiden ve merhametten nasibi olmayanların, dünyayı getirip bıraktıkları yer ortadadır. Sevgiyi imanın gereği sayan Rasûlullah Efendimiz, selâmlaşma ile sevgi arasında sıkı bir bağın olduğunu ve aramızda sevgi, kardeşlik ve dostluğun oluşmasının birbirimizi selâmlamakla mümkün olacağını haber veriyor. Selâmı sadece tanıdıklarımıza değil, tanımadıklarımızı da kapsayacak şekilde yaygınlaştırmak, rahmetin ve sevginin genişlemesini sağlayacaktır. Hemen yanı başımızdaki komşumuza, her gün rastladığımız mahallelimize, iş arkadaşlarımıza, alış-veriş yaptığımız bakkala, sokağımızda oynayan çocuklara, velhâsıl tanıdık tanımadık herkese kucak açmak ve onlarla selâmlaşmak, sevgi ve merhameti yaygınlaştırmanın en kolay ve en kısa yolu olsa gerek. Selâm, bir insanın karşısındaki diğer insan için hayır dileğinde bulunmasıdır. Selâmlaşmak, karşıdaki kişi ile iletişim kurmak ve o kişi için emniyet ve güven temenni etmektir. Selâm bir anlamda karşımızdaki kişi için yapmış olduğumuz güzel ve özlü bir duadır ki, bu daha en başta, selâmladığımız kişiye karşı iyi niyetimizi gösterir. Selâm, barış ve sevgi adına atılan küçük, ama çok etkili bir adımdır. Selâm, tanışmak, tanıtmak, tanımaktır. Gittikçe yabancılaşan yalnızlaşan insana inat, selâm arkadaşlık ve dostluğu tesis eden tohumdur. ve Selâm, seni görüyorum, varlığına saygı duyuyorum, varsın ve bu yüzden değerlisin demek ve bunu rahmet ifade eden sözle, “selâm” sözüyle taçlandırmak. Varlığın en değerlisini, varlığının şerefiyle mütenasip şekilde selâmlamaktır selâm... Kelime olarak çok kısa olan selâm, gönülleri kazanmaya vesile olacak güzel ve etkili anlamlar ihtiva eder. Bir selâmla kinler, nefretler silinip; yerine sevgi ve dostluklar yeşerebilir. Selâm küskünleri barıştırır, rahmet ve şefkati sinelere nakşeder. Selâm, insanlar arasında iletişimi sağlayarak, toplumda barış ve huzuru tesis edecek bir güce de sahiptir. Selâmla tanış olan, beraber olan insanlar, selâmın yaygınlaşmasıyla toplumda da barış ve sevginin yerleşmesine katkıda bulunurlar. Müslümanların kendi aralarında selâmlaşmasına ad olan selâm, kelimesi aynı zamanda Yüce Rabbimizin kendisi için isim olarak seçtiği bir kelimedir. Selâmette olan, kullarını selâmete çıkaran ve cennetteki bahtiyar kullarına selâm veren anlamında, Allah Teâlâ’nın ismidir “Selâm”. Bu dünyada Allah’ın kullarını onun selâmıyla selâmlayanlar, cennette Rableri tarafından selâmlanacaklar. Selâm, Müslümanlar arasında sevgi ve merhameti gerçekleştirmesinin yanı sıra, evrensel ölçekte de barışın adıdır ve tüm insanlık için bir barış çağrısıdır. Çünkü İslâm, barış, huzur, esenlik anlamlarına gelen “selâm” kelimesinden türeyen bir sözcüktür. Barışı kendine isim olarak seçen dinimiz, tüm insanlar için barış, sevgi ve merhamet istemektedir. Selâmı yaygınlaştırmayı tavsiye eden Sevgili Peygamberimiz, bu sözüyle, İslâm’ın insanlığa sunduğu barış ve sevgiyi yayın buyurmuştur bir bakıma. Bu sebeple İslâm dininin “selâmı”, dünya üzerindeki tüm insanları kucaklayan bir selâmdır ve dünyanın neresine giderseniz gidin değişmeyen tek selâmdır. Selâm demek olan İslâm, bu bakımdan gittiği her yere barışı ve huzuru da beraberinde götürmüştür. Tüm bu anlamlarıyla insanlar arasında kin, nefret ve düşmanlığı ortadan kaldıracak olan selâm, huzurun, barışın ve sevginin parolası olacak bir kelimedir. Ve selâm, sevgiye, şefkate susamış insanlık için umumi rahmettir! Önce Selâm Sonra Kelâm Toplum hâlinde yaşayan insan, yaşadığı toplumun; âdet, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate alarak yaşamak durumundadır. Çünkü toplum, belirli ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur. Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Bu ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır. Ortak değerler benimsendikçe ve yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde huzurlu ve mutlu bir biçimde yaşatır. Toplumda yaşayan insanların bu ortak değerlerle yaşayabilmeleri için kendi aralarında ciddî, samimî, sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır. Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır. Selâm, iletişim köprüsünün ilk halkasıdır. Sevginin, dostluğun harcı, olmazsa olmazıdır. Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür. Aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan kimi insanların birbirlerine selâm vermeden, iyi günler, iyi akşamlar, iyi görevler dilemeden, merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek. Apartmanı paylaşan, birkaç dakika da olsa bir asansörde birbiriyle selâmlaşmayan asık suratlar, insanlara tebessüm etmenin, güler yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar mı? Selâm vermek, “selâmünaleyküm” demek güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir aynı zamanda. Selâmdan uzak böylesi insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişim kuramayacağı gibi, birlikte yaşamanın mutluluğunu da hakkıyla yaşayamaz. Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin ve birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..." (Müslim, İman, 93) Bir sahabi Hz. Peygamber (s.a.s)'e: "İslâm’ın hangi işi daha hayırlıdır" diye sorduğunda, Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir." (Buhârî, İman, 6-20) Peygamber Efendimiz yanında büyüttüğü Enes (r.a)'e şöyle buyurmuştur: "Oğlum! Ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun." (Tirmizî, İstizân, 20) Birbirimizi sevmek inancımızın bir gereğidir. Birbirimiz için iyi ve güzel şeyler dilemek de hem dinî hem de insanî görevimizdir. Birbirimizi sevmenin, (sevememe hastalığının) en önemli reçetesi ise selâmlaşmadır. Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur. Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm’a/söze geçilir. Atalarımız, “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı? Hâl hatır sorulur, iltifat edilir, sohbetler yapılır. İnsanlar birbirini daha yakından tanır, ortak zevkler, duygular, fikirler ortaya çıkar. Sıcak dostluklar kurulur. Konuşarak anlaşılır. Ortak noktalarda buluşulur. Ya da farklı fikirlere, zevklere tahammül etmeye alışılır. Hoşgörü yaygınlaşır. Konuşa konuşa iletişimin sıcak yüzü, yüreğimizi ısıtır. Dostluk, kardeşlik, birlik ve beraberlik duyguları toplumu kuşatır. Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana, “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır! İnsan verdiği selâmla, verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, bir adım daha atılır dostluğa, kardeşliğe. Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar. Günümüz insanı, yoğun bir tempo ile yaşıyor. Selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye nedense pek vakit ayıramıyor. Selâmın insanî ve İslâmî bir görev olduğunu unutuyor, ya da önemsemiyor. Böylece dostluğun sıcak ortamını yakalayamıyor. Daha bireysel bir yaşayışı tercih ediyor, bencilleşiyor, paylaşmayı bilmiyor. Daha az konuşuyor, dertleşiyor. Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağı gerçeğinin farkına varamıyor. Bu durum, onu strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli, çekilmez bir hâle getiriyor. Kendisiyle barışık olmadığı için, yalnızca kendisine ve ailesine değil, çevresine de sıkıntı veriyor. Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır. İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran iletişimin iki hecelik adı; selâm. Bu şifre, bu anahtar, bu dilek, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır. Rıfkı Kaymaz (Diyanet Avrupa Dergi,Şubat 2008) Avrupa Mayıs Mustafa Kahraman Güzel Bir Geleneğimiz Selamlaşmak İNSANLAR toplu hâlde yaşamak zorunda olan varlıklardır. İsteseler de mecbur kalmadıkça tek başına yaşayamazlar. Toplu olarak yaşamanın beraberinde getirdiği bir kısım kurallar, kanunlar, âdetler, gelenekler ve görenekler vardır. Bu da toplumdan topluma değişmektedir. Meselâ bizde akla gelmesi bile düşünülemezken, Batı toplumlarında çocuklar, anne babalarına yahut büyüklerine isimleriyle hitap edebilmekte, bu da hiç garip karşılanmamaktadır. Yine büyüklerinin yanında uzun uzadıya oturabilmektedirler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Toplumlardaki bu kurallar bütününün bir kısmı dinî, bir kısmı ise kültüreldir. İnsanlar bir arada yaşarlarken, birbirleriyle anlaşmak için konuşmak zorundadırlar. İlk karşılaştıklarında ise selâmlaşırlar. Selâmlaşma ise toplumdan topluma değişiklik arz eder. Selâmlaşmanın, çoğu toplumlarda dinsel, bir kısım toplumlarda ise kültürel arka plânı vardır. Türk toplumundaki pek çok âdet, gelenek ve göreneğin temelinde dinî ögeler vardır. Bunlar ya İslâmî bir temele ya da Türklerin eski dinî inanışlarına dayanmaktadır. Meselâ düğünlerde, bayram gecelerinde ve bazı kutlamalarda ateş yakılıp çevresinde oynanması ve üzerinden atlanılması, eski Türk âdetlerinden günümüze kadar gelip devam eden bir âdettir. İslâm dini de dinin aslına aykırı olmayan, helâli haram, haramı helâl kılmayan âdetlerin devam ettirilmesini sakıncalı görmemiş; İslâm Hukuk Metodolojisi de buna örf demiş; hakkında kitap, sünnet, kıyas ve icmada hüküm bulunmayan meselelerde örf’e başvurmuş ve ona göre hüküm vermiştir. Selâmlaşmanın, Türk kültür ve örfünde hem dinî hem de kültürel boyutu vardır. Toplumumuzda, bu konudaki kültürel yozlaşmaya ya da farklılaşmaya girmeden önce, selâmlaşmanın dinî boyutuna değineceğiz. Selâmlaşmanın dinî boyutu Selâm kelimesi, İslâm kelimesiyle aynı kökten yani slm kökünden türetilmiştir. İslâm kelimesinde olduğu gibi barış, esenlik, güven, huzur ve teslimiyet anlamlarına gelmektedir. Istılahî anlamı da bu şekilde oluşmuş, selâm veren kimse selâm vermekle, karşısındaki kimseye güven, barış ve esenlik dilemiş, kendisinden ona bir kötülüğün gelmeyeceğini telkin etmiş olur.(E. H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 292295, 559560) Makalemizin bu bölümünde önce selâmlaşmanın dinî hükmüne, sonra selâm vermenin ve selâma mukabelede bulunmanın şekline, daha sonra selâmlaşmanın âdâbına ve selâmın yaygınlaştırılmasının önemine değinecek, en sonunda da selâm vermenin mekruh olduğu durumları açıklayacağız. Selâmlaşmanın hükmü Bir Müslümanın bir başka Müslümana selâm vermesi sünnettir. Selâma mukabelede bulunmak, başka bir ifadeyle selâmı almak farzı kifayedir. (Abdurrahman elCezeri, elFıkhı alâ Mezâhib’ilErbaa) Yani bir topluluğa selâm verildiğinde bir kişinin selâmı alması, diğerlerinin üzerinden sorumluluğu düşürür, ama hiç kimse selâmı almazsa oradaki herkes sorumlu olur. Selâm verilen kimse tek kişi ise, selâmı almak o kişi için farzı ayın yani muhakkak surette yerine getirilmesi gereken bir şey hükmüne girer. Kur’an’da, Müslümanların bir eve girmeden önce izin istemeleri ve izin verildiği zaman da eve girerken hane halkına selâm vermeleri emredilmektedir. Ayette, “Ey iman edenler! Kendi eviniz dışındaki evlere girerken izin isteyiniz ve girerken o ev halkına selâm veriniz”(Nur, 27) buyrulmakta, bir başka ayette ise, “Evlere girdiğiniz vakit, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm veriniz”(Nur, 61) diye tavsiyede bulunulmaktadır. Peygamberimiz de Müslümanların birbirlerine selâm vermelerini, verilen selâma mukabelede bulunmalarını öğütlemiştir. Bu ayet ve hadisi şeriflerden anlaşılmaktadır ki, Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman veya bir yere girdiklerinde orada bulunanlara selâm vermeleri, Müslüman olmalarının bir gereğidir. Selâmlaşma, birbirlerine karşı en önemli din kardeşliği görevlerinden birini teşkil eder. Selâm vermenin ve selâma mukabelede bulunmanın şekli Milletlerin geleneklerine göre selâmlaşma şekilleri çeşitlilik arzeder. Dinimizde selâm verme kısaca, “Esselâmu aleyküm” ya da “Selâmün aleyküm” şeklindedir. Kendisine selâm verilen kişi de “Ve aleykümüsselâm” şeklinde karşılık verir. Bunu demekle birbirlerine, “Allah’ın emniyet ve güveni sizinle olsun” demiş olurlar. Sahihi Buhari’de yer alan bir hadiste, selâmlaşmanın bu şeklinin ilk olarak Âdem (a.s.) yaratıldıktan sonra, onunla melekler arasında cereyan ettiği ifade olunmaktadır. Aşağıdaki ayetlerden ve hadisi şeriflerden anlaşılacağı üzere, selâma ya aynısıyla ya da daha güzeliyle mukabelede bulunulması öğütlenmiştir. Ayette, “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla mukabelede bulunun.”(Nisa, 86) buyrulmaktadır. Bu ayetin sebebi nüzulü şudur: Cahiliyye döneminde Araplar selâmlaşmak için birbirlerine, “Hayyakellah” (Allah ömürler versin) derlerdi. Bu bir duadır. Ama hayırlı bir dua olmayabilir. İnsan uzun ömürlü olabilir, fakat önemli olan hayırlı bir ömre sahip olabilmektir. Bundan dolayı İslâm dini, bu eksik tahıyyeleri selâma dönüştürmüştür. (Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 559560) Yukarıdaki ayetin anlamı şudur. Biri bize ‘Esselâmu aleyküm’ diye selâm verdiğinde, ‘ve aleykümüsselâm’, ya da ‘ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi veberakâtühü’ diyerek, selâmı almalıyız. Böyle demekle kişi, Allah’ın selâmı (barışı, esenliği), rahmeti (acıması) ve bereketi senin üzerine olsun demiş olmaktır. Selâm veren, ‘Esselâmu aleyküm verahmetullahi ve berakâtühü’ diye selâma başlayabilir. Konuyla ilgili Umran bin Hüseyin’in rivayet ettiği hadiste, yanına gelen üç kişiden, ‘Esselâmu aleyküm’ diyene on sevap, ‘ve rahmetullahi’yi ekleyene yirmi sevap, buna ilâveten ‘ve berakâtühü’yü ekleyene de otuz sevap verileceğini, Peygamberin ifade ettiği haber verilmektedir.(Riyazu’sSalihin, c. 2, sh. 231) Peygamberimizin eliyle selâm verdiği de vaki olmuştur.(a.g.e., c. 2, s. 241) Bunun için kişinin sesini duyuramayacağı durumlarda ya da sessiz olunması gereken yerlerde, Müslüman eliyle veya işaretle de selâm verebilir. Selâmlaşmada âdâb Her konuda olduğu gibi dinimiz İslâm, selâmlaşma konusunda da bir kısım güzel kurallar getirmiştir. Bundan dolayı selâm vermeye önce başlamak övülen bir davranış olmuştur. İmam Tirmizi’nin Süneninde rivayet ettiği bir hadisi şerifte, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, “iki kişi karşılaştıklarında önce hangisi selâm verir” diye sorulduğunda, “Önce selâm veren, Allah’a daha yakındır” diye haber vermişlerdir.(a.g.e., c. 2, s. 236) Değişik rivayetlerin ortaya koyduğu gibi, binek üzerinde olanın yürüyene, yürüyenin oturmakta olana, azın çoğa ve küçüğün büyüğe selâm vermesi sünnettir.(Sahihi Buhârî ve Tecridi Sarih Tercemesi, c. 12, s. 172, 173) Selâmın yaygınlaştırılması Selâm vermek, selâmı yaygınlaştırmak, insanî ilişkileri güçlendirir, insanlar arasındaki sevgi, saygı, dayanışma ve kaynaşmayı arttırır. Mü’minlerin arasındaki muhabbeti daha da kuvvetli hâle getirir. Konuyla ilgili Hz. Muhammed (s.a.s.)’den pek çok hadis rivayet olunmuştur. Müslim’in Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet ettiği hadiste Peygamberimizin, “Siz mü’min olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız. Size yaptığınız takdirde aranızdaki sevgiyi artıracak bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız ve verilen selâmı alınız. (Riyazu’sSalihin, c.2, s. 228) Tirmizî’nin de yine Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet ettiği hadiste, “Ey insanlar! Selâmı yaygınlaştırınız”(a.g.e., c. 2, s. 229) şeklindeki tavsiyeleri, meseleyi çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Selâm verilmemesi gereken durumlar İslâm âlimleri sarhoşlara, delilere, uyumakta olanlara,(A. Ceziri, a.g.e., c. 3, s. 55) tuvalette ve banyoda bulunanlara selâm vermenin mekruh olduğunu ifade etmişlerdir.(Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 561) Ayrıca Kur’an okuyana, namaz kılana, ezan okuyana, kamet getirene ve imam hutbede iken selâm verilmez.(a.g.e., c. 2, s. 561) Toplumumuzdaki selâmlaşma ile ilgili eksiklikler İnsanlarımız arasında selâmlaşma ile ilgili bir kısım eksiklikler vardır. Bunlardan ilki kişilerin evlerine girince eşlerine ve küçük çocuklarına selâm vermemesi, bir diğeri ise başka çocuklara selâm ve hanımlara selâm vermemesi, bir başkası da bir yerden ayrılırken selâm ile ayrılınmaması ve telefonda selâmlaşmamadır. Kişinin ev halkına selâm vermesi Toplumumuzdaki selâm ile ilgili bilinmeyen ya da yanlış olarak devam ede gelen şeylerin ilki, kişinin kendi evine girdiği zaman eğer evinde bir misafir veya babası, amcası ya da dedesi gibi bir büyüğü yoksa; evde, annesi, eşi veya çocukları varsa selâm vermemesidir. Bu dinen yanlış bir davranıştır. Anlamını yukarıda detaylı bir şekilde açıkladığımız selâmı, kişinin kendi eşinden ve çocuklarından esirgemesi anlaşılır bir şey değildir. Biraz düşününce bunun sebebinin yanlış törelerden kaynaklandığı sonucuna varmak zor olmasa gerektir. Çünkü günümüzde yavaş yavaş çekirdek aileye dönüşsek de, yakın zamana kadar toplumumuzun ataerkil bir aile yapısı vardı. Bu aile yapısında erkekler hanımlarını ve çocuklarını çok sevseler bile bunu belli etmemeye, hissettirmemeye çalışırlardı. Baba, çocuğunu sevmek için onun uyumasını beklerdi. Büyüklerimizin söylediğine göre, pek çok kişi, hayatında çocuğunu kucağına almadan hayatını tamamlamış oluyor, bunun yerine torununu seviyordu. Yine pek çok insan, hayatında bir defa olsun eşine onu sevdiğini söylemiyordu. İnsanoğlu hoşuna giden güzel şeyler duymayı ister. Zannımızca bu gibi sebeplerden dolayı kişi, evine girdiğinde eşine ve çocuklarına selâm verirse, otoritesinin kaybolacağını düşünürdü. Ama yanlış yanlıştır, yanlışı kimin yaptığı önemli değildir. Önemli olan yanlıştan dönmek, doğruya yönelmektir. Bundan dolayı Müslüman, artık evine girdiği zaman da eşine ve çocuklarına selâm vermeli, bunu âdet haline getirmelidir. Aynı durum o zamanda varmış ki, Enes bin Malik (r.a.)’in rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz, ona hitaben şöyle buyurdu: “Oğulcuğum, ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ev halkına bereket olsun.”(Riyazu’sSalihin, c. 3, s. 239) Başka çocuklara ve hanımlara selâm vermek Yukarıda ifade ettiğimiz gibi doğru olan, yanlıştan vazgeçmektir. Erdemli insan, hatasının farkına varıp onu düzelten insandır. Selâm ile ilgili yanlışlarımızdan biri de karşılaştığımız çocuklara selâm vermememizdir. Aslında büyükler küçüklere, her yönü ile güzel örnek olmak durumundadırlar. Kendisinde bizim için en güzel örneklerin olduğu,(Ahzab, 21) o yüce insan çocuklara selâm verir,(Sahihi Buhârî ve Tecridi Sarih Tercemesi, c. 12, s. 323) onlara şefkat gösterir,(a.g.e., c. 12, s. 125) onları kucağına alır sever, onlar için dua eder,(a.g.e., c. 6, s. 432) onlarla oynar, özellikle kendisi de yetim ve öksüz olarak büyüdüğü için yetim ve öksüz çocuklarla ilgilenir, onların gönlünü alır, başlarını okşardı.(Seçme Hadisler, s. 233236) Bizim her konudaki rehberimiz olması gereken Sevgili Peygamberimiz bu şekilde davranırken, bizim çocuklardan bir selâmı esirgememiz ne kadar doğrudur? Bundan dolayı çocuklara selâm vermeyi de âdet haline getirmeliyiz. Bir diğer konu ise, eşimiz dışındaki başka hanımlara selâm verme meselesidir. Peygamber Efendimizin eşleri dışındaki başka hanımlara,(Riyazu’sSalihin, c. 2, s. 241) başka hanımların da Peygamberimize selâm verdiği vaki olmuştur.(a.g.e., c. 2, s. 241) İslâm âlimleri de fitne uyandırmayacağı kesin olan durumlarda kadınlara da selâm vermenin sünnet olduğunu ifade etmişlerdir.(elFıkhı alâ Mezahibi’lErbaa, c. 3, s. 43, İbni Âbidin, c. 15, s. 394) Kişilerin yıllarca okul, fabrika, devlet dairesi, köy gibi aynı ortamlarda bulunmaları, birbirlerini iyi tanımaları ve hemen hemen her gün karşılaşmaları sebebiyle, yukarıdaki şartı da dikkate alarak, selâmlaşmaları herhâlde güzel bir davranış olacaktır. Avrupa Şubat Mukadder Arif Yüksel Dostluğun sembolü selam SELÂM; muhatabımıza istediğimiz zaman kolaylıkla sunabileceğimiz bir sevgi ve saygı buketi ve kapalı gönüllerin anahtarı gibidir. Nice samimi ilişkiler ve derin dostluklar, bir gönül sesi olarak yine gönüle ulaşan ''selâm'' sözü ile başlamıştır. Selâm’da, ilişkilerdeki buzulları eritecek sıcaklık, stresleri yok edecek ferahlık ve âtıl his ve düşünceleri uyarıp harekete geçirebilecek bir enerjik güç vardır. Selâm; Allah'tan muhataba hem barış, huzur ve güven dileği, hem de dostane bir ilişki teklifidir. Selâma mukabelede, bu sıcak kalbî yaklaşımı memnuniyetle kabul etmektir. Bir karşılaşma halinde selâmı terk edenler, ya muhatabı kabul etmediklerini ya da umursamadıklarını bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ortaya koymuş olurlar. Bazı özel sebeplerden dolayı bir kişinin başkasını reddetmesi mümkündür, ancak tanıdık birinin umursanmaması, ona yapılabilecek en büyük saygısızlıktır. Çünkü reddeden, muhatabın varlığını kabul etmekle birlikte görüşme isteğini reddetmektedir. Oysa umursamayan kişi bu tutumu ile, muhatabı yok saydığı mesajını iletmiş olmaktadır. İslâm kelimesi ile aynı kökten gelen selâm, kurtuluşa ermek, huzur, barış ve güven içinde olmak, ayıp ve kusurlardan uzak kalmak anlamlarına gelir. Her şeyden önce esSelâm, Allah'ın doksan dokuz sıfatından biridir. Allah'ın selâm sıfatı, hem kendisinin kusursuz oluşunu, hem de kullarına huzur ve güven verişini ifade etmektedir. Nitekim bizler de her namazdan sonra, ''Allahumme ente'sSelâmu ve minke’sselâm ''(Allah'ım! Sen Selâmsın, selâm ve kurtuluş da sendendir) tesbihini söyleyerek, bu gerçeği dile getirmekteyiz. Yer yüzünde ilk selâmlaşma olayı, Hz. Adem (a.s) ile melekler arasında cereyan etmiştir. Allah Teâlâ, Hz Ademi yarattıktan sonra şöyle buyurdu: ''Git ve şu oturan melek grubuna selâm ver ve sana nasıl karşılık vereceklerini iyice dinle. Çünkü hem senin, hem de soyunun birbirini sevgi ve saygı ile selâmlaması böyle olacaktır.” Bunun üzerine Hz. Adem (a.s.) meleklere, ''Esselâmu aleykum'' dedi. Melekler de, ''Ve aleykumu'sselâm” diyerek karşılık verdiler. (Nevevî, Riyazu'sSalihin, II/227) ''Selâm, hidayete tabi olanlaradır.” (Taha, 47.) Buna göre selâm, mü'minlerin hakkıdır. Selâm, Mü'mine verilir ve her Müslüman, bir kimse ile karşılaştığında, kapıda komşuya, eve girerken hanıma ve çocuklara, iş yerinde arkadaşlara, yolda giderken yüzüne bakan kimselere “Selâmun aleykum”, ya da “Es'selâmu aleykum” demelidir. Günaydın, merhaba, hayırlı günler, kolay gelsin vb. dua kabilinden olan güzel sözlerin de selâmdan sonra söylenmesi tercihe şayandır. Bir kişi bir başkasına selâm verdiğinde, ''Bana güvenebilirsin, benden sana zarar gelmez”, demiş olmaktadır. Selâm, insanlar arasında sevgi, saygı ve güven ortamının oluşmasına da vesile olmaktadır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s), '' Size, yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayın” (Müslim, İman, 93) buyurmuşlardır. Selâm vermek için mutlaka önceden tanışıyor olmak gerekmez. Nisa suresi 86. ayette, “Bir selâm ile selâmlandığınızda, siz de ondan daha güzeli ile selâmlayın, yahut aynı ile karşılık verin” buyuruluyor. Buna göre selâm vermek sünnet, almak ise farz olmaktadır. Selâm’ın daha güzel bir şekilde karşılanması, ses tonunu samimi bir tarz ile biraz daha yükselterek veya “Ve rahmetullahi ve berakatüh” şeklinde, ilaveler katarak yapmak mümkündür. Bu tarz gerekli görülmezse, en azından aynı ile mukabelede bulunmak ilâhî bir emirdir. Namazda okuduğumuz tahiyyat ve sallibarik duaları Allah'a, peygamber’e ve bütün mü'minlere selâm verme anlamlarını ihtiva eder. Selâmı daha güzeli ile karşılamayı emreden Allah Teâlâ'nın, bu selâmlamalara da ziyadesi ile karşılık vereceğine olan inancımız tam olmalıdır. Peygamberimize, ''İslâm’ın hangi ibadeti daha hayırlıdır?”diye soruldu. Allah'ın Resûlü, “Yemek yedirmen, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir” cevabını verdiler. (Buhari, İman, 20; Müslim, İman, 14) Enes b. Malik'in rivayetine göre Peygamberimiz, yolda oynayan çocuklara bile selâm verirdi. Cennetin bir adı da Daru'sSelâm, (Selâm Yurdu)’dur. Cennete girmeyi hak eden mü’minler, hiçbir sıkıntı ve zorluğun olmadığı, sınırsız zevk ve eğlencenin bulunduğu bir ortamda, sonsuza kadar yaşayacaklardır. Zümer suresinin 73. ayetinde de belirtildiği gibi, Cennetin kapısında mü'minleri, melekler selâm vererek karşılayacaklar; ''Selâm size! Buraya tertemiz geldiniz. Artık ebediyyen kalacağınız bu yere girin” (Zümer, 73) diyeceklerdir. Daha sonra mü’minlere verdiği sözü bîhakkın yerine getiren ve merhameti çok olan Yüce Allah da, değerli kullarını Cennette selâmlayacaktır. (Yasin, 58) Allah'ın selâmına mazhar olmak her halde mutlulukların en ulvisi olsa gerekir. “Cennette bulunan mü'minler, orada boş söz ve yalan bir laf işitmeyeceklerdir. Onlar orada ancak selâm sözü işiteceklerdir.” (Meryem, 62; Vakıa, 26) “Allah, insanları selâm yurduna davet eder ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yunus, 25) Bu âyette geçen ''selâm yurdu'', dünyada İslâm'ın yaşanması ile oluşacak huzur ortamı anlamına gelebileceği gibi, Cennet anlamına da gelir. Buna göre İslâm’ı yaşayan Müslümanlar da selâm toplumunu oluşturmaktadırlar. Selâm vermenin âdâbı Küçükler büyüğe, araçta olan yaya olana, yürüyen oturana, arkadan gelen önde olana (yanı başına geldiğinde), azınlık çoğunluğa selâm verecektir. Topluluğa selâm verilmesi halinde, topluluktan birinin selâmı alması yeterlidir. İster büyük, ister küçük olsun, ister az, ister çok olsun, gelen oturana selâm verir. Birinin evine girerken, önce izin istenir sonra selâm verilerek içeri girilir. Zil çalmak, kapıyı tıklamak da izin istemek anlamındadır. Namaz kılana, uyuyana, tuvalette olana selâm verilmez. Ezan, hutbe ve Kur'an okunurken, okuyana ve dinleyene selâm verilmez. Yemek yiyene de lokma ağzındayken selâm verilmez. Vaaz ve sohbet esnasında da selâm vermek uygun değildir. Camiye girince içerdekiler meşgulse selâm verilmez, değilse verilir. Camiye ya da bir haneye girince içeride kimse olmasa bile, melekleri kastederek selâm verilebilir. Zaman ve mekan değişmediği sürece selâmı tekrarlamak da gerekmez, yaşı birbirine yakın olan ve birbirini tanımayan kadınların erkeklere ve erkeklerin kadınlara selâm vermesi uygun değildir. Çünkü bir takım yanlış anlamalara yol açması mümkündür. Uzakta olanlara el ve baş işareti ile selâm verilebilir. Öte yandan gayri müslim olan kişilere selâmımız ya onların dilindeki selâm sözcükleriyle olacak, ya da kendi dilimizdeki karşılığı kullanılacaktır. Her hangi bir karşılaşma durumunda kim olursa olsun, güler yüzle birlikle merhaba anlamına gelen sözcükler ihmal edilmemelidir. Dalgınlıkla bile olsa selâm’ın ihmal edilmesi, karşı tarafta can sıkıcı duygu ve düşüncelere, dolayısı ile kul hakkının oluşmasına sebep olacaktır. Uzaktaki bir tanıdığımızın yanına giden birisi ile selâm göndermek güzel bir âdettir. Böylece kendisini unutmadığımızı, sevgimizin devam ettiğini belli etmiş oluyoruz. Gönderilen selâmı sahibine ulaştırmak da bir görevdir. Mektupla gelen selâma mektupla cevap vermek ve elektronik mesajı (email) cevaplamak da verilen selâmı almak gibidir. Selâmı müteakip yapılan tokalaşmada (müsafaha) taraflar birbirinin yüzüne hatta gözünün içine bakmalı ve samimi bir tarz ile görüşmeyi başlatmalıdır. Beden dilini yorumlayan uzmanlar, tokalaşma esnasında isteksiz ve ilgisiz bakışların, muhatabın önemsenmediği mesajını içerdiğinden, saygısızlık sayılacağını belirtmektedirler. Selâm aynı zamanda bir duadır. Güler yüzle vereceğimiz bir selâm ve daha içten bir şekilde selâma vereceğimiz karşılık, daima özlemini duyduğumuz sevgi ve mutluluğun kapısını aralamakta ve başımıza gelmesinden endişe ettiğimiz bir çok zararı bertaraf etmektedir. O halde hem Peygamberimizin çok önemli bir tavsiyesini yerine getirmek, hem de kendi güvenliğimizi sağlama almak için, selâmı doğal bir davranış biçimi haline getirmemiz gerekmektedir vesselâm. Aralık 2005 Dr.Durak PUSMAZ Selamlaşmak İnsanları Kaynaştırır.sanları Kaynaştırır Sevgili Peygamberimiz bir hadisi şeriflerinde: “Şüphesiz ki selâm Allah’ın isimlerinden biridir. Onu yeryüzünde koymuştur. O halde onu aranızda yayınız.” (Buhârî, elEdebü’lMüfred, s. 268, H.no: 1019) buyurmuştur. Bir toplum içerisinde yaşayan insanların karşılaştıklarında birbirleriyle selâmlaşmaları çok önemlidir. Onun için yüce dinimiz Müslümanların selâmlaşmalarını emretmiştir. Birbirleriyle karşılaşan iki Müslümanın selâmlaşması sünnettir. Daha doğrusu selâm vermek sünnet, almak ise farzdır. Kuran’ı Kerimde: “Size selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzel bir tarzda selâmı alın, en azından verilen selâmın misli ile karşılık verin. Şüphesiz ki Allah, herşeyin hesabını hakkıyla arar.” (Nisa, 86) buyrulur. Bu ve benzeri ayetlerde emredildiği gibi, Müslümanların birbirlerine karşı daima insancıl davranmaları ve nazik olmaları, karşılaştıklarında selâmlaşmaları gerekir. Mümin kendisine selâm veren kimseye, daha içten, daha candan, daha güzel, en azından onunki kadar güzel karşılık vermelidir. Zira kaba, nazik olmayan davranışlar mümine hiç yakışmaz. Selâmlaşmak, her şeyden önce bir nezaket kuralı, dostluk ve iyi niyet işaretidir. Selâmlaşanlar, karşılıklı olarak birbirlerine, sevgi, saygı, sağlık ve esenlik dileklerini sunmuş olurlar. Selâmlaşmak aynı zamanda bir medenilik işaretidir. İnsan medeni bir varlıktır. Karşılaştığı kimseye selâm vermemek, onu görmemezlikten gelmek, hiçe saymak demektir. Bu ise medeni ve zarif bir tutum değildir. Karşılaştıkları zaman selâmlaşmak insanlara mahsus güzel bir meziyettir. Diğer taraftan selâmlaşmak toplum içerisindeki fertleri birbiriyle kaynaştırır, birbirlerine karşı merhamet, şefkat ve sevgi duygularını geliştirir. Onun için Peygamber Efendimiz bir hadisi şeriflerinde: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mümin olamazsınız. Size yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, İman, 93) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz selâmlaşmanın müminler arasında yaygın hâle gelmesini isterdi. Onun için karşılaşılıp selâmlaştıktan sonra, araya bir engel girip tekrar karşılaşılınca yine selâmlaşılmasını emretmiş, hadisi şeriflerinde: “Biriniz Müslüman kardeşine rastladığında ona selâm versin. İkisi arasına bir ağaç, duvar ya da taş girince tekrar karşılaştığında yine ona selâm versin” (Ebu Davud, Edeb, 135) buyurmuştur. Otobüs, tren, tramvay, uçak gibi umumi bir vasıtaya binildiğinde yanındaki insanla selâmlaşmak, onunla konuşmaya da bir vesile olur. Yanındaki ile konuşmadan yapılan yolculuk sıkıcı olur. Bazen insan konuşmaya nereden başlayacağını bilemez. İşte selâmlaşmak bunun için de iyi bir vesiledir. Onun için Peygamber Efendimiz: “esselâmü kable’lkelâm: Konuşmadan önce selâm verilir.” buyurmuştur. Birbirleriyle karşılaşan kimselerin selâmlaşmaları, birbirlerine değer verdiklerinin işaretidir. Biri ile karşılaşınca ona selâm veren kimse, mesela ağaç ve hayvan gibi onu sıradan bir varlık olarak görmediğini, bir insan olarak gördüğünü, ona değer verdiğini ifade etmiş olur. Başkalarına değer veren, saygı gösteren kimseye, değer verilir, saygı görür. Selâm erkeklere verildiği gibi kadınlara da verilir. Hatta çocuklara da verilir, böylece bir taraftan çocuklara değer verilmiş olduğuna işaret edilir, diğer taraftan onlara İslâmın bu güzel âdâbı öğretilmiş olur. Nitekim bu dinin tebliğcisi olan Peygamber Efendimiz sadece erkeklere selâm vermekle kalmaz, kadınlara ve çocuklara da selâm verirdi. Ensardan/Medineli Müslümanlardan Yezid b. esSeken kızı Esma (r.a.) diyor ki: “Resûlullah (s.a.s.) biz kadınların yanına geldi ve bize selâm verdi.” (Ebu Davud, Edeb, 137) Sevgili Peygamberimize hayatı boyunca hizmet etme şerefine nail olup ondan en çok hadis rivayet edenlerden biri olan Enes b. Malik hazretleri çocuklara uğradığı zaman selâm verir ve: “Hz. Peygamber de böyle yapardı.” derdi. (Buhari, İsti’zan, 15, VIII, 68) Görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimiz, birbirleriyle karşılaşan müminlerin selâmlaşmalarına büyük önem veriyordu. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ashabı onu izliyor, onun yaptığı şeyleri yapmaya çalışıyorlardı. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, Peygamber Efendimizin sünnetini yerine getirmeye çok düşkün idi. Efendimizin selâmlaşma konusundaki emirlerini yerine getirmek için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. Abdullah b. Ebû Talha bu konuda şöyle rivayet etmektedir: Übey b. Ka’b’ın oğlu Tufeyl bana, Abdullah b. Ömer’e geldiğini ve beraberce çarşıya gittiklerini haber vererek şöyle dedi: Çarşıya gittiğimizde Abdullah b. Ömer (r.a.) uğradığı satıcılara, ticaret erbabına, fakirlere ve herkese mutlaka selâm verirdi. Bir gün yine Abdullah b. Ömer (r.a.)’e gittim. Kendisiyle beraber çarşıya çıkmamı istedi. Ben de ona: “ Çarşıda ne yapacaksın? Sen satıcıların yanında durmazsın, bir mal sormazsın, bir şey almazsın ve çarşıdaki meclislerde de oturmazsın. Ben diyorum ki, burada bizimle otur, konuşalım” dediğimde bana: “ Ey şişman (Tufeyl büyük karınlı biri idi) biz selâm için gideceğiz, karşılaştığımız kimselere selam veririz” dedi. (Malik, Muvatta, Selâm, 6; Buhari, elEdebü’lMüfred, s. 272) Dinimiz sadece birbirlerini tanıyan kimselerin selâmlaşmasını değil, tanıdık, tanımadık herkese selâm verilmesini emretmektedir. Nitekim bir sahabi Peygamber Efendimize, İslâmda hangi işin daha faziletli olduğunu sorunca, Efendimiz: “Yemek yedirmek, tanıdığına ve tanımadığına selâm vermektir.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Edeb, 142) Başka hadisi şeriflerinde de: “Ey insanlar! Selâmı yayın, yemek yedirin, akrabaya ilgi gösterin ve herkes uykuda iken namaz kılın, selâmetle cennete girersiniz.” buyurmuştur. (Hadis Ansiklopedisi, IX, 401) Peygamber Efendimiz karşılaşan iki Müslümandan, önce selâm verenin Allah’a daha yakın olacağını bildirmiş (bk. Ebû Davud, Edeb, 133), bir meclise hem girerken, hem de oradan ayrılırken selâm verilmesini emretmiş ve: “Sizden biri bir meclise vardığı zaman selâm versin, oradan ayrılırken de selâm versin. Bunlardan birincisi, ikincisinden daha önde değildir” (Ebû Davud, Edeb, 139) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz hadisi şeriflerinde, küçüklerin büyüklere, gitmekte olanların oturmakta olanlara, azlığın çokluğa, binek üzerinde olanların yürüyenlere selâm vermesini emretmiştir. (Ebû Davud, Edeb, 134) Bunun gibi yolculuk esnasında arkadan gelenler önden gidenlere selâm verirler. Bir şey ile meşgul olup selâmı alamayacak kimselere selâm vermek mekruhtur. Mesela yemek yiyene, Kur’an okuyana, ilimle meşgul olana, hutbe dinleyene ve namaz kılana selâm verilmez. Konya’da 18861960 yılları arasında yaşamış Hacıveyiszade Mustafa Efendi isminde âlim, zahid, herkes tarafından çok sevilen ve sayılan biri vardı. Bir çok faziletleri ve üstün meziyyetleri yanında, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç, tanıdık tanımadık, karşılaştığı herkese selâm vermesiyle de meşhurmuş. Hatta onun bu selâmı, çocuklar için bir eğlence vesilesi bile olurmuş. Daha o, çocuklara selâm vermeden önce, çocuklar ona selam verirmiş. O da başlarını okşaya okşaya aleyküm selâm, aleyküm selâm diyerek gidermiş ve bu arada çocuklara çerez vermeyi de ihmal etmezmiş. Hacıveyiszade bir kere oğlu ile İstanbul’a gitmiş. Galata Köprüsünden geçiyorlarmış. Adeti üzere yine sağına, soluna, önünden geçen herkese selâm verince, herkes birbirine bakmaya başlamış, onun bu tutumu tuhaflarına gitmiş. Oğlu: “ Baba, burada selâm vermesek olmaz mı?” demiş. Hacıveyiszade: “ Niye?” diye sormuş. Oğlu: “Bunlar içerisinde Müslüman olmayanlar da var. Hem pek alan da yok.” deyince, Hacıveyiszade: “Olsun babam, onlar almazlarsa ben geri alıveririm selâmımı, olur biter. Biz verelim de onlar almayacaksa yine almasın.” demiş. (Mustafa Özdamar, Hacıveyiszade, İst., 1992, s.18) Öyle kimseler vardır ki, karşısındakinden bir çıkarı olduğu zaman selâm verir veya selâm alır. Bir çıkarı yoksa onu görmemezlikten, duymamazlıktan gelir. İşte bu tip menfaatperestler için ünlü Divan şairi Fuzuli asırlarca önce: “Selâm verdim, rüşvet değildür deyû almadılar.” der. Fuzuli’nin çağdaşı Rûhî de bu tür insanlardan şikâyetle şöyle der: Cerrar deyû vermez olur Tanrı selâmın Şermende ider eylese bir habbe in’am. (Şermende ider: Mahcup eder) Yani; Dilenci diye Tanrı selâmını vermez. / Bir habbe/tane bir şey verse mahcup eder. Yazımızı Yunus Emre’nin şu dörtlüğü ile noktalayalım: Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selâm olsun Bizim için hayır dua Kılanlara selâm olsun. TEMMUZ 2012 Kardeşliğin devamında selamın yeri Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İslami telakkide içtimai hayatın harcı kardeşlik ve dostluktur. İslami kardeşlik iman ve rahmet-i ilahiye sayesinde oluşmuş ve tarihî süreçte düşmanlık duygularını ortadan kaldırarak sosyal bir barış ortamı tesis etmiştir. Allah için olan kardeşlik sürekli feragat ve fedakârlık ister. İslami anlayışa göre dünyevi dostluklar dünyada kalır, ahirete taşınan ise Allah için olan kardeşlik ve dostluklardır. Nitekim Allah Teala takva ehlinin dostluğunun ahirette nasıl işe yarayacağını şöyle ifade buyurur: “O gün takva ehli dışında bütün dostlar birbirlerine düşman kesilir.” (Zuhruf, 43/67.) Böyle bir kardeşlik ve dostluk Hz. Peygamber’in, kıyamet günü hiçbir gölgenin bulunmadığı sırada Hak Teala’nın arşın gölgesi altında barındıracağını haber verdiği yedi gruptan birini teşkil eder. Onlar Allah için birbirini seven, bu sevgi üzere yaşayan ve bu sevgi ile ölen kardeşlerdir. (Buhari, Ezan, 36, Zekât, 16, Hudud, 19; Müslim, Zekât, 91; Tirmizi, Zühd, 53.) İslam dini kardeşliğin devamını bazı prensiplere bağlamıştır. Müminlere, mümin kardeşleri için birtakım hak ve sorumluluklar yüklemiştir. Bu hak ve sorumluluklardan biri selamdır. (Buhari, Cenaiz, 2; Müslim, Selam, 4.) Selam, sadece sembolik bir ifade değil, insanlar arasındaki muhabbetin artmasına, kardeşlik duygularının güçlenmesine ve devamına vesile bir sevgi transferdir. İslam kardeşliğinin sürekliliği toplum hayatı için son derece önemlidir. Çünkü toplumu oluşturan insanların birbirlerine olan saygı, sevgi ve muhabbeti selamlaşma ile pekişir ve gelişir. Selam, insanların birbirleriyle olan en güçlü iletişim araçlarından biridir. İletişime selam ile başlanır; yani insan önce selam verir, sonra kelama başlar. Bu iletişimin içten, samimi ve sıcak olması gerekir. Samimiyetle verilen selam, bazen bir çok hediye ve ikramdan daha tesirli olur. Bu gönül alma eylemi ile insan, kendisine verilen selamı ağzının ucuyla değil, en içten duygularla kabul eder. Selam, Allah’ın isimlerinden biri olarak âdeta müminlerin dostluk parolasıdır. İslam’ın doğuşundan günümüze kadar inananlar, bu parola ile anlaşmışlardır. “Selam” lafzının Arap harfleriyle yazılışında ayrı bir sembolik anlam bulunmaktadır. Kelimenin başındaki “sin” harfi üç dişli haliyle zinciri, “lam” Cibril ve diğer melekleri, “elif” Allah’ı, “mim” Muhammed (s.a.s.) ve mevcudatı sembolize eder. Dolayısıyla selam, yaratılanları Yaratan’a ve yaratılmışları birbirine ve Allah’a bağlayan bir bağdır. Varlık âleminde Allah’tan yaratılmışlara ve yaratılmışlardan hem Allah’a, hem de varlıkların birbirlerine olan selamları bunu göstermektedir. Namazda okuduğumuz Tahiyyat bu selamlaşmaların özeti gibidir. Göz teması, el ve baş işaretleriyle yapılan selamlaşmada lafız çok önemli değildir. Ancak selamın dua ve ritüel boyutuna taşınması için “selam” lafzıyla olması gerekmektedir. Selamın istilama dönüşmesi için dokunmaya; yani musafaha etmeye ihtiyaç vardır. Nitekim Haceru’l-Esved’i istilam, ona dokunmak demektir. İnsanlarla iletişimde ritüele dönüşen selam; dua, musafaha ve muanaka/kucaklaşma ile kemale erer. Böyle bir selam, dinî ve dünyevi afetler ile sıkıntı ve fenalıklardan uzak; uzun ve bereketli bir hayat için kavlî ve fiilî duadır. Allah Teala selamı, hayatın merkezine koymuştur. İbadet hayatının da, içtimai hayatın da temelinde selam vardır. İnsanların birbirleriyle selamlaşmaları barış ve güvenin sembolüdür. Kardeşler arası selamlaşmayı hayatın bir parçası gören İslam dini, selamın yaşaması için ona mukabeleyi ondan daha önemli bir sorumluluk olarak görmektedir. Nitekim ayet-i kerimede: “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile mukâbele edin veya verilen selamı aynen iade edin.” (Nisa, 4/86.) buyrulmuştur. Kardeşliğin tesisi ve sürekliliğinde paylaşmak vardır. Selamlaşmak hem kaynaşmaktır, hem de hayatı bütün zorluklarıyla paylaşmaktır. Selam insani ilişkilerde farkındalık bilinci ortaya koyar. Selam ile insan, kardeşlerinin farkına varıp, ziyaret ederek hayatın zorluk ve kolaylığını, sevinç ve üzüntüsünü paylaşmış olur. Selam en hayırlı amellerden biri kabul edilir. Nitekim bir sahabi: “İslam’ın en güzel ve hayırlı davranışı hangisidir?” diye sorduğunda Allah Rasulü şöyle cevap vermiştir: “İnsanlara yemek yedirmek (it’am-ı taam), tanıdığın, tanımadığın herkese selam vermektir (ifşaü’s-selam).” (Buhari, İman, 20; Müslim, İman, 63.) Kardeşlerin birbirini sevmesi, birlikteliğin devamı için gereklidir. Birbirini sevmenin alameti selamlaşmaktır. Selam muhabbet vesilesidir. Bu yüzden selam, ne kadar güzel ve cömertçe verilirse o oranda muhabbet meydana getirir. Sürdürülebilir bir dostlukta selam çok mühim bir vazife icra etmektedir. Selam dostlar arasındaki bağı kuvvetlendiren bir ilgi ifadesi olup toplumdaki fertler arasındaki kaynaşmayı arttırmaktadır. Selamın etkisi de buradadır. Çünkü selam, toplu olarak yaşayan insanların cemiyet içerisinde birbirlerine saygı ve hürmet gösterme şeklidir. Selam, verenle alanı yakınlaştırır, samimileştirir, birbirine ısıtır ve gönülleri bir yapar. İnsan selam sayesinde insanlarla kendi arasına bir köprü kurmaktadır. Yalnızlaşan günümüz insanı çevresiyle arasına duvar örerken, İslam dini selamı hayatın merkezine koymakta ve kardeşler arası iletişimde köprü kurmaya vesile olmaktadır. Aynı dünya üzerinde beraber yaşadığımız insanlarla iyi geçinmek durumundayız. İyi geçinmek için karşılıklı sevgi ve saygıya muhtacız. Bu sevgi ve saygının oluşmasında selamın büyük bir yeri ve etkisi vardır. Toplumdaki dirlik ve huzur buna bağlıdır. Selam, insanlar arası sevgi ve saygının artmasına vesiledir. Sevgi ve saygı olmadan birlik ve beraberlik, birlik ve beraberlik olmadan da huzur olmaz. Sevgi, muhabbet ve dostluğu artıran en güzel vesile onları arayıp sormak suretiyle fiilî ve kalbî selamdır. Nitekim Allah Rasulü: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız. İşlediğiniz taktirde birbirinizi sevmeye vesile olacak bir amel göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim, İman, 93; Ebu Davud, Edeb, 131; Tirmizi, İsti’zan, 1; İbn Mace, Mukaddime, 6, Edeb, 11.) buyurarak bu gerçeğe vurgu yapmaktadır. Selamlaşma, kızgınlık ve dargınlık, kin ve nefret gibi insanlar arasında düşmanlığa sebep olan kötü huy ve davranışları yok eder. Böylece selam, müminlerin birbirleriyle görüşmelerini, kaynaşmalarını, birbirlerinden ayrılmamalarını ve kalplerinin birbirine ısınmasını sağlar. Günümüz toplumlarında insanlar arası münasebetler azalmakta ve dostluklar soğumaktadır. Şu bir gerçek ki modern dünya tasavvuru fertleri acımasızca potasında eritmekte ve insanlar, kalabalıklar içinde yalnızlaşmaktadır. Bu yalnızlaşma ile insanlar birbirleriyle selamlaşmıyor, dert ve sıkıntısını paylaşmıyor. Aynı apartmanda yan yana oturan veya aynı handa, aynı iş merkezinde ticaret yapan insanlar selamlaşmamakta, birbirleriyle ilgilenmemekte ve giderek yalnızlaşmaktadırlar. Hâlbuki insan, insana muhtaçtır. Çünkü insan, insanın kurdu değil yurdu, sığınağı, koruyucusudur. Sürdürülebilir bir kardeşlik için selam gerekir, muhabbet gerekir, vermek gerekir. Eğer kardeşlerimize selam vermemek için yönümüzü, yüzümüzü, gözümüzü ve gönlümüzü kaçırırsak, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış oluruz. Müslüman bir yürek, kardeşine sevgi ve saygıyla davranır. Mümin bir kalp, Allah’ın isimlerinden olan selamı kardeşinden esirgemez. Çünkü kardeşlik ve dostluğun devamı ona bağlıdır. Selamlaşmak Doç. Dr. Halil Altuntaş Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi İnsanı “düşünen varlık” diye tanımlamışlar. Güzel, fakat alternatifsiz bir tanım değil. Çünkü insanın tek ayırıcı özelliği düşünmek değildir. Dik yürümek, alet kullanmak ve konuşmak gibi diğer özelliklerinden her biri insan tanımının merkezine alınabilir. Bu konudaki tercihi ise insanın hangi özelliğini vurgulamak istediğimiz belirleyecektir. Zihin faaliyetlerini söz konusu edeceksek tabii ki düşünme yeteneği öne çıkarılacaktır. Fakat mesela, birlikte yaşama ihtiyacını öne çıkaracaksak “düşünen varlık”tan değil, öncelikle, “konuşup anlaşan varlık”tan söz etmemiz gerekecektir. İnsanların farklı sosyolojik ve etnik gruplara ayrılmış olmasını Kur’an, “buluşup tanışsınlar diye” ifadesiyle açıklar. (Hucurat, 48/13.) Tanışmamış olan insanların, aynı ortamı paylaşsalar da aralarında bir mesafe, bir resmiyet olur. Çünkü birbirlerine “yabancı”dırlar. İşte selamlaşma bu mesafeyi aşabilmenin en yaygın yöntemidir. Tanışma selamla başlar. Bir kimse ile karşılaştığımızda, birinin yanına girdiğimizde ya da birinden uzaklaştığımızda o kimseye selam veririz. Bu bir nezaket, iyi niyet ve iyi temenni ifadesidir. Karşıdaki de bu güzel yaklaşıma benzer duygularla karşılık verir. Her toplum ve kültürün kendine has selamlaşma yöntemleri vardır. Fakat İslam, selam olgusuna kendi damgasını vurmuş, getirdiği tevhit ilkesinin sosyolojik anlamda da vücut bulmasına katkıda bulunacak özel bir rol belirlemiştir. Bunu yaparken de Kur’an’ın ilk muhatabı olan müşrik Arapların kullanageldikleri selamlama ifadesi olan “Hayyakellah”ı “Selamün aleyküm” ile değiştirmiştir. “Selam” ve “İslam” kelimeleri aynı kökten; “barış”, “esenlik” ve “güvenlik” anlamlarındaki “silm” kökünden geliyor. İslam, taşıdığı isim ile varlık sebebi olan barış olgusunu insan-insan, insan-evren ve insan-Allah arası ilişkileri alanında temsil ederken, selamlaşma cümlesi üzerinden de günlük hayata ve kişisel ilişkilere kadar indirir. “Hayyakellah”ın; "Allah ömrünü uzun etsin” gibi bir anlamı var. İslami selam ise “Güvenlik ve esenlik sana!” anlamına geliyor. Selam verilen kimse aynı cümleyi vurgulu bir söyleyişle “Ve aleyküm selam” (Sana da esenlik ve güvenlik!) şeklinde tekrarlayarak bu selama karşılık verir. “Hayyakellah” ifadesinde Allah’ın adı yer almakta, yeni selamlama cümlesinde ise bu isim yok. Son derece sade ve sıradan bir cümle gibi görünüyor. O hâlde eski selamlama şekli niçin değiştirilmiş olabilir? Belirtmek gerekir ki “Hayyakellah” ifadesindeki “Allah”, arka planı ile müşriğin tasavvurundaki şirke bulaştırılmış Allah inancına atıfta bulunuyor. Bu selam cümlesinin kullanılmaya devam etmesi, bilinçaltına yerleşmiş olan bu yanlış Allah tasavvurunun sürüp gitmesine katkıda bulunmuş olacaktı. Oysa ima ve işaret yolu ile de olsa İslam’ın, şirke kapı aralayan hiçbir söz ve eyleme onay vermesi söz konusu olamazdı. Öte yandan, “Allah ömrünü uzun etsin” temennisi dünya hayatı ağırlıklı bir anlama sahiptir. Buna karşılık “Selamün aleyküm” şeklinde selam veren kimse karşısındakine dünya ve ahiret ayırımı yapmadan her türlü güvenlik ve esenlik temennisinde bulunmuş olur. Görüldüğü üzere “Selamün aleyküm” gerçekte bir dua cümlesidir. Zira güvenlik ve esenliğin nihai kaynağı Allah olduğu için sonuçta, “Allah’ın koruması ve himayesi seninle olsun” denilmiş olur. Bu da Allah’ın el-Hâfız ve el-Hafîz sıfatlarının o kimse hakkında olguya dönüşmesini dilemektir. Demek ki selamlaşmak sadece bir görgü kuralı değil, aynı zamanda özgün lafzı ve mesajı ile dinin ayırıcı özelliklerinden biridir. Efendimiz’e, “İslam’ın hangi özelliği daha hayırlıdır?” diye sorulunca zikrettiği iki şeyden biri “selam vermek” olmuştur. (Buhari, İman, 20.) Bu sebeple Müslümanların selamlaşmada Kur’an ve sünnetin öğrettiği orijinal formülü yani “Selamün aleyküm” ve -buna karşılık olarak“Aleyküm selam” cümlelerini kullanması önem arz eder. Şüphesiz, başka sözlerle verilecek selama bunlara uygun ifadelerle karşılık verilebilir. Ancak bu tür pratikler İslam’ın öğrettiği selama alternatif olarak düşünülmemelidir. Zira bu selamın hem söz hem de anlam olarak taşıdığı vurguların başka dil ve ifadelerle aynen yansıtılması çok zordur. Diğer taraftan “Selamün aleyküm” Müslümanlar arası bir sözlü kimlik belgesi niteliği taşımaktadır. Bu kimlik sayesinde Müslümanın dinî aidiyet duygusu pekişir. Bu yönü ile İslam’ın evrensel özelliğinin pratik göstergelerinden biridir selam. Selam vermek dinî bir zorunluluk olmamakla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sürekli uyguladığı ve ısrarla tavsiye ettiği kuvvetli bir sünnettir. Buna karşılık verilen selamı almak dinî bir gerekliliktir. Çünkü karşınızdaki kişi hiçbir beklenti içinde olmadan, bütün içtenliği ile sizin için güzel bir dilekte bulunmuştur. Müslümanın asil kişiliği böyle bir tutum karşısında duygusuz ve tepkisiz kalmaya izin vermez; bu duygu ve temenniyi aynısıyla hatta daha da güçlü bir şekilde selam verene yansıtır. Bu konudaki itici gücün kaynağı ise şu ilahî mesajdır: “Size bir selam verildiği zaman, bu selamdan daha güzeliyle karşılık verin veya verilen selamı aynen iade edin…” (Nisa, 4/86.) Hz. Peygamber’in verdiği açıklayıcı bilgi bize ayetin; “Selamün aleyküm” diyene ya “aleyküm selam” diye karşılık vermemizi, ya da buna “ve rahmetullah” ifadesini ekleyerek “Sana da güvenlik ve esenlik, sana da Allah’ın rahmeti…” şeklinde karşılık vermemizi istiyor. (Beyhaki, Şuabu’l-İman; Reddü’s-Selam, hadis no. 8801.) Peygamber Efendimiz, Kur’an-ı Kerim’in bu mesajının iyice algılanıp uygulanmasına büyük önem atfetmiştir. Selamlaşmayı teşvik eden pek çok hadis bu gerçeği ortaya koymaktadır. Fakat başka hiçbir hadis bulunmasaydı bile tek başına şu hadis bu konuda yeterli olurdu: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; iman etmeden cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden de iman etmiş olmazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız.” (Müslim, İman, 17.) Hadis bize şunu söylüyor: Selamı aranızda yaygın hâle getirirseniz, birbirinizi seversiniz; birbirinizi sevince gerçek imanın tadını alırsınız. Böyle bir iman, sizi cennete ulaştıracak iyi davranışlar konusunda başarılı kılacak olan enerjiyi sağlayacaktır. Çünkü selamlaşma sürecinde karşılıklı olarak sergilenen bu içten tutum iki yürek arasında bütün arka plan endişelerinden uzak, sıcak ve özel bir alan oluşturur. Bu alan müminler arası ruh bütünlüğüne zemin oluşturması bakımından önemlidir. Böyle bir ortamda bencilce ve kısır çekişmeler en aza indirilip asıl hedef olan kulluk bilinci güçlendirilebilir. Bu hakikatin pratik bir göstergesi olarak, selam vermek iman etmiş olmanın göstergesi olarak kabul edilmiştir. Bazı sahabiler, daha önce İslam düşmanı olduğunu bildikleri bir kimse ile karşılaşmışlardı. Şahıs kendilerine selam verince, “mümin görünüp ölümden kurtulmak istiyor” düşüncesi ile adamı öldürüp mallarına el koymuşlardı. Kur’an-ı Kerim, bu gibi durumlarda araştırma yapmadan karar verilmemesi uyarısından sonra hükmü koyuyor: “Size selam veren kimseye, dünya hayatının menfaatini gözeterek, ‘Sen mümin değilsin’ demeyin.” (Nisa, 4/94.) Kaldı ki, Müslüman olmasa bile bir kimseyle savaşmanın ve onu öldürmenin caiz olması için; bu kimsenin saldırgan olması, dininiz sebebi ile size düşmanca tutum içinde olması gibi birtakım özel şartları vardır. Bireyselleşen hayatımız, bir şekilde bizi kendi içimize kilitlemiş gibi görünüyor. “Kendi kendimize yetme ve tek başımıza başarma” yolunda şeklen olmasa bile iç dünyamızda önemli ölçüde yalnız yaşadığımız bir hayatımız var. Bir tür selamlaşma korkaklığı ile malulüz. Asansörlerdeki o ürkütücü suskunluk nedir? Oysa tebessümün eşlik edeceği bir selam o kasvetli havayı yumuşatmak için yetip de artıyor bile. Yine, yolda yürürken karşılaştığımız birine selam vermek cesaretimiz yok gibi. Ya karşılık vermezse? Bunun için selam vermeyi âdeta “tanıdıklar arası bir söz alışverişi” gibi algılar olduk. “Tanıdığın ve tanımadığın kimselere selam ver.” (Buhari, İstizan, 8.) şeklinde nebevi öğretiye çok aşina olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Elbette bu sünnetin günümüz şartları içinde özellikle herkese açık büyük mekânlarda birebir uygulanması söz konusu değil. Ancak günlük hayatımızda buna fırsat bulabileceğimiz pek çok ortam oluşabilir. Önemli olan, selamın taşıdığı mesajı her fırsatta başkalarına taşıma bilincinin diri tutulmasıdır. Nitekim Efendimiz, selam vermek için fırsat kollamayı, âdeta bahane üretmeyi öğütlemiştir. O şöyle buyurur: “Biriniz din kardeşiyle karşılaştığı zaman ona selam versin. Eğer aralarına bir ağaç, duvar veya büyükçe bir taş girer sonra da onunla karşılaşırsa ona yine selam versin.” (Ebu Davud, Edeb, 147.) Ebu Hüreyre’nin bildirdiğine göre sahabiler bu tavsiyeyi aynen uygulamışlar, birlikte yürürlerken karşılarına çıkan bir ağaç, bir duvar ya da başka bir engel sebebi ile ikiye ayrıldıktan sonra buluşunca selamlaşırlardı. (Buhari, el-Edebü’l-Müfred, [Daru’l-Beşairi’l-İslamiyye, İkinci Baskı, Beyrut, 1409/1989] Selam ve Musafaha, 25) Abdullah b. Ömer (r.a.)'in sırf insanlara selam vermek için çarşıya çıkması (Malik b. Enes, Muvatta, el-Cami’, 63.) da aynı nebevi teşvikin yansımasıdır. Selamlaşmak insanlar arasında yakınlaşma sağladığı gibi Allah ile kul arasında da yakınlaşma sağlar. Bu bakımdan önce kimin selam verdiği gibi detaylar bile önem arz eder. Nitekim “İnsanların Allah katında en makbulü ve O’na en yakın olanı, önce selam verendir.” (Ebu Davud, Edeb, 133.) Selamlaşarak içimizde var olan, ruhların birbirine yakınlaşması ihtiyacına cevap veriyoruz. Ruhunu kavrayacağımız selam bizi, içinde yalnızlıktan kurtulacağımız ülfet yurduna yerleştirecektir. O yurtta kendi adımıza güvenlik garantisi verdiğimiz kardeşlerimiz bize daha güçlü bir karşılık verme yarışında olacaklardır. Bir esenlik bildirisi olarak selam ve selamlaşmak Mustafa Özçelik Bundan yedi yıl önce Ukranya’nın Kırım bölgesine gitmiştim. Bu, benim ilk yurt dışı seyahatimdi. Simferepol (Akmescit) hava limanına indiğimizde ilk olarak Rusça konuşan görevlilerle karşılaştık. Aynı dili konuşamamanın ne anlama geldiğini bütün ızdırabıyla ilk o zaman anladım. Kendimi onca insan arasında yabancı, yapayalnız hissettim. Neyse ki bu durum fazla uzun sürmedi. Hava limanının dışına çıktığımızda bizi Kırım Türklerinden bir görevli karşıladı. İlk sözü “selamün aleyküm, hoş geldiniz” oldu. İşte o sözü duyar duymaz, biraz önce çok yoğun biçimde hissettiğimiz yalnızlık ve yabancılık duygusundan sıyrıldık. O güne kadar birbirlerini hiç görmeyen insanlar olarak kucaklaştık. Bu yakınlığı, sıcaklığı sağlayan işte o ilk sözdü, “selamün aleyküm” sözüydü. Daha sonraki zamanlarda yanımıza gelen Kırım Türklerinden duyduğumuz ilk söz de hep bu oldu. Selamla ilgili beni etkileyen bir olay da şöyle gerçekleşti: Yine selamlaşarak tanış olup sohbete başladığımız bir Kırımlı yetkili bir ara, “Bakın kızım geliyor. Ama o, yıllardır Rusya’da… Türkçesi çok iyi değil… Anlaşamadığınız yerde ben yardımcı olurum.” dedi. Yanımıza gelen 25-30 yaşlarında bir genç kızdı. O, Türkçeyi iyi bilmediği söylenen kızın da bize ilk sözü “Selamün aleyküm” oldu. Konuşmanın sonraki bölümlerinde babasının yardımıyla anlaştık ama o ilk söz yani selam vermesi onu da bizimle tanış yaptı. Sonradan öğrendik ki yıllardır Rus zulmüne maruz kalarak dinlerini, dillerini, kültürlerini unutmak zorunda kalan bu insanlar, selamı hiç unutmamışlar ve o diyarda selam sözü onların birbirlerini tanımalarında anahtar kavram olmuş. Türkiye’de yaşayan biri ise selamı elbette bilir. Bir kahveye yahut eve mi gittiniz, daha önce hiç gitmediğiniz bir şehirde bir adres mi soracaksınız yahut bir parkın bankında otururken yanınıza biri mi geldi ilk söz elbette selamdır. O söz söylenmişse arkası gelir. Hâl hatır sorulur, koyu bir sohbete dalınır. Hatta ayrılırken de adresler, telefonlar alınır. Zira selamla bir kadim dostluğa başlangıç yapmışsınızdır. Çünkü selam, Müslümanların yaşadığı coğrafyaların en özel kelamıdır. İnsanlar, yıllarca, hatta asırlarca selamla birbiriyle kardeşlik hukuku oluşturdular. Biliştiler, tanıştılar, görüştüler. Biliyorduk ki selamlaşanlar, birbirlerine kötülük yapmazlardı. Selam, emin insanların sözüydü. Sonrası ise trajik bir hikâyedir. Zamanla selamdan koptuk. Önce tanıdık, tanımadık gördüğümüz herkese hatta her varlığa selam verirken giderek selamlaştığımız kişiler azaldı. Yüz yüze tanıdıklarımızla, daha sonra da aramızda bir şekilde akrabalık, komşuluk vb. hukuku olanlarla sınırladık selamlaşmayı. Hele apartman düzenine geçtikten sonra selamlaşma alanı daha da daraldı. Aynı binada hatta karşılıklı dairelerde oturanlar bile birbirleriyle selamlaşmaz oldular. O yüzden dairelerimize alarmlar taktırıyor, apartmanımızda bile güven içinde oturamıyoruz. Çünkü emniyette hissetmiyoruz kendimizi. Bir sıkıntımız, bir sevincimiz olduğunda selam verip kapısını çalabileceğimiz komşulardan yoksun kaldık. Yoğun bir yalnızlık ve yabancılaşma hepimiz için ciddi bir probleme dönüştü. İşin tam da bu noktasında Yunus Emre’nin o ayrılık, düşmanlık çağında söylediği şu mısralar geliyor aklıma: “Gelin tanış olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Bu dünya kimseye kalmaz.” Siz, bunu duyunca selamı hatırlamaz mısınız? Çünkü Yunus Emre, bu dörtlüğünde “tanış olmak”tan “işi kolay kılmak”tan, “sevmek ve sevilmek”ten söz ediyor. Sevgiye, kardeşliğe dayalı bir hayatın şifresini söylüyor bize… Sadece bu hayatın değil ebedî hayatın şifresi de selamda gizli. Biliyoruz ki cennete "daru's-selam=selamet evi, barış konağı, barışıklık yeri" denilir. Mademki cennet, barış yeridir. Oraya vasıl olmak için öncelikle bu dünyayı böyle bir barış, esenlik, güven ve huzur yurduna çevirmek gerekiyor. Yunus’un mesajının özü de işte budur. Peki, bu nasıl olacak? Elbette selamla, selamlaşma ile olacak. Zira tanış olmanın ilk adımı selamla atılır. Selam, karşılıklıdır. Yani birimiz selam verip, diğerimiz de aldığımızda selamlaşma olur. İki insan arasındaki selam hukukun kurulması böyle sağlanır. Bundan dolayıdır ki selamı veren, alandan bir adım öndedir. O başlatmıştır böylesi bir güzelliğin inşasını. O, selam vererek bir sünneti yerine getirmiştir; ama karşılıksız kalmaz onun bu ilk adımı. Zira selam vermek sünnet hükmündeyken almak farz hükmündedir. Yani bir el uzatılmışsa onu havada bırakmayıp tutmak gerekir. Nitekim öyle değil midir? Selamlaşmanın ardından eller birbiriyle buluşur, musafaha yapılır. Hatta bunu çoğu kez kucaklaşma, sarılma takip eder. Tam da burada Buhari’de geçen şu kutlu sözü nasıl hatırlamayız ki: “Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de gerçek mümin olamazsınız. Size bir şey göstereyim ki, onu yapmadığınız zaman birbirinizi sevmiş olamazsınız: Aranızda selamı yayın.” İşte selamın hikmeti, gücü, manası buradadır. Selamla birbirimizi sever, birbirimizi sevdikçe gerçek müminler olabiliriz. Selam, bizi, yeni bir hayat ve insan algısına çağırıyor. Burada Yunus’un sözünü ettiğimiz dörtlükte söylediği “işi kolay kılmak” ifadesi üzerinde de düşünmek gerekiyor. Yani zor işlerin kolay kılınması ancak birlik, dirlik içinde olabilirsek mümkün olabilir. Yine “sevmek ve sevilmek”, insan için en temel yaşama gayesi ise bu hedeflerin gerçekleşmesinin temel şartı selamlaşmak olacaktır. Fakat burada önemli olan selamı bütün manası ve ruhuyla canlı, hakiki bir kelama dönüştürmektir. Değilse sadece söz olarak söylemenin çok da anlam taşımayacağı ortadadır. Söz, selama uygun davranışı, hareketi beraberinde getirirse selamlaşmanın bir manası olacaktır. Tıpkı onu da dua gibi “kalbî, kavlî ve fiilî” boyutları olan bir kavram olarak bir bütünlük içinde anlamak gerekiyor. Burada duadan söz ederken selamın aynı zamanda dua manasına geldiğini de hatırlayalım. Selam, nasıl bir dilden/gönülden başka dil ve gönüle gönderilen ve karşılığı da hemen verilen bir eylem ise dua da öyledir. Muhatabınız içindir duada dilediğiniz hayırlar ve güzellikler. Sizin gönlünüzden doğup dilinizde söze dönüşen dua da selam gibi gönüller arasında nice muhkem köprüler kurar. Zira ikisi de Allah adına yapılır. Selam da dua da O’ndan gelir ve O’na gider. Dolayısıyla selamlaşmak hem bu dünyada hem de bir sonraki (son) durak olan ahirette karşısındaki kişiye barışı, selameti, esenliği, hayrı dilemenin ta kendisi olarak duaların en güzeline dönüşür. Yine her varlığın da bizde bir selam ve dua hakkı vardır. Bir yere girildiğinde içinde insan olmasa bile selam verilmesinin tavsiye edilmesi işte bundandır. İnsan yoksa melekler vardır orada. Onların da selam hakkı vardır. Gönül gözü daha derini görür elbette. Dağa, taşa, akan suya, uçan kuşa da selam verir. Bilir ki cümle yaratılmışa bir göz ile bakmak ve selamla tanış olmak gerekir. Bilir ki cümle yaratılmış da onu selamlamaktadır. O zaman ne ayrılık kalır ne gayrılık… Selam, cümle yaratılanı kendi merkezinde bir kılar. Öyleyse selam olsun bize selamı öğreten yüce Elçiye. Selam olsun bütün insanlara ve dahi secde eden dağlara, zikreden kuşlara. Kuşlara dedik asırlardır selam, türkülerimizde turnalarla gönderilmez mi sevdiklere? Öyleyse “evvela mahsus selam edelim cümle yâr ve yârana: “selamün aleyküm.” İletişimde gönül köprüsü: Selamlaşma Prof. Dr. Ertuğrul Yaman Yıldırım Beyazıt Üniv. eyaman@ybu.edu.tr İnsanoğlu, yaratılışı gereği toplumsal bir varlıktır. Hem biyolojik hem de psikolojik açıdan başka insanlara muhtaç bir canlıdır. Bu muhtaçlığın ötesinde, her insan sağlık, huzur ve mutluluk arıyorsa, yine bunun yolu da diğer insanlarla birlikte olmak ve güzel ilişkiler kurmaktan geçmektedir. Kısacası, insanlar, her daim, başka insanlarla iletişim kurma ihtiyacı duyarlar. İletişimin altın anahtarı ise, kalben, bedenen ve lisanen verilen bir selamdır. Selam; karşımızdaki insan(lar)a en güzel dileklerimizi iletme ve onlara esenlikler dileme davranışıdır. Selam; gönülden gönüle iletişim köprüleri kuran bir yürek sedasıdır. Zira etrafımızdaki insanlara saygı ve sevgi göstermenin ilk adımı selamlaşmadır. İnsanlara vereceğimiz içten, güler yüzlü bir selam, iletişim kurmak için önümüze altın yaldızlı, ışık dolu, çift kanatlı kapılar açacaktır. Selam, gönül ufuklarına atılan bir kulaçtır. Sonrası size kalmış. Gönül kapıları bir kez açıldı mı gir girebildiğince… Nezih ve latif bir selamın devamında tevazu, nezaket, vakar ve samimiyetle başlayan bir diyalog, fertleri, saygı sahillerinde tadına doyulmaz bir temaşaya sevk eder. Bunun için özümüzle (beden dili) sözümüz (konuşma dili) bir olmalıdır. Riyakâr, yapmacık davranışlar ve sözler, kar taneciklerinin ateş üzerine düşmesi gibi, etkisiz ve ömürsüz kalacaktır. Samimi, içten bir selam, candan tavırlarla ve güzel sözlerle birleştiğinde, birtakım zararlı bitkiler gibi fena duygularla kuşatılmış gönül kaleleri, sözden güller ve çiçeklerle bezenecektir. Her güzel söz ve davranış, her türlü zırhla kaplanmış gönül kalelerinin kapılarını er veya geç açacaktır. Bundan asla şüpheniz olmasın; yeter ki, siz tutarlı ve sabırlı olunuz. Gündelik ilişkilerde, iletişimin niteliğini belirleyen ilk söz ve davranış selamlaşmadır. Selamın alınışı ve verilişi, ilişkinin devamını belirleyici en önemli etkendir: Köyün birinde bir kadıncağız, kızını elek istemek üzere çok sevdiği komşusuna gönderir. Kızın canı sıkkındır. Komşu teyzeye gider, selamsız sabahsız, hâl hatır sormadan çatık kaşlı, gergin bakışlı bir ifade ve donuk bir sesle: “Eleği ver!” der. Bu tarza ve üsluba anlam veremeyen komşu teyze, aynı tarzda cevap verir: “Elek yok” diye çıkışır. Kız, hışımla kapıyı çarpar ve annesine koşar: “Elek yokmuş” der, sitemkârane. Anne şaşırır. Kırk yıllık komşusu ilk defa isteğini geri çevirmiştir. Hemen komşusuna gider, selam verir; hâl hatır, hoş beşten sonra müşfik bir sesle eleği niçin vermediğini sorar. Komşu teyze, bir yandan gülümserken bir yandan da eleği uzatır. “Hoş geldin komşu, buyur” der. Eleği kızına niçin vermediğini de şöyle açıklar: “Eee komşu, elek istemenin de bir yol/yordamı var.” Ağızdan çıkan iyi veya kötü her söz, sahibine aittir. Muhatap bunu duyar veya duymaz; hak eder veya etmez. Bundan daha önemlisi bizim ağzımızdan çıkan sözün, bizim iç dünyamızı yansıtmasıdır. O sebeple, öncelikle iç dünyamızı pir u pak eyledikten sonra, bunu sözlerimizle de pekiştirmeliyiz. Nitekim atalar “Kötü söz sahibine aittir” demekle bu gerçeği vurgulamışlardır. Asla unutmayalım ki, ağzımızdan çıkan sözler muhatabın değerini belirlemez. Gerçekte bu sözler, konuşanın kişiliğini, kimliğini ortaya koyar. Konuşmak, kendimizi oynamaktır, benliğimizi ifşa etmektir aslında. Yine, ecdat, “Kibârın kelamı, kelamın kibârıdır” demekle muazzam ölçüyü koymuştur. Konuşurken kendinize olan saygıyı hiç kaybetmemeniz gerekir. Karşıdaki kişiler, saygıyı hak etsin veya etmesin biz, öz saygımız gereği karşı tarafı saygıdeğer kabul ederek davranalım. Zira sizin saygınız onu yüceltmediği gibi; saygısız tavır ve sözleriniz de onu küçültmez. İnsanlar arası iletişimin en garantili, en kestirme ve en uygar yollarından birisi de selam vermek ve hâl hatır sormaktır. Çoğu zaman alışılmış bir davranış gibi görünen selamlaşma ve hâl hatır sorma, gerçekte, her insanın ihtiyacı olan manevi tatmin araçlarından birisidir. İnsanları birbirlerine yaklaştıran ve aralarında sıcak duygular uyandıran bu davranışın giriş sözleri ise, çoğu zaman bir selam biçimi olmaktadır. Uzun zamandan beri görüşemediğimiz bir tanıdığımızla ya da bir arkadaşımızla karşılaştığımızda ilk yapacağımız iş, selam vermek ve hâl hatır sormaktır. Etrafıyla yakından ilgilenen, selamlaşan ve insanların hâlini hatırını soran birisi, daima sayılır ve sevilir. Bu durum ise, toplumsal dayanışmayı ve huzuru güçlendirir. Halkımız, “Aranızda selamı yaygınlaştırınız” diyen o Yüce Efendimiz (s.a.s.)’in buyruğuna uyarak selamsız sabahsız geçenleri pek sevmez. Gönlü kırık da olsa, tanımasa da selamı eksik etmezler. Bunu bizim halkımız, aydınlarımızdan daha iyi beceriyor. Nasıl yapıyorlar? Önce bir candan selam veriyorlar. Sonra “Nerelisin hemşehrim” diyorlar. O “Nerelisin?” sorusu tesadüfi bir soru değildir. Efendim cevap “……lıyım.” Soruyu soran iletişimi sürdürmek için: “Ha, benim …….lı bir asker arkadaşım vardı.“ diye sözüne devam ediyor. O koca şehirde şimdi asker arkadaşını bulacağız! Mesele o değil ki, o yakınlaşmak istiyor. İletişim kurmak istiyor. Bu anlamda başımdan geçen çok ilginç bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Bir defasında otobüsle Ankara’dan İstanbul’a seyahat ediyorum. Yanımdaki yolcu benden önce gelmiş ve yerine oturmuş. Ben sonradan gelen birisi olarak yol arkadaşıma sesli selam veriyorum. Yanımdaki iyi giyimli ve bendeki ilk izlenimine göre eğitimli olan beyefendi selamımı lütfedip sessizce başını hafifçe öne eğerek kabul buyuruyor. Bense iletişim kurmak için ikinci hamleyi yapıyor ve “Yolculuk nereye?” gibi maksat sohbet olsun kabilinden bir soru daha soruyorum. Beyefendi, bu “gereksiz” soruma da bu defa elini öne doğru düz hareket ettirerek -herhâlde ileriye demek istiyor- sözsüz cevap veriyor. Artık bende iletişim yolunda üçüncü hamle için cesaret kalmıyor. Eh, yedi saatlik yolu küsler misali somurtarak geçireceğiz. Bunları düşünürken aklıma rahmetli anacığımın yaşadığı bir gerçek olay geliyor: Anacığım yaşlılığına rağmen, ablamı görmek üzere sık sık Tokat’tan İstanbul’a giderdi. Yine böyle bir otobüs seyahatinden sonra, elinde bir telefon numarasıyla ablama gider. Henüz bekâr olan ablamın oğlunun eline bir telefon numarası tutuşturur. Yeğenim numaraya bir anlam veremez. Meğer anacığım koltuk arkadaşı bir yaşlı teyze ile otobüste selamlaşıp tanışmışlar. İstanbul’a kadar yaklaşık 10 saatlik yolculukta hemen hemen bütün hayat hikâyelerini birbirlerine anlatmışlar. Sıcak, samimi ve ön yargısız sohbet etmişler. (Aslında onlara gıpta ediyorum. Kim bilir böyle yapmakla hangi sıkıntılarından rahatça kurtuluyorlar?) Bu nurani teyzeler, yolculuklarının sonunda birbirlerine o kadar ısınmışlar ki torunlarını birbiriyle evlendirmeye karar vermişler. İşte o telefon numarası yaşlı teyzemizin torununun numarası imiş. Anacığım ve tanımadığım o yaşlı teyzemiz, iç dünyalarında hep taşıdıkları o güzel niyet ve güvenle oturdukları yerde, iletişimi rahatça kurdular. Bense yanımdakine zorla merhaba diyebildim. Adını dahi öğrenemediğim koltuk arkadaşım yalnızca başını salladı, merhaba da diyemedi. Küs gibi İstanbul’a kadar gittik. Güya, biz eğitimliyiz, öbürleri cahil! İletişimde kim daha başarılı? Yorum sizlerin…” Esma-i hüsna’dan hayata yansıyan es-Selam “Allahım! Barış Sen’sin; barış Sen’dendir!” Prof. Dr. Murat Sülün Marmara Üniv. İlahiyat Fak. “En güzel isim ve nitelikler” anlamındaki esma-i hüsna; ayet ve hadislerde Yüce Allah’a nispet edilen isimleri ifade etmekte ise de, terim olarak kullanıldığında daha ziyade Tirmizi hadisinde (Tirmizi, De’avat, 82.) nakledilen 99 ismi ifade etmektedir. Bu isimler arasında Allah’ı bizzat tavsif edenler varsa da esma-i hüsna, hadisteki sırasıyla ve zıtlarıyla birlikte (Mukaddim-Muahhir, Evvel-Ahir şeklinde) düşünüldüğünde daha iyi anlaşılabilir. Çünkü ilahî isim ve sıfatlar bilhassa tasavvuf literatüründe cemal-celal ya da lütuf-kahır sıfatları olarak iki gruba ayrılmaktadır. Bununla birlikte, Allah’a ait bütün isim-sıfatlar “güzel” olarak nitelenmiştir. (A’râf, 7/180.) Allah’ın güzel isimleri arasında barış ve güvenlikle alakalı olan es-Selam ve el-Mümin'in özel bir yeri olduğu muhakkaktır. Çünkü selam, “Allah katında geçerli tek din”in özel adı (İslam aslında, alem olmaktan ziyade, sıfat ve ameldir; Allah katında geçerli olan din İslamiyettir; sadece sözlü değil fiilî teslimiyettir.) ile aynı kökten gelirken, mümin de bu dini benimsemeyi ve benimseyenleri ifade eden temel kavram (iman) ile aynı kökü paylaşmaktadır. İnsanlara İslam ve iman emredilmişse, bunun Hak Teala’nın Selam ve Mümin ism-i şerifleri ile ilişkisi aşikârdır. Bu bakımdan, barışçıl ve güvenilir insan, “esenlik ve barış kaynağı”, “güven ve huzur kaynağı” anlamına gelen Selam ve Mümin ism-i şeriflerinin mazhar ve tecelligâhıdır. (Tehallak bi-ahlakıllah ifadesi gereği, Hak Teala’nın özelliklerini kendinde en çok barındıranlar en üstün, en başarılı insanlar olacaklardır. Nitekim cennete girecek olanlar da bunlardır.) Selam, ferdî hayatta “arı-duru tertemiz bir kalp” (Şuarâ, 26/89.) olarak ortaya çıkarken, beşerî/sosyal ve toplumlar arası ilişkilerde barış (silm) olarak tebarüz etmektedir. İslam ise bunların tamamını ifade eder… Kalbiselim sahibi; Yaratıcısıyla, kendisiyle ve çevresiyle barışık, uyumlu, nifaksız, dedikodusuz, doğru-dürüst insan demektir. Kalpteki kanaatler, duygu, düşünce ve inanışlar mutlaka davranışa dönüşeceğinden, bu tip bir insan başka insanlara, hayvanlara ve doğaya zarar vermeyecek; bu özellikteki insanlar arttıkça dünyada barış ve esenlik hâkim olacaktır. “Müslümana sövmek fısk, onunla savaşmak ise küfürdür!” (Buhari, İman, 36.) Hz. Peygamber’in, “Müslüman; elinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kişidir.” ifadesinde somutlaşan olgu işte budur. Müslüman; barış ve esenlik içinde bir arada yaşadığı toplum kesimlerinin kendilerini her açıdan güvende hissettikleri kişidir. Bu karakterler her millette, her toplumda ve her inanış çevresinde bulunabilir; “Falan millet şöyledir; falan millet böyledir!” ya da “Falan dinin müntesipleri iyidir; falan dinin müntesipleri kötüdür!” şeklinde toptancı yaklaşımlar Allah katında makbul ve muteber değildir. “Sen değil, ben iyiyim!” şeklindeki kısır tartışmalar söze değil, icraata bakılarak sonlandırılabilir. Kur’an’ın en veciz ayetlerinden biri olan Bakara 177’de anlatılan budur: “(Ey Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar!) Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir. Asıl iyilik; – Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman eden; – Yakınlarına, ye- timlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, isteyenlere, kölelere, esirlere seve seve malından veren; – (Gerçek bir dindar olarak) namazı dosdoğru kılan, – Benliğini arındırmak için veren, – Sözleşme yaptığında ahdini yerine getiren; – Sıkıntıda, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabreden(in yaptığı)dir. (İyilik iddiasında) sadık olanlar işte bunlardır. Bunlardır işte müttakiler...” (Bakara, 2/177.) Hak dinin temel maksadı; can, mal, ırz/namus, akıl ve din güvenliğini sağlamaktır, yani güvenlik ve barıştır. Güvenin olmadığı yerde hiçbir şey olmaz. Güvenlik içinde; her tür korku ve kaygıdan uzak yaşayanların pek anlayamadıkları bu olgu hukuksuzluk, güvensizlik, baskı, terör ve anarşi ortamlarında çok iyi anlaşılabilmektedir. Kur’an’da fitne kelimesi ile özetlenen işbu ortamın kaldırılması peygamberlerin ve onlara inananların en temel amacıdır. Peygamberlerin temel vazifesi, hakka-hukuka dayalı barış ve güvenlik ortamını tesis etmektir; peygamberler bu uğurda savaş dâhil her tür imkânı kullanmışlardır. “Din tamamen Allah’a ait oluncaya dek” insanlarla savaşma mecburiyetini “İnsanlara belli bir dinin akidesini benimsetmeye çalışmak” olarak anlamak doğru olmaz. “Dinde zorlama olmayacağı” ilkesi ışığında, burada anlatılmak istenen; her tür hukuk keşmekeşine ve hukuksuzluğa, dinî ve iktisadi her tür sömürüye son vererek, insanlara güvenli ve tok yaşayabilecekleri bir ortam sunmaktır. İslam kelimesinin kök manası, bir şeyden uzak (teberru/beraet) olmaktır. (İbn Manzur, Lisânü’l-’Arab, “slm” md.) Müslümana "müslim" denmesinin sebebi; onun inkâr, şirk, nifak, isyan, fısk vb. tüm kayıtlardan kurtulup, kendini tamamen Allah’a bırakmasıdır. Varlığını en güzel biçimde, yani sadece sözde değil, özde de Allah’a teslim edebilen herkes O’nun katında mükâfatını alır. Söz konusu teslimiyet (İslam), Hz. Adem’den beri ilahî dinin temel vasfı olmasına rağmen, –en parlak ve doğru manada Muhammedî vahiyde tecelli ettiği için– bugün Hz. Muhammed’in getirdiği dinin özel adı hâline gelmiştir. Muvahhit kulların temel özelliklerinden biri; olumsuz tipler kendilerine zorluk çıkardığında, o sırada ‘el’inden bir şey gelmeyecek gibiyse, “Selametle! Eyvallah! Sizin gibilerle benim işim olmaz!” diyebilmektir. (Bu mealdeki Furkan 25/63; Kasas 28/55’in Müslümanların güçsüz olduğu dönemde nazil olduğuna dikkat edelim.) Eli güçlendiğinde ise, bu şer odaklarla fitnesiz barış ortamını tesis edinceye kadar mücadele etmektir. (Fetih, 48/16.) Yani es-Selam ism-i şerifinin tecellisine çalışmaktır. Güvenlik ve barış içinde yaşayıp söz konusu ortamı gerçekleştirmenin mücadelesini verenlerin “Hak Teala ile karşılaştıkları” kutlu anlar selam kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü hayatının geri kalanında neyin peşinde idiyse akıbette karşısına çıkacak da odur. Nitekim Kur’an’daki cennet tasvirleri incelendiğinde, barış ve güvenliğe özel bir vurgu yapıldığı dikkatten kaçmaz: Barış yurdu (darusselam) olarak tanıtılan cennetin sahipleri daha cennete girerlerken, meleklerin “Selam!” nidalarıyla karşılanacaklar (Zümer, 39/74.) ve burada; merhametli Rableri tarafından çıkartılan bir fermanla tam bir esenlik içinde olacaklar (Yasin, 36/58.); cennetlikler birbirlerine selam vereceklerdir. (Vâkı’a, 56/25, 26, 91.) Şayet cennet “her şeyin en üst ve en ideal seviyede var olacağı yer” ise, Kur’an’da anlatılan cennetle insanoğluna yakalaması gereken hedef gösterilmiş olmaktadır: İnsanların her tür korku, kaygı, üzüntü, tasa, elem ve kederden, kinden, nefretten uzak (emin), başkasının elindekine göz dikmeden kardeş kardeş yaşayabilecekleri ilahî bir yurt…