RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 13 SAYI: 50 Temmuz - Ağustos - Eylül 2016 ISSN 1305 - 5356 KUR'AN KURSU HiZMET BiNASI AÇILIYOR HESABI UNUTMADAN YAŞAYALIM SAİD HALİM PAŞA'NIN İSLAMCILIGI Abdullah BÜYÜK Yusuf YAVUZYILMAZ SELAM OLSUN Ömer Faruk AKPINAR Editörden Yusuf Gökhan ERKAN YERİNİZDE Mİ SİNİZ? T arih tekerrürden ibarettir dostlar, tarihi iyi okumak, iyi anlamak ve ders çıkarmak gerekir. Buyurun tarihte bir yolculuk yapalım ve bugün kendi nefsimiz adına nasıl bir nasihat alacağız bir bakalım. Hicretin üçüncü yılı, yer Medine yakınlarındaki Uhud dağı...Resulullah (s.a.v) yedi yüz kişilik ordusuna karşılık, üç bin kişilik putperest Kureyş ordusu. Resulullah efendimiz (s.a.v) İslam ordusuna savaş düzeni aldırır. Bu arada stratejik önemi bulunan Ayneyn tepesine de 50 okçu gönderir ve onlara görevlerini bildirir. Göreviniz, bize yönelecek atlıları okla tutup, arkamızdan dolananlarını önlemektir buyurur. Düşmanı yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayınız! Diye tembih eder. Sonra ashabına seslenir ve onları cihada, sabra ve gayretli olmaya teşvik eder. Çok geçmeden müşrik ordusu dağılmaya başlar, sayıca ve kuvvetçe kat kat üstün olan müşrikler korkuya kapılır ve kaçmaya başlarlar. Müşrik ordusunun dağıldığını gören okçulardan bazıları, -Ne duruyorsunuz, Allah (cc) düşmanı bozguna uğrattı. Kardeşleri- miz ganimet toplama koyuldular. Sizde ganimet toplayın! dediler. Bazıları ise, -Siz Resulullah(s.a.v)’in, ‘’Bizi arkadan koruyunuz, yerinizden ayrılmayınız! öldürüldüğümüzü görseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet topladığımızı görseniz de bize katılmayınız!’’ buyurduğunu bilmiyor musunuz? diye karşı çıktılar. Müşrik ordusunun atlı birliklerinin komutanı Halit Bin Velit, dağda okçuların azaldığını, Müslümanların ganimet toplamakla meşgul olduklarını görünce hücuma geçer, tepede kalan 10 kadar okçuyu da görevleri başında şehit edip, Müslümanlara arkadan saldırırlar. Bu durumu gören müşrik ordusu tekrar toparlanıp yeniden Müslümanların üzerine yürürler. Zafer yenilgiye dönüşmüştür. Müslümanlar darmadağın olmuşlardır. Bu hal Kitabımız Kuran’ı Kerimde Şöyle anlatılır. Gerçekten Allah, (size olan yardım) vaadini doğruladı (yerine getirdi). Hani O’nun izniyle onları (Uhud’da) kırıp geçiriyordunuz. Fakat sevdiğiniz (zaferi ve bıraktıkları ganîmet)i size gösterdik- ten sonra, (Peygamberin verdiği) emir hakkında gevşediniz, (yerlerinizde kalıp kalmamak hususunda) tartıştınız ve (emre) karşı geldiniz: Kiminiz dünyayı (ganîmeti) istiyor, kiminiz de (emre bağlı kalarak) âhireti istiyordu. Sonra (Allah), sınamak için onlar(a karşı başarı)dan sizi geri koydu (yenilgiye uğrattı). Bununla beraber sizi bağışladı. Allah mü’minlere karşı çok lütufkârdır. 3/152 Sonunda müslümanlar savaşı kazanmasalar da çok ağır kayıplarla, Allah’ın bağışlamasıyla tekrar toparlanıp mutlak bir bozgundan kurtuldular. Bu tarihsel olayı aktarmakta niyetimiz elbette bir hikaye gibi okumak veya okutmak değil. Müslüman için hayat bir sorumluluk ve her sorumluluk alanı bir Ayneyn tepesi. Daha fazla dünyalık kazançlar uğruna İslami görev ve vazifelerimizde göstermiş olduğumuz ihmalkarlıklar dünyalık ve ahiretlik büyük kayıplara neden olacaktır. O zaman ey nefis yerini iyi belle ve vazife yerin olan okçular tepesini sakın terk etme… 3 iÇiNDE iÇiNDEKiLER 6 HESABI UNUTMADAN YAŞAYALIM 8 YAŞAM BİÇİMİ DEĞİŞİR FETVA DEĞİŞİR Abdullah BÜYÜK Hamza TEKİN 16 18 4 12 SAİD HALİM PAŞA'NIN İSLAMCILIĞI HZ.PEYGAMBERİ HEYECANLANDIRAN AY Yusuf YAVUZYILMAZ Mehmet KUZU İSLAM’IN ULUHİYYET ve İNSAN ANLAYIŞINDAKİ DİNAMİZM ÜZERİNE FAALİYETLERİMİZ 24 Yrd.Doç.Dr. Hülya Terzioğlu Hatice EKiLER 26 EKSEN KAYMASI VE AİDİYET Yasin MÜSLİM 28 MİLLET Sahir AKÇA RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 13 SAYI: 50 Temmuz - Ağustos - Eylül / 2016 RİBAT EĞİTİM VAKFI Adapazarı Şûbesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Gökhan ERKAN 30 14. HADİS AĞZI OLAN KONUŞUYOR Halil ATALAY Yayın Kurulu: Sâhir AKÇA Yusuf Ertuğrul ERDEM Gökhan ERKAN Yasin MÜSLİM Mithat AYKAÇ Fatih ÇALTIKOĞLU H.Bilal ÜVEZ Raif ŞENSOY Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf E. ERDEM 32 SELAM OLSUN 34 SİVİL TOPLUM NEDEN SİVİL KALMALI? Ömer Faruk AKPINAR Ömer Faruk AKPINAR 36 MÜSLÜMANLA BİRLEŞİN Haticenur CANLI Reklâm Sorumlusu: Atilla YAKAR Tel: 0532 708 95 24 İrtibat Adresi: Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI adabulteni@hotmail.com www.adabulteni.com Telefax: 0264 277 19 46 Tasarım ve Baskı: BURAK OFSET 0264 274 69 24 Sorumluluk: Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu yazarlara aittir. Gönderilen yazılar iade edilmez. İsim zikredilerek iktibas yapılabilir. BASIM TARİHİ: ARALIK 2016 ISSN 1305 - 5356 5 Abdullah BÜYÜK Hesabı Unutmadan Yaşayalım Günümüz Müslümanlarının gafil olduğu en zor imtihan, rahatlık içindekilerin imtihanıdır. Ancak imtihanı başka yerlerde arayanların, içinde bulundukları imtihandan yüz akı ile çıkmaları zordur. İ nsanlar ömürleri süresince mutlu ve sıkıntılı günler geçirirler. Bunlar hep birer imtihandır. Sıkıntılı günlerdeki imtihan ile rahatlık dönemindeki imtihanı karşılaştırırsak, rahatlıktaki imtihan daha zordur. Günümüz Müslümanlarının gafil olduğu en zor imtihan, rahatlık içindekilerin imtihanıdır. Ancak imtihanı başka yerlerde arayanların, içinde bulundukları imtihandan yüz akı ile çıkmaları zordur. Çeşitli imtihanlara tabi tutulan ve hepsinden de başarı ile çıkan ilk Müslümanlar: Muhacir ve Ensar’dır. Bunlar İslâm toplumunun ayakta kalmasına sebep olan direklerdir. 6 “İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhacirler ve Ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya Allah onlardan razı olmuş onlar da ondan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır. (Tevbe, 100) Dikkat çeken şey; birbirlerinden razı olan Allah (cc) ve Allah’ın kullarıdır. Razı olma sebebi şudur: Muhacir, Ensar ve tabi olanlar, Allah’a itaat edip Peygamberin davetine uydukları için Allah onlardan razı olmuştur. İman ve Rasûlullah’a itaate karşılık onlara cennet ikram ettiği için onlar da Allah’tan razı oldular. İbni Kesir bu ayet hakkında şu yorumu yapıyor: “Allah, Muhacir ve Ensar’ın ileri gelenleri ve onlara uyanlardan razı olduğunu haber vermiştir. Onlara kızıp, sövenlere yazıklar olsun. Allah’ın razı olduğuna sövdüklerine göre, Kuran’a iman nerede, onlar nerede?” “Çevrenizdeki bedevilerden birtakım münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler vardır ki sen onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba itileceklerdir.”(Tevbe, 101) Münafıklıkta İhtisası Olanlar Bu ayet Medine dışından şehre inen münafıklar ve Medine halkından nifakta ısrar eden, uzmanlaşmış münafıklardan bahseder. Bunlar münafıklıkta öyle mesafe kat etmişlerdir ki, münafıklıklarını vahiy olmadığı müddetçe bu nifak ehlini Peygamberimiz de bilememiştir. Kendilerini gizleyebilmişlerdir. Peygamberimizin yaşamış olduğu o dönemde 300’e yakın münafık olduğu söylenir. Profesyonel münafıklar için iki kez azap tattırılır. Birincisi: Dünyadadır ki ölmeden evvel rezil olmalarıdır. İkincisi: Kabir ve cehennem azabıdır. Münafıklar; dünyada, kabir ve kıyamet hayatında rezil olacaklardır. “Diğer bir kısmı ise günahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amel ile kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki, Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Tevbe, 102) Çeşitli imtihanlara tabi tutulan ve hepsinden de başarı ile çıkan ilk Müslümanlar: Muhacir ve Ensar’dır. “Allah, Muhacir ve Ensar’ın ileri gelenleri ve onlara uyanlardan razı olduğunu haber vermiştir. Onlara kızıp, sövenlere yazıklar olsun. Allah’ın razı “Onlar günahlarını itiraf ettiler” olduğuna sövdüklerine göre, Kuran’a iman nerede, İtiraf: Bir şeyi bilerek ve mahiyetini anlayarak kabul etmektir. İn- onlar nerede?” san bir suç işleyince aslı olmayan mazeretler ileri sürmemelidir. Yapılan işin kötü olduğunu anlamalı, kabul etmeli ve pişman olmalıdır. Bunun için; iyilik ve kötülük yapan, kötülüğünden pişman olup doğru söyleyenlerin itirafı geçerlidir. Ahzab suresi 57. ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor; “Allah, Allah’ı ve Resulünü in- citenleri dünyada ve ahirette lanetlemiştir. Onlar için ahirette de horlayıcı bir ateş hazırlamıştır.” Bu ayeti her okuyuşumuzda adeta tüylerimizin diken diken olması gerekiyor. Kendimize de şu soruyu sorup vicdanımıza cevabını vermeliyiz: “Ben, ferdi, ailevi ve toplumsal hayatımda Allah’ı ve Resulünü inciten tavır ve davranışlarda bulunuyor muyum? Bu sorunun cevabı, dünya hayatımızın anlam ve amacını ortaya koyarken ahiret hayatımızdaki akıbetimiz için de belirleyici olacaktır. Selam ve dua ile… 7 Hamza TEKİN YAŞAM BİÇİMİ DEĞİŞİR FETVA DEĞİŞİR Toplumsal ve siyasi yaşamın değişmesi değişim kuralının ve kanununun gereği bir gerçektir. Birçok şey hep olduğu gibi kalmaya devam etmez insanların bakışına göre değişir, biçimlenir. T oplumsal ve siyasi yaşamın değişmesi değişim kuralının ve kanununun gereği bir gerçektir. Birçok şey hep olduğu gibi kalmaya devam etmez insanların bakışına göre değişir, biçimlenir. İslami bir toplumda yaşayan ve bulanan gayri Müslim bir topluluğun (zimmî) -bunlara dini azınlıkta deniyor- meselesi İslam ümmetinin başka milletlerle ilişkisi meselesidir. Bu, barış ilişkisi mi savaş ilişkisi mi? Kadın meselesi, yolculuğu, öğrenimi, çalışması siyası hayata girmesi bunların hepsi dünyada üzerinde tartışılan büyük meseleler ve problemler haline gelmiştir. İşte tüm bu meseleler karşısında bizim eski, kadim klasik fıkıh üzerinde kalmamız doğru ve uygun değildir. Bunları yeni baştan çözmemiz gerekiyor; buna çözüm ararken şeriatın maksad ve gayesini gözetmemiz ve ön planda tutmamız gerekiyor. Cüzi meselelere külli maskın ışığında nazar ederek nasları birbiri ile irtibat- 8 landırmamız vaciptir. Kur’an-ı Kerim buyuruyor: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.” (Mümtehine, 8). Bugün “zimmî” dediğimiz İslam yurdunda yaşayan gayrı Müslimler kendilerine zimmî denmesini istememektedirler. “Vatandaş” olarak anılmalarını talep etmektedirler. Peki, buna ne cevap vereceğiz? Bugün “zimmî” dediğimiz İslam yurdunda yaşayan gayrı Müslimler kendilerine zimmî denmesini istememektedirler. “Vatandaş” olarak anılmalarını talep etmek- tedirler. Peki, buna ne cevap vereceğiz? Cevap şu: Bütün fıkıhçılar zimmîlerin İslam darının ehli olduğunu söylemektedirler. Yeni deyimle bunun manası onlar vatandaştırlar. Böyle olunca onların hoşlanmadığı zimmî kelimesini bırakarak onlara vatandaş demekte ne mahzur olabilir? Onlar vatandaştırlar. Hz.Ömer bundan daha önemli kelimeyi kullanmaktan vazgeçmiştir. Kuran’da geçen “cizye” kelimesini kullanmayı bırakmıştır. Sebebi Beni Taglep kabilesinden gelen Araplar dediler ki; “biz bu bizden alınan vergiye cizye denmesinden hoşlanmıyoruz. Bizden alacağını sadaka ismi ile al; bu fazla da olsa razıyız ve biz buna hazırız”. Başta Hz.Ömer bu teklif karşısında biraz tereddüt etti. Sonra arkadaşları ona dediler ki; “bunlar savaş gücü olan bir topluluk; eğer onları bırakırsak Rumlara iltihak ederler ve bize zarar verirler.” Hz.Ömer onların bu teklifini kabul etti. İşte ahmak Gayrulmüslimiinfilmücteme-il İslamiyye, sh. 51, Vehbe Yayınevi baskısı. Feteva Muasıra, C: 3, sh. 686, 691. Buhari, Cihad, (3038); Müslim, Cihat, (1733); Ahmet, (19742). Buhari, İlim, (69); Müslim, Cihat ve Siyer, (1734); Ahmet, (13175); Ebu Davut, Edeb, (4794). Buhari, İlim, (69); Müslim, Hac, (1306); Ahmet, (6484); Ebu Davut, Menasık, 2014); Tirmizi, Hac, (916); İbni Mace, bir topluluk manaya razı oldular ismi reddettiler. Hükümler müsemma ve içeriğe göre oluşup meydana gelir: isim ve ada göre değil. Bu “gayri Müslim” meselesine ve “kadın” meselesine yeni baştan, yeni bir bakışla bakıp incelememiz gerekiyor. Tüm bu meselelerde yaşam biçiminin değişmesine riayet ederek kolaylaştırma ve tekâmül ve tedriç fıkhını tercih etmeliyiz. “Gayri Müslim” meselesine ve “kadın” meselesine yeni baştan, yeni bir bakışla bakıp incelememiz gerekiyor. Bilginlerden ve şeyhlerden birçoğu kitaplarda yaşıyorlar, gerçekle ve gerçek hayatla yaşamıyorlar, gerçek yaşamın bilgisinden bihaber bulunmaktalar. Onlar bundan beş yüz, bin sene önce yazılmış kitapları okuyorlar ama hayat kitabını okumuyorlar. Bundan dolayı da verdikleri fetva sanki mezardan çıkmış gibi geliyor. Bütün dünya ile nasıl savaşacaksınız? İşte eski kitapları okuyup da yaşadıkları hayatı okumayan bu gibi bilginler ve şeyhler selefi gençlere, Elkaide örgütü gençlerine, cihat örgütü gençlerine Mısır’da ve başka bölgelerde doğu-batı tüm dünya ile savaşmaları fetvalarını veriyorlar. Hıristiyan olsun, putçu olsun, ehli kitap olsun, zındık ve laik olsun herkesle savaşılması gerektiği fetvasını veriyorlar. Bu fetvalarına delil olarak da şu ayetleri getiriyorlar: “Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Bakara, 193) “…müşrikler nasıl sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten) sakınanlarla beraberdir…” (Tevbe, 36) Bunun gibi başka kılıç ayeti dedikleri ayetleri fetvalarına dayanak yapmaktalar. Bu fetvalarını fıkıh kitaplarında yazılan; “kâfirle cihat ümmete farzı kifayedir, farzı kifaye ise ancak kâfir yurtlarına savaşla Müslümanlara hiçbir kötülükleri olmasa dahi en az senede bir kere baskın yapmak ve ansızın onlara saldırmakla olur (!)” beyan ve açıklaması ile desteklemektedirler. Bu düşünceye saplanıp kalanlar dünyanın bugünkü geldiği durumu asla bilmiyorlar; dünya o kadar birbirine yaklaşmıştır ki sanki tek köy haline gelmiştir. Milletlerarası teşkilatların, siyasiekonomik, toplumsal, kültürel ve hukuksal geldiği noktayı bu kafa yapısına sahip olanlar bir türlü kavrayamamaktadırlar. Milletlerarası anlaşmalar, milletlerarası kanunlar ve yasalar ve mahkemeler oluşmuştur. Dünya gerekçesiz başka bir devlete saldıranları suçlar ve suçlu bulur hale gelmiştir. Devletlerin sınırlarına saygı gösterilmesi gerekir. Devletlerarası meydana gelen anlaşmazlıklarda barış ön planda olmalı ve barışla çözülmelidir. Ayrıca anlaşmalar ve antlaşmalar yapılarak savaş meydana geldiğinde nasıl yapılacağı kararlaştırılmıştır. Esirlerin durumu ile ilgili düzenlemeler getirilmiştir. Biz Müslümanlar da bu dünyanın bir parçasıyız. İçinde yaşadığımız bu dünyayı bilmemezlikten ve görmemezlikten gelemeyiz ve dünya üzerinde tek başımıza da yaşayamayız. Geçmişten kalan fıkıh mirasımızı araştırdığımızda Menasık, (3051). Bu hadisten yola çıkarak Süleyman b. Fehd el-Avde “ifalvelaharec” isminde bir kitap yazmış ve orada bu hadisi açıklayıp hacdaki kolaylaştırmaları ortaya koymuştur. (H.T.) Ahmet, (3248); Nesei, Menasık, (3057), İbni Mace, Menasık, (3029). Karadawi, mietüsualinfilhaccıvelumrati, Şam, Kalem Yayınevi baskısı, 1. Baskı-2002 m. dünya karşısında barış halinde olmamızı teyit eden görüşler ve naslar buluruz. Bunları karşılaştırdığımızda barışın delilinin daha tercihe layık olduğunu görürüz. Geçmiş âlimler Hıristiyanların bayramını tebrik etmeyi haram saymışlardı ama bugün Müslümanlarla barış içinde olan Hıristiyanların bayramlarını tebrik etmede hiçbir mahzur yoktur. Fıkıhçıların cihada farzı kifaye demelerine gelince; Şafii fıkıhçılarının bununla ilgi çok güzel bir yorumunu görmekteyiz. O da; “farzı kifaye olan cihat düşmanı çekindirecek askeri güç hazırlamak, eğitilmiş askerle sınır bölgelerindeki tehlikeli yerleri tutmak, kara, deniz ve hava için yeterli orduyu hazır bulundurmaktır. Öyle ki herhangi biri bize saldırmayı düşündüğünde karşılığımız ve savunmamız, insanlarımızın ve yurdumuzun selameti için hazır olmalıdır.” İbni Teymiyye gibi geçmiş âlimler Hıristiyanların bayramını tebrik etmeyi haram saymışlardı ama bugün Müslümanlarla barış içinde olan Hıristiyanların bayramlarını tebrik etmede hiçbir mahzur yoktur. Özellikle Müslüman’la özel bir irtibatı, akrabası ve komşusu, sınıfta arkadaşı, işte çalışma arkadaşı olan bir Hıristiyan’ın bayramını tebrik etmek Allah’ın bizi sakındırmadığı iyi davranışlardan biridir. Özellikle onlar Müslümanların bayramını kut9 Halin, durumun, pozisyonun değiştiği için özellikle yeni baştan bakılarak yeni bir görüş geliştirilmesi gereken meselelerden biri de “hac menasıki”dir. luyorlarsa Müslüman da onların bayramını kutlamalıdır. Çünkü Mevla buyurur ki; “Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın yahut ayni ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını arayandır.” (Nisa, 86). Halin, durumun, pozisyonun değiştiği için özellikle yeni baştan bakılarak yeni bir görüş geliştirilmesi gereken meselelerden biri de “hac menasıki”dir. İslam’da ibadetler kolaylık ve kolaylaştırma üzerine kaimdir. Mevla buyurur: “…Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez…” (Bakara, 185) “…O, sizi seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi…” (Hac,78) Yüce Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) Ebu Musa ve Muaz’ı Yemen’e gönderirken onlara diyordu ki; “ Kolaylaştırın zorlaştırmayın.” Tüm ümmete de aynı şeyi emretmiştir. Enes naklediyor. Yüce resul (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın.” Hiç şüphe yok ki hac özel bir ibadettir; diğer ibadetlerden daha çok kolaylaştırmaya ihtiyacı vardır. Bunun birçok sebebi vardır özetlersek: 1- Birçok insan bu vecibe ve menasıki, maddi ve sıhhi birçok şarta bağlı olarak eda eder. Ailesin- 10 den, memleketinden uzaklaşarak yolculuk yapar; yolculuk ve sefer ise bir çeşit ateştir. 2- Son senelerde hac mevsimindeki izdihamdan tüm Müslümanlar şikâyetçidir. İnsanların hacca yönelmesi ve kalabalıklaşması İlahi bir ihsan ve keremdir. Özellikle bu izdiham ve kalabalık Arafat intikalinde, Müzdelife’de gecelemede Mina’da kalmada, farz tavafının icrasında ve taşlamalarda daha fazla olmakta ve sıkıntı daha çok artmaktadır. Birçok hacı bilinçli hareket etmemektedir. Bu feraiz ve menasıki insanlara ne kadar kolaylaştırırsak Yüce rabbe ibadet hususunda onlara yardımcı olmuş oluruz. Bunda birçok hayır ve fayda vardır. 3- Yüce resul (sallallahu aleyhi ve sellem) özellikle hac ibadetinde bir hayli kolaylık göstermiştir. Bayram günü kendisine, öne alınmış veya sona bırakılmış birçok şey sorulduğunda “yap; hiçbir zorluk yoktur” demiştir. Hac esnasında aşırılıklardan özellikle sakındırmıştır. Fadl b. Abbas atmak üzere taş topladığında bunu beyan etmiş; “İşte böyle taşlardan atın. Dinde aşırlılıktan aman sakının, sizden öncekiler dinde yaptıkları aşırılıklardan dolayı helak olup yok olmuşlardır.” buyurmuştur. Bunu için Arafat’tan guruptan önce intikale, Şafii mezhebinde olduğu gibi cevaz verilmelidir. Müzdelife’de geceleyip kalınmamalı, Maliki mezhebine göre cem ve hafif bir istirahatten sonra hareket ederek Akabe taşlaması yapılmalıdır. Gece yarısından sonra farz tavafının icra edilmesi caizdir. Taşlama günlerinde Mina’da kalmaya da gerek yoktur. Bayramın ikinci ve üçüncü günleri zevalden önce taşlamalar yapılır, ne bir cezası ve ne de bir mahzuru vardır. İşte bu kolaylaştırmalar 5 milyon insanla zamanımızda yapılan haccın ve halin gereği olan kolaylaştırmalardır ve şeriatın maksad ve gayesine tamamıyla uygundur. Arafat’tan guruptan önce intikale, Şafii mezhebinde olduğu gibi cevaz verilmelidir. Müzdelife’de geceleyip kalınmamalı, Maliki mezhebine göre cem ve hafif bir istirahatten sonra hareket ederek Akabe taşlaması yapılmalıdır. Gece yarısından sonra farz tavafının icra edilmesi caizdir. Taşlama günlerinde Mina’da kalmaya da gerek yoktur. • Laminat Parke • İç Kapı • Çelik Kapı • Duşa Kabin • Alüminyum Korkuluk Sistemleri • Mutfak Dolabı • Katlanır Cam Sistemleri 0264 333 14 53 0532 708 95 24 İstiklal Mh. Bağlar Cd. No:5/A Serdivan / SAKARYA info@decoteam.com.tr www.decoteam.com.tr Yusuf YAVUZYILMAZ SAİD HALİM PAŞA'NIN İSLAMCILIĞI Tarihte sadece entelektüel faaliyetlerde değil, aynı zamanda uygulama makamında bulunan, daha doğrusu siyasal alanda etkin faaliyetlerde bulunmuş, aydınların tanıklıklarının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk’ün, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Aliya İzzetbegoviç’in ve Ahmet Davutoğlu’nun tanıklıkları, teorik ve pratik olarak siyasetin içinde bulundukları için daha anlamlıdır. Said Halim Paşa’da bu saydığım isimler arasında yer almaktadır. T arihte sadece entelektüel faaliyetlerde değil, aynı zamanda uygulama makamında bulunan, daha doğrusu siyasal alanda etkin faaliyetlerde bulunmuş, aydınların tanıklıklarının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk’ün, Ahmet Cevdet Paşa’nın, Aliya İzzetbegoviç’in ve Ahmet Davutoğlu’nun tanıklıkları, teorik ve pratik olarak siyasetin içinde bulundukları için daha anlamlıdır. Said Halim Paşa’da bu saydığım isimler arasında yer almaktadır; daha da önemlisi Türkiye’deki İslamcılık akımının en önemli zihinlerinden biridir. 1863 yılında doğan Said Halim Paşa’nın devlet çeşitli kademelerde görev yaptığı devlet hayatı, 1916’da sadrazamlıktan çekilmesiyle son buluyor. İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilen Paşa, oradan Sicilya’ya geçiyor. İstanbul’a dönmek için yaptığı 12 başvuru reddedilen Paşa, 6 Aralık 1921’de bir Ermeni komitacı tarafından öldürülüyor (Son Sadrazamlar, İbnülemin Mahmut Kemal, Dergah Yay.) Said Halim Paşa eleştirdiği çok sayıda değişikliğin ve yüzeysel batılılaşma hatalarının yaygın olarak yapılacağı bir dönemin eşiğinde yaşama veda ediyor. Fikirlerini okurken yaptığı uyarıların, daha sonraki siyasal gelişmeler dikkate alındığında, ne kadar anlamlı olduğunu tespit etmek mümkündür. Said Halim Paşa’nın Bir yayıncılıktan çıkan ve Ahmet Özalp’ın günümüz Türkçesine çevirdiği “Buhranlarımız” adlı eseri, çeşitli dönemlerde yazdığı “Meşrutiyet”, “Öykünmeciliğimiz”, “Düşünce Bunalımımız”, “Toplumsal Bunalımımız”, “İslam Dünyasının Çöküşü Üzerine Bir Deneme” ve “İslamlaşmak” adlı küçük risale- lerinin toplamından oluşuyor. Paşa’ya göre padişahın baskısını azaltmak ve dengeleyici bir güç oluşturmak amacıyla, bürokratlar tarafından hazırlanmış 1876 Anayasası Osmanlı tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bürokratlar alt yapısı yeterince hazırlanmamış olan bazı hakların verilmesiyle siyasal dönüşümün yapılabileceği düşüncesindeydiler. Asıl amaçları Osmanlı halkının değil kendilerinin bunlardan yararlanmalarını sağlamaktır. Anayasanın ömrünün kısa olmasının nedeni, Anayasada belirlenen ilkelere hiçbir tarafın gerçek anlamda razı olmamasıdır. Amacından sapan Anayasa sonuçta Sultan Abdülhamid’in tekrar iktidara gelmesinden başka bir işe de yaramamıştır. Ancak nedense hak ve özgürlükler bakımından çok sorunlu olan bu anayasayı Abdülhamid ortadan kaldırmayı hiç düşünmedi. Osmanlılar bu anayasa deneyiminden hiçbir pozitif sonuç elde edemediler. Sonuçta “Yürütme gücü, zorba bir padişahın boyunduruğundan, nüfuz ve iktidarı olmayan, deneyimden yoksun, kendisine bol keseden bağışlanan hak ve ayrıcalıkları kötüye kullanmaya mahkum bir meclisin boyunduruğu altına geçti.” Sultan Abdülhamid’ten şikâyet ederken yeni yönetim onu aratır hale geldi. Yeni meclisten gereğince yararlanamadan ve bu deneyimin sonuçlarını görmeden de derhal dağıtıldı. Sonuçta Osmanlı devleti kurulduğu andan itibaren en büyük bunalımlardan birine sürüklendi. Said Halim Paşa’ya göre manzara şudur: “Ulusallık savaşımları, soy çekişmeleri gittikçe artarak Osmanlılar arasında var olan ülkü birliğini imha etti. Dünkü casus ve rüşvetçiler başımıza özgürlükçü, yenilikçi ve yurtsever kesildiler. İşsiz, geveze ve adi bir avukat en şiddetli halk hakları savunucusu oldu. Aciz ve rüşvet yiyici memur da en ateşli politikacı kesildi. Sanki bütün ülkede bir cinnet rüzgârı esiyordu.” Bunca sıkıntı seçilen yöntemin ve çözümün doğru olmadığını göstermeye yeterlidir. Hiç araştırmadan ve kendi bünyemize uyup uymadığını analiz etmeden Batılı kanunları tercüme yoluyla uygulamaya kalktık. Yenilikçilerimiz metodolojik bir yanlışlıkta ısrar ediyorlardı. “Çünkü yenilikçilerimiz, insanların yasa ve kurallar için değil, tersine, yasa ve kural- ların insanlar için olduğunu hiçbir zaman gerçekten anlayamamışlardı.” Paşa’ya göre, Anayasa ülkenin sosyal yapısına ve geleneklerine aykırı olduğu için Osmanlının varlığı için büyük tehlike gösteriyordu. Kanun ve kuralların tercüme yoluyla kabul edilip hiçbir eleştiri süzgecinden geçirilmemesi bu sorunun asıl kaynağıdır. Paşaya göre anayasa sosyal yapımıza ve durumumuza aykırıdır. Ayrıca ülkenin sosyal yapısı ile yasalar arasında bir dengesizlik vardır ve bu durum sürdükçe düzelme mümkün olmayacaktır. Yasaların iyi olması amacından saptıklarında zararlı olacakları gerçeğini değiş- tirmez. Aynı şekilde zararlı yasalar, keyfiliğe ve zorbalığa yol açar. Paşa’ya göre memurlar (bürokratlar) Osmanlı toplumunun aydın sınıfını oluşturmaktadır. Osmanlı bürokratlarının konumları gereği yeni bir atılım gerçekleştirmeleri doğası gereği mümkün değildir. Çünkü “Osmanlı memurlarının, memurluğa özgü kayıtsızlık, tevekkül, teslimiyet ve sorumluluktan kaçış gibi her türlü özveri duygusundan, özel girişimden alıkoyan ruhsal durum nedeniyle, Batıda soyluların ve burjuvazinin yerine getirdikleri görevi yapmaları mümkün değildir.” Siyasal yapıyı değiştirmekle toplumsal yapının değişeceğini ummak aydınlarımızın en büyük yanılgısıdır ki, Cumhuriyet elitlerinin büyük ölçüde bu yanlış düşünceden hareket ettiklerini görüyoruz. Paşa’ya göre İslam toplumunda görevi ne olursa olsun kişilere tanınmış bazı ayrıcalıklar baskı ve zorbalık nedeni olamaz. İslami ilkeler aydınlık bir tutumla yorumlandıkça toplum ilerlemiş, ihmal edilip olumsuz yorumlandıkça toplum gerilemiştir. Sonuçta batının geçtiği siyasal deneyimlerden geçmemiş toplumumuz için aynı uygulamaların aynı sonuçları vermeyeceği açıktır. Paşa’ya göre Anayasa mevcut haliyle Osmanlı toplum yapısına ve sosyal gerçekliğine aykırıdır. En önemlisi Osmanlının siyasal birliği batıda olduğu gibi ulusallık temeline değil, inanç birliği ilkesine dayanmaktadır. Bundan 13 İslami ilkeler aydınlık bir tutumla yorumlandıkça toplum ilerlemiş, ihmal edilip olumsuz yorumlandıkça toplum gerilemiştir. dolayı Batı uluslarını taklit etmemiz, kendi gelenek ve inançlarımızı yok saymamız anlamına gelecektir. Batı uluslarının kendine özgü şartlarını göz önüne almadan bünyemize uygulamaya çalışmak, Osmanlı birliğini dağıtacaktır. Said Halim Paşa’ya göre Batı uygarlığının temsilcileri olarak kendilerini gören aydınlar, kendi gelenek ve toplum yapılarına düşman kesildiler. Bundan dolayı gerekli donanımdan yoksun, hayalci ve ihtilalci olan kişilerden oluşan meclisten fazla bir şey beklemek hayalcilik olurdu. Paşa’ya göre her türlü kötülüğün sorumluluğu topluma önderlik etmesi gereken aydınların yetersizliğidir. Paşa’ya göre Batının felsefi ve düşünsel temellerini dikkate almadan giriştiğimiz öykünmeci tavır, birçok soruna yol açmıştır. Öncelikle bir toplumda çöküntü meydana getiren zulüm ve zorbalığı ortadan kaldırmak gerekir. Aydınlarımız kendilerinden beklenen rolü oynayamıyor, zorbalığa karşı mücadele edeceği yerde gerçekleşmesi imkânsız hayaller peşinde koşuyorlar. Paşa’ya göre her toplumun kendine özgü şartları olduğundan, bir toplumun diğerinden yararlanması en zor konulardan biridir. Eğer bir toplumun diğerini birebir taklit ederek kalkınması mümkün olsaydı, toplumbilim olan sosyo14 loji ile hayvanbilim olan zooloji arasında hiç fark olmazdı. Aynı şekilde kavramlarında kültürel ortamda aldıkları manalar aynı değildir. Örneğin “eşitlik” ve özgürlük” kavramlarının tanımı Batı ve İslam toplumları için farklıdır. Osmanlı toplumunda kurulan siyasal partiler toplumsal şartların farklılığından dolayı beklenen sonucu vermedi. Siyasal partiler kavganın tarafı oldular, toplumsal sorunları çözecek yerde sorunun bizzat kaynağını oluşturdular. Siyasal partilerin ve meşruiyetin benimsendiği her yerde kavgaların, düşmanlıkların kaçınılmaz olup olmadığını sorgulayan Paşa, bu soruya şöyle cevap veriyor: “Hayır. Bireylerin manevi ve fikri nitelikleri, parçalanıp zıtlaşacakları yerde, birlik ve uyum içinde bulundukları yerde daha verimlidir.” Osmanlının siyasal birliği batıda olduğu gibi ulusallık temeline değil, inanç birliği ilkesine dayanmaktadır. Bundan dolayı Batı uluslarını taklit etmemiz, kendi gelenek ve inançlarımızı yok saymamız anlamına gelecektir. Batıda gerçekleşen her şeyin iyi ve güzel olduğunu zannetmek bizim aydınlarımıza özgü bir yanılgıdır. Siyasal süreç tarihi gelişime ve tabi olunan sosyal yasalara göre şekillenir. Bu nedenle toplumsal şartları değişik olan ülkelerdeki uygulamalardan aynı sonuçları beklemek mümkün değildir. Batı’da sosyal sınıf- ları sayıları oranınca temsil eden meclisler bizde aynı sonucu vermemiştir. “sözün kısası şimdiki partilerimiz öylesine doğa dışıdır ki, parlamento içindeki çoğunluk, ülke içindeki azınlıkların eline geçmiştir.” Paşa’ya göre ülkemizi batılılaştırmak isteyen aydınlarımızın büyük bölümü kendi köklerinden koparak nihilist olmuştur. Paşa, toplumsal sorunlarımızın en önemlilerinden birinin de düşünce bunalımlarımız olduğunu savunmaktadır. İlk olarak Batı uygarlığından yaralanmak zorunda kalışımız, kendini her şeyin üstünde gören yeni bir aydın sınıfının oluşmasını sağlamıştır. Aydınların en sorunlu tarafı, kişiliklerini yitirerek batı hayranlığına tutulmalarıdır. Aslına bakılırsa örnek aldıkları Batılı aydınlara da benzememektedirler. Sonuçta her yönüyle batılılaşmış bir toplumun kurtuluş için gerekli olduğuna inanmışlardı. Gerekli olan eksiklikleri düzeltmek yerine yerel olan her şeye savaş açmışlardı. Paşa’ya göre bilgi ve düşünceler amaçsız kazanıldığı zaman anlamsız ve faydasız olurlar. Batıcı aydınlar kendilerine ilişkin olan her şeyden nefret ettikleri için, bilgisizliğin en kötüsüne kendi toplumlarına yabancılaşma hastalığına düşmüşlerdir. Aydınlar, ne olursa olsun bir sosyal olayı belirleyen temel etken ortaya çıktığı çevredir ilkesini hiç göz önüne almadılar. “Geçmiş zamanlarda aydınlarımızın en büyük yanlışları, Batı uygarlığını tanımamaları ve bu yüzden ona karşı sürekli düşmanlık beslemeleriydi. Batıcıların ise bunun tam karşıtı bir duruma düştüklerini görüyoruz. Bunlar kendi ülkelerini tanımıyor, yabancı kalıyorlar. Bir şiir ve hayal ülkesi olarak düşledikleri Batı uygarlığına karşı aşırı tutku nedeniyle kendilerinden geçiyorlar. İlerlemek için Batı uygarlığını birebir taklit etmek gibi bir anlayış mantık dışıdır. Bunun sonucunda inanç ve kültür alanında sahte bir düşler ülkesi yaratmakla sonuçlanan bir yanılgının içine düştük. Aydınlarımız, Batı uygarlığına duydukları hayranlıktan dolayı, İlerlemek için kendi kültürümüzü terk etmek zorundayız gibi anlamsız bir sonuca vardılar. Oysa çözüm kendi uygarlığımızın eksik yönlerini görerek, onunla uyuşan yenilikleri uygulamak ve uyarlamak olmalıydı. Paşa’ya göre “İçinde umutsuzca çırpınıp durduğumuz bu acı bunalımın tek nedeni, batı uygarlığına kayıtsız şartsız girerek kendi uygarlığımızı tanımak istemeyişimizdir.” Said Halim Paşa’ya göre İslam dünyasının içine düştüğü olumsuz durumdan kurtulmanın tek şartı İslamlaşmaktır. Paşa’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de toplumsal bunalımlarımızdır. Toplumsal bunalımlarımızın başında Batılı yaşam tarzını, özellikle Fransız usulü yaşamayı, zihniyet olarak benimsememizdir. Bu durum eğitimden sosyal yaşama kadar neredeyse yaşamı ikiye bölmüştür: Her türlü yeniliği hiçbir tereddüt göstermeden kabul eden aydınlar ve her türlü yeniliğe katı bir tutumla karşı çıkan halk. Osmanlı toplumunu oluşturan kurumların özel niteliklerinin ve ülkenin düzeltilmesi konusunda ortaya çıkan yanlışlar, temel problem alanlarını oluşturur. Aydınlarımız gerekli donanıma sahip olmadıkları için Batıdan gelen her şeyin yararlı olduğu fikrine varmışlardı. Said Halim Paşa’nın İslam dünyasının geri kalışı üzerine yazdığı bölümde dile getirdiği görüşler güncelliğini hala korumaktadır. Paşa’ya göre hiç kimse bu konuda derin analizler yapmış değildir. O İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerini şöyle sıralamaktadır: 1- İslam uluslarının yabancıların etkisi altına girmesinin yarattığı sonuçlar. Batılılar Müslümanların geri kalmasını dinlerine bağladılar ve böylece dinleri hakkında kuşkuya düşmelerine neden oldular. 2- Dini görevlerdeki kayıtsızlık ve kadercilik. 3- Müslüman ulusların zamanın gerekliliklerini göz önüne almamaları ve dinlerini verimli biçimde yorumlamamaları. 4- Müslüman ve Hıristiyan toplumları arasındaki kin ve düşmanlık 5- İslam dünyasının içine düştüğü bitmek tükenmek bilmeyen verimsiz tartışmalar ve bunun sonucunda bilimsel gelişmelerden uzak durmaları. 6- Halk ile aydınlar arasındaki derin uçurum. 7- Batıyı taklit edenlerin izledikleri yanlış yöntemler. Said Halim Paşa’ya göre İslam dünyasının içine düştüğü olumsuz durumdan kurtulmanın tek şartı İslamlaşmaktır. İslamlaşmak şu öğeleri içerir: 1- İslam’ın kendine özgü inançları 2- Bu inançlar üzerine kurulan ahlak anlayışı 3- Ahlak anlayışını temel alan toplum anlayışı 4- Toplum anlayışını temel alan siyaset anlayışı. “İslam tüm bu özellikleriyle bir bütünlük oluşturur. “Bu nedenle İslamlaşmak dediğimiz zaman, İslam’ın inançlarını, ahlak, toplum ve siyaset anlayışını, zaman ve çevrenin gereksinimlerine en uygun biçimde yorumlayarak bunlara gereği gibi uymayı anlatmak istiyoruz” Şurası bir gerçek ki, her düşünürü değerlendirirken yaptığımız gibi, Said Halim Paşa’yı da değerlendirirken içinde yaşadığı şartları dikkate almak gerekir. Said Halim Paşa bir çöküş dönemi düşünürüdür ve o dönemin bütün acılarını çekmiştir. Yaşadığı dönemde Osmanlı imparatorluğu çatırdamakta ve süratle çöküşe doğru gitmektedir. Bu dönem düşünürlerin ana sorunu devletin çöküşünün nasıl önleneceği konusudur. Ayrıca devletin çöküşünün önlenip yeniden yapılanması için nelerin yapılması gerektiği bir diğer önemli sorundur. Said Halim Paşa bilinçsizce yapılan taklidin başarılı sonuç veremeyeceğini savunarak, toplumların farklı sosyolojik özellikler taşıdıklarının altını çizer. Said Halim Paşanın altını çizdiği diğer önemli noktada milletlerin başka milletleri taklit ederken çok dikkatli davranması gerektiğidir. Nitekim gelişmiş ülkelerden alınan ve uygulamaya sokulan pek çok yenilik beklenen sonucu vermemiştir. Said Halim Paşa çağının önemli İslam düşünürlerinden biridir. Nitekim ele aldığı konular bugün bile güncelliğini korumaktadır. 15 Mehmet KUZU HZ.PEYGAMBERİ HEYECANLANDIRAN AY Ramazan ayı, hicri ayların dokuzuncusudur. Yedinci ve sekizinci aylar yani Recep ve Şaban ayları ise, Efendimiz nezdinde Ramazan’ın manevi atmosferine hazırlık ayları gibiydi. Ön müjdecilerdi bu aylar. H azreti peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Ramazan ayını “mübarek ay” olarak isimlendirdi. Maddi manevi bütün bereketler sanki bu ayda toplanmıştı. Nitekim, Ramazan geldiğinde Resulullah’ın yaşantısında büyük değişiklikler gözlenirdi. Bu değişikliklerin, yakından incelendiğinde hayatın her anında Allah’la birlikte olmak bilincini geliştirmeye yönelik olduğu görülür. İnsanın, iç fethini gerçekleştirme yollarını gösterir. Ramazan ayı hazreti peygamber aleyhisselam için farklı anlamlar ifade ediyordu. Evvela ilk vahiy Miladi 610 yılında Hira Mağarası’nda iken kendisine inzal olundu. Cebrail aleyhisselam ile ilk görüşmesiydi. Meleküt alemle ilk bağlantısıydı. O ağır davayı, omuzlarına yüklendiği, “kalk ve uyar!” emrine muhatap olduğu aydı. Vahyin ifadesi ile bu ay; insanlığa bir rehber olan ve onları doğru yola götüren, hakkı bâtıldan ayıran en açık ve parlak delilleri ihtiva eden Kuran’ın indiği aydı. Ramazan ayı, hicri ayların do- 16 kuzuncusudur. Yedinci ve sekizinci aylar yani Recep ve Şaban ayları ise, Efendimiz nezdinde Ramazan’ın manevi atmosferine hazırlık ayları gibiydi. Ön müjdecilerdi bu aylar. Dünyevileşmeye bir kalkandı. Pörsümüş iradelerin dirilişiydi bu ay. İnsanın kendi iradesini kullanarak kendini kontrol etmesinin talimgahıydı. Allah’ın lütuf ve inayetini almaya açık hale gelmeyi ifade ediyordu. Medine’ye efendimiz hicret etmişti. Sosyal toplumun temel taşlarını koyuyordu. İlk icraatları önemliydi. Hicri birinci yıl Ramazan ayında, Ensar-Muhacir Hz Peygamber aleyhisselamın hayatında derin iz bırakan olaylar Ramazan ayı içerisinde gerçekleşti. kardeşliğini Enes bin Malik’in evinde gerçekleştirdi. Bu ay o sebeple kardeşlik ayı olmalıdır. Bu imanın gereğidir. Kin ve nefretten uzak, sevgi ve fedakarlık içerikli bir kardeşlik... Mekke müşriklerinin saldırıları, Medine yahudilerinin münafıklarla birlikte oluşturdukları fitneler, bu kardeşlik sayesinde önlendi. Fiili saldırılar başlayınca da bu ayda savaşa izin verildi. Hicretin ikinci yılı Şaban ayı, Ramazan orucunun farz kılındığı aydır. İlk defa sahabe peygamberle birlikte ramazan orucu tutmaya başladı. Nafile ibadetlerine ramazana mahsus teravih namazını ekledi. Hicri ikinci yılın bu ilk Ramazan ayının sekizinde ise İslam peygamberi, Mekke askeri birliğine karşı Medine’den 315 kişilik sahabesiyle birlikte Bedir’e doğru yola çıktı. 17 Ramazan’da Allah peygamberine Bedir zaferini ihsan etti. Bu zafer İslami hareketin dönüm noktası oldu. Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında insanlık, tarihte görülmemiş bir fethe şahit oldu. Mekke’nin fethi... Hazreti peygamber devesinin üzerinde, başı öne eğik Allah’ı tesbih ederek şehre girdiği, insanlara eman verdiği fetih. Hz Peygamber aleyhisselamın hayatında derin iz bırakan olaylar Ramazan ayı içerisinde gerçekleşti. Oruç bu ayda farz kılındı. Kur’an bu ayda nazil oldu. Kadir Gecesi gibi “bin aydan hayırlı” olduğu beyan edilen gece de bu ayın içinde saklı. Ramazana mahsus itikaf, bu ayın rable buluşma günleri gibidir. İtikaf ruhi derinleşme idi. Kulluk bilinci idi... Tefekkürdü... Nefis muhasebesi ile yeniden diriliş demekti. Kuran’ın Cebrail’e arzı bu ayda gerçekleşiyordu. Ayetlerle insanın yeniden yüzleşmesi gibiydi bu olay. Kuran’dan kopuk hayat yaşayan bizler için yeniden vahye dönüş çağrısı demekti. Efendimiz namazlarını nafile olarak artırırdı. Yatsıdan sonra Kur’an okuyarak adeta kendinden geçtiği rivayet ediliyordu. Namaz kulluk ifadesiydi. Ona vurgu vardı. Dua Allah’la manen bağ kurmaktı. Hayatın her anında O’nunla var olmaktı. Hazreti peygamberin (s.a.v) dudakları her zaman olduğu gibi bu ayda da kıpır kıpırdı. Hz.Aişe’nin ifadesiyle bir başka cömert oluyordu bu ayda. Arkadaşlarını eğitme adına her şeyde örnekti. İnfakları İslam toplumunun gelişimi içindi. Sadakalar, infaklar, zekat, fitre, Tebuk öncesi himmet çağrısı... Hazreti peygamberin (s.a.v.) Ramazan ayı ile ilgili bize bıraktığı birçok değerler var. Oruç, namaz, dua, cömertlik, kardeşlik, fakirzengin gönül birlikteliği, iftar ve sahur coşkusu, nafile ibadetlerin ziyade eleştirilmesi, tatlı dil, tebliğ, itikaf, Kur’an ile yeniden buluşma, kalbi hayatta derinleşme gibi... Hazreti peygamber için Ramazan ayı imana çağrı ayı idi. Bilgilerin hayata aktarılma ayı... Nefislerin kontrol altına alınma ayı... Bu günler tebliği günleriydi. Yaşayışın sözlere galip geldiği günler... Ramazan günleri, şehrin heyecanlandığı, coşkuyla dolduğu günler... Ramazanla evler manevi bir atmosferle hâlelenirdi. Çocuklar sevinçli ve neşeliydi, ikramların gönülleri fethettiği bu günlerde. Ramazan ayı, içerisinde saklı sırlarla doluydu. Bayramlar mutluluk ve sevinç anıdır. İkram ve lütufturlar. İşte bu üç gün mutlulukla uğurlanır. Kadrini bilenlerin, hasretle beklemesine sebebiyet verir. Hazreti peygamberin (s.a.v.) Ramazan ayı ile ilgili bize bıraktığı birçok değerler var. Oruç, namaz, dua, cömertlik, kardeşlik, fakir-zengin gönül birlikteliği, iftar ve sahur coşkusu, nafile ibadetlerin ziyade eleştirilmesi, tatlı dil, tebliğ, itikaf, Kur’an ile yeniden buluşma, kalbi hayatta derinleşme gibi... Ramazan ayınız mübarek olsun. Nefis muhasebemizde kendimizi yoklamaya vesile olsun inşAllah. 17 Faaliyetlerimiz ALMAN GENÇLERLE SÖYLEŞİ MEDİNA DERNEĞİ Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği ile Genç Gömlek İslami Gençlik Platformu Alman gençlerin İslam’la tanışmaları ve Türkiye’deki Müslümanlarla kaynaşma programı düzenledi. 19 Mart Cumartesi günü saat 19:30’da AKM’de düzenlenen programda; Michael Nuri Talip ve Maximillian Musab Cemalettin Özdemir’in moderatörlüğünde İslam’la tanışıp Müslüman olmaları serüvenini dinleyicilerle paylaştı. Program Abdussamet Başkaya’nın Kur’an tilaveti ile başladı. Nürnberg Medina Türk Müzesi Müdürü Cemalettin Özdemir, Michael Nuri Talip ve Maximillian Musab’ın anlatımlarının aynı zamanda çevirisini gerçekleştirdi. Öncelikle Cemalettin Özdemir Nürnberg’de faaliyetlerini sürdüren Medina Türk Müzesi’nin çalışmaları hakkında katılımcılara bilgi sundu. Bu çalışmaların ana gövdesini Batı toplumuna İslam ve Müslümanlar hakkındaki önyargıları kırıp gerçek din hakkında bilgiler sunmak olduğunu yaşadıkları örneklerle birlikte anlatarak başladı. Aylar önce Müslüman olan Nuri Talip ile Musab adını alan gençler; Müslüman olmadan önce yaşadıkları Batı toplumundaki çürümüşlüğü, hedefsizliği ve parçalanmış aile yapılarıyla birlikte alkol ve uyuşturucu bağımlılığından bahsettiler. Bunu önlemesi gereken Hıristiyanlığın ne kadar tahrif edildiğini ve sorunlara çözüm olamadığını belirttiler. Sorunlara karşı yaptıkları araştırmalar sonucunda aradıkları tüm cevapları İslam’da bulduklarını ve “asıllarına dönerek Müslüman olduklarını” büyük bir mutlulukla dile getirdiler. Ülkemizde ve şehrimizde de genç Müslüman kardeşlerimizin İslam nimetinin kıymetini bilmeleri ve ona göre bir hayat yaşamaları gerektiğini aktardılar. Karşılıklı soru ve cevaplar sonunda katılımcılarla yeni Müslüman olan gençlerin kucaklaşmasıyla program sona erdi. 18 Soldan sağa: Michel Nuri Talib Schnabel, Cemalettin Özdemir, Musab Maximilian Büchner Soldan sağa: Ali Nihat Koç, Cemalettin Özdemir, Michel Nuri Talib Schnabel, Mustafa Aydın, Musab Maximilian Büchner, Gazanfer Üvez. NİSAN AYI KONFERANSI “MEZHEPÇİLİK VE MEZHEPSİZLİK İKİLEMİNDE MÜSLÜMANLAR” Ribat Eğitim Vakfı Nisan ayı konuğu Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Muhammed Mücahid Dündar oldu. “Mezhepçilik ve Mezhepsizlik İkileminde Müslümanlar” konulu konferans 01 Nisan 2016 Cuma günü saat 20:00’de Orhan Gazi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Konferansta aşağıdaki konularda katılımcılar aydınlatıldı: Özellikle Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra baş gösteren siyasi-sosyal hadiseler ve Müslümanların kendi içinde yaşadıkları bazı savaş ve çatışmaların mezhepleşme (o günün şartlarında aslında siyâsî bir partileşme) üzerindeki etkisi neredeyse genel bir kabule dönüşmüştür. Yaklaşık 1300 yıl önce belirginleşmeye başlayan mezhepleşmenin siyasi düzlemden taşarak inanç düzlemine (itikâdî sahaya) taşınmasıyla şekillenen itikâdî mezhepler bu anlamda bir yönüyle siyâsî mezhepler şeklinde de anlaşılabilir. Siyâsî-itikâdî farklılaşma/mezhepleşmenin kısa bir süre sonrasında netleşmeye başlayan ve dinin uygulama alanındaki usul farklılığına (başka bir ifade ile teşri ve fıkıh metodolojisi farklılığına) dayanan Fıkıh Mezhepleri ise siyâsî-itikâdî farklılaşmaya eklemlenerek, çoğu zaman itikâdî fırkaların tamamlayıcı bir unsuru haline gelmiştir. Ancak Fıkıh Mezheplerinin, siyâsî-itikâdî farklılaşma kadar İslam toplumu üzerinde olumlu-olumsuz ciddi bir etkide bulunduğunu söylemek daha zordur. Yaklaşık 13 asır önce yaşanmaya başlayan ve Müslümanları derinden etkileyen siyâsî-itikâdî ayrılıkların, günümüzde olanca canlılığı ile belki daha etkili ve parçalayıcı bir halde devam ettiği ise bugün yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Osmanlı Devleti’nin dağılması ve Müslümanların her bakımdan işgal ve saldırılara maruz kalmaya başladığı 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başlarında çeşitli zümreler, Müslüman aydınlar, ilim ve fikir adamları yaşanan gerileme ve İslam inancının maruz kaldığı eleştirilere de cevap verme refleksiyle bazı çözüm önerilerinde bulundular. Pek çok ideoloji ve dine yaklaşımda yeni-modern metotlar böyle bir ortamda doğmaya başladı. İşte bu süreçte tartışılan ve tahlil edilmeye çalışılan en önemli meselelerden biri de “Mezheplerin Müslümanlar açısından faydalı mı zararlı mı olduğu” konusudur. Bu mealde ortaya iki zıt kutup çıkmış görünmektedir. Bu iki zıt kutuptan biri “Mezhep olgusunun bütün teferruatıyla dinin bizzat tamamını temsil ettiği ve diğer mezhepleri dışladığı/tekfire varan dışlayıcı tutum” diğeri ise “Mezheplerin birleştirilmesi/telfîki ve mezhep kavramının önemsizliği hatta bid’at oluşu” tezinden hareket eden ve kulak tırmalayıcı hali ile ifade edecek olursak “Mahallî, örfî ve kültürel değerleri görmezden gelen Mezhepsizlik tutumu” olarak karşımızda durmaktadır. Konferansta özellikle Müslümanların yaşadığı doğu coğrafyasının bugün savaş-işgal ve iç savaşlar ile boğuştuğu bir dönemde “Mezhepçilik” ve “Mezhepsizlik” kavramları üzerinde durularak “İttihad-ı İslam’ın imkân ve zorlukları” tahlil edildi, erken dönem İslam Tarihinin Müslümanlara yaşatmış olduğu tecrübe değerlendirildi. 19 AFİŞLERLE ETKİNLİKLERİMİZ 20 GENÇ GÖMLEK KONFERANS İyiliği seven, özleyen ve hayra öncülük yapan gönüllü hanımların Afrika’daki çalışmaları Esma Akbay’ın sunumları Orhan Gazi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. SELAM KÜTÜPHANESİ OKUYUCULARIYLA BULUŞTU Afrika Burkina Faso’da hayırseverlerin desteğiyle açılmış olan Selâm Kütüphanesinden yeni görüntüler. Afrika’nın ebabilleri olan herkesten Allah razı olsun. 21 RAMAZAN SÖYLEŞİLERİ Sakarya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 23. Ramazan Etkinlikleri kapsamda Ribat Eğitim Vakfı işbirliği ile ‘Sünnetin Aktüel Değeri ve Güncellenmesi’ konulu programa Yusuf Yavuzyılmaz ve Mehmet Kuzu konuşmacı olarak katıldı. Faik Baysal Kütüphanesi bahçesinde gerçekleştirilen etkinliğe kültür sanat dostları yoğun ilgi gösterdi. Din Bir Bütündür Programda konuşan Yusuf Yavuzyılmaz, “Kuran-ı Kerim’e göre kendimizi değiştirmemiz gerektiği yerde, biz Kuran-ı Kerim’i kendimize benzetmeye çalışıyoruz. Problemlerimize Kuran ve sünnetten mazeret aramaya başladığımızda şüphesiz buluruz. Hiç kuşkunuz olmasın! Uydurma hadis probleminde başlangıçtaki zihin yapısı neyse; bugün de durum aynıdır. Başlangıçtaki zihin yapısı da ‘bir grubun kendisini öne çıkarması’ olarak söylenebilir. Grupların ve ekollerin kendilerini öne çıkaracak seçmeci bir şekilde yaklaşmamaları gerekir. Hz. Peygamber ‘Din bir bütündür’ derdi. Biz ise yaklaşırken seçmeci yaklaşıyoruz” diye konuştu. İnsan Sürekli Yenilenmeli Söyleşinin diğer konuğu Mehmet Kuzu ise; “Bizim güncellemelerimiz genellikle içini boşaltarak gittiği için yeniden sünneti de sünnet anlayışımızı da güncellememiz gerekir. Nefis sürekli güncellenmedikten sonra imani mücadelede hedefe varmak mümkün değildir. Çünkü şeytan hep aynı yönden gelmiyor. Onun vesveselerine karşı mümin sürekli silahlanmak zorunda. Sürekli kendini yenilemek ve imana ait, Kur’ana ait, vahye ait değerleri hayata aktarmak zorundadır” ifadelerini kullandı. İFTAR PROGRAMI Vakfımızın her yıl Ramazan ayında düzenlemiş olduğu “Kardeşlik İftarı” bu yıl; temelini şehir protokolüyle birlikte attığımız Kur’an Kursu ve Hizmet Binamızda 16 Haziran 2016 Perşembe günü düzenlendi. Vakfımızın onursal başkanı Sayın Abdullah Büyük Hocaefendinin yanı sıra, Sakarya 22 Vali Yardımcısı Erdoğan Ülker, Serdivan Belediye Başkan Yardımcısı Servel Karaoğlu, İl Milli Eğitim Müdürü Mevlüt Kuntoğlu, Serdivan İlçe Müftülüğü, STK temsilcileri ve Vakıf gönüllülerinin ailece katıldığı iftar programımıza yoğun ilgi oldu. KUR’AN KURSU VE HiZMET BiNASI AÇILIŞI 17 AĞUSTOS 2016 17 Ağustos Şehitliği yanı Serdivan / SAKARYA 0264 277 19 46 - 0533 244 95 43 - 0542 402 88 88 Yrd.Doç.Dr. Hülya Terzioğlu İSLAM’IN ULUHİYYET ve İNSAN ANLAYIŞINDAKİ DİNAMİZM ÜZERİNE Şüphesiz bir dinin ilah anlayışı hangi özellikler üzerinden tanımlanmışsa bu vasat onun kainat ve insan anlayışına ve bunlarla iletişimdeki temel prensiplere de yansımaktadır. Ö rneğin Hıristiyanlıktaki üçleme üzerinden belirsizleşen teslis algısı, Yahudilikteki ırk ve milliyet tanrısı söylemiyle sertleşen Tanrı Yehova itikadı her iki dinin bütün öğretilerine kaynaklık etmektedir. Aynı durum uzak doğu dinlerinin daha çok mistisizm üzerinden şekillenen muğlak tanrı düşüncesinde ve onun izdüşümü olan bütün öğretilerde kendini göstermektedir. Meseleye İslam dini özelinde bakıldığı zaman Allah Teâlâ’nın kainatla ve insanla ilişkisi; öncesinde yokluktan varlığa çıkarma/ yaratma(halk), devamında ise tedbir ve idare etme, haberdar olma, ihtiyacını görme ve her türlü yönetme süreçlerini barındıran bir yapı arzetmekte, özetle tekvini ve teşrii hakimiyet parantezinde anlaşılması gereken bir iletişim olarak tanımlanmaktadır. Aşağıda daha çok Kur’ân ayetleriyle detaylandırmaya çalışacağımız ve anahtar kelimesi “dinamizm” olan bu uluhiyet algısı vahye muhatap olan insan için Yaratıcısıyla iletişimi başta olmak üzere, fiziki ve sosyal çevresinde sahip olması gereken dinamizme işaret anlamı da taşıyacaktır. Kur’ân-ı Kerim’in konu ile ilgili anahtar ayeti Rahman Suresi 29 da ifadesini bulmaktadır: “O her 24 an yeni bir iştedir”. Ayet tefsirlerde var etme, yok etme, aziz etme, zelil etme, affetme, kahretme, sıkıntıları giderme, zenginlik verme, fakirlik verme gibi pek çok içerikle anlaşılmıştır. Ayette geçen”yevm/gün” kelimesini bazı alimler “Allah Teala için zaman iki günden ibarettir, birisi bu dünya, diğeri ise ahirettir, O’nun dünyadaki işi emir ve nehiy, ahiretteki işi ise hesap ve cezadır” şeklinde açıklamışlardır. Allah Teala’nın emri bir yandan yaratma, diğer yandan da yarattıklarını yönetme emridir. Öyle ki bu sınırsız kudreti, Kayyûm olduğu işte ne uyku tutar ne de uyuklama. Esma-i Hüsna’da dinamizm: İslam’a göre Allah Teala zâtı açısından bâtın, yani gizli ve bilinemez, ancak yarattıkları açısından da zâhir, yani apaçıktır. O’nun yarattıklarıyla iletişimi isimleri ve sıfatları vasıtasıyla kurulmuştur. Allah Teala’nın Kur’an’da bir kısmı mana olarak, büyük çoğunluğu terim olarak geçen 99 güzel ismi(esma-i hüsna) vardır. Bunların bir kısmı zatla ilgili isimler, bir kısmı kainatla, bir kısmı da insanla ilişkili isimlerdir. Yaratma ile ilgili isimlerden Hâlık, mutlak anlamda yaratan, Bedî sanatkarane yaratan, Musavvir, şekil ve özellik veren, Muhyî, can veren ve Muîd, tekrar yaratan anlamlarına gelmektedir. Kainat ve insanla ilişkisini gösteren isimlerden öne çıkanlar ise şu şekilde sıralanabilir: Rahman-Rahim, acıyan merhamet eden, Semi işiten, Basîr gören, Valî yöneten, Vekîl güvenilip dayanılan, Vâsî ilmi ve merhametiyle her şeyi kuşatan, Samet her şeyin kendisine muhtaç olduğu zat, Rakîb gözetleyip kontrol eden, Vehhâb ihtiyaçlıya bol bol veren, Müheymin görüp gözeten, Rezzak rızık veren, Kayyûm varlığı idare eden ve Latîf yaratılmışların ihtiyaçlarını en ince detaylarına kadar bilen anlamlarına gelmektedir. Allah-kainat ilişkisinde dinamizm: Kur’ân’a göre Allah’ın yaratması ve hakimiyeti eğlence veya güç gösterisi değil onu var edene delil olması ve insanın Yaratıcısını bu yolla tanıması başta olmak üzere pek çok ciddi sonuçların ortaya çıkmasına vesile teşkil etmektedir. Bu itibarla kainattaki her varlık maksadına en uygun şekilde yaratılmış, hem fayda hem de estetik hassasiyet gözetilmiştir. Bütünüyle ilahi murakabe altında olan kainat zerreden küreye ilahi otoriteye boyun eğmiştir. Her şey Allah’ın emri ve tasarrufundadır. “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır, onları O’ndan başkası bilemez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş, kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En’âm 6/ 59), ayeti bu iletişimin engin sınırını ifade ederken, “Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) sivrisineği misal vermekten çekinmez” (el-Bakara 2/26) ayetiyle de hayvanattan küçük bir nümune vasıtasıyla bu durumu örneklemektedir. Kur’ân’da kainatın bütünüyle hareketli ve bilinçli bir varlık olduğunu ihsas ettiren ayetler vardır. Bunlar kainatla Allah’ın iletişimine de şahitlik etmektedirler. Fussilet Suresi 11 ve 12. ayetlerde yere ve göğe hitap edilerek Allah’ın emrine gelmelerinin, bir anlamda itaat etmelerinin emredildiğini görüyoruz. Bu emrin detayında şayet cevap olumsuz olursa isteyerek veya istemeyerek emre itaat ettirilecekleri vurgulanmakta, ancak yerin ve göğün isteyerek Allah’ın emrine geldikleri ifade edilmektedir. Hz. Nuh’un kıssası anlatılırken yine yere ve göğe seslenilmekte ve “Nihayet ey yer suyunu yut! Ve ey gök suyunu tut! denildi. Su çekildi iş bitirildi; (gemi de) Cudi (dağının) üzerine yerleştirildi…” (Hud 11/44) buyurulmaktadır. Benzer şekilde gök cisimlerinin belli yörüngelerde hareket ettikleri ifade edilmiş (Yasin 36/ 38-40), bal arısına vahyedilerek “dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendisine evler (kovan) edinmesi istenerek meyvelerden yemesi tavsiye edilmiştir. (en-Nahl 16/ 68-69). Esasen bu dinamik ilişkinin iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi sünnetullah tabir edilen ilahi yasalara uyum, ikincisi de Yaratıcıyı bizim bilmediğimiz bir dille tesbih eden kainat anlayışıdır. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes Allah’ı hamd ile tesbih etmektedir, lakin siz onların dillerini anlamazsınız” (el-İsra 17/44) mealindeki ayetler bunu ifade etmektedir. Allah-insan ilişkisinde dinamizm: İnsan sahip olduğu aklı ve iradesiyledir ki yaratılmışların en azizidir. Allah Teâla hiçbir varlık kategorisine sunmadığı bir üslup ve içerikte onu muhatap almıştır. Kainatın isteyerek veya istemeyerek gelmek zorunda olduğu Allah’ın emri karşısında insan hür iradesiyle davranma yetisine sahiptir. Allah Teala onu “iki eliyle yarattığını ifade etmiş (Sâd 38/75), en güzel şekilde inşa ettiğini söylemiş (Tin 95/4) ve ona kendi ruhundan üflemiştir. (Bakara 2/31) Bütün bu donanımları taçlandıran ise yeryüzünde üstlendiği ilahi öğretiler için halifelik görevidir. Bu yolda nebevi vahyin ışığı birinci nur, sahip olduğu aklı ise ikinci nur olarak insanın yolunu aydınlatacaktır. “Sana beni sorarlar ben yakınım” (el-Bakara 2/ 186), “üç kişi gizlice konuştuğunda dördüncüsü Allah’tır, beş kişi gizli konuştuğunda altıncısı Allah’tır” (el-Mücadele 58/ 7), “sözü gizleseniz de açıkça söyleseniz de bilin ki O kalplerin içindekini bilmektedir.” (el-Mülk 67/13) şeklindeki ifadeler insanın Yaratıcısı tarafından nasıl çepeçevre kuşatıldığının birer ifadesidir. Devamında ona yol gösterici kılavuzlar gönderilmiş, başıboş bırakılmadığı ifade edilmiştir. Yukarıdan aşağıya vahiy ve ilham, aşağıdan yukarıya dua ve niyaz olarak tanımlayabileceğimiz bu iletişim kanallarıyla da haberleşme ilişkisinin dinamizmi kurulmuştur. Yukarıda genel profilini çizmeye çalıştığımız dinamik uluhiyet ve insan anlayışının zorunlu bir sonucu olarak okuyabileceğimiz toplumsal öğretilerimize de birkaç örnek verelim: Bilindiği gibi İslam’ın ferdi esas aldığı düşünülen öğretileri de dahil olmak üzere sosyal ve toplumsal yönü olmayan hemen hiçbir öğretisi bulunmamaktadır. Literatürde makasıdü’ş-şeria tabir edilen dinin en temel amaçları olan canı, malı, dini, nefsi ve nesli koruma ilkeleri bütünüyle toplumsal menfaatlerin temini için vazedilmiştir. İyiliği emretme, kötülüğü yasaklama ilkesi, namazların cemaatle kılınmasının tavsiye edilmesi, sosyal adalet için zekat ve sadakanın dağıtılması, suçluların hakkaniyet içinde cezalandırılması, bu amaçla içki, kumar, uyuşturucu ve fuhuşun yasaklanması gibi en önemli hizmet alanları İslam’ın sosyal öğretilerindeki dinamizme işaret etmekte ve insanın ruh ve beden sağlığını korumayı amaçlamaktadır. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır” (en-Necm 53/39), “Dünyadan da nasibini unutma” (el-Kasas 28/77) gibi temel ihtarlarla çıkılan yolda dünyanın imarı, ihyası, (Kur’ân’ın hars ve’n-nesl dediği) nesillerin ve maişetlerin korunması, geliştirilmesi görevi de yine insana verilmiştir. (el-Bakara 2/205) SONUÇ 1.İslam dinamizm dinidir, uluhiyet anlayışından kainat anlayışına, insanın konumlandırılmasından en temel toplumsal öğretilerine kadar bu dinamizm kendini göstermektedir. 2.Allah Teala’nın her an yeni bir yaratmada olması, kainatın da belli bir gaye ile planlanmış ölçülü dinamik yapısı insana birinci derecede yol göstericidir. 3.İslam’ın evrensel değerlerine sahip çıkmak belli bir güç, erk ve imkan gerektirmektedir ki, bu durum da fertler ve toplumlar için sağlıklı ruh ve beden yapısını zorunlu kılmaktadır. 4.Hz. Peygamber’in ifadesiyle “güçlü mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır.” 25 Yasin MÜSLİM EKSEN KAYMASI VE AİDİYET İnsan menfaatini düşünen bir varlıktır ve zamanla değişmediğini iddia ederek, farklı bir frekanstan hareket etme esnekliği gösterir. İ nsan menfaatini düşünen bir varlıktır ve zamanla değişmediğini iddia ederek, farklı bir frekanstan hareket etme esnekliği gösterir. Çoğu zaman iyi niyet çıkışlı olarak başlayan sapma insanı Hakikatten ayırıp yeni yanlış bir gerçeklikle gaye yolundan ayırır ve insana yine yolunun doğru olduğu ilhamını verebilir. İnsan, ebedi olan o kopmaz halkaya tutunmak için kendilerini temizleyip gerçeğe yöneldiklerinde, ölçü ile hareket edecekler, aşırı yüceltme ve küçültme açmazından kurtulmuş olacaklardır. İnsanlar bazı kavramları aşırı yücelttiklerinde, bazı vazifelerini ona devretmenin gereğini yerine getirme kolaylığına sapmış olurlar. Aldatmanın, ihanetin, çıkarların sekteye uğramadığı tek yerleşik 26 nokta kardeşlik mekanizmasıdır. Denizle başlayan, denizle biten uzun toprak aralığında var olma döngüsünde bulunan insanoğlu duygularını açıkça tezahür eder. Arzu ve ümitlerin hassasiyeti kimlik kökeni çıkmazına düşmeden en güzel ulaşması ile son bulmalıdır. Yitik bir tahayyülün ortasında savrulup duran niyetler ve arayışlar, kardeşini bulduğunda selamete erer. Zorunlu muhasebelerle beraber ihtiyaç duyulan moraller bizlere aittir. Aid olduğumuz ve olma- mız gereken o büyük çemberde, daraldıkça yaralanmış yığınlara şifa olmak en büyük hedefimiz. Kardeşliğin sebepleri ve elbette güçlendirilmesi hakkında en lütufkar kelimelerle konuşmamız gerekiyor. Aidiyetin bizden kopmadan, bizimle büsbütün kalması göreceli bir kavram olmamalı. Ardı ardına kesilmeyen savunma durumuna düşürülmüş insanlar acı birikimlerini başka yere yönlendiriyorlar. Yitik bir tahayyülün ortasında savrulup duran niyetler ve arayışlar, kardeşini bulduğunda selamete erer. Hayatı kamil şekilde yaşamak ve yaşatmak, bunu bir yağmur gibi her noktaya ulaştırmak çok daha güvenilir bir ortak aklın ortaya çıkmasına vesile olacak. Verimli bir artışla şahsi girişimlerden çoğunluk halkasına İnsanı birbirinin kurdu olmaktan kurtarıp kardeşçe dayanışmaya, adil paylaşıma davet eden tüm bilgiler insana haddini bildirir. ulaşıp, bu güzel birlikteliğin yüz akı çalışmaları artacaktır. Dünya bize daralıyor desek, hiçbir yaşam alanı kalmıyor desek. Hep daha fazla olsun diyen niyetlerin ortasında nefes alamaz hale gelmek çok yorucu. Bunu bilerek korkutucu bir durum olmadan, kardeşlik esaslarıyla tedavi edilmesi kolay olan hallerdir. Kainattaki eşsiz ahenk ve denge, insan ilişkilerinde insafla çağrışıma dahil edilebilir . Herkesin sessiz bir biçimde buluştuğu noktada, doğuştan getirdiği fıtratın imkanı olarak açığa çıkan insaf, her olayda adalet ve merhametin içindeki ince sızı olarak işlevine kavuşmak ister. Bu aşamada, insanın haddini bilmesi için, şaşmaz, temel bir ölçüye olan ihtiyaç ortaya çıkmış olur. İnsanı birbirinin kurdu olmaktan kurtarıp kardeşçe dayanışmaya, adil paylaşıma davet eden tüm bilgiler insana haddini bildirir. İnsana görev verirken bilinmeli ki ipleri soyuttur. O isterse onu taşıyacaktır, istemezse atıp kim- senin bilemeyeceği sorunlara yürüyecektir. Aidiyet bilincimiz bulanık, ‘miyop’ ve koordinatları belli olmayabilir. Her daim bizi bir arada tutacak, ileri taşıyacak ve tüm dalgalanmalarımızda sarsılmaz kalmamızı sağlayacak bu eşsiz birikimi asla kurban edemeyiz. Belirleyici tüm etkenleri bir araya toplayıp sağlam teşhislerle gönülde yer bulmak esas alınması gereken ihtiyaçları ortaya çıkartır. Cesaret duyarak en yüksek iştiyakla bunu beslemek vasıflı bir hareketin heyecanına ortak olmaktır. Aidiyet bilincimiz bulanık, ‘miyop’ ve koordinatları belli olmayabilir. Her daim bizi bir arada tutacak, ileri taşıyacak ve tüm dalgalanmalarımızda sarsılmaz kalmamızı sağlayacak bu eşsiz birikimi asla kurban edemeyiz. Modern bakış açıları, engelleyici hususlar girişilen temel hizmetlere mani olamaz. Buna izin vermemek üzere prensip belirleyerek uygulamak, birbirini tutmuş gönüllerin zaferi ile taçlanacak- tır.Çokça günler gelmiş,çokça insanlar öne çıkmıştır. Başlamış ve sona ermiş tüm deneyimler mutlaka bütünsel akışa bir iz bırakmıştır. Yaratılış amacından bir an bile kopmadan bunu diğer tüm bireylere sirayet ettirme derdi, aidiyet kavramının tüm yönleriyle benimsenmiş olduğuna işarettir. Yüce bir davanın ekseninden kaymadan, yıkılmayacak bentlerle ilerleyişini sürdürmesi bir sonraki adımda dert edinmiş vicdanlarda yükselmeye devam edecektir. Sahip olunan imkanları sürekli değişkenliğe kurban etmeden sabit tutmak, bir sonraki hamleye hazır hale getirmek istisnasız bir güçlü bilincin zaferidir.Ortak gayelerle sarsılmaya fırsat vermeden usulü kenarı bırakmadan yaşanan zamana bitmez yol gösterici olacak. Ait olarak var olmak ve bunu tüm niyetlerle korumak her algının taşıyabileceği bir hal değildir. Modern kavramlara ve değişimlere yenik düşerek sarsıntılarla boğuşan insanoğlu, son nefesine ulaşmış bir müminin şehadete ulaşmasını asla anlayamayacak ve neden şehadet sahiplerine karşı mağlup olduğunu öğrenemeyecektir. 27 Sahir AKÇA MİLLET “Din şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat kavram olarak herbirinin belli bir yönü vardır. Din itikad, şeriat amel ve millet ise birlik, toplama yönüyledir." M illet kelimesinin kavram ve sözlük mânaları ile ilgili olarak şöyle tarifleri yapılmıştır: 1. Din, inanç, ilâhî hükümlerin tamamı, şeriat, sünnet, 2. Bir din veya mezhebe mensup olanların tamamı, 3. Ümmet; İslâm Milleti, 4. Gidilen yol; Bu yolun niteliğini belirtmez, hem doğru hem de yanlış yol olabilir, 5. 19. Asırdan itibaren yaygınlaşan mâna ise; “İnanç, ortak tarih, dil, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk, kavim” dir. Bunun ise batıdan alınan “nation” veya “ulus, budun, ırk, kavim” kavramlarıyla hiçbir anlam benzerliği yoktur. Elmalılı merhum Hak Dini Kur’ân Dili tefsirinde; “Din şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat kavram olarak herbirinin belli bir yönü vardır. Din itikad, şeriat amel ve millet ise birlik, toplama yönüyledir. Yâni, itikad edilen neyse amel edilen de odur, amel edilen neyse toplanılan da odur. Bu bakımdan millet, bir topluluğun çevresinde toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, yâni toplumun ruhunun tâbi olduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Hakkı hak, bâtılı bâtıl, eğrisi eğri, doğrusu doğrudur” der. Bunu bir cümle ile söyleyecek olursak; itikad ve îman yönünden din, amel ve uygulama bakımından şeriat, sosyal–ictimai bakımdan da 28 millet kavramları kullanılır. Milletle din arasındaki dikkat çeken ayrılık, milletin Allah’a değil, yalnızca kişilere izafe edilmesidir; meselâ, hiçbir zaman “Allah’ın milleti” denmez ve “İbrâhim Milleti, vs” denilir, yâni millet kavramı dinin gönderildiği Peygamberin adıyla söylenir. İbrânîce ve Ârâmîce’de; melel “konuşmak, söylemek”, mille de “kelime, söz” mânasına gelir. Bununla da ilişkili olarak Arapça’da “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki imlâl (imlâ) kökünden türeyen millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi ve yazılması bakımından “din” karşılığında kullanılmış, ayrıca kelimeye “izlenen, gidilen yol” mânası verilmiştir. Bu çerçevede “Milletü’l-İslâm / Milletü’l - Muhammedî, Milletü’l - Yehûdî, Milletü’n - Nasrânî” veya “Milletü İbrâhîm, Milletü’l - Mecûs, Milletü’s - Sâbie, Milletü’l - Hak, Milletü’t Tevhîd, Milletü’l - Küfr” gibi tamlamalarda belli dinleri ifade eder. Millet-i İbrâhîm terkibinin yer aldığı âyetlerde Resûl-i Ekrem’in tebliğ ettiği dinin özü bakımından Hz. İbrâhim’in diniyle aynı kabul edildiği hususu vurgulanmakta, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Araplar’ın saygı gösterdiği İbrâhim milletinin ayırt edici özelliğinin Hanîflik ve tevhid inancı olduğu bildirilmektedir (Âl-i İmrân 95; Nahl 123). Hadislerde millet kelimesi Kur’ân’daki anlamları yanında “doğuştan getirilen özellikler, fıtrat” mânasında da geçmektedir. Bütün çocukların İslâm milleti üzere doğduğunu, ancak daha sonra başka dinleri benimseyecek şekilde eğitilebildiklerini ifade eden hadisin (Müsned, Müslim, Tirmizî) bazı rivayetlerinde millet yerine “fıtrat”ın geçmesi iki kavramın eş anlamlı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Hadislerde ayrıca İbrâhim milletinden ve onun Hanîf ve Müslim olduğundan bahsedilmekte (Müsned), Hz. Muhammed’in ashabının İbrâhim milletini takip ettiği belirtilmektedir (Müsned, Dârimî, Ebû Dâvûd). İslâmî literatürde millet kelimesinin, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklinde yer alan tanımıyla din ve şeriatla eş anlamlı olduğu belirtilmekte, ancak bakış açısına bağlı olarak aralarında fark bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Allah’ın koyduğu kurallar bakımından millet, onları yerine getirenler bakımından din kelimesinin kullanıldığı, ayrıca millet tabirinin Allah’a veya diğer insanlara değil sadece onu tebliğ eden peygambere nisbet edildiği, dolayısıyla “Allah’ın dini, Zeyd’in dini” denildiği hâlde “Allah’ın milleti, benim milletim, Zeyd’in milleti” denilmeyeceği, millet ve şeriatın Allah’ın kullarından yapmalarını istediği, dinin ise Allah’ın emrinden dolayı kulların yaptığı şey olduğu, şeriata kendisine uyulması bakımından din, üzerinde birleşip bir araya gelinmesi bakımından millet adı verildiği, Allah’ın koyduğu prensiplerin bunları O’nun adına bildiren kimseye nisbetle millet ve bunlarla amel eden kimselere nisbetle din diye anıldığı söylenmiştir. Gazzâlî insanın varlığını sürdürebilmesi için belirli, âdil ve toplayıcı bir esasa dayanan karşılıklı yardımlaşma ve himayeye, davranış ve ilişkilerinin iyi ve doğru olacağı bir toplum içinde yaşamaya muhtaç bulunduğunu, bu toplumu oluşturma keyfiyetine millet ve şeriat denildiğini; Şehristânî, insanların gerek hayatlarını sürdürmek gerekse âhirete hazırlanmak için birlikte yaşamaya ihtiyaç duyduklarını, bu sosyal yapının yardımlaşmayı ve birbirini himaye etmeyi sağlayacak biçimde oluşması gerektiğini ve birlikteliğin bu şekildeki teşekkülüne millet denildiğini belirtir. Dolayısıyla millet bir toplumun etrafında birleştiği ve üzerinde yürüdüğü, sosyal varlığının kendisine dayandığı temel esaslar ve izlenen yoldur. “İlmü’l-Milel” (Dinler Tarihi İlmi) terkibi terim hâline gelmiş, bu literatürde millet kelimesi daha çok semavî dinler ve onları takip eden gruplar, “Hevâ” ise beşerî dinler ve felsefeler için kullanılmıştır. Bu konuda İbn Hazm ve Şehristânî’nin çalışmaları en çok tanınmış olanlarıdır. Şehristânî, eserinin mukaddimesinde belirttiğine göre milletin kurucusu (Allah) tarafından Kaynakça: DİB İslâm Ansiklopedisi, Şamil İslâm Ansiklopedisi, Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar, görevlendirilen peygamber, iddiasının doğruluğunu mûcizelerle kanıtlayan şahıstır. En büyük millet Hanîfiyye olarak da adlandırılan İbrâhim milletidir (Hac 78). Şeriat, millet, minhâc ve sünnetler Hz. Muhammed ile kemâle ermiştir (Mâide 3). İslâm’ın cihanşumul bir din olması ve inanç konusunda baskıyı yasaklaması sebebiyle diğer din mensupları, İslâm toplumu içinde din özgürlüğünden faydalanarak serbestçe yaşama imkânına kavuşmuşlardır. Müslüman hukukçuları, gerek devletin vatandaşı olan gayrimüslimler/zimmî gerekse yabancı gayrimüslimlerin / müste’men hukukî statüleri, temel hak ve görevleri, kazaî ve hukukî özerklikleri, inanç ve din özgürlüğü, Müslümanlarla sosyal ilişkileri gibi hususlarda kendi dönemlerine uygun çözümler ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu çerçevede bilhassa velâyet, evlenme, şahitlik, miras, vasiyet, kısas, diyet gibi konularda din ayrılığının Müslümanla gayrimüslim arasında veya gayri müslimlerin kendi aralarındaki ilişkilerde ne ölçüde etkili olduğu, dolayısıyla İslâm dışındaki dinlerin tek millet sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. İslâm’ın diğer dinlerden ayrı bir millet olduğu hususunda ittifak bulunmakla birlikte, diğer dinlerin tek millet sayılıp sayılmadığı ihtilâf konusudur. Bâtılda birleşme bakımından bunların tek millet olduğunu ileri sürenlere göre din ayrılığı bu ilişkilerde gayrimüslimler arasında bir engel teşkil etmez; diğer dinleri inanç farklılıklarına bağlı şekilde ayrı ayrı milletler sayanlar ise Müslümanlarla olduğu gibi onların kendi aralarındaki ilişkilerde de din ayrılığını engel görürler. Fukahanın karşılıklı münasebetlerini kurallara bağladığı din temeline dayalı vatandaşlık ve azınlık hukuku anlayışı, Osmanlı Devleti’nin Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları, D. Mehmet DOĞAN, Doğan Büyük Türkçe Sözlük. son zamanlarında ve modernleşen diğer İslâm ülkelerinde terkedilmiş, vatandaşlık din esasına dayanmaktan çıkarılmış, zimmî kategorisi ilga edilmiştir; böylece Müslüman ve zimmî arasında millet farkından doğan hukukî sonuçlar da ortadan kalkmıştır–kaldırılmıştır. Modern dönemde Batı’da ortaya çıkan “nation” kavramı Türkçe’de millet/kavim kelimesiyle karşılanmış, böylece millet terimi İslâmî literatürde taşıdığı dinî muhtevasından soyutlanarak salt sosyolojik ve siyasî bir kavram hâlini almıştır. Bir devletin millet esasına dayalı olması gerektiği düşüncesi 19. yüzyılda Batı’da, 20. yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’de hâkim siyasî düşünce durumuna gelmiştir. Ancak milletin tanımı ve ölçütü konusunda her dönemde siyasî yaklaşımlar ışığında farklı nazariyeler ortaya atılmıştır. Dil, din, coğrafya, ortak tarih ve vatandaşlık gibi unsurların tek başına veya birkaçı bir arada milliyetin ölçütü olması gerektiği hususunda tartışmalar yapılmıştır. Bununla beraber modern dönemde “bir milletin bir devletle aynîleşmesi” anlamına gelen milliyetçilik akımı, kitleleri milliyet duygusu etrafında toplayıp harekete geçiren en önemli unsur kabul edilmiştir. İngiltere’de John Locke, Fransa’da Jean-Jacques Rousseau, İtalya’da Giuseppe Mazini, Almanya’da Johann Gottfried von Herder ve Türkiye’de Ziya Gökalp milliyetçilik (İslâm’dan soyutlanmış olarak) düşüncesinin öncüsü olarak görülür. Milliyetçilik (Kavmiyetçilik, ulusçuluk ve ırkçılık olarak), I. Dünya Savaşı’ndan sonra Asya ve Afrika’da da hızla yayılmıştır. Türkiye’de Atatürk, Mısır’da Sa‘d Zağlûl ve Cemal Abdünnâsır, Çin’de Sun Yatsen gibi liderler bu süreçte rol oynamıştır– rol model olmuşlardır. 29 Çocuklara Öykülerle 40 HADiS Halil ATALAY 14.HADiS AĞZI OLAN KONUŞUYOR "Hayır konuşmak, susmaktan hayırlıdır. Susmak da, kötü konuşmaktan hayırlıdır." (1) K onuşmak, insana has Allah (c.c.)’ın en güzel lütuflarından birisidir. Ağzımız bize yemekten da-ha iyi bir şey için verilmiştir. Güzel şeyler söylemeye alıştırırsak, biçimi de güzelleşir. Tatlı dilin yerini hiçbir şey tutamaz. Mevlânâ ne güzel söylemiş: “Dil, tencerenin kapağına benzer. Oynadı mı, içinde ne var anlarsın.” “İnsan dilinin altında gizli-dir. Bu dil ruh kapısının penceresidir. Bir rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi bize görü¬nür. “ Dil, bir kelime ağacıdır. Aşılanmış bir meyve ile yabanisi arasında ne derece fark varsa, terbiye-den geçmiş bir dille, ter¬biye görmemiş bir dil arasında o kadar fark vardır. Biri bal gibi tatlı, diğeri ise zehir gibi acıdır. Ağzı olan konuşuyor da acaba ne konuşuyor? Hemen öykümüze geçelim: Boş boğazın biri Sokrat’a müracaat ederek güzel konuş¬ma dersleri almak istediğini bildirmiş. Sokrat, öğretmenlik ücreti olarak başkalarından istediği ücretin iki katını istemiş. Adam bu¬nun sebe-bini sorunca da, Sokrat filozofa yakışır biçimde cevap vermiş: “Sana söylemeyi öğretmek kolay, susmayı da öğretmek gerek.” Adamın biri hem lafazan hem de ahmaktır. Sakalı süt gibi beyaz olmasına rağmen saçına hiç ak düşmemiştir. Bir mecliste bu adamın saçı ile sakalı arasındaki bu farkın neden kaynak¬landığı konuşu-lur. Bilgelerden biri der ki: “Bunda bilinmeyecek ne var? Bir şey çok kullanılırsa el¬bette eskir. Bu adamın da çenesi çok kul-lanıldığı (çok konuştu¬ğu) için eskiyip ağarmış. Beyni ise hiç kullanılmadığı (düşünerek konuşmadığı, aklını hiç kullanmadığı) için saçlarına bir şey olmamış! İşte böyle dostlar. Ağzı olan konuşuyor da; aklı olan öl¬çülü, dengeli, faydalı ve lüzumlu şeyleri konuşuyor. Aklını kul¬lanmayanlar ise boş boğazlık yapıyor, ne konuştuğunu bilmiyor. Ağzından çıka-nı kulağı duymuyor. Halbuki; iyiyi görelim, iyi şeyler duyalım, iki dinleyelim bir konuşalım diye, Allah (c.c.) bir ağız, iki göz, iki kulak vermiş... Yüce Rabbimiz: “İnsanın konuştuğu şeyleri yazan bir gözcünün (meleğin) olduğunu” bize bil-dirir. (50 Kaf, 18) Gerektiği yerde, gerektiği kadar konuşmayı öğrenmemiz gerekir. Hem güzel konuşmalı, hem de güzel olan şeyler konu¬şulmalıdır. “Güzel konuşmak çok laf etmek değildir. O, Allah ve Rasulü’nün sevdiği şeyi açıkça ortaya koy-maktır. Gerçek tutukluk, dil tutukluğu değil, hakkı bilmemektir.”(2) Sevgili Peygamberimiz: “Kulağın hoşlanmayacağı (din¬leyeni rahatsız edecek) her şeyden, sözden kaçın!” (3) tavsiye¬sinde bulunmuştur. “Geveze, hayasız ve cimri olması, kişiye kötülük olarak yeter.” (4) Dilin kemiği yoktur, ancak sorumluluğu vardır. Onun için atalarımız: “Bülbülün çektiği dil belası-dır.” demişler. Bülbül gü¬zel öttüğü için ka- fese konulur. Yeri ve zamanı belirlenmemiş söz¬ler de felaket getirir. Bazı kişiler güzel ve iyi şeyler söylediklerini sanarak başlarına iş açabilirler. Onun için temkinli, tutarlı, fay¬dalı şeyler söylenmelidir. Kur’an-ı Kerim’de güzel söz bir ağaca benzetilir. Kökü top¬rakta sabit, dalları semada devamlı meyve vermektedir. Çirkin söz ise çirkin bir ağaç gibidir. Ne sağlam bir kökü vardır ne de sağlam bir meyvesi...(14 İbrahim, 24- 26) Yine kaba ve çirkin sözler, merkebin anırmasına benzetilmiştir. (31 Lokman, 19) Kötü sözlerin açtığı yara kapanmaz. Kanaması dursa da izi kalır. O izler hep sahibini hatırlatır. Kelimeler bomba gibidir. Fitilini çekmeyi bilmezseniz eli¬nizde patlayabilir. Yunus’un ifadesiyle; “Söz ola kese savaşı, Söz ola kestire başı.” Yani söz savaşı da keser, başı da kestirir. Müslüman, ne haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan konumuna düşmeli, ne de gıybetle, ifti-rayla “ölü kardeşinin etini yeme” (49 Hucurât, 12) durumuna düşmelidir. İki şey akıl kıtlığına işarettir: Konuşulması gereken yerde susmak, susulması gereken yerde ko-nuşmak. Konuşmak herkese, ne konuştuğunu bilmek ise akıllılara mahsustur... “Hayır konuşmak, susmaktan hayırlıdır. Susmak, kötü konuşmaktan hayırlıdır.” Kaynaklar: 30 Yararlanılan Kaynaklar: 1.Münavî, Feyzul- Kadir 6/372 (9666). Ali Akpınar, Faruk Beşer, Nureddin Yıldız, Mustafa İslamoğlu, 2.Münavî, age. 5/ 356. Ebubekir Sifil, Riyazü’s-Salihin. 3.Aclunî, Keşfül- Hafa 1/324; Münavi, age. 3/117. 4.Münavî, age. 5/5. İnşaat • PVC ve Alüminyum Doğrama • Çitf Cam • Çelik Kapı • Garaj Kapısı NECİP TOK Ali Dilmen Mh. Sakarbaba Cd. No: 73/75 Erenler / SAKARYA Tel-Faks: 0264 241 70 39 Gsm: 0532 482 52 06 Ö.Faruk AKPINAR SELAM OLSUN! Hadislerde selam verme ve almanın üzerinde önemle durulması anlamsız değildir. Çünkü selam, bir iman tezahürüdür, müslümanlık alametidir, müslümanlar arasında bir paroladır. İ nsanlar arası ilişkilerde takınılması gereken tavırların pek çoğunu Efendimiz’in örnekliğinde görmekteyiz. Güler yüzlü, tatlı dilli olması, samimi ve sevgi dolu konuşmasıyla gönülleri okşaması onun insana verdiği değeri gösterir bizlere. O, bizden de Müslüman toplumunu bir arada tutacak yegâne kuvvet olan insanî ilişkilerimize özen göstermemizi ister. Hicretten sonra Medine’de kurduğu kardeşlik anlaşmalarıyla İslam toplumunun tohumlarını eken Rasûl-i Ekrem (s.a.), o toplumun yeşermesi için akması gereken su kanallarını da bizzat öğretmiştir. Kaynuka Yahudilerinin bilginlerinden olan ve şehirlerine hicret eden Peygamber’i gördüğünce ‘Bu yüzün sahibi yalan söylemez!’ diyerek müslüman olan Abdullah b. Selâm’dan nakledildiğine göre Efendimiz’in (s.a.), Medine’ye hicret ettiğinde ilk söylediği sözlerden birisi şu olmuştur: “Ey İnsanlar! Selamı yayınız; yemek yediriniz; sıla-ı rahmi gözetiniz; insanlar uykudayken gece namaz kılınız. Bunları yaptığınız takdir- 32 de selametle cennete girersiniz.” Suheyb-i Rûmî’den rivayet edilen bir başka hadiste:“Sizin en hayırlınız yemek yedireniniz ve verilen selamı alanınızdır” buyuran Efendimiz (s.a.), insanlara hayır getirecek bu iki hasletin kişiye de hayır kazandıracağını ifade etmiştir. Bir adamın kendisine “Hangi İslam daha hayırlıdır?” şeklindeki sorusuna Efendimiz (s.a.): “Yemek yedirirsin ve tanıdığın tanımadığın herkese selam verirsin!” diye karşılık vermişti. Hadisleri yazma hususunda Allah Rasûlü’nden özel izin alan genç sahabi Abdullah b. Amr’ın naklettiğine göre bir başka hadiste, bir adamın kendisine “Hangi İslam daha hayırlıdır?” şeklindeki sorusuna Efendimiz (s.a.): “Yemek yedirirsin ve tanıdığın tanımadığın herkese selam verirsin!” diye karşılık vermişti. Yine Abdullah b. Amr’dan gelen bir rivayette: “Rahman’a kulluk ediniz; selamı veriniz; yemek yediriniz; cennete girersiniz.” buyrulmuştur. Selam ve yemek yedirmenin başka hadislerde de birlikte zikredildiği görülür. Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre Rasûl-i Ekrem Efendimiz “Selamı yayınız! Yemek yediriniz! Cennetlere vâris olursunuz!” , İbn Ömer’in naklettiği bir rivayette ise “Selamı yayınız, yemek yediriniz ve Allah’ın emrettiği gibi kardeşler olunuz” buyurmuştur. Hadislerde selam verme ve almanın üzerinde önemle durulması anlamsız değildir. Çünkü selam, bir iman tezahürüdür, müslümanlık alametidir, müslümanlar arasında bir paroladır. Dünyanın her yerindeki müslümanların esas selam cümlesi aynıdır: “es-Selâmü aleyküm! / Selâmün aleyküm!” Selam veren kişi, ‘Ben Müslümanım, benden sana zarar gelmez!’ diyerek İslam ümme- tinden olduğunu haykırmış olur muhataplarına. Bu beyanıyla o, kendisine ona göre muamele edilmesini talep eder aynı zamanda. Bu yüzden Yüce Kitabımız selam veren kimseyi imansızlıkla itham etmemeyi öğütler. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız!” Karşısındakine selam vererek onlara güven veren kimsenin de, böylesi bir ithama maruz kalmamak için, bu güvene uygun davranması, güveni zedeleyecek kötülüklerden kaçınması gerekir. Selam vererek girdiği bir dükkânı soymaya kalkan, selam veren bir müşterisini aldatıp kazıklayan, selam vererek başladığı konuşmasını yalan, sövgü ve iftiralarla devam ettiren kimseler selamı idrak edememişler demektir. Selam verenlerin bu kötü davranışlarda bulunması, sadece karşılarında bulunan muhataplara değil, İslam kimliğine ve bütün müslümanlara zarar verir. Buna mukabil, dünyada selam vermeyi ve verilen selamı almayı adet haline getiren, selâm şuuruna sahip, selâmın gereklerini yapan, selâmın ruhuna uygun söz söyleyenler cennetle müjdelenmişlerdir yukarıdaki hadislerde. Bu kimselerin cennette de hep duyacağı bir sözdür selâm: “Yalnız selam verilir, esenlik dilenir onlara, yalnız merhaba edilir orada!” Zaten Rabbimiz, inananlara mükâfat olarak hazırladığı cenneti, “dâru’s-selâm” olarak isimlendirmekte ve kullarını dâru’sselâm’a (girmek için çaba sarf etmeye) davet etmektedir. Cennete giren kimse Selâm’a kavuşmuş, selâmete ermiş demektir. Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde selâmlaşmanın önemine dikkat çekerken: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş göstereyim mi? Aranızda selamı yayınız!” buyurarak selam-imâncinân üçlüsünün birbiri ile ilişkisini ortaya koymuştur. Buna göre imansız cennete girilemeyecek, iman ise din kardeşine duyulan sevgiyle ve dindaşların arasında kendini sevdirmeyle beslenecektir. Çünkü tehâbbû fiili, karşılıklı sevmek demektir. Bunun gerçekleşebilmesi için sevmek yeterli değildir; kendini sevdirmek de gerekir. Kalplerde oluşacak bu sevgi kalesinin kapısının anahtarı ise “selâm”dır. Selam sözü ile müminlerin tanışıklığı başlar, birbirlerine sundukları güven ve sadakat ortamı olan selam sayesinde muhabbetleri katlanır. Selamlaşma ile bir ülfet peyda olur; ardından sevgi, kaynaşma başlar ve bu, sağlam bir dayanışmaya dönüşür. Bu sebeple bir adı da es-Selâm olan Rabbin rızasını kazanmak için selam ile başlayan gönül birliğini selâmetle devam ettirebilmelidir mü’min. Bunun için de gerçek mümin, mü’mince yaşamak, mü’mince davranmak, mümin kardeşleri ile ilişkisini sâlim tutmak zorundadır. İmanını kuvvetlendirmek için selamı yaygınlaştırmak ve bu vesile ile cen- neti kazanmak istiyorsa mü’min, kardeşleriyle “selamlaşamaz hâle gelmemeli, köprüleri tamamen atmamalıdır!” Öyle ki Rabbimiz, mü’minleri “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler” buyurarak tanıtmıştır. Mü’min, tartıştığı, cedelleştiği kimselere bile selam der, sözlerini “Vesselam!” diyerek nihayete erdirir, tenkit ettiği kişi için “Allah selamet versin!” niyazında bulunur, ona veda ederken de yine selamlaşarak selametle diyerek kardeşine iyi dilekte bulunur. Onun karşılaştığında verdiği selamı ile veda ederken verdiği selamı arasında kıymet bakımından bir farkın olmadığını da hadislerden öğreniyoruz. İnananlar topluluğunun aralarındaki dinî ve toplumsal bağların korunmasının ilk adımlarından biri olan selamın, Efendimiz’in Medine’deki ilk öğretileri arasına girmesi bundan ötürü olmalıdır. Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabilelerinin aralarında rekabet vardı, geçmişte yaptıkları savaşlar yüzünden aralarında kırgınlık ve dargınlık vardı. Birçok muhacir yurtlarını terk ederek Medine’ye gelmişti. Üstelik toplum içerisinde efendi-köle şeklinde statü farklılıkları bulunuyordu. İşte bütün bu farklılıkları bir gönül birlikteliğine çevirmenin fatihası, selam ve ikramın yayılması, selâm ve ikram ile birlikteliğin tesisi olmuştur. Çünkü ister patron, ister işçi, hangi statüde olursa olsun her Müslümana verilecek selam aynıdır. Hatta kabir ziyaretlerinde, dâr-ı bekâya irtihal etmiş müminlere bile aynı selam verilmektedir. Miraçta Rabbine sunduğu güzel33 Mü’min, tartıştığı, cedelleştiği kimselere bile selam der, sözlerini “Vesselam!” diyerek nihayete erdirir, tenkit ettiği kişi için “Allah selamet versin!” niyazında bulunur, ona veda ederken de yine selamlaşarak selametle diyerek kardeşine iyi dilekte bulunur. likler karşılığında kazandığı Rabbin selâmını, Esselâmü aleynâ ve alâ ıbadillahi’s-sâlihîn diyerek kendisi yanında sâlih kullar üzerine alan Efendimiz, ümmetine selâmı yaygınlaştırmalarını emrederken, kendisi de bunun ilk uygulayıcısı olmuştur. Medine sokaklarında gezinirken karşılaştığı çocuklara bile selam vermesi bunu göstermektedir. Ne zaman selam verileceğini, kimlerin selam vermesi gerektiğini, selamın nasıl verilip, nasıl alınacağını, kısacası selamlaşma âdâbını da o öğretmiştir. İşte bunlardan birisi: Bir gün bir adam Efendimiz’in yanına geldi ve “Selâmün aleyküm” dedi. Rasûlullah selâmı aldı ve “On sevap kazandı” buyurdu. Sonra birisi daha geldi ve “Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâh” dedi. Efendimiz, onun da selamını Tirmizî, Kıyâme, 42; İbn Mâce, İkâme, 174; Et’ıme, 1; Dârimî, Salât, 156. İbn Ebî Şeybe, Müsned, 1/497; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 39/348; Hâkim, Müstedrek, 4/278. Buhârî, İmân, 6, 20; Müslim, İmân, 63. Tirmizî, Et’ıme, 45; İbn Mâce, Edeb, 11; Dârimî, Et’ıme, 39; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 989. Tirmizî, Et’ıme, 45; Dârimî, Et’ıme, 39. İbn Mâce, Et’ıme, 1. Nisâ, 4/94. 34 aldı ve “Yirmi sevap kazandı.” buyurdu. Üçüncü bir adam daha geldi ve “Esselâmü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berekâtühû” dedi. Onun da selamını aldıktan sonra “Otuz sevap kazandı.” buyurdu. Hz. Peygamber’in “selam” hassasiyetini Kitabın ayetleri de desteklemiştir:“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip (izin alıp) ev sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu davranış sizin için daha hayırlıdır.” “Evlere girdiğiniz zaman, Allah katından bir esenlik, bereket ve güzellik temennisi olarak selam verin!” “Size bir selam verildiğinde, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla karşılık verin!” Son zikrettiğimiz ayetten hareketle verilen selâmı almanın farz olduğu söylenmiştir. Allah Rasûlü’nün müslümanın müslüman üzerindeki haklarını sayarken, onun verdiği selamı almayı da zikretmesi bunu desteklemektedir. Şu halde müslümanım diyen bir kimsenin verdiği selam mutlaka alınmalıdır, hem de selamı verenin işiteceği bir şekilde. Selamın alınmaması, kardeşler arasında buğz ve fitneye sebep olabilir. Selam almanın önemi bu şekilde iken Efendimiz’in bir başka hadisi selam vermenin daha üstün bir meziyet olduğunu öğretir bizlere. Sorulur: “İki adam karşılaştıklarında hangisinin önce selam vermesi uygundur?” Allah Rasûlü: “Allah’a en yakın olanı!” şeklinde cevap verir. Yine Müslümanın kardeşi üzerindeki altı hakkından birisi olarak karşılaştığında selam vermesi de sayılmıştır. Hatta Nebi (a.s.), bir müslümanın yolda karşılaştığı kardeşine selam vermesini, bir müddet sonra aralarına ağaç, duvar ve taş gibi bir şey girer de yine karşılaşırlarsa tekrar selam vermesini tavsiye buyurmuştur. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki selamın tanıdık tanımadık herkese verilmesi, nüfusun çoğaldığı günümüzde oldukça güçtür. Bu sebeple sokakta, kalabalık yerlerde selam verip alma sünnetini, garip karşılanmayacak, alay konusu olmayacak şekilde ayarlamak ve uygulamak gerekir. Ancak imkânlar ölçüsünde iki müslümanın selamlaşması da İslâm’a mahsus şekliyle uygulanmalıdır. “Merhamet sahibi Rabbin katından selam” (36/58) alanlardan, “selamla karşılanıp müjdeyle cennete girenler”den (39/73) olmak duasıyla.. “Selam, hidayete tâbî olanlara olsun!” (20/47) Selametle efendim! Vâkıa, 56/26. En’âm, 6/127. Yûnus, 10/25. Müslim, İman, 93; Tirmizî, İsti’zân, 1. İ.Lütfi Çakan, Hadislerle Gerçekler, s. 141. Furkân, 25/63. Ebû Dâvûd, Edeb 139; Tirmizî, İsti’zân 15. Ebû Dâvud, Edeb, 143; Tirmizî, İsti’zân, 2. Nûr, 24/27. Nûr, 24/61. Hz. Peygamber de eve girerken veri- len selamın bereket olacağını söylemiştir. Tirmizî, İsti’zân, 10. Nisâ, 4/86. Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4. Ebû Dâvud, Edeb, 133; Tirmizî, İsti’zân, 6. Dârimî, İstizan, 5; İbn Mâce, Cenaiz, 43. Ebû Dâvud, Edeb, 135. http://www.hayrettinkaraman.net/makale/0408.htm Bayram YILMAZ SİVİL TOPLUM NEDEN SİVİL KALMALI? Gençliğimizde bizler bir yapının, bir hareketin, bir camianın/cemaatin mensuplarıydık. Büyüdük ve kirlendik. Artık çoğumuz bir STK’nın yönetim kurulu üyeleriyiz… Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar Ben yaşarken koptu tufan Ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat Her şeyi gördüm içim rahat Gök yarıldı, çamura can verildi(1) H er şey İsmet Özel yaşarken olmadı, bazı şeyler de bizler yaşarken oldu. Mesela gençliğimizde bizler bir yapının, bir hareketin, bir camianın/cemaatin mensuplarıydık. Büyüdük ve kirlendik. Artık çoğumuz bir STK’nın yönetim kurulu üyeleriyiz… Önceden çoklukla öğünmeyi ayıp sayardık, şimdi rakamları fetişleştirdik. Önceden ‘Şeriat’ derdik, ‘Tevhidi Bilinç’ den bahsederdik; şimdilerde herkes gibi olduk ve ‘demokrat’ olabilmeyi mutlaklaştırdık. Tefsir derslerimiz vardı siyerle meczettiğimiz ve mutlaka özel bir dersi Abese suresine ayırdığımız… Şimdilerde iletişim becerilerimizi ge- liştirmekle meşgulüz… Geçen akşam gençlerimizle İmadüddin Halil ‘in ‘Kılıç ve Kelime’ romanı üzerinde yapacağımız tahlil için kitapla haşır neşir olmam gerekirken; bir kardeşimizin paylaştığı Levent Gültekin’in Pedofili bir sapığın yaptığından Ensar Vakfı’nı suçlayan yazısı üzerine(2) birkaç önemli değinide bulunmak elzem oldu en azından kardeşlerim için.. Gerçek bir bilgiye dayanarak da insanları manipüle edebilirsiniz; ama Levent Gültekin’in yaptığı gibi yazınıza, ilk giriş cümlesine bile doğru olmayan bir bilgi ile başlıyorsanız, sizin zaten derdinizin bir mağduriyeti çözmek olmadığı bellidir… Peki neden? Bir şeyin değerini değil de fiyatını konuşmaya başladığımız zaman,kendimiz için bir haberin de gerçeklikle olan ilgisini değil, faydasını ve işlevselliğini konuşmuş oluruz. Bu mantık bazen bizi destekleyecek bir yalana, bizi desteklemeyecek bir gerçekten daha çok değer vermemize sebep olabiliyor. Bir zalim, bizim düşmanımızı eziyorsa makbul, bir suç bizim rakibimize zarar veriyorsa işlevsel olarak dolaşımda kalmasını istiyoruz, görmezden geliyoruz… Süreç öyle bir işliyor ki bir bakıyorsunuz mağdur ve suçluyu, suçlunun eşcinselliğini, pedofili sapıklığını konuşmuyoruz da İslamcıları konuşuyoruz!.. İslamcıları, Ensar Vakfını, her şeyi konuşabiliriz ama bir usulümüz olsun, her şeyi iyi bir amaca matuf olarak bağlamında konuşalım… Ahlakın evrensel tanımı tutarlılıktır Her insan kendini tanımladığı referanslarına uygun davranmak zorundadır. Hiç kimse bir Eskimo’yu İslam ahlakına uygun davranmıyor diye ahlaksızlıkla suçlayamaz. Ama “Ben Müslümanım” diyen birisi İslam’ın ahlakına uygun davranmıyorsa ahlaksızlık yapıyordur. Tutarlılık önemlidir. Kişinin yapmayacağı şeyi söylemesi Allah katında suçtur ve nefret edilen davranıştır. (Saff,3) 35 Bu kısa girişten sonra birkaç cümleyle meramımızı anlatmaya çalışalım. 1. Bahsi gecen eşcinsel, pedofili sapık, bahsi gecen yurtta 2013 yılında 5 ay boyunca etüt öğretmeni olarak görev yapıyor. İşlenen sapıklığın suç kayıtları geriye doğru 2014 yılına kadar gidiyor. –Kendi itiraflarından da anlaşılacağı üzere-muhtemeldir ki bu eşcinsel sapık bu fiilini başkaları ile de işlemiş olabilir. 2. Daha sonraki süreçte-aynı zamanda Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olanbu sapık aileleri tarafından kendisine emanet edilen bu çocuklara tacizde bulunmuştur. (…) Burası şu acıdan önemli ailelerin suçu ve sorumluluğu çok daha fazla olmasına rağmen, projeksiyonu doğru yere tutamadığımız için bundan sonraki suç ve sapıklıkları önleme imkânımız azalıyor. 3. İnsan birden sapıtmaz. Bu sapık da pedofili olmadan önce eşcinsel, eşcinsel olmadan önce zani, zani olmadan önce de fahşa’ya düşmüştür. Pedofiliye gelene kadar tüm sayılan haramlar ve eşcinsellik ise bu toplumda matah bir şeymiş gibi pazarlanmaya çalışılmakta, AB müktesebatı ile de koruma altına alınmaktadır. Filmlerin, dizilerin alt metinlerinde, görsel paylaşımlarda ve hatta bazen kınamak için bile yapılan paylaşımlarla bile görünür hale getirilmektedir. Toplum sıkça gördüğüne alışmakta,alıştığını da normal karşılamaktadır. Üstüne ‘tercih’ gibi bir kavramla saygınlaştırılmaya çalışılmakta; ‘yoksa siz/siz demokrat değil misiniz?’ soruları ile de eş36 cinsellere gösterilecek hoşgörü demokrat olabilmenin kriteri olarak pazarlanmaktadır. 4. Bir suç ve günahı önleyebilmek için ona giden yolları zorlaştırmamız gerekir. Bunun için başta eşcinsellerin ‘onur yürüyüşü’ adı altında yaptıkları sapıklıkları önleyebilmek, en azından onlar kadar görünür bir tepki ortaya koyabilmekten geçer. Biz bu toplumun mensubuyuz. Kaçınılmaz olarak toplumun meselesi bizim de meselemiz. Aynı zamanda bizim meselemiz, nesli ihya ve yeryüzünü imar ederek, takva temelli toplumu inşa edebilmektir. Maalesef - devamı da gelebilecek olan- bu patlayan cerahatlerle ilgili başka cümlelerde kurabiliriz ama doğru tanımlamaları kibarlaştırmak biraz zül geldi, yoksa eşcinsel dediğimiz kelimenin doğru ifade tarzını da biliyorum. Biz bu toplumun mensubuyuz. Kaçınılmaz olarak toplumun meselesi bizim de meselemiz. Aynı zamanda bizim meselemiz, nesli ihya ve yeryüzünü imar ederek, takva temelli toplumu inşa edebilmektir. Yaşadığımız hayatlarımız; anlamlı amaçlar uğrundaki çabalamalarımızla kıymetlenir, bu gayretler sayesinde insan olarak değer kazanabiliriz ancak. Amacımızı gerçekleştirmek için birbirimize ve birlikte iş yapma iradesine ihtiyacımız var. Yolumuza engel olan, ancak üç kişinin birlikte kaldırabileceği bir taşı, yüz kişi tek tek kaldırmayı istese de kaldıramaz. Niyetleri ve gayretleri samimi olan o yüz kişinin emeği yazık olup gider… Bu zorunlu işbirliği, adı farklı farklı olsa da bizleri örgütlü çabaların içinde tutmalıdır. En çok hassasiyet göstermemiz gereken husus da, Allah Rızası için diyerek işlettiğimiz çay ocaklarımızın, derneklerimizin, yayınevlerimizin ve hatta partilerimizin dünyalık amaçlara daha çok hizmet eder hale gelmesi/getirilmesidir. Elele tutuşup “Ya Allah” diyerek yoldan taşı kaldırdıktan sonra, birimizin çıkıp geçiş ücreti talep etmeye başlaması bizleri kardeşler olmaktan çıkarıp, profesyoneller seviyesine düşürecektir. Profesyonelleşemeyenlerle mecburen mekânlar ayrılacak, eskisi gibi görüşemeyeceğiz, ellerimiz birbirini tutamayacak ve çok kolay ayaklarımız kayabilecektir. Hele zemin bir de çok yağlıysa… Her birimiz statü ve konumlarımızı amaçlarımız ile anlamlandırırız. İslam’a daha kolay ve etkin hizmet için İmam olan bir kardeşimizin kürsüye kattığı anlam ile maişet kaygısıyla “imam” olmuş birinin mesai mefhumu aynı olabilir mi?.. Mümkün değil. Çünkü kimse amacını aşamaz. En iyimiz amacına ulaşır, daha az iyilerimiz amaçlarına yaklaşabilir. Maalesef yaşadığımız son 10 yılda birçok dernek ve vakfın yönetim kurulu üyeliğinin, siyasette bir sıçrama tahtası olarak kullanılması gibi bir sorunumuz olmuştur. Bunda hem STK’ların bürokratik güç arzusunun hem de sivil alanı politik mülahazalarla düzenlemeye çalışan siyasetin büyük bir vebali vardır. Bu bağlamda Ensar Vakfı Başkanının hem AK Parti İstanbul İl Meclis Üyesi olması, Hem THY İcra Kurulu Üyesi olması gibi tamamen dünyevi hırsla açıklanabilecek pozisyonları ile adı ENSAR olan bir vakfın başkanı olmasındaki çelişki, acil olarak düzeltilmesi gereklidir. Görüntü hoş da etik de değildir. Mesele çok boyutu olmakla beraber, nacizane bir İslamcı olarak ben bu süreçte Ensar Vakfı Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu’nun hangi yetkinlikle THY İcra Kurulu Üyesi olabildiğini de merak etmekteyim! Eğer bir STK’ da Ensar olabilmek gibi yüce bir amacınız var, oturduğunuz makamda Ensar olabilmek kaygısı ile bulunuyor iseniz; bu amaca hizmet eden aracın zarar görmesini istemezsiniz. Kurumunuzla ilgili algı operasyonu başlar başlamaz refleks olarak ilk yapacağınız şey ‘Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın’ demekti. Gerekirse kendinizi feda eder mensup olduğunuz camianın onurunu ayakta tutarsınız. Eğer ki amacınız Ensar olmak ise…? Eğer ki amacınız Ensar olabilmek değil de örneğin bir sonraki seçimde milletvekili olmak ise önceliğiniz kurumunuz olmaz. Amacınıza uygun şişkin bir “CV” oluşturursunuz. Sizi “daha yükseğe” sıçratacak, sıçrama tahtalarına “işmar edersiniz”. Süreci “böyle tatsız bir olayda” yüzünüzü kameralardan saklayarak at- İsmet Özel(1984) ‘Celladıma Gülümserken.’ şiirinden. 03.04.2016 diken.com.tr 3 Ali Nur Kutlu, 03.04.2016 Y. Şafak Gazetesi 4 G. Özaltınlı - Karar Gazetesi 07.04.2016 latmaya çalışırsınız. Stratejinizin tutmayacağını anladığınızda da artık iş işten geçmiştir. İstemezseniz bile artık 37 yıllık köklü bir kurum toplumsal hafızaya geri dönülemeyecek şekilde olumsuz Siyasetin sivil alanı daraltarak alan genişletme arzusuna karşı durabilmemiz başta siyaset kurumu olmak üzere tüm toplum kesimlerinin lehine olacaktır. bir tarzda yerleşmiştir. Maalesef olan, Hayrettin KARAMAN, merhum Ahmet ŞİŞMAN gibi hocalarımızın 50 yıllık emeklerinin “bizim partimizin üyesi başkan olsun” arzusu ile zayi edilmesidir. “Krizi yönetmekte bile mahir olmayan insanların, krizleri önlemede başarılı olamayacağı aşikârdır. O zaman işi ehline vermenin ne kadar hayati önem taşıdığını daha iyi anlıyoruz değil mi?...”(3) uyarısı da en azından Ensar Vakfı için geç kalınmış bir uyarıdır. Geç kalmamak adına ifade edelim ki; Siyasetin sivil alanı daraltarak alan genişletme arzusuna karşı durabilmemiz başta siyaset kurumu olmak üzere tüm toplum kesimlerinin lehine olacaktır. “Kendisini “iktidar oyununun” dışında tanımlayan fikir üreticilerinin konumu farklı olmak durumundadır. Onların, politik öznelerin iradesiyle aralarına bir özerklik mesafesi koymaları beklenir. Entelektüel çaba; tarih, kültür, toplumsal algı, siyasal yapı ve liderliklerin tümüne yönelik bir anlama, çözümleme ve etki üretmeyi içermelidir.(4) İslami teşekküllerin her türlü toplumsal olgu ve gündemi değerlendirirken; İslami terminoloji kullanma konusunda ısrarcı olmaları gerekir. Bu da kendi öz sermayemizle iş yapma hassasiyetini korumak ve geliştirebilmekle mümkün olabilir. Kredi kullanıp acılım/atılım yapmak riskli bir davranıştır. Ticarette birçok kardeşimizin başına geldiği gibi kalan ömrünüzü “kredi veren kuruma borcumuzu ödeyebilmek için” çalışmak zorunda kalabiliriz. Özellikle İktidar menşeili ‘Yeni Anayasa’ ve ‘Başkanlık’ tartışmalarında iktidarın diline ve gündem dayatmalarına teslim olmamak da bu süreçte önemli bir “sivil alan” savunması hassasiyeti olacaktır. Bize düşen dava şuuruna sahip kimseler olarak bir araya gelme amacımızı koruyabilmektir. Birlikte ürettiğimiz sinerjinin süistimal edilme ihtimaline karşı duruş sahibi olarak kalabilmektir. Siyasette ticarette, bürokraside bulunacaksak da dava şuurumuzla oralarda bulunmamız gerekir. Kendimiz yıpratıp davamızı yüceltmeliyiz. Liyakati gözetip işlerin ehil insanlarda bulunmasını sağlamak için de gayret göstermeliyiz vesselam… 1 2 37 Haticenur CANLI MÜSLÜMANLAR BİRLEŞİN! Şu günlerde toplum olarak gönüllerimiz ve dillerimiz aynı derdi vird edinmiş durumda. B ir çocuğun haince öldürülmesinden, bir cemaat liderinin atıflı konuşmasına kadar her bir meselenin sonunda, müsebbib olarak bu derdi dillendiriyoruz. “Ümmetin yarası” diyerek müsemma kıldığımız bu derdin farkındalığı güzel olsa da konuştuğumuz sohbet halkalarında çözüm odaklı olmayışımızdan olsa gerek, derdimiz halen içimizi cayır cayır yakıyor. Evet derdimiz açık: “Müslümanlar birleşin!” Dillerimize pelesenk olan, ümmetin vahdet çatısı altında toplanamıyor olması. Çünkü biz biliyoruz ki ümmetin birleşmesi ancak vahdet çağının gelmesiyle mümkündür. Vahdet çağını getirecek olan ise tevhidin hayatımızda hak ettiği yeri almasıdır. Peki nedir “vahdet” ve nedir “tevhid”? Vahdet; öz manasıyla “birlik” demektir. Ümmetin vahdetinden kastedilen ise sadece bir fikir üzere toplanmak, bir anlayışın dışına çıkmamak değildir. Nitekim bu şekilde olsaydı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): ”Ümmetin ihtilafında rahmet vardır” diye buyurmazdı. Olması gereken tüm 38 ihtilaflara rağmen aslolandan yani Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmayıp, bu çatı altında toplanabilmektir. Tevhid ise aynı kökten gelen bir kelime olup “birlemek” demektir. Tevhid şahsın kalbinde, inanç dünyasında Allah’ı birlemesi, O’ndan gayrı bir Rabb kabul etmemesidir. Dayatılan tüm beşeri sistemler karşısında zihnindeki ve kalbindeki ümmîliği koruyarak vahdet çizgisine ulaşmasıdır. Diyebiliriz ki; ümmetin birleşmesi, ümmînin birlemesiyle gerçekleşecektir. Ancak bir husus var ki, tam bu noktada tevhid ile vahdet arasındaki köprü görevini üstleniyor. Nitekim bunu bize bildiren Allah azim olan Kuran’da şöyle buyurmuştur: “Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz.” Ayetin ilk kısmında belirtildiği gibi vahdetin/birleşmenin Allah’ın ipine yani Kuran’a sım- sıkı sarılmakla, onun öğretileri etrafında tefrikaya düşmeden toplanmakla mümkün olduğu bildiriliyor. Fakat asıl bize yol gösteren ayetin ikinci kısmıdır. Allah Subhanehu ve Teâlâ kardeşliğin bir nimet olduğunu hatırlatıyor ve kalpleri arasında birleşenlerin eş zamanlı olarak Allah’ın hak kıldığı İslam dini üzerinde de birleşmelerinin sağlanacağının haberini veriyor. Demek ki bir topluluk kardeş olmadan vahdet makamına erişemiyor. İşte bu nedenle kardeşlik bizi tevhidden vahdete ileten en önemli vesiledir. Kişi kendisinde yerleştirdiği sağlam tevhid akidesi ile kurtulduğu dünyevî prangalar ruhunda özgürlüğü yakalamasına vesile olacaktır. Amellerini Allah’ın boyası ile boyayan şahıs, etrafına yaydığı kardeşlikle diğer insanların da akideyi kavramasına sebep olacaktır. Bir bir düzelen insanlar için Yüce Allah vaadi üzerine toplumları düzeltecektir. Böylece biiznillah vahdet üzerimize hak olacak, birleyen ümmet birleşecektir. Bir namaz kıyamı eda edercesine saf tutan ümmet, İslam için mücadelelerini omuz omuza sürdüreceklerdir. İstiklal Mah. Kirişhane Cad. No: 86 Serdivan / SAKARYA Tel: 0264 333 11 11 Gsm: 0555 849 34 06