KUR`AN KURSU HiZMET BiNASI AÇILIYOR

advertisement
RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 13 SAYI: 50 Temmuz - Ağustos - Eylül 2016 ISSN 1305 - 5356
KUR'AN KURSU
HiZMET BiNASI
AÇILIYOR
HESABI UNUTMADAN
YAŞAYALIM
SAİD HALİM PAŞA'NIN
İSLAMCILIGI
Abdullah BÜYÜK
Yusuf YAVUZYILMAZ
SELAM OLSUN
Ömer Faruk AKPINAR
Editörden
Yusuf Gökhan ERKAN
YERİNİZDE Mİ SİNİZ?
T
arih tekerrürden ibarettir
dostlar, tarihi iyi okumak, iyi
anlamak ve ders çıkarmak gerekir. Buyurun tarihte bir yolculuk
yapalım ve bugün kendi nefsimiz
adına nasıl bir nasihat alacağız
bir bakalım.
Hicretin üçüncü yılı, yer Medine
yakınlarındaki Uhud dağı...Resulullah (s.a.v) yedi yüz kişilik ordusuna karşılık, üç bin kişilik putperest Kureyş ordusu. Resulullah
efendimiz (s.a.v) İslam ordusuna
savaş düzeni aldırır. Bu arada
stratejik önemi bulunan Ayneyn
tepesine de 50 okçu gönderir ve
onlara görevlerini bildirir. Göreviniz, bize yönelecek atlıları okla
tutup, arkamızdan dolananlarını
önlemektir buyurur. Düşmanı
yendiğimizi görseniz bile yerinizden ayrılmayınız! Diye tembih
eder. Sonra ashabına seslenir ve
onları cihada, sabra ve gayretli olmaya teşvik eder. Çok geçmeden
müşrik ordusu dağılmaya başlar,
sayıca ve kuvvetçe kat kat üstün
olan müşrikler korkuya kapılır ve
kaçmaya başlarlar.
Müşrik ordusunun dağıldığını gören okçulardan bazıları,
-Ne duruyorsunuz, Allah (cc) düşmanı bozguna uğrattı. Kardeşleri-
miz ganimet toplama koyuldular.
Sizde ganimet toplayın! dediler.
Bazıları ise,
-Siz Resulullah(s.a.v)’in, ‘’Bizi
arkadan koruyunuz, yerinizden
ayrılmayınız! öldürüldüğümüzü
görseniz de yardımımıza koşmayınız! Ganimet topladığımızı
görseniz de bize katılmayınız!’’
buyurduğunu bilmiyor musunuz?
diye karşı çıktılar.
Müşrik ordusunun atlı birliklerinin komutanı Halit Bin Velit,
dağda okçuların azaldığını, Müslümanların ganimet toplamakla
meşgul olduklarını görünce hücuma geçer, tepede kalan 10 kadar
okçuyu da görevleri başında şehit
edip, Müslümanlara arkadan saldırırlar. Bu durumu gören müşrik
ordusu tekrar toparlanıp yeniden
Müslümanların üzerine yürürler.
Zafer yenilgiye dönüşmüştür.
Müslümanlar darmadağın olmuşlardır. Bu hal Kitabımız Kuran’ı
Kerimde Şöyle anlatılır.
Gerçekten Allah, (size olan yardım) vaadini doğruladı (yerine
getirdi). Hani O’nun izniyle onları
(Uhud’da) kırıp geçiriyordunuz.
Fakat sevdiğiniz (zaferi ve bıraktıkları ganîmet)i size gösterdik-
ten sonra, (Peygamberin verdiği) emir hakkında gevşediniz,
(yerlerinizde kalıp kalmamak
hususunda) tartıştınız ve (emre)
karşı geldiniz: Kiminiz dünyayı (ganîmeti) istiyor, kiminiz de
(emre bağlı kalarak) âhireti istiyordu. Sonra (Allah), sınamak
için onlar(a karşı başarı)dan sizi
geri koydu (yenilgiye uğrattı).
Bununla beraber sizi bağışladı. Allah mü’minlere karşı çok
lütufkârdır. 3/152
Sonunda müslümanlar savaşı kazanmasalar da çok ağır kayıplarla, Allah’ın bağışlamasıyla tekrar
toparlanıp mutlak bir bozgundan
kurtuldular.
Bu tarihsel olayı aktarmakta niyetimiz elbette bir hikaye gibi
okumak veya okutmak değil.
Müslüman için hayat bir sorumluluk ve her sorumluluk alanı bir
Ayneyn tepesi. Daha fazla dünyalık kazançlar uğruna İslami
görev ve vazifelerimizde göstermiş olduğumuz ihmalkarlıklar
dünyalık ve ahiretlik büyük kayıplara neden olacaktır. O zaman
ey nefis yerini iyi belle ve vazife
yerin olan okçular tepesini sakın
terk etme…
3
iÇiNDE
iÇiNDEKiLER
6
HESABI UNUTMADAN
YAŞAYALIM
8
YAŞAM BİÇİMİ
DEĞİŞİR FETVA
DEĞİŞİR
Abdullah BÜYÜK
Hamza TEKİN
16
18
4
12
SAİD HALİM
PAŞA'NIN
İSLAMCILIĞI
HZ.PEYGAMBERİ
HEYECANLANDIRAN
AY
Yusuf YAVUZYILMAZ
Mehmet KUZU
İSLAM’IN
ULUHİYYET
ve İNSAN
ANLAYIŞINDAKİ
DİNAMİZM ÜZERİNE
FAALİYETLERİMİZ
24
Yrd.Doç.Dr. Hülya Terzioğlu
Hatice
EKiLER
26
EKSEN KAYMASI
VE AİDİYET
Yasin MÜSLİM
28
MİLLET
Sahir AKÇA
RİBAT EĞİTİM VAKFI
ADAPAZARI ŞUBESİ
YIL: 13 SAYI: 50
Temmuz - Ağustos - Eylül / 2016
RİBAT EĞİTİM VAKFI
Adapazarı Şûbesi Adına
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Gökhan ERKAN
30
14. HADİS
AĞZI OLAN
KONUŞUYOR
Halil ATALAY
Yayın Kurulu:
Sâhir AKÇA
Yusuf Ertuğrul ERDEM
Gökhan ERKAN
Yasin MÜSLİM
Mithat AYKAÇ
Fatih ÇALTIKOĞLU
H.Bilal ÜVEZ
Raif ŞENSOY
Genel Yayın Yönetmeni:
Yusuf E. ERDEM
32
SELAM OLSUN
34
SİVİL TOPLUM
NEDEN SİVİL
KALMALI?
Ömer Faruk AKPINAR
Ömer Faruk AKPINAR
36
MÜSLÜMANLA BİRLEŞİN
Haticenur CANLI
Reklâm Sorumlusu:
Atilla YAKAR
Tel: 0532 708 95 24
İrtibat Adresi:
Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6
(İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI
adabulteni@hotmail.com
www.adabulteni.com
Telefax: 0264 277 19 46
Tasarım ve Baskı:
BURAK OFSET 0264 274 69 24
Sorumluluk:
Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu
yazarlara aittir.
Gönderilen yazılar iade edilmez.
İsim zikredilerek iktibas yapılabilir.
BASIM TARİHİ: ARALIK 2016
ISSN 1305 - 5356
5
Abdullah BÜYÜK
Hesabı Unutmadan
Yaşayalım
Günümüz Müslümanlarının gafil olduğu en zor imtihan, rahatlık
içindekilerin imtihanıdır. Ancak imtihanı başka yerlerde arayanların,
içinde bulundukları imtihandan yüz akı ile çıkmaları zordur.
İ
nsanlar ömürleri süresince
mutlu ve sıkıntılı günler geçirirler. Bunlar hep birer imtihandır. Sıkıntılı günlerdeki imtihan
ile rahatlık dönemindeki imtihanı karşılaştırırsak, rahatlıktaki
imtihan daha zordur. Günümüz
Müslümanlarının gafil olduğu en
zor imtihan, rahatlık içindekilerin imtihanıdır. Ancak imtihanı
başka yerlerde arayanların, içinde bulundukları imtihandan yüz
akı ile çıkmaları zordur.
Çeşitli imtihanlara tabi tutulan
ve hepsinden de başarı ile çıkan
ilk Müslümanlar: Muhacir ve
Ensar’dır. Bunlar İslâm toplumunun ayakta kalmasına sebep olan
direklerdir.
6
“İslâm’ı ilk önce kabul eden Muhacirler ve Ensar ile iyilikle onlara uyanlar var ya Allah onlardan
razı olmuş onlar da ondan razı
olmuşlardır. Allah onlara içinden
ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu büyük başarıdır. (Tevbe,
100)
Dikkat çeken şey; birbirlerinden
razı olan Allah (cc) ve Allah’ın
kullarıdır. Razı olma sebebi şudur: Muhacir, Ensar ve tabi olanlar, Allah’a itaat edip Peygamberin davetine uydukları için Allah
onlardan razı olmuştur.
İman ve Rasûlullah’a itaate karşılık onlara cennet ikram ettiği için
onlar da Allah’tan razı oldular.
İbni Kesir bu ayet hakkında şu yorumu yapıyor:
“Allah, Muhacir ve Ensar’ın ileri
gelenleri ve onlara uyanlardan
razı olduğunu haber vermiştir.
Onlara kızıp, sövenlere yazıklar
olsun. Allah’ın razı olduğuna sövdüklerine göre, Kuran’a iman nerede, onlar nerede?”
“Çevrenizdeki
bedevilerden
birtakım münafıklar vardır.
Medine halkından da münafıklıkta direnenler vardır ki sen
onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba
itileceklerdir.”(Tevbe, 101)
Münafıklıkta İhtisası Olanlar
Bu ayet Medine dışından şehre
inen münafıklar ve Medine halkından nifakta ısrar eden, uzmanlaşmış münafıklardan bahseder.
Bunlar münafıklıkta öyle mesafe
kat etmişlerdir ki, münafıklıklarını vahiy olmadığı müddetçe bu
nifak ehlini Peygamberimiz de
bilememiştir. Kendilerini gizleyebilmişlerdir.
Peygamberimizin yaşamış olduğu
o dönemde 300’e yakın münafık
olduğu söylenir. Profesyonel münafıklar için iki kez azap tattırılır.
Birincisi: Dünyadadır ki ölmeden
evvel rezil olmalarıdır.
İkincisi: Kabir ve cehennem azabıdır.
Münafıklar; dünyada, kabir ve kıyamet hayatında rezil olacaklardır.
“Diğer bir kısmı ise günahlarını
itiraf ettiler. Bunlar salih amel
ile kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki, Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah
çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.” (Tevbe, 102)
Çeşitli imtihanlara tabi
tutulan ve hepsinden
de başarı ile çıkan ilk
Müslümanlar: Muhacir ve
Ensar’dır.
“Allah, Muhacir ve Ensar’ın
ileri gelenleri ve onlara
uyanlardan razı olduğunu
haber vermiştir. Onlara
kızıp, sövenlere yazıklar
olsun. Allah’ın razı
“Onlar günahlarını itiraf ettiler” olduğuna sövdüklerine
göre, Kuran’a iman nerede,
İtiraf: Bir şeyi bilerek ve mahiyetini anlayarak kabul etmektir. İn- onlar nerede?”
san bir suç işleyince aslı olmayan
mazeretler ileri sürmemelidir. Yapılan işin kötü olduğunu anlamalı, kabul etmeli ve pişman olmalıdır. Bunun için; iyilik ve kötülük
yapan, kötülüğünden pişman
olup doğru söyleyenlerin itirafı
geçerlidir. Ahzab suresi 57. ayette
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor;
“Allah, Allah’ı ve Resulünü in-
citenleri dünyada ve ahirette lanetlemiştir. Onlar için ahirette de
horlayıcı bir ateş hazırlamıştır.”
Bu ayeti her okuyuşumuzda adeta
tüylerimizin diken diken olması
gerekiyor. Kendimize de şu soruyu sorup vicdanımıza cevabını
vermeliyiz: “Ben, ferdi, ailevi ve
toplumsal hayatımda Allah’ı ve
Resulünü inciten tavır ve davranışlarda bulunuyor muyum? Bu
sorunun cevabı, dünya hayatımızın anlam ve amacını ortaya
koyarken ahiret hayatımızdaki
akıbetimiz için de belirleyici olacaktır. Selam ve dua ile…
7
Hamza TEKİN
YAŞAM BİÇİMİ DEĞİŞİR
FETVA DEĞİŞİR
Toplumsal ve siyasi yaşamın değişmesi değişim kuralının ve
kanununun gereği bir gerçektir. Birçok şey hep olduğu gibi kalmaya
devam etmez insanların bakışına göre değişir, biçimlenir.
T
oplumsal ve siyasi yaşamın
değişmesi değişim kuralının
ve kanununun gereği bir gerçektir. Birçok şey hep olduğu gibi
kalmaya devam etmez insanların
bakışına göre değişir, biçimlenir.
İslami bir toplumda yaşayan ve
bulanan gayri Müslim bir topluluğun (zimmî) -bunlara dini azınlıkta deniyor- meselesi İslam ümmetinin başka milletlerle ilişkisi
meselesidir.
Bu, barış ilişkisi mi savaş ilişkisi
mi? Kadın meselesi, yolculuğu,
öğrenimi, çalışması siyası hayata
girmesi bunların hepsi dünyada
üzerinde tartışılan büyük meseleler ve problemler haline gelmiştir.
İşte tüm bu meseleler karşısında
bizim eski, kadim klasik fıkıh
üzerinde kalmamız doğru ve uygun değildir. Bunları yeni baştan
çözmemiz gerekiyor; buna çözüm
ararken şeriatın maksad ve gayesini gözetmemiz ve ön planda
tutmamız gerekiyor. Cüzi meselelere külli maskın ışığında nazar
ederek nasları birbiri ile irtibat-
8
landırmamız vaciptir. Kur’an-ı
Kerim buyuruyor: “Allah, sizinle
din uğrunda savaşmayan ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmayanlara
iyilik yapmanızı ve onlara âdil
davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.”
(Mümtehine, 8).
Bugün “zimmî” dediğimiz
İslam yurdunda yaşayan
gayrı Müslimler kendilerine
zimmî denmesini
istememektedirler.
“Vatandaş” olarak
anılmalarını talep
etmektedirler. Peki, buna ne
cevap vereceğiz?
Bugün “zimmî” dediğimiz İslam
yurdunda yaşayan gayrı Müslimler kendilerine zimmî denmesini
istememektedirler. “Vatandaş”
olarak anılmalarını talep etmek-
tedirler. Peki, buna ne cevap vereceğiz? Cevap şu:
Bütün fıkıhçılar zimmîlerin İslam darının ehli olduğunu söylemektedirler. Yeni deyimle bunun
manası onlar vatandaştırlar. Böyle olunca onların hoşlanmadığı
zimmî kelimesini bırakarak onlara vatandaş demekte ne mahzur olabilir? Onlar vatandaştırlar.
Hz.Ömer bundan daha önemli
kelimeyi kullanmaktan vazgeçmiştir. Kuran’da geçen “cizye” kelimesini kullanmayı bırakmıştır.
Sebebi Beni Taglep kabilesinden
gelen Araplar dediler ki; “biz bu
bizden alınan vergiye cizye denmesinden hoşlanmıyoruz. Bizden
alacağını sadaka ismi ile al; bu
fazla da olsa razıyız ve biz buna
hazırız”. Başta Hz.Ömer bu teklif karşısında biraz tereddüt etti.
Sonra arkadaşları ona dediler
ki; “bunlar savaş gücü olan bir
topluluk; eğer onları bırakırsak
Rumlara iltihak ederler ve bize
zarar verirler.” Hz.Ömer onların
bu teklifini kabul etti. İşte ahmak
Gayrulmüslimiinfilmücteme-il İslamiyye, sh. 51, Vehbe Yayınevi baskısı. Feteva Muasıra, C: 3, sh. 686,
691. Buhari, Cihad, (3038); Müslim, Cihat, (1733); Ahmet, (19742). Buhari, İlim, (69); Müslim, Cihat ve Siyer,
(1734); Ahmet, (13175); Ebu Davut, Edeb, (4794). Buhari, İlim, (69); Müslim, Hac, (1306); Ahmet, (6484); Ebu
Davut, Menasık, 2014); Tirmizi, Hac, (916); İbni Mace,
bir topluluk manaya razı oldular
ismi reddettiler.
Hükümler müsemma ve içeriğe
göre oluşup meydana gelir: isim
ve ada göre değil. Bu “gayri Müslim” meselesine ve “kadın” meselesine yeni baştan, yeni bir bakışla bakıp incelememiz gerekiyor.
Tüm bu meselelerde yaşam biçiminin değişmesine riayet ederek
kolaylaştırma ve tekâmül ve tedriç fıkhını tercih etmeliyiz.
“Gayri Müslim” meselesine
ve “kadın” meselesine
yeni baştan, yeni bir
bakışla bakıp incelememiz
gerekiyor.
Bilginlerden ve şeyhlerden birçoğu kitaplarda yaşıyorlar, gerçekle
ve gerçek hayatla yaşamıyorlar,
gerçek yaşamın bilgisinden bihaber bulunmaktalar. Onlar bundan
beş yüz, bin sene önce yazılmış
kitapları okuyorlar ama hayat
kitabını okumuyorlar. Bundan
dolayı da verdikleri fetva sanki
mezardan çıkmış gibi geliyor.
Bütün dünya ile nasıl savaşacaksınız? İşte eski kitapları okuyup
da yaşadıkları hayatı okumayan
bu gibi bilginler ve şeyhler selefi
gençlere, Elkaide örgütü gençlerine, cihat örgütü gençlerine
Mısır’da ve başka bölgelerde doğu-batı tüm dünya ile savaşmaları fetvalarını veriyorlar. Hıristiyan olsun, putçu olsun, ehli kitap
olsun, zındık ve laik olsun herkesle savaşılması gerektiği fetvasını
veriyorlar. Bu fetvalarına delil
olarak da şu ayetleri getiriyorlar:
“Fitne tamamen yok edilinceye ve
din (kulluk) de yalnız Allah için
oluncaya kadar onlarla savaşın.”
(Bakara, 193) “…müşrikler nasıl
sizinle topyekûn savaşıyorlarsa
siz de onlara karşı topyekûn savaşın ve bilin ki Allah (kötülükten)
sakınanlarla beraberdir…” (Tevbe, 36) Bunun gibi başka kılıç ayeti dedikleri ayetleri fetvalarına
dayanak yapmaktalar. Bu fetvalarını fıkıh kitaplarında yazılan;
“kâfirle cihat ümmete farzı kifayedir, farzı kifaye ise ancak kâfir
yurtlarına savaşla Müslümanlara
hiçbir kötülükleri olmasa dahi en
az senede bir kere baskın yapmak
ve ansızın onlara saldırmakla
olur (!)” beyan ve açıklaması ile
desteklemektedirler.
Bu düşünceye saplanıp kalanlar
dünyanın bugünkü geldiği durumu asla bilmiyorlar; dünya o
kadar birbirine yaklaşmıştır ki
sanki tek köy haline gelmiştir.
Milletlerarası teşkilatların, siyasiekonomik, toplumsal, kültürel ve
hukuksal geldiği noktayı bu kafa
yapısına sahip olanlar bir türlü
kavrayamamaktadırlar. Milletlerarası anlaşmalar, milletlerarası
kanunlar ve yasalar ve mahkemeler oluşmuştur. Dünya gerekçesiz
başka bir devlete saldıranları suçlar ve suçlu bulur hale gelmiştir.
Devletlerin sınırlarına saygı gösterilmesi gerekir. Devletlerarası
meydana gelen anlaşmazlıklarda
barış ön planda olmalı ve barışla
çözülmelidir. Ayrıca anlaşmalar
ve antlaşmalar yapılarak savaş
meydana geldiğinde nasıl yapılacağı kararlaştırılmıştır. Esirlerin
durumu ile ilgili düzenlemeler
getirilmiştir.
Biz Müslümanlar da bu dünyanın
bir parçasıyız. İçinde yaşadığımız bu dünyayı bilmemezlikten
ve görmemezlikten gelemeyiz ve
dünya üzerinde tek başımıza da
yaşayamayız. Geçmişten kalan
fıkıh mirasımızı araştırdığımızda
Menasık, (3051). Bu hadisten yola çıkarak Süleyman b. Fehd el-Avde “ifalvelaharec” isminde bir kitap
yazmış ve orada bu hadisi açıklayıp hacdaki kolaylaştırmaları ortaya koymuştur. (H.T.) Ahmet, (3248); Nesei, Menasık, (3057), İbni Mace, Menasık, (3029). Karadawi, mietüsualinfilhaccıvelumrati, Şam, Kalem
Yayınevi baskısı, 1. Baskı-2002 m.
dünya karşısında barış halinde
olmamızı teyit eden görüşler ve
naslar buluruz. Bunları karşılaştırdığımızda barışın delilinin
daha tercihe layık olduğunu görürüz.
Geçmiş âlimler
Hıristiyanların bayramını
tebrik etmeyi haram
saymışlardı ama bugün
Müslümanlarla barış
içinde olan Hıristiyanların
bayramlarını tebrik etmede
hiçbir mahzur yoktur.
Fıkıhçıların cihada farzı kifaye
demelerine gelince; Şafii fıkıhçılarının bununla ilgi çok güzel
bir yorumunu görmekteyiz. O da;
“farzı kifaye olan cihat düşmanı
çekindirecek askeri güç hazırlamak, eğitilmiş askerle sınır bölgelerindeki tehlikeli yerleri tutmak,
kara, deniz ve hava için yeterli orduyu hazır bulundurmaktır. Öyle
ki herhangi biri bize saldırmayı
düşündüğünde karşılığımız ve
savunmamız, insanlarımızın ve
yurdumuzun selameti için hazır
olmalıdır.”
İbni Teymiyye gibi geçmiş âlimler
Hıristiyanların bayramını tebrik
etmeyi haram saymışlardı ama
bugün Müslümanlarla barış içinde olan Hıristiyanların bayramlarını tebrik etmede hiçbir mahzur
yoktur. Özellikle Müslüman’la
özel bir irtibatı, akrabası ve komşusu, sınıfta arkadaşı, işte çalışma arkadaşı olan bir Hıristiyan’ın
bayramını tebrik etmek Allah’ın
bizi sakındırmadığı iyi davranışlardan biridir. Özellikle onlar
Müslümanların bayramını kut9
Halin, durumun,
pozisyonun değiştiği için
özellikle yeni baştan
bakılarak yeni bir görüş
geliştirilmesi gereken
meselelerden biri de “hac
menasıki”dir.
luyorlarsa Müslüman da onların
bayramını kutlamalıdır. Çünkü
Mevla buyurur ki; “Bir selam ile
selamlandığınız zaman siz de
ondan daha güzeli ile selamlayın
yahut ayni ile karşılık verin. Şüphesiz Allah, her şeyin hesabını
arayandır.” (Nisa, 86).
Halin, durumun, pozisyonun değiştiği için özellikle yeni baştan
bakılarak yeni bir görüş geliştirilmesi gereken meselelerden biri de
“hac menasıki”dir. İslam’da ibadetler kolaylık ve kolaylaştırma
üzerine kaimdir. Mevla buyurur:
“…Allah sizin için kolaylık ister,
zorluk istemez…” (Bakara, 185)
“…O, sizi seçti; din hususunda
üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi…” (Hac,78)
Yüce Resul (sallallahu aleyhi
ve sellem) Ebu Musa ve Muaz’ı
Yemen’e gönderirken onlara diyordu ki; “ Kolaylaştırın zorlaştırmayın.” Tüm ümmete de aynı
şeyi emretmiştir. Enes naklediyor. Yüce resul (sallallahu aleyhi
ve sellem) buyurdular ki: “Kolaylaştırın zorlaştırmayın.” Hiç
şüphe yok ki hac özel bir ibadettir; diğer ibadetlerden daha çok
kolaylaştırmaya ihtiyacı vardır.
Bunun birçok sebebi vardır özetlersek:
1- Birçok insan bu vecibe ve menasıki, maddi ve sıhhi birçok şarta bağlı olarak eda eder. Ailesin-
10
den, memleketinden uzaklaşarak
yolculuk yapar; yolculuk ve sefer
ise bir çeşit ateştir.
2- Son senelerde hac mevsimindeki izdihamdan tüm Müslümanlar şikâyetçidir. İnsanların hacca
yönelmesi ve kalabalıklaşması
İlahi bir ihsan ve keremdir. Özellikle bu izdiham ve kalabalık Arafat intikalinde, Müzdelife’de gecelemede Mina’da kalmada, farz
tavafının icrasında ve taşlamalarda daha fazla olmakta ve sıkıntı
daha çok artmaktadır. Birçok hacı
bilinçli hareket etmemektedir. Bu
feraiz ve menasıki insanlara ne
kadar kolaylaştırırsak Yüce rabbe
ibadet hususunda onlara yardımcı olmuş oluruz. Bunda birçok hayır ve fayda vardır.
3- Yüce resul (sallallahu aleyhi
ve sellem) özellikle hac ibadetinde bir hayli kolaylık göstermiştir.
Bayram günü kendisine, öne alınmış veya sona bırakılmış birçok
şey sorulduğunda “yap; hiçbir
zorluk yoktur” demiştir. Hac esnasında aşırılıklardan özellikle
sakındırmıştır. Fadl b. Abbas atmak üzere taş topladığında bunu
beyan etmiş; “İşte böyle taşlardan atın. Dinde aşırlılıktan aman
sakının, sizden öncekiler dinde
yaptıkları aşırılıklardan dolayı
helak olup yok olmuşlardır.” buyurmuştur.
Bunu için Arafat’tan guruptan
önce intikale, Şafii mezhebinde
olduğu gibi cevaz verilmelidir.
Müzdelife’de geceleyip kalınmamalı, Maliki mezhebine göre cem
ve hafif bir istirahatten sonra hareket ederek Akabe taşlaması yapılmalıdır. Gece yarısından sonra
farz tavafının icra edilmesi caizdir. Taşlama günlerinde Mina’da
kalmaya da gerek yoktur. Bayramın ikinci ve üçüncü günleri
zevalden önce taşlamalar yapılır,
ne bir cezası ve ne de bir mahzuru
vardır. İşte bu kolaylaştırmalar 5
milyon insanla zamanımızda yapılan haccın ve halin gereği olan
kolaylaştırmalardır ve şeriatın
maksad ve gayesine tamamıyla
uygundur.
Arafat’tan guruptan önce
intikale, Şafii mezhebinde
olduğu gibi cevaz
verilmelidir. Müzdelife’de
geceleyip kalınmamalı,
Maliki mezhebine göre cem
ve hafif bir istirahatten
sonra hareket ederek Akabe
taşlaması yapılmalıdır.
Gece yarısından sonra farz
tavafının icra edilmesi
caizdir. Taşlama günlerinde
Mina’da kalmaya da gerek
yoktur.
• Laminat Parke
• İç Kapı
• Çelik Kapı
• Duşa Kabin
• Alüminyum Korkuluk Sistemleri
• Mutfak Dolabı
• Katlanır Cam Sistemleri
0264 333 14 53
0532 708 95 24
İstiklal Mh. Bağlar Cd. No:5/A Serdivan / SAKARYA
info@decoteam.com.tr
www.decoteam.com.tr
Yusuf YAVUZYILMAZ
SAİD HALİM PAŞA'NIN
İSLAMCILIĞI
Tarihte sadece entelektüel faaliyetlerde değil, aynı zamanda uygulama
makamında bulunan, daha doğrusu siyasal alanda etkin faaliyetlerde
bulunmuş, aydınların tanıklıklarının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Selçuklu veziri Nizam-ül Mülk’ün, Ahmet Cevdet
Paşa’nın, Aliya İzzetbegoviç’in ve Ahmet Davutoğlu’nun tanıklıkları,
teorik ve pratik olarak siyasetin içinde bulundukları için daha anlamlıdır. Said Halim Paşa’da bu saydığım isimler arasında yer almaktadır.
T
arihte sadece entelektüel
faaliyetlerde değil, aynı zamanda uygulama makamında
bulunan, daha doğrusu siyasal
alanda etkin faaliyetlerde bulunmuş, aydınların tanıklıklarının
daha önemli olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Selçuklu veziri
Nizam-ül Mülk’ün, Ahmet Cevdet
Paşa’nın, Aliya İzzetbegoviç’in ve
Ahmet Davutoğlu’nun tanıklıkları, teorik ve pratik olarak siyasetin içinde bulundukları için daha
anlamlıdır. Said Halim Paşa’da bu
saydığım isimler arasında yer almaktadır; daha da önemlisi Türkiye’deki İslamcılık akımının en
önemli zihinlerinden biridir.
1863 yılında doğan Said Halim
Paşa’nın devlet çeşitli kademelerde görev yaptığı devlet hayatı,
1916’da sadrazamlıktan çekilmesiyle son buluyor. İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edilen
Paşa, oradan Sicilya’ya geçiyor.
İstanbul’a dönmek için yaptığı
12
başvuru reddedilen Paşa, 6 Aralık 1921’de bir Ermeni komitacı
tarafından öldürülüyor (Son Sadrazamlar, İbnülemin Mahmut Kemal, Dergah Yay.)
Said Halim Paşa eleştirdiği çok
sayıda değişikliğin ve yüzeysel
batılılaşma hatalarının yaygın
olarak yapılacağı bir dönemin
eşiğinde yaşama veda ediyor. Fikirlerini okurken yaptığı uyarıların, daha sonraki siyasal gelişmeler dikkate alındığında, ne kadar
anlamlı olduğunu tespit etmek
mümkündür.
Said Halim Paşa’nın Bir yayıncılıktan çıkan ve Ahmet Özalp’ın
günümüz Türkçesine çevirdiği
“Buhranlarımız” adlı eseri, çeşitli
dönemlerde yazdığı “Meşrutiyet”,
“Öykünmeciliğimiz”, “Düşünce
Bunalımımız”, “Toplumsal Bunalımımız”, “İslam Dünyasının
Çöküşü Üzerine Bir Deneme” ve
“İslamlaşmak” adlı küçük risale-
lerinin toplamından oluşuyor.
Paşa’ya göre padişahın baskısını
azaltmak ve dengeleyici bir güç
oluşturmak amacıyla, bürokratlar tarafından hazırlanmış 1876
Anayasası Osmanlı tarihinin en
önemli olaylarından biridir. Bürokratlar alt yapısı yeterince hazırlanmamış olan bazı hakların
verilmesiyle siyasal dönüşümün
yapılabileceği düşüncesindeydiler. Asıl amaçları Osmanlı halkının değil kendilerinin bunlardan
yararlanmalarını sağlamaktır.
Anayasanın ömrünün kısa olmasının nedeni, Anayasada belirlenen ilkelere hiçbir tarafın gerçek
anlamda razı olmamasıdır. Amacından sapan Anayasa sonuçta
Sultan Abdülhamid’in tekrar iktidara gelmesinden başka bir işe
de yaramamıştır. Ancak nedense
hak ve özgürlükler bakımından
çok sorunlu olan bu anayasayı
Abdülhamid ortadan kaldırmayı
hiç düşünmedi.
Osmanlılar bu anayasa deneyiminden hiçbir pozitif sonuç elde
edemediler. Sonuçta “Yürütme
gücü, zorba bir padişahın boyunduruğundan, nüfuz ve iktidarı
olmayan, deneyimden yoksun,
kendisine bol keseden bağışlanan hak ve ayrıcalıkları kötüye
kullanmaya mahkum bir meclisin boyunduruğu altına geçti.”
Sultan Abdülhamid’ten şikâyet
ederken yeni yönetim onu aratır
hale geldi. Yeni meclisten gereğince yararlanamadan ve bu deneyimin sonuçlarını görmeden
de derhal dağıtıldı. Sonuçta
Osmanlı devleti kurulduğu
andan itibaren en büyük
bunalımlardan
birine
sürüklendi. Said Halim
Paşa’ya göre manzara
şudur: “Ulusallık savaşımları, soy çekişmeleri gittikçe artarak
Osmanlılar arasında
var olan ülkü birliğini imha etti. Dünkü
casus ve rüşvetçiler
başımıza özgürlükçü,
yenilikçi ve yurtsever
kesildiler. İşsiz, geveze ve adi bir avukat en
şiddetli halk hakları
savunucusu oldu. Aciz
ve rüşvet yiyici memur
da en ateşli politikacı kesildi. Sanki bütün ülkede bir
cinnet rüzgârı esiyordu.”
Bunca sıkıntı seçilen yöntemin
ve çözümün doğru olmadığını
göstermeye yeterlidir. Hiç araştırmadan ve kendi bünyemize uyup
uymadığını analiz etmeden Batılı
kanunları tercüme yoluyla uygulamaya kalktık. Yenilikçilerimiz
metodolojik bir yanlışlıkta ısrar
ediyorlardı. “Çünkü yenilikçilerimiz, insanların yasa ve kurallar
için değil, tersine, yasa ve kural-
ların insanlar için olduğunu hiçbir zaman gerçekten anlayamamışlardı.”
Paşa’ya göre, Anayasa ülkenin sosyal yapısına ve geleneklerine aykırı
olduğu için Osmanlının varlığı için
büyük tehlike gösteriyordu. Kanun
ve kuralların tercüme yoluyla kabul edilip hiçbir eleştiri süzgecinden geçirilmemesi bu sorunun asıl
kaynağıdır. Paşaya göre anayasa
sosyal yapımıza
ve durumumuza aykırıdır. Ayrıca
ülkenin sosyal yapısı ile yasalar
arasında bir dengesizlik vardır ve
bu durum sürdükçe düzelme mümkün olmayacaktır. Yasaların iyi
olması amacından saptıklarında
zararlı olacakları gerçeğini değiş-
tirmez. Aynı şekilde zararlı yasalar,
keyfiliğe ve zorbalığa yol açar.
Paşa’ya göre memurlar (bürokratlar) Osmanlı toplumunun aydın
sınıfını oluşturmaktadır. Osmanlı
bürokratlarının konumları gereği
yeni bir atılım gerçekleştirmeleri
doğası gereği mümkün değildir.
Çünkü “Osmanlı memurlarının,
memurluğa özgü kayıtsızlık, tevekkül, teslimiyet ve sorumluluktan kaçış gibi her türlü özveri
duygusundan, özel girişimden
alıkoyan ruhsal durum nedeniyle, Batıda soyluların ve burjuvazinin yerine getirdikleri görevi
yapmaları mümkün değildir.”
Siyasal yapıyı değiştirmekle toplumsal yapının
değişeceğini ummak aydınlarımızın en büyük
yanılgısıdır ki, Cumhuriyet elitlerinin büyük ölçüde bu yanlış
düşünceden hareket
ettiklerini görüyoruz. Paşa’ya göre
İslam toplumunda
görevi ne olursa olsun kişilere tanınmış
bazı ayrıcalıklar baskı ve zorbalık nedeni
olamaz. İslami ilkeler
aydınlık bir tutumla yorumlandıkça toplum ilerlemiş, ihmal edilip olumsuz yorumlandıkça toplum
gerilemiştir. Sonuçta batının
geçtiği siyasal deneyimlerden
geçmemiş toplumumuz için aynı
uygulamaların aynı sonuçları
vermeyeceği açıktır.
Paşa’ya göre Anayasa mevcut
haliyle Osmanlı toplum yapısına
ve sosyal gerçekliğine aykırıdır.
En önemlisi Osmanlının siyasal
birliği batıda olduğu gibi ulusallık temeline değil, inanç birliği
ilkesine dayanmaktadır. Bundan
13
İslami ilkeler aydınlık bir
tutumla yorumlandıkça
toplum ilerlemiş, ihmal edilip olumsuz yorumlandıkça
toplum gerilemiştir.
dolayı Batı uluslarını taklit etmemiz, kendi gelenek ve inançlarımızı yok saymamız anlamına
gelecektir. Batı uluslarının kendine özgü şartlarını göz önüne
almadan bünyemize uygulamaya
çalışmak, Osmanlı birliğini dağıtacaktır.
Said Halim Paşa’ya göre Batı
uygarlığının temsilcileri olarak
kendilerini gören aydınlar, kendi gelenek ve toplum yapılarına
düşman kesildiler. Bundan dolayı gerekli donanımdan yoksun,
hayalci ve ihtilalci olan kişilerden oluşan meclisten fazla bir
şey beklemek hayalcilik olurdu.
Paşa’ya göre her türlü kötülüğün
sorumluluğu topluma önderlik
etmesi gereken aydınların yetersizliğidir.
Paşa’ya göre Batının felsefi ve
düşünsel temellerini dikkate almadan giriştiğimiz öykünmeci
tavır, birçok soruna yol açmıştır.
Öncelikle bir toplumda çöküntü
meydana getiren zulüm ve zorbalığı ortadan kaldırmak gerekir.
Aydınlarımız kendilerinden beklenen rolü oynayamıyor, zorbalığa karşı mücadele edeceği yerde
gerçekleşmesi imkânsız hayaller peşinde koşuyorlar. Paşa’ya
göre her toplumun kendine özgü
şartları olduğundan, bir toplumun diğerinden yararlanması en
zor konulardan biridir. Eğer bir
toplumun diğerini birebir taklit
ederek kalkınması mümkün olsaydı, toplumbilim olan sosyo14
loji ile hayvanbilim olan zooloji
arasında hiç fark olmazdı. Aynı
şekilde kavramlarında kültürel
ortamda aldıkları manalar aynı
değildir. Örneğin “eşitlik” ve
özgürlük” kavramlarının tanımı Batı ve İslam toplumları için
farklıdır. Osmanlı toplumunda
kurulan siyasal partiler toplumsal şartların farklılığından dolayı
beklenen sonucu vermedi. Siyasal partiler kavganın tarafı oldular, toplumsal sorunları çözecek
yerde sorunun bizzat kaynağını
oluşturdular. Siyasal partilerin
ve meşruiyetin benimsendiği her
yerde kavgaların, düşmanlıkların kaçınılmaz olup olmadığını
sorgulayan Paşa, bu soruya şöyle
cevap veriyor: “Hayır. Bireylerin
manevi ve fikri nitelikleri, parçalanıp zıtlaşacakları yerde, birlik
ve uyum içinde bulundukları yerde daha verimlidir.”
Osmanlının siyasal birliği
batıda olduğu gibi ulusallık
temeline değil, inanç birliği
ilkesine dayanmaktadır.
Bundan dolayı Batı uluslarını taklit etmemiz, kendi
gelenek ve inançlarımızı
yok saymamız anlamına
gelecektir.
Batıda gerçekleşen her şeyin iyi
ve güzel olduğunu zannetmek
bizim aydınlarımıza özgü bir
yanılgıdır. Siyasal süreç tarihi
gelişime ve tabi olunan sosyal
yasalara göre şekillenir. Bu nedenle toplumsal şartları değişik
olan ülkelerdeki uygulamalardan
aynı sonuçları beklemek mümkün değildir. Batı’da sosyal sınıf-
ları sayıları oranınca temsil eden
meclisler bizde aynı sonucu vermemiştir. “sözün kısası şimdiki
partilerimiz öylesine doğa dışıdır
ki, parlamento içindeki çoğunluk,
ülke içindeki azınlıkların eline
geçmiştir.” Paşa’ya göre ülkemizi
batılılaştırmak isteyen aydınlarımızın büyük bölümü kendi köklerinden koparak nihilist olmuştur.
Paşa, toplumsal sorunlarımızın
en önemlilerinden birinin de düşünce bunalımlarımız olduğunu
savunmaktadır. İlk olarak Batı
uygarlığından yaralanmak zorunda kalışımız, kendini her şeyin üstünde gören yeni bir aydın
sınıfının oluşmasını sağlamıştır.
Aydınların en sorunlu tarafı, kişiliklerini yitirerek batı hayranlığına tutulmalarıdır. Aslına bakılırsa örnek aldıkları Batılı aydınlara
da benzememektedirler. Sonuçta
her yönüyle batılılaşmış bir toplumun kurtuluş için gerekli olduğuna inanmışlardı. Gerekli olan eksiklikleri düzeltmek yerine yerel
olan her şeye savaş açmışlardı.
Paşa’ya göre bilgi ve düşünceler
amaçsız kazanıldığı zaman anlamsız ve faydasız olurlar. Batıcı
aydınlar kendilerine ilişkin olan
her şeyden nefret ettikleri için,
bilgisizliğin en kötüsüne kendi
toplumlarına yabancılaşma hastalığına düşmüşlerdir. Aydınlar,
ne olursa olsun bir sosyal olayı belirleyen temel etken ortaya çıktığı
çevredir ilkesini hiç göz önüne
almadılar. “Geçmiş zamanlarda
aydınlarımızın en büyük yanlışları, Batı uygarlığını tanımamaları ve bu yüzden ona karşı sürekli
düşmanlık beslemeleriydi. Batıcıların ise bunun tam karşıtı bir
duruma düştüklerini görüyoruz.
Bunlar kendi ülkelerini tanımıyor, yabancı kalıyorlar. Bir şiir ve
hayal ülkesi olarak düşledikleri
Batı uygarlığına karşı aşırı tutku
nedeniyle kendilerinden geçiyorlar. İlerlemek için Batı uygarlığını
birebir taklit etmek gibi bir anlayış mantık dışıdır. Bunun sonucunda inanç ve kültür alanında
sahte bir düşler ülkesi yaratmakla sonuçlanan bir yanılgının içine
düştük. Aydınlarımız, Batı uygarlığına duydukları hayranlıktan
dolayı, İlerlemek için kendi kültürümüzü terk etmek zorundayız
gibi anlamsız bir sonuca vardılar.
Oysa çözüm kendi uygarlığımızın
eksik yönlerini görerek, onunla
uyuşan yenilikleri uygulamak
ve uyarlamak olmalıydı. Paşa’ya
göre “İçinde umutsuzca çırpınıp
durduğumuz bu acı bunalımın
tek nedeni, batı uygarlığına kayıtsız şartsız girerek kendi uygarlığımızı tanımak istemeyişimizdir.”
Said Halim Paşa’ya göre
İslam dünyasının içine
düştüğü olumsuz durumdan kurtulmanın tek şartı
İslamlaşmaktır.
Paşa’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de toplumsal
bunalımlarımızdır.
Toplumsal
bunalımlarımızın başında Batılı
yaşam tarzını, özellikle Fransız
usulü yaşamayı, zihniyet olarak
benimsememizdir. Bu durum eğitimden sosyal yaşama kadar neredeyse yaşamı ikiye bölmüştür:
Her türlü yeniliği hiçbir tereddüt
göstermeden kabul eden aydınlar
ve her türlü yeniliğe katı bir tutumla karşı çıkan halk. Osmanlı
toplumunu oluşturan kurumların özel niteliklerinin ve ülkenin
düzeltilmesi konusunda ortaya
çıkan yanlışlar, temel problem
alanlarını oluşturur. Aydınlarımız gerekli donanıma sahip olmadıkları için Batıdan gelen her
şeyin yararlı olduğu fikrine varmışlardı.
Said Halim Paşa’nın İslam dünyasının geri kalışı üzerine yazdığı bölümde dile getirdiği görüşler
güncelliğini hala korumaktadır.
Paşa’ya göre hiç kimse bu konuda
derin analizler yapmış değildir. O
İslam dünyasının geri kalmasının
nedenlerini şöyle sıralamaktadır:
1- İslam uluslarının yabancıların
etkisi altına girmesinin yarattığı
sonuçlar. Batılılar Müslümanların
geri kalmasını dinlerine bağladılar
ve böylece dinleri hakkında kuşkuya düşmelerine neden oldular.
2- Dini görevlerdeki kayıtsızlık ve
kadercilik.
3- Müslüman ulusların zamanın gerekliliklerini göz önüne almamaları
ve dinlerini verimli biçimde yorumlamamaları.
4- Müslüman ve Hıristiyan toplumları arasındaki kin ve düşmanlık
5- İslam dünyasının içine düştüğü
bitmek tükenmek bilmeyen verimsiz tartışmalar ve bunun sonucunda bilimsel gelişmelerden uzak
durmaları.
6- Halk ile aydınlar arasındaki derin uçurum.
7- Batıyı taklit edenlerin izledikleri
yanlış yöntemler.
Said Halim Paşa’ya göre İslam
dünyasının içine düştüğü olumsuz durumdan kurtulmanın tek
şartı İslamlaşmaktır. İslamlaşmak şu öğeleri içerir:
1- İslam’ın kendine özgü inançları
2- Bu inançlar üzerine kurulan ahlak anlayışı
3- Ahlak anlayışını temel alan toplum anlayışı
4- Toplum anlayışını temel alan siyaset anlayışı.
“İslam tüm bu özellikleriyle bir
bütünlük oluşturur. “Bu nedenle
İslamlaşmak dediğimiz zaman,
İslam’ın inançlarını, ahlak, toplum ve siyaset anlayışını, zaman
ve çevrenin gereksinimlerine en
uygun biçimde yorumlayarak
bunlara gereği gibi uymayı anlatmak istiyoruz”
Şurası bir gerçek ki, her düşünürü değerlendirirken yaptığımız
gibi, Said Halim Paşa’yı da değerlendirirken içinde yaşadığı şartları dikkate almak gerekir. Said
Halim Paşa bir çöküş dönemi
düşünürüdür ve o dönemin bütün acılarını çekmiştir. Yaşadığı
dönemde Osmanlı imparatorluğu
çatırdamakta ve süratle çöküşe
doğru gitmektedir. Bu dönem düşünürlerin ana sorunu devletin
çöküşünün nasıl önleneceği konusudur. Ayrıca devletin çöküşünün önlenip yeniden yapılanması
için nelerin yapılması gerektiği
bir diğer önemli sorundur. Said
Halim Paşa bilinçsizce yapılan
taklidin başarılı sonuç veremeyeceğini savunarak, toplumların
farklı sosyolojik özellikler taşıdıklarının altını çizer. Said Halim
Paşanın altını çizdiği diğer önemli noktada milletlerin başka milletleri taklit ederken çok dikkatli
davranması gerektiğidir. Nitekim
gelişmiş ülkelerden alınan ve uygulamaya sokulan pek çok yenilik beklenen sonucu vermemiştir.
Said Halim Paşa çağının önemli
İslam düşünürlerinden biridir.
Nitekim ele aldığı konular bugün
bile güncelliğini korumaktadır.
15
Mehmet KUZU
HZ.PEYGAMBERİ
HEYECANLANDIRAN AY
Ramazan ayı, hicri ayların dokuzuncusudur. Yedinci ve sekizinci
aylar yani Recep ve Şaban ayları ise, Efendimiz nezdinde Ramazan’ın
manevi atmosferine hazırlık ayları gibiydi. Ön müjdecilerdi bu aylar.
H
azreti peygamber (sallallahu
aleyhi ve sellem) Ramazan
ayını “mübarek ay” olarak isimlendirdi. Maddi manevi bütün
bereketler sanki bu ayda toplanmıştı. Nitekim, Ramazan geldiğinde Resulullah’ın yaşantısında
büyük değişiklikler gözlenirdi.
Bu değişikliklerin, yakından incelendiğinde hayatın her anında
Allah’la birlikte olmak bilincini
geliştirmeye yönelik olduğu görülür. İnsanın, iç fethini gerçekleştirme yollarını gösterir.
Ramazan ayı hazreti peygamber
aleyhisselam için farklı anlamlar ifade ediyordu. Evvela ilk
vahiy Miladi 610 yılında Hira
Mağarası’nda iken kendisine inzal olundu. Cebrail aleyhisselam
ile ilk görüşmesiydi. Meleküt
alemle ilk bağlantısıydı. O ağır
davayı, omuzlarına yüklendiği,
“kalk ve uyar!” emrine muhatap
olduğu aydı. Vahyin ifadesi ile bu
ay; insanlığa bir rehber olan ve
onları doğru yola götüren, hakkı
bâtıldan ayıran en açık ve parlak
delilleri ihtiva eden Kuran’ın indiği aydı.
Ramazan ayı, hicri ayların do-
16
kuzuncusudur. Yedinci ve sekizinci aylar yani Recep ve Şaban
ayları ise, Efendimiz nezdinde
Ramazan’ın manevi atmosferine
hazırlık ayları gibiydi. Ön müjdecilerdi bu aylar. Dünyevileşmeye
bir kalkandı. Pörsümüş iradelerin
dirilişiydi bu ay. İnsanın kendi iradesini kullanarak kendini
kontrol etmesinin talimgahıydı.
Allah’ın lütuf ve inayetini almaya
açık hale gelmeyi ifade ediyordu.
Medine’ye efendimiz hicret etmişti. Sosyal toplumun temel
taşlarını koyuyordu. İlk icraatları önemliydi. Hicri birinci yıl
Ramazan ayında, Ensar-Muhacir
Hz Peygamber
aleyhisselamın hayatında
derin iz bırakan olaylar
Ramazan ayı içerisinde
gerçekleşti.
kardeşliğini Enes bin Malik’in
evinde gerçekleştirdi. Bu ay o sebeple kardeşlik ayı olmalıdır. Bu
imanın gereğidir. Kin ve nefretten
uzak, sevgi ve fedakarlık içerikli
bir kardeşlik... Mekke müşriklerinin saldırıları, Medine yahudilerinin münafıklarla birlikte oluşturdukları fitneler, bu kardeşlik
sayesinde önlendi. Fiili saldırılar
başlayınca da bu ayda savaşa izin
verildi. Hicretin ikinci yılı Şaban
ayı, Ramazan orucunun farz kılındığı aydır. İlk defa sahabe peygamberle birlikte ramazan orucu
tutmaya başladı. Nafile ibadetlerine ramazana mahsus teravih
namazını ekledi. Hicri ikinci yılın
bu ilk Ramazan ayının sekizinde
ise İslam peygamberi, Mekke askeri birliğine karşı Medine’den
315 kişilik sahabesiyle birlikte Bedir’e doğru yola çıktı. 17
Ramazan’da Allah peygamberine
Bedir zaferini ihsan etti. Bu zafer
İslami hareketin dönüm noktası
oldu.
Hicretin sekizinci yılı Ramazan
ayında insanlık, tarihte görülmemiş bir fethe şahit oldu. Mekke’nin
fethi... Hazreti peygamber devesinin üzerinde, başı öne eğik Allah’ı
tesbih ederek şehre girdiği, insanlara eman verdiği fetih.
Hz Peygamber aleyhisselamın
hayatında derin iz bırakan olaylar
Ramazan ayı içerisinde gerçekleşti. Oruç bu ayda farz kılındı.
Kur’an bu ayda nazil oldu. Kadir
Gecesi gibi “bin aydan hayırlı” olduğu beyan edilen gece de
bu ayın içinde saklı. Ramazana
mahsus itikaf, bu ayın rable buluşma günleri gibidir. İtikaf ruhi
derinleşme idi. Kulluk bilinci
idi... Tefekkürdü... Nefis muhasebesi ile yeniden diriliş demekti.
Kuran’ın Cebrail’e arzı bu ayda
gerçekleşiyordu. Ayetlerle insanın yeniden yüzleşmesi gibiydi
bu olay. Kuran’dan kopuk hayat
yaşayan bizler için yeniden vahye dönüş çağrısı demekti. Efendimiz namazlarını nafile olarak
artırırdı. Yatsıdan sonra Kur’an
okuyarak adeta kendinden geçtiği
rivayet ediliyordu. Namaz kulluk
ifadesiydi. Ona vurgu vardı.
Dua Allah’la manen bağ kurmaktı. Hayatın her anında O’nunla
var olmaktı. Hazreti peygamberin
(s.a.v) dudakları her zaman olduğu gibi bu ayda da kıpır kıpırdı.
Hz.Aişe’nin ifadesiyle bir başka
cömert oluyordu bu ayda. Arkadaşlarını eğitme adına her şeyde
örnekti. İnfakları İslam toplumunun gelişimi içindi. Sadakalar,
infaklar, zekat, fitre, Tebuk öncesi
himmet çağrısı...
Hazreti peygamberin (s.a.v.)
Ramazan ayı ile ilgili bize
bıraktığı birçok değerler
var. Oruç, namaz, dua,
cömertlik, kardeşlik, fakirzengin gönül birlikteliği,
iftar ve sahur coşkusu,
nafile ibadetlerin ziyade
eleştirilmesi, tatlı dil,
tebliğ, itikaf, Kur’an ile
yeniden buluşma, kalbi
hayatta derinleşme gibi...
Hazreti peygamber için Ramazan
ayı imana çağrı ayı idi. Bilgilerin
hayata aktarılma ayı... Nefislerin
kontrol altına alınma ayı... Bu
günler tebliği günleriydi. Yaşayışın sözlere galip geldiği günler...
Ramazan günleri, şehrin heyecanlandığı, coşkuyla dolduğu
günler... Ramazanla evler manevi
bir atmosferle hâlelenirdi. Çocuklar sevinçli ve neşeliydi, ikramların gönülleri fethettiği bu günlerde. Ramazan ayı, içerisinde saklı
sırlarla doluydu.
Bayramlar mutluluk ve sevinç
anıdır. İkram ve lütufturlar. İşte
bu üç gün mutlulukla uğurlanır.
Kadrini bilenlerin, hasretle beklemesine sebebiyet verir. Hazreti
peygamberin (s.a.v.) Ramazan
ayı ile ilgili bize bıraktığı birçok
değerler var. Oruç, namaz, dua,
cömertlik, kardeşlik, fakir-zengin
gönül birlikteliği, iftar ve sahur
coşkusu, nafile ibadetlerin ziyade
eleştirilmesi, tatlı dil, tebliğ, itikaf, Kur’an ile yeniden buluşma,
kalbi hayatta derinleşme gibi...
Ramazan ayınız mübarek olsun.
Nefis muhasebemizde kendimizi
yoklamaya vesile olsun inşAllah.
17
Faaliyetlerimiz
ALMAN GENÇLERLE SÖYLEŞİ
MEDİNA DERNEĞİ
Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği ile
Genç Gömlek İslami Gençlik Platformu Alman gençlerin İslam’la tanışmaları ve Türkiye’deki Müslümanlarla kaynaşma programı
düzenledi.
19 Mart Cumartesi günü saat 19:30’da AKM’de
düzenlenen programda; Michael Nuri Talip ve
Maximillian Musab Cemalettin Özdemir’in moderatörlüğünde İslam’la tanışıp Müslüman olmaları serüvenini dinleyicilerle paylaştı.
Program Abdussamet Başkaya’nın Kur’an tilaveti ile başladı. Nürnberg Medina Türk Müzesi
Müdürü Cemalettin Özdemir, Michael Nuri Talip ve Maximillian Musab’ın anlatımlarının aynı
zamanda çevirisini gerçekleştirdi. Öncelikle Cemalettin Özdemir Nürnberg’de faaliyetlerini sürdüren Medina Türk Müzesi’nin çalışmaları hakkında katılımcılara bilgi sundu. Bu çalışmaların
ana gövdesini Batı toplumuna İslam ve Müslümanlar hakkındaki önyargıları kırıp gerçek din
hakkında bilgiler sunmak olduğunu yaşadıkları
örneklerle birlikte anlatarak başladı.
Aylar önce Müslüman olan Nuri Talip ile Musab
adını alan gençler; Müslüman olmadan önce
yaşadıkları Batı toplumundaki çürümüşlüğü, hedefsizliği ve parçalanmış aile yapılarıyla birlikte
alkol ve uyuşturucu bağımlılığından bahsettiler.
Bunu önlemesi gereken Hıristiyanlığın ne kadar
tahrif edildiğini ve sorunlara çözüm olamadığını
belirttiler. Sorunlara karşı yaptıkları araştırmalar sonucunda aradıkları tüm cevapları İslam’da
bulduklarını ve “asıllarına dönerek Müslüman
olduklarını” büyük bir mutlulukla dile getirdiler.
Ülkemizde ve şehrimizde de genç Müslüman
kardeşlerimizin İslam nimetinin kıymetini bilmeleri ve ona göre bir hayat yaşamaları gerektiğini
aktardılar. Karşılıklı soru ve cevaplar sonunda
katılımcılarla yeni Müslüman olan gençlerin kucaklaşmasıyla program sona erdi.
18
Soldan sağa: Michel Nuri Talib Schnabel, Cemalettin
Özdemir, Musab Maximilian Büchner
Soldan sağa: Ali Nihat Koç, Cemalettin Özdemir, Michel Nuri
Talib Schnabel, Mustafa Aydın, Musab Maximilian Büchner,
Gazanfer Üvez.
NİSAN AYI KONFERANSI
“MEZHEPÇİLİK VE MEZHEPSİZLİK
İKİLEMİNDE MÜSLÜMANLAR”
Ribat Eğitim Vakfı Nisan ayı konuğu Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri
Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Muhammed Mücahid Dündar oldu.
“Mezhepçilik ve Mezhepsizlik İkileminde Müslümanlar” konulu konferans 01 Nisan 2016
Cuma günü saat 20:00’de Orhan Gazi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Konferansta
aşağıdaki konularda katılımcılar aydınlatıldı:
Özellikle Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra
baş gösteren siyasi-sosyal hadiseler ve Müslümanların kendi içinde yaşadıkları bazı savaş ve
çatışmaların mezhepleşme (o günün şartlarında
aslında siyâsî bir partileşme) üzerindeki etkisi neredeyse genel bir kabule dönüşmüştür. Yaklaşık
1300 yıl önce belirginleşmeye başlayan mezhepleşmenin siyasi düzlemden taşarak inanç düzlemine (itikâdî sahaya) taşınmasıyla şekillenen itikâdî
mezhepler bu anlamda bir yönüyle siyâsî mezhepler şeklinde de anlaşılabilir.
Siyâsî-itikâdî farklılaşma/mezhepleşmenin kısa
bir süre sonrasında netleşmeye başlayan ve dinin
uygulama alanındaki usul farklılığına (başka bir
ifade ile teşri ve fıkıh metodolojisi farklılığına) dayanan Fıkıh Mezhepleri ise siyâsî-itikâdî farklılaşmaya eklemlenerek, çoğu zaman itikâdî fırkaların
tamamlayıcı bir unsuru haline gelmiştir. Ancak Fıkıh Mezheplerinin, siyâsî-itikâdî farklılaşma kadar
İslam toplumu üzerinde olumlu-olumsuz ciddi bir
etkide bulunduğunu söylemek daha zordur.
Yaklaşık 13 asır önce yaşanmaya başlayan ve
Müslümanları derinden etkileyen siyâsî-itikâdî ayrılıkların, günümüzde olanca canlılığı ile belki daha
etkili ve parçalayıcı bir halde devam ettiği ise bugün yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Osmanlı Devleti’nin dağılması ve Müslümanların
her bakımdan işgal ve saldırılara maruz kalmaya
başladığı 19. Yüzyılın sonları ve 20. Yüzyılın başlarında çeşitli zümreler, Müslüman aydınlar, ilim ve
fikir adamları yaşanan gerileme ve İslam inancının
maruz kaldığı eleştirilere de cevap verme refleksiyle bazı çözüm önerilerinde bulundular. Pek çok
ideoloji ve dine yaklaşımda yeni-modern metotlar
böyle bir ortamda doğmaya başladı.
İşte bu süreçte tartışılan ve tahlil edilmeye çalışılan
en önemli meselelerden biri de “Mezheplerin Müslümanlar açısından faydalı mı zararlı mı olduğu”
konusudur. Bu mealde ortaya iki zıt kutup çıkmış
görünmektedir. Bu iki zıt kutuptan biri “Mezhep olgusunun bütün teferruatıyla dinin bizzat tamamını
temsil ettiği ve diğer mezhepleri dışladığı/tekfire
varan dışlayıcı tutum” diğeri ise “Mezheplerin birleştirilmesi/telfîki ve mezhep kavramının önemsizliği hatta bid’at oluşu” tezinden hareket eden
ve kulak tırmalayıcı hali ile ifade edecek olursak
“Mahallî, örfî ve kültürel değerleri görmezden gelen Mezhepsizlik tutumu” olarak karşımızda durmaktadır.
Konferansta özellikle Müslümanların yaşadığı
doğu coğrafyasının bugün savaş-işgal ve iç savaşlar ile boğuştuğu bir dönemde “Mezhepçilik”
ve “Mezhepsizlik” kavramları üzerinde durularak
“İttihad-ı İslam’ın imkân ve zorlukları” tahlil edildi,
erken dönem İslam Tarihinin Müslümanlara yaşatmış olduğu tecrübe değerlendirildi.
19
AFİŞLERLE ETKİNLİKLERİMİZ
20
GENÇ GÖMLEK KONFERANS
İyiliği seven, özleyen ve hayra öncülük yapan gönüllü hanımların Afrika’daki çalışmaları Esma
Akbay’ın sunumları Orhan Gazi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
SELAM KÜTÜPHANESİ
OKUYUCULARIYLA BULUŞTU
Afrika Burkina Faso’da hayırseverlerin desteğiyle açılmış olan Selâm Kütüphanesinden yeni
görüntüler. Afrika’nın ebabilleri olan herkesten
Allah razı olsun.
21
RAMAZAN SÖYLEŞİLERİ
Sakarya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 23. Ramazan Etkinlikleri kapsamda Ribat Eğitim Vakfı işbirliği ile ‘Sünnetin Aktüel Değeri ve Güncellenmesi’ konulu programa Yusuf Yavuzyılmaz ve
Mehmet Kuzu konuşmacı olarak katıldı. Faik Baysal
Kütüphanesi bahçesinde gerçekleştirilen etkinliğe
kültür sanat dostları yoğun ilgi gösterdi.
Din Bir Bütündür
Programda konuşan Yusuf Yavuzyılmaz, “Kuran-ı
Kerim’e göre kendimizi değiştirmemiz gerektiği
yerde, biz Kuran-ı Kerim’i kendimize benzetmeye
çalışıyoruz. Problemlerimize Kuran ve sünnetten
mazeret aramaya başladığımızda şüphesiz buluruz.
Hiç kuşkunuz olmasın! Uydurma hadis probleminde
başlangıçtaki zihin yapısı neyse; bugün de durum
aynıdır. Başlangıçtaki zihin yapısı da ‘bir grubun
kendisini öne çıkarması’ olarak söylenebilir. Grupların ve ekollerin kendilerini öne çıkaracak seçmeci
bir şekilde yaklaşmamaları gerekir. Hz. Peygamber
‘Din bir bütündür’ derdi. Biz ise yaklaşırken seçmeci
yaklaşıyoruz” diye konuştu.
İnsan Sürekli Yenilenmeli
Söyleşinin diğer konuğu Mehmet Kuzu ise; “Bizim
güncellemelerimiz genellikle içini boşaltarak gittiği
için yeniden sünneti de sünnet anlayışımızı da güncellememiz gerekir. Nefis sürekli güncellenmedikten
sonra imani mücadelede hedefe varmak mümkün
değildir. Çünkü şeytan hep aynı yönden gelmiyor.
Onun vesveselerine karşı mümin sürekli silahlanmak zorunda. Sürekli kendini yenilemek ve imana
ait, Kur’ana ait, vahye ait değerleri hayata aktarmak
zorundadır” ifadelerini kullandı.
İFTAR PROGRAMI
Vakfımızın her yıl Ramazan ayında düzenlemiş
olduğu “Kardeşlik İftarı” bu yıl; temelini şehir protokolüyle birlikte attığımız Kur’an Kursu ve Hizmet
Binamızda 16 Haziran 2016 Perşembe günü düzenlendi. Vakfımızın onursal başkanı Sayın Abdullah Büyük Hocaefendinin yanı sıra, Sakarya
22
Vali Yardımcısı Erdoğan Ülker, Serdivan Belediye
Başkan Yardımcısı Servel Karaoğlu, İl Milli Eğitim
Müdürü Mevlüt Kuntoğlu, Serdivan İlçe Müftülüğü,
STK temsilcileri ve Vakıf gönüllülerinin ailece katıldığı iftar programımıza yoğun ilgi oldu.
KUR’AN KURSU
VE HiZMET BiNASI
AÇILIŞI
17 AĞUSTOS 2016
17 Ağustos Şehitliği yanı Serdivan / SAKARYA
0264 277 19 46 - 0533 244 95 43 - 0542 402 88 88
Yrd.Doç.Dr. Hülya Terzioğlu
İSLAM’IN ULUHİYYET ve
İNSAN ANLAYIŞINDAKİ
DİNAMİZM ÜZERİNE
Şüphesiz bir dinin ilah anlayışı hangi özellikler üzerinden tanımlanmışsa
bu vasat onun kainat ve insan anlayışına ve bunlarla iletişimdeki temel
prensiplere de yansımaktadır.
Ö
rneğin Hıristiyanlıktaki üçleme
üzerinden belirsizleşen teslis
algısı, Yahudilikteki ırk ve milliyet
tanrısı söylemiyle sertleşen Tanrı
Yehova itikadı her iki dinin bütün
öğretilerine kaynaklık etmektedir.
Aynı durum uzak doğu dinlerinin
daha çok mistisizm üzerinden şekillenen muğlak tanrı düşüncesinde ve onun izdüşümü olan bütün
öğretilerde kendini göstermektedir.
Meseleye İslam dini özelinde bakıldığı zaman Allah Teâlâ’nın
kainatla ve insanla ilişkisi; öncesinde yokluktan varlığa çıkarma/
yaratma(halk), devamında ise tedbir ve idare etme, haberdar olma,
ihtiyacını görme ve her türlü yönetme süreçlerini barındıran bir yapı
arzetmekte, özetle tekvini ve teşrii
hakimiyet parantezinde anlaşılması gereken bir iletişim olarak tanımlanmaktadır. Aşağıda daha çok
Kur’ân ayetleriyle detaylandırmaya
çalışacağımız ve anahtar kelimesi
“dinamizm” olan bu uluhiyet algısı
vahye muhatap olan insan için Yaratıcısıyla iletişimi başta olmak üzere, fiziki ve sosyal çevresinde sahip
olması gereken dinamizme işaret
anlamı da taşıyacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in konu ile ilgili
anahtar ayeti Rahman Suresi 29
da ifadesini bulmaktadır: “O her
24
an yeni bir iştedir”. Ayet tefsirlerde
var etme, yok etme, aziz etme, zelil
etme, affetme, kahretme, sıkıntıları
giderme, zenginlik verme, fakirlik
verme gibi pek çok içerikle anlaşılmıştır. Ayette geçen”yevm/gün”
kelimesini bazı alimler “Allah Teala için zaman iki günden ibarettir,
birisi bu dünya, diğeri ise ahirettir,
O’nun dünyadaki işi emir ve nehiy,
ahiretteki işi ise hesap ve cezadır”
şeklinde açıklamışlardır. Allah
Teala’nın emri bir yandan yaratma, diğer yandan da yarattıklarını
yönetme emridir. Öyle ki bu sınırsız kudreti, Kayyûm olduğu işte ne
uyku tutar ne de uyuklama.
Esma-i Hüsna’da dinamizm: İslam’a
göre Allah Teala zâtı açısından
bâtın, yani gizli ve bilinemez, ancak yarattıkları açısından da zâhir,
yani apaçıktır. O’nun yarattıklarıyla
iletişimi isimleri ve sıfatları vasıtasıyla kurulmuştur. Allah Teala’nın
Kur’an’da bir kısmı mana olarak,
büyük çoğunluğu terim olarak geçen 99 güzel ismi(esma-i hüsna)
vardır. Bunların bir kısmı zatla ilgili isimler, bir kısmı kainatla, bir
kısmı da insanla ilişkili isimlerdir.
Yaratma ile ilgili isimlerden Hâlık,
mutlak anlamda yaratan, Bedî sanatkarane yaratan, Musavvir, şekil
ve özellik veren, Muhyî, can veren
ve Muîd, tekrar yaratan anlamlarına gelmektedir. Kainat ve insanla
ilişkisini gösteren isimlerden öne
çıkanlar ise şu şekilde sıralanabilir:
Rahman-Rahim, acıyan merhamet
eden, Semi işiten, Basîr gören, Valî
yöneten, Vekîl güvenilip dayanılan,
Vâsî ilmi ve merhametiyle her şeyi
kuşatan, Samet her şeyin kendisine
muhtaç olduğu zat, Rakîb gözetleyip
kontrol eden, Vehhâb ihtiyaçlıya bol
bol veren, Müheymin görüp gözeten,
Rezzak rızık veren, Kayyûm varlığı
idare eden ve Latîf yaratılmışların
ihtiyaçlarını en ince detaylarına kadar bilen anlamlarına gelmektedir.
Allah-kainat ilişkisinde dinamizm:
Kur’ân’a göre Allah’ın yaratması ve
hakimiyeti eğlence veya güç gösterisi değil onu var edene delil olması
ve insanın Yaratıcısını bu yolla tanıması başta olmak üzere pek çok
ciddi sonuçların ortaya çıkmasına
vesile teşkil etmektedir. Bu itibarla
kainattaki her varlık maksadına en
uygun şekilde yaratılmış, hem fayda hem de estetik hassasiyet gözetilmiştir. Bütünüyle ilahi murakabe
altında olan kainat zerreden küreye
ilahi otoriteye boyun eğmiştir. Her
şey Allah’ın emri ve tasarrufundadır. “Gaybın anahtarları Allah’ın
yanındadır, onları O’ndan başkası
bilemez. O, karada ve denizde ne
varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir
yaprak bile düşmez. O yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi dahi bilir.
Yaş, kuru ne varsa hepsi apaçık bir
kitaptadır.” (el-En’âm 6/ 59), ayeti
bu iletişimin engin sınırını ifade
ederken, “Şüphesiz Allah (hakkı
açıklamak için) sivrisineği misal
vermekten çekinmez” (el-Bakara
2/26) ayetiyle de hayvanattan küçük bir nümune vasıtasıyla bu durumu örneklemektedir.
Kur’ân’da kainatın bütünüyle hareketli ve bilinçli bir varlık olduğunu
ihsas ettiren ayetler vardır. Bunlar
kainatla Allah’ın iletişimine de şahitlik etmektedirler. Fussilet Suresi
11 ve 12. ayetlerde yere ve göğe hitap
edilerek Allah’ın emrine gelmelerinin, bir anlamda itaat etmelerinin
emredildiğini görüyoruz. Bu emrin detayında şayet cevap olumsuz
olursa isteyerek veya istemeyerek
emre itaat ettirilecekleri vurgulanmakta, ancak yerin ve göğün isteyerek Allah’ın emrine geldikleri ifade
edilmektedir. Hz. Nuh’un kıssası
anlatılırken yine yere ve göğe seslenilmekte ve “Nihayet ey yer suyunu
yut! Ve ey gök suyunu tut! denildi.
Su çekildi iş bitirildi; (gemi de) Cudi
(dağının) üzerine yerleştirildi…”
(Hud 11/44) buyurulmaktadır. Benzer şekilde gök cisimlerinin belli
yörüngelerde hareket ettikleri ifade
edilmiş (Yasin 36/ 38-40), bal arısına vahyedilerek “dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendisine evler (kovan)
edinmesi istenerek meyvelerden
yemesi tavsiye edilmiştir. (en-Nahl
16/ 68-69).
Esasen bu dinamik ilişkinin iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi sünnetullah tabir edilen ilahi yasalara
uyum, ikincisi de Yaratıcıyı bizim
bilmediğimiz bir dille tesbih eden
kainat anlayışıdır. “Yedi gök, yer
ve bunlarda bulunan herkes Allah’ı
hamd ile tesbih etmektedir, lakin
siz onların dillerini anlamazsınız”
(el-İsra 17/44) mealindeki ayetler
bunu ifade etmektedir.
Allah-insan ilişkisinde dinamizm:
İnsan sahip olduğu aklı ve iradesiyledir ki yaratılmışların en azizidir.
Allah Teâla hiçbir varlık kategorisine sunmadığı bir üslup ve içerikte
onu muhatap almıştır. Kainatın
isteyerek veya istemeyerek gelmek
zorunda olduğu Allah’ın emri karşısında insan hür iradesiyle davranma yetisine sahiptir. Allah Teala onu “iki eliyle yarattığını ifade
etmiş (Sâd 38/75), en güzel şekilde
inşa ettiğini söylemiş (Tin 95/4)
ve ona kendi ruhundan üflemiştir.
(Bakara 2/31) Bütün bu donanımları taçlandıran ise yeryüzünde üstlendiği ilahi öğretiler için halifelik
görevidir. Bu yolda nebevi vahyin
ışığı birinci nur, sahip olduğu aklı
ise ikinci nur olarak insanın yolunu
aydınlatacaktır.
“Sana beni sorarlar ben yakınım”
(el-Bakara 2/ 186), “üç kişi gizlice konuştuğunda dördüncüsü Allah’tır,
beş kişi gizli konuştuğunda altıncısı
Allah’tır” (el-Mücadele 58/ 7), “sözü
gizleseniz de açıkça söyleseniz de
bilin ki O kalplerin içindekini bilmektedir.” (el-Mülk 67/13) şeklindeki ifadeler insanın Yaratıcısı tarafından nasıl çepeçevre kuşatıldığının
birer ifadesidir. Devamında ona yol
gösterici kılavuzlar gönderilmiş, başıboş bırakılmadığı ifade edilmiştir.
Yukarıdan aşağıya vahiy ve ilham,
aşağıdan yukarıya dua ve niyaz
olarak tanımlayabileceğimiz bu
iletişim kanallarıyla da haberleşme
ilişkisinin dinamizmi kurulmuştur.
Yukarıda genel profilini çizmeye
çalıştığımız dinamik uluhiyet ve insan anlayışının zorunlu bir sonucu
olarak okuyabileceğimiz toplumsal
öğretilerimize de birkaç örnek verelim: Bilindiği gibi İslam’ın ferdi esas
aldığı düşünülen öğretileri de dahil
olmak üzere sosyal ve toplumsal
yönü olmayan hemen hiçbir öğretisi bulunmamaktadır. Literatürde
makasıdü’ş-şeria tabir edilen dinin
en temel amaçları olan canı, malı,
dini, nefsi ve nesli koruma ilkeleri
bütünüyle toplumsal menfaatlerin
temini için vazedilmiştir. İyiliği
emretme, kötülüğü yasaklama ilkesi, namazların cemaatle kılınmasının tavsiye edilmesi, sosyal adalet
için zekat ve sadakanın dağıtılması,
suçluların hakkaniyet içinde cezalandırılması, bu amaçla içki, kumar, uyuşturucu ve fuhuşun yasaklanması gibi en önemli hizmet
alanları İslam’ın sosyal öğretilerindeki dinamizme işaret etmekte ve
insanın ruh ve beden sağlığını korumayı amaçlamaktadır. İnsan için
ancak çalıştığının karşılığı vardır”
(en-Necm 53/39), “Dünyadan da nasibini unutma” (el-Kasas 28/77) gibi
temel ihtarlarla çıkılan yolda dünyanın imarı, ihyası, (Kur’ân’ın hars
ve’n-nesl dediği) nesillerin ve maişetlerin korunması, geliştirilmesi
görevi de yine insana verilmiştir.
(el-Bakara 2/205)
SONUÇ
1.İslam dinamizm dinidir, uluhiyet
anlayışından kainat anlayışına, insanın konumlandırılmasından en
temel toplumsal öğretilerine kadar
bu dinamizm kendini göstermektedir.
2.Allah Teala’nın her an yeni bir
yaratmada olması, kainatın da belli
bir gaye ile planlanmış ölçülü dinamik yapısı insana birinci derecede
yol göstericidir.
3.İslam’ın evrensel değerlerine sahip çıkmak belli bir güç, erk ve imkan gerektirmektedir ki, bu durum
da fertler ve toplumlar için sağlıklı
ruh ve beden yapısını zorunlu kılmaktadır.
4.Hz. Peygamber’in ifadesiyle “güçlü mü’min zayıf mü’minden hayırlıdır.”
25
Yasin MÜSLİM
EKSEN KAYMASI
VE AİDİYET
İnsan menfaatini düşünen bir varlıktır ve zamanla değişmediğini
iddia ederek, farklı bir frekanstan hareket etme esnekliği gösterir.
İ
nsan menfaatini düşünen bir
varlıktır ve zamanla değişmediğini iddia ederek, farklı bir frekanstan hareket etme esnekliği
gösterir. Çoğu zaman iyi niyet çıkışlı olarak başlayan sapma insanı Hakikatten ayırıp yeni yanlış
bir gerçeklikle gaye yolundan ayırır ve insana yine yolunun doğru
olduğu ilhamını verebilir.
İnsan, ebedi olan o kopmaz halkaya tutunmak için kendilerini
temizleyip gerçeğe yöneldiklerinde, ölçü ile hareket edecekler,
aşırı yüceltme ve küçültme açmazından kurtulmuş olacaklardır.
İnsanlar bazı kavramları aşırı
yücelttiklerinde, bazı vazifelerini
ona devretmenin gereğini yerine
getirme kolaylığına sapmış olurlar.
Aldatmanın, ihanetin, çıkarların
sekteye uğramadığı tek yerleşik
26
nokta kardeşlik mekanizmasıdır.
Denizle başlayan, denizle biten
uzun toprak aralığında var olma
döngüsünde bulunan insanoğlu
duygularını açıkça tezahür eder.
Arzu ve ümitlerin hassasiyeti
kimlik kökeni çıkmazına düşmeden en güzel ulaşması ile son bulmalıdır.
Yitik bir tahayyülün
ortasında savrulup duran
niyetler ve arayışlar,
kardeşini bulduğunda
selamete erer.
Zorunlu muhasebelerle beraber
ihtiyaç duyulan moraller bizlere
aittir. Aid olduğumuz ve olma-
mız gereken o büyük çemberde,
daraldıkça yaralanmış yığınlara
şifa olmak en büyük hedefimiz.
Kardeşliğin sebepleri ve elbette
güçlendirilmesi hakkında en lütufkar kelimelerle konuşmamız
gerekiyor. Aidiyetin bizden kopmadan, bizimle büsbütün kalması göreceli bir kavram olmamalı.
Ardı ardına kesilmeyen savunma
durumuna düşürülmüş insanlar
acı birikimlerini başka yere yönlendiriyorlar.
Yitik bir tahayyülün ortasında
savrulup duran niyetler ve arayışlar, kardeşini bulduğunda selamete erer. Hayatı kamil şekilde
yaşamak ve yaşatmak, bunu bir
yağmur gibi her noktaya ulaştırmak çok daha güvenilir bir ortak
aklın ortaya çıkmasına vesile olacak. Verimli bir artışla şahsi girişimlerden çoğunluk halkasına
İnsanı birbirinin kurdu
olmaktan kurtarıp kardeşçe
dayanışmaya, adil paylaşıma
davet eden tüm bilgiler
insana haddini bildirir.
ulaşıp, bu güzel birlikteliğin yüz
akı çalışmaları artacaktır.
Dünya bize daralıyor desek, hiçbir yaşam alanı kalmıyor desek.
Hep daha fazla olsun diyen niyetlerin ortasında nefes alamaz hale
gelmek çok yorucu. Bunu bilerek
korkutucu bir durum olmadan,
kardeşlik esaslarıyla tedavi edilmesi kolay olan hallerdir. Kainattaki eşsiz ahenk ve denge, insan
ilişkilerinde insafla çağrışıma
dahil edilebilir . Herkesin sessiz
bir biçimde buluştuğu noktada,
doğuştan getirdiği fıtratın imkanı
olarak açığa çıkan insaf, her olayda adalet ve merhametin içindeki
ince sızı olarak işlevine kavuşmak ister.
Bu aşamada, insanın haddini bilmesi için, şaşmaz, temel bir ölçüye olan ihtiyaç ortaya çıkmış olur.
İnsanı birbirinin kurdu olmaktan
kurtarıp kardeşçe dayanışmaya,
adil paylaşıma davet eden tüm
bilgiler insana haddini bildirir.
İnsana görev verirken bilinmeli
ki ipleri soyuttur. O isterse onu
taşıyacaktır, istemezse atıp kim-
senin bilemeyeceği sorunlara yürüyecektir.
Aidiyet bilincimiz bulanık, ‘miyop’ ve koordinatları belli olmayabilir. Her daim bizi bir arada
tutacak, ileri taşıyacak ve tüm
dalgalanmalarımızda sarsılmaz
kalmamızı sağlayacak bu eşsiz
birikimi asla kurban edemeyiz.
Belirleyici tüm etkenleri bir araya
toplayıp sağlam teşhislerle gönülde yer bulmak esas alınması gereken ihtiyaçları ortaya çıkartır. Cesaret duyarak en yüksek iştiyakla
bunu beslemek vasıflı bir hareketin heyecanına ortak olmaktır.
Aidiyet bilincimiz bulanık,
‘miyop’ ve koordinatları
belli olmayabilir. Her daim
bizi bir arada tutacak,
ileri taşıyacak ve tüm
dalgalanmalarımızda
sarsılmaz kalmamızı
sağlayacak bu eşsiz
birikimi asla kurban
edemeyiz.
Modern bakış açıları, engelleyici
hususlar girişilen temel hizmetlere mani olamaz. Buna izin vermemek üzere prensip belirleyerek uygulamak, birbirini tutmuş
gönüllerin zaferi ile taçlanacak-
tır.Çokça günler gelmiş,çokça
insanlar öne çıkmıştır. Başlamış
ve sona ermiş tüm deneyimler
mutlaka bütünsel akışa bir iz bırakmıştır.
Yaratılış amacından bir an bile
kopmadan bunu diğer tüm bireylere sirayet ettirme derdi,
aidiyet kavramının tüm yönleriyle benimsenmiş olduğuna
işarettir. Yüce bir davanın ekseninden kaymadan, yıkılmayacak
bentlerle ilerleyişini sürdürmesi
bir sonraki adımda dert edinmiş
vicdanlarda yükselmeye devam
edecektir.
Sahip olunan imkanları sürekli değişkenliğe kurban etmeden
sabit tutmak, bir sonraki hamleye hazır hale getirmek istisnasız
bir güçlü bilincin zaferidir.Ortak
gayelerle sarsılmaya fırsat vermeden usulü kenarı bırakmadan
yaşanan zamana bitmez yol gösterici olacak.
Ait olarak var olmak ve bunu tüm
niyetlerle korumak her algının
taşıyabileceği bir hal değildir.
Modern kavramlara ve değişimlere yenik düşerek sarsıntılarla
boğuşan insanoğlu, son nefesine
ulaşmış bir müminin şehadete
ulaşmasını asla anlayamayacak
ve neden şehadet sahiplerine karşı mağlup olduğunu öğrenemeyecektir.
27
Sahir AKÇA
MİLLET
“Din şeriat ve millet gerçekte aynı şeylerdir; fakat kavram olarak herbirinin belli
bir yönü vardır. Din itikad, şeriat amel ve millet ise birlik, toplama yönüyledir."
M
illet kelimesinin kavram ve
sözlük mânaları ile ilgili olarak şöyle tarifleri yapılmıştır: 1.
Din, inanç, ilâhî hükümlerin tamamı, şeriat, sünnet, 2. Bir din
veya mezhebe mensup olanların
tamamı, 3. Ümmet; İslâm Milleti, 4.
Gidilen yol; Bu yolun niteliğini belirtmez, hem doğru hem de yanlış
yol olabilir, 5. 19. Asırdan itibaren
yaygınlaşan mâna ise; “İnanç, ortak tarih, dil, gelenek, kültür, ideal
ve vatan birliği olan topluluk, kavim” dir. Bunun ise batıdan alınan
“nation” veya “ulus, budun, ırk,
kavim” kavramlarıyla hiçbir anlam
benzerliği yoktur.
Elmalılı merhum Hak Dini Kur’ân
Dili tefsirinde; “Din şeriat ve millet
gerçekte aynı şeylerdir; fakat kavram olarak herbirinin belli bir yönü
vardır. Din itikad, şeriat amel ve
millet ise birlik, toplama yönüyledir. Yâni, itikad edilen neyse amel
edilen de odur, amel edilen neyse
toplanılan da odur. Bu bakımdan
millet, bir topluluğun çevresinde
toplandığı ve üzerinde yürüdüğü,
yâni toplumun ruhunun tâbi olduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Hakkı hak, bâtılı bâtıl,
eğrisi eğri, doğrusu doğrudur” der.
Bunu bir cümle ile söyleyecek olursak; itikad ve îman yönünden din,
amel ve uygulama bakımından
şeriat, sosyal–ictimai bakımdan da
28
millet kavramları kullanılır.
Milletle din arasındaki dikkat çeken ayrılık, milletin Allah’a değil,
yalnızca kişilere izafe edilmesidir;
meselâ, hiçbir zaman “Allah’ın milleti” denmez ve “İbrâhim Milleti,
vs” denilir, yâni millet kavramı dinin gönderildiği Peygamberin adıyla söylenir.
İbrânîce ve Ârâmîce’de; melel
“konuşmak, söylemek”, mille de
“kelime, söz” mânasına gelir. Bununla da ilişkili olarak Arapça’da
“ezberden yazdırmak, dikte etmek”
anlamındaki imlâl (imlâ) kökünden türeyen millet, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte
edilmesi ve yazılması bakımından
“din” karşılığında kullanılmış,
ayrıca kelimeye “izlenen, gidilen
yol” mânası verilmiştir. Bu çerçevede “Milletü’l-İslâm / Milletü’l
- Muhammedî, Milletü’l - Yehûdî,
Milletü’n - Nasrânî” veya “Milletü
İbrâhîm, Milletü’l - Mecûs, Milletü’s
- Sâbie, Milletü’l - Hak, Milletü’t Tevhîd, Milletü’l - Küfr” gibi tamlamalarda belli dinleri ifade eder.
Millet-i İbrâhîm terkibinin yer aldığı âyetlerde Resûl-i Ekrem’in
tebliğ ettiği dinin özü bakımından
Hz. İbrâhim’in diniyle aynı kabul
edildiği hususu vurgulanmakta,
Yahudilerin, Hıristiyanların ve
Araplar’ın saygı gösterdiği İbrâhim
milletinin ayırt edici özelliğinin
Hanîflik ve tevhid inancı olduğu
bildirilmektedir (Âl-i İmrân 95;
Nahl 123).
Hadislerde
millet
kelimesi
Kur’ân’daki anlamları yanında
“doğuştan getirilen özellikler, fıtrat” mânasında da geçmektedir.
Bütün çocukların İslâm milleti
üzere doğduğunu, ancak daha
sonra başka dinleri benimseyecek
şekilde eğitilebildiklerini ifade
eden hadisin (Müsned, Müslim,
Tirmizî) bazı rivayetlerinde millet
yerine “fıtrat”ın geçmesi iki kavramın eş anlamlı olarak kullanılabileceğini göstermektedir. Hadislerde ayrıca İbrâhim milletinden ve
onun Hanîf ve Müslim olduğundan bahsedilmekte (Müsned), Hz.
Muhammed’in ashabının İbrâhim
milletini takip ettiği belirtilmektedir (Müsned, Dârimî, Ebû Dâvûd).
İslâmî literatürde millet kelimesinin, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle
koyduğu esaslar” şeklinde yer alan
tanımıyla din ve şeriatla eş anlamlı
olduğu belirtilmekte, ancak bakış
açısına bağlı olarak aralarında fark
bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Allah’ın koyduğu kurallar bakımından millet, onları yerine getirenler bakımından din kelimesinin
kullanıldığı, ayrıca millet tabirinin
Allah’a veya diğer insanlara değil
sadece onu tebliğ eden peygambere nisbet edildiği, dolayısıyla
“Allah’ın dini, Zeyd’in dini” denildiği hâlde “Allah’ın milleti, benim
milletim, Zeyd’in milleti” denilmeyeceği, millet ve şeriatın Allah’ın
kullarından yapmalarını istediği,
dinin ise Allah’ın emrinden dolayı
kulların yaptığı şey olduğu, şeriata
kendisine uyulması bakımından
din, üzerinde birleşip bir araya gelinmesi bakımından millet adı verildiği, Allah’ın koyduğu prensiplerin bunları O’nun adına bildiren
kimseye nisbetle millet ve bunlarla
amel eden kimselere nisbetle din
diye anıldığı söylenmiştir.
Gazzâlî insanın varlığını sürdürebilmesi için belirli, âdil ve toplayıcı
bir esasa dayanan karşılıklı yardımlaşma ve himayeye, davranış
ve ilişkilerinin iyi ve doğru olacağı
bir toplum içinde yaşamaya muhtaç bulunduğunu, bu toplumu oluşturma keyfiyetine millet ve şeriat
denildiğini; Şehristânî, insanların
gerek hayatlarını sürdürmek gerekse âhirete hazırlanmak için birlikte
yaşamaya ihtiyaç duyduklarını, bu
sosyal yapının yardımlaşmayı ve
birbirini himaye etmeyi sağlayacak biçimde oluşması gerektiğini
ve birlikteliğin bu şekildeki teşekkülüne millet denildiğini belirtir.
Dolayısıyla millet bir toplumun etrafında birleştiği ve üzerinde yürüdüğü, sosyal varlığının kendisine
dayandığı temel esaslar ve izlenen
yoldur.
“İlmü’l-Milel” (Dinler Tarihi İlmi)
terkibi terim hâline gelmiş, bu literatürde millet kelimesi daha çok
semavî dinler ve onları takip eden
gruplar, “Hevâ” ise beşerî dinler
ve felsefeler için kullanılmıştır. Bu
konuda İbn Hazm ve Şehristânî’nin
çalışmaları en çok tanınmış olanlarıdır. Şehristânî, eserinin mukaddimesinde belirttiğine göre milletin kurucusu (Allah) tarafından
Kaynakça:
DİB İslâm Ansiklopedisi,
Şamil İslâm Ansiklopedisi,
Ali Ünal, Kur’ân’da Temel Kavramlar,
görevlendirilen peygamber, iddiasının doğruluğunu mûcizelerle kanıtlayan şahıstır. En büyük millet
Hanîfiyye olarak da adlandırılan
İbrâhim milletidir (Hac 78). Şeriat, millet, minhâc ve sünnetler Hz.
Muhammed ile kemâle ermiştir
(Mâide 3). İslâm’ın cihanşumul bir
din olması ve inanç konusunda
baskıyı yasaklaması sebebiyle diğer din mensupları, İslâm toplumu
içinde din özgürlüğünden faydalanarak serbestçe yaşama imkânına
kavuşmuşlardır. Müslüman hukukçuları, gerek devletin vatandaşı olan gayrimüslimler/zimmî gerekse yabancı gayrimüslimlerin /
müste’men hukukî statüleri, temel
hak ve görevleri, kazaî ve hukukî
özerklikleri, inanç ve din özgürlüğü, Müslümanlarla sosyal ilişkileri
gibi hususlarda kendi dönemlerine
uygun çözümler ortaya koymaya
çalışmışlardır. Bu çerçevede bilhassa velâyet, evlenme, şahitlik,
miras, vasiyet, kısas, diyet gibi
konularda din ayrılığının Müslümanla gayrimüslim arasında veya
gayri müslimlerin kendi aralarındaki ilişkilerde ne ölçüde etkili olduğu, dolayısıyla İslâm dışındaki
dinlerin tek millet sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. İslâm’ın diğer
dinlerden ayrı bir millet olduğu
hususunda ittifak bulunmakla
birlikte, diğer dinlerin tek millet
sayılıp sayılmadığı ihtilâf konusudur. Bâtılda birleşme bakımından
bunların tek millet olduğunu ileri
sürenlere göre din ayrılığı bu ilişkilerde gayrimüslimler arasında
bir engel teşkil etmez; diğer dinleri
inanç farklılıklarına bağlı şekilde ayrı ayrı milletler sayanlar ise
Müslümanlarla olduğu gibi onların
kendi aralarındaki ilişkilerde de
din ayrılığını engel görürler.
Fukahanın karşılıklı münasebetlerini kurallara bağladığı din temeline dayalı vatandaşlık ve azınlık hukuku anlayışı, Osmanlı Devleti’nin
Hüseyin K. Ece, İslâm’ın Temel Kavramları,
D. Mehmet DOĞAN, Doğan Büyük Türkçe
Sözlük.
son zamanlarında ve modernleşen
diğer İslâm ülkelerinde terkedilmiş, vatandaşlık din esasına
dayanmaktan çıkarılmış, zimmî
kategorisi ilga edilmiştir; böylece
Müslüman ve zimmî arasında millet farkından doğan hukukî sonuçlar da ortadan kalkmıştır–kaldırılmıştır.
Modern dönemde Batı’da ortaya
çıkan “nation” kavramı Türkçe’de
millet/kavim kelimesiyle karşılanmış, böylece millet terimi İslâmî
literatürde taşıdığı dinî muhtevasından soyutlanarak salt sosyolojik
ve siyasî bir kavram hâlini almıştır.
Bir devletin millet esasına dayalı olması gerektiği düşüncesi 19.
yüzyılda Batı’da, 20. yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’de hâkim
siyasî düşünce durumuna gelmiştir. Ancak milletin tanımı ve ölçütü konusunda her dönemde siyasî
yaklaşımlar ışığında farklı nazariyeler ortaya atılmıştır. Dil, din,
coğrafya, ortak tarih ve vatandaşlık gibi unsurların tek başına veya
birkaçı bir arada milliyetin ölçütü
olması gerektiği hususunda tartışmalar yapılmıştır. Bununla beraber modern dönemde “bir milletin
bir devletle aynîleşmesi” anlamına
gelen milliyetçilik akımı, kitleleri
milliyet duygusu etrafında toplayıp
harekete geçiren en önemli unsur
kabul edilmiştir.
İngiltere’de John Locke, Fransa’da
Jean-Jacques Rousseau, İtalya’da Giuseppe Mazini, Almanya’da Johann
Gottfried von Herder ve Türkiye’de
Ziya Gökalp milliyetçilik (İslâm’dan
soyutlanmış olarak) düşüncesinin
öncüsü olarak görülür. Milliyetçilik
(Kavmiyetçilik, ulusçuluk ve ırkçılık olarak), I. Dünya Savaşı’ndan
sonra Asya ve Afrika’da da hızla
yayılmıştır. Türkiye’de Atatürk,
Mısır’da Sa‘d Zağlûl ve Cemal
Abdünnâsır, Çin’de Sun Yatsen gibi
liderler bu süreçte rol oynamıştır–
rol model olmuşlardır.
29
Çocuklara Öykülerle
40 HADiS
Halil ATALAY
14.HADiS
AĞZI OLAN KONUŞUYOR
"Hayır konuşmak, susmaktan hayırlıdır. Susmak da, kötü konuşmaktan hayırlıdır." (1)
K
onuşmak, insana has Allah
(c.c.)’ın en güzel lütuflarından birisidir. Ağzımız bize yemekten da-ha
iyi bir şey için verilmiştir. Güzel şeyler söylemeye alıştırırsak, biçimi de
güzelleşir. Tatlı dilin yerini hiçbir şey
tutamaz. Mevlânâ ne güzel söylemiş:
“Dil, tencerenin kapağına benzer.
Oynadı mı, içinde ne var anlarsın.”
“İnsan dilinin altında gizli-dir. Bu
dil ruh kapısının penceresidir. Bir
rüzgâr perdeyi kaldırınca, evin içerisi bize görü¬nür. “
Dil, bir kelime ağacıdır. Aşılanmış bir
meyve ile yabanisi arasında ne derece fark varsa, terbiye-den geçmiş bir
dille, ter¬biye görmemiş bir dil arasında o kadar fark vardır. Biri bal gibi
tatlı, diğeri ise zehir gibi acıdır.
Ağzı olan konuşuyor da acaba ne konuşuyor? Hemen öykümüze geçelim:
Boş boğazın biri Sokrat’a müracaat
ederek güzel konuş¬ma dersleri almak istediğini bildirmiş. Sokrat, öğretmenlik ücreti olarak başkalarından istediği ücretin iki katını istemiş.
Adam bu¬nun sebe-bini sorunca da,
Sokrat filozofa yakışır biçimde cevap
vermiş:
“Sana söylemeyi öğretmek kolay,
susmayı da öğretmek gerek.”
Adamın biri hem lafazan hem de
ahmaktır. Sakalı süt gibi beyaz olmasına rağmen saçına hiç ak düşmemiştir. Bir mecliste bu adamın saçı
ile sakalı arasındaki bu farkın neden
kaynak¬landığı konuşu-lur. Bilgelerden biri der ki:
“Bunda bilinmeyecek ne var? Bir şey
çok kullanılırsa el¬bette eskir. Bu
adamın da çenesi çok kul-lanıldığı
(çok konuştu¬ğu) için eskiyip ağarmış. Beyni ise hiç kullanılmadığı
(düşünerek konuşmadığı, aklını hiç
kullanmadığı) için saçlarına bir şey
olmamış!
İşte böyle dostlar. Ağzı olan konuşuyor da; aklı olan öl¬çülü, dengeli,
faydalı ve lüzumlu şeyleri konuşuyor. Aklını kul¬lanmayanlar ise boş
boğazlık yapıyor, ne konuştuğunu
bilmiyor. Ağzından çıka-nı kulağı
duymuyor. Halbuki; iyiyi görelim, iyi
şeyler duyalım, iki dinleyelim bir konuşalım diye, Allah (c.c.) bir ağız, iki
göz, iki kulak vermiş...
Yüce Rabbimiz: “İnsanın konuştuğu
şeyleri yazan bir gözcünün (meleğin)
olduğunu” bize bil-dirir. (50 Kaf, 18)
Gerektiği yerde, gerektiği kadar konuşmayı öğrenmemiz gerekir. Hem
güzel konuşmalı, hem de güzel olan
şeyler konu¬şulmalıdır.
“Güzel konuşmak çok laf etmek değildir. O, Allah ve Rasulü’nün sevdiği
şeyi açıkça ortaya koy-maktır. Gerçek
tutukluk, dil tutukluğu değil, hakkı
bilmemektir.”(2)
Sevgili Peygamberimiz: “Kulağın
hoşlanmayacağı (din¬leyeni rahatsız
edecek) her şeyden, sözden kaçın!”
(3) tavsiye¬sinde bulunmuştur.
“Geveze, hayasız ve cimri olması, kişiye kötülük olarak yeter.” (4)
Dilin kemiği yoktur, ancak sorumluluğu vardır. Onun için atalarımız:
“Bülbülün çektiği dil belası-dır.” demişler. Bülbül gü¬zel öttüğü için ka-
fese konulur. Yeri ve zamanı belirlenmemiş söz¬ler de felaket getirir. Bazı
kişiler güzel ve iyi şeyler söylediklerini sanarak başlarına iş açabilirler.
Onun için temkinli, tutarlı, fay¬dalı
şeyler söylenmelidir.
Kur’an-ı Kerim’de güzel söz bir ağaca
benzetilir. Kökü top¬rakta sabit, dalları semada devamlı meyve vermektedir. Çirkin söz ise çirkin bir ağaç
gibidir. Ne sağlam bir kökü vardır ne
de sağlam bir meyvesi...(14 İbrahim,
24- 26) Yine kaba ve çirkin sözler,
merkebin anırmasına benzetilmiştir.
(31 Lokman, 19)
Kötü sözlerin açtığı yara kapanmaz.
Kanaması dursa da izi kalır. O izler
hep sahibini hatırlatır.
Kelimeler bomba gibidir. Fitilini çekmeyi bilmezseniz eli¬nizde patlayabilir. Yunus’un ifadesiyle;
“Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı.” Yani söz savaşı
da keser, başı da kestirir.
Müslüman, ne haksızlık karşısında
susan dilsiz şeytan konumuna düşmeli, ne de gıybetle, ifti-rayla “ölü
kardeşinin etini yeme” (49 Hucurât,
12) durumuna düşmelidir.
İki şey akıl kıtlığına işarettir: Konuşulması gereken yerde susmak, susulması gereken yerde ko-nuşmak.
Konuşmak herkese, ne konuştuğunu
bilmek ise akıllılara mahsustur...
“Hayır konuşmak, susmaktan hayırlıdır. Susmak, kötü konuşmaktan
hayırlıdır.”
Kaynaklar:
30
Yararlanılan Kaynaklar:
1.Münavî, Feyzul- Kadir 6/372 (9666).
Ali Akpınar, Faruk Beşer, Nureddin Yıldız, Mustafa İslamoğlu,
2.Münavî,
age. 5/ 356.
Ebubekir Sifil,
Riyazü’s-Salihin.
3.Aclunî, Keşfül- Hafa 1/324; Münavi, age. 3/117.
4.Münavî, age. 5/5.
İnşaat • PVC ve Alüminyum Doğrama
• Çitf Cam • Çelik Kapı • Garaj Kapısı
NECİP TOK
Ali Dilmen Mh. Sakarbaba Cd. No: 73/75 Erenler / SAKARYA
Tel-Faks: 0264 241 70 39 Gsm: 0532 482 52 06
Ö.Faruk AKPINAR
SELAM OLSUN!
Hadislerde selam verme ve almanın üzerinde önemle durulması
anlamsız değildir. Çünkü selam, bir iman tezahürüdür, müslümanlık
alametidir, müslümanlar arasında bir paroladır.
İ
nsanlar arası ilişkilerde takınılması gereken tavırların pek
çoğunu Efendimiz’in örnekliğinde görmekteyiz. Güler yüzlü, tatlı
dilli olması, samimi ve sevgi dolu
konuşmasıyla gönülleri okşaması
onun insana verdiği değeri gösterir bizlere. O, bizden de Müslüman toplumunu bir arada tutacak yegâne kuvvet olan insanî
ilişkilerimize özen göstermemizi
ister. Hicretten sonra Medine’de
kurduğu kardeşlik anlaşmalarıyla İslam toplumunun tohumlarını eken Rasûl-i Ekrem (s.a.), o
toplumun yeşermesi için akması
gereken su kanallarını da bizzat
öğretmiştir.
Kaynuka Yahudilerinin bilginlerinden olan ve şehirlerine hicret
eden Peygamber’i gördüğünce
‘Bu yüzün sahibi yalan söylemez!’
diyerek müslüman olan Abdullah
b. Selâm’dan nakledildiğine göre
Efendimiz’in (s.a.), Medine’ye
hicret ettiğinde ilk söylediği sözlerden birisi şu olmuştur: “Ey
İnsanlar! Selamı yayınız; yemek
yediriniz; sıla-ı rahmi gözetiniz;
insanlar uykudayken gece namaz
kılınız. Bunları yaptığınız takdir-
32
de selametle cennete girersiniz.”
Suheyb-i Rûmî’den rivayet edilen
bir başka hadiste:“Sizin en hayırlınız yemek yedireniniz ve verilen selamı alanınızdır” buyuran
Efendimiz (s.a.), insanlara hayır
getirecek bu iki hasletin kişiye
de hayır kazandıracağını ifade
etmiştir.
Bir adamın kendisine
“Hangi İslam daha
hayırlıdır?” şeklindeki
sorusuna Efendimiz (s.a.):
“Yemek yedirirsin ve
tanıdığın tanımadığın
herkese selam verirsin!”
diye karşılık vermişti.
Hadisleri yazma hususunda Allah
Rasûlü’nden özel izin alan genç
sahabi Abdullah b. Amr’ın naklettiğine göre bir başka hadiste, bir
adamın kendisine “Hangi İslam
daha hayırlıdır?” şeklindeki sorusuna Efendimiz (s.a.): “Yemek
yedirirsin ve tanıdığın tanımadığın herkese selam verirsin!” diye
karşılık vermişti. Yine Abdullah
b. Amr’dan gelen bir rivayette:
“Rahman’a kulluk ediniz; selamı
veriniz; yemek yediriniz; cennete
girersiniz.” buyrulmuştur.
Selam ve yemek yedirmenin başka hadislerde de birlikte zikredildiği görülür. Ebû Hüreyre’nin
naklettiğine göre Rasûl-i Ekrem
Efendimiz “Selamı yayınız! Yemek yediriniz! Cennetlere vâris
olursunuz!” , İbn Ömer’in naklettiği bir rivayette ise “Selamı yayınız, yemek yediriniz ve Allah’ın
emrettiği gibi kardeşler olunuz”
buyurmuştur.
Hadislerde selam verme ve almanın üzerinde önemle durulması
anlamsız değildir. Çünkü selam,
bir iman tezahürüdür, müslümanlık alametidir, müslümanlar
arasında bir paroladır. Dünyanın her yerindeki müslümanların esas selam cümlesi aynıdır:
“es-Selâmü aleyküm! / Selâmün
aleyküm!” Selam veren kişi, ‘Ben
Müslümanım, benden sana zarar
gelmez!’ diyerek İslam ümme-
tinden olduğunu haykırmış olur
muhataplarına. Bu beyanıyla o,
kendisine ona göre muamele edilmesini talep eder aynı zamanda.
Bu yüzden Yüce Kitabımız selam
veren kimseyi imansızlıkla itham
etmemeyi öğütler.
“İman etmedikçe cennete
giremezsiniz. Birbirinizi
sevmedikçe iman etmiş
olmazsınız. İşlediğiniz
takdirde birbirinizi
seveceğiniz bir iş
göstereyim mi? Aranızda
selamı yayınız!”
Karşısındakine selam vererek
onlara güven veren kimsenin de,
böylesi bir ithama maruz kalmamak için, bu güvene uygun
davranması, güveni zedeleyecek
kötülüklerden kaçınması gerekir.
Selam vererek girdiği bir dükkânı
soymaya kalkan, selam veren bir
müşterisini aldatıp kazıklayan,
selam vererek başladığı konuşmasını yalan, sövgü ve iftiralarla
devam ettiren kimseler selamı idrak edememişler demektir. Selam
verenlerin bu kötü davranışlarda
bulunması, sadece karşılarında
bulunan muhataplara değil, İslam kimliğine ve bütün müslümanlara zarar verir.
Buna mukabil, dünyada selam
vermeyi ve verilen selamı almayı
adet haline getiren, selâm şuuruna sahip, selâmın gereklerini yapan, selâmın ruhuna uygun söz
söyleyenler cennetle müjdelenmişlerdir yukarıdaki hadislerde.
Bu kimselerin cennette de hep
duyacağı bir sözdür selâm: “Yalnız selam verilir, esenlik dilenir
onlara, yalnız merhaba edilir orada!” Zaten Rabbimiz, inananlara
mükâfat olarak hazırladığı cenneti, “dâru’s-selâm” olarak isimlendirmekte ve kullarını dâru’sselâm’a (girmek için çaba sarf
etmeye) davet etmektedir. Cennete giren kimse Selâm’a kavuşmuş,
selâmete ermiş demektir.
Peygamber Efendimiz bir başka hadislerinde selâmlaşmanın
önemine dikkat çekerken: “İman
etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız. İşlediğiniz takdirde birbirinizi seveceğiniz bir iş
göstereyim mi? Aranızda selamı
yayınız!” buyurarak selam-imâncinân üçlüsünün birbiri ile ilişkisini ortaya koymuştur. Buna göre
imansız cennete girilemeyecek,
iman ise din kardeşine duyulan
sevgiyle ve dindaşların arasında
kendini sevdirmeyle beslenecektir. Çünkü tehâbbû fiili, karşılıklı
sevmek demektir. Bunun gerçekleşebilmesi için sevmek yeterli
değildir; kendini sevdirmek de
gerekir. Kalplerde oluşacak bu
sevgi kalesinin kapısının anahtarı ise “selâm”dır. Selam sözü
ile müminlerin tanışıklığı başlar,
birbirlerine sundukları güven ve
sadakat ortamı olan selam sayesinde muhabbetleri katlanır.
Selamlaşma ile bir ülfet peyda
olur; ardından sevgi, kaynaşma
başlar ve bu, sağlam bir dayanışmaya dönüşür. Bu sebeple bir adı
da es-Selâm olan Rabbin rızasını
kazanmak için selam ile başlayan
gönül birliğini selâmetle devam
ettirebilmelidir mü’min. Bunun
için de gerçek mümin, mü’mince
yaşamak, mü’mince davranmak,
mümin kardeşleri ile ilişkisini
sâlim tutmak zorundadır. İmanını
kuvvetlendirmek için selamı yaygınlaştırmak ve bu vesile ile cen-
neti kazanmak istiyorsa mü’min,
kardeşleriyle “selamlaşamaz hâle
gelmemeli, köprüleri tamamen
atmamalıdır!” Öyle ki Rabbimiz,
mü’minleri “Rahmân’ın kulları,
yeryüzünde vakar ve tevazu ile
yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!”
der (geçer)ler” buyurarak tanıtmıştır. Mü’min, tartıştığı, cedelleştiği kimselere bile selam der,
sözlerini “Vesselam!” diyerek
nihayete erdirir, tenkit ettiği kişi
için “Allah selamet versin!” niyazında bulunur, ona veda ederken
de yine selamlaşarak selametle diyerek kardeşine iyi dilekte
bulunur. Onun karşılaştığında
verdiği selamı ile veda ederken
verdiği selamı arasında kıymet
bakımından bir farkın olmadığını
da hadislerden öğreniyoruz.
İnananlar topluluğunun aralarındaki dinî ve toplumsal bağların
korunmasının ilk adımlarından
biri olan selamın, Efendimiz’in
Medine’deki ilk öğretileri arasına
girmesi bundan ötürü olmalıdır.
Medine’de bulunan Evs ve Hazrec
kabilelerinin aralarında rekabet
vardı, geçmişte yaptıkları savaşlar yüzünden aralarında kırgınlık ve dargınlık vardı. Birçok
muhacir yurtlarını terk ederek
Medine’ye gelmişti. Üstelik toplum içerisinde efendi-köle şeklinde statü farklılıkları bulunuyordu. İşte bütün bu farklılıkları bir
gönül birlikteliğine çevirmenin
fatihası, selam ve ikramın yayılması, selâm ve ikram ile birlikteliğin tesisi olmuştur. Çünkü ister
patron, ister işçi, hangi statüde
olursa olsun her Müslümana verilecek selam aynıdır. Hatta kabir ziyaretlerinde, dâr-ı bekâya
irtihal etmiş müminlere bile aynı
selam verilmektedir.
Miraçta Rabbine sunduğu güzel33
Mü’min, tartıştığı,
cedelleştiği kimselere
bile selam der, sözlerini
“Vesselam!” diyerek
nihayete erdirir, tenkit
ettiği kişi için “Allah
selamet versin!” niyazında
bulunur, ona veda ederken
de yine selamlaşarak
selametle diyerek kardeşine
iyi dilekte bulunur.
likler karşılığında kazandığı Rabbin selâmını, Esselâmü aleynâ ve
alâ ıbadillahi’s-sâlihîn diyerek
kendisi yanında sâlih kullar üzerine alan Efendimiz, ümmetine
selâmı yaygınlaştırmalarını emrederken, kendisi de bunun ilk
uygulayıcısı olmuştur. Medine
sokaklarında gezinirken karşılaştığı çocuklara bile selam vermesi
bunu göstermektedir. Ne zaman
selam verileceğini, kimlerin selam vermesi gerektiğini, selamın
nasıl verilip, nasıl alınacağını,
kısacası selamlaşma âdâbını da o
öğretmiştir. İşte bunlardan birisi:
Bir gün bir adam Efendimiz’in yanına geldi ve “Selâmün aleyküm”
dedi. Rasûlullah selâmı aldı ve
“On sevap kazandı” buyurdu. Sonra birisi daha geldi ve “Esselâmü
aleyküm ve rahmetüllâh” dedi.
Efendimiz, onun da selamını
Tirmizî, Kıyâme, 42; İbn Mâce, İkâme, 174; Et’ıme,
1; Dârimî, Salât, 156.
İbn Ebî Şeybe, Müsned, 1/497; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, 39/348; Hâkim, Müstedrek, 4/278.
Buhârî, İmân, 6, 20; Müslim, İmân, 63.
Tirmizî, Et’ıme, 45; İbn Mâce, Edeb, 11; Dârimî,
Et’ıme, 39; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, 989.
Tirmizî, Et’ıme, 45; Dârimî, Et’ıme, 39.
İbn Mâce, Et’ıme, 1.
Nisâ, 4/94.
34
aldı ve “Yirmi sevap kazandı.”
buyurdu. Üçüncü bir adam daha
geldi ve “Esselâmü aleyküm ve
rahmetüllâhi ve berekâtühû”
dedi. Onun da selamını aldıktan
sonra “Otuz sevap kazandı.” buyurdu.
Hz. Peygamber’in “selam” hassasiyetini Kitabın ayetleri de
desteklemiştir:“Ey iman edenler!
Kendi evlerinizden başka evlere,
geldiğinizi hissettirip (izin alıp)
ev sahiplerine selâm vermeden
girmeyin. Bu davranış sizin için
daha hayırlıdır.” “Evlere girdiğiniz zaman, Allah katından
bir esenlik, bereket ve güzellik
temennisi olarak selam verin!”
“Size bir selam verildiğinde, ondan daha güzeliyle veya aynısıyla
karşılık verin!”
Son zikrettiğimiz ayetten hareketle verilen selâmı almanın
farz olduğu söylenmiştir. Allah
Rasûlü’nün müslümanın müslüman üzerindeki haklarını sayarken, onun verdiği selamı almayı
da zikretmesi bunu desteklemektedir. Şu halde müslümanım diyen bir kimsenin verdiği selam
mutlaka alınmalıdır, hem de selamı verenin işiteceği bir şekilde.
Selamın alınmaması, kardeşler
arasında buğz ve fitneye sebep
olabilir.
Selam almanın önemi bu şekilde
iken Efendimiz’in bir başka hadisi selam vermenin daha üstün bir
meziyet olduğunu öğretir bizlere.
Sorulur: “İki adam karşılaştıklarında hangisinin önce selam vermesi uygundur?” Allah Rasûlü:
“Allah’a en yakın olanı!” şeklinde
cevap verir. Yine Müslümanın
kardeşi üzerindeki altı hakkından birisi olarak karşılaştığında
selam vermesi de sayılmıştır.
Hatta Nebi (a.s.), bir müslümanın
yolda karşılaştığı kardeşine selam vermesini, bir müddet sonra
aralarına ağaç, duvar ve taş gibi
bir şey girer de yine karşılaşırlarsa tekrar selam vermesini tavsiye
buyurmuştur.
Şuna da dikkat çekmek gerekir ki
selamın tanıdık tanımadık herkese verilmesi, nüfusun çoğaldığı
günümüzde oldukça güçtür. Bu
sebeple sokakta, kalabalık yerlerde selam verip alma sünnetini, garip karşılanmayacak, alay
konusu olmayacak şekilde ayarlamak ve uygulamak gerekir. Ancak imkânlar ölçüsünde iki müslümanın selamlaşması da İslâm’a
mahsus şekliyle uygulanmalıdır.
“Merhamet sahibi Rabbin katından selam” (36/58) alanlardan,
“selamla karşılanıp müjdeyle
cennete girenler”den (39/73) olmak duasıyla..
“Selam, hidayete tâbî olanlara olsun!” (20/47)
Selametle efendim!
Vâkıa, 56/26.
En’âm, 6/127.
Yûnus, 10/25.
Müslim, İman, 93; Tirmizî, İsti’zân, 1.
İ.Lütfi Çakan, Hadislerle Gerçekler, s. 141.
Furkân, 25/63.
Ebû Dâvûd, Edeb 139; Tirmizî, İsti’zân 15.
Ebû Dâvud, Edeb, 143; Tirmizî, İsti’zân, 2.
Nûr, 24/27.
Nûr, 24/61. Hz. Peygamber de eve girerken veri-
len selamın bereket olacağını söylemiştir. Tirmizî,
İsti’zân, 10.
Nisâ, 4/86.
Buhârî, Cenâiz 2; Müslim, Selâm 4.
Ebû Dâvud, Edeb, 133; Tirmizî, İsti’zân, 6.
Dârimî, İstizan, 5; İbn Mâce, Cenaiz, 43.
Ebû Dâvud, Edeb, 135.
http://www.hayrettinkaraman.net/makale/0408.htm
Bayram YILMAZ
SİVİL TOPLUM NEDEN
SİVİL KALMALI?
Gençliğimizde bizler bir yapının, bir hareketin, bir camianın/cemaatin
mensuplarıydık. Büyüdük ve kirlendik. Artık çoğumuz bir STK’nın yönetim kurulu üyeleriyiz…
Her şey ben yaşarken oldu,
bunu bilsin insanlar
Ben yaşarken koptu tufan
Ben yaşarken yeni baştan
yaratıldı kâinat
Her şeyi gördüm içim rahat
Gök yarıldı, çamura can
verildi(1)
H
er şey İsmet Özel yaşarken olmadı, bazı şeyler de bizler yaşarken oldu. Mesela gençliğimizde
bizler bir yapının, bir hareketin,
bir camianın/cemaatin mensuplarıydık. Büyüdük ve kirlendik.
Artık çoğumuz bir STK’nın yönetim kurulu üyeleriyiz… Önceden
çoklukla öğünmeyi ayıp sayardık,
şimdi rakamları fetişleştirdik.
Önceden ‘Şeriat’ derdik, ‘Tevhidi
Bilinç’ den bahsederdik; şimdilerde herkes gibi olduk ve ‘demokrat’
olabilmeyi mutlaklaştırdık. Tefsir
derslerimiz vardı siyerle meczettiğimiz ve mutlaka özel bir dersi
Abese suresine ayırdığımız… Şimdilerde iletişim becerilerimizi ge-
liştirmekle meşgulüz…
Geçen akşam gençlerimizle İmadüddin Halil ‘in ‘Kılıç ve Kelime’
romanı üzerinde yapacağımız tahlil için kitapla haşır neşir olmam
gerekirken; bir kardeşimizin paylaştığı Levent Gültekin’in Pedofili bir sapığın yaptığından Ensar
Vakfı’nı suçlayan yazısı üzerine(2)
birkaç önemli değinide bulunmak
elzem oldu en azından kardeşlerim için..
Gerçek bir bilgiye dayanarak da
insanları manipüle edebilirsiniz;
ama Levent Gültekin’in yaptığı
gibi yazınıza, ilk giriş cümlesine
bile doğru olmayan bir bilgi ile
başlıyorsanız, sizin zaten derdinizin bir mağduriyeti çözmek olmadığı bellidir…
Peki neden?
Bir şeyin değerini değil de fiyatını konuşmaya başladığımız
zaman,kendimiz için bir haberin
de gerçeklikle olan ilgisini değil,
faydasını ve işlevselliğini konuşmuş oluruz. Bu mantık bazen bizi
destekleyecek bir yalana, bizi
desteklemeyecek bir gerçekten
daha çok değer vermemize sebep
olabiliyor. Bir zalim, bizim düşmanımızı eziyorsa makbul, bir
suç bizim rakibimize zarar veriyorsa işlevsel olarak dolaşımda
kalmasını istiyoruz, görmezden
geliyoruz… Süreç öyle bir işliyor
ki bir bakıyorsunuz mağdur ve
suçluyu, suçlunun eşcinselliğini,
pedofili sapıklığını konuşmuyoruz da İslamcıları konuşuyoruz!..
İslamcıları, Ensar Vakfını, her
şeyi konuşabiliriz ama bir usulümüz olsun, her şeyi iyi bir amaca
matuf olarak bağlamında konuşalım…
Ahlakın evrensel tanımı tutarlılıktır
Her insan kendini tanımladığı
referanslarına uygun davranmak zorundadır. Hiç kimse bir
Eskimo’yu İslam ahlakına uygun
davranmıyor diye ahlaksızlıkla suçlayamaz. Ama “Ben Müslümanım” diyen birisi İslam’ın
ahlakına uygun davranmıyorsa
ahlaksızlık yapıyordur. Tutarlılık
önemlidir. Kişinin yapmayacağı
şeyi söylemesi Allah katında suçtur ve nefret edilen davranıştır.
(Saff,3)
35
Bu kısa girişten sonra birkaç
cümleyle meramımızı anlatmaya çalışalım.
1. Bahsi gecen eşcinsel, pedofili
sapık, bahsi gecen yurtta 2013
yılında 5 ay boyunca etüt öğretmeni olarak görev yapıyor.
İşlenen sapıklığın suç kayıtları
geriye doğru 2014 yılına kadar
gidiyor. –Kendi itiraflarından
da anlaşılacağı üzere-muhtemeldir ki bu eşcinsel sapık bu
fiilini başkaları ile de işlemiş
olabilir.
2. Daha sonraki süreçte-aynı zamanda Milli Eğitim
Bakanlığı’nda öğretmen olanbu sapık aileleri tarafından
kendisine emanet edilen bu çocuklara tacizde bulunmuştur.
(…) Burası şu acıdan önemli ailelerin suçu ve sorumluluğu çok
daha fazla olmasına rağmen,
projeksiyonu doğru yere tutamadığımız için bundan sonraki suç ve sapıklıkları önleme
imkânımız azalıyor.
3. İnsan birden sapıtmaz. Bu
sapık da pedofili olmadan önce
eşcinsel, eşcinsel olmadan
önce zani, zani olmadan önce
de fahşa’ya düşmüştür. Pedofiliye gelene kadar tüm sayılan
haramlar ve eşcinsellik ise bu
toplumda matah bir şeymiş gibi
pazarlanmaya çalışılmakta, AB
müktesebatı ile de koruma altına alınmaktadır. Filmlerin, dizilerin alt metinlerinde, görsel
paylaşımlarda ve hatta bazen
kınamak için bile yapılan paylaşımlarla bile görünür hale
getirilmektedir. Toplum sıkça
gördüğüne alışmakta,alıştığını
da normal karşılamaktadır. Üstüne ‘tercih’ gibi bir kavramla
saygınlaştırılmaya çalışılmakta; ‘yoksa siz/siz demokrat değil misiniz?’ soruları ile de eş36
cinsellere gösterilecek hoşgörü
demokrat olabilmenin kriteri
olarak pazarlanmaktadır.
4. Bir suç ve günahı önleyebilmek için ona giden yolları
zorlaştırmamız gerekir. Bunun
için başta eşcinsellerin ‘onur
yürüyüşü’ adı altında yaptıkları sapıklıkları önleyebilmek,
en azından onlar kadar görünür
bir tepki ortaya koyabilmekten
geçer.
Biz bu toplumun
mensubuyuz. Kaçınılmaz
olarak toplumun meselesi
bizim de meselemiz. Aynı
zamanda bizim meselemiz,
nesli ihya ve yeryüzünü
imar ederek, takva temelli
toplumu inşa edebilmektir.
Maalesef - devamı da gelebilecek
olan- bu patlayan cerahatlerle ilgili başka cümlelerde kurabiliriz
ama doğru tanımlamaları kibarlaştırmak biraz zül geldi, yoksa
eşcinsel dediğimiz kelimenin
doğru ifade tarzını da biliyorum.
Biz bu toplumun mensubuyuz.
Kaçınılmaz olarak toplumun meselesi bizim de meselemiz. Aynı
zamanda bizim meselemiz, nesli
ihya ve yeryüzünü imar ederek,
takva temelli toplumu inşa edebilmektir. Yaşadığımız hayatlarımız; anlamlı amaçlar uğrundaki
çabalamalarımızla kıymetlenir,
bu gayretler sayesinde insan olarak değer kazanabiliriz ancak.
Amacımızı gerçekleştirmek için
birbirimize ve birlikte iş yapma
iradesine ihtiyacımız var. Yolumuza engel olan, ancak üç kişinin
birlikte kaldırabileceği bir taşı,
yüz kişi tek tek kaldırmayı istese
de kaldıramaz. Niyetleri ve gayretleri samimi olan o yüz kişinin
emeği yazık olup gider…
Bu zorunlu işbirliği, adı farklı
farklı olsa da bizleri örgütlü çabaların içinde tutmalıdır. En çok
hassasiyet göstermemiz gereken
husus da, Allah Rızası için diyerek işlettiğimiz çay ocaklarımızın, derneklerimizin, yayınevlerimizin ve hatta partilerimizin
dünyalık amaçlara daha çok hizmet eder hale gelmesi/getirilmesidir.
Elele tutuşup “Ya Allah” diyerek
yoldan taşı kaldırdıktan sonra, birimizin çıkıp geçiş ücreti talep etmeye başlaması bizleri kardeşler
olmaktan çıkarıp, profesyoneller
seviyesine düşürecektir. Profesyonelleşemeyenlerle mecburen
mekânlar ayrılacak, eskisi gibi
görüşemeyeceğiz, ellerimiz birbirini tutamayacak ve çok kolay
ayaklarımız kayabilecektir. Hele
zemin bir de çok yağlıysa…
Her birimiz statü ve konumlarımızı amaçlarımız ile anlamlandırırız. İslam’a daha kolay ve etkin
hizmet için İmam olan bir kardeşimizin kürsüye kattığı anlam ile
maişet kaygısıyla “imam” olmuş
birinin mesai mefhumu aynı olabilir mi?.. Mümkün değil. Çünkü
kimse amacını aşamaz. En iyimiz
amacına ulaşır, daha az iyilerimiz amaçlarına yaklaşabilir.
Maalesef yaşadığımız son 10
yılda birçok dernek ve vakfın
yönetim kurulu üyeliğinin, siyasette bir sıçrama tahtası olarak
kullanılması gibi bir sorunumuz
olmuştur. Bunda hem STK’ların
bürokratik güç arzusunun hem de
sivil alanı politik mülahazalarla
düzenlemeye çalışan siyasetin
büyük bir vebali vardır.
Bu bağlamda Ensar Vakfı Başkanının hem AK Parti İstanbul İl
Meclis Üyesi olması, Hem THY
İcra Kurulu Üyesi olması gibi
tamamen dünyevi hırsla açıklanabilecek pozisyonları ile adı
ENSAR olan bir vakfın başkanı
olmasındaki çelişki, acil olarak
düzeltilmesi gereklidir. Görüntü
hoş da etik de değildir.
Mesele çok boyutu olmakla beraber, nacizane bir İslamcı olarak
ben bu süreçte Ensar Vakfı Başkanı İsmail Cenk Dilberoğlu’nun
hangi yetkinlikle THY İcra Kurulu Üyesi olabildiğini de merak
etmekteyim!
Eğer bir STK’ da Ensar olabilmek
gibi yüce bir amacınız var, oturduğunuz makamda Ensar olabilmek kaygısı ile bulunuyor iseniz;
bu amaca hizmet eden aracın
zarar görmesini istemezsiniz. Kurumunuzla ilgili algı operasyonu
başlar başlamaz refleks olarak
ilk yapacağınız şey ‘Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın’
demekti. Gerekirse kendinizi feda
eder mensup olduğunuz camianın onurunu ayakta tutarsınız.
Eğer ki amacınız Ensar olmak
ise…?
Eğer ki amacınız Ensar olabilmek değil de örneğin bir sonraki
seçimde milletvekili olmak ise
önceliğiniz kurumunuz olmaz.
Amacınıza uygun şişkin bir “CV”
oluşturursunuz. Sizi “daha yükseğe” sıçratacak, sıçrama tahtalarına “işmar edersiniz”. Süreci
“böyle tatsız bir olayda” yüzünüzü kameralardan saklayarak at-
İsmet Özel(1984) ‘Celladıma Gülümserken.’ şiirinden.
03.04.2016 diken.com.tr
3
Ali Nur Kutlu, 03.04.2016 Y. Şafak Gazetesi
4
G. Özaltınlı - Karar Gazetesi 07.04.2016
latmaya çalışırsınız. Stratejinizin
tutmayacağını anladığınızda da
artık iş işten geçmiştir. İstemezseniz bile artık 37 yıllık köklü bir
kurum toplumsal hafızaya geri
dönülemeyecek şekilde olumsuz
Siyasetin sivil alanı
daraltarak alan
genişletme arzusuna karşı
durabilmemiz başta siyaset
kurumu olmak üzere tüm
toplum kesimlerinin lehine
olacaktır.
bir tarzda yerleşmiştir.
Maalesef olan, Hayrettin KARAMAN, merhum Ahmet ŞİŞMAN
gibi hocalarımızın 50 yıllık
emeklerinin “bizim partimizin
üyesi başkan olsun” arzusu ile
zayi edilmesidir. “Krizi yönetmekte bile mahir olmayan insanların, krizleri önlemede başarılı
olamayacağı aşikârdır. O zaman
işi ehline vermenin ne kadar hayati önem taşıdığını daha iyi anlıyoruz değil mi?...”(3) uyarısı da
en azından Ensar Vakfı için geç
kalınmış bir uyarıdır.
Geç kalmamak adına ifade edelim
ki; Siyasetin sivil alanı daraltarak
alan genişletme arzusuna karşı
durabilmemiz başta siyaset kurumu olmak üzere tüm toplum kesimlerinin lehine olacaktır.
“Kendisini “iktidar oyununun”
dışında tanımlayan fikir üreticilerinin konumu farklı olmak
durumundadır. Onların, politik
öznelerin iradesiyle aralarına bir
özerklik mesafesi koymaları beklenir. Entelektüel çaba; tarih, kültür, toplumsal algı, siyasal yapı ve
liderliklerin tümüne yönelik bir
anlama, çözümleme ve etki üretmeyi içermelidir.(4)
İslami teşekküllerin her türlü
toplumsal olgu ve gündemi değerlendirirken; İslami terminoloji kullanma konusunda ısrarcı
olmaları gerekir. Bu da kendi öz
sermayemizle iş yapma hassasiyetini korumak ve geliştirebilmekle mümkün olabilir. Kredi
kullanıp acılım/atılım yapmak
riskli bir davranıştır. Ticarette
birçok kardeşimizin başına geldiği gibi kalan ömrünüzü “kredi
veren kuruma borcumuzu ödeyebilmek için” çalışmak zorunda kalabiliriz. Özellikle İktidar
menşeili ‘Yeni Anayasa’ ve ‘Başkanlık’ tartışmalarında iktidarın
diline ve gündem dayatmalarına
teslim olmamak da bu süreçte
önemli bir “sivil alan” savunması
hassasiyeti olacaktır.
Bize düşen dava şuuruna sahip
kimseler olarak bir araya gelme
amacımızı koruyabilmektir. Birlikte ürettiğimiz sinerjinin süistimal edilme ihtimaline karşı duruş sahibi olarak kalabilmektir.
Siyasette ticarette, bürokraside
bulunacaksak da dava şuurumuzla oralarda bulunmamız gerekir.
Kendimiz yıpratıp davamızı yüceltmeliyiz. Liyakati gözetip işlerin ehil insanlarda bulunmasını
sağlamak için de gayret göstermeliyiz vesselam…
1
2
37
Haticenur CANLI
MÜSLÜMANLAR
BİRLEŞİN!
Şu günlerde toplum olarak gönüllerimiz ve dillerimiz aynı derdi vird
edinmiş durumda.
B
ir çocuğun haince öldürülmesinden, bir cemaat liderinin
atıflı konuşmasına kadar her bir
meselenin sonunda, müsebbib
olarak bu derdi dillendiriyoruz.
“Ümmetin yarası” diyerek müsemma kıldığımız bu derdin
farkındalığı güzel olsa da konuştuğumuz sohbet halkalarında çözüm odaklı olmayışımızdan olsa
gerek, derdimiz halen içimizi cayır cayır yakıyor.
Evet derdimiz açık: “Müslümanlar birleşin!” Dillerimize pelesenk olan, ümmetin vahdet çatısı altında toplanamıyor olması.
Çünkü biz biliyoruz ki ümmetin
birleşmesi ancak vahdet çağının
gelmesiyle mümkündür. Vahdet
çağını getirecek olan ise tevhidin
hayatımızda hak ettiği yeri almasıdır. Peki nedir “vahdet” ve nedir
“tevhid”?
Vahdet; öz manasıyla “birlik” demektir. Ümmetin vahdetinden
kastedilen ise sadece bir fikir üzere toplanmak, bir anlayışın dışına
çıkmamak değildir. Nitekim bu
şekilde olsaydı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): ”Ümmetin
ihtilafında rahmet vardır” diye
buyurmazdı. Olması gereken tüm
38
ihtilaflara rağmen aslolandan
yani Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşmayıp, bu çatı altında toplanabilmektir.
Tevhid ise aynı kökten gelen bir
kelime olup “birlemek” demektir. Tevhid şahsın kalbinde, inanç
dünyasında Allah’ı birlemesi,
O’ndan gayrı bir Rabb kabul etmemesidir. Dayatılan tüm beşeri
sistemler karşısında zihnindeki
ve kalbindeki ümmîliği koruyarak vahdet çizgisine ulaşmasıdır.
Diyebiliriz ki; ümmetin birleşmesi, ümmînin birlemesiyle gerçekleşecektir. Ancak bir husus
var ki, tam bu noktada tevhid ile
vahdet arasındaki köprü görevini üstleniyor. Nitekim bunu bize
bildiren Allah azim olan Kuran’da
şöyle buyurmuştur: “Ve hepiniz,
Allah’ın ipine sımsıkı tutunun,
fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın
sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman
olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece
O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz.”
Ayetin ilk kısmında belirtildiği gibi vahdetin/birleşmenin
Allah’ın ipine yani Kuran’a sım-
sıkı sarılmakla, onun öğretileri
etrafında tefrikaya düşmeden
toplanmakla mümkün olduğu bildiriliyor. Fakat asıl bize yol gösteren ayetin ikinci kısmıdır. Allah
Subhanehu ve Teâlâ kardeşliğin
bir nimet olduğunu hatırlatıyor
ve kalpleri arasında birleşenlerin
eş zamanlı olarak Allah’ın hak
kıldığı İslam dini üzerinde de
birleşmelerinin sağlanacağının
haberini veriyor. Demek ki bir
topluluk kardeş olmadan vahdet
makamına erişemiyor. İşte bu
nedenle kardeşlik bizi tevhidden
vahdete ileten en önemli vesiledir. Kişi kendisinde yerleştirdiği
sağlam tevhid akidesi ile kurtulduğu dünyevî prangalar ruhunda
özgürlüğü yakalamasına vesile
olacaktır. Amellerini Allah’ın boyası ile boyayan şahıs, etrafına
yaydığı kardeşlikle diğer insanların da akideyi kavramasına
sebep olacaktır. Bir bir düzelen
insanlar için Yüce Allah vaadi
üzerine toplumları düzeltecektir.
Böylece biiznillah vahdet üzerimize hak olacak, birleyen ümmet
birleşecektir. Bir namaz kıyamı
eda edercesine saf tutan ümmet,
İslam için mücadelelerini omuz
omuza sürdüreceklerdir.
İstiklal Mah. Kirişhane Cad. No: 86 Serdivan / SAKARYA
Tel: 0264 333 11 11 Gsm: 0555 849 34 06
Download