KUCAĞIMIZDA BULDUĞUMUZ SAHİPSİZ ÇOCUK-GDO Dr. Mehmet ALKAN TVHB Merkez Konseyi Başkanı Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazete de yayınlanan “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” son iki haftadır ülkemizde büyük tartışmalara neden oldu. Tuhaf olan konu ile ilgili, ilgisiz çok sayıda kişi kurum ve kuruluş, özellikle de medya mensupları kaotik bir ortam yarattılar. Ülkemizin her sorununda olduğu gibi “Farklılıklar Narsizmi” kargaşası burada da tüm şiddeti ile devam etmektedir. Her sorunu bilimsel düzeyde inceleyen ve objektif olarak değerlendiren bizTÜRK VETERİNER HEKİMLERİ BİRLİĞİ tartışmaları dikkatle takip ediyoruz.Çevre ve Hayvan Sağlığı, Gıda Güvenliği ve Halk Sağlığı konularında sorumluluğumuzun bilincinde olarak, kamuoyunu aydınlatmak amacıyla bize de görev düşmektedir. Aslında sorunu sadece GDO’lar olarak ele almak yerine tüm biyoteknolojik faaliyetler olarak ele almak, fotoğrafın tümünü görmek bakımından daha yararlı olacaktır. İnsanoğlunun atomu parçalaması ile başlayan ve gen haritalarının çözümlenmesi ile devam eden süreci tamamen determinist bir trend takip etmektedir. Kendi paradigması içerisinde belki de insanoğlunun en acımasız en yok edici mücadelesi başlamış oldu. Bu süreci durdurmak şimdilik imkansız gibi görülmektedir. Belki de işin başındayız. Finansmanı, yaratıcılığı ve keşfetme kabiliyeti en üst düzeyde olanlar Dünyamızı bir laboratuar gibi kullanmak, kısa ve orta vadedeki çıkarları ve başarıları için çoğu zaman ahlaki ve insani değerlerden uzaklaşarak tamamen kar ve ulusal çıkar amaçlı faaliyetlerle -Atom BombasıDünyamızı bir yok oluşa götürebilmektedirler. Moleküler Biyoloji ve Gen Teknolojisinde ki gelişmeler sayesinde her türlü canlı organizmaya ait orijinal genler üzerinde değiştirme ve“amaca uygun” yeniden düzenlemeler yapılabilmektedir. Bu teknolojiler günümüzde bitkiler, omurgalı hayvanlar ya da bunlara ait hücreler ve mikroorganizmalar üzerinde uygulanmaktadır. Bu gelişmelerin kronolojik süreci şöyledir; DNA’nın üç boyutlu kimyasal yapısı ilk olarak 1953 yılında James Watson ve Francis Crick tarafından açıklanmıştır. Plasmid tanımı ilk olarak 1952 yılında Amerikalı araştırıcı Joshua Lederberg tarafından kullanılmış, 1953 yılında Hayes Lederberg ve Joshua Lederberg plasmidlerin varlığını deneysel olarak ortaya koymuşlardır.Recombinant DNA teknolojisi Amerikalı araştırıcılar Stanley Cohen ve Herbert Boyer tarafından 1972 –1974 yılları arasında yapılan çalışmalarla geliştirilmiştir. (3) Aslında bu keşiflerden sonra üretilen tüm biyoteknolojik yöntem ve ürünler hayatımızın her safhasında yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bunların teknik detayını özet olarak bile ele almak, çok sınırlı sayıda bilim insanının anlayabileceği bir konu olduğu gibi, ciltler dolusu kitaplara sığmaz. Dünyada çok olağanüstü gelişmeler olmadığı müddetçe görünen o ki, yakın bir gelecekte çok daha olağanüstü gelişmelere şahit olacağız.Özellikle beşeri ve veteriner tababette, agro endüstride ve gıda teknolojisinde hayretamiz gelişmeler olacaktır. Çarpıcı bir misal vermek gerekirse, kök hücre (stem cell)konusundaki çalışmalar öyle bir noktaya gidiyor ki, nasıl günümüzde kullandığımız bir aracı bir servise götürüp bozulan parçasını tamir ettiriyor veya değiştirebiliyorsak muhtemelen yakın bir gelecekte bizler de bir taşıt gibi “İnsan Tamir Servisine” gidip tahrip olan bir dokumuzu veya organımızı tamir ettirip veya yenisini vucudumuza implante ettireceğiz. Ama unutulmamalı ki doğaya aykırı tüm manipülasyonların bir bedeli vardır, bazen yanlışlıklarımızı bize çok acı bir şekilde ödetir. Esas konumuz olan GDO’lara (GMO = Genetically Modified Organism) gelince, geleneksel olarakbiyoteknolojik yöntemler yüzyıllardan beri ampirik olarak, örneğin; bazı maya ve bakteriler, fermente et ve süt ürünlerinin, ekmek ve biranın yapımında kullanılmaktadır. Biyoteknolojik yöntemler kullanılarak, genetik mühendislerinin 1967 yılında Lenope patatesi üretmeleri ile başlayan süreç daha sonra bu patatesin solanin toksini üretmesi üzerine iki yıl sonra USDA tarafından piyasadan toplatılması ile neticelenmiştir. Bugün ulaştığımız noktada birkaç ana ürün ve onlardan hazırlanan yüzlerce gıda maddesini bulan, geliştiren, ticaretini yapan başta ABD olmak üzere sınırlı sayıda ülke dışında hala tüm ülkeler (toplam ülkelerin %98’i) bu konunun sadece pazarı, göreceli olarak ta muhtemel kurbanlarıdır. Burada ironik olan durum; yüzyıllar öncesinden Orta Asya da yaşayan atalarımızın yoğurt, kımız, kefir, pastırma, fermente sucuk gibi ilk ampirik biyoteknolojik ürünleri bulmalarına karşılık, bugün bizim ulus olarak, yaratan, bulan, geliştiren değil, bırakın pazar olmayı, bu ürünlerin zararlarından nasıl kurtulacağız diye mevzuat geliştirmek konusunda düştüğümüz çaresizliktir. Bizce GDO’lu gıdalar ve yemler konusunda göz önüne alınması gereken hususlar şunlardır; özellikle gıda olarak tüketilen GDO’larla ilgili; gıda güvenliği ve sağlık üzerine standartları, kuralları ve önerileri belirleyen, rehberler çıkaran Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), AB Kodeks Alimenterius ve Avrupa Konseyi (EC) gibi çok ciddi ve güvenilir kuruluşların bu konu ile ilgili olarak 2003 yılından beri uzmanlar kurulundan çıkarmış oldukları yayınları ve raporları incelediğinizde görülecektir ki; “GDO, 35 yıldır tartışılmaktadır ve henüz kesin bir sonuca varılmış değildir. Gıda güvenliği, insan sağlığı, hayvan sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerine ilişkin elimizdeki veriler ve bilgiler kısmi ve sınırlıdır. GDO’lu ürünlerin ekiminin birçok yönden ele alınması ve GDO üzerine uzun süren derin araştırmalar yapılması gereklidir. (2)” Gıdaların genetik modifikasyonu beraberinde bazı önemli konuların tartışılması, değerlendirilmesi, yasal düzenlemelerin yapılması ve uygulamaya aktarılmasını gündeme getirmiştir. Bunlar arasında özellikle AB ülkelerinde tartışılan konular şunlardır; 1. Tüketicilerin satın aldıkları gıdaların ne olduğunu bilmeye haklarının olması, 2. Ülkelerin bu konulara ilişkin standartları belirleme haklarının olması, 3. Çok uluslu firmalar, bilim insanları, üreticiler ve hükümetler arasında ilişkinin olması, 4. GD gıdaların biyoteknolojik zenginlik üzerine etkisi, 5. GD gıdaların, gıda üretimi güvencesi üzerine muhtemel olumsuz etkileri, 6. İnsan ve hayvanlarda antibiyotiklere dirençliliğin muhtemel yayılımı, 7. İnsektlerde GD bitki toksinlerine karşı muhtemel dirençliliğin gelişmesi, 8. Artan GD gıdaların ekolojik etkileri GD ürünlerdeki başlıca potansiyel tehlike tipleri: i) toksisite ve alerjenite, ii) besin elementlerindeki değişimler veya antinutrient etkiler, iii) genin ayrılması ve bakteri veya memeli hücrelerine transferi ihtimalidir (1) Genel olarak genetiği değiştirilmiş gıdaların potansiyel riskleri ve yararlarını inceleyecek olursak; . Potansiyel Risk ve Endişeler Potansiyel Yararlar Gıdaların kalitesinde değişiklikler Gıda üretiminin artması Antibiyotik dirençlilik Muhafaza süresi ve organoleptik kalitenin yükseltilmesi Potansiyel alerjenite Besleyici kalitenin ve sağlık etkisinin iyileştirilmesi Yabani bitkiler hedefsiz gen transferi Protein kalitesinin iyileştirilmesi Yeni virus ve toksin oluşması ihtimali Karbonhidrat içeriğinin yükseltilmesi Genetik zenginliğin tehdidi Et, süt ve canlı hayvan kalite ve kantitesinin iyileştirilmesi Dinsel, kültürel, etik endişeler Bitkisel üretimin artması Etiketleme eksikliğine ilişkin endişeler Aşı ve ilaç üretimi Hayvan hakları savunucularının endişeleri Hastalık, stres ve pest, herbisit ve viruslere karşı biyolojik savunma Organik ve geleneksel üretim yapanların Biyoremeditasyon (toksin kimysal ve endüstriyel atıkların endişeleri arıtılması Bilinmeyen korkular Çevrenin korunması Biyofabrika fonksiyonu ve endüstriyel ham materyal kaynağı . Bugün günümüzde GDO’lu ürünleri iki ülke istisna ( Macaristan ve Venezüella ) tüm dünya kullanıyor, bunun en önemli nedeni, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) üyesi ülkelerin imzalamış oldukları SPS (Sanitary Phytosanitary) (Sağlık ve Bitki Sağlığı Uygulama Antlaşması)anlaşmasında “Ülkeler, bitki, hayvan ve insan hayatını veya sağlığını korumakla yükümlüdürler. Ülkeler bununla ilgili önlemleri bilimsel kurallar çerçevesinde alırlar” denilmektedir. Ülkemizin de üyesi olduğu ve anlaşmalarını imzaladığı, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) kuralları gereğiGDO’lu ürünler yönetmeliğinin yayımı tarihinden önce de ülkemize girmekteydi. Ancak bununla ilgili yasal düzenleme olmadığından yeterli düzeyde kontrol ve denetimleri yapılamamaktaydı. Çıkarılan yönetmelik dünya da mevcut uygulanan iki temel mevzuatı göz ününe alırsak, AB mevzuatına etiketleme zorunluluğu dışında oldukça uyumlu olduğu görülecektir. AB, insan yaşamı ve sağlığının, hayvan sağlığının ve rafahının, çevrenin ve tüketici haklarının üst düzeyde korunmasının garanti edilmesi amacıyla, 258/97, 1139/98, 1829/2003 ve 1830/2003 sayılı regülasyonları ile genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilmiş gıda ve yemin izlenebilirliği ve etiketlenmesine ilişkin hükümler getirmiştir. Buna karşın ABD’de gıda güvenliği ve etiketlenmesinde yetkili olan ilaç ve Gıda Dairesi (FDA;Food and Drug Administration) genetik modifiye gıdaların eşdeğeri olan konvansiyonel gıdalardan farkı olmadığını ve dolayısıyla etiketlemelerini gerekli görmemiştir. ABD ve Kanada’nın GDO’lara ilişkin yaklaşımı risk yönetimi, son ürün bazlı ve gönüllü etiketlenmeye yöneliktir. Buna karşın AB’ninGDO’lara ilişkin yaklaşımı Kuzey Amerika’dan farklı olarak koruyucu, işlem bazlı ve zorunlu etiketlemeyi içermektedir (1). Yeni yönetmelik bu ürünlerin ithalatı ve kontrolü için bir disiplin getiriyor. Yönetmelikle ilgili sorun“biyogüvenlik yasası “ çıktıktan sonra ele alınıp konu ile ilgili tüm kurum/kuruluş ve sivil toplum örgütleri ile tartışılarak hazırlansa daha iyi olurdu. Burada önemli olan bu noktadan itibaren Tarım ve Köyişleri Bakanlığının çok iyi risk değerlendirmesi yapması, bu ürünlerin ithalatı esnasında örnekler üzerinde sağlıklı analiz yapacak laboratuarları hazır hale getirmesi,bu da yetmez GDO analiz metodlarında çalışan bu laboratuvarların en kısa zamanda akreditasyonları gerçekleştirilmelidir. GDO’ların saptanmasında iki temel strateji bulunmaktadır. Bunlar, modifiye gen tarafından üretilen bir protein veya genetik materyalin (eksojen DNA) kendisinin saptanmasıdır. Gerek protein, gerekse DNA kalitatif ve kantitatif olarak GDO’lardan saptanabilmektedir. GDO’ların saptanmasında genellikle nükleik asit ve protein bazlı metotlar kullanılmaktadır. DNA bazlı metotlar içerisinde PCR (Polimeraz Chain Reaction), GDO’ların saptanmasında kullanılan en etkili tekniklerden biridir. Bu amaçla multiplex PCR, kantitatif kompetitif PCR (QC-PCR) ve Real Time PCR (RT-PCR) kullanılmaktadır. Protein bazlı metotlar içerisinde C-ELISA (Kompetitif ELISA) ve Western blot yöntemleri yaygın olarak kullanılmaktadır. DNA ve protein bazlı metotlara ilaveten, GDO’ların saptanmasında kromotografi, kütle spektrometri ve yakın infrared (NIR:near infrared) spektroskopi tekniklerinden de yaranlanılmaktadır. DNA microarray teknolojisinin de bu amaçlı kullanımı önemli olacaktır (1). Burada esas olan Bakanlığımızın yeterli sayıda ve yetkinlikte GDO’ları kalitatif ve kantitatif olarak analiz edebilecek laboratuarları hazır hale getirmesidir. Bitkisel üretimde kullanılan GDO’lu tohumlar ve diğer materyaller üzerinde ziraat mühendisi meslektaşlarımız çok detaylı açıklamalar yapıyorlar. Şüphesiz ki konuyu en iyi onlar biliyor. Biz Veteriner Hekimler olarak bu konunun gıda boyutu yanında özellikle GDO’lu hayvan yemleri ile daha çok ilgiliyiz ve en çok üzerinde durduğumuz konu budur. Bu hususta “Hayvan Besleme Bilim Derneğinin GDO’lu Yemlere İlişkin Görüşleri” bizim için önem taşımaktadır. Aşağıda bahsedilen görüşlerine katılıyoruz; “Dünyada 1996 yılından beri transgenik yemlerin hayvanlarda gelişme, verim ve sağlıklarına olan etkileri konvansiyonel yetiştirilen çeşitlerle karşılaştırılmış, yapılan çok sayıdaki bilimsel araştırmada olumsuz bir bulguya rastlanılmamıştır. Diğer yandan, GDO içeren yemler ile beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerde transgenik yem çeşidine ait genetik materyale rastlanılmadığı çok sayıda bilimsel araştırma ile teyit edilmiştir. Avrupa Birliğinin gıda güvenliğinden sorumlu bağımsız kuruluşu EFSA (Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi)tarafından hazırlanan 20 Temmuz 2007 tarihli “GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların eti, sütü ve yumurtalarında recombinant DNA veya proteinlerin akibeti” konulu raporun sonuç kısmında özet olarak; a) Biyolojik olarak aktif olan genler ve proteinler, gıda ve yemlerde çeşitli miktarlarda bulunurlar. Bu gıda ve yemlerin yenmesi sonrasında hayvanların ve insanların sindirim sistemlerinde hızla kısa DNA ve peptidlere parçalandığı, b) Bugüne kadar, canlı hayvanlar üzerinde yapılan çok sayıdaki deneysel çalışma da: “broyler, inek, domuz veya bıldırcın gibi çiftlik hayvanlarının dokularında, sıvılarında ve yenilebilir ürünlerinde GDO’lu bitkilerden alınan rekombinant DNA parçacıkları veya proteinlere rastlanmadığı” ifade edilmektedir. Burada bugüne kadar yapılmış bilimsel çalışmalar ve EFSA’nın raporu ışığında, gerek halkımızın sağlıklı ve dengeli beslenmesi, gerekse ülke hayvancılığının korunması açısından çok dikkatli olunması gerektiği,GDO içeren yemlerin hayvanların büyüme, gelişme, verim ve sağlıkları için herhangi bir sakıncası olmadığı, dolayısıyla insanlarımızı hayvansal gıda tüketiminden uzaklaştıracak spekülatif söylemlere itibar edilmemesi gerektiği kamuoyuna açıklanmaktadır. Keza Avrupa Birliği yasalarında da bu temel doğru teyit edilmektedir. GDO’ların etiketlenmesi ve izlenebilirliğine dair Regülasyon (EC) 1830/2003’ e göre; “GDO içerikli maddelerden türetilmiş tüm yem ve gıdalar, son üründe GDO olup olmadığına bakılmaksızın etiketlenmek zorundadır. Ancak ilgili kanuna göre GDO’lu yem ile beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta vb. ürünler etiketlenmek zorunda değildir.” Ayrıca yem sanayicilerinin Bakanlık makamına ilettikleri gerekçelerinde de haklı oldukları kanaatindeyiz.; “Yönetmelikte, halen yem sektörü mensupları GDO konusunda yeterince bilgilendirilmemiş, eşik değer,vb. konular tam anlamı ile bilinmemektedir. Yönetmelik ile ilgili muhataplarca gerekli hazırlıkların yapılabilmesi ve sorunsuz uygulanabilmesi için mutlaka geçiş süreci tanınmalıdır. Nitekim; AB’nde konuyla ilgili müktesebat (1829/2003 sayılı Avrupa Parlamentosu ve Konseyi Yönetmeliği) 22 Eylül 2003 tarihinde yayınlanmıştır. Bu yönetmelikte ; “Bu yönetmelik Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayınlanmasını takiben 20. günde yürürlüğe girer. Bu yönetmelik yayınlandığı tarihten 6 ay sonra uygulamaya konulur. Bu yönetmelik tüm üye ülkeleri, bütünüyle ve direk uygulanabilirliği ile bağlamaktadır”denilmektedir. Gelişmiş ülkelerin yer aldığı AB gibi konuyla ilgili altyapısı tamamlanmış bir toplulukta bile 6 ay geçiş süreci verilmişken, konuyla ilgili hiçbir altyapısı olmayan ülkemizde ise; yönetmelik yayınlandığı tarih itibariyle yürürlüğe girmiştir. Bu durum büyük sıkıntıları beraberinde getirerek, ticarette ve üretimde tıkanmalara sebep olmuştur. Bu nedenledir ki; talebimiz, anılan yönetmeliğin uygulanmasında en az bir yıllık geçiş süresinin tanınmasıdır.” Bu arada Yumurta Üreticileri Birliği’nin (YUMBİR) konu ile ilgili Bakanlık makamına yapmış olduğu yazılı başvuruda bahsetmiş oldukları şikâyetleri yönetmeliğin uygulanmasında bir geçiş süreci tanınmadığından haklı görülmektedir. YUMBİR’in görüşlerini kısaca özetlersek; “Büyük oranda dışa bağımlı olduğumuz, soya, soya küspesi, mısır, DDGS ve mısır glüteni gibi yem hammaddelerinin ithalatı, İthalatçı firmaların, GDO’lu ürün ihracatçısı ülkelerden gerekli belgeleri temin edememeleri nedeniyle durmuş ve tüm yem hammaddelerinin fiyatları 2 hafta içinde %50 artmıştır. Özellikle kanatlı beslenmesi açısından önemli bir protein kaynağı olan soyanın rasyonlardan çıkması ile verimlilik ve üretim düşmüş, maliyetler yükselmiştir. Mevcut durumun sürmesi halinde, yumurta fiyatları artacak, iç tüketim düşecek, son iki yılda büyük emekler harcayarak girdiğimiz dış pazarlar kaybedilecek ihracat düşecektir.” (6) denilmektedir. Bu noktada önümüze çok önemli bir sonuç ve sorun çıkmaktadır. Üretim faaliyetlerimizin her safhasında izahı mümkün olmayan bir dışa bağımlılık çılgınlığı içerisindeyiz. Mesela çok öğündüğümüz, Batıstandartlarında üretim yaptığını söylediğimiz Tavukçuluk Sektöründe girdilerin % 80 ini oluşturan yem ham maddelerini ithal etmek zorundayız. Şu anda soya küspesinde olduğu gibi. Sektörün sağlık güvencesi için olmazsa olmaz olan tüm aşılar ithal edilmekte, tüm damızlık ana materyaller yurt dışından getirilmekte, ithalata dayalı tüm bu girdiler sektör için stratejik önem taşımaktadır. Tüm bunlar bir yerden başlamak kaydıyla kendi potansiyellerimizle zaman içinde üretebilmemiz mümkündür. Globalleşme adı altında güçlü ellerin bizleri nasıl bağımlı hale getirdikleri tüm sektörlerde önümüze çıkmaktadır. Umarım GDO’lar üzerinde koparılan fırtına kendi üretim potansiyellerimizi harekete geçirmede bir başlangıç olur. GDO’lu yemlerle ilgili olarak şimdilik bir sorun görülmemekle birlikte, gelecek için her zaman endişelerimizin olması doğaldır. Çünkü geçmişte bu konu ile ilgili acı hatıralar hafızalarda hala yer almaktadır. BSE (Bovine Spongiform Encephalopaty/Deli İnek Hastalığı) krizi bilindiği gibi 1986 yılından itibaren acı bir şekilde yaşanmıştır. Tamamen herbivor olan, sindirim sistemleri buna göre şekillenmiş olan sığırların rasyonlarına scrapi’li veya saglıklıda olsa koyun karkaslarından düşük ısı da elde edilen et ve kemik ununun katılmasıyla BSE ilk defa İngiltere’de ortaya çıkmış ve büyük infial oluşturmuş; ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleri, Dünyanın değişik yerlerinde bu sorun azalmış olsa bile psikolojik etkisi hala devam etmektedir. Sonuç olarak; GD gıdalar birçok olumlu etkilere sahip olmakla birlikte, güvenliği halen çok tartışılan, geçmişi henüz yeni olan, farklı görüşlerin ortaya atıldığı ve bilinmeyenleri de içeren bir konu olduğundan, bu alanda daha ileri çalışmaların yapılması ve kontrol önlemlerinin alınması gerekmektedir. Bu kapsamda gen çipleri, proteomiks analizi ve metabolik profil tayini gibi yeni teknolojilerinin DNA, proteinler ve metabolitlerin profillerinin saptanması ve ayrımında önemli yere sahip olabileceği ve GDO’ların gıda güvenliği hakkında daha ayrıntılı bilgi sunacağı öngörülmektedir. Ayrıca AB nin GD ürünlerin etiketlenmesine ilişkin regülasyonun uygulaması önemli görülmektedir (1). KAYNAKLAR Prof. Dr. İrfan EROL, A.Ü.Veteriner Fakültesi Öğretim Görevlisi. Prof. Dr. Yavuz ÖZTÜRKLER, Kafkas Ü.Veteriner Fakültesi Öğretim Görevlisi. Prof. Dr. Ersin İSTANBULLUOĞLU, Emekli Öğretim Görevlisi. Hayvan Besleme Bilim Derneği (Raporu Hazırlayan Üyeler Prof. Dr. Şakir Doğan TUNCER Prof. Dr. Necmettin CEYLAN Prof. Dr. Behiç COŞKUN Prof. Dr. İbrahim ÇİFTÇİ Prof. Dr. M. Kemal KÜÇÜKKERSAN Prof. Dr. Ahmet ERGÜN Prof. Dr. İrfan ÇOLPAN Prof. Dr. Adnan ŞEHU Prof. Dr. Sakine YALÇIN Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Raporu Yumurta Üreticileri Birliği Raporu