kucağımızda bulduğumuz sahipsiz çocuk-gdo

advertisement
KUCAĞIMIZDA BULDUĞUMUZ SAHİPSİZ ÇOCUK-GDO
Dr. Mehmet ALKAN
TVHB Merkez Konseyi Başkanı
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından 26 Ekim 2009 tarihli Resmi Gazete de yayınlanan “Gıda ve
Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi,
İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik” son iki haftadır ülkemizde büyük tartışmalara
neden oldu. Tuhaf olan konu ile ilgili, ilgisiz çok sayıda kişi kurum ve kuruluş, özellikle de medya
mensupları kaotik bir ortam yarattılar. Ülkemizin her sorununda olduğu gibi “Farklılıklar
Narsizmi” kargaşası burada da tüm şiddeti ile devam etmektedir. Her sorunu bilimsel düzeyde
inceleyen ve objektif olarak değerlendiren bizTÜRK VETERİNER HEKİMLERİ BİRLİĞİ tartışmaları
dikkatle takip ediyoruz.Çevre ve Hayvan Sağlığı, Gıda Güvenliği ve Halk Sağlığı konularında
sorumluluğumuzun bilincinde olarak, kamuoyunu aydınlatmak amacıyla bize de görev düşmektedir.
Aslında sorunu sadece GDO’lar olarak ele almak yerine tüm biyoteknolojik faaliyetler olarak ele
almak, fotoğrafın tümünü görmek bakımından daha yararlı olacaktır. İnsanoğlunun atomu parçalaması
ile başlayan ve gen haritalarının çözümlenmesi ile devam eden süreci tamamen determinist bir
trend takip etmektedir. Kendi paradigması içerisinde belki de insanoğlunun en acımasız en yok edici
mücadelesi başlamış oldu. Bu süreci durdurmak şimdilik imkansız gibi görülmektedir. Belki de işin
başındayız. Finansmanı, yaratıcılığı ve keşfetme kabiliyeti en üst düzeyde olanlar Dünyamızı bir
laboratuar gibi kullanmak, kısa ve orta vadedeki çıkarları ve başarıları için çoğu zaman ahlaki ve
insani değerlerden uzaklaşarak tamamen kar ve ulusal çıkar amaçlı faaliyetlerle -Atom BombasıDünyamızı bir yok oluşa götürebilmektedirler.
Moleküler Biyoloji ve Gen Teknolojisinde ki gelişmeler sayesinde her türlü canlı organizmaya ait
orijinal genler üzerinde değiştirme ve“amaca uygun” yeniden düzenlemeler yapılabilmektedir. Bu
teknolojiler günümüzde bitkiler, omurgalı hayvanlar ya da bunlara ait hücreler ve mikroorganizmalar
üzerinde uygulanmaktadır. Bu gelişmelerin kronolojik süreci şöyledir; DNA’nın üç boyutlu kimyasal
yapısı ilk olarak 1953 yılında James Watson ve Francis Crick tarafından açıklanmıştır. Plasmid
tanımı ilk olarak 1952 yılında Amerikalı araştırıcı Joshua Lederberg tarafından kullanılmış, 1953
yılında Hayes Lederberg ve Joshua Lederberg plasmidlerin varlığını deneysel olarak ortaya
koymuşlardır.Recombinant DNA teknolojisi Amerikalı araştırıcılar Stanley Cohen ve Herbert
Boyer tarafından 1972 –1974 yılları arasında yapılan çalışmalarla geliştirilmiştir. (3)
Aslında bu keşiflerden sonra üretilen tüm biyoteknolojik yöntem ve ürünler hayatımızın her safhasında
yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bunların teknik detayını özet olarak bile ele almak, çok sınırlı
sayıda bilim insanının anlayabileceği bir konu olduğu gibi, ciltler dolusu kitaplara sığmaz. Dünyada çok
olağanüstü gelişmeler olmadığı müddetçe görünen o ki, yakın bir gelecekte çok daha olağanüstü
gelişmelere şahit olacağız.Özellikle beşeri ve veteriner tababette, agro endüstride ve gıda
teknolojisinde hayretamiz gelişmeler olacaktır. Çarpıcı bir misal vermek gerekirse, kök hücre
(stem cell)konusundaki çalışmalar öyle bir noktaya gidiyor ki, nasıl günümüzde kullandığımız bir aracı
bir servise götürüp bozulan parçasını tamir ettiriyor veya değiştirebiliyorsak muhtemelen yakın bir
gelecekte bizler de bir taşıt gibi “İnsan Tamir Servisine” gidip tahrip olan bir dokumuzu veya
organımızı tamir ettirip veya yenisini vucudumuza implante ettireceğiz. Ama unutulmamalı ki doğaya
aykırı tüm manipülasyonların bir bedeli vardır, bazen yanlışlıklarımızı bize çok acı bir şekilde ödetir.
Esas konumuz olan GDO’lara (GMO = Genetically Modified Organism) gelince, geleneksel
olarakbiyoteknolojik yöntemler yüzyıllardan beri ampirik olarak, örneğin; bazı maya ve bakteriler,
fermente et ve süt ürünlerinin, ekmek ve biranın yapımında kullanılmaktadır. Biyoteknolojik yöntemler
kullanılarak, genetik mühendislerinin 1967 yılında Lenope patatesi üretmeleri ile başlayan süreç daha
sonra bu patatesin solanin toksini üretmesi üzerine iki yıl sonra USDA tarafından piyasadan
toplatılması ile neticelenmiştir. Bugün ulaştığımız noktada birkaç ana ürün ve onlardan hazırlanan
yüzlerce gıda maddesini bulan, geliştiren, ticaretini yapan başta ABD olmak üzere sınırlı sayıda ülke
dışında hala tüm ülkeler (toplam ülkelerin %98’i) bu konunun sadece pazarı, göreceli olarak
ta muhtemel kurbanlarıdır. Burada ironik olan durum; yüzyıllar öncesinden Orta Asya da yaşayan
atalarımızın yoğurt, kımız, kefir, pastırma, fermente sucuk gibi ilk ampirik biyoteknolojik ürünleri
bulmalarına karşılık, bugün bizim ulus olarak, yaratan, bulan, geliştiren değil, bırakın pazar olmayı, bu
ürünlerin zararlarından nasıl kurtulacağız diye mevzuat geliştirmek konusunda düştüğümüz
çaresizliktir. Bizce GDO’lu gıdalar ve yemler konusunda göz önüne alınması gereken hususlar
şunlardır; özellikle gıda olarak tüketilen GDO’larla ilgili; gıda güvenliği ve sağlık üzerine standartları,
kuralları ve önerileri belirleyen, rehberler çıkaran Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO),
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), AB Kodeks Alimenterius ve Avrupa Konseyi (EC) gibi çok ciddi ve
güvenilir kuruluşların bu konu ile ilgili olarak 2003 yılından beri uzmanlar kurulundan çıkarmış oldukları
yayınları ve raporları incelediğinizde görülecektir ki;
“GDO, 35 yıldır tartışılmaktadır ve henüz kesin bir sonuca varılmış değildir. Gıda güvenliği,
insan sağlığı, hayvan sağlığı ve çevre üzerindeki etkilerine ilişkin elimizdeki veriler ve bilgiler
kısmi ve sınırlıdır. GDO’lu ürünlerin ekiminin birçok yönden ele alınması ve GDO üzerine uzun
süren derin araştırmalar yapılması gereklidir. (2)”
Gıdaların genetik modifikasyonu beraberinde bazı önemli konuların tartışılması, değerlendirilmesi,
yasal düzenlemelerin yapılması ve uygulamaya aktarılmasını gündeme getirmiştir. Bunlar arasında
özellikle AB ülkelerinde tartışılan konular şunlardır;
1. Tüketicilerin satın aldıkları gıdaların ne olduğunu bilmeye haklarının olması,
2. Ülkelerin bu konulara ilişkin standartları belirleme haklarının olması,
3. Çok uluslu firmalar, bilim insanları, üreticiler ve hükümetler arasında ilişkinin olması,
4. GD gıdaların biyoteknolojik zenginlik üzerine etkisi,
5. GD gıdaların, gıda üretimi güvencesi üzerine muhtemel olumsuz etkileri,
6. İnsan ve hayvanlarda antibiyotiklere dirençliliğin muhtemel yayılımı,
7. İnsektlerde GD bitki toksinlerine karşı muhtemel dirençliliğin gelişmesi,
8. Artan GD gıdaların ekolojik etkileri
GD ürünlerdeki başlıca potansiyel tehlike tipleri: i) toksisite ve alerjenite, ii) besin elementlerindeki
değişimler veya antinutrient etkiler, iii) genin ayrılması ve bakteri veya memeli hücrelerine transferi
ihtimalidir (1)
Genel olarak genetiği değiştirilmiş gıdaların potansiyel riskleri ve yararlarını inceleyecek olursak;
.
Potansiyel Risk ve Endişeler
Potansiyel Yararlar
Gıdaların kalitesinde değişiklikler
Gıda üretiminin artması
Antibiyotik dirençlilik
Muhafaza süresi ve organoleptik kalitenin yükseltilmesi
Potansiyel alerjenite
Besleyici kalitenin ve sağlık etkisinin iyileştirilmesi
Yabani bitkiler hedefsiz gen transferi
Protein kalitesinin iyileştirilmesi
Yeni virus ve toksin oluşması ihtimali
Karbonhidrat içeriğinin yükseltilmesi
Genetik zenginliğin tehdidi
Et, süt ve canlı hayvan kalite ve kantitesinin iyileştirilmesi
Dinsel, kültürel, etik endişeler
Bitkisel üretimin artması
Etiketleme eksikliğine ilişkin endişeler
Aşı ve ilaç üretimi
Hayvan hakları savunucularının endişeleri
Hastalık, stres ve pest, herbisit ve viruslere karşı biyolojik
savunma
Organik ve geleneksel üretim yapanların
Biyoremeditasyon (toksin kimysal ve endüstriyel atıkların
endişeleri
arıtılması
Bilinmeyen korkular
Çevrenin korunması
Biyofabrika fonksiyonu ve endüstriyel ham materyal kaynağı
.
Bugün günümüzde GDO’lu ürünleri iki ülke istisna ( Macaristan ve Venezüella ) tüm dünya kullanıyor,
bunun en önemli nedeni, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) üyesi ülkelerin imzalamış oldukları SPS
(Sanitary Phytosanitary) (Sağlık ve Bitki Sağlığı Uygulama Antlaşması)anlaşmasında “Ülkeler,
bitki, hayvan ve insan hayatını veya sağlığını korumakla yükümlüdürler. Ülkeler bununla ilgili
önlemleri bilimsel kurallar çerçevesinde alırlar” denilmektedir.
Ülkemizin de üyesi olduğu ve anlaşmalarını imzaladığı, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) kuralları
gereğiGDO’lu ürünler yönetmeliğinin yayımı tarihinden önce de ülkemize girmekteydi. Ancak bununla
ilgili yasal düzenleme olmadığından yeterli düzeyde kontrol ve denetimleri yapılamamaktaydı.
Çıkarılan yönetmelik dünya da mevcut uygulanan iki temel mevzuatı göz ününe alırsak, AB
mevzuatına etiketleme zorunluluğu dışında oldukça uyumlu olduğu görülecektir.
AB, insan yaşamı ve sağlığının, hayvan sağlığının ve rafahının, çevrenin ve tüketici haklarının üst
düzeyde korunmasının garanti edilmesi amacıyla, 258/97, 1139/98, 1829/2003 ve 1830/2003 sayılı
regülasyonları ile genetiği değiştirilmiş organizmalardan üretilmiş gıda ve yemin izlenebilirliği ve
etiketlenmesine ilişkin hükümler getirmiştir. Buna karşın ABD’de gıda güvenliği ve etiketlenmesinde
yetkili olan ilaç ve Gıda Dairesi (FDA;Food and Drug Administration) genetik modifiye gıdaların
eşdeğeri olan konvansiyonel gıdalardan farkı olmadığını ve dolayısıyla etiketlemelerini gerekli
görmemiştir. ABD ve Kanada’nın GDO’lara ilişkin yaklaşımı risk yönetimi, son ürün bazlı ve gönüllü
etiketlenmeye yöneliktir. Buna karşın AB’ninGDO’lara ilişkin yaklaşımı Kuzey Amerika’dan farklı olarak
koruyucu, işlem bazlı ve zorunlu etiketlemeyi içermektedir (1).
Yeni yönetmelik bu ürünlerin ithalatı ve kontrolü için bir disiplin getiriyor. Yönetmelikle ilgili
sorun“biyogüvenlik yasası “ çıktıktan sonra ele alınıp konu ile ilgili tüm kurum/kuruluş ve sivil
toplum örgütleri ile tartışılarak hazırlansa daha iyi olurdu. Burada önemli olan bu noktadan itibaren
Tarım ve Köyişleri Bakanlığının çok iyi risk değerlendirmesi yapması, bu ürünlerin ithalatı esnasında
örnekler üzerinde sağlıklı analiz yapacak laboratuarları hazır hale getirmesi,bu da yetmez GDO analiz
metodlarında çalışan bu laboratuvarların en kısa zamanda akreditasyonları gerçekleştirilmelidir.
GDO’ların saptanmasında iki temel strateji bulunmaktadır. Bunlar, modifiye gen tarafından üretilen bir
protein veya genetik materyalin (eksojen DNA) kendisinin saptanmasıdır. Gerek protein, gerekse DNA
kalitatif ve kantitatif olarak GDO’lardan saptanabilmektedir. GDO’ların saptanmasında genellikle
nükleik asit ve protein bazlı metotlar kullanılmaktadır. DNA bazlı metotlar içerisinde PCR (Polimeraz
Chain Reaction), GDO’ların saptanmasında kullanılan en etkili tekniklerden biridir. Bu amaçla
multiplex PCR, kantitatif kompetitif PCR (QC-PCR) ve Real Time PCR (RT-PCR) kullanılmaktadır.
Protein bazlı metotlar içerisinde C-ELISA (Kompetitif ELISA) ve Western blot yöntemleri yaygın olarak
kullanılmaktadır. DNA ve protein bazlı metotlara ilaveten, GDO’ların saptanmasında kromotografi,
kütle spektrometri ve yakın infrared (NIR:near infrared) spektroskopi tekniklerinden de
yaranlanılmaktadır. DNA microarray teknolojisinin de bu amaçlı kullanımı önemli olacaktır (1).
Burada esas olan Bakanlığımızın yeterli sayıda ve yetkinlikte GDO’ları kalitatif ve kantitatif
olarak analiz edebilecek laboratuarları hazır hale getirmesidir.
Bitkisel üretimde kullanılan GDO’lu tohumlar ve diğer materyaller üzerinde ziraat mühendisi
meslektaşlarımız çok detaylı açıklamalar yapıyorlar. Şüphesiz ki konuyu en iyi onlar biliyor. Biz
Veteriner Hekimler olarak bu konunun gıda boyutu yanında özellikle GDO’lu hayvan yemleri ile daha
çok ilgiliyiz ve en çok üzerinde durduğumuz konu budur. Bu hususta “Hayvan Besleme Bilim
Derneğinin GDO’lu Yemlere İlişkin Görüşleri” bizim için önem taşımaktadır. Aşağıda bahsedilen
görüşlerine katılıyoruz; “Dünyada 1996 yılından beri transgenik yemlerin hayvanlarda gelişme, verim
ve sağlıklarına olan etkileri konvansiyonel yetiştirilen çeşitlerle karşılaştırılmış, yapılan çok sayıdaki
bilimsel araştırmada olumsuz bir bulguya rastlanılmamıştır. Diğer yandan, GDO içeren yemler ile
beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta gibi hayvansal ürünlerde transgenik yem çeşidine
ait genetik materyale rastlanılmadığı çok sayıda bilimsel araştırma ile teyit edilmiştir.
Avrupa Birliğinin gıda güvenliğinden sorumlu bağımsız kuruluşu EFSA (Avrupa Gıda Güvenliği
Otoritesi)tarafından hazırlanan 20 Temmuz 2007 tarihli “GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların eti,
sütü ve yumurtalarında recombinant DNA veya proteinlerin akibeti” konulu raporun sonuç
kısmında özet olarak;
a) Biyolojik olarak aktif olan genler ve proteinler, gıda ve yemlerde çeşitli miktarlarda bulunurlar. Bu
gıda ve yemlerin yenmesi sonrasında hayvanların ve insanların sindirim sistemlerinde hızla kısa DNA
ve peptidlere parçalandığı,
b) Bugüne kadar, canlı hayvanlar üzerinde yapılan çok sayıdaki deneysel çalışma da: “broyler, inek,
domuz veya bıldırcın gibi çiftlik hayvanlarının dokularında, sıvılarında ve yenilebilir ürünlerinde
GDO’lu bitkilerden alınan rekombinant DNA parçacıkları veya proteinlere rastlanmadığı” ifade
edilmektedir.
Burada bugüne kadar yapılmış bilimsel çalışmalar ve EFSA’nın raporu ışığında, gerek halkımızın
sağlıklı ve dengeli beslenmesi, gerekse ülke hayvancılığının korunması açısından çok dikkatli
olunması gerektiği,GDO içeren yemlerin hayvanların büyüme, gelişme, verim ve sağlıkları için
herhangi bir sakıncası olmadığı, dolayısıyla insanlarımızı hayvansal gıda tüketiminden uzaklaştıracak
spekülatif söylemlere itibar edilmemesi gerektiği kamuoyuna açıklanmaktadır.
Keza Avrupa Birliği yasalarında da bu temel doğru teyit edilmektedir. GDO’ların etiketlenmesi ve
izlenebilirliğine dair Regülasyon (EC) 1830/2003’ e göre; “GDO içerikli maddelerden türetilmiş
tüm yem ve gıdalar, son üründe GDO olup olmadığına bakılmaksızın etiketlenmek zorundadır.
Ancak ilgili kanuna göre GDO’lu yem ile beslenen hayvanlardan elde edilen et, süt, yumurta vb.
ürünler etiketlenmek zorunda değildir.”
Ayrıca yem sanayicilerinin Bakanlık makamına ilettikleri gerekçelerinde de haklı oldukları
kanaatindeyiz.; “Yönetmelikte, halen yem sektörü mensupları GDO konusunda yeterince
bilgilendirilmemiş, eşik değer,vb. konular tam anlamı ile bilinmemektedir. Yönetmelik ile ilgili
muhataplarca gerekli hazırlıkların yapılabilmesi ve sorunsuz uygulanabilmesi için mutlaka geçiş süreci
tanınmalıdır. Nitekim; AB’nde konuyla ilgili müktesebat (1829/2003 sayılı Avrupa Parlamentosu ve
Konseyi Yönetmeliği) 22 Eylül 2003 tarihinde yayınlanmıştır. Bu yönetmelikte ; “Bu yönetmelik
Avrupa Birliği Resmi Gazetesinde yayınlanmasını takiben 20. günde yürürlüğe girer. Bu
yönetmelik yayınlandığı tarihten 6 ay sonra uygulamaya konulur. Bu yönetmelik tüm üye
ülkeleri, bütünüyle ve direk uygulanabilirliği ile bağlamaktadır”denilmektedir.
Gelişmiş ülkelerin yer aldığı AB gibi konuyla ilgili altyapısı tamamlanmış bir toplulukta bile 6 ay
geçiş süreci verilmişken, konuyla ilgili hiçbir altyapısı olmayan ülkemizde ise; yönetmelik
yayınlandığı tarih itibariyle yürürlüğe girmiştir. Bu durum büyük sıkıntıları beraberinde getirerek,
ticarette ve üretimde tıkanmalara sebep olmuştur. Bu nedenledir ki; talebimiz, anılan yönetmeliğin
uygulanmasında en az bir yıllık geçiş süresinin tanınmasıdır.”
Bu arada Yumurta Üreticileri Birliği’nin (YUMBİR) konu ile ilgili Bakanlık makamına yapmış olduğu
yazılı başvuruda bahsetmiş oldukları şikâyetleri yönetmeliğin uygulanmasında bir geçiş süreci
tanınmadığından haklı görülmektedir. YUMBİR’in görüşlerini kısaca özetlersek; “Büyük oranda dışa
bağımlı olduğumuz, soya, soya küspesi, mısır, DDGS ve mısır glüteni gibi yem hammaddelerinin
ithalatı, İthalatçı firmaların, GDO’lu ürün ihracatçısı ülkelerden gerekli belgeleri temin edememeleri
nedeniyle durmuş ve tüm yem hammaddelerinin fiyatları 2 hafta içinde %50 artmıştır. Özellikle kanatlı
beslenmesi açısından önemli bir protein kaynağı olan soyanın rasyonlardan çıkması ile verimlilik ve
üretim düşmüş, maliyetler yükselmiştir. Mevcut durumun sürmesi halinde, yumurta fiyatları artacak, iç
tüketim düşecek, son iki yılda büyük emekler harcayarak girdiğimiz dış pazarlar kaybedilecek ihracat
düşecektir.” (6) denilmektedir. Bu noktada önümüze çok önemli bir sonuç ve sorun çıkmaktadır. Üretim
faaliyetlerimizin her safhasında izahı mümkün olmayan bir dışa bağımlılık çılgınlığı içerisindeyiz.
Mesela çok öğündüğümüz, Batıstandartlarında üretim yaptığını söylediğimiz Tavukçuluk
Sektöründe girdilerin % 80 ini oluşturan yem ham maddelerini ithal etmek zorundayız. Şu anda soya
küspesinde olduğu gibi. Sektörün sağlık güvencesi için olmazsa olmaz olan tüm aşılar ithal
edilmekte, tüm damızlık ana materyaller yurt dışından getirilmekte, ithalata dayalı tüm bu girdiler
sektör için stratejik önem taşımaktadır. Tüm bunlar bir yerden başlamak kaydıyla kendi
potansiyellerimizle zaman içinde üretebilmemiz mümkündür. Globalleşme adı altında güçlü ellerin
bizleri nasıl bağımlı hale getirdikleri tüm sektörlerde önümüze çıkmaktadır. Umarım GDO’lar üzerinde
koparılan fırtına kendi üretim potansiyellerimizi harekete geçirmede bir başlangıç olur.
GDO’lu yemlerle ilgili olarak şimdilik bir sorun görülmemekle birlikte, gelecek için her zaman
endişelerimizin olması doğaldır. Çünkü geçmişte bu konu ile ilgili acı hatıralar hafızalarda hala yer
almaktadır. BSE (Bovine Spongiform Encephalopaty/Deli İnek Hastalığı) krizi bilindiği gibi 1986
yılından itibaren acı bir şekilde yaşanmıştır. Tamamen herbivor olan, sindirim sistemleri buna göre
şekillenmiş olan sığırların rasyonlarına scrapi’li veya saglıklıda olsa koyun karkaslarından düşük ısı da
elde edilen et ve kemik ununun katılmasıyla BSE ilk defa İngiltere’de ortaya çıkmış ve büyük infial
oluşturmuş; ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleri, Dünyanın değişik yerlerinde bu sorun azalmış olsa bile
psikolojik etkisi hala devam etmektedir.
Sonuç olarak; GD gıdalar birçok olumlu etkilere sahip olmakla birlikte, güvenliği halen çok
tartışılan, geçmişi henüz yeni olan, farklı görüşlerin ortaya atıldığı ve bilinmeyenleri de içeren
bir konu olduğundan, bu alanda daha ileri çalışmaların yapılması ve kontrol önlemlerinin
alınması gerekmektedir. Bu kapsamda gen çipleri, proteomiks analizi ve metabolik profil tayini
gibi yeni teknolojilerinin DNA, proteinler ve metabolitlerin profillerinin saptanması ve ayrımında
önemli yere sahip olabileceği ve GDO’ların gıda güvenliği hakkında daha ayrıntılı bilgi sunacağı
öngörülmektedir. Ayrıca AB nin GD ürünlerin etiketlenmesine ilişkin regülasyonun uygulaması
önemli görülmektedir (1).
KAYNAKLAR
 Prof. Dr. İrfan EROL, A.Ü.Veteriner Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Prof. Dr. Yavuz ÖZTÜRKLER, Kafkas Ü.Veteriner Fakültesi Öğretim Görevlisi.

Prof. Dr. Ersin İSTANBULLUOĞLU, Emekli Öğretim Görevlisi.

Hayvan Besleme Bilim Derneği (Raporu Hazırlayan Üyeler

Prof. Dr. Şakir Doğan TUNCER

Prof. Dr. Necmettin CEYLAN

Prof. Dr. Behiç COŞKUN

Prof. Dr. İbrahim ÇİFTÇİ

Prof. Dr. M. Kemal KÜÇÜKKERSAN

Prof. Dr. Ahmet ERGÜN

Prof. Dr. İrfan ÇOLPAN

Prof. Dr. Adnan ŞEHU

Prof. Dr. Sakine YALÇIN

Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Raporu

Yumurta Üreticileri Birliği Raporu
Download