bir tarih ufku ve büyük türkiye mücadelesi

advertisement
BİR TARİH UFKU VE BÜYÜK TÜRKİYE MÜCADELESİ
Sevgili kardeşlerim,
Bir Büyük Türkiye mücadelesinin peşinden koşuyoruz. Görüyorum ki bu koşuda yalnız
değiliz. Bugün burada bulunan kardeşlerimin hepsi, Türk milletinin, Anadolu insanının
tarihten gelen o büyük ruhu hala daha taşıdıklarını ve gelecek nesillere de aktarmaya gönüllü
olduklarını görüyor ve umutlanıyorum. Tarihimiz bize bir avuç insanın, insanların en sevgilisi
ve kıymetlisi Hz. Peygamber’imizle beraber çıkarak, sevgi ve adalet medeniyetini inşa
edişinin o müthiş anlatısını aktarmaktadır. Evet, tarihi iyi okursak umutsuz olmak için hiçbir
neden olmadığını göreceğiz. Türk Devlet tarihi ve İslam Devlet Tarihinin kavuşma noktası da
işte böyle bir tarihi anda, bir daha ayrılmamacasına birleşmiştir.
Bugün size tarihi bir perspektiften gelerek seslenmek istiyorum. Türk milletinin tarihi için bir
dönüm noktası verin dendiğinde, ilk aklımıza gelmesi gereken tarihlerinden birini sizlerle
paylaşmak istiyorum. 751 yılında Avrasya’nın kalbi Kırgızistan’da İslam orduları ile dönemin
süper gücü Çin ordusu arasında yapılan Talas Savaşı. Bu savaş sonucunda Çin ordusu,
Karlukların ve diğer Türk boylarının İslam ordularına yardım etmesi sonucu tamamen yok
edilmiş ve Avrasya hakimiyeti milletimizin eline geçmiştir. Çin’in Avrasya’dan silinmesi
2000’li yılların başına kadar sürecek; Avrasya, milletimizin hâkimiyetine girmiş olacaktır (ki
bu varlık hala daha devam etmektedir). Bu savaş sonrasında Türk Devletleri kitleler halinde
İslam dinine gireceklerdir. Çünkü göreceklerdir ki Türk’ün ruhuna ve mevcudiyetini
sürdürmesine en uygun din İslam’dır. Bu tarihten sonra Türkler, İslam dalgasıyla beraber
yükselmeye başlayacaklardır. Medine, Bağdat çizgisi, bu savaştan sonra Medine, Bağdat,
Buhara üçgenine dönüşecek ve uzun yıllar buhara Türk-İslam medeniyetinin aklının üretildiği
merkez olacaktır. Ta ki, İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilene kadar.
Tarihimiz açısından ikinci bir kırılma noktası Sultan Alparslan’ın milletimize hediye ettiği
1071 Malazgirt Savaşıdır. Bu savaş ile İslam toprakları ve Türk devletleri üstündeki Bizans
(Roma) hakimiyeti sona erdirilerek, Hıristiyan medeniyeti Avrupa sınırlarına geri çekilmeye
zorlanırken, Türkler de medeniyetler beşiğine kesin anlamıyla hakim olma yolunda büyük bir
adım atmışlar ve bu tarihten sonra Anadolu bir Türk ve İslam yurdu haline dönüşmeye
başlamıştır. Kısacası, Türklerin devreye girmesiyle İslam’ın önündeki iki büyük güç uzun
süre tarih sahnesinden silinmişlerdir ( Çin’in yenilgiye uğratılmasıyla – Budizm ve Bizans’ın
yenilgiye uğratılmasıyla – Hrıstiyanlık) ancak bu iki muzaffariyetten sonra İslam barış içinde
1
Çin Seddinden (hatta Çin’in derinliklerine), Cebelitarık’a kadar engelsiz yayılma olanağı ve
kabul edilme süreci yaşamıştır. O halde söyleyebiliriz ki Türkler İslam’la tanıştıktan sonra
hem kendi medeniyetlerini hem de İslam medeniyetini birkaç boyut atlatmışlardır.
Medeniyetler arasında iletken vazifesi görerek bir barış ve adalet medeniyeti tasavvuru
geliştirmişlerdir. Bugün Hz. Mevlana’nın kenti Konya, İstanbul bu medeniyetin en güzel
örneklerinden birisidir.
Üçüncü kritik tarih 1299, yani Osmanlı Devletinin kuruluşudur. Osmanlı’nın kurulması ile
hem doğudaki karışıklık azalmış hem de İslam’ın bir türlü yayılma olanağı bulmadığı Balkan
ve Orta Avrupa topraklarına İslam bayrağı taşınmıştır. Bununla beraber Osmanlı hem Avrupa
hem de İslam kültürünün birleşiminden yeni bir Barış medeniyetinin de inşasını başarmıştır.
Birçok farklı dil ve dinden insanlar barış ve huzur için de hukukun üstünlüğü ve adalet devleti
anlayışı çerçevesinde yaşayabileceklerinin örneklerini vermiştir.
Dördüncü kritik tarih geçtiğimiz günlerde 555. Yıldönümünü kutladığımız İstanbul’un
fethidir. İstanbul’un fethiyle, İslam medeniyetinin artık tüm çevre coğrafyaların asli unsuru
olduğu bir daha silinmemecesine açığa çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u dünyanın
yeni başkenti olarak inşa etmeye karar vermiş; Kilise, Havra ve Caminin beraber
yaşayabileceği yeni bir Kudüs oluşturma yoluna gitmiştir. Fatih yalnız kılıcıyla değil bilgiyi
ve aklı kullanarak İstanbul’u fethetmiş, dünyayı fethetmiştir. Kurduğu eğitim kurumları ile
çağın en görkemli üniversitelerini açmıştır. İstanbul’u yeni sevgi ve barış medeniyetinin temel
öznesi olarak seçmiştir. Dikkatinizi çekerse Osmanlı, İstanbul’a kadar birçok başkent
değiştirirken, İstanbul’dan sonra süregiden zaferlere rağmen bir daha başkentinde değişikliğe
gitmemiştir. Çünkü İstanbul varlığıyla hem Osmanlı’nın hem de İslam medeniyetinin kalbi
olmuştur. Bu fetih ile Buhara-Bağdat-Medine hattı yerini İstanbul-Medine-Buhara hattına
bırakmıştır. Bununla beraber Edirne’de Osmanlı’nın hedefini gösteren ve dış politikasını
tanzim eden bir şehir olmuştur. Kısa süreler haricinde Osmanlı tarihinde ve milletimizin
tarihinde doğuya doğru bir yürüyüş göremezsiniz, çünkü doğu bizimdir, Batı bizim asli
hedefimiz ve gayemizdir. Edirne’de bulunan Selimiye camii bir rastlantının değil işte bu
gayenin büyüklüğünün ve Batı’dan gelenler için İslam topraklarına adım atıldığının en önemli
işaretidir.
Fatih ile beraber İslam medeniyetinin devlet anlayışı doruk noktasına ulaşmıştır. Bu devletin 5
temel özelliğe sahip olduğunu ve insan fıtratına en yakın devlet şeklinin bu 5 temel özellikle
mümkün olacağını söyleyebiliriz:
2
1) Hakkın kanunda toplanması (Hukukun üstünlüğü),
2) Mutlak adalet,
3) Emanetin ehline verilmesi (liyakat),
4) Sosyal dayanışma (refah devleti)
5) Müşavere (demokrasi).
Bu saydığımız 5 temel niteliğin özelliği insanın özgürlüğünü koruyucu ve kuşatıcı olmasıdır.
İnsan yaratılışı itibariyle özgür kılınmıştır. Kendisine sunulan cüz-i irade ile kendi yolunu
çizmesine ve hayatını idame ettirmesine izin verilmiştir. Hatta daha da ilere giderek, inanmak
ya da inanmamak hususlarında da serbest bırakılmıştır. O nedenledir ki din özgür yaşanırsa,
bilim özgür hayata geçirilirse, birey özgür olursa, ve bunlar özgürce ifade edilebilirse bir
toplum bir medeniyet o kadar gelişecek ve yükselecektir. Ancak bu özgürlüğün sınırı insanın
doğal düzenini ve toplumsal iyiyi sarsmayacak nitelikte olmalıdır. Yaratılışa aykırı bir
özgürlük, toplumsal iyiyi bozacak bir özgürlük, açıktır ki kabul edilemez. İnsan kendi
mahreminde ancak sonsuz özgürlük sahibidir. Toplum hayatında ise özgürlüğü insanların
ortak iradesi belirlemelidir. Bir seçilmiş sınıfın ya da kurumun değil. İnsanın özgürlüğü ancak
karşısındakinin özgürlüğü ile sınırlanabilir.
İşte biz 1699 milat olmak üzere özgürlüğü kendi dünyamızdan uzaklaştırmamızdan dolayı
300 yıllık bir medeniyet yenilgisi ile can çekişiyoruz. Yalnız dikkatinizi çekiyorum: Yok
olmadık tükenmedik. Sadece durduk, geri çekildik. Bugün hala Avrasya bizimdir, Ortadoğu
bizimdir, Afrika bizimdir. Bizimdir diyorum çünkü bu toprakların bizim medeniyetimizden
beslenmiş ve hala onu özlemektedir. Biz onlara bir adım yaklaşırsak onlar bize 5 adım
yaklaşacaklardır. İşte bunun için yükselişimiz 1923’te Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini
kurmasıyla yeniden başlamıştır. Milletimiz kendisini zamanın ruhuna uygun olarak
dönüştürmeyi başarmış ve bu medeniyetin kalbi Anadolu’da, Ankara’da ve İstanbul’da
yeniden hayat bulmamızın yolunu açmıştır. Bu süreç çok acılı ve kanlı olmuştur. Ama hiçbir
mücadele çilesiz değildir. Batı medeniyeti bu seviyeye gelmek için kendi içerisinde ne
kıyımlar ve savaşlar yaşamış, birçok bedel ödemiştir. Osmanlı’yı Avrasya’dan söken bu akıl,
doyumsuz dünya kontrolünün önünü de açmıştır. Ve bu kontrolün devam etmesinin tek şartı
bu büyük milletin kılcal damarlarında saklı ruhunun tekrar vücut bulmasının engellenmesidir.
Ancak sizin gözlerinizde gördüğüm ışıltı bunu başaramayacaklarıdır. Dünya üzerinde bir tek
Ahmet veya Ayşe kalsa yine inanıyorum ki bu ruh yaşayacaktır. Bu ruh bizim zihin
hücrelerimizde DNA’larımızda dolaşmaktadır.
3
Sizlerle bu noktada bir tarihi paylaşmak istiyorum ve bu tarihin getirdiği sonuçları evlerinize
gittiğiniz zaman da iyi düşünmenizi rica ediyorum. 1839 Tanzimat fermanı ile milletimizi
Anadolu topraklarına hapsetme operasyonu. Resmi tarih kitaplarına baktığınızda bu tarih bir
özgürlük müjdesi gibi takdim edilmektedir. Halbuki gerçek tam aksi istikamettedir.
Milletimiz bu tarihten itibaren boyunduruk altına alınmaya, “Adalet ve Barış Devleti” hızla
uçuruma sürüklenmeye başlamıştır. Yine geçtiğimiz günlerde yıldönümü olan 27 Mayıs da bu
operasyonun parçasıdır. Kimi cenah için bir özgürlük manifestosu olan 1961 anayasası,
ürettiği
kurumlar
ile
milletin
iradesini
zincirlemenin
adı
olmuştur.
Menderes’in
medeniyetimiz için açtığı yol, kalın duvarlarla sarılmak istenmiştir. Ama nasıl ki bir baraj
duvarında çatlak oluşur ve bir daha büyümesi engellenemezse, milletin iradesi de önünde
örülen seti bir çatlak misali büyüyerek aşmaya kadir olmuştur. Bunun zirve noktası 22
Temmuz 2007 seçimleridir. Açıktır ki milletin iradesi ve onun durduğu yer gerçek doğrunun
bulunduğu yerdir.
Bu kardeşiniz 35 yıllık aktif siyasi yaşamına, işkencehaneleri gördüğü gibi bu esas doğruyu
da görmüştür. O nedenle benim yerim milletin aklının durduğu yerdir. Bu akıl bugün AK
Parti’de tecelli etmiştir. O nedenle de AK Parti’li olmaktan büyük bir mutluluk ve gurur
duyuyorum tıpkı 33 yıldır hukukum olan ve abim dediğim sayın Başbakanımız, 38 yıldır aile
dostumuz olan sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül gibi… Karagümrük sahasının tozlu
sahalarında geçen zamanlarımız, Milli Türk Talebe Birliği kongreleri, ev ziyaretleri ile bir
medeniyet mücadelesini farklı alanlarda yürüttüğümüz günlerden bugünlere hep beraber
geldik. Başbakanım ve Cumhurbaşkanım ile bir medeniyet mücadelesinin esiri olduk, mağlup
medeniyetin galibiyet arayan adamları olduk ve yollarımız AK Parti’de kesişti, tıpkı siz
sevgili kardeşlerimle kesiştiği gibi. O nedenle hiç şüpheniz olmasın ki bu kardeşiniz çok iyi
tanınıyor ve biliniyor. Bize duvarlar örmek isteyenler beyhude çaba içerisindeler. Biz çilesi
çekilmeyen şeyin aşkı olmayacağını iyi bilenlerdeniz. Sıcak odaların değil, Fatihin dar
sokaklarında mücadelenin, tüysüz yetimin hakkını yedirmeme gayretinin temsilcileriyiz.
O nedenle AK Parti rastlantısal bir adres değildir. AK Parti bu milletin adresidir ki bu milletle
beraber yürüdüğü müddetçe yükselecektir. Bu hususta hiçbir çekincem bulunmamaktadır.
Açıktır ki yılların verdiği tahribatı bir beş sene içerisinde çözmek mümkün değildir. Bir beş
yıla daha ihtiyacımız vardır. İşte, bunu gördükleri için üstümüzde demoklesin kılıcı misali
kapatma davasını sallandırmakta, ek iddianameyi bekletmektedirler. Ama ne yaparlarsa
yapsınlar bu mücadele bizim zaferimize doğru gitmektedir. Çünkü milletimiz dünya ile aynı
4
frekansta konuşmakta ve zamanın ruhuna barışık bir aklı üretmektedir. Diğer taraf ise
kendisini 19. Yüzyılın 1839’un modern aklıyla kısıtlamıştır.
İşte yeni bir dönüm noktasında Türkiye bir kez daha dünyaya alternatif bir model sunma
şansıyla başbaşa. Eğer önüne konulmak istenen engeller aşılırsa 21. yüzyılın yeni bir Türk asrı
olacağı açıktır. 1923’te Atatürk’ün Cumhuriyet devrimleri ile çağı yakalama uğraşına giren
Türkiye’miz, milletimizin geri bırakılmışlık çarkından kurtularak, kentlileşme, eğitim
seviyesinin artması ve zenginleşme sonucu bugün, küreselleşmeden pay alma rekabetine ve
dünyalılaşma mücadelesine ortak olmuştur. İç şüphesiz ki milletimiz 1950’de 1965’te,
1983’te, 2002’de ve en son 2007’de de bu hislerle hareket etmiştir. Geçtiğimiz yıllarda bu
istek bir gönül işiyken bugün artık gönül ve akıl ikilisinin birleşiminden meydana gelen bir
zenginleşme ve özgürleşme hedefine dönüşmüştür. Açıktır ki binlerce yıldır dünyaya ve
etkileşime açık olan bu topraklar, milletimizin içinde bulunan o güçlü ruh sonucu içine
kapatılamayacaktır, kapatılamamıştır da. Atatürk’ün de Türk milletinin önüne koyduğu
hedefler dünyaya açık bir toplum ve devlet modelidir. Kimse bize Atatürk’ü farklı şekillerde
anlatma çabasına girişmesin. Atatürk bu milletin içindeki büyük düşünme ve gelişme ruhunu
anlamış ve projelerini milletine güvenerek çizmiştir. Atatürk’ün kurduğu proje bugün millet
ile beraber yükselmiş ve ıskalanan ruh artık yakalanmıştır.
14 Nisan sonrasındaki sürece gelecek olursak, önceki dönemlerin aksine sürecin bu kez
yüksek yargı organları aracılığı ile yönetildiğini görmekteyiz. Bu süreç 22 Temmuz seçimleri
öncesinde de kendisini belli etmişti. Dışarıda emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıları akıl
hocalığı yaparken, görevdeki meslektaşları AK Parti’yi engellemeye dönük çözümleri
uygulamaya sokmaktadırlar. Bu noktada sistemin üç saç ayağı olan Üniversite, Yargı ve
Asker birlikteliğinde, Üniversite ve Yargı aktif görev alırken, asker sessizliğini korumaktadır.
Buna sebep olarak küresel sistemdeki değişimlerin ve gelişmelerin, askerin müdahil olacağı
bir gelişmeyi mümkün kılmamasını gösterebiliriz. O nedenledir ki Ay Işığı ve Sarıkız adlı
darbe girişimleri henüz fikir bazında atıl kalmıştır. Gelinen noktada kapatma davasının bir
ortak aklın eseri ya da milletin bir isteği değil, küçük bir azınlığın mutluluk rüyasıdır. Siyasi
partileri ancak millet iktidara getirir ve millet kapatır. Ne yazık küçük azınlık, CHP haricinde
diğer tüm partileri kapatarak, ikili bir kurumsal parti yapısının oluşmasına izin
vermemektedir. Bu nedenle siyaset alanı sürekli bir boşluk içinde bulunmaktadır. Çünkü şu an
ki CHP zihniyeti, milletin aklıyla paralel hareket etmekte ve kısır bir döngü içinde
siyasetsizlikle boğuşmaktadır. Türkiye’de CHP’nin karşısında yer alacak bir siyasal kültürün
kurumsallaşmasına 27 Mayıs ihtilali sonrasında kesinlikle izin verilmemiştir. Bu politika,
5
Türkiye’de demokrasinin sürekli olarak topallaması için bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bugün
de işte açılan kapatma davası ile önümüzdeki yıllarda kurumsallaşarak milletleşecek AK Parti
yapısı, dal budak salmadan budanmak istenmektedir. Ve bu amaçla Türkiye’nin milli
güvenliği ve ulusal çıkarları dahi tehlikeye atılmaktan kaçınılmamaktadır. Kapatma davasını
açan aklın milli güvenlik gibi düşüncesinin olmadığı görülmektedir.
Türkiye’mizi köylü hocaların dininden, dünyayı, tarihi, zamanın ruhunu okuyamayan
dindarlıktan ve 19. yüzyılın modernist/pozitivist aklıyla düşünen seçkincilerinden
kurtarmamız gerekmektedir. Çünkü bir tarafta din adına dışlanan demokrasi diğer tarafta
seçkinci bir sınıfın çıkarları ve düşmanlığı sebebiyle yok sayılan bir demokrasi ile Türkiye’de
demokrasi kültürünün gelişmesini beklemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir demokrasi
olsa olsa “çıkarım kadar demokrasi” anlayışına denk düşecektir. Bizim din anlayışımızı,
toplum anlayışımızı, özgürlük anlayışımızı ve devlet anlayışımızı 21. yüzyılın, zamanın
ruhunun talebine göre yeniden düşünmemiz ve üretmemiz gerekmektedir. Sorun özgürlüğü ve
adaleti karşımızdaki için ne kadar istediğimizle bağlantılıdır. Düşünme ve ifade özgürlüğünü
ne kadar savunduğumuz ile ilintilidir. Bu nedenle ABD’nin ve Batı dünyasının ürettiği
düşünce özgürlüğünü doğru anlamalı ve Fransız aydınlanmacılığının jakoben aklını terk
etmeliyiz. Özgür bir düşüncenin ve ifade ortamının olmadığı bir ülkenin gelişmesini
beklemek hayalcilik olacaktır. Oysa biz düşüncede dahi liyakati esas almıyor ve “adamcılık”
oynuyoruz. Bu dar alan milliyetçiliği ile hiçbirimizin gidilecek yolu kalmamıştır.
Biz çağı doğru anlıyoruz çünkü bizim medeniyet anlayışımızın merkezinde insan var onların
kinde ise madde var. İnsan maddeye ram olmaz ve olmayacaktır da….
İşte bizim mücadelemiz bu nedenle bir Büyük Türkiye mücadelesidir.
Ve bu mücadele elbette başaracaktır.
Türkiye elbette büyüyecektir.
Metin Külünk
30.05.2008
Not: Metin Külünk beyin 01.06.2008 günü Büyükçekmece’de kendisinin davet edildiği bir
toplantıda yapmış olduğu konuşmanın metnidir.
6
Download