CICERO VAKFI 1 No.10/01 Şubat 2010 NICHOLAS SARKOZY’NİN DIŞ POLİTİKASI: İLKESİZ, FIRSATÇI VE AMATÖRCE 2 3 MARCEL H. VAN HERPEN Direktör Cicero Vakfı (The Cicero Foundation) ÖZET Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy, 5 yıllık Başkanlığının 2. yarısına girdi. Sarkozy ve Fransa’nın dış politikasının ilk değerlendirmesini yapmak için iyi bir zamanlama gibi gözüküyor. Ne söz verdi, ve ne başardı? Yazar beş dış politika alanında denge oluşturuyor: ‘Transatlantik İlişkiler’, ‘Rusya’, ‘Avrupa Birliği’, ‘Akdeniz için Birlik’ ve ‘Dünyanın Geri Kalanı’. Resim oldukça kasvetli ve hayal kırıcı. Sarkozy ısınmak için soğukkanlı Obama ile çalıştı. Rusya politikası; sadece Putin ile Medvedev’i kucaklayan ve insan haklarını görmezden gelerek değil, aynı zamanda Fransa ve AB’nin jeopolitik çıkarına yön veren nitelikteydi. Fransa’nın AB politikası ve ‘Akdeniz için Birlik’ Projesinde, var olmayan dublörleri vardı. ‘Dünyanın Geri Kalanı’ içinse (Çin, Afrika, İran, Afganistan) sonuçları oldukça karışık olan bir politikası mevcuttu. 1 Cicero Vakfı (The Cicero Foundation) 1992 yılında Hollanda’nın Maastricht şehrinde kurulmuş olan bir sivil toplum örgütüdür. “Avrupa Bütünleşmesi” başta olmak üzere Avrupa Birliği ve Birlik politikaları konusunda yayımlar hazırlayan Vakıf, bağımsız bir ‘Avrupa Birliği ve Atlantik taraftarı düşünce kuruluşudur’. Söz konusu Vakıf ile ilgili ayrıntılı bilgiye http:// www.cicerofoundation.org/index.php adresinden ulaşabilirsiniz. 2 Söz konusu makalenin resmi olmayan Türkçe çevirisi İKV Uzmanı Melih Özsöz ve İKV Stajeri Eren Karagöz (Yakın Doğu Üniversitesi, AB İlişkileri Bölümü) tarafından yapılmıştır. 3 Makalenin orijinal metni için: http://www.cicerofoundation.org/lectures/Marcel_H_Van_Herpen_FOREIGN_POLICY_SARKOZY.pdf GİRİŞ 16 Mayıs 2007 günü Nicolas Sarkozy Fransa Cumhurbaşkanı oldu. Cumhurbaşkanı seçilmesinden üç yıl sonra Sarkozy’nin dış politikasıyla ilgili bir değerlendirme yapılmasının zamanı geldi. Çünkü Sarkozy ve Angela Merkel, Avrupa politikalarının ilham vericisi ve uygulanmasını sağlayan iki ana aktör. Dört ay önce 14 Ocak 2007 tarihinde UMP (Merkez Sağ Partisi) taraftarları için yaptığı konuşmada Sarkozy şu sözü veriyordu: “Ben insan hakları Fransa’sının Cumhurbaşkanı olmak istiyorum; ben realpolitik anlamda bir şey yapmak için birinin değerlerinden vazgeçilmesi gerektiğine inanmıyorum; ben dünyadaki herhangi bir diktatörlüğün suç ortağı olmak istemiyorum”. Sarkozy görevine, Obama’ya benzer şekilde, seçtiği ‘Médecins Sans Frontiers’in (Sınır Tanımayan Doktorlar) kurucusu olan ve Sarkozy’nin bu idealist söylemine uyan Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner ile birlikte başladı. Üç yıl sonra, elde edilen bazı başarılara rağmen, genel resmi oldukça karanlık: Fransa’nın dış politikası; ilkeli değil fırsatçı ve (hatta) genel itibariyle amatörce. Fransız dış politikasını değerlendirmek için, aşağıdaki beş alan dikkate alınacaktır. 1.Fransa’nın Transatlantik Politikası 2.Fransız ‘Ostpolistik’ 3.Fransa’nın AB Politikası 4.Fransa’nın Akdeniz Politikası 5.Dünyanın geri kalanına yönelik Fransa politikaları Transatlantik İlişkiler: Soğukkanlı Obama ile Isınma Sarkozy’nin ilk dış politika kararlarından biri Fransa’nın NATO ile yeniden bütünleşmesiydi. Bu bütünleşme, Gaullist parti lideri için cesur bir karar oldu. De Gaulle 1966’da NATO’nun askeri yapısını terk ettiği zaman, Fransa dış politikada özel konumu olan bir lider durumuna gelmişti. Sadece eşitlikçi değil, Cumhurbaşkanı François Mitterrand ve eski Dışişleri Bakanı Hubert Vedrine kadar da sosyalistti. Bu Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı için iyi bir başlangıç oldu. Karar akılcı ve mantıklıydı. Fransa, NATO üyesi Avrupalı en önemli ülkelerden İngiltere ile birlikte, Fransız ulusal çıkarlarına karşı masada birçok yeni görevler üstlenerek genişleyen bir ittifak içinde söz sahibi bir ülke değil, üzerine yeni görevler alan bir ülke konumundaydı. Sarkozy bu girişimin onay alacağını düşünürken, Washington‘da da büyük bir heyecan yaratacağına inanıyordu. Hatta Sarkozy Washington-Paris ‘ekseni’nin gizlice kurulabileceğini ümit ediyordu. Eğer eski Başkan George W. Bush hala görevde olsaydı, böyle bir senaryo mümkün olmayacaktı. İki lider birbiriyle iyi anlaşmasına rağmen, Bush’un Avrupa işlerine büyük ilgisi vardı. Ancak Obama için durum oldukça farklı. Pasifik adası Hawaii’de büyüyen Obama, Avrupa ile ilgilenmiyor. Bunun ötesinde iki liderin kimyası birbirini çok tutmuyor. Fransız basınına göre, bu sadece bir uyum sorunu değil. Sarkozy’nin 27 milletvekili ile katıldığı, (15 Nisan 2009, Elysée Sarayında) yemekte sarf ettiği sözler, Obama’nın kızgınlığını arttırmış gibi görünüyor. Yemekte Sarkozy Obama ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunuyor: "Zayıf, kötü, deneyimsiz bir bakanlık yönetenlerin, hiçbir zaman küresel ısınma üzerine söyleyecek bir şey yoktur". Kırılan bu potu düzeltmeye yönelik Elysée Sarayı’ndan resmi açıklama yapılmış olmasına rağmen, bir kere hasar yapılmıştı. Haziran 2009 tarihinde Normandiya Çıkarması’nın 65. yıldönümü kutlamalarından sonra Obama, Sarkozy tarafından davet edildi. Ancak Obama ailesiyle birlikte Paris’i ziyaret etmeyi seçti ve daveti reddetti. Hatta Obama’ya Jacques Chirac ile görüşme teklif edilirken, Chirac akıllı bir şekilde bu tuzağa düşmedi. Aslında Sarkozy, 27 milletvekili ile bir akşam yemeği sırasında Amerikalı meslektaşını ‘zayıf ve tecrübesiz olarak’ nitelendirdiğinde bu sözlerin kayıt dışı kalamayacağını bilmeliydi; bu da aslında Sarkozy’nin kendi deneyimsizliğinin bir işareti oldu. Sonuç olarak Sarkozy’nin Cumhurbaşkanlığı sürecinde, Amerikan Başkanı ile olan ilişkisinin geri kalanı muhtemelen gergin geçecektir. Ne Fransa’yı NATO askeri örgütü ile yeniden bütünleştirme kararı (ki doğru bir karardır), ne de Afganistan’da ABD’nin yükünü paylaşma yönünde verdiği sözlü ifadeler (ki bu da Amerika’nın beklentilerinin çok altında. Amerika Fransa’dan Afganistan’a 1500 asker göndermesini isterken, iç seçimler dolayısıyla Fransa’nın Afganistan’a gönderdiği asker sayısı sadece 80 – Kaynak: Le Monde 7-8 Şubat 2010) bu gerçeği değiştiremeyecek. Fransa ve Putin Rusya’sı – Çok Yakın Bir Kucaklaşma mı? Sarkozy’nin Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte, ‘Ostpolitik’e ilişkin beklentiler, kaygılar kadar fazlaydı. Schröder, Putin ve Chirac’ın başarısız üçlü girişiminin ardından Sarkozy, Rusya’ya karşı daha ilkeli bir duruş vaat eder görünüyordu. Ancak U-dönüşü beklenenden daha kısa bir zamanda geldi. Sarkozy’nin “doğru zamanı” olarak görülen Gürcistan’daki savaş, bu U-dönüşünün başlangıcını oluşturdu. Bu süreçte AB Dönem Başkanı sıfatıyla da hareket eden Sarkozy, sorunun çözümüne yönelik çabalara aktif şekilde katılırken, Medvedev ile “altı ilke” üzerinde müzakere etti. Her ne kadar Sarkozy’nin amacı samimi olsa da, Rus güçlerine “ek güvenlik tedbirleri uygulaması” hakkını kazandıran ve böylece Rus birliklerinin Gürcistan topraklarında yerleşmesinin önünü açan ateşkes amatör, hatta saf bir uygulamaydı. Sarkozy’nin ateşkes metninde Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne atıfta bulunulması konusunda ısrarcı olmaması da aynı şekilde değerlendirilebilinir. Sonrasında ise Rusya, belirlenen altı ilkeyi tam olarak uygulamaması ve Güney Osetya ile Abhazya’nın bağımsızlıklarını tek taraflı olarak tanıyarak uluslararası yasaları ihlal etmesi, Fransa tarafından tam olarak itirazla karşılanmadı. Fransız dergisi Le Nouvel Observateur ise, konu ile ilgili utanç verici detayları kamuoyu ile paylaştı. Moskova’da süren müzakereler sırasında Putin’in Sarkozy’e iletilmesi amacıyla “Gürcistan Devlet Başkanı Saakaşvili'yi yumurtalıklarından tavana asacağım” dediği duyuruldu. Muhtemel NATO üyeliği, NATO’nun Bükreş Zirvesi’nden birkaç ay önce konuşulan bir ülkenin, demokratik şekilde yönetime gelen Devlet Başkanı hakkında yapılan ve cinayet çağrısı olarak da yorumlanabileceği bu kaba yorum karşısında Sarkozy herhangi bir tepkide bulunmadı. Ancak Fransa’nın U-dönüşü haliyle kesin hatta oluşma sürecindeydi. Putin Sarkozy’nin Moskova ziyaretini, Fransız şirketlerine Rusya’da ilginç bağlantılar sunmak için bir fırsat olarak kullandı. Bu, Fransa Başbakanı François Filon ve Putin arasında 19 Eylül 2008 tarihinde Karadeniz’in tatil beldelerinden Sochi’de yapılan toplantı ile sonuçlandı. Toplantının yapıldığı zaman Rus askeri güçleri halen Gürcistan topraklarında bulunarak “altı ilkeyi” ihlal ediyordu. Gürcistan Hükümeti tarafından “arkadan vurulma” olarak nitelendirilen ve başta Polonya, İngiltere, Çek Cumhuriyeti ve Baltık ülkeleri tarafından eleştirilen Fillon’un bu ziyareti ise, Fransız medyasında pek yer bulmadı. Gürcistan’daki savaştan beri, Fransa-Rusya ilişkileri oldukça ilerledi. Bunun en güncel örneği ise Fransa tarafından Rusya'ya satılması düşünülen Mistral isimli, helikopter taşıyan çok amaçlı çıkarma-indirme gemisi. Fransız Donanmasının gözbebeği olan bu gemi, 16’sı ağır, 35’i hafif helikopter; 4 indirme aracı, 900 asker ve 40’ı tank olmak üzere 70’e yakın askeri aracı taşıma kapasitesine sahip. Rus Donanma Komutanı Amiral Vladimir Vysotskiy’e göre Mistral isimli gemi “geçen yıl Ağustos ayında yaşanan olaylar sırasında Rus Donanması’nın bu özellikler ile donanmış bir gemiye sahip olması halinde, Karadeniz filosunun 26 saatte tamamladığı görevi, sadece 40 dakikada tamamlayabilmesine” olanak veriyor. Fransa Rusya’ya, bir kısmı Rusya’da üretilmek üzere 4 Mistral gemisi satmayı düşünürken, söz konusu anlaşmanın 2 milyar Avro değerinde olması ve bugüne kadar Rusya’nın yaptığı en büyük ihale olması söz konusu. İhale, boyutu itibariyle de, bir NATO ülkesinde Rusya’ya bu büyüklükte yapılan ilk satış olacak. Söz konusu anlaşma ise özellikle Rusya’ya komşu ülkeler tarafından büyük bir endişe ile karşılandı. Gürcistan Dışişleri Bakanı Girgol Vashadze, 27 Kasım 2009 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te French Institute for International Relations (IFRI) isimli kuruluşta yaptığı konuşmada, bu satıştan “dehşet şekilde endişe” duyduğunu belirtti. “Böylesi bir geminin tek rotası Karadeniz’dir” dedi. 18 Aralık 2009 tarihinde, aralarında ABD’deki Başkanlık yarışı adaylarından John McCain’in de bulunduğu altı Amerikalı senatör, bir nüshası ABD Dışişleri Bakanı Hillary Cliton’a gönderilmek üzere, Washington’daki Fransız Büyükelçisine yolladıkları mektupta, söz konusu satış ile ilgili duydukları endişeyi dile getirmişlerdi. Rusya’nın Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’na (CFE Treaty) katılımını askıya aldığının vurgulandığı mektupta Amerikalı senatörler ayrıca Rusya’nın Gürcistan ve Moldova topraklarından çekilmeyi öngördüğü 1999 tarihli taahhütlerini yerine getirmediği ve Fransız Hükümeti tarafından müzakere edilen Rus-Gürcistan Ateşkesi Anlaşması’na uymadığını belirtmişlerdi. “Bu satış ile, Rusya’nın artan kavgacı ve hukuk tanımaz davranışının, Fransa tarafından kabul edildiği mesajının iletileceğini düşündüklerini” belirten Amerikalı senatörler “endişe duyuyoruz” diyorlardı. Fransız Büyükelçisi’nin 21 Aralık 2009 tarihli cevap niteliğindeki mektubunda ise “en üst düzeydeki Rus yetkililerin mektupta dile getirilen ‘sorumsuz ifadeleri’ açık bir şekilde reddettiği” söyleniyordu. Bu neredeyse bir şakaydı: çünkü Büyükelçi, Rus Donanma Komutanı Amiral Vladimir Vysotskiy’in ‘sorumsuz ifadelerinden’ bahsediyordu. “Herhangi bir adım atmadan önce, başta Gürcistan olmak üzere, ortaklarımıza danışma konusunda istekliyiz” diye ekliyordu Fransız Büyükelçisi. Fransız Hükümetine göre ise ‘danışmak’, ‘bilgi vermekten’ öteye gitmeyen ve diğer tarafı dinleme gereksinimi duyulmayan, dolaysıyla da Gürcistan Hükümeti’nin kaygılarını ciddiye almayan bir tutumdu. Anlaşılacağı üzere Sarkozy’nin Rusya ile olan balayını hiçbir kimse bitiremezdi. 15 Eylül 2009 tarihinde, Sarkozy’nin Moskova’daki bir numaralı elçisi Fransa Başbakanı François Filon, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e yakınlığı ile bilinen Valdai Group’un, Yaroslavl’daki konferansına dahi katıldı. 2010 yılı, ilerleyen Fransız-Rus itilafını olarak kutlanacaktı. Fransa’da “Rusya Yılı”, Rusya’da ise “Fransa Yılı” adı altında, bale gösterilerinden, tiyatro performanslarına; Louvre Müzesi’nde düzenlenecek bir sergiden, Medvedev ve Putin’in resmi Paris ziyaretlerine kadar birçok kültürel etkinliğin gerçekleştirilmesi öngörülmüştü. Gerçek bir dış politika yerine, tamamen ticari bir dış politikayı benimseyen Fransız Hükümeti, Rusya’da insan hakları ve demokrasi gibi zor sorular ile ilişkilerin zarar görmesi niyetinde değildi. Sarkozy, Chirac’ın eleştirmeyen Moskova-yanlısı çizgisini tamamen benimsemişe benzerken, kazancı ilkelerin, ticareti insan hakları ve demokrasi sorununun üzerinde tutuyordu. Ancak buradaki önemli soru sadece ‘realpolitik’e karşı ‘insan hakları’ sorusu değil; mantıklı bir jeopolitik stratejiye ve uzun dönemde Avrupa ve Fransa’nın çıkarlarına karşı ticaret sorusu. Rusya, Doğu Avrupa ve Kafkaslarda tehlikeli bir “Büyük Oyun” oynarken, bölgedeki dengeyi bozuyor ve hâkim güç olarak bölgeye yerleşmeye çalışıyor. Özellikle 2009 yılının ikinci yarısından itibaren, bölgede kaygı verici bir hareketlilik görmek mümkün. Bu hareketlilik 30.000 askerin katıldığı ve Ağustos tarihinde gerçekleştirilen Zapad (Batı) ve Eylül 2009 tarihinde gerçekleştirilen Osen (Sonbahar) tatbikatları ile başladı (söz konusu tatbikatlara Khadafi’nin oğlu davet edilirken, Batılı gözlemcilerin davet edilmemesi ise şaşırtıcı). Eylül 2009’da Kaliningrad’da sona eren Zapad tatbikatının Polonya’ya karşı olası bir nükleer saldırı simülasyonu ile sona ermesi ise, Polonya Hükümeti tarafından ciddi şekilde eleştirildi. Bunların ötesinde, Silahsızlanma Antlaşması’nı ihlal etmesine rağmen, Rusya’nın bölgesel savaşlarda nükleer silaha sahip olmayan ülkelere karşı bile, sınırlı düzeyde taktiksel nükleer silah kullanmasına olanak sağlayan nükleer doktrininde güncel bir değişiklik yaşandı. Buna ek olarak, 10 Ağustos 2009 tarihinde Medvedev ‘yabancı ülkelerdeki Rusya Federasyonu vatandaşlarını korumak amacıyla’ Rus askeri birliklerinin yabancı ülkelere gönderilmesine olanak sağlayan yasayı kabul ederek imzaladı. Bu alınan önlemler bile Rusya’nın Yakın Komşularına yönelik muhtemel askeri müdahalesi için hazırlık niteliği taşımakla birlikte, sadece sınır komşuları Gürcistan ve Ukrayna için değil, aynı zamanda Polonya ve Baltık ülkeleri için de önemli bir tehdit oluşturduğunun kanıtı. Dolayısıyla Fransa’nın Rusya’ya satmayı düşündüğü Mistral gemileri sadece Polonya, Baltık ülkeleri, Ukrayna ve Gürcistan’ın güvenlik çıkarları ile ters düşmüyor aynı zamanda, hâlihazırda dengelerin oldukça hassas olduğu ve tüm Avrupa için tehlikeli jeopolitik sonuçların doğabileceği bir bölgede istikrarı bozuyor. Avrupa Birliği: Eksik Vizyon Sarkozy’nin girişimlerinin (veya daha doğru söylemek gerekirse: girişim eksikliğinin) hayal kırıklığı ile sonuçlandığı bir başka dış politika alanı ise Avrupa Birliği’nin güçlendirilmesi. Avrupa’nın ABD’ye eşit (belki de daha üstün) bir ortak olması için, Obama’nın masasında imtiyazlı bir yere sahip olmaktansa, Avrupa Birliği’ni güçlendirmek için çaba harcamak daha doğru bir davranış. Avrupa bütünleşmesinin ana hareket ettiricisi Fransa-Almanya ekseni. Bu iki ülkenin yakın işbirliği söz konusu olmadığı sürece, herhangi bir gelişmenin yaşanması çok zor. Dolayısıyla Fransız dış politikası için birinci öncelikli konu Berlin ile yakın ilişki kurmak. Cumhurbaşkanlığı döneminin hemen başında ise Sarkozy bunun tam tersini yaptı. Kendini Avrupa’nın resmi olmayan bir lideri olarak göstermek isterken, tek taraflı girişimleri ile (örneğin Akdeniz Birliği gibi, daha fazla bilgi aşağıda yer almaktadır) Almanları sürekli olarak kızdırdı ve küstürdü. Yakın zamanda ise Fransa-Almanya ilişkilerinde gelişmelere yaşandı (ancak bu gelişme somut adımlardansa sembolik hareketler ile sınırlı; örneğin Kasım 2009 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris’te ünlü Champs Elysées Bulvarında düzenlenen Birinci Dünya Savaşı Ateşkes Günü Kutlamaları törenine Angela Merkel’in davet edilmesi gibi). Aslında Fransa-Almanya ekseninde bir duraklama söz konusu. En önemli hayal kırıklığı, AB Başkanı ve Avrupa’nın Dış İşleri ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi’nin (ki Avrupa vatandaşları bu isimlerin belirlenmesinin Avrupa bütünleşme sürecine hız katacağına inanıyor) adaylığına ilişkin siyasi süreçte yaşandı. Sürecin başında (Tony Blair’in ismi öne çıkarken) Sarkozy açık bir şekilde Tony Blair’in adaylığına karşı çıktı ve Blair’de ısrarcı olmayarak, bilinmeyen ve karizması olmayan iki adayı destekledi. Tabi ki hayal kırıklığı ile sonuçlanan bu senaryo için sadece Sarkozy’i suçlamamak gerekir. Ancak küçük ulusal çıkarlar (Paris için olduğu kadar, Berlin içinde geçerli) bu sonuçta belirleyici oldu. Küçük bir ülkeden gelen tanınmayan bir AB Başkanının, Blair gibi karizması yüksek bir isme göre, Fransa ve Almanya tarafından yönetilmesi daha kolay olacaktı. Adaylık süreci ile ilgili tüm bu süreç ise, daha derin bir gerçeği ortaya çıkardı: Avrupa’daki daha derin bir hastalık. Üç nedeni olan bir hastalık: Birinci olarak, farklı genişlemeler ve önce Anayasa, sonra Lizbon Antlaşması’nın onaylanma süreci sonrasında, Avrupa halkında baş gösteren Avrupa Yorgunluğu. İkinci olarak ise birinci nedeni güçlendiren bir jenerasyon kayması. Avrupa Topluluğu’nu kuran, genişlemesine yardımcı olan ve bugün kü AB’nin temellerini atan yaşlı nüfus, siyasi arenadaki yerini, Avrupa’nın tek ve değersiz bir işletme olmadığına inanan, Avrupa’da yüzyıllar süren savaşı bitiren ancak sürekli anlamsız kurallar koyan ve Üye Devletlerin ulusal bağımsızlıklarına karışan Brüksel’deki kansız Eurokratlar tarafından yönetilen bürokratik bir sistem olduğuna inanan genç bir nüfusa bırakıyor. Üçüncü olarak ise birleşmenin ardından Almanya’nın zaman geçtikçe Avrupa bütünleşmesine daha az ilgi göstermesi. Almanya nüfusunun neredeyse çeyreği AB sınırları dışında büyüdü. Son on yılda Almanya ile Rusya arasında gelişen özel ilişki (Fransa tarafından taklit edilebilecek bir örneğe benzemiyor) Fransa için, Avrupa projesi de sonun başlangıcını oluşturabileceği anlamına geldiğinden, önemli bir endişe kaynağı oluşturuyor. Gorbachov, Temmuz 1989 tarihindeki Batı Berlin ziyaretinde “Hiçbir şey sonsuza dek süremez” demişti; biri Berlin bu sonsuzluğun bir-iki ay içinde biteceğini bilmeden, “Duvar ne zaman yıkılacak?” diye sorduğunda. Avrupa Birliği’nin varlığı da aynı şekilde ne belirgin, ne de sonsuza kadar sürecek. Yakın zamanda Atina’da Avro sistemi nedeniyle yaşanan gelişmeler, duvarda oluşmaya başlayan çatlağın ilk işareti. Fransa, Almanya’nın yavaş yavaş kendisini Avrupa projesinden uzaklaştırdığı ve dolayısıyla bunun Fransa’yı (yine) Avrupa projesinin ana garantörü yaptığı gerçeğinin bilincine varması gerek. Bu Fransa’nın AB politikasında dört alanda etki yaratabilir. Birincisi Fransa, AB’nin Birlik karakterini (communitarian character) güçlendirmek zorunda; çünkü bu AB’yi bir arada tutan çimento özelliğinde. İkincisi, Fransa geleneksel olarak Almanya’nın üstlendiği rolü devralırken, son on yılda Almanya’nın zamanla umursamadığı bir gerçeği unutmamalı: o da AB üyesi küçük ülkelerin halklarının da savunucusu bir Üye Devlet olarak hareket etmek. Üçüncüsü, Fransa’nın daha çok kısa vadeli ulusal çıkarları ile şekillenen AB politikasını değiştirmeli. Fransa kendi ulusal çıkarlarını savunmak yerine tüm AB’nin çıkarlarını savunan Robert Schuman ve Jacques Delors geleneğine geri dönmeli. Fransa ayrıca, Avrupa’nın entelektüel dinamosu olurken, genç Avrupalıların heyecanını harekete geçirecek güce sahip olmalı. Dördüncüsü, bu aynı zamanda Fransa’nın Avrupa Projesi’nin jeopolitik önemini kavradığı anlamına gelir ki, Türkiye’de bu projede haklı yerini alır. Katılım müzakerelerine başlamak için yeşil ışık yaktıktan sonra Türkiye’nin AB’ye katılımını engellemek, dar görüşlülüğün ve aynı zamanda nüfusları 1 milyarı aşan 4 büyük güçten ikisini barındıran yeni dünya düzeninde jeopolitik görüş eksikliğinin bir işareti olabilir. Akdeniz için Birlik –Gereksiz bir Girişim? Ocak 2007 tarihindeki konuşmasında Sarkozy, Akdeniz için bir Birlik kurma sözü vermişti. Bu öneri, daha önceden verilen bir sözü daha gerçekçi kılmak içindi: Türkiye’yi AB’nin dışında tutmak. Akdeniz Birliği Türklere, AB tam üyeliğine karşı bir alternatif işlevi görüyordu. Bu öneri gereksiz bir dublördü çünkü hâlihazırda AB ‘Barselona Süreci’ olarak adlandırılan ve benzer işlevi gören bir yapıya sahipti. Daha kötüsü, bu yapı uzun vadeli stratejik bir görüş yerine, kısa vadeli ve seçimlere yönelik bir temelde kurulmuştu. Seçimlerden galip çıkabilmek için Sarkozy’nin acilen aşırı sağcı Milliyetçi Cephe (Front National) Partisi’nin oylarını kapması gerekiyordu ve Sarkozy ancak bu şekilde oyları çekebileceğini düşündü. Akdeniz için Birlik Projesinin başlangıcı da tam bir beceriksizlik örneğiydi. Sarkozy önce, gelecekteki üyeler listesine eklemediği için Malta’yı kızdırdı. Daha sonra, Akdeniz’e kıyısı olmayan AB Üye Devletlerini projeden dışlama isteği, Alman Başbakanı Angela Merkel tarafından anlaşılınca, onun da öfkesini çekti. Son olarak ise, proje Akdeniz için Birlik ismin alıp, gerçekleşince, projenin Avrupa çapında olması nedeniyle Fransa’ya Akdeniz’de beklediği hegemonyayı sağlamadı. Ayrıca, Türkiye’nin katılımını sağlayabilmek için Sarkozy Türkiye’ye söz konusu Birliğin AB tam üyeliğine alternatif olarak sunulmadığı sözünü vermek zorunda kaldı. Temmuz 2008 tarihindeki başlangıcından itibaren hâlihazırda mevcut olan Barselona Süreci’nin yeni halini alan Birlik herhangi bir artı sağlamadı. Hatta Sarkozy’nin Birliği, 2008–2009 kışında Gazze Savaşının patlak vermesiyle tökezlemeye başladı. Ayrıca asıl Barselona Süreci’nin siyasi boyutu (İsrail ve komşu Arap ülkeleri arasında ‘ortak bir barış ve istikrar alanı’ temin etmek) Sahra’da güneş enerjisi çiftlikleri geliştirilmesi gibi ekonomik projelerle sulandırıldı. Projenin bugüne kadar ki (zayıf) sonuçlarından bir tanesi ise, Bölgeler Komitesi’nin (AB’nin gereksiz muhabbet noktalarından biri) yeni bir meclisin (“Avrupa-Akdeniz Bölgesel ve Yerel Meclisi” – Euro-Mediterranean Regional and Local Assembly, kısa adıyla ARLEM) talep etmesi oldu. Anlaşılacağı üzere Sarkozy’nin bu girişiminin tek sonucu AB kurumlarının var olan hastalığını ilerletmekten başka bir şey değildi: gerekliliği sorgulanan kurumlara yenilerini eklemek. Sarkozy’nin Akdeniz politikasının sorgulanmasına neden olan diğer bir tuhaf ve utandırıcı olay ise, Libya lideri Kaddafi’nin Paris ziyareti sırasında yaşandı. Kaddafi, Sarkozy tarafından Elysée Saray’ında karşılanırken, beraberindeki yüzlerce kişilik heyetle beş gün boyunca Paris’te kaldı. Önemli anlaşmalara imza atıldı. Fransa Libya’ya bir nükleer reaktör satarken 3.2 milyar Avro değerinde 21 uçağın satışını da içeren ve toplam 10 milyar Avro değerindeki anlaşmalar yapıldı. Fransa’nın İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Rama Yade (ironik bir şekilde hem de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Gününde), “bizim ülkemiz terörist olsun olmasın, Albay Kaddafi gibi yöneticilerin, kanlı ayaklarını sileceği bir paspas değildir” diyerek, bu ziyareti eleştirme cesaretini gösteren ender isimlerden biri oldu. Kısa bir süre sonra görevinden alınan Yade, spordan sorumlu Bakanlık gibi çok daha az önemli bir portfolyoya atandı. Dünyanın Geri Kalanı: Afrika, İran ve Çin Geriye Afrika, Asya ve Güney Amerika’yı içeren ve kısaca ‘dünyanın geri kalanı’ olarak adlandırabileceğimiz alan kalıyor. Her ne kadar Sarkozy, (genelde rüşvet skandallarına yol açan), eski tartışmalı Françafrigue uygulamalarını bırakacağını söylediyse de, Fransa’nın eski kolonileri ile olan ilişkisi şeffaflıktan oldukça uzak. Örneğin; Le Monde’a göre Paris ve Rwanda arasında yaşanması muhtemel bir yakınlaşma, “1994 yılındaki saldırıya” ( Rwanda Başkanı’na yönelik) ilişkin hukuki taleplere yönelik Fransa’nın giderek artan baskısına yol açarken, bunun “yargının bağımsızlığı adına” yapılması iddiası devam edebilir. (Le Monde). Ocak 2010 tarihli gazeteye göre, söz konusu yakınlaşma Paris tarafından “başta uranyum olmak üzere zengin yeraltı kaynaklarına yönelik çıkarlarını ilerletmek için” bir fırsat olarak görülüyor. Bazı iyi haberler de yok değil. Mart 2008 tarihinde Tibet’te yaşanan protestoların kanlı bir şekilde Çin Hükümeti tarafından bastırılmasının ardından, Fransa’nın İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Rama Yade basına yaptığı açıklamada, Çin’in Dalai Lama ile diyaloga yanaşmaması ve siyasi mahkûmları serbest bırakmaması halinde Sarkozy’nin Pekin Olimpiyatlarının açılış törenini boykot ederek, katılmayacağını söyledi. Ancak bu siyasi cesaret 24 saatten fazla sürmedi. Aynı gün Bernard Kouchner, Fransa’nın tutumunda herhangi bir değişikliğin olmadığını açıkladı. Kısa bir süre sonra ise, Pekin’de bulunan tur operatörleri Fransa’yı Çinli turistlerin seyahat rotasında çıkarıp, bazı Fransız şirketlerini boykot etmeye başlayınca, Sarkozy Olimpiyatların resmi açılış törenine katılma kararı aldı. O zamandan bu yana Fransa-Çin arasındaki siyasi ve ticari ilişkilerde ısınmaya başladı. Olimpiyat oyunları ise Çin rejimini zayıflatmaktansa aksi bir etki yarattı: 2009 yılında Çin Hükümeti açık şekilde insan hakları aktivistleri ile ulusal ve dini azınlıklara yönelik baskısını artırdı. İran ile ilgili olarak ise: Fransa İran’a karşı daha ilkeli ve takdire layık bir tutum almadı. Sonuç Sonuç nedir? Bazı olumlu gelişmeler yaşanmış olmasına karşın (NATO, Afganistan, İran) genel resim oldukça karanlık. Sarkozy’nin Atlantik-yanlısı dönüşü şimdiye kadar beklenilen kazancı yaratamadı: Beyaz Saray ile özel bir ilişki tesis edilemezken, Washington-Paris ekseni kurulamadı. Sarkozy’nin Rusya’ya yönelik uyguladığı ‘Ostpolitik’ ilkeli bir tutum ile manevi cesaret eksikliğinin ötesinde durumun algılanışının jeopolitik anlayıştan uzaklığını ortaya koyuyor. Sarkozy’nin dış politikasının çok fazla kısa vadeli ticari çıkarlardan etkilenmiş olduğu gerçeğinin ötesinde, gün geçtikçe kendilerini daha da soyutlanmış hisseden eski Doğu Bloğu ülkeleri (hatırlanacağı üzere bir önceki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Irak savaşı sırasında bu ülkelere “susun” demişti) içinde bir risk oluşturuyor. AB politikası ise enkaz durumunda. Cumhurbaşkanlığının birinci yılında Sarkozy, Fransa-Almanya ekseninin önemini ihmal ederken, Fransa’nın AB Dönem Başkanlığını ‘tek kişilik bir gösteriye’ çevirerek Almanları rahatsız etti. Ayrıca özellikle Almanların Avrupa işlerine olan mesafeli tutumun başta olmak üzere, AB’nin iç dinamiklerine yönelik hiçbir harekette bulunmadı. Ne Almanları Avrupa işlerine daha fazla bulaştırmak, ne de küçük AB Üye Devletlerinin savunuculuğunu üstlenmek için yeterli çabayı harcadı (bu rolü genelde Almanya üstlenirdi). AB Başkanı ve Avrupa’nın Dış İlişlilerden Sorumlu Yüksek Temsilcisi’nin seçim süreci bu pozisyonlar için yüksek profilli isimlerin belirlenmesi için kaçırılmış bir fırsat oldu. Dünyanın geri kalanı içinse, daha karışık bir resim mevcut ancak yine de Fransa’nın ilkeli bir tutum takındığı bu ender durumlarda bile, bu yaklaşım kalıcı olmadı. Umuyoruz ki, İran Fransa için kayda değer bir sınav olur. Ümit etmek için başka bir sebep var mı? Muhakkak. Haziran 2009 tarihinde Sarkozy, Pierre Lellouche’yi Avrupa İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı olarak atadı. Uzun yıllar Raymond Aron ile çalışan Lellouche, tanınmış bir savunma uzmanı ve sağlam bir Atlantik yanlısı entelektüel olarak biliniyor. Lellouche sadece Fransa-Amerika ilişkilerini ısıtmak için değil, aynı zamanda proaktif bir AB politikası izlemek için bu göreve getirildi. Ocak ayında Alman meslektaşı Werner Hoyer ile birlikte Fransa-Almanya ilişkilerini desteklemeye yönelik ‘Altı Öneriyi’ açıkladı. (Le Monde, 24-25 Ocak 2010). 16 maddelik bu bildiri 18 maddeye yükseltilerek, 4 Şubat 2010 tarihinde sunulan Gündem 2020’de (Agenda 2020) kendine yer edindi. Söz konusu gündem sivil toplum düzeyinde (gençlik değişimleri, ortak araştırma programları, Fransız-Alman Doktora programı, yenilebilir enerji için ortak bir ofis gibi) birçok somut işbirliği önerilerini içeriyor. Tüm hepsi çok sevimli, olumlu ve yararlı. Ancak Fransa-Almanya çiftinin yeni bir birliktelik için daha fazla şeye ihtiyacı var: ortak bir jeopolitik vizyon ve her iki ülkenin kendi ağırlıklarını arkalarında bırakmaya yönelik niyetleri.