Mustafa Kemal Atatürk İle En Önemli Bilgiler Mustafa Kemal Atatürk ; 1881 yılında,Ahmet Subâşı mahallesinde,pembe ve ahşap bir evde doğmuştur. Mustafa Kemal, Salih Bozok ile çocukluktan beri arkadaştır. Bazı kişiler, Mustafa Kemal’a,Atatürk olarak Atatürk,Mustafa Kemal’in soyadı(soyismi)dir. hitap ediyorlar fakat Mustafa Kemal Atatürk’ün Hayatı Mustafa Kemal Atatürk, 1881 yılında Selanik'te,pembe ve ahşap bir evde doğdu. Annesi Zübeyde Hanım,babası Ali Rıza Efendi'dir. Ali Rıza Efendi, Selanik yerlilerindendi. Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali Rıza Efendi, bir süre gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları memuriyeti terk ederek kereste ticareti ile meşgul olmuştu. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım da Selanik yakınlarında Langaza adı verilen kasabada yerleşmiş eski bir Türk ailesine mensuptu.Bu aile, soy olarak Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş yörüklerdendi ve Varyemezoğulları olarak tanınıyorlardı. Bu ailenin Langaza'da büyük çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler.1871 yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin 1888 yılında henüz elli yaşlarında iken ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında babasız kalan küçük Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü.Küçük Mustafa, ilk öğrenimine bir süre annesinin isteğine uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selanik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu. Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Bu sıralarda isimleri Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu. Babaları öldüğü zaman küçük Mustafa yedi yaşında, Makbule bir yaşını henüz doldurmuş, Naciye ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selanik'te öldü.Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selanik yakınlarındaki Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik yaşamı nedeniyle Küçük Mustafa'nın öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti. Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'nu bitirdikten sonra bir süre Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne1 devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi istek ve kararı ile Selanik Askerî Rüştiyesi'ne2 başvurarak öğrenimine burada devam etti. Mustafa bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı. Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin üstün yetenekleri ve zekâsı karşısında onu sınıftaki diğer Mustafa'lardan ayırt etmek üzere adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç öğrenci, Mustafa Kemal olmuştu.Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır Askerî İdadisi'ne3 girdi. Bu okulda Bursa Askerî İdadisi'nden gelen- Ömer Naci ile arkadaşlık etti. Sonraları ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlarından biri olacak olan Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yaz aylarında izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu.Genç Mustafa Kemal, Kasım 1898'de Manastır Askerî İdadisi'ni ikincilikle bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir öğrenimden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu teğmen rütbesiyle bitirdi ve aynı yıl öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti. 1903 yılında Harp Akademisi'nin ikinci sınıfına geçmiş ve üsteğmen olmuştu. 11 Ocak 1905 tarihinde de kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu. Mustafa Kemal, Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve öğretmenlerine tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle dile getirmesi nedeniyle aydın ve devrimci bir subay olarak tanınmıştı. Devir, istibdat dönemi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimî oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezun oluşunu izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek kısa bir süre İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir çeşit uzaklaştırma olarak 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı.Mustafa Kemal, Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı ve kurmaylık stajını tamamladığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket yönetimindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Burada 1905 yılı Ekim ayı içinde, güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Yafa'dan Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Yafa'ya döndü. Bölgeden uzaklaşması hükümetçe duyuldu ise de Şam'daki üstleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordu'nun Kurmay Başkanlığı'nda bir göreve getirildi.Mustafa Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhı'na atandı ve bu karargâhın Selanik'te bulunan Kurmay Şubesi'nde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selanik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" şubesinin kurucularını da içine almış olan "İttihat ve Terakki Cemiyeti", gizli olarak faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de bu cemiyete girerek hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat yönetiminden kurtarılması, yapılacak yenilikler onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişinden kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908'de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği görevi de 3. Ordu Karargâhı'ndaki görevine ek olarak Mustafa Kemal'e verildi.Bu sıralarda, Rumeli'de gizli faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki Cemiyeti",Abdülhamit'i, 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyet'in ilânına uzandı.23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal, kolağası rütbesiyle Selanik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da "İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasî gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir devrimin arkasından yapılanları kâfi görmüyor, bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine inanıyordu; fakat kendisinin görüşleri, "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ileri gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle onları uyarmaktan da çekinmiyordu.II. Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz dokuz ay geçmişti ki İstanbul'da 13 Nisan 1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan gelişti. Mustafa Kemal, eski tarihle "31 Mart Vak'ası" olarak bilinen bu isyanı bastırmak üzere Rumeli'de oluşturulan Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve bu ordu ile 15/16 Nisan 1909'da Selanik'ten İstanbul'a hareket etti; ancak Hareket Ordusu İstanbul yakınlarında Hadımköy'e geldiği zaman komutada değişiklik yapıldı. Selanik'ten gelen 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa komutayı ele aldı; Kurmay Başkanlığı'na da Binbaşı Enver Bey getirildi. Hareket Ordusu 24 Nisan 1909 günü İstanbul'a girdi. Mustafa Kemal de bu ordunun Kurmay Heyeti'nde görevli bulunuyordu. Hareket Ordusu'nun duruma hakim oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi. Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok kalmayarak 22 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selanik ve çevresinde yapılan askerî manevralarda düşünce ve görüşlerini cesaretle savunuyor, üstlerinin dikkatini çekiyordu; bir yandan da askerî eğitim konuları üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.Mustafa Kemal, II. Meşrutiyet'ten sonra ordunun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile yakın ilişkisinin ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selanik'te toplanan "İttihat ve Terakki Büyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fakat Cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyet'ten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.1909 yılı sonlarında Arnavutluk'ta büyük bir isyan çıkmış, oraya gönderilen bir tümen asker isyanı batırmakta yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa, Mayıs 1910'da Selânik'e geldi. Burada hazırlanan büyük bir kuvvetin başında olarak, kurmay kurulunda Mustafa Kemal de bulunmak üzere Arnavutluk'a hareket etti. İsyan bir ay içinde bütünüyle bastırıldı. Mustafa Kemal tekrar Selânik'e döndü.Mustafa Kemal, Selanik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhı'ndaki görevinden alınarak yine Selanik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda komutan vekili olarak görevlendirildi. O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine üstlerinin takdirini, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Sekiz ay kadar süren 38. Piyade Alayı Komutan Vekilliği görevinden sonra Harbiye Nazırlığı tarafından İstanbul'a çağrıldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal, 1911 yılı Eylül ortalarında İstanbul'a geldi ve Genelkurmay Başkanlığı'nda görevlendirildi.29 Eylül 1911'de İtalyanların Osmanlı Devleti'ne savaş ilânı ile Trablus-garp Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, bu bölgede gönüllü görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne bölgelerinde gönüllü yerel kuvvetlerin başında bulundu. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde rütbesi binbaşılığa yükseltildi.1912 yılı Ekiminde Balkan Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Derne'den hareket ederek İstanbul'a geldi. 25 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Çanakkale Boğazı Kuva-yi Mürettebe Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğü'ne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar hızla gelişmiş, Selanik düşmüş, Bulgar ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığı'na getirildi. Bu görevde iken Dimetoka* ve Edirne'nin Bulgarlar'dan geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. Mustafa Kemal, Balkan Savaşı'nın sona erişinden kısa süre sonra, 27 Ekim 1913'de Sofya Ataşemiliterliği'ne atandı. 11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Bükreş, Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği'ne atandığı sırada yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya'da elçi olarak bulunuyordu. Mustafa Kemal, Sofya Ataşemiliterliği sırasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa yükseltildi. 1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.Mustafa Kemal daha Sofya'da iken, 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya savaş ilânı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasal ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezareti'ne bildirmekte idi. Ona göre zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların hızla gelişmesi, 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devleti'ni de ister istemez İttifak Devletleri yanında savaşa girmek zorunluğunda bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkomutanlık'tan kendisine etkin bir hizmet istedi ise de bir süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine onu, 20 Ocak 1915 tarihinde, Tekirdağ'da oluşturulacak 19. Tümen Komutanlığı'na atadılar. Mustafa Kemal, bu atama üzerine Sofya'dan ayrılarak İstanbul'a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen kısa süre sonra görülen lüzum üzerine, 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal burada, 19. Tümen'e ilâveten 9. Tümen'in 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilmek üzere Maydos Bölgesi Komutanı olarak görev yaptı.Gelibolu Yarımadası'nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz ve Fransız donanması, 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye girişti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında sonuç alamayarak ağır kayıplar verdi. Donanması ile Çanakkale Boğazı'nı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı 24 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, komutanlığına da Mareşal Liman von Sanders'i atamıştı. Mareşal Liman von Sanders, muhtemel düşman saldırısına karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak plânını yapmış; Mustafa Kemal'in komuta ettiği kuvvetleri ordu yedeğine almıştı. Mustafa Kemal bu plân gereğince, 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı'ya geçti.İngiliz birlikleri, Fransız kuvvetleri ve ANZAK Kolordusu'yla beraber 25 Nisan 1915 sabahı Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale kıyılarından ilk çıkarma hareketine başladı. Kumkale kıyılarından yapılan düşman çıkarması gelişemedi; Seddülbahir'e yapılan çıkarma kıyı topçusunun yoğun ateşi ve kuvvetlerimizin karşı saldırısıyla durduruldu. Arıburnu kıyılarından çıkarma yapan İngiliz birlikleri ve ANZAK kolordusu ise karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, Arıburnu kıyılarından çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetleri hızla Bigalı'dan Conkbayırı'na yöneltmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin saldırısıyla geri çekilmeye mecbur edildi.Conkbayırı saldırısında Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size saldır emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar geçebilir!"425 Nisan 1915 günü başlayan bu yoğun çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak düşmanın her saldırısı, Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesi'ndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'te albaylığa yükseltildi. Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yine de yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 Ağustos 1915 günü Arıburnu'ndan, 7 Ağustos 1915 günü de Anafartalar koyundan desteklenmiş kuvvetlerle yeniden topçu ateşiyle saldırıya geçtiler. Bu kuvvetlerle Mustafa Kemal komutasındaki 19. Tümen kuvvetleri arasında gündüz ve gece şiddetli çarpışmalar oldu. Düşman saldırısının geniş bir cepheye yayılma eğilimi göstermesiyle durum kritikleşti. Bunun üzerine 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı"na 8 Ağustos 1915 gecesi Albay Mustafa Kemal getirildi. O gece yarısı komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin 9 Ağustos 1915 sabahı yaptığı saldırı ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı saldırıya geçirdi; baskın şeklinde geliştirilen bu saldırı ve süngü savaşları sonucu düşman dört saat içinde Conkbayırı'ndan tamamen atıldı. Böylece Anafartalar bölgesine tam anlamıyla Türkler hâkim olmuştu.Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915 saldırısında olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos saldırılarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı beraber savaştığı subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu. Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir şarapnel parçasının göğüs cebindeki saate çarpıp geri dönmesi sonucu kesin bir ölümden kurtuldu. Bu savaşlar sırasında gösterdiği kahramanlık, kararlılık ve yüksek komuta yeteneği, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu.Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme sağlayamayan İngilizler, 1915 yılı Aralık sonunda yandaşlarıyla beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin atadan gelen kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşları'nın eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, yapacağımız son bir saldırıyla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır kayıplar verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal, 9 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakıp izinli olarak Çanakkale'den ayrıldı; İstanbul'a döndü. Mustafa Kemal, 16 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan 16. Kolordu Komutanlığı'na atandı ve bu atama üzerine Edirne'ye geldi. Kısa süre sonra bu Kolordu Karargâhı'nın -Başkomutanlık Vekâleti'nce- Diyarbakır'a kaydırılma ve Doğu Cephesi'nde aynı isimle yeni bir kolordu kurulması kararı üzerine, Mustafa Kemal bu kolorduya komutan olarak atandı. 27 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı. 1 Nisan 1916'da rütbesi generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 2 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde saldırıya geçirdi; Ruslarla iki tümenimiz arasında saldırı ve karşı saldırı şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 7 Ağustos 1916 günü Muş, 8 Ağustos 1916 günü de Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. (Muş, ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 30 Nisan 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.)Doğu Cephesi'nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yapan Mustafa Kemal Paşa, 12 Aralık 1916'da -Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine- vekâleten 2. Ordu Komutanlığı'na atandı. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Mustafa Kemal Paşa'nın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığı'na atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesi'ni denetlediyse de kısa bir süre sonra bu komutanlığın kaldırılması üzerine -Ahmet İzzet Paşa'nın yerine- 2. Ordu Komutan Vekilliği'ne atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa, 16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığı'na getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde, Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu Komutanlığı'na getirildi. Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'nı Mareşal Falkenhayn yürütmekte idi. Mustafa Kemal Paşa, 23 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat, bir süre sonra Mareşal Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa, 6 Ekim 1917'de 7. Ordu Komutanlığı'ndan istifa etti. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmedi ve izinli olarak İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de İstanbul'da Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak, kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhı'nı ve Alman cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine katıldı. 15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat sırasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve dönemin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara hoşlanmasalar da- I. Dünya Savaşı'nın olası sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü, Mareşal Falkenhayn'ın yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na getirilmiş olan Mareşal Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya, 7 Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 26 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal Paşa, bu cephede İngilizlere karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun üstün yönetimi ile bu bölgedeki Türk ordusu dağılmaktan kurtarılmış, büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat, I. Dünya Savaşı Almanya ve yandaşları aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918'de Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918'de Almanya, 5 Ekim 1918'de de Avusturya-Macaristan ateşkes istemişti. İstanbul'da Talât Paşa Kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi 14 Ekim 1918 günü Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, İtilâf Devletleri ile Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalayarak I. Dünya Savaşı'ndan çekildi.Mustafa Kemal Paşa, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imza edildiği gün, Mareşal Liman von Sanders'in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'na atandı ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918'de bu grup komutanlığının da Padişah iradesiyle kaldırılması ve kendisinin Harbiye Nezareti emrine verilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, ateşkes şartlarını yaşıyordu.Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlûp bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Ateşkes Antlaşması" adı verilen şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu Anadolu da galip devletler arasında bölüştürülüyordu. İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler yönetimi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazlan tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul Hükümeti, İtilâf Devletleri'nin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için güven ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun hemen her şehrinde yabancı subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletleri'ni iknaya çalışıyorlardı. Nihayet 15 Mayıs 1919'da İzmir'e çıktılar.Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezareti'nden -Ateşkes Antlaşması gereğince- ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, 5 Kasım 1918 günü Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk uyarı telgrafını çekti: "Ciddî olarak arz ederim ki gereken önlemleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman tutkularının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır."5 Sadrazam'a yapılan bu uyarı, her şey bitti zannedilen bir zamanda da Atatürk'te kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarını saran karamsarlık ve umutsuzluğa asla kapılmadığını gösterir.Fakat acıdır ki, Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine hızla devam edilir. Çünkü genel kanı, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletleri'ni gücendirmeyecek, Mondros Ateşkes Antlaşması şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükümeti'nin görüşü ve davranışı bu idi.Padişah ve hükümetindeki bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı kendini savunma yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla yerel kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan, saldırgan düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer millî örgütler oluşuyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.Ateşkes dönemi Türkiyesi, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi millî cemiyetlerin yanı sıra, özellikle İstanbul'da -güya kurtuluş çareleri arayan- birçok cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam Müzaheret Cemiyeti bunların başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de padişah ve halife için egemenlik hakkı tanınabilecek küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak yaşatma düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu ağır durumdan yararlanma çareleri arayan bazı bölücü cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.Bu durum karşısında ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi? Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı; o da "Millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!"6 Mustafa Kemal Paşa'ya göre önemli olan "Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, bağımsızlıktan mahrum bir millet, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Halbuki Türk'ün onur ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet tutsak yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi. Öyleyse Millî Mücadele'nin parolası 'Ya bağımsızlık ya ölüm!' olacaktı."7Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği8 teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş yetkiler tanıyan bu görevi kabul etti.16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve önlem almak"tan ibaretti. Hükümete verilen İngiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerillâ hareketine giriştikleri ve asayişi bozdukları bildirilmekte ise de gerçek durum, bunun tam tersi idi. Çünkü, ateşkesle beraber bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti başlamıştı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. İstanbul Rum Patrikhanesi'nden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler aracılığıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de karşı çeteler oluşturmuşlar, bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen, Mustafa Kemal Paşa'ya verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için ordu müfettişliği sıfatı ve geniş yetkiler istedi; İstanbul Hükümeti bu istekleri kabul etti.Saray ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi, kendilerinin gösterdiği doğrultuda yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama önerilen bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu'ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin çıkarları için kullanmak vicdanî bir davranış olacaktı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan ayrılmadan önce, başta sadrazam olmak üzere kabine üyelerinin büyük bir bölümü ile ve en sonunda da Padişah'la görüşmüştü. Fakat, bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu tehlikeli durumdan kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemişti. İstanbul Hükûmeti'nin ve Padişah'ın davranışlarında, İtilâf Devletleri'ni gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki, millî kurtuluşu gerçekleştirmek için yabancıların kararlarına uymak değil, karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu amaçla gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz! Ancak hür vatan topraklarında memleketin bağımsızlığı ve milletin özgürlüğü için çalışılabilir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".9Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez plânını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Samsun'dan, Erzurum'da bulunan Kâzım Karabekir'e çektiği telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Genel durumumuzun aldığı tehlikeli şekilden pek üzgünüm. Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdanî görevi yakından beraber çalışma ile en iyi yerine getirmek mümkün olacağı inancı ile bu son memuriyeti kabul ettim."10Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığı'na Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan -ne İstanbul Hükûmeti'nin ne de İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlandığı- şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti kurma gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen tamamıyla siyasî bir şekle dönüşmüştür."11 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup egemenlik esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır."12 Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Millî Mücadele kararlılığını sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükûmeti'nden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul Hükümeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.Artık Anadolu'da başlayan Millî Mücadele liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel direnişler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir genelgede görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin bağımsızlığını yine milletin gayreti ve kararı kurtaracaktır."13 Bu cümleler, Millî Mücadele'nin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün dünyaya ilânı idi. Bu genelge diğer bir maddesiyle, beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her ilden seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır."14Mustafa Kemal Paşa, Amasya Genelgesi adıyla ünlü bu genelgesini bütün memlekete duyurduktan sonra, Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti.Mustafa Kemal Paşa, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki: "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi."15 Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkulu şekilde karşılandığı zaman, Çukurova'da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlût Ağa ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinlendi. İhtiyar, fakat dinç Mevlût Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu: -Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi? Mevlût Ağa derhal cevap verdi: -Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar? Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum'a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşartmıştı. Etrafındakilere döndü ve: "Bu milletle neler yapılmaz!" dedi.16 Mustafa Kemal Paşa, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık O, bir millet bireyi olarak, milletten kuvvet ve ilham alarak tarihî görevine devam ediyordu.Mustafa Kemal Paşa, askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şu-besi'nin Yürütme Kurulu Başkanlığı'na getirildi. Söz konusu cemiyet o günlerde, daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Yürütme Kurulu Başkanı olarak bu kongreye katılması mümkündü; fakat o, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak katılmak istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli evlâdı Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu, Erzurum üyeliğinden istifa ederek yerlerini Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi, onun istediği şekilde sağlanmış oldu.Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da eski bir ilkokul salonunda 62 delegenin katılımıyla toplanmıştı. Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi. Erzurum Kongresi, bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 günü bir bildirge yayımlayarak çalışmalarına son verdi.Millî Mücadele'ye bayrak olan bu kongrenin, Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi; Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonra savunma bilincinin en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Ateşkes hükümlerine göre, asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve karşı koyma bilincini daha da bileyledi. Ayrıca Doğu Karadeniz il ve ilçelerini temsil etmek üzere Kongre'ye 17 delege ile katılan Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan faydalanarak Doğu Karadeniz şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.Erzurum Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü, bazı illerde kongre üyelerinin gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin kongreye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin bir kısmı, İstanbul Hükümeti'nin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı iller kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elaziz, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler, valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla kongreye katılamamışlardı. Bu nedenle kongrenin toplanabilmesi için Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi'nin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî girişimlerde bulunmak gerekti. İllerin her birine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde duyuru yapıldı. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip kongrenin toplanması sağlandı.İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin beraber hazırladığı bir kongre idi; o günkü idarî bölüntüde Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum'un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin katılımıyla toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî bölüntü göz önüne alındığı taktirde üye seçimi, 30'a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul'da Saray ve Hükümet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başlatıldı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asî olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamak için her türlü önleme başvuruldu. İstanbul Hükümeti, Erzurum Kongresi'nin dağıtılmasını, kongre'ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbi'ne gönderilmelerini emretti ise de millet bireylerini saran millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye cesaret edemedi.İşte bu derece güç şartlar içinde, gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi, Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı'nın ilk temelleri bu kongrede atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik (Samsun) sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. Bu demekti ki, ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla ne Karadeniz illeri Pontus hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı uyarıydı. 2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisine savunacak ve karşı koyacaktır. Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği, birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet, işgali birlik halinde püskürtmeye kararlıydı. 3-Vatanın ve bağımsızlığın korunmasına ve güvence altına alınmasına İstanbul Hükûmeti'nin gücü yetmediği takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükümet kurulacaktır. İstanbul Hükûmeti'nin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Ateşkes Antlaşması ile galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükümet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Erzurum Kongresi, bir anlamda bu amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva-yi Milliye'yi etken ve irade-i milliyeyi egemen kılmak esastır. Kuva-yi Milliye'den amaçlanan millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal amacı uğrunda, milletin arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Millî iradeyi hâkim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî egemenlik ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez. Memleketteki azınlıklar, yer yer siyasal egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara olanak verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı. 6- Manda ve himaye kabul olunamaz. Türk milleti her şeyi göze alarak bağımsızlığı için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lütuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Parola, "Ya bağımsızlık ya ölüm!" idi. 7- Millî Meclis'in derhal toplanmasına ve hükümet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır. İtilâf Devletleri'nin baskısı ve padişah fermanı ile kapatılmış olan Millet Meclisi derhal toplanmalı, hükümetin millet ve memleketin alın yazısıyla ilgili vereceği her türlü karar Millet Meclisinin denetiminden geçirilmeliydi. Hükümet kararları ancak bu şekilde geçerli olacaktı. 8- Milletimiz insanî ve çağdaş amaçları kutlar; teknolojik, sınaî ve ekonomik durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordu ki, Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini değiştiren büyük devrimlere başladığı zaman: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimlerimizin temel ilkesi budur."17 diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz teknolojik, sınaî ve ve ekonomik durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde açıkça, harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma atılımlarına işaret edilmekte idi. 9- Vatanın karşılaştığı acılarla ve aynı amaçla millî vicdandan doğan cemiyetlerin birleşmesinden oluşan örgüt, "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" unvanıyla isimlendirilmiştir. Bu madde ile gerek Trabzon'da ve gerekse Doğu bölgesinde faaliyet gösteren millî cemiyetler, aynı çatı altında, "Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştiriliyordu. 10- Kongre tarafından seçimle bir Heyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. Bu madde ile, kongre kararlarını yürütmek ve kongre sonu yapılacak işlerde Erzurum Kongresi'ni temsil etmek üzere "Heyet-i Temsiliye" unvanıyla bir kurul oluşturuluyordu.Erzurum Kongresi bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararlan yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış gerekçesi, Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan Antlaşmaları'nın bağımsızlığı savunan ruhu, ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, millî iradeyi egemen kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî ve çağdaş amaçları kutlar" cümlesiyle Atatürk devrimlerinin ilk kıvılcımları, Erzurum Kongresi'nde parıldadı. Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir." ifadesini kullandı.Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu; Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürünmesini sağlamak! Bu sebepledir ki, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni, memleketin bütününü ilgilendiren Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırmak Mustafa Kemal Paşa'nın başarısı oldu.Sivas Kongresi'ne hazırlık günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır ateşkes şartları bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması'nın milletimiz aleyhine haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf Devletleri'nden aldığı cesaretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne katılmak üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkun bir sevinçle karşıladı.Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü, o zaman lise olarak kullanılan büyük bir binanın salonunda, 38 delegenin katılımı ile toplandı. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa, başkan seçildi. Kongre 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir bildirge yayımlayarak çalışmalarına son verdi.Erzurum Kongresi'nden sonra bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir kongrenin Sivas'ta toplanışı, özellikle şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz, ateşkes şartları gereğince İtilâf Devletleri'ni temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen işgal altında değildi. Sivas, ulaşım bakımından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Bütün bu avantajlar yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi, şehirde oldukça iyi örgütlenmişti.Memleketin içinde bulunduğu ağır şartlar altında gerçekleşen Sivas Kongresi, doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış bir millî kongredir. Kongre'nin 38 üyesinden 32'sini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 6'smı Heyet-i Temsiliye üyeleri oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı.Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki, Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da -Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi- İstanbul Hükümeti ve ona bağlı bazı idareciler büyük engeller çıkardılar. Bu nedenle Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi; bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, sonuçta kongreye katılamadı. Sivas Kongresi'nin toplanmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir kongre gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve kongrenin dağıtılacağını bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat, Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan kararlılığı önünde bütün bu korkutmalar sonuçsuz kaldı.İstanbul Hükümeti Erzurum Kongresi sırasında yaptığı gibi, Sivas Kongresi günlerinde de bütün gücüyle Mustafa Kemal'i tutuklamaya çalışmıştı. Anadolu'nun hemen her valisine çekilen telgraflarla, Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir yönetici, şahlanan millî irade ve millî hava içinde İstanbul Hükûmeti'nin isteklerini yerine getirmek cesaretini gösteremedi.Sivas Kongresi'nin önemli bir özelliği de, delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel amaç izlemeyeceklerine, mevcut siyasal partilerden hiçbirinin amaçlarına hizmet etmeyeceklerine dair kongrede yemin etmeleri olmuştu. Böylece, Millî Mücadele'nin hiçbir siyasal parti adına yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararlan şu şekilde özetlenebilir: 1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz. Daha önce toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi, sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı. 2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini savunacak ve karşı koyacaktır. Erzurum Kongresi'ni toplanmaya çağıran başlıca tehlike, Doğu Karadeniz Bölgesi'nde kurulması düşünülen Pontus Rum Devleti ile Doğu Anadolu illerini içine alacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayacağını tüm dünyaya açıkça bildiriyordu. 3-İstanbul Hükümeti, dış bir baskı karşısında memleketimizin her hangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa, vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü önlem ve karar alınmıştır. Bu madde ile İstanbul Hükûmeti'nin millet çıkarlarına aykırı herhangi bir karar veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye dayanan bir hükümetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu. 4- Kuva-yi Milliye'yi etken ve irade-i milliyeyi egemen kılmak esastır. Erzurum Kongresi'nde belirlenen bu ilke, Sivas Kongresi'nde pekiştiriliyordu. Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve eğilimleri yönünde savaşacak, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık, egemenliğini kendi eline almıştı; kendi iradesinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas, gelecekteki cumhuriyet rejiminin esasını oluşturuyordu. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî egemenlik ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilmeyecektir. Erzurum Kongresi kararlarında da yer alan bu madde, Sivas Kongresi'nce pekiştiriliyordu. 6- Manda ve himaye kabul olunamaz. Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu ilke, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası, hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın "Ya bağımsızlık ya ölüm!" idi. 7- Millî iradeyi zorunludur. temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, kesin bir zorunluluk olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükümet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı. 8- Milletimiz insanî ve uygar amaçları kutlar, teknolojik, sınaî ve ekonomik durumumuzu ve ihtiyacımızı takdir eder. Erzurum Kongresi kararlarında da yer alan bu madde ile milletimizin insanî ve uygar amaçlarının yanında yer aldığı belirtiliyor; teknolojik, sınaî ve ekonomik durumumuzu ve gereksinimlerimizi bildiğimiz ve gelecekte bu amaçla kalkınma atılımlarına yöneleceğimiz anlatılmak isteniyordu. 9- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir. Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerindeki millî cemiyetleri "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte bütün Anadolu ve Rumeli millî cemiyetlerini de içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 10- Mukaddes amacı ve umumî örgütü idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye" genişletilmiş, böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleketin alın yazısında tek söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu. Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından Devrim Tarihimiz'de büyük öneme sahip bir kongredir. Üyelerinin hemen bütün illeri içine alması nedeniyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin alın yazısını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir kongredir.Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı, en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükümet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. O, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak millî örgütün genişlemesi ve kuvvetlenmesi yolunda, bütün engelleri aşarak inançla çalıştı. Bu dönemde Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükümeti, Bahriye Nazırı Salih Paşa'yı göndererek 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme Devrim Tarihimiz'de "Amasya Görüşmesi" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclis'in Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen Meclis, 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin baskısı sebebiyle sürekli faaliyet gösteremedi; bu arada Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin esaslarını 17 Şubat 1920'de "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor; İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık Savaşı'nda görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi; tamamen askerî kontrol altına alındı. Aynı günün gecesi İngiliz askerleri Meclis'e gelerek bazı milletvekillerini tutukladılar. Bu şartlar altında, 12 Ocak 1920'de açılmış olan Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayıp çalışmalarına ara verme kararı aldı.Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine 19 Mart 1920'de valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak olağanüstü yetkiye sahip bir meclise acele yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler hızla sonuçlandı ve 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görev gerçekten çok ağırdı; çünkü, tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm-kalım savaşının, bağımsızlık mücadelesinin liderliğini yapıyordu.Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, millî bir hükümetin kurulması üzerine, Padişah ve İstanbul Hükümeti de Millî Mücadele'yi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Binbir fedakârlıkla oluşturulmaya çalışılan millî kuvvetleri dağıtmak üzere Anadolu'ya halife ve padişah orduları gönderiliyor; başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî Mücadele kahramanları asî sayılarak idama mahkûm edilmiş buluyordu. Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi, Delibaş Mehmet gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu. Diğer taraftan İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru saldırıya hazırlanıyordu. Mondros Ateşkes Antlaşması ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhlan alınmış olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak yerel kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu.Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu Cephesi'nde 15. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz, Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal etmiş olan Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de saldırıya geçerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusunu mağlup etti ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak bu cephede savaşa son verildi. Gürcistan'a da işgal ettikleri Ardahan ve Artvin boşalttırıldı.Güney Cephesi'nde Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerinde Fransız birlikleriyle yerel kuvvetler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 20 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması", Adana, Mersin, Antep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı. Batı Cephesi'nde Yunanlılar, Ankara Hükûmeti'nin içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü genel saldırıya geçtiler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan Kuva-yi Milliye cephesini yararak 8 Temmuz 1920'de Bursa'yı, 29 Ağustos 1920'de Uşak'ı işgal ettiler. Bu sıralarda Padişah ve İstanbul Hükümeti de 10 Ağustos 1920'de İtilâf Devletleri ile Sevr Antlaşması'nı imzalamak suretiyle Millî Mücadele'ye ağır bir darbe indirmiş, bir anlamda dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.Yunanlıların Batı Cephesi'nde ilerleyişi, birçok bölgelerimizin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü yerel kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki Millî Mücadele'nin başarısı, bütün dağınık kuvvetlerin tek bir otorite altında toplanmalarına bağlı idi; bu da millî müfrezele-rin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıt'alar haline getirilmesini gerektiriyordu. Artık çeteler halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplinli eğitime tâbi tutulacaktı.Bu karar üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa, Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine verdiler. Bu dönem, Millî Mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt hızla millî ordu içinde toplanmaktadır. Ancak, ellerinde büyükçe bir kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla, bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi görevden alıyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında düzenli kuvvetler halinde örgütlendikçe, Çerkez Ethem ve kardeşlerinin tedirginliği daha da artıyor; Batı Cephesi Komutanlığı'na karşı gelmelerinin yanı sıra Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan da çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükümete karşı bir isyan halini almıştı.Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve özveri ile kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini sağlama bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Artık Ethem'e bağlı kuvvetler ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu asî kuvvetler her başarıda orduya engel olacaktı. Bu nedenle Hükümet, Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi. 29 Aralık 1920 günü, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey, Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetlerinin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler, asîleri takip ederek 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem kuvvetleri Simav yönüne çekilmek zorunda kaldı.Şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski savaş mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar gelmişlerdir. Çerkez Ethem'i takip nedeniyle Batı Cephesi kuvvetlerinin mevzilerinden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor anını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak Cepheleri'nden hızla ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde anîden bastırıp mağlup etmek, hemen arkasından Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plân gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık Ankara Hükûmeti'ni doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak, güya mümkün olacaktı.Yunanlıların, saldırı hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cepheleri'nden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlûbiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç sonuç bu idi.Yunanlıların saldırısı ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi Komutanları durumu değerlendirerek ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara vermeyi, Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü mevzilerine göndermeyi kararlaştırdılar. Ancak, Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse hiçbir direnme ile karşılaşmaksızın, Eskişehir'e kadar yol almış olacaklardı. O halde bizim için yapılacak iş, son hızla İnönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla, Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Nerdeyse üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerine daha da kuvvetlendirmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Batı Cephesi'ne çağrıldı. Kütahya ve Gediz'den hareket eden kuvvetlerimiz, 9 Ocak 1921 sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.Öte yandan Yunanlılar da hızla ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Ancak, bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş zorunluluğuna rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! İçerdeki ve dışarıdaki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı haklı bir amaç izleyenlerde kalacaktır."18 I. İnönü Savaşı, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli saldırısıyla başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü mevzileri, şimdi Türk Kurtuluş Savaşı'nda dönüm noktası olacak bir savaşa sahne oluyordu.Savaşın ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Türk askeri canını verircesine savaşıyor; Yunanlıların her saldırısı, karşı saldırıyla püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan, düşman umduğunu bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onları gerçekten şaşırtmıştı. Savaş, 10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den savaş alanına gelmiş, savaşı bizzat ateş altında yönetmeye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar Yunan kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan yararlanarak Batı Cephesi Karargâhı'nın bulunduğu İnönü istasyonunun kuzeyine kadar sokulmayı başardı. Bu kritik vaziyet karşısında, cephe karargâhı istasyondan alınarak hızla İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi, kuvvet kaydırılarak sağlamlaştırıldı.Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman saldırılarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu saldırılar karşısında ağır kayıplar veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. İki gündür devam eden şiddetli çarpışmalar sonunda tükenen, gücü kınlan düşman oldu; saldırılarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık, onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri, 10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.Bu zafer müjdesi üzerine Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, 11 Ocak 1921 günü, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesi'nin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim."19 İnönü Zaferi, gerçekten kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuştu; zira bu zaferi daha sonra II. İnönü, Sakarya, 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izleyecekti. Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti. Hızla ileri harekâta geçilerek bu asî kuvvetler de tamamen ortadan kaldırıldı. Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu.I. İnönü Zaferi, içerde ve dışarıda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle yurt içinde asayiş ve güven sağlanmış, düzenli ordu kurma çalışmaları daha da hızlanmıştı.I. İnönü Zaferi'nin dışarıdaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere artık, millî hükümetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf Devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükümeti ile beraber Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak, zaferin gerçek sahibi Ankara Hükümeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı başdelegesi Sadrazam Tevfık Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükümeti temsilcilerine bırakmak zorunda kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilâf Devletleri, yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. İnönü Zaferi'nin millî hükümete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda bazı görüşmeler oldu.Ancak Yunanlılar, bu mağlûbiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine saldırısıyla başlayan II. İnönü Savaşı'nda da düşman saldırıları, birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı Cephesi kuvvetlerinin karşı saldırıya geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar; 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları savaş meydanını tekrar silâhlarımıza terk zorunda kaldılar. Sonuç olarak Batı Cephesi'nde Yunanlılara karşı II. İnönü Zaferi adına alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, bu zafer üzerine Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!"20 diyordu.Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar, Ankara Hükümeti'nin reddettiği Sevr Antlaşması'nı gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir saldırıya hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman saldırısı, 10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak, gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler; Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, 18 Temmuz 1921 günü Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhı'na geldi. Destekli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tespitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin. Bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek uygun-dur!"21 Bu karardan sonra, Batı Cephesi'ndeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin durmaksızın destek alan Yunan saldırılarına karşı, tutunduğu mevzilerde çekilmeksizin uzun süre direnmesi, daha büyük kayıpların sebebi olacaktı.Devrim Tarihimiz'de "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz, kendisinden sayıca 2 misli fazla Yunan kuvvetleri karşısında oldukça ağır kayıplar vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş sırasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.Ordumuzun Sakarya Nehri'nin doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan saldırısına karşı önlem olmak üzere Hükümet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclis'ten onay almak gerekiyordu. Hükümet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı geldik yoksa düşmanla dövüşmeye mi!" Millet temsilcileri, Ankara'yı savaşsız teslim etmeyi kabul etmediler; amaç son tepeye kadar dövüşmekti. Coşkulu konuşmalar sonunda Meclis, Kayseri'ye nakli kabul etmedi; aksine, Ankara'nın savunulmasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.Bütün bu zor şartlara, Sakarya'nın doğusuna çekilişe rağmen sonunda düşmana kesin darbe indirileceğine dair, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre: "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti."22 Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin savaşa girecek ve ona, orada kat'î darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini, kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu, Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve başkomutanlık oluşturulması üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir. Çünkü o, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir komutandır. Bu sebepledir ki konuşmalar, onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesi'nde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?"23 Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.Muhaliflere gelince, onlar da başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda gelişecek tüm sorumluluğu, onun omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.Meclis'te 4 Ağustos 1921günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek istemeyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Başkan-lığı'na şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararlan en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin sahip olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin gözünde bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum ." 24Bu önerge, Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara neden oldu. Ancak içinde bulunulan durum, ölüm-kalım mücadelesi gibi olağanüstü bir durumdu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev, gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin yazgısıyla ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en hızlı, en doğru kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anmda kullanmakla mümkündü. Mustafa Kemal Paşa önergesinde, kendisine verilecek Meclis yetkisinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, onu bu isteğinde haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, "Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık veren Yasa", Büyük Millet Meclisi'nde oybirliği ile kabul edildi. Yasada şu sözlere yer veriliyordu: "Millet ve memleketin alın yazısına doğrudan el koyan tek yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık fiilî görevine kendi başkanı Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait yetkisini Meclis adına fiilen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve yetki üç ay süreyle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü taktirde, bu sürenin bitiminden evvel de bu sıfat ve yetkiyi kaldırabilir." 25Mustafa Kemal Paşa, kendisine yasa ile Başkomutanlık verilişinden sonra Meclis kürsüsüne geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla mutlaka mağlûp edeceğimize dair olan inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim."26 Başkomutan, aynı gün ordu ve millete de bir bildirge yayımladı. Bu bildirgede de şu cümleler yer alıyordu: "... Bana bu görevi vermiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın odağını oluşturacaktır. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân olmayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, anayurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır."27Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Amaç, başarıya götürecek bütün önlemleri en kısa sürede almaktır. Bu çerçeve içinde 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri başkomutanın imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye (Millî Vergi) emri yayımlandı. Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu. Her evden ordunun gereksinimi için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun gereç ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardan yüzde kırkına, parası zaferden sonra ödenmek üzere, el konuluyordu. Herkes tahıl, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde kırkını, yine parası sonradan ödenmek üzere, orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edilecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir hazırlığa davet edilmişti; millet ve ordu el ele büyük bir savaşa hazırlanıyordu. Başkomutan Millî Vergi emirlerini yayımladıktan sonra, 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan Polatlı'daki Cephe Karargâhı'na geldi; artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi.Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri yürüyüşe başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, bazı şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma çizgimize dayandılar.23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun saldırısı ile Sakarya Meydan Savaşı başladı. Yunan saldırısı, cephenin birçok yerinde kuvvetlerimiz tarafından düşmana ağır kayıplar verdirilerek durduruldu; ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli bazı mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri birçok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her çizginin gerisinde yeni bir savunma çizgisi oluşturuluyor, böylece Yunanlıların ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, 26 Ağustos 1921 günü birliklerine savaş stratejisi için şu emri vermişti: "Savunma çizgisi yoktur, savunma yüzeyi vardır. O yüzey, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe oluşturup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur. 28Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın ortaya koyduğu, savaş yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve kutsal vatan toprakları, her kaybedilen çizginin gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir savunma çizgisi oluşturularak sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor; Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin kutsal ocağına çekiyordu. Nihayet düşmanın saldırı gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çok uzaklaşmış, gerçekten Türklerin kutsal ocağına düşmüştü. Artık, saldırı sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı saldırımızla düşmana ağır kayıplar verdirilmiş, bu saldırı sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri mevzilerde görünmüş, hatta ateş çizgisine girmişti. Başkomutanın en ileri çizgide, saldırıda bulunan kıt'aların yanında görülmesi ve savaşı ateş çizgisinde bizzat izleyişi, şüphesiz ki subay ve erlerimizin moralleri üzerinde büyük etki yaptı. "Sakarya Meydan Savaşı" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü Yunanlılar Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen mağlup edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya yasayla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi.Sakarya Zaferi'nin sonuçları çok geçmeden siyasal alanda kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.Sakarya Meydan Savaşı'ndan sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Seyitgazi-Eskişehir çizgisine kadar çekilmişler; bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel örgülerle sağlamlaştırmak suretiyle savunmada kalmışlardı; onların, bu geniş çizgi üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir savaşı kazanmasına gerek gösteriyordu. Düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması, ancak bu şekilde mümkün olabilecekti. Yunanlılar ve onlara koruyuculuk yapan İngilizler ise, mevsimin ilerlemiş olduğunu, Türk hükümetinin içinde bulunduğu güçlükleri ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığını göz önüne alarak, Türk ordusunun genel bir saldırısını imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu nedenle kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkacaklarını düşünüyorlardı.29Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise, düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında genel saldırı hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak saldırının zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü ona göre, "Yarım hazırlıkla, yarım önlemlerle yapılacak saldırı, hiç saldırıda bulunmamaktan daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve manevî bütün güçleri aynı amaca yöneltilerek saldırı zamanının geldiğine karar verildi. Bununla beraber, Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden yine de üstünlüklerini korumakta idiler.Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Saldırı ve onu izleyecek meydan savaşı plânı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Orduları'na 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "saldırıya hazırlık" emri verildi.Büyük Saldırı plânı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da her şeyi göze alıcı ve tehlikeli idi. Zira kuvvetlerimizin hemen tamamı, saldırının ağırlık merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu, ister istemez ikinci plânda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara yönü, açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halinde, bu bölgede savaşan I. Ordu'nun durumu kritikleşebilirdi.30Bu plân, ancak büyük komutanların yönetiminde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30'da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Saldırısı başladı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa da bu sırada Kocatepe'de bulunuyordu. Saldırı, kısa sürede Afyon-Konya demiryolu çizgisi boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu çizginin güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu saldırıda bulunuyordu; ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük komuta yeteneğiyle ateş çizgisinde yönettiği bu saldırıda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığı'nı Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığı'nı İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa, Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu. Hızla gelişen saldırı sonucu, 26/27 Ağustos 1922 gecesi Yunan ordusunun birçok mevzii düşürüldü. Anî baskın şeklindeki bu saldırı karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. Ordumuz 27 Ağustos 1922 günü Yunan işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos 1922'de Dumlupınar mevzilerine saldırıya başladı. 30 Ağustos 1922 günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Savaşı" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Aynı gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu. Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız izlenmesi gerekiyordu. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 1 Eylül 1922 günü, komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.Son hızla İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül 1922'de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 Eylül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı Yunan işgalinden kurtardılar. Bu arada, 2 Eylül 1922 günü I. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile II. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e girdiler; bu sabahtan itibaren Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanmaya başladı. Bu büyük zaferle Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha kanıtlanmıştı.Mondros Ateşkesi ile başlatılan ve Sevr Antlaşması'yla gerçekleştirildiği zannedilen, Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler, Mustafa Kemal Paşa'nın ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiçbir zafer, amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir amacı elde etmek için gereken araçtır. Amaç, fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti oranında kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan savaşından, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur."31 İşte Büyük Türk Zaferi'nden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; lâik, demokratik ve çağdaş Türk Devleti'nin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar açılmıştı. Bu nedenle, kazanılan büyük askerî zaferlerin başarılı sonuçlarını toplamak üzere siyasal faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf Devletleri'yle imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki çarpışmalara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre, Edirne'yi de içine almak üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından boşaltılması kabul edildi; İstanbul ve boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kararı ile Saltanat'la Hilâfet birbirinden ayrılarak Saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: "Millet, yazgısını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve egemenliğini bir şahısta değil, bütün bireyleri tarafından seçilmiş vekillerden oluşan bir Yüce Meclis'te temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve egemenlik makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir."32 Meclis'in bu tarihî kararı üzerine, son Osmanlı Padişahı Vahdettin bir İngiliz savaş gemisiyle yurt dışına kaçtı.Artık sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti'ni -Mudanya Ateşkes görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet (İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, ekonomik alanda Osmanlılar döneminden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diploması alanında kazanılan bu sonuç, gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı dönemine ait tarihte benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi."33Ankara, 13 Ekim 1923'de Büyük Millet Meclisi kararı ile Türkiye Devleti'nin Hükümet Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, yapılan bir Anayasa değişikliği ile cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı seçildi.Cumhuriyetin ilânı ile gerçekten bu büyük devrimin yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir anlayış içinde halifeli cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart 1924'te, artık hiçbir gereği kalmayan, aksine lâik ve bağımsız cumhuriyet rejimi için zararlı bir kuruluş halini almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.Artık devletin çağdaş bir şekil alması, milletin çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük devrimler birbirini izlemeye başladı. Öğretim Birliği yasası ile eğitim ve öğretimde birlik sağlandı; lâik ve millî bir yol izlendi. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen cumhuriyet okulları açıldı. Bu dönem içinde şapka ve kıyafet devrimi yapıldı. Halkı uyuşukluğa yönelterek her türlü hayat enerjisini yok eden tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; Seriye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı. Lâik devlet ilkesi kabul edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, seriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Yasası'yla beraber birçok yeni yasalar kabul edildi. Bilim ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde önemli çalışmalar yapıldı. Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf devrimi meydana geldi; Arap harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir nitelik kazandırıldı; bu arada gerek duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı. Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform yapılarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere önem verildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Tarımsal faaliyetler genişletildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu devrimlere "Atatürk Devrimleri" adı verildi. Devrimlerin memlekette daha çabuk ve daha sağlam yerleşmesi için, bütün Türk halkını içine almak üzere, Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve devrimcilik Türkiye siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.Milleti çağdaş uygarlığa götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti oluşturan, fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe dayanan bir grup tedirgin oldu. Siyasal alanda da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten Atatürk'ü sorumlu tuttukları için ona 1926 Haziranında İzmir'de bir suikast girişiminde bulundularsa da başarı sağlayamadılar ve millet tarafından günlerce lanetlendiler.Büyük Önder, devrimlerinin büyük bölümünü başardıktan sonra Türk Bağımsızlık Mücadelesi'ni ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan Büyük Söylev'ini yazdı. Bunu 1927 yılında, Parti Kongresi'nde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli görüş, yorum ve eleştirilerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.Mustafa Kemal Paşa, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka devrimlerin ve yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 yılında Meclis, özel bir yasayla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Büyük Adam, son yıllarında tükenmeyen bir çaba ve heyecanla Hatay'ın anavatana katılışına çalıştı. Genel sağlığında başgösteren karaciğer yetersizliği zamanla ağırlaştı; siroz gelişti. Bu nedenle son günlerini, hasta ve yatakta geçirdi. 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat dokuzu beş gece Dolmabahçe Sarayı'nda yaşama gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada geniş yankılar yaptı ve büyük üzüntü yarattı.Atatürk'ün ilaçlanmış na'şı, Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalk'a yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet tuttuğu kutsal tabut, üç gün süreyle milletin ziyaretine bırakıldı; daha sonra 20 Kasım 1938 günü Ankara'ya getirildi. 21 Kasım 1938'de büyük törenle Etnografya Müzesi'nde hazırlanan lahdin üstüne kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi; bu törende Çanakkale'de ve diğer savaşlarda ona karşı savaşmış yabancı generaller özellikle dikkati çekiyordu. 10 Kasım 1953 günü aziz na'şı, Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrinden alınarak büyük bir törenle Anıtkabir'e nakledildi ve burada toprağa verildi. Mustafa Kemal Atatürk’ün Bazı Anıları Yenilmeyen Atatürk Hüseyin Cahit Yalçın, demokrasi devrine geçer geçmez bir gazeteden kendisine telefon edildiğini şöyle anlattı: -“Atatürk devrinin en büyük sıkıntısını çekenlerden biri de sensin… Şimdi sırasıdır; hatıralarınızı yazmaz mısınız?” Demişler… Hüseyin Cahit Bey gülerek: -“Ne budala adamlar, yaşarken yenilmeyen Atatürk’ü öldükten sonra yenilecek sanıyorlar” demişti. Yaşadıkça O’nu Anarsın KENDİME SÖYLÜYORUM Yer nemli, gök nemli, gözlerin nemli. Bu ıslak hava içinde kaskatı ve kupkuru bir şey taşımaktasın. Üzülme. Maddenin ve ruhun bu çiseleyen yaşlarıyla o katılık yumuşuyor. O kuruluk yavaş yavaş yok oluyor. Hissetmiyor musun, taşıdığın cansız şeye yepyeni, başka bir hayat gelmektedir. Ve onun için değil midir ki O’nu taşırken bu hayat sana da sirayet ederek o aziz yükün altında dipdirisin. Canlısınız; taşınan da, taşıyan da. Ölüm artık siliniyor. Fanilik beka ile omuz omuza… Bu kadar yakınlık içerisinde O’nu hayatta hissetmiyor musun? Taşı; bir ölü değil, bir diri taşıyorsun. Hayatın kendini taşıyorsun. Taşı. O’nu taşıyarak yaşayacaksın. Yaşadıkça O’nu taşıyacaksın. Taşı, Taşı!.... Ailesi Ve Arkadaşları Ali Rıza Efendi İsmet İnönü Zübeyde Hanım Makbule Atadan Sabiha Gökçen Afet İnan Ali Fuat Cebesoy Latife Uşşaki Salih Bozok Kâzım Özalp Mehmet Cevat Abbas Gürer Celal Bayar Falih Rıfkı Atay Fevzi Çakmak Hüseyin Rauf Orbay Ruşen Eşref Ünaydın Kazım Karabiker Atatürk’ün Okumaya Verdiği Önem Atatürk, kitap okumayı, araştırma yapmayı, fikir ve düşüncelerini insanlarla paylaşmayı seven bir liderdi. O’nun, henüz okul çağlarında başlayan kitap okuma alışkanlığı, savaş zamanında bile devam etmiş, cumhuriyet yıllarında ise daha da artmıştır. Cumhuriyet döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olan Atatürk, okumuş olduğu yerli ve yabancı birçok eser sayesinde geniş bir kültüre de sahipti. Büyük Önder Atatürk’ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada anlatıyor: “Bir gün Atatürk, tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt sorunu dururken devlet başkanının kendini kitaba vermesi Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum: - Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın? Atatürk, Vasıf Çınar’ın bu içten yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi: - Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım...” Atatürk Devrimleri Sanayi Alanında Yapılan Yenilikler Türkiye, çeşitli sanayilerin kurulabileceği ve gelişebileceği her türlü ham madde kaynaklarına sahip bulunuyordu. Bu nedenle Türkiye’de milli ve modern bir sanayi kurulmalıydı. Atatürk sanayileşmenin gerekliliğini şu sözlerle ifade ediyordu: “Sanayileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük-küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refah seviyesi yüksek Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir.” Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayileşmeyi gerçekleştirebilmek için özel sektör yeterli sermayeye ve deneyime sahip değildi. 1924’te ulusal sermaye birikimini sağlamak amacıyla Türkiye İş Bankası kuruldu. 1929 yılına kadar kurulan banka sayısı 27’si yöresel olmak üzere 29’u buldu. Büyük sanayi tesislerinin kurulması işi devlet tarafından üstlenildi. Bununla beraber devlet, özel sektöre bırakılan sanayi alanında faaliyetleri de korumayı prensip olarak kabul etti. Belirlenen kararlara göre düzenlenen sanayi programının başlıca konuları şöyleydi 1-Mevcut sanayi tesislerini korumak ve yenilerinin yapılmasını teşvik etmek. 2-Ülkenin ihtiyaç duyduğu büyük sanayi tesislerini devlet eliyle kurmak. 3-Sanayi için gerekli elemanları yetiştirmek amacıyla teknik öğretim okulları açmak. Osmanlı Devleti zamanından cumhuriyet yönetimine kalan yıpranmış haldeki sanayi tesislerini kullanılır hale getirmek ve işletmek için 1925’te Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası kuruldu. Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası, özel sektöre kredi vermek, devlete ait olup da kendisine devredilecek fabrikaları işletmekle görevlendirildi. Daha sonra bu banka adını Sümerbank adını aldı. Sümerbank bünyesinde kurulan çimento fabrikaları ve demir çelik tesisleri zamanla bağımsız bir kuruluş haline geldi. 1925’te şeker fabrikaları için özel teşvik ve imtiyazlar getiren bir kanun kabul edildi. Alpulu ve Uşak şeker fabrikaları kuruldu. 28 Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Kanunu) çıkarıldı. 1929 Dünya ekonomik bunalımının Türkiye’yi de etkilemesi üzerine 1933’de planlı ekonomiye geçildi. Birinci Beş yıllık kalkınma planı (1933-1938) uygulandı. Yurdun çeşitli bölgelerinde fabrikalar açılarak kalkınmada bölgeler arası bir denge kurulmaya çalışıldı. 1935’te yer altı kaynaklarını işletmek ve elektrik santralleri kurmak amacıyla Etibank,maden aramak ve bulmak içinde Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kuruldu. 1938’de çıkartılan İkinci Beş yıllık Kalkınma Planı ise İkinci Dünya Savaşı’nın olağanüstü koşulları nedeniyle uygulamaya konulamadı. Sağlık ve Tıp Alanında Yapılan Yenilikler 23 Nisan 1920’de yeni Türk Devleti kurulunca, sağlık hizmetleri devlet hizmeti olarak ele alındı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. Böylece sağlık ve sosyal yardım işleri devlet bünyesinde toplanmış oldu. 1923 yılında sağlık hizmetleri ülke genelinde yaygınlaştırılırken, ilk yıllarda koruyucu hekimliğe önem verildi. 1924’te alınan bir kararla Ankara, İstanbul, Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da örnek hastaneler yaptırıldı. Bu hastanelere bulunduğu ilin adı ile birlikte Numune Hastanesi adları verildi. 1930 yılında çıkarılan Umumî Hıfzısıhha Kanunu’nda koruyucu sağlık hizmetleri yönünde önemli düzenlemeler yapıldı. Ülkenin her yerinde yeni hastaneler ve dispanserler açıldı. 1933’te açılan İstanbul Üniversitesi bünyesindeki tıp fakültesinin eğitim programlarının geliştirilmesine önem verildi. Kolera, veba, tifo, çiçek, kızamık, menenjit, verem ve sıtma gibi birçok bulaşıcı hastalıklara karşı sistemli bir mücadele başlatılarak bu hastalıkların sağlık kuruluşlarına bildirilmeleri zorunluluğu getirildi. Bu hastalıkların tedavisinin parasız yapılabilmesi için kararlar ve tedbirler alındı. Ankara’da açılan Hıfzısıhha Enstitüsü’nde üretilen aşılar bütün yurda dağıtıldı. Sınırlarda sağlık kontrolleri artırılarak bulaşıcı hastalıkların ülkeye girmemesi için tedbirler alındı. Bataklıklar kurutuldu. Kızılay teşkilatı devletin desteği ve halkın bağışlarıyla güçlendirildi. Bu sayede Kızılay, daha çok kişiye yardım etme olanağını elde etti. Böylece sağlık hizmetlerini üstlenen devlet, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren sağlık alanında birçok başarı elde etti. Ticaret Alanında Yapılan Yenilikler Sürekli savaşlar yüzünden güvenliğin sağlanamaması ve kapitülasyonlar sonucu rekabet ortamının bulunmaması gibi nedenlerle, Türk aileleri çocukları için ticaret mesleğine sıcak bakmıyor, memurluk ve subaylığı tercih ediyorlardı. Bu nedenle, memleketin iç ve dış ticareti yabancılar ile Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarının eline geçmişti. Batılı devletler, Türkiye ile ticari ilişkilerinde kapitülasyonlardan ve azınlıkların aracılığından yararlandıkları için Türk tüccarların iş yapabilme olanakları oldukça kısıtlıydı. Lozan Antlaşması’yla kapitülasyonların kaldırılması ve ticareti koruyan kanunların çıkarılması, iç ve dış ticaretin gelişmesi için ortam oluşturdu. Atatürk, ticaretin desteklenmesi ve gelişmesini sağlamak için Türkiye İş Bankası’nı kurdu (26 Ağustos 1924). İş Bankası’nın sağladığı kredi kaynakları sonucu, Türk tüccarlar ticaret hayatına hakim oldular. Deniz ulaşımının büyük bir bölümü ile önemli limanların işletilmesi yabancı şirketlerin elindeydi. Lozan Antlaşması’nda Türk gemilerinin kabotaj hakkı kabul edildi. 1 Temmuz 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkarıldı. Bu kanun ile Türk denizlerinde yük ve yolcu taşıma hakkı sadece Türk gemicilerine verildi. Böylece denizlerimizde de bağımsızlık sağlanmış oldu. Her yıl 1 Temmuz günü Kabotaj ve Denizcilik Bayramı olarak kutlanmaktadır. Türkiye’de milli sermaye birikimini sağlamak ve Türk ekonomisinin para işlerini düzenlemek amacıyla 11 Haziran 1930’da kabul edilen yasa ile Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu. Diğer yandan, yabancıların kurduğu ticaret işletmelerinin satın alınmasıyla Milli Ekonomi İlkesi’nin uygulanması sürdürüldü. Ticaret alanında alınan önlemler sonucunda, iş kapasitesi artmış, bankacılık, sigortacılık, kooperatifçilik ve şirketler hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir. Bayındırlık Alanında Yapılan Yenilikler Anadolu’yu imar etmek, cumhuriyet yönetiminin önemle ele aldığı bir konu olmuştur. Şehirler yeniden onarılırken, artırılmasına önem verilmiştir. eğitim, sağlık ve sanayi amaçlı binaların Kara ve demir yolları ihtiyaca cevap verecek durumda olmadığından, temel ulaşım ağı kurulmasına önem verilerek, devletin etkinliğinin artırılmasına, ülkenin güvenliğinin sağlanmasına, milli ekonominin geliştirilmesine azami çaba gösterilmesi ilkeleri benimsenmiştir. Ülke içinde bir ulaşım ağının kurulması askeri yönden de gerekliydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyada en yaygın ulaşım türü, demir yolu idi. Ayrıca demir yolu o dönemde yurdun ekonomik ve doğal şartlarına en elverişli ulaşım şekliydi. 1924 yılında kabul edilen kanunlarla demir yollarının yapımına başlandı. Bir yandan yabancıların işlettiği demir yolları satın alınırken, diğer yandan yenilerinin yapımına hız verildi. Ankara-Kayseri-Sivas-Erzurum, SivasSamsun-Çarşamba, Zonguldak-Ankara, Sivas-Malatya-Fevzipaşa, MalatyaDiyarbakır hatlarıyla yurdun bütün önemli merkezleri birbirine bağlandı. Ayrıca, Balıkesir-Kütahya hattı ile Kuzeybatı Anadolu yeni hatlarla birleşti. Yapılan bu demir yollarının, ülke kaynaklarıyla bitirilmiş olması kayda değer bir olaydır. 1927’de Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak Devlet Demir Yolları ve Limanları Genel Müdürlüğü kuruldu. Kara yollarının yapımına 1950 yılından itibaren büyük önem verilmiş, büyük şehirler düzgün kara yolları ile birbirine bağlanmıştır. Cumhuriyet Hükümeti, deniz ulaşımına da büyük önem verdi. Lozan’da elde edilen işletme hakkı ile Türk liman ve iskeleleri arasında yük ve yolcu taşıma hakkı Türk gemilerine verilmişti. Satın alınan yeni gemilerle deniz ticaret filosu güçlendirildi. Türk armatörlere kredi kolaylıkları sağlandı. Özel sektör gemi yapımına ve işletmeciliğine teşvik edildi. 1930’dan sonra ise gemi inşası ve işletmeciliğinde devlet ön plana çıktı. Limanlar yapılarak deniz ulaşımı, iç ve dış ticaretin gelişmesi yolunda önemli adımlar atıldı. Türk kıyıları arasında düzgün posta seferleri işletme tekeli Denizyolları İşletmesi İdaresi’ne verildi. Deniz yollarını ve ticaret filosunu güçlendirmek için 1937’de Denizbank kuruldu. Türkiye’de ilk Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1933’te Hava Yolları Devlet İşletme İdaresi adıyla kuruldu. İlk ticari seferlerini Ankara, Eskişehir ve İstanbul arasında yaptı. Yeni hava meydanları yapıldı. Uçak bakım onarımı için tesisler inşa edildi. Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1938’de Devlet Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını aldı. Tarım Alanında Yapılan Yenilikler Osmanlı Devleti zamanında halkın yüzde 80’i tarımla uğraşıyordu ve milli gelirin önemli bir kısmı tarımdan elde ediliyordu. Batılı ülkeler modern usullerle tarım yaparken, ülkemizde ilkel yöntemlerle toprak işleniyordu. Cumhuriyet idaresinin üzerinde önemle durduğu bir konu da tarımın geliştirilmesi olmuştur. Atatürk, “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüsüdür. O hâlde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete müstahak ve lâyık olan köylüdür.” diyerek yüzlerce yıl ezilen köylünün gerçek değerini ifade etmiştir. Tarımı düzenlemek için her şeyden önce köylünün durumunu iyileştirmek gerekiyordu. Hükümet bu düşünceye dayanarak köycülük siyasetinin esaslarını şöyle belirledi: -Toprağı olmayan köylülere toprak verilmesi -Köylüden ağır vergilerin kaldırılarak maddi açıdan güçlenmesinin sağlanması -Köylünün üretim imkanlarının arttırılması -Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltecek tedbirlerin alınması Tarım kesiminde çiftçinin durumunu güçleştiren etkenlerden biri de vergi yükünün ağır olmasıydı. Aşar vergisi, Osmanlı döneminde çiftçinin devlete ödediği bir vergiydi. Çiftçi kesimi ürününün onda birini devlete vermek zorunda olduğu bu vergiyi ödemede büyük güçlük çekiyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında Aşar vergisi, genel bütçe gelirinin yüzde yirmi beşini oluşturuyordu. Cumhuriyet Hükümeti cesur bir kararla 17 Şubat 1925’te Aşar vergisini kaldırdı. Böylece tarımsal gelişme için iyi bir ortam hazırlanmış oldu. Tarımsal üretimi artırmak için yeni ve gerçekçi önlemler alındı. Bu önlemler doğrultusunda köylü ve üreticiye tohum, fidan, damızlık hayvan ve borç para verildi. Köylünün her açıdan ihtiyacının giderilmesinin amaçlandığı 1929’da Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Örnek çiftlikler, fidanlıklar ve haralar oluşturuldu. Ülkemizin iklimine uygun yeni ürünler yetiştirildi. Traktör kullanımını yaygınlaştırmak için Hükümet, mali ve yasal düzenlemeler yaptı. Ziraat Bankası’nın verdiği kredi koşulları kolaylaştırıldı. Pulluk kullanımı yaygın hale getirildi. Yurdumuzun her bir yöresinde şeker pancarı, Karadeniz Bölgesi’nde çay, Güney bölgelerimizde turunçgiller yetiştirilmeye başlandı. Türkiye’nin gelişmiş bir tarım ülkesi haline gelebilmesi için orta dereceli ziraat okulları açıldı. Ziraat uzmanlarının sayısını artırmak için Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. 1933 yılında Ankara’da Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. 2 Haziran 1929’da topraksız çiftçiye toprak dağıtılması hakkında bir kanun kabul edildi. Ancak bu kanun, kişilere ait toprakların ve hazine topraklarının tam olarak belirlenememiş olması nedeniyle uygulamaya konulamadı. Hayvancılık ve ormancılığın geliştirilebilmesi içinde önemli tedbirler alındı. Hayvancılığın geliştirilmesi için çiftliklerin kurulmasına başlandı. Gazi Orman Çiftliği’nin kurulmasında Atatürk bizzat işin başında yer aldı. Silifke Tarsus ve Dörtyol’da da çiftlikler kuruldu. Bu çiftliklerin modern tarımın yerleşmesine büyük katkıları olmuştur. Türk Dil Kurumunun Kurulması Osmanlı döneminde Türk dili Arapça ve Farsça’nın etkisinde kalmıştı. Türk Dil Kurumu kurulurken; -Türk dilini yabancı dillerin etkisinden kurtarmak, -Türk dilinin kökenini araştırmak, -Türkçe’yi zenginleştirmek ve bilim dili haline getirmek amaçlanmıştır. Türk Dil Kurumu, halk dilindeki sözcükleri toplayarak derlemeler meydana getirdi. Bir Türkçe sözlük hazırladı. Bu çalışmalar sonucu, konuşma dili ile yazı ve bilim dili arasında önceden var olan ayrılığın kaldırılması konusunda önemli gelişmeler sağlandı. Türk Tarih Kurumunun Kurulması Türk tarihi binlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Günümüzden 6500 yıl öncesi gelişmiş bir medeniyete sahip olan Türkler, zamanla üç kıtaya yayıldılar. Gittikleri her yerde sayısız devletler kurdular, medeniyetler oluşturdular. Egemen oldukları yerlerde günümüze kadar gelen değerli eserler bıraktılar. Yeterince incelenmemiş bu medeniyetleri ortaya çıkarmak ve tanıtmak gerekiyordu. 1932 de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Türk tezi ortaya atıldı. Türk Tarih Kurumu, Türk milletinin dünya milletleri arasındaki seçkin yerini bütün dünyaya göstermek ve Avrupalıların Türk tarihi hakkındaki yanılgılarını düzeltmek üzere araştırma kurumu niteliğinde açıldı. Türk Tarih Kurumu, kendi içinde Türk Tarihini Araştırma Kurulu oluşturmuştur.Türk Tarih Kurumu’nun açılmasıyla, Osmanlı Devleti öncesi Türk tarihi ve Anadolu tarihinin araştırılması da sağlanmıştır. Atatürk, “Türk milleti, tarihinle övün, çünkü senin ecdadın, medeniyetler kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir.” diyerek Türk tarihine verdiği büyük değeri ortaya koymuştur. Tekke Zaviye ve Türbelerin Kapatılması Osmanlı toplum ve eğitim hayatında önemli bir yere sahip olan tekke ve zaviyeler zamanla yozlaşmış çağ dışı kurumlar haline gelmişti. Toplumda ayrılık unsuru oluşturan bu kurumların laik Türkiye Cumhuriyeti ile bağdaşma olanağı yoktu. Bu nedenle, 30 Kasım 1925’te çıkarılan bir kanunla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Şeyh, derviş, mürid, dede gibi unvanlarda yasaklandı. Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler ve müridler memleketi olamaz. En doğru tarikat medeniyet tarikatıdır.” demiştir. Eğitim ve Öğretim Devrimi Osmanlı toplumunda yaygın halde bulunan mahalle mektepleri ve medreseler TBMM tarafından 3 Mart 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretimin Birleştirilmesi) ile kaldırılmıştır. Böylece bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretimin sadece devletin denetimi altındaki okullarda yapılması sağlandı. Yabancı ve azınlık okullarının Milli Eğitim Bakanlığı’nca denetlenmesi sağlandı. Böylece, yabancı ve azınlık okullarının zararlı çalışmaları önlenmiş oldu. Bundan başka bu okulların ders programlarına Türkçe kültür dersleri konuldu. Bu dersler Türk öğretmenler tarafından okutulmaya başlandı. Medreselerin Kaldırılması Medreseler; Kişiler tarafından kurulan vakıf kuruluşlarıydı. Vakıfları parasal yönden denetleyen devlet medreselerde sürdürülen eğitim ve öğretim işleri ile hiç ilgilenmezdi. Din adamı, müderris ve kadı yetiştiren kurumlar olan medreselerde okutulan dersler daha çok din bilimleri olup, pozitif ilimlere çok az yer veriliyordu. Medreseler, izledikleri öğretim yöntemi yönünden kendisini yenileyememiş, gelişen dünyanın gerisinde kalmıştı. Tanzimat döneminde Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) kurularak, eğitim ve öğretim devletin bir görevi olarak benimsenmişti. TBMM, eğitim ve öğretim işlerini Milli Eğitim Bakanlığı’na vererek, kaldırılan mahalle mektepleri ve medreselerin yerine bir çok şehirde meslek okulları, öğretmen okulları, teknik okullar, ortaokul ve liselerin açılması sağlanmıştır. Çıkarılan Üniversiteler Kanunu Üniversitesi kurulmuştur. ile Darülfünün kaldırılmış yerine İstanbul Medeni Kanunun Kabulü Osmanlı Devleti döneminde uygulanan ve din kuralları ile yürütülen hukuk işleri, çağdaş bir uygarlığa adım atmış Türk toplumunun gereksinimlerini karşılayamaz görüntüsü veriyordu. İlk olarak Tanzimat döneminde hazırlanan Mecelle ile bir takım yenilikler getirilmiş ancak yeterli olmamıştı. Kişilerin aile kurumu, mülkiyet ilişkileri, miras sorunları, hak ve borçları, satın alma, kiralama gibi bir çok konuda eksiklikler taşıdığından, tam bir Medeni Kanun sayılamazdı. İşte bu sebeplerden dolayı, İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun TBMM’de kabul edilerek 17 Şubat 1926 yürürlüğe konmuştur. Medeni Kanunun Kabulü ile Türk aile yapısında olumlu değişikliler meydana gelmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun getirdiği yenilikler: Ailede kadın erkek eşitliği sağlanmıştır. Yapılacak evliliklerde resmi nikah yapma zorunluluğu getirilmiştir. Tek eşle evlilik yapılması esası getirildi. Kadınlara toplum tanınmıştır. yaşayışı içerisinde istedikleri mesleğe girebilme hakkı Mahkemelerde tanıklık yapma ve miras ile boşanma konularında kadın ve erkek eşit hale getirilmiştir. Takvim Saat ve Ölçülerde Değişiklik Yurt içi ve yurt dışındaki ticari ilişkilerin düzenlenmesinde, çeşitli kolaylıkların sağlanması adına yapılan değişiklikleri kapsamaktadır; Ağırlık ölçüsü birimi olarak kullanılan okka yerine, kilo ve gram, uzunluk ölçüsü birimi endaze yerine, metre ve santimetre gibi ağırlık ve ölçü birimleri getirilmiştir. 1925 yılında çıkarılan kanunla Hicri ve Rumi takvimler yerine Miladi takvim kabul edilerek 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlanmıştır. Güneşin batışına göre ayarlanan saat yerine, çağdaş dünyanın kullandığı saat sistemi kabul edilerek ezani saat uygulamasından bu günkü kullandığımız modern saat uygulamasına geçilmiştir. Milli bayramlar ve tatil günleri yeniden düzenlenmiş,1935 yılında çıkarılan kanunla hafta tatili Cuma’dan, Cumartesi öğleden sonra ve Pazar gününe alınmıştır. Böylelikle; Miladi takvimin kullanılmaya başlanması, ağırlık ve uzunluk ölçü birimlerinde yapılan değişikliklerin hayata geçirilmesi, bir günün 24 saate bölünerek günlük yaşayışın yeniden şekillendirilmesinin sağlandığı modern saat uygulamasına geçilmesi, milli bayramlar ile tatil günlerinin tekrar düzenlenmesi ile uluslar arası ticari ilişkilerin gelişimi açısından oldukça önemli adımlar atılmıştır. Takvim saat ve ölçülerde değişiklik yapılması neticesinde en büyük kazancı ülke ekonomisi elde etmiştir. Kadın Haklarının Tanınması Atatürk, toplumun bir parçası olan kadınların her alanda ileri bir seviyede olmasını arzu etmiştir. Daha önceleri Osmanlı toplumunda kadınlar yaşamsal ve sosyal açıdan hiç bir öneme sahip olmazken, Medeni Kanun’la kadınlara toplumsal açıdan bazı haklar tanınmış, siyasal açıdan pek bir değişiklik olmamıştı. Atatürk’ün yapmış olduğu girişimler neticesinde, Türk kadınlarının iktisadi ve siyasal yaşama katılımlarının sağlanabilmesi açısından bir dizi değişiklikler yapılmıştır. Kadınlara, 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme, 1933 yılında çıkarılan Köy Kanunuyla muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 1934’te Anayasada yapılan bir değişiklikle milletvekili seçme ve seçilme haklarının tanınmasıyla, Türk kadını layık olduğu değere kavuşmuştur. Kadınlara tanınan bu hakların o yıllarda bir çok Avrupa devletlerinde bile bulunmayışı, Atatürk’ün kadın haklarına verdiği değer ve önemi en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Soyadı Yasasının Kabulü Soyadı yasası 21 Haziran 1934 yılında çıkarılmıştır. Yasanın çıkarılmasıyla her Türk vatandaşı kendisine uygun bir soyadı almakla yükümlü tutulmuştur. Alınacak soyadlar Türkçe olacak, gülünç, ahlaka aykırı, rütbe, memurluk, yabancı ırk ve millet adları kullanılmayacaktı. TBMM 24 Kasım 1934 yılında çıkardığı 2258 sayılı kanunla, Mustafa Kemal’e Türk’ün atası anlamını taşıyan “Atatürk” soyadını Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak vermiştir. Yine 1934 yılı içerisinde çıkarılan yasayla insanlar arasındaki ayrıcalıkları belirten ağa, bey, hacı, hafız, paşa, molla, hanımefendi ve hazretleri gibi lakap ve unvanların kullanılması yasaklanmış, böylece soyadı kullanımıyla da yasalar önünde insanların eşit bir hale gelmesi sağlanmıştır. Milli Mücadelede gösterilen başarılardan dolayı verilen madalyaların kullanılması dışında, Osmanlı idarecilerinin verdiği her türlü nişan ve rütbelerin kullanılması yasaklanmıştır. Şapka ve Kıyafet Devrimi Atatürk yapmış olduğu devrimlerde Türk toplumunun uygar milletler gibi giyim ve kuşamda da ileri bir seviyede olmasını istemiştir. İşte bu yüzden yapacağı bazı devrimlere zemin hazırlamak açısından da oldukça önemli olan kılık ve kıyafet değişikliklerine oldukça önem vermiştir. Elbetteki bir düzen içerisinde bazı devrimler hayata geçiriliyor ve bu devrimlere toplum hazır oldukça devam ediliyordu. Atatürk ilk olarak bir yurt gezisinde Kastamonu’da halkın karşısına şapka giyerek çıkmış ve toplumun ilk tepkilerini ölçmüştür. Kastamonu’nun bir Anadolu şehri olması ve ilk tepkilerinin olumlu olması ile şapka giyilmesi toplumda kademe kademe rağbet görmüştür. Bu da yapılacak diğer devrimlere zemin hazırlamıştır. Atatürk bu konuda Nutuk’ta der ki: “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.” Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk fes’i her tülü ilerlemenin karşısında duran bir engel olarak görmekle aslında yapacağı bazı devrimlerinde müjdesini veriyordu. İlk olarak konu Millet Meclisi’ne bir kanun teklifi olarak getirildi. Atatürk ilk önce Bakanlar Kurulu’nu toplayarak 2 Eylül 1925’te çok önemli üç kararname çıkarılmasını sağladı. Bu kararnameler: 1- Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kararname, 2- İlmiye sınıfının kılığına ilişkin kararname, 3- Devlet memurlarının kılığına ilişkin kararnamedir. 25 Kasım 1925’te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edilmiş, bu kanuna uymayanlar hakkında çeşitli ceza müeyyideleri uygulamaya konulmuştur. Kadınların çarşaf, peçe gibi kıyafetler yerine çağdaş giysiler giymeleri sağlanmış, erkeklerde fes yerine şapka giyilmesi kanuni zorunluluk haline getirilmiştir. 3 Aralık 1934’te çıkarılan bir kanunla din adamlarının ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmış, yalnızca Diyanet İşleri Başkanı ve diğer dinlerin en yetkili kişilerinin özel kıyafetleri ile dolaşabilmelerine izin verilmiştir. Harf Devrimi Atatürk, 1926 yılından beri yaptırdığı araştırmaların sonucunda artık kullanılmakta olan Arap Alfabesi’nin zorluğuna karşın Latin Alfabesi’nin Türkçe’ye daha uygun bir lisan olduğu kanaatine varmıştı. İlk olarak İstanbul Sarayburnu Parkı’nda 9 Ağustos 1928 gecesi düzenlenen bir şenlik sırasında halka hitaben şu konuşmayı yapmıştır: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz” Yeni Türk Alfabesi’nin kabul edilmesinde sonra yurdun dört bir yanında Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk’te bu çalışmalara “Millet Mektepleri Başöğretmeni” sıfatıyla bizzat katılmıştır. Cumhuriyet’in İlanı 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet tamamen halkın iradesini gözeten bir yönetim şeklidir. Cumhuriyet; demokratik bir ortamda, halkın kendi kendisini yönetecek kişileri seçme ve seçilme özgürlüğüdür. Atatürk’te bu rejim sistemini seçerek ülkesinin yönetiminde halkının söz sahibi olmasını istemiştir. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile babadan oğula geçen yönetim biçimi olan, padişahlıkta tamamen ortadan kaldırılmıştır. Gerçekte TBMM`nin açıldığı tarih olan 23 Nisan 1920’de milli egemenliğin hakim kılındığı yeni bir devlet kurulmuştu ama Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği o günlerde bu yeni rejim sistemini açıklamak yada adını koymak milli birlik ve beraberlik açısından uygun görülmemişti. Saltanatın kaldırılması ve Lozan Antlaşması’nın yapılmasından sonra, TBMM’de en çok tartışılan konulardan belki de en büyüğü yeni kurulan devletin niteliği sorunuydu. Bu yüzden yeni devlet rejiminin bir an evvel açık bir şekilde belirlenmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa 28 Ekim gecesi arkadaşlarına sorunun çözümüne ilişkin düşüncelerini açıkladı. İsmet İnönü ile beraber o gece devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı. Mustafa Kemal Paşa milletvekilleri ile bir bir görüşerek, hazırladıkları kanun tasarısı ile ilgili düşüncelerini öğrendi. Bu tasarıda “Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ve Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir” gibi hükümler yer alıyordu. Görüşmelerin ardından parti grubunda cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Hemen ardından Büyük Millet Meclisi toplandı ve ilk önce anayasa komisyonunun tutanağı okundu. Bazı milletvekilleri cumhuriyet ile ilgili ateşli ve heyecanlı konuşmalar yaptılar. Ardından Şair Mehmet Efendi bütün milletvekillerini “yaşasın cumhuriyet” diye bağırmaya davet etti. Tüm milletvekilleri hep bir ağızdan “yaşasın cumhuriyet” diye bağırdılar. 29 Ekim 1923 günü kanun kabul edilerek yeni Türk Devletinin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş oldu. Atatürk’ün siyasal alanda yaptığı devrimlerden bir tanesi olan cumhuriyetin ilanı ile artık Türk milleti kendi yönetim şeklini de tamamen değiştirmiş bulunmaktaydı. 29 Ekim tarihinde anayasanın bu konuya ilişkin ilgili maddeleri değiştirilerek ülkenin yeni yönetim şeklide cumhuriyet olarak şekillendirilmiştir. Oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanlığına seçilerek, ilk Cumhurbaşkanımız olmuş ve kürsüye çıkarak şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.” Saltanatın Kaldırılması Osmanlı Devleti’nin her döneminde hüküm süren saltanata artık bir son verilmeliydi. TBMM’nin açılması ile başlayan yeni dönemde, bu konu değerlendirilmiş ve 1 Kasım 1922 tarihinde kabul edilen kanunla Saltanat kaldırılmış, halifelikte tamamen saltanattan ayrılmıştır. Atılan bu önemli adım, Osmanlı Devleti’nin hukuki olarak sona erdiği manasına gelmekteydi. Yapılan bu büyük inkılap sayesinde uluslar arası yapılacak antlaşmalarda artık Osmanlı Devleti olmayacaktı. 20 Ocak 1921’de kabul edilen anayasa ile egemenliğin artık millete ait olduğu belirtilmişse de, o dönemde Kurtuluş Savaşı’nın devam etmesi nedeni ile saltanatın kaldırılabilmesi için şartlar henüz olgunlaşmamıştı. Atatürk, Türk milletinin geleceği için yaptığı çalışmalarda istediği hedeflere bir bir ulaşıyordu. Mecliste yapmış olduğu konuşmada milletin kendi gayretleriyle bağımsızlığını kazandığını, bu yüzden saltanatın kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Zaten Osmanlı devletinden kalma saltanatın devamı milli mücadelenin de ruhuna ters bir hal teşkil ediyordu. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ancak halifelik makamı halen devam etmekteydi. Bu makama TBMM kararı ile Osmanlı sülalesinden Abdülmecit Efendi getirildi. Halifeliğin Kaldırılması İlk dört halife seçimle iş başına gelmesine rağmen, Emeviler zamanında bu sistem değiştirilmiş ve halifelik makamı babadan oğula geçer duruma getirilmişti. Abbasiler devrinde de bu saltanat dönemi devam etti. Aslında İslamiyet’in ilk yıllarında bu sistem bu şekilde işlemiyordu. Ancak daha sonraki devirlerde bu sistem amacı dışına çıkarılmış ve sadece saltanat haline dönüştürülerek belli bir zümrenin emrinde yanlış kullanılır hale getirilmiştir. Halifelik zaman içerisinde Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu durum bağımsızlığını kazanmış Türk Devleti’nin karşısında bir sorun olarak duruyordu. 1 Kasım 1922 tarihinde saltanat ve halifelik makamı birbirinden ayrılmış, saltanat tamamen kaldırılmış, halifenin yetkileri de sadece dini konular ile sınırlı bir hale getirilmişti. Halifelik makamında son olarak görevde bulunan Abdülmecit Efendi’nin de devlet işleri ile uğraşma girişimleri göz önüne alındığında, halifelik makamının gereksiz olduğu ve devlet adına sorunlar oluşturduğu gerçeği apaçık ortada duruyordu. Atatürk bu sorunun biran evvel halledilmesi için çalışmalarda bulundu. 1 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün mecliste yaptığı konuşma ile halifeliğin kaldırılması gerektiği herkesçe kabul gördü. 3 Mart 1924’te TBMM tarafından çıkarılan bir kanunla halifelik kaldırılarak, yeni yapılacak ilke ve inkılapların önü tamamen açılmış oldu. Halifeliğin kaldırılmasının sonuçları: Yeni kurulan Türk Cumhuriyeti Devleti’nin laik düzene geçişi kolaylaştı. Yapılacak ilke ve inkılapların önü açılmış oldu. Saltanat ve Hilafet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı yok edildi. Din işlerinin doğru ve düzenli bir şekilde işlemesinin çalışmalarına başlandı. Atatürk İlkeleri Devletçilik İlkesi 17.12.1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, imparatorluk zamanından kalan bir çok sorunun çözüme kavuşması için çalışmalarda bulunan Mustafa Kemal, kongrenin açılış konuşmasında, “Bütün ulusun ve olanakların ülke kalkınması için, yapılacak bir program çerçevesinde seferber edilmesi” gerektiğini vurgulamıştır. Ekonomik kalkınmanın üzerinde duran Atatürk, kısa zamanda yurdun kalkınabilmesi için çalışmalara hız vermiş, bu program dahilinde de Devletçilik ilkesini benimsemiştir. Devletçilik ilkesi, “Türk toplumunun ve devletin, ekonomik ve sosyal kalkınmasını gerçekleştirilebilmesi için, devlet işletmeciliği ile özel sektör işletmeciliğinin hep birlikte, uyum içerisinde çalışması” demektir. Devletçilik, ekonomik ve sosyal kalkınma için yapılması gerekli işlerin ivedi yapılması demektir. İnkilapçılık İlkesi İnkılapçılık, en kısa anlamı ile yenilik demektir. Atatürk inkılapçılığı, eski ve faydası olmayan bir çok kurumların yıkılarak yerlerine çağın gereklerini yerine getirebilecek kurumların konulması anlamını taşır. Atatürk inkılapçılığı, faydalı olana yönelmeyi istemektir. Eski, geçerliliğini yitirmiş, faydasından çok zararı olacak işleri bir düzene sokmak demektir. Atatürk her zaman yenilikçi bir insandı, onun istediği ülkenin sürekli ilerlemesi ve kalkınmasıydı. İşte bu yüzden Atatürk, her zaman yenilikçi bir yol izlenmesini isterdi. Yeniliklere ayak uyduramayanların, her zaman geri planda kalan gelişmemiş ülkeler olduğunu hepimiz görmekteyiz. Ülkemizin ve milletimizin her zaman faydalı olan yeniliklere açık olması gerekir ki diğer dünya devletleriyle her zaman yarışabilsin. Yeniliklere ayak uyduramayan milletlerin hayatında bir gün mutlaka çöküşler yaşanacaktır. Bu çöküşleri yaşamama adına, Atatürk inkılaplarına mutlaka sahip çıkmalıyız. O’nun bu inkılapçılık anlayışını her zaman yaşatmalı ve hep ileriye gidebilmenin yeni yollarını aramalıyız. Sadece yapılan inkılapları korumakla kalmayıp aklın, ilmin ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde hareket ederek, yeni atılımlarla çağdaşlaşmaya yönelmek gerektiğini hiç bir zaman unutmamalıyız. Atatürk: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur” diyerek izlememiz gereken yolu en güzel şekilde tarif etmiştir. İnkılapçılık ilkesi çağdaş yaşamı yakalamanın anahtarıdır. Laiklik İlkesi Laiklik, gerçek manada, din işleri ile devlet işlerinin ayrı tutulmasıdır. Herkes istediği gibi ibadetini yapabilir ancak hiç bir kimse başka bir kimseye dini konular üzerinde baskı yapamaz. Böyle bir tutum içinde bulunamaz. Burada gözetilen asıl amaç, tamamen din özgürlüğüdür. Laiklik ilkesinin asıl amacı, asla dinsizlik olayını ön plana çıkarmak değil, insanların dinini istediği gibi ve doğru bir şekilde yaşayabilmesidir. Din tamamen insanla Allah arasında olan bir konudur. Bu yüzden herkes istediği gibi dinini yaşayabilme özgürlüğüne laiklik ilkesi ile kavuşmuş, olmaktadır. Atatürk din konusunu çağdaş bir anlayış içerisinde değerlendirmiştir. Bu konuda da bir çok yenilikler gerçekleştirmiştir. Medreselerin kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi laiklik adına atılan ilk adımlardır. Daha sonra ki zamanlarda, 1928 yılında yapılan bir değişiklikle “Türkiye devletinin dini islam dinidir” ibaresi kaldırılmış ve 1937 yılında da laiklik ilkesi açık bir şekilde anayasaya konmuştur. İnsanların dinini daha rahat ve doğru bilgilerle yaşayabilmesi için din alimlerinin yetiştirilmesi sağlamıştır. İslam dininde ki “Dinde zorlama yoktur” inancı laiklik ilkesinde en güzel şekilde yansıtılmaktadır. Laiklik, devletin din ve vicdan hürriyetini tanıması demektir. Koymuş olduğu yasalarla, din ve vicdan hürriyetinin yaşanmasında yardımcı olması demektir. Laiklik asla dinsizlik demek değildir, sadece devletin resmi dininin olmaması demektir. Çünkü din sadece insanın kendi şahsı ile Allah arasında olan bir şeydir. Atatürk, “Bizim dinimiz en makul en tabii dindir ve ancak bundan dolayı en son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, ilme, fenne ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uymaktadır” demek suretiyle laiklik anlayışı konusunda insanların kafasında oluşabilecek tüm sorulara en güzel cevabı vermiş olmaktadır. Halkçılık İlkesi Atatürk’ün halkçılık ilkesi kurtuluş mücadelemizden kalan en anlamlı miraslardan birisidir. Nedenine gelince; Atatürk büyük kurtuluş mücadelemizi kongrelerle hazırlamaya başladığı sırada, hiç bir vatandaşımızı bulunduğu mevkiye, gruba veya topluma ayırmadan topyekün mücadele kararlılığı azminde bulunmuştur. İşte bu yüzden Kurtuluş Savaşı ulusal bir nitelik taşır. Halkımız da kurtuluş mücadelesinde hiç bir tereddüde gerek bırakmadan, kendisini hiç bir kimseden farklı görmeden, kendisine yakışır bir vaziyette kol kola savaşı kazanmayı bilmiştir. Halkımız kendisine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmiştir Kurtuluş savaşı sonrasında da halkımız her zaman yaptığı işlerle de birbirinden kopmamış, sanatkarından çiftçisine, işçisinden tüccarına kadar, yurdun kalkınmasında birbirlerine yardımcı olmuşlardır. Birbirlerine hep destekçi olmuş, birbirlerinin karşısında olmamışlardır. Atatürk’ün Halkçılık İlkesinde devletin görevleri Halkçılık, “Siyasal alanda, yönetimde, topyekün kalkınmada, ülke gelirlerinin dağılımında, devlet ve ulus imkanlarının kullanılmasında halk yararı gözetilmesidir” Devlette bu amaçlar doğrultusunda halkın yararına olan işleri desteklemek ve ortaya çıkacak engelleri kaldırmak, önlemler almak, yasalar çıkarmak, çeşitli düzenlemelere gitmekle her zaman halkının yanında olduğunu gösterir. Halkımızda devletinin kendisine sağladığı bu olanaklardan en iyi şekilde yararlanarak çok çalışmalı ve ülke kaynaklarından en iyi şekilde faydalanarak ülkemizin gelir düzeyinin artmasına yardımcı olmalıdır. Milliyetçilik İlkesi Sadece milliyetçilik kavramı, anlam ve içerik bakımından bir çok manada değerlendirilebilir. Dünyada bir çok savaşların, özelliklede birinci dünya savaşının çıkış sebebi olarak bir çok milliyetçi akımların sebep olduğu görülmektedir. Bu tip milliyetçi akımlar bu yüzyıl içerisinde bile maalesef kendisini gösterebilmektedir. Bu milliyetçi akımlar asla Atatürk milliyetçiliği ile karıştırılmamalıdır. Atatürk ilkelerinden milliyetçilik ilkesinin ne manaya geldiğini inceleyelim. Atatürk milliyetçiliği anlam bakımından tamamen, Türk vatanını ve milletini sevmek ve sahip çıkmakla beraber, diğer ulusların da bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermek demektir. Atatürk bu duygu ile ulus kavramına oldukça önem vermiştir.O’na göre ulus; “Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların meydana getirdiği sosyal ve siyasal bir topluluktur.” Atatürk milliyetçiliğinde ulus olmayı başaran milletlerin parçalanmasının oldukça güç olduğu anlatılmak istenmiştir. Ulusal kişilik ve benlik duygusu Atatürk milliyetçiliğinin ta kendisidir. Elde edilen başarılar tamamen ulusa mal edilmiş ve böylece ulus kavramı geliştirilmiştir. Atatürk milliyetçiliği çok büyük bir hoşgörüyü de içinde barındırır. Sadece kendi ulusal varlığı ve birliğini değil diğer uluslarında varlığının ve birliğinin devamını arzu eder. İşte bu yüzden Atatürk milliyetçiliği anlaşıldığı üzere, aynı vatan toprakları üzerinde yaşayan insanların birbirlerini sevmesi ve vatanına sahip çıkmasıdır. Her türlü iç ve dış tehlikelere karşı uyanık ve birlik içerisinde bulunduğumuz anda, Atatürk milliyetçiliği ilkesinin tam manasıyla anlaşıldığı ve hedefine ulaşmış olduğu görülecektir. “Yurtta barış dünyada barış” diyen ulu önder Atatürk, bu sözleriyle barışın en büyük temsilcisi olduğunu da gözler önüne sermektedir. Cumhuriyetçilik İlkesi Atatürk’ün gerçekleştirdiği bütün ilke ve inkılaplar Milletimizin çağdaş ve ileriye dönük bir çizgide ilerlemesi manasını taşır. Cumhuriyetçilik ilkesi en basit ve anlaşılır manasıyla halkın kendi kendisini yönetmesidir. Yani bir ülke sınırları içerisinde bulunan halkın, kendi huzur ve güvenini sağlayacağına inandığı kişileri seçme özgürlüğüdür. Dolayısıyla seçme ve seçilme hakkının verildiği demokratik bir rejim sistemidir cumhuriyet. Bu rejim sisteminde, insanlar arasındaki kuralların işlerliğinin sağlanması hukuk kuralları ile gerçekleşir. Anayasaya dayalı olan hukuk kuralları, hiç bir zümreye, hiç bir topluluğa veya kişi yada kişilere ayrıcalık tanımaz. Bu yüzden devletin yönettiği kişilere, kişilerinde devlete karşı olan sorumlulukları yine hukuk kuralları ile belirlenir ve korunur. İşte Atatürk’ün Cumhuriyetçilik ilkesi tamamıyla devlet ve vatandaşların iç içe olduğu, halkın yine kendisinin seçtiği kişilerce yönetime katılmasının sağlanması manasını taşır. Atatürk İnkilapları Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkilaplar 1-Milli Eğitim Eğitim Politikası Eğitim, bir toplumdaki kültür değerlerini genç nesillere aktararak milletin birlik ve beraberlik içerisinde huzurlu bir şekilde yaşamasını sağlar. Toplumun gelişimi, ilerlemesi ve çağdaşlaşması da eğitim sayesindedir. Atatürk her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da yol gösterici olmuştur. Atatürk, güçlü bir eğitim anlayışının Türk milletini başarıya ulaştıracağını düşünerek, verilecek eğitimin milli, toplum gereksinimlerine uygun ve laik olmasını istemiştir. Bu doğrultuda eğitim politikasının dayandığı temeller şunlardır; a-Eğitim sistemi milli olmalıdır: Atatürk’e göre, eğitim ve öğretim politikası, her anlamıyla milli bir nitelikte olmalıdır. Atatürk’ün “milli”lik anlayışı birleştirici ve bütünleştiricidir. Bunun sağlanması için de eğitimin dili ve yöntemi millileştirilmelidir. Eğitimin milli olmasından anlaşılan esaslar: 1-Türk devletinin dayandığı tam bağımsızlık ve milli egemenlik anlayışına uygun olması, 2-Milli birliği ve beraberliği güçlendirici olması, 3-Eğitim dilinin, yönteminin ve araçlarının milli olması, 4-Atatürk ilkeleri’nin benimsenmesini ve uygulanmasını sağlayacak olmasıdır. b-Eğitim sistemi çağdaş olmalıdır: Eğitimin, toplumsal hayatın gereksinmelerini karşılayıcı, ülkenin gerçeklerine ve çağın gereklerine uygun olması gerekir. c-Eğitim sistemi laik olmalıdır: Milli bütünlüğün sağlanmasında laik bir eğitim ve öğretim büyük önem taşır. Fikri ve vicdanı hür nesillerin yetiştirilmesi, eğitimin laik olması ile mümkündür. Atatürkçülükte, eğitim ve öğretim alanında disiplin başarının anahtarıdır. Atatürk bu konuda şöyle demektedir: “…özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin, başarının esasıdır…” Atatürkçülük, her alanı bilime göre düzenlemeyi gerçekleştirecek milli eğitim sistemini öngörmektedir. Eğitim politikasının laikleşmesi hususunda önemli yenilikleri hedeflemiştir. 2-Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) Osmanlı döneminde medreselerde din eğitimi verilmeteydi. İlk medrese Orhan Bey döneminde İznik’te açılmıştı. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Sahn-ı Seman ve Kanuni Sultan Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye medreselerinde pozitif bilimler okutulmuştu. XVl. yüzyılın sonlarından itibaren medreseler bozulmaya başlamış, pozitif bilimler ihmal edilmişti. Osmanlı Devleti’nde eğitim veren okulların her birinde farklı eğitim uygulanmakta, farklı bilgiler verilmekteydi. Bunun sonucunda, dünya görüşleri ve değer yargıları birbirinden farklı kişiler yetişmekte, bu da toplumda kültür çatışmasına neden olmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti, milli, demokratik ve laik bir toplum oluşturmayı amaçladığı için Osmanlı eğitim sisteminin değiştirilmesi gerekiyordu. Eğitim ve öğretim birleştirilmedikçe, milleti oluşturan kişileri aynı ideal ve amaçlar etrafında birleştirmek mümkün değildi. Bunu gerçekleştirmek amacıyla 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi. Böylece bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretimin, sadece devletin denetimi altındaki okullarda yapılması sağlandı. Yabancı ve azınlık okullarının Milli Eğitim Bakanlığı’nca denetlenmesinin sağlanması sonucu, bu okulların zararlı çalışmaları önlenmiş oldu. Bundan başka, yabancı ve azınlık okullarının programlarına Türkçe kültür dersleri kondu. Bu dersler Türk öğretmenler tarafından okutulmaya başlandı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün ülkeyi kapsayan çağdaş ve denetlenebilir bir eğitim sistemi oluşturmak amaçlanmıştır. 3-Medreselerin Kaldırılması Medreseler, kişiler tarafından kurulan vakıf kuruluşlarıydı. Vakıfları parasal yönden denetleyen devlet, medreselerde sürdürülen eğitim ve öğretim işleriyle hiç ilgilenmezdi. Din adamı, müderris, kadı ve yönetici yetiştiren medreselerde okutulan dersler, daha çok din bilimleri ile alakalı olup, pozitif bilimlere çok az yer veriliyordu. Medreseler, eğitim açısından gelişen dünyanın gerisinde kaldığından dolayı, orduya teknik eleman yetiştirmek için, batılı anlamda öğretim yapan hendesehaneler ile yine aynı yüzyılın sonlarında mühendishaneler açılmıştı. Tanzimat döneminde, Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) kurularak eğitim ve öğretim, devletin bir görevi olarak benimsendi. Yine bu dönemde ortaokul, lise, sanat okulları ve öğretmen okulları açıldı. II. Abdülhamit döneminde ilkokul, ortaokul ve liselerin sayısı artırıldı. Cumhuriyet ilan edildiği sırada, ülkedeki eğitim kurumlarının durumu bu şekildeydi. Ancak bir süre sonra medreseler kaldırılarak din adamı yetiştirmek amacıyla gerekli olan okullar devlet tarafından açıldı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa, Rize gezisinde iken, bir heyetin, medreselerin tekrar açılmasını rica etmesi üzerine, şu cevabı vermiştir: “Mektep istemiyorsunuz, halbuki millet onu istiyor. Bırakınız, artık bu zavallı millet, bu memleket evladı yetişsin. Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır.” Daha sonra 2 Mart 1926’da Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun kabul edildi. Bu kanun ile yeni Türk devletinin eğitim ve öğretim sisteminin temelleri atıldı. 4-Türk Harflerinin Kabulü (1 Kasım 1928) Türkler İslamiyeti kabul etmeden önce kendi milli alfabeleri olan Orhun ve Uygur alfabelerini kullanmışlardı. İslamiyeti kabul etmelerinden sonra ise Arap harflerini benimsediler. Ancak bu harfler Türkçenin yapısına uymuyordu. Arap harflerinin öğrenilmesi ve yazılması oldukça zordu. Bu yüzden, halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Cumhuriyet döneminde ele alınan önemli konulardan biri de harfler konusu oldu. 1927 yılında Maarif Vekaleti, harfler konusunda incelemelerde bulundu. Aynı yıl çıkarılan posta pullarında Türk Postaları kelimeleri Latin harfleriyle yazıldı. 1928’de Maarif Vekaletinde bir alfabe komisyonu kuruldu. Komisyon, Arap harfleri yerine Latin harflerine dayalı Türk alfabesini hazırlamaya başladı. Bu konu ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşa’nın çabaları sonucu Türk alfabesine son şekli verildi. Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk harflerinin kabul edilmesi konusunu, 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu’nda halka şu sözlerle bildirdi: “Arkadaşlar, zengin dilimizi ifade etmek için yeni Tür harflerini kabul ediyoruz.”, “Bizim güzel, ahenkli, zengin dilimiz, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz...” Yeni Türk harflerine dair kanun TBMM’ce 1 Kasım 1928’de kabul edildi. Bu kanun 3 Kasım 1928’de yürürlüğe girdi. Mustafa Kemal Paşa, bu kültür hareketinin başöğretmeni oldu (24 Kasım 1928) Mustafa Kemal Paşa her gittiği yerde halka ve memurlara yeni harfleri öğretmeye başladı. Bu sebeple her yıl 24 Kasım günü bütün yurtta Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır. 5-Eğitim-Öğretim Alanında Gelişmeler Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de okuma yazma bilenlerin sayısı nüfusun yüzde onu kadardı. Her alanda gelişmeyi, çağdaş milletler seviyesine ulaşmayı hedefleyen Türkiye Cumhuriyeti, her şeyden önce okur yazar oranını artırmak ve bilgisizliği ortadan kaldırmak gerektiğini çok iyi biliyordu. Eğitimin milletimizin geleceğindeki önemini çok iyi bilen Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında bile milletimizi çağdaş medeniyete ulaştıracak, milli eğitim sistem ve kurumlarını araştırmaya başlamıştı. Kurtuluş Savaşı’nın en bunalımlı günlerinde, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplaması bunun bir kanıtıdır. Eğitim ve öğretimin geliştirilmesi konusunda öncelikle gerçekleştirilen inkılaplar, 3 Mart 1924’te Öğretim Birliği ve 1 Kasım 1928’de Türk Harflerinin Kabulü oldu. İlköğretim mecburi ve parasız hale getirilirken, her yaştan kişiye okuma yazma öğretmek amacıyla Millet Mektepleri açıldı. Eğitim ve öğretimi yaygınlaştırmak için çok sayıda ilk, orta, lise ve öğretmen okulu açıldı. Mesleki ve teknik öğretime önem verildi. 1933 yılında ilk modern üniversitemiz olan İstanbul Üniversitesi açıldı. Bir milletin çağdaş bir seviyeye ulaşmasında eğitim kadar güzel sanatlarında önemli olduğuna değinen Atatürk, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyerek, milletlerin yücelmesinde güzel sanatların büyük etkisi olduğuna dikkati çekmiştir. Cumhuriyet döneminde, güzel sanatlara ait eserlerin sergilenmesi amacıyla da çalışmalar yapıldı. 1924’te Topkapı Sarayı müze haline getirilirken, 1925-1927 yılları arasında yapımı tamamlanan Etnografya Müzesi 1930’da ziyarete açıldı. 1937’de Dolmabahçe Sarayı’nın veliaht dairesi, Resim ve Heykel Müzesi haline getirildi. 6-Yeni Tarih Anlayışı Türkiye Cumhuriyeti kuruluncaya kadar ülkemizde, medreselerde İslam Tarihi okutuluyordu. Tanzimat döneminde açılan okullarda da tarih sadece Osmanlı Saltanatı açısından öğretiliyordu. Cumhuriyet döneminde Türk tarihinin aydınlığa kavuşturulması için çalışmalar başlatıldı. Bu çalışmalar iki yönden önem taşıyordu. Birincisi, Misakı Milli sınırları içinde yaşayanları ortak bir tarihin çevresinde birleştirmek ve kaynaştırmaktı. İkincisi ise, Türk milleti hakkında öne sürülen asılsız iddialara gereğince cevap verebilmekti. Türk çocuklarının tarih bilinciyle yetiştirilmelerine büyük önem veren Atatürk, “Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, Türk çocuklarının kendileri için gerekli hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerini…” hatırlatıyordu. 1928 yılında Türk tarihi ile ilgili çalışmaları başlatan Atatürk, bu konuda çok sayıda kişiye görevler verdi. 1930’da Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eser yayınlandı. Çalışmaları sürekli kılmak amacıyla, 12 Nisan 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, bugünkü adıyla Türk Tarih Kurumu kuruldu. 1932’de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Türk Tarih Tezi ortaya atıldı. Bu tezin esası şuydu: “Büyük devletler kuran ecdadımız büyük şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” 7-Türk Dilinin Gelişmesi Milli birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsurlardan biri de dildir. Bütün ihtiyaçlara cevap verebilen, gelişmiş, zengin bir dil, her alanda kalkınıp ilerlemenin ön koşullarından biridir. Moğol işgali altındaki Anadolu’da, birliğin ve beraberliğin sağlanmasında dilin önemini kavrayan Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277’de Türkçeyi resmi dil ilan etmiştir. Bu tarihin yıl dönümü günümüzde “Türk Dil Bayramı” olarak kutlanmaktadır. Osmanlı döneminde biri bilim, edebiyat ve resmi yazışmalarda kullanılan Osmanlıca, diğeri de halkın büyük çoğunluğunun konuştuğu Türkçe olmak üzere iki ayrı dil kullanılıyordu. Dil birliğinin sağlanamaması, milli birliğin sağlanmasını da güçleştiriyordu. Bu nedenle Yeni Türk devleti Türk dilinin geliştirilmesine önem verdi. Atatürk, Türk dilinin aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet kuruluşlarının dikkatli ve ilgili olmasını istemiştir. İlgilileri, halk ağzından kelime derlemekle görevlendirmiş, kendisi de sözcükler ve terimler oluşturmuş, bulduğu bazı yeni sözcükleri tartışmaya sunmuştur. Öğretim kurumlarında Türkçe terimlerle ders yapılmasını istemiştir. Atatürk’ün türetip Türk diline kazandırdığı kelimelerden bazıları şunlardır: Açı, uzay, gerekçe, üçgen, dikey, dörtgen, artı, eksi, çap, yarıçap, eşit, çarpı, bölü, oran. Atatürk, milleti oluşturan kişiler arasında konuşulan dilin, birbirinden farklı olmaması, sade ve anlaşılır olması gerektiğine inanıyordu. Büyük Önder, Türk dilini kendi öz benliğine kavuşturmak için 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)’ni kurdu. 26 Eylül 1932’de toplanan Birinci Dil Kurultayı’nda dil üzerinde yapılacak çalışmalar şu şekilde planlandı: -Türk dilinin başka dil aileleriyle karşılaştırılması -Türk dilinin tarihi ve karşılaştırmalı gramerinin yazılması -Anadolu ve Rumeli ağızlarından kelimelerin derlenmesi -Türkçe bir sözlüğün ve gramerin hazırlanması -Terimlerin Türkçeleştirilmesi -Osmanlıca kelimelere Türkçe karşılık bulunması -Türk dili üzerine yazılmış yerli ve yabancı eserlerin toplanması ve gerekenlerin Türkçeye çevrilmesi. Atatürk, dil çalışmalarının önemini 1 Kasım 1932’de Büyük Millet Meclisi’nde açış nutkunda şöyle ifade etmiştir: “Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır.” Türk Dil Kurumu, halk dilindeki sözcükleri toplayarak derlemeler meydana getirdi. Bu çalışmalar sonucu, konuşma dili ile yazı ve bilim dili arasında önceden var olan ayrılığın kaldırılması konusunda önemli gelişmeler sağlandı. Ekonomi Alanında Yapılan İnkilaplar 1-Milli Ekonominin Kurulması Bir toplumun ekonomik hayatı, ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının kullanılması ve ihtiyaçlarının karşılanması işinin tümüdür. Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonominin durumu Cumhuriyetin ilk yıllarında, her alanda olduğu gibi ekonomik alanda da büyük sorunlar bulunuyordu. İlkel şekilde sürdürülen tarımsal faaliyetler, dış borçlar, devlet gelirlerinin azlığı, yolların bakımsızlığı, kara ve deniz ulaşım araçlarının yetersiz oluşu, karşılaşılan önemli sorunlardı. Osmanlı Devleti’nden kalma az sayıdaki fabrika, atölye ve birkaç özel kuruluş ihtiyaca cevap verecek düzeyde değildi. Nüfusun büyük kısmı kırsal alanda yaşamakta ve tarımla uğraşmaktaydı. İlkel yöntemlerle yapılan tarımda üretim için yeterli değildi. Osmanlı Devleti’nden kalan dış borçların ödenmesi yüzünden, ülkede sermaye birikimi olmuyor, yatırımlar da yapılamıyordu. Bu ekonomik şartlar altında ülkede, sağlık, eğitim, kültür hizmetleri de yeterince yerine getirilemiyordu. Milli Ekonomi İlkesi ve uygulanması Osmanlı Devleti’nde ekonomik gelişme için gerekli alt yapı, teknoloji ve insan kaynakları, bulunmuyordu. Tarımda, ticarette ve sanayide yapılacak hamlenin nasıl bir sisteme bağlanacağı konusunun tespiti için çalışmalar başlatıldı. Atatürk: “Yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır.”, “Zamanımız tamamen ekonomi devresinden başka bir şey değildir.” diyerek, ekonomi alanında mutlaka gelişme gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştir. İzmir İktisat Kongresi Yeni Türk Devleti’nin ekonomik politikasını belirlemek için İzmir’de 17 Şubat 1923’te Türkiye İktisat Kongresi toplandı. Bu Kongre’de ilk defa Türk ekonomisi toplumdaki bütün kesimlerin temsilcileri tarafından ayrıntılı biçimde tartışıldı. Atatürk, Kongre’yi açarken yapmış olduğu konuşmada; “Siyasal zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa, meydana gelen zaferler kalıcı olamaz!” diyerek ekonomik bağımsızlığın önemini belirtmiştir. Kongre’nin toplanmasının amacı; Milli ekonominin hedeflerini ve bu hedeflere ulaşmada izlenecek yöntemleri kararlaştırmaktı. İzmir İktisat Kongresi’nde alınan önemli kararların başlıcaları -Sanayinin teşviki ve milli bankaların kurulması sağlanmalıdır. -Yabancıların kurdukları tekellerden kaçınılmalıdır. -Demiryolu inşaatı programa bağlanmalıdır. -Ham maddesi yurt için yetişen veya yetiştirilebilen sanayi dalları kurulmalıdır. -Özel teşebbüse kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır. -El işçiliğinden ve küçük imalattan, fabrikaya veya büyük işletmeye geçilmelidir. -Sendika hakkı tanınmalıdır. -Sanayinin toplu ve bütün olarak kurulması gereklidir. -Devlet, ekonomik görevleri de olan bir organ haline gelmeli ve özel sektör tarafından kurulamayan işletmeler devletçe ele alınmalıdır. Kongre’de ayrıca, Misak-ı İktisadi Esasları (İktisat Andı Esasları) kabul edildi. Kabul edilen Misak-ı İktisadi Esasları’nda Türk milletinin büyük fedakarlıkla sahip olduğu milli bağımsızlığından ödün vermeyeceği ve asıl amacın, siyasi alanda olduğu gibi ekonomik alanda da bağımsızlık olduğu belirtildi. Kongre sonucunda belirlenen hükümet politikası; Ekonomik yönden hiçbir devletin egemenliği altına girmeden, kendi çabalarımızla öz kaynaklarımızı değerlendirmek oldu. Buna Milli Ekonomi İlkesi denir. Milli Ekonomi İlkesi’nin uygulanmaya başlanmasıyla devlet, ekonomik alanda üzerine düşen görevleri yerine getirmeye başladı. Halk, yerli mallar kullanmaya ve tasarruf yapmaya özendirildi. Ülke içinde temel ihtiyaç maddelerinin üretilmesine önem verildi. Lüks maddelerin ithal edilmesinden kaçınıldı. İlk zamanlarda milli ekonominin gerçekleştirilmesinde daha ziyade özel girişimi destekleyici bir politika izlendi. Ancak sermaye azlığı, yetişmiş iş gücünün olmayışı, deneyim ve bilgi birikiminin yetersizliği yanında, 1929 dünya ekonomik bunalımının baş göstermesi sonucu, özel girişim beklenilen başarıyı gösteremedi. Bunun sonucunda 1932’de devletin kalkınma çabalarına doğrudan katılması zorunluluğu duyularak devletçilik ilkesi uygulanmaya başlandı. İlk Beş Yılık Kalkınma Planı 1933’de hazırlanarak 1934’te yürürlüğe girdi. Böylece tarihimizde ilk defa planlı ekonomiye geçilmiş oldu. İlk büyük sanayi kuruluşları bu beş yıllık plan döneminde yapılarak verimli sonuçlar elde edildi. Tarım Cumhuriyetin ilk yıllarında halkın yüzde sekseni kırsal alanda yaşıyor ve tarımla uğraşıyordu. Ancak, tarımın yıllarca ihmal edilmesinden dolayı halkın büyük bir çoğunluğu yoksuldu. Cumhuriyet idaresinin üzerinde önemle durduğu konulardan birisi de tarımın geliştirilmesi oldu. Atatürk 1922’de TBMM’nde yaptığı bir konuşmada köylü ve tarım sorunlarına değinerek; “Türkiye’nin asıl sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve layık olan köylüdür.” demiştir. Tarım kesiminde çiftçinin durumunu güçleştiren etkenlerden biri de vergi yüküydü. Osmanlı döneminde Aşar vergisi ürün üzerinden peşin olarak alınan 1/10 oranındaki vergiydi. Bu vergiyi köylüler ödemede büyük güçlük çekiyordu. Cumhuriyet yönetimi, İzmir İktisat Kongresi’nde aldığı kararla 17 Şubat 1925’te Aşar vergisini kaldırdı. Aşar vergisinin kaldırılması Türkiye’de ilk defa hükümetin, üretici konumundaki köylü lehine aldığı önemli bir karardır. Tarımın geliştirilmesi ve köylünün kalkındırılması için yapılan çalışmalar -Köylüye kredi kolaylığı sağlamak için Ziraat Bankası’nın kredi imkanları artırılmıştır. -Çiftçinin ürettiği ürünleri aracısız ve gerçek değeriyle satabilmesi amacıyla 1929’da Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. -Topraksız köylüyü toprak sahibi yapmak için 1929 yılında bir kanun çıkarılmış ancak bu konuda beklenen başarı sağlanamamıştır. -Çiftçilere ucuz tohum sağlanmış ve Tohum Islah İstasyonları kurularak, tohumların depolanması ve tarımsal hastalıklarla mücadele edilmesi yolunda önemli çalışmalar yapılmıştır. -Ziraat uzmanlarının sayısını artırmak için Avrupa’ya öğrenciler gönderildi. -Ankara’da 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü açıldı. -Örnek fidan ve çiftlikler kurulmuş, traktör kullanılması teşvik edilerek, tarım makinaları yardımı yapılmıştır. Ticaret Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında tarımın gerilemesi, sürekli savaşlar yüzünden güvenliğin sağlanamaması ve kapitülasyonlar sonucu rekabet ortamının bulunmaması gibi nedenlerle Türk aileleri çocukları için memurluğu ve subaylığı, ticaret mesleğine tercih etmişlerdi. Bu nedenle memlekette iç ve dış ticaret Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların eline geçmişti. Lozan Antlaşması’yla kapitülasyonların kaldırması ve ticareti koruyan kanunların çıkarılması ile iç ve dış ticaretin gelişimi için ortam oluşturulmuştur. Atatürk, ticaretin desteklenmesi ve gelişmesini sağlamak için 26 Ağustos 1924’te Türkiye’nin ilk özel bankası olan İş Bankası’nı kurdu. İş Bankası’nın sağladığı krediler ile Türk tüccarlar ticaret hayatına hakim oldular. Deniz ulaşımının büyük bir bölümü ile önemli limanların işletilmesi yabancı şirketlerin elindeydi. Lozan Antlaşması’nda Türk gemilerinin kabotaj hakkı kabul edildi. 1 Temmuz 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkarılarak, Türk denizlerinde yük ve yolcu taşıma hakkı sadece Türk gemicilerine verildi. Diğer yandan, yabancıların elinde olan ticaret işletmelerinin satın alınmasıyla Milli Ekonomi İlkesi’nin uygulanması sürdürülmüştür. Türk ekonomisinin para işlerini düzenlemek amacıyla, 11 Haziran 1930’da kabul edilen yasayla Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur. Sanayi ve Madencilik Kurtuluş Savaşı bittiğinde, ülkemizde sanayi kuruluşu sayılabilecek hiçbir kurumumuz yoktu. Kısa sürede ihtiyaç maddelerini üretebilecek sanayinin kurulması gerekiyordu. Ancak, devlet bunu gerçekleştirecek durumda olmadığı için özel sermayeyi sanayileşme alanına çekmek istedi. Bunun için 28 Mayıs 1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Kanunu) çıkarıldı. Teşvik-i Sanayi Kanunu ile sanayi kuruluşlarıyla uğraşanlara ucuz arazi ve bina edinme, nakliye indirimleri ve kazanç vergisinden muafiyet sağlanmıştı. Fakat, bu kanunun getirdiği imkanlara rağmen, sermaye, teknoloji ve bilgi yetersizliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı sanayinin gelişmesi sağlanamadı. Sadece Uşak’ta ilk şeker fabrikası ve küçük çapta bir dokuma sanayi kuruldu. Özel sermayenin başarılı olamaması nedeniyle, devlet sanayi işini kendi üzerine alma gereği duydu. 1933’te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanarak kabul edildi. Kalkınma planı başarı ile uygulanarak önemli sanayi işletmeleri kuruldu. Bu sanayi işletmelerinin kurulmasında Sümerbank’ın büyük hizmetleri görüldü. Malatya, Kayseri, Bursa’da Merinos Fabrikaları; Gemlik’te Suni İpek Fabrikası, Nazilli’de Basma Fabrikası, Beykoz’da Deri Fabrikası açıldı. Paşabahçe’de cam ve şişe ihtiyacını karşılayacak bir fabrika, İzmit’te büyük bir kağıt işletmesi kuruldu. İlk demir-çelik işletmemiz 1939 yılında Karabük’te açıldı. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı başarı ile uygulanırken, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması nedeniyle uygulanamadı. Zengin maden kaynaklarının araştırılıp, bulunabilmesi için, 1935’te Maden Tetkik Araştırma Enstitüsü (MTA) kuruldu. Madenlerimiz belirlenerek demir, bakır ve krom gibi madenler işlenmeye başlandı. 14 Haziran 1935’te yer altı kaynaklarının işletilmesi amacıyla Etibank kuruldu. Yabancıların ve özek sektörün elinde bulunan maden işletmeleri satın alınarak millileştirildi. 2-Bayındırlık Alanında Gelişme Cumhuriyet yönetiminin önemle ele aldığı bir konuda Anadolu’nun imar edilmesi konusu olmuştur. Şehirler yeniden onarılırken ülke; Eğitim, sağlık, sanayi amaçlı bayındırlık eserleriyle donatılmaya çalışıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında dünyadaki en yaygın ulaşım türü, demir yolu idi. Osmanlı döneminden kalan ulaşım ağıda son derece bakımsız ve yetersizdi. Bu sebeple 1924 yılında kabul edilen kanunlarla demir yollarının yapımına başlandı. Bir çok demir yolları işletmeye açıldı. 1927’de Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı olarak Devlet Demir Yolları ve Limanları Genel Müdürlüğü kuruldu. 1933’te kara yollarının uzunluğu 37 bin km’ye, 1939’da 41 bin km’ye ulaştı. 1923’ten 1939 yılına kadar 223 yeni köprü yapıldı. 1950 yılından itibaren kara yollarının yapımına büyük önem verildi. Büyük şehirler yeni kara yolları ile birbirine bağlandı. Cumhuriyet döneminde deniz yollarına da önem verildi. Satın alınan gemilerle deniz ticaret filosu güçlendirildi. Türk armatörlere kredi kolaylığı sağlanırken, özel sektör gemi yapımına ve işletmeciliğine teşvik edildi. Eski limanların kapasiteleri artırılmaya, yeni limanların yapımına başlandı. Deniz yollarını ve ticaret filosunu güçlendirmek için 1937’de Denizbank kuruldu. Türkiye’de ilk Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1933’te Hava Yolları Devlet İşletme İdaresi adıyla kuruldu. Yeni hava alanları inşa edildi. Uçakların bakım ve onarımı için çeşitli tesisler yapıldı. Milli Hava Ulaştırma Teşkilatı 1938 yılında Devlet Hava Yolları Umum Müdürlüğü adını aldı. 1939’da yedi uçak alarak filosunu büyüten hava yolları, İstanbul-Ankara-İzmir arasında seferler yapmaya başladı. 3-Sağlık ve Tıp Alanında Gelişme 23 Nisan 1920’de TBMM kurulunca oluşturulan ilk hükümette, sağlık işlerinden sorumlu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kuruldu. 1924 yılında alınan bir kararla Ankara, İstanbul, Sivas, Trabzon, Erzurum ve Diyarbakır’da örnek hastaneler yaptırıldı. Bu hastanelere bulunduğu ilin adı ile birlikte Numune Hastanesi adı verildi. 1930’da çıkarılan Umumi Hıfzısıhha Kanunu’nda koruyucu sağlık hizmetleri yönünde önemli düzenlemeler yapıldı. Sıtma, verem, frengi, kolera, tifo, çiçek, menenjit, kızamık gibi bulaşıcı hastalıkların sağlık kuruluşlarına bildirilme zorunluluğu getirildi. Bu gibi hastalıkların tedavisinin parasız yapılması için bazı kararlar alındı. Kızılay teşkilatı güçlendirildi. Bataklıklar kurutuldu. Sınırlarda sağlık kontrolleri artırılarak bulaşıcı hastalıkların yurda girmemesi için önlemler alındı. Ekonomik alanda yapılan inkılaplar ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti her alanda başarılı sonuçlar elde ederek büyük bir atılım gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin bugünkü geldiği noktanın temelleri Atatürk zamanında atılmıştır. Devletçilik İlkesi Alanında Yapılan İnkilaplar -Birinci ve ikinci Beş Yıllık Kalkınma Planlarının hazırlanması ve uygulamaya konulması -Etibank’ın kurulması -Denizbank’ın kurulması -Sümerbank’ın kurulması -Milli Koruma Kanunu’nun çıkarılması -Özel girişimcilere ait kurumların millileştirilmesi İnkilapçılık İlkesi Alanında Yapılan İnkilaplar -Şapka Kanunu’nun çıkarılması -Kılık-Kıyafette yapılan değişiklikler -Latin Alfabesi’nin kabulü -Latin Rakamları’nın kabulü -Takvim,saat, ağırlık ve uzunluk ölçülerinin değiştirilmesi -Hafta tatilinin Cuma gününden Pazar gününe alınması Laiklik İlkesi Alanında Yapılan İnkilaplar -Saltanatın kaldırılması -Cumhuriyetin ilanı -Halifeliğin kaldırılması -Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılması -Tevhid-i Tedrisat kanunu -Tekke ,zaviye ve türbelerin kapatılması -Medeni Kanun’un kabulü -1924 Anayasası’ndan “Devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılması. -1924 Anayasası’na laiklik ilkesinin girmesi -Maarif Teşkilatı hakkındaki kanunun kabulü -Medreselerin kapatılması -Kılık Kıyafet Kanunu’nun kabulü (Peçe ve Çarşaf giyilmesinin yasaklanması) Halkçılık İlkesi Alanında Yapılan İnkilaplar -Cumhuriyetin İlanı -Kılık-Kıyafet Kanunu’nun Kabulü -Aşar Vergisinin kaldırılması -Medeni Kanun’un kabulü -Kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi -Yeni Türk Harfleri’nin Kabulü -İlköğretimin zorunlu hale getirilmesi -Sosyal hizmet kurumları ve sağlık örgütlerinin kurulması (Çocuk Esirgeme Kurumu’nun açılması, devlet hastanelerinin açılması, dispanserlerin açılması, Kızılay’ın güçlendirilmesi) -Devlet Demir Yolları’nın kurulması Milliyetçilik İlkesi Alanında Yapılan İnkilaplar -Yeni Türk Devleti’nin kurulması -Türk Tarih Kurumu’nun kurulması -Türk Dil Kurumu’nun kurulması -İzmir İktisat Kongresi’nin toplanması -Kapitülasyonların kaldırılması -Kabotaj Kanunu’nun çıkarılması -Yeni Türk harflerinin kabul edilmesi -Yabancıların kurduğu bazı işletmelerin millileştirilmesi -Türk Parasını Koruma Kanunu’nun çıkarılması Cumhuriyetçilik İlkesininin Alanında Yapılan İnkilaplar -TBMM’nin açılması (23 Nisan 1920) -Saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922) -Cumhuriyetin ilanı (29 Ekim 1923) -Siyasal partilerin kurulması -1921 ve 1924 Anayasalarının hazırlanması -Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması (5 Aralık 1934) -Ordunun siyasetten ayrılması Atatürk’ün Rüyaları Annesinin Ölümünü Görmesi Atatürk bir sabah yatağından endişe içinde kalktı. Bir rüya görmüştü ve bu rüya canını çok sıkmıştı. Atatürk bu rüyayı şöyle nakletmiştir. “Arazide dolaşıyoruz. Her taraf yemyeşil, çayır çimen. Birden bire bir sel geliyor, annemi alıp götürüyor.” Bu rüyanın akabinde acı haber, kısa bir süre sonra yaveri Salih’in yolladığı şifreli telgraf ile gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu görünce hemen “Annem öldü değil mi” der.” Salih Bozok’un İntihar Ettiğini Görmesi Salih Bozok Atatürk’ün yaverliğini yapmıştı. Atatürk sağlığında onunla ilgili gördüğü rüyasını Salih Bozok’a anlatmıştı: “Büyük bir otelin salonunda oturuyormuşuz. Yanımda sende varmışsın. Salonun bir köşesinde bilardo masası varmış. Masanın başında, arkası bize dönük olan bir zat oturuyor. Tam bu sırada odanın kapısı açıldı ve iri yarı 30 kadar adam içeri girdiler. Bunlardan biri eline bilardo masasından bir ıstaka alarak masanın önünde oturan benim teşhis edemediğim zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başladı. Omzuna vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve vuruyorsun” diye hiddetle haykırmaktayken, Salih bana göz ucu ile lazım gibisinden baktın. Ben sana sakın kıpırdama manasına gelen sükunete davet ettim. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru karşımızda tehditkar bir vaziyet aldı. “Bana niye ne yapmak bir işaretle yaklaşarak Bu sefer Salih sen yine müdahale etmek istedin. Ben sana sus işareti verdikten sonra, o azılı adama dönerek, “Sen kimsin ne istiyorsun” diye sordum. Adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkartarak iki kurşun sıktı. Biri bana, öteki sana. Sonra adam bize “Kalkın dans edelim” emrini verdi. İkimizde kalkıp onun huzurunda dans ettik.” Bilindiği gibi Atatürk’ün ölümünden sonra Salih Bozok tabancasıyla intihar etmiş ancak kurtarılmıştır. Atatürk’ün Gerçek Olan Son Rüyası 26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof. Afet İnan, olayı şöyle anlatıyor: O geceyi rahatsız geçirdi. İlk komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında: “Demek ölüm böyle olacak” diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı. “Salih’e söyle, ikimiz de kuyuya düştük, fakat o kurtuldu” dedi. Atatürk’ün burada “kuyuya düşme” sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi ölümünün habercisiydi. Salih Bozok’un kuyudan kurtulması ise, Atatürk’ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok’un intihar etmesi sonucu kurtarılmasını simgeliyordu... Notlar ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... ............................................... .............................................. Görseller