AKŞAM Rusya Kandil’de ateşle oynuyor Murat Kelkitlioğlu Bölgede yaşananlar bu kadar açık. DAEŞ’le mücadele ettiğini iddia eden Rusya’nın, Esad ve PKK’ya verdiği destek su götürmez bir gerçek. Avrupa’nın ve ABD’nin ambargolarına rağmen Türkiye’nin bir kez olsun yalnız bırakmadığı Rusya’nın, özellikle PKK terör örgütüyle ilgili başlattığı kirli kampanya yenilir yutulur değil. Önce, Boğaz’dan geçerken, yerden havaya bir füze sistemini omuzuna alarak görüntü veren Rus askeri, şimdi de Türkiye’nin en hassas olduğu konuların başında gelen PKK terör örgütüyle başlatılan flört. İşte bu yüzden Rusya ateşle oynuyor, diyorum. İddia ediyorum Rusya ateşle oynuyor. Stalin’den Putin’e... Molotov’dan Lavrov’a... PKK terör örgütünün sözde liderlerinin Rus televizyonunda yayımlanan konuşmalarını Murat Bardakçı dün köşesinde yazdı. Ancak, Bardakçı’nın büyük bir öfkeyle izlemeye dayanamadığı o görüntülerin ve açıklamaların perde arkasında çok riskli ayrıntılar var. Uçak kriziyle başlayan gerilimin ardından Rus muhabirler Kandil’e giderek, Cemil Bayık ve Murat Karayılan’la görüşüyor. "Türkiye'de bombalanacak yerlerle" ilgili uzun analizlerin ardından bu röportaj ekrana getiriliyor... Ruslar, yayında PKK terör örgütünü ve teröristleri birer özgürlük savaşçısı olarak tanıtıyor. Örgütün, DAEŞ’e karşı başarılı bir mücadele verdiğini, Türk milliyetçilerin ise onlara arkadan ateş ettiğini söylüyor. HABERTÜRK Fehmi Koru Hani, gözünüzün önünde cereyan eden bir olayı sanki geçmişte aynıyla yaşadığınız hissine kapılırsınız ya... Fransızca’dan ödünç bütün dillerde “deja vu” deniliyor bu duyguya... Rus uçağının düşmesi üzerine baş gösteren gelişmeler de bana, “Biz bu filmi daha önce görmüştük” hissini yaşatıyor... Özellikle Murat Karayılan’la yaptıkları röportajda, RusyaSuriye-PKK ilişkisi bütün açıklığıyla ortaya çıkıyor. Esad’ı sürekli kollayan Putin’in uçak düşürme olayının akabinde başlatıp günümüze kadar sürdürdüğü tehditkâr açıklamalar... Türkiye ve Rusya dışişleri bakanları görüşmesinde Lavrov’un takındığı tavır... Rus medyasında yapılan yayınlar... Boğazlar’dan Karadeniz’e geçen bir gemide omzuna uçaksavar füzesi yerleştirmiş Rus askeri görüntüsü... Karayılan’ın anlattıkları tam bir itiraf niteliğinde; Hepsi, evet hepsini daha önce görmüş gibiyim. “…Erdoğan’ın en büyük kâbusu güneydoğu sınırında bağımsız bir Kürdistan’ı görmek. Irak’ta bu aşağı yukarı gerçekleşti. Suriye’de neredeyse tüm Rojava’yı kontrol ediyoruz. Esad bize birlikte kazanacağımız zaferden sonra özerklik sözü verdi.” Hatta Rusya’nın bu saldırgan tavırları üzerine, Türkiye’nin, daha önceleri kaçınmaya çalıştığı askeri mükellefiyetler üstlenmesini bile... ESAD'DAN ÖZERKLİK SÖZÜ Rus medyasında yayımlanan haberde konuşan Rusya Kürt-Yezidi Birliği Başkanı Cemal Şamoyan’ın açıklamaları da, kurulan kirli ittifakı deşifre ediyor; “PKK’ya yardım edin. Yardım ettikten sonra onlar her şeyi yoluna koyacak. Bu hafta Suriye’deki Kürtler kendi topraklarına giren bütün Türk helikopterlerini düşüreceklerini açıkladılar.” Aslında gözlerimle görmenin mümkün olmadığı bir geçmişte yaşandı benzer olaylar... Sovyetler’in 2. Dünya Savaşı’ndan ittifak ülkeleriyle birlikte galip çıkması, Avrupa ve Ortadoğu’nun, Yalta’da, galip güçler arasında nüfuz alanlarına yeniden bölündüğü günlerde... 1945 ve sonrasında... Sovyetler Birliği’nin Karadeniz kıyısındaki tatil kenti Yalta’da, Franklin Roosevelt (ABD), Winston Churchill (İngiltere) ve Josef Stalin (Sovyetler Birliği) arasında Köşe Yazıları – 08/12/2015 imzalanan anlaşmanın toplantısı 1945 yılı şubat ayında yapılmıştı. Stalin, 19 Mart 1945’te, Dışişleri Bakanı Vladislav Molotov’a, Türkiye’ye Montreux’nün şartlarını yeniden görüşmeyi istediklerine dair bir nota yazdırdı. Arzusu, Boğazlar’ın savunulması için kendilerine üs verilmesiydi. Orada da kalmadı Ruslar; Molotov Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’le yüz yüze görüşmesinde, iki ülke arasındaki 1925 tarihli saldırmazlık anlaşmasının süresini uzatmayacaklarını bildirdi. Ankara daha bu talepleri sindirememişken, Büyükelçi Sarper’i 7 Haziran 1945 günü yeniden bakanlığa çağıran Molotov, Moskova Antlaşması’nın (1921) değiştirilerek, Türkiye sınırları içerisindeki Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne bırakılmasını istedi. BM’nin davetiyle Kore’ye asker gönderdik, ardından NATO üyelik talebimiz kabul edildi. Putin de Stalin’in yolunda bugün; Türkiye ise kısa süre öncesine kadar birlikte olabileceğini düşündüğü Rusya ile arasına mesafe koymaya, Suriye ve Irak’a karadan müdahaleye hazırlanmaya başladı. “Deja vu” mu dersiniz buna, yoksa “Biz bu filmi daha önce görmüştük” mü dersiniz? HABERTÜRK Irak nedenleri Muharrem Sarıkaya Türkiye’yi rahatsız eden bu taleplere ABD ve İngiltere’nin ilk elde sessiz kalması dikkat çekiciydi. Önce şunun bilinmesi gerekiyor, Türkiye Irak’a ilk kez asker göndermiyor. İttifak devletleri (İngiltere, Sovyetler Birliği ve ABD) arasındaki cicim ayları çıkar çelişkileri sebebiyle sona erip soğuk savaş başlayınca durum değişti. Batı Bloku, Sovyetler Birliği ile en geniş sınırlara sahip, Sovyet nüfuz bölgesine dönüşmüş Orta Asya cumhuriyetleri ile kardeşlik bağları bulunan Türkiye’yi yanında görmek istiyordu. Ayrıca yakın zamana kadar da bugün orada olan askerinin beş katından fazlası, yaklaşık 1500 Türk askeri on yıllarca orada bulundu. Kayıtsız şartsız... Sayı bu kadar olmasa da hâlâ bulunuyor. Bu sayıda askerini tutmasının nedeni de kendi çıkarından önce Mesud Barzani ile Celal Talabani güçleri arasındaki çatışmayı engellemek, peşmergenin güvenliğini sağlamak içindi. Moskova’nın Kars ve Ardahan’ı sınırlarına katma ve Boğazlar’ı birlikte yönetme arzusuna muhatap Türkiye, çıkış yolunu Batı’da aradı doğal olarak.... ABD ile yapılan 1 Mart Tezkeresi görüşmeleri sırasında da gücün orada bulunmasında sakınca görülmedi. Askerlerimizi Kore’ye göndermeyle sonuçlanacak NATO’ya üyelik macerasına böyle atıldık. Nitekim o dönem ABD ile Türkiye arasındaki müzakereyi yürüten emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı da dünkü sohbetimizde bu duruma dikkat çekip ekledi: Öncesinde, ilk demokratik seçimin (1950) yapılmasına ve seçim yoluyla iktidarın değişmesine de aynı gerekçeyle gitti Türkiye: Batı Bloku içerisinde yer alabilmek için... Türkiye, Rusya sayesinde demokrasiye kavuştu. Sovyetler Birliği’nin, ABD’nin “tek nükleer güç” olma imtiyazına son vermesi, nüfuz alanını genişletmek için seferberlik başlatması ve İslam dünyasını hedef seçmesi, NATO’ya almakta tereddüt ettiği Türkiye politikasını değiştirmeye sevk etti Washington’u... “Barzani ile Talabani arasındaki ateşkes hattının denetimini sağlamak için 1500 kadar askerimiz Irak’taydı. Ama son giden birliğin Bağdat yönetiminin bilgisi dahilinde olmadığından söz ediliyor. Eğer öyle ise gönderilemez.” AYLARDIR ORADA Gelelim tartışma konusu olan askeri varlığa... Başta da belirttiğim gibi, Türk askeri PKK’ya yönelik sıcak takip haricinde de 25 yıldır Irak’ta varlığını sürdürüyor. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 Hem de Bağdat yönetiminin bilgisi dahilinde orada duruyor. bulunanların da güvenliğine destek amacıyla yollanacaktı. Ayrıca unutulmasın ki “başına çuval geçirme” olayı da Irak topraklarında Bağdat’ın bilgisi dahilinde Türk askeri orada bulunduğu sırada gerçekleşti. O zaman bütün bunlar niye mi yaşanıyor? Anlamak için Moskova ve Tahran’dan son dönem yapılan açıklamaları okumak yeterli... Türkiye’nin en sorunlu olduğu Maliki’nin Bağdat yönetiminde bulunduğu dönemde bile Türk askerinin Irak’taki varlığına onay verildi. HÜRRİYET Bugün tartışılan Başika eğitim üssündeki Türk askerinin varlığı da 1.5 yıl önce Bağdat’ın talebi ve onayıyla gerçekleşti. TAHA AKYOL Bu sürede bordo bereliler ile Eğirdir komando okulundan giden 120-130 kadar Türk komando eğitmen de 2 bin 500 peşmerge ile 1500 Sünni Arap askeri eğitti. İTİRAZ NE İÇİN? IŞİD, bir süredir çevresini sarıp kampa da 8 km mesafeye kadar yaklaşınca Türkiye oradaki eğitmenlerini de korumak amacıyla birliğini güçlendirmek istedi ve ilk aşamada Siirt’teki 3. Komando Tugayı’ndan koruma görevinde bulunmak amacıyla 300-350 kişi kaydırdı, onlara zırhlı araç ve 18 tank desteği verdi. Zor dönem TÜRKİYE hayli zor geçecek bir döneme girmiş bulunuyor. Kuzeyimizde Putin Rusya’sı, Türkiye’ye yönelttiği tehdidi askeri tatbikat boyutlarına kadar tırmandırdı! Doğumuzda İran, güneyimizde kanlı Ortadoğu! Avrupa’da son örneğini Fransa’da gördük, aşırı sağ yükseliyor.Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, dünya ekonomisinde de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler açısından zor bir döneme girildiğini söyledi... İKİ SEBEP Yani iddia edildiği gibi o güç ne Telafer savunması, ne de Musul’un ele geçirilmesi için oradaydı. Fransa’da yapılan mahalli seçimlerin ilk turunda Marine Le Pen’in “Ulusal Cephe” partisi yüzde 29.5 oyla birinci parti oldu. Bu Türkiye’nin AB perspektifi için de ciddi bir risktir.17-18 Aralık’ta yapılacak AB zirvesinde Türkiye açısından olumlu gelişmeler olacak. Fakat ‘ılımlı sağcı’ sayılan Sarkozy Fransa’sının Türkiye’yi nasıl engellediğini düşünürsek, bu ülkede aşırı sağın yükselişe geçmiş olmasının önümüze neler çıkarabileceğini tahmin edebiliriz!Fransa’da sosyalistlerin iktidarda bulunduğu dört yılda aşırı sağın bu kadar yükselmesinin iki temel sebebi olduğu belirtiliyor.Biri İslam adına yapılan terörün yarattığı dehşet; Charli Hebdo saldırısı ve son olarak 14 Kasım’da Paris’te 153 masum insanı katleden IŞİD saldırısı...İkincisi, Fransa’da alt gelir gruplarının sol partileri bırakıp aşırı sağa yönelmesi. Sadece ama sadece eğitim amacıyla bulunuyordu. SOLDAN AŞIRI SAĞA Gönderilmek istenen güç de sadece kampta eğitim verenlerin güvenliğine, dolayısıyla o kampta Batı basınında hemen bütün analistler eski sol oyların aşırı sağa yönelmesine dikkat çekiyor. Soldan sağa değil, soldan, hem de komünist soldan aşırı sağa! Eskiden solun kalesi olan kuzey bölgesinde Le Pen’in Araç ve tank mürettebatı ile sayı 500’ü biraz aştı; bütün bunlar da Bağdat’la varılan mutabakata uygun gerçekleşti. Bağdat’ın itirazı ise bölgede tehlikenin artması üzerine Ankara’nın, biraz daha takviyeyle bu sayıyı en fazla bin askere kadar çıkarma kararına... Başbakan Davutoğlu da dün Irak Başbakanı Haydar El Abadi’ye bir mektup göndererek geçen mart ayından bu yana Musul’da uyguladığı eğitim programı ve buradaki kuvvetin yapısı hakkında bilgi verdi. Başika’ya gönderilmesi planlanan gücün de gitmeyeceğini bildirdi. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 oyları yüzde 40’ı bulmuş. Economist dergisi, “endüstrinin gerilediği, işsizliğin arttığı” bu bölgede eski komünist ve sol oyları Le Pen’in aldığını yazdı. Siyaset bilimci Laurent Bouvet, uzun analizinde, solun artık alt sınıflara ümit ve kimlik veremediğini söylüyor. Solun çevre ve alt kimlikler gibi sorunlara fazla eğilmesi de işçi sınıfında bir tür terk edilmişlik duygusu yaratmış...Terör ve göçmen korkusu buna eklenince, onlar da solu terk edip aşırı sağa yönelmişler. Teorik bakımdan “aşırı sağcı proletarya!” tablosu! Kimlik duygusu ön plana geçince “sosyal sınıf” makinesi işlemiyor. İŞTE LE PEN Bu tablo, siyaset bilimci Seymour Martin Lipset’in “alt sınıfların otoriterliği ve ak-kara klişesiyle düşünmeleri” diye özetleyebileceğimiz bulgularına ve teorisine uygundur! (Siyasal İnsan, s. 156)Avrupa’da İslamofobi ve göçmen korkusu, göçmenler yüzünden işsiz kaldıklarının sanılması...Bu ak-kara şablonu, her yerde değişik ölçülerde aşırı sağı güçlendiriyor.Marine Le Pen, partisinin özelliklerinden biri olan “Yahudi karşıtlığı”nı azaltmış fakat Müslüman karşıtlığının şampiyonu. Hıristiyanlık adına değil, kuvvetle vurguladığı “laik Fransız milleti!” adına...Müslüman Fransızlar yani Fransa vatandaşı Müslümanlar hakkında bakın ne diyor:“Müslümanlar, Hıristiyan geleneklerimizden gelen tavır ve hayat tarzımızı benimsemedikçe Fransız olamazlar!”Bu kafa, Türkiye’nin AB üyeliğine bağnazca bir tutumla karşı çıkıyor. TÜRKİYE NE YAPMALI? Dahası, adeta pusuda bekleyen Sarkozy’nin de aşırı sağa yakın fikirleriyle yükselişe geçmesidir.Türkiye’nin AB yolculuğunun önündeki sorunlar, Fransa’da sosyalist Hollande’dan sonra Sarkozy iktidara gelirse artacaktır!Başımızda Yeni Çar Putin, kanlı Ortadoğu, IŞİD ve PKK terörleri yokmuş gibi.Ne yapmalı? Böylesine sıkıntılı ve belirsizliklerle dolu bir dönemde bir de sistem sorunu çıkarmaya gerek yok... Siyasi tansiyon düşürülmeli, sağduyu güçlenmeli.Davranışlarımıza duygusal patlamalar değil, akıl ve bilgi yön vermeli. HÜRRİYET Boğaz'ın iki yakasında ellerimizde Türk ve Rus bayrakları FATİH ÇEKİRGE BOĞAZ'da füze tutan o Rus askeri acaba neyi temsil ediyordu? Benim cevabım: “Bizi saf zanneden Kremlin’in ‘kuşa bak’ modelini temsil ediyordu.” Putin aklınca dikkati Boğazlara çekecek... Montrö’yü akıllara getirecek... NATO’nun İspanyol ve Portekiz savaş gemileri birer figüran olarak Boğaz’da sahne alacak. Ve dünya burayla meşgul olurken... Putin PYD üzerinden PKK’yı silahlandıracak. Belki de ellerine birkaç füze verecek. Biz Boğaz’daki füze kuklasıyla uğraşırken Putin, Ceylanpınar-Tel Abyad boğazında PKK’ya füze gücü sağlayacak. Yoksa Putin ne diyor? “Ticari ambargo ile yetinmeyeceğim ama askeri bir saldırı da olmayacak.” Peki arada ne kaldı? Arada terör kaldı. Bu artık belli. Putin, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde en önemli meselesi olan barış sürecini kaşıyacak. Kandil’i tetikleyip Diyarbakır’da, Nusaybin’de sokaklara hendek kazma pervasızlığını kaşıyacak. Esad’ın ve Rusya’nın desteğini alan Kandil yeri gelirse Öcalan’ı bile dinlemez. Hesap bu... İşte burada bir daha yazıyorum: AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 “Esad’ın Moskova ziyaretinde PKK mutlaka gündemdeydi.” O nedenle diyorum ki: “Boğaz’daki füzeli Rus askeri bir ‘kuşa bak’ taktiğidir.” PEKİ NE YAPMALIYIZ Benim çok daha duygusal bir önerim var. Diyorum ki: Acaba bir Rus savaş gemisi daha Karadeniz’den girdiğinde haber alırsak.. Sarayburnu’ndan başlayarak çift sıra halinde Boğaz’ın iki yakasına sıralansak... Rus savaş gemisine doğru Türk ve Rus bayraklarını birlikte sallasak... ‘Barış’ diye haykırsak... Halkların diplomasisi bazen devletlerin diplomasisinden daha duygusal ve daha etkilidir. Şöyle bir manzarayı düşünebiliyor musunuz: “Bir Rus savaş gemisi Boğaz’dan geçiyor... Dünya şehri İstanbul... İmparatorluk mirası İstanbul... Ve o İstanbul’un iki yakasına binlerce insan sıralanıyor... Ellerinde Türk ve Rus bayraklarıyla bir insan zinciri... O Rus savaş gemisine ‘Barış’ diye haykırıyor...” Dünya bu fotoğrafı acaba ne yapar bilemiyorum MİLLİYET Türkiye’nin önünü açan bir kriz... Cemil Ertem Uzun süredir böyleydi ama özellikle tam şu günlerde Türkiye hakkında yapılan analizlerin, eldeki statik verilerden kaynaklandığı için pek geçerli olacağını sanmıyorum. Örneğin şu haber; Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Rusya’nın yaptırımlarının sürmesi halinde 2016 yılında Türkiye’nin gayrı safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) 0.3 ila 0.7 baz puan düşebileceğini hesaplamış. Burada banka iki temel sektör hareketliliğinden yola çıkarak bu sonuca varıyor; turizm ve inşaat... Evet, bu sonuca ulaşmak için çok ayrıntılı inceleme bile gerekmiyor. Krize değin, Rusya ve Türkiye’nin, karşılıklı olarak, doğrudan yatırımları artarak sürüyordu. Turizm için de benzer bir durum var; Türkiye’nin özellikle güney bölgeleri Rusya’dan gelen çok sayıda turisti ağırlıyordu. Rus tarafı, Türkiye’nin yılda 4 milyon turist kaybı olacağını bunun da yıllık olarak 10 milyar dolarlık bir kayba tekabül ettiğini iddia ediyor. İşte bu gibi değerlendirmelerin, rakamsal, somut verilere dayansa bile, tam şu sıralar çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Turizm gerçeği... Örneğin Türkiye, ağırlıklı olarak niceliğe dayanan turizm politikasından ağırlıklı olarak niteliğe -katma değeredayanan yeni bir turizm politikasına geçtiğinde bu dört milyonu bulan Rus turistin zaten üçte ikisinin gelmemesi için önlem almak zorunda kalacak. Antalya’da binlerce dönüm orman alan tahsisi yapıp, denizle ormanın buluştuğu yerlerde devasa oteller kurduk, ağaçları feda ettik; golf turizminden ülkeye döviz gelsin diye... Yani o kadar ağacı “her şey dahilci” Rus turistler için kestiysek, zaten “Türkiye’ye artık gitmeyin”diyen Ruslara değil, bize yazıklar olsun! Antalya’da her biri yaklaşık bin dönüm üzerine kurulan otelleri zaten bu Rus turistler en çok beş yıl içinde batıracaktı, çok isabet oldu. Bu yatırımları yapan ve “Benim otelim ayakta kalsın, dolu gözüksün, ben nasılsa sanayiden, ticaretten kazanıyorum, burayı da prestij için finanse ederim”diyen yatırımcı da aklını başına toplasın, bu sektörün bürokrasisi de... Güneydeki yatırımcı bu tesislere sahip çıksın; “Ben otelini doldururum, ötesine karışma, başın ağrımasın”diyen uluslararası şebekelere tesislerini peşkeş çekmesin. Zaten bu tesisler hepimizin, çoğunun arazisi süreli olarak devletten kiralanmış. Acaba Türkiye, bazı uluslararası turizm simsarlarının, kiraladığı tesisler üzerinden -kayıt dışı sahtekârlıkla- ne kadar yurtdışına kaynak aktarıldığını hesap etti mi; sakın bu rakam gelmeyen Rus turistlerin kaybına yakın olmasın? AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 Şimdi Türkiye, turizmde bütün bunları nasıl masaya yatırıp, zaten olması gerekeni çabuklaştıracaksa, diğer alanlarda da aynısını yapacak... İnşaat meselesine gelince, bugün Rusya’yı inşa edenler yarın bakarsınız Gazze’yi inşa eder, Doğu Akdeniz’in limanlarını, Ortadoğu’nun havaalanlarını inşa eder... Rusya krizi, Güney Gaz Koridoru’nun ekonomik ve siyasi gerekliliğini hem yukarı çıkarmış hem de bu projenin bir metro ağı gibi dallanıp budaklanmasının yolunu açmıştır. Rusya’nın projeleri olan kuzey enerji koridorlarının etkin olarak sonuçlanmaması -Türk Akım’ın iptal olması- yine bu anlamda iyi olmuştur. Musul... Dün, bugün! Böylece Türkiye, TANAP’la başlayan Güney Gaz Koridoru entegrasyonunu hem çabuklaştıracak hem de çeşitlendirecektir. Bugün hem Doğu Akdeniz’de hem de Irak’ın kuzey bölgesinde ticarileşmeyen -özellikle ticarileştirilmeyen- enerji yataklarının ortaya çıkarılıp ticarileştirilmesi Türkiye’nin öncelikle tarihi sorumluluğudur. Tarihte ve yakın geçmişte yaptığımız bütün hataları bu vesileyle telafi edeceğiz. Bakın buna Montrö Boğazlar Anlaşması (1936) hatta daha da geriye gidersek Musul Sorunu dahildir. Musul meselesinin başladığı tarih 30 Ekim 1918’tir; evet bu kadar nettir. Yani, şimdiki gibi, bir pazar ve enerji paylaşımı kapışması olan 1. Dünya Savaşı’nın hemen finalidir; Musul ve Misak-ı Milli... İngiltere’nin bu tarihlerdeki en büyük hedefi Musul vilayeti ve Osmanlı petrol şirketleriydi. Musul’daki kaynakları Slade Raporu ile keşfeden İngilizler, Mondros’a dayanarak (30 Ekim 1918) Musul’a girmişlerdir. Lozan’da Türkiye, Musul ve petrolleri konusunda her türlü baskıdan uzak bir plebisit yapılmasını ve petrollerin işletilmesi konusunda görüşmelere açık olduğunu, aksi takdirde Türk heyetinin Ankara’ya dönmesini İsmet Paşa’ya iletmiştir. Ancak, İsmet Paşa, Rusya’nın olası bir savaşta Türkiye’nin yanında yer almayacağını ve İtilaf Devletleri’nin Musul’un konferans dışı bırakılması tavsiyelerini de göz önüne alarak, Ankara’ya barışa ulaşabilmek için, Musul konusunda İngilizlerle uzlaşılması gerektiğini bildirmiştir. Ankara’nın tavrı da bu yönde değişmiş ve Musul konferans gündeminden çıkartılarak, iş Milletler Cemiyeti inisiyatifine havale edilmiştir. Sonrası malum... Şimdi yine Rusya önemli bir faktör mü, yine Irak Kürt Yönetimi ayrılma için halk oylamasını gündeme getirebilir mi, yine Musul enerji ve pazar olarak denklemi değiştirir mi; evet... Ama Türkiye aynı Türkiye mi... SABAH Al Pacino burada olsa Putin'e ne cevap verirdi? MEHMET BARLAS Birkaç yıl önce izlediğim ve unutamadığım bir David Letterman talk -show programının konuğu aktör Al Pacino'ydu... Letterman Al Pacino'ya "Meslek hayatında unutmadığın olaylar hangileri" diye sorunca, "Godfather"ın Michael Corleone'si meslek hayatının unutulmaz olayları arasından şunu anlatmıştı: Ateşiniz var mı? - Londra'da bir tiyatroda konusu cinayet olan bir piyesi oynuyorduk. Sahnede dört aktördük ve biraz sonra işleyeceğimiz bir cinayeti tasarlıyorduk. Piyesin en heyecanlı anında seyircilerin oturduğu sıraların arasındaki koridordan bir kadın yürüyerek sahneye yaklaştı. Hafif alkollü olduğu yürümesinden belliydi. Kadın sahnenin yanına geldi, elinde bir sigara vardı. Sigarayı bize doğru uzattı ve "Ateşiniz var mı" diye sordu bana. Görmüyor musun? Letterman Al Pacino'ya "Peki sen ne yaptın o anda" diye sorunca da Amerikalı aktör gülümseyerek şöyle cevap vermişti: - Ne yapabilirdim ki? Kadına "Görmüyor musun, burada bir cinayeti planlıyoruz. Senin sigarana ateş bulacak durumda değilim" dedim ve arkamı döndüm. Bu programı ve Al Pacino'nun bu cevabını neden hatırladığıma gelince... Bir Rusya eksikti Düşünün ki Irak da, Suriye de inanılmaz bir kaosun sahneleri konumunda... Güneyimizdeki bu kaos bizim güvenliğimizi de doğrudan etkiliyor. Bu coğrafyaya AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 Amerika'nın müdahalesi sanki yeterli karıştırıcı olmamış gibi, şimdi bir de Rusya, üstelik Esed'i ayakta tutmak gibi bir nafile proje ile Suriye'ye askeri müdahalede bulunmuş. Bu arada Türkiye'nin hava sahasını aymaz biçimde ihlal eden Rus uçaklarından biri de düşürülmüş. Ne yersen ye... Ve ülkenin bütünlüğünü, sınırlarının güvenliğini ve Güneydoğu insanının canını teröre karşı korumaya çalışan Türkiye'nin yönetimine Putin "Sizden meyve sebze almayacağız" diyerek kendince ceza veriyor. Ve Suriyeli sığınmacılar için 9 milyar dolar harcayabilen Türkiye'nin ekonomisine sebze meyve ile darbe vuracağını zannediyor... Al Pacino Putin'in muhatabı olsaydı herhalde ona "Bu kargaşada senin sebzenle meyvenle uğraşacak durumda değilim. Ne yersen ye" derdi... Akılsız düşman Sovyet ekonomisine kapitalizmin "Kâr" motifini getirmeye çalışanlara Ortodoks komünistler "İdeolojimize ihanet ediyorlar" diye saldırdıklarında, Putin'in seleflerinden Kosigin onları şöyle uyarmıştı: - Düşman olarak gördükleriniz akıllı işler yaptıkları zaman siz bunları düşman yapıyor diye reddederseniz, sonunda akılsızca işler yapmak durumuna düşersiniz. Türkiye'ye karşı seslendirdiği akıl dışı öfkesiyle sonunda tüm NATO'yu Doğu Akdeniz'e çeken Putin keşke Kosigin gibi bakabilseydi olaylara. STAR Batı, mülteciler ve cadı avı TAHA ÖZHAN 1692’de Kuzey Amerika’nın Salem kasabasında bir cadı mahkemesi kurulur. Salem, 1600’lerde Avrupa’dan buraya ilk göç eden Püritenlerin kurduğu bir kasabadır. Bu kasabadan 140 kişi cadı ve şeytan olmakla suçlanır. Mahkemede ormandan, karanlıktan geldiği söylenen ve cadı olmakla suçlananlar arasında 5 yaşında bir çocuk bile vardır. Mahkeme sonucu 20 kişinin öldürülmesine karar verilir. Yaşanan durum, 15. ve 18. yüzyıllar arasında Avrupa’da çok daha yaygın bir şekilde tecrübe edilen ‘cadı avının’, Avrupa’dan ‘büyük göçle’ kaçanlar tarafından tekrar edilmesinden ibarettir. Kitlesel bir histeri bu kez Salem’de tekerrür etmiştir. Amerikan ve Batı ‘korkuları’ adına müstesna bir yere oturan ‘cadı avı’ meselesi, şimdilerde ilan edilmemiş bir şekilde yeniden dünyanın gündemine oturmuş durumda. Zira Salem’den 323 yıl sonra; Arap İsyanlarının ardından oldukça görünür olarak, 1980’lerin ortasından itibaren ise sermaye hareketleriyle ve Güney’deki savaşlarla daha sakin bir şekilde küresel bir mülteci dalgası Kuzey’e doğru hareket halinde. Batılı aklın 1990’ların sonundan itibaren sinemaya küresel felâketler ve küresel -yağmacı- göçler olarak yansıttığı fütüristik filmlerle oluşan zihinsel arka plan, bugün yaşanan mülteci meselesini çerçeveliyor. Hâl bu olunca da, merkezinde korkunun yer aldığı ve neredeyse 15. yüzyıl cadı ürpertisini aratmayacak düzeyde tepkiler ve önlem önerileri ortalığı kaplıyor. Bugün ortaya çıkan nobran tepkilere bakınca, Batılı sosyal muhayyilenin önemli bir tüketim malzemesine dönüşen zombi okumasının mülteci krizinde nasıl arz-ı endam ettiğini acıyarak izliyoruz. Kâh Ege’de kapasitesinin dört-beş katı savunmasız insanın bindiği botun denize gömülmeye çalışıldığını, kâh on binlerce yalın ayaklı insan sınırları aşmasın diye alınan askeri önlemleri gördükçe, ‘zombi kıyameti’ düzeyini ya da 1692’deki Salem muhakemesini aşacak bir aklıselimin ortaya çıkmasının zorluğu daha iyi anlaşılabilir. Bu durum, ilanında zorlandıkları bir tefessüh halinden başka bir şey değil. Krizin sıcaklığı ile ilk anda salt güvenlik ve lojistik merkezli bir sorun yönetimi çabası görülse de; itiraf edilemeyen, büyük bir felsefi, ahlaki ve siyasi krizin ve tıkanmanın varlığıdır. 20. yüzyılın önemli tarihçilerinden Braudel’in Akdeniz isimli eserinde tartıştığı ‘tarihin öznesine’ dair şümullü bir yaklaşım gösterilmediği sürece, bugün Akdeniz kaynaklı ‘mülteci dalgasına’ güvenlik tedbirlerini aşacak ve mekân algısını anlamlı hâle getirebilecek bir yol haritası çıkması mümkün görünmüyor. Hâl bu olunca, Batı’da aklıselimi temsil eden isimlerin bile dönüp dolaşıp buldukları mucizevi çözüm, ‘Akdeniz’de sürekli devriye gezecek sabit askeri güç’ önerisinin ötesine geçmiyor. AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 Oysa Akdeniz’i mülteci mezarlığına dönüştüren sorunların kaynağında bugün aynı mültecileri durdurmaya çalışanların doğrudan katkısı olduğu gerçeği masaya yatırılmadığı sürece, kriz(leriy)le yüzleşemeyecekler. Kaldı ki; bir taraftan Suriye meselesine sadece ‘karanlıktan gelen DAEŞ’ heyulası düzeyinde muhatap olanlar, aynı zamanda Suriye’nin dört-beş katı büyüklüğündeki Mısır’da derinden büyüyen dalganın telaffuzunu dahi istemiyorlar. 1989’da kendi duvar(lar)ını ve demir perdeyi yıkanlar, yeni duvarları yükseltmeye çalışıyorlar. Daha hazini ise çeyrek asır önce Macaristan ve Avusturya arasındaki demir perdeleri kesenlerin, bugün benzerlerini inşa etmeye başlamaları. Böylesine sert bir şekilde içe dönüşün, orta ve uzun vadede krizi daha da derinleştirmesi mukadderdir. Bütün bu sorunlu tabloya rağmen, Batı’nın özellikle 20. yüzyıl siyasi ve entelektüel birikimi, yaşanan krizi aşması için kuvvetli bir zemine de sahip. Mesele, ‘küresel siyasi nihilizm’ ile ‘kurucu bir siyasi müdahale’ arasında tercih yapmakta. STAR Irak ordusu güven vermediği için Mehmetçik orada MUSTAFA KARTOĞLU Suriye ve Rusya derken şimdi ‘yeniden’ Irak krizimiz oldu. Yeniden diyorum, zira en ciddi Irak krizi, önceki başbakan Maliki’nin ‘Şii mezhepçi’ politikaları yüzünden çıkmıştı. Yeni hükümet Türkiye’nin Maliki’ye yönelik tepkileri ve ABD nezdindeki girişimleri üzerine daha ılımlı bir politika izliyor. Peki bu kriz niye çıktı? Durum: Bağdat’taki Irak merkezi hükümeti Türkiye’nin Musul’daki Ulusal Muhafızlar’a askeri eğitim veren birliklerini korumak üzere zırhlı araç ve koruma birliği göndermesine tepki gösteriyor. Bunu ‘işgal’ sayıyor. Oysa bu durum yeni değil. Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde eğitim amaçlı iki askeri birliği var. Biri Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKYB) bölgesinde Peşmerge birliklerini eğitiyor. Bugüne kadar 2 bin 308 Peşmerge Türk birliğinden askeri eğitim aldı. Ayrıca bölgede DAEŞ’le savaşan Peşmergelerden çok sayıda yaralı da gerektiğinde Türkiye’ye getirilip tedavi ediliyor. Hatta bunlardan bazıları ‘Türkiye DAEŞ militanlarını tedavi ediyor’ diye çarpıtılarak Türkiye aleyhine kullanıldı. İkinci birlik ise Musul’un kuzeydoğusundaki Başika kentinde, Musul Ulusal Muhafızları’na eğitim veriyor. Burada da Mart 2015’ten bu yana 2 bin 441 muhafıza Türk subayları tarafından eğitim verildi. Gerekçe: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Beşika’daki Türk askerlerinin “Irak Savunma Bakanı’nın daveti üzerine gittiğini; İçişleri Bakanı’nın ayrıca polis eğitimi için yardım istediğini; Musul Valisi’nden de aynı yönde davet geldiğini” açıkladı; “Askerlerimiz orada DAEŞ’e karşı mücadele edecek güçleri eğitiyor” dedi. Eski Musul Valisi Etil El Nuceyfi de bunu teyit etti: “Başbakan Hayder El İbadi, Türkiye Başbakanı Davutoğlu ile bir araya geldiğinde, Türk askerinin eğitim amacıyla Musul’a gelmeleri için talepte bulunduğunu açıklamıştı. Bunun üzerine Ankara, Bağdat havaalanına askeri mühimmat göndermişti. Ayrıca 8 aydan beri Zelikan kampında Musullulardan oluşan gönüllü Haşd El Vatani’ye eğitim vermek için eğitmen göndermişti.” Örnek: Irak’ta orduya eğitim veren ülke sadece Türkiye değil. ABD, Almanya ve Fransa ordusu da Peşmerge ve/veya Irak ordusuna bağlı birliklere eğitim vermek üzere bölgede bulunuyor. Perde arkası: Türkiye’nin 3 gün önce Musul’a gönderdiği son birlikler ve zırhlı araçlar, sadece eğitimcilerden oluşmuyor. Daha çok eğitim birliklerini korumak üzere gönderildi. Bunun da çok net bir gerekçesi var: Irak ordusunun bölgede DAEŞ tehdidine karşı Türk eğitim birlikleri dahil kimseyi koruyabilecek durumda olmaması. Bunun için Musul örneği yeterli! DAEŞ 5-10 Haziran 2014 tarihlerinde, sadece 5 günde Musul’u işgal etti. Çünkü kenti korumakla görevli Irak AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 ordusu, bütün silah, mühimmat, zırhlı araç ve ‘nakit para’ dahil her şeyi bırakıp kenti terk etti! 10 yıl boyunca İran savaşı, daha sonra Saddam’ın Kuveyt’i işgali, ardından ABD’nin Irak’a operasyonu ve devamında iç savaş boyutunda bir karışıklıkla mücadelede pişmiş bir ordunun yapacağı iş değildi bu. O nedenle örneğin, Irak Parlamentosu Başkanı Usame Nuceyfi, “Güvenlik güçlerinin Musul’dan kaçışı ile ilgili acil bir soruşturma başlatılmalı” diye sorgulamıştı bu durumu. Ve dönemin Valisi Esil Nuceyfi, “Ordu ve güvenlik güçlerinin hızlı bir biçimde çöküşü, kasıtlı bir ihmal olduğunu akla getiriyor” demişti. Bugün Türkiye’ye tepki gösteren Irak Başbakanı Haydar El İbadi, Irak ordusunun Musul’dan çekilirken “Çok sayıda silah ve 2 bin 300 Humwee zırhlı muharebe aracını DAEŞ’e bıraktıklarını” itiraf etmişti. Ve daha önemlisi, DAEŞ, Musul’u aldıktan sonra ‘küresel bir tehdit’ olacak boyuta erişmişti. Sonuç: Bağdat’ın asıl tepkisi eğitim birliği bulundurulmasına değil. Daha çok zırhlı araçlarla onlara göre ‘aşırı sayıda’ koruma gönderilmiş olması. Ve bunun ‘sürebilecek’ olması... Irak Savunma Bakanı yakında Ankara’ya gelecek. Ondan önce Çarşamba günü (yarın) IKYB Başkanı Mesut Barzani Türkiye’de olacak. Muhtemelen Iraklı bakana ‘mealen’ şöyle söylenecek: “Halen ülkenin 3’te biri DAEŞ işgali altında. İran, Iraklı Şii’lerden bir ‘milis ordusu’ kurmuş ve ülkenin diğer üçte birine hakim. Biz ise sizin resmi ordunuza destek vermeye çalışıyoruz. Hangi işgalden söz ediyorsunuz?” YENİ ŞAFAK Rus uçağı tuzak mıydı? ABDULKADİR SELVİ Sovyetlerin başında Kruşçev, ABD'nin başında ise Eisenhower vardı. İncirlik Üssü'nden kalkıp, Sovyetleri dinleyen U-2 casus uçağı 1 Mayıs 1960 tarihinde Sovyetlerin üzerinde düşürüldü. Pilot Gary Power ise canlı olarak ele geçirildi. Pilot sorgusunda, füzelerin yerlerinin tespit edilmesi, radarların bulunması, telsiz istasyonlarının belirlenmesi için uçuş yaptığını itiraf etti. Radara yakalanmayan U-2 casus uçaklarının üzerinde yüksek çözünürlüklü kameralar vardı. Casus uçuşları tespit edilince Sovyet lideri Kuruşçev bugün Putin'in yaptığından daha ileri gitmiş ve NATO'yu, ”Avrupa'da istediğimiz her havaalanında vuracak güçteyiz” diye tehdit etmişti. Batı uzaktaydı ama Sovyetlerin burnunun dibinde Türkiye vardı. Kuruşçev açık açık Türkiye'yi tehdit ediyordu. Apar topar NATO'ya müracaat ettik. ABD, Sovyet füzelerinden korunabilmemiz için başta boğazların etrafına yerleştirilmek üzere 15 adet Jüpiter füzesi verdi. Demirel 1965 seçimlerini yüzde 52.87 oy oranıyla kazanıp tek başına iktidar olunca, ABD ile üslerle ilgili anlaşmayı revize etmek istedi. Bu arada İncirlik'ten kalkıp Sovyetlerin üzerinde uçan ve iki ülkeyi karşı karşıya getiren casus uçuşlarını yasakladı. Haliyle ABD'yi rahatsız etti. ABD ayrıca haşhaş ekiminin yasaklanmasını istiyordu. Demirel, ”Bizim 20 ilimiz ve çevresinde haşhaş ekiliyor. Bizde ismini Afyondan alan il var” diye karşı çıkıyordu. ABD baskıları öyle bir hale geldi ki, Demirel, kendisine aba altından sopa gösteren Amerikan Büyükelçisi William Hadley'e kapıyı göstermek zorunda kaldı. Sovyetler birliği ile ilişki kurup, Seydişehir ve İskenderun'daki fabrikaların kurulması gündeme gelince Amerika da Demirel'e kapıyı gösterdi. Demirel, 12 Mart darbesiyle devrildi. Amerika'nın desteğiyle 12 Mart'ın Başbakanı olan Nihat Erim'in ilk işi ise haşhaş ekimini yasaklamak ve U-2 Casus uçaklarının uçuşuna izin vermek oldu. “CIA altımızı oymuş da haberimiz olmamış” diyen İhsan Sabri Çağlayangil, tarihi bir tespitte daha bulunmuştu: ”Bir memlekette demokratik idare olmuş, faşist idare olmuş ona hiç bakmaz. Amerika o memleketin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, ne dereceye kadar uydu haline getirebileceğine bakar” AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ Köşe Yazıları – 08/12/2015 1960 yılında yaşanan casus uçağının düşürülmesi ile 55 yıl sonra yaşanan Rus uçağının düşürülmesi arasında bir irtibat kurmuyorum. operasyon hakkında harita üzerinde bilgi verilen Putin'in, ”Amerikalılar orayı Kürtlere vermeyi planlıyor” sözleri oldu. Ama Rus savaş uçağını düşürdüğümüz andan beri bir soruya yanıt arıyorum. Rus uçağının düşürülmesiyle ilgili çift yönlü kuşkular var. “Neden şimdi” Düşen uçaktan sağ olarak kurtaran pilot Murachtin, “Hiçbir şekilde uyarı almadık. Ne telsiz, ne göz teması… hiçbir iletişim kurulmadı” diye açıklama yaptı. Rus pilot, propaganda amaçlı konuşmuş olabilir. TSK, 5 dakika içinde 10 kez ikaz edildiğini açıklamıştı. Ses kayıtları yayınlandı. Amerikalı Albay Steve Warren, koalisyon güçleri olarak Türk tarafının ikazlarını duyduklarını belirtti. Hollanda'da yayın yapan RTL 4 televizyonuna konuşan Hollandalı bir general ise “Kalkıştan hemen sonra acil durum frekansından Türk Hava Kuvvetleri'nin çağrısını duyduk. Türk hava sahasına girmek üzere olan uçak onlarca kez uyarıldı. Ruslar bir kez bile cevap vermedi” Matuşka gibi bir sorunun cevabına yaklaşıyorum içinden başka bir soru daha çıkıyor?” Neden Rus uçağı” o sorunun cevabına ulaşmak üzereyken bu kez, ”Bu işi bizim başımıza kim açtı” sorusuyla karşılaşıyorum. Kafamdaki, ”Bit yenikleri” azalmıyor artıyor. Ankara'da konuştuğum kişilere açıyorum kuşkularımı. Görüyorum ki kafasında bit yeniğiyle dolaşıp, benim gibi ikna olmayanların sayısı fazla. Hatta uçakla ilgili görüntüleri izleyen bir yetkilinin, ”Hava sahamızı terk etmek üzere olan uçak neden düşürüldü. ikna olmadım” dediğini biliyorum. Benzer durumu Uludere vurulduğunda yaşamıştım. O gün çok kritik bir MGK toplantısı vardı. MGK'dan sonra başka bir sürecin başlaması bekleniyordu. MGK bitti, Uludere vuruldu. Süreç tam tersi istikamette seyretti. Rus uçağı düşürüldüğünde, ”Neden şimdi “ ve “Neden Rus uçağı” diye düşünmemin nedeni ise önemli bir operasyon öncesi olması Ruslara ait Su-4 savaş uçağı 24 Kasım Salı günü düşürüldü. Oysa o akşam Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, Türkiye'de olacaktı. Daha da önemlisi Türkiye açısından stratejik öneme sahip olan Cerablus Operasyonu için düğmeye basılmak üzereydi. TSK, “İhtimalat Planları”nı hazırlamış, ABD ile koordinasyon sağlanmış, operasyonun hangi tarihte bitirileceği bile belirlenmişti. Operasyonunun önündeki en büyük engel olarak gözüken Rusya ile anlaşma sağlanmıştı. Cerablus operasyonu planlanırken, Türk ve ABD uçaklarının yoğun bombardımanı öngörülmüştü. Bunun için en büyük risk, Suriye hava sahasındaki Rus savaş uçaklarıydı. Putin'e G-20 zirvesi için geldiği Antalya'da operasyon hakkında bilgi verilmiş, ”Kameraların karşısında tepki gösteririz ama operasyonu engelleyici bir şey yapmayız” güvencesi alınmıştı. Kafamdaki soru işaretini artıdan ise Bir iddia, Rusya, Ortadoğu'da kalıcı olma, Suriye operasyonlarını genişletme, NATO'nun hayır dediği S 400 füzelerini yerleştirme adına uçaklara yanlış harita yüklenmiş, Guard denilen telsiz frekansı kapalı mı tutulmuştu? Bu tuzağın Türkiye ile Rusya'ya birlikte kurulduğu tezini yabana atmıyorum. Rus uçağının düşürülmesi konusunda ABD, Türkiye'nin yanında yer alıyor. Ama öyle güçlü bir destek yok. Ayrıca, “ABD ile Rusya'nın Suriye politikaları yüzde 80 örtüşüyor” tespitinden hareketle, Türkiye'ye ortak kumpas mı kuruldu sorusu kafamı kurcalıyor. Uyarılan uçak hava sahamızı terk ettiği, onu takip eden uçak hava sahamızdan çıkmak üzere olduğu sırada neden vuruldu? An meselesi olan Cerablus operasyonu öncesinde Rus uçağı düşürülerek, operasyonun engellenmesi yoluna mı gidildi? Yüzde 49.5'le iktidar olan AK Parti, yeni dönemde Rusya krizi ile baş başa bırakılmak mı istendi? Can alıcı soru şu: Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye'ye tuzak mı kuruldu? AK PARTİ GRUP BAŞKANLIĞI – BASIN MÜŞAVİRLİĞİ