ANKARA KALESİ DAS K A P İ T A L ‘den K A P İ T O K R A S İ ‘ ye Prof.Dr. A N I L Ç E Ç E N Yirminci yüzyıla damgasını vuran Sovyetler Birliği isimli dev siyasal yapılanmanın arkasında yatan ideolojinin oluşması, on dokuzuncu yüzyılın yarısından itibaren gündeme gelen siyasal gelişmeler ile ortaya çıkmış ve yaşanan olaylar ile birlikte gelişerek, yirminci yüzyılın başlarında, Birinci dünya savaşının tam ortasında, yer kürenin kuzeydeki en büyük ülkesi olan Rusya’da, sosyalist bir devrimin gerçekleşmesini sağlamıştır. Savaşın yıkımları üzerine gündeme gelen devrimci dönüşümün içeriğini oluşturan ve geleceğe dönük çizgisini yapılandıran ideolojik gelişmeler, yarım yüzyıllık bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Avrupa kıtasının sömürgecilikten zenginleşmiş ülkelerinde yaşanan siyasal gelişmeler, bir yanda kapitalist sistemin patronu konumundaki işveren sınıfını oluştururken, birbiri ardı sıra kurulan fabrikalarda, çok hızlı bir doğrultuda sayısı giderek artan, çalışan kesimler de, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışına yardımcı oluyordu. Batı Avrupa’nın sömürgeci ülkeleri geliştirdikleri kapitalist sistem ile birlikte yaşamaya alışırlarken, zaman zaman bunalımlara sürükleniyorlar ve böylesine darboğazlardan çıkabilme doğrultusunda yeni politikalar arayışına kalkışıyorlardı. Fransız devriminin alt üst ettiği Avrupa kıtası bir türlü durulamıyor ve birbirini izleyen siyasal gelişmelerin sonucunda, yeni bir dünya düzeninin sancıları çekilmeye başlanıyordu. Batı Avrupa’nın merkezi konumundaki Fransa hem bir sömürge imparatorluğu yürütüyor hem de gerçekleştirdiği siyasal devrim ile ulus devlet yapılanmasına yöneliyordu. Fransız devrimi bir yönü ile de Avrupa’daki sarsıntılar üzerinden geleceğin dünya düzenine giden yolu açıyordu. O zamana kadar krallıklar ile yönetilmiş olan bütün Avrupa ülkelerinde, ulusal uyanışlar başlıyor ve krallık devletinden ulus devlete geçiş aşamasının bütün sancıları sırasıyla siyasal alana yansıyordu. 1830 yılında Avrupa’nın Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi çeşitli ülkelerinde ulusal uyanış hareketleriyle birlikte devrimci girişimler gündeme gelince, krallıkların bu gibi gelişmelere karşı tepkileri sert oluyor ve bu yüzden de siyasal dönüşüm girişimleri başarıya ulaşamıyordu. I848 ihtilalleri ise, tam anlamıyla yeni bir düzen oluşturamıyor ama yarattığı etkiler ile bunlara karşı geliştirilen tepkiler üzerinden, geleceğin dünyasını kuracak bazı gelişmelerin öncüsü oluyordu. Bu kez, fabrikaların kenarlarında büyüyen işçi mahallelerinin içerisinden çıkan ihtilalci girişimler, işçi sınıfının sendikalar aracılığı ile örgütlenmesi üzerine ihtilalci sendikalizm dünyanın gündemine giriyor ve işçileri ilk kez sınıfsal bir yapılanmaya doğru örgütlüyordu. Sömürgelerden getirilen ham maddelerin işlendiği fabrikaların bir tane sahibi varsa, bin tane de işçisi oluyor ve böylece hızla büyüyen işçi sınıfı bir avuç zengin patronun karşısına çıkıyordu. Birçok fabrikada işçiler sendikalar halinde örgütlenirken, patronlara karşı ücret artışı doğrultusundaki talepleri ile baskı yapıyorlar, bu gibi istekleri kabul etmeyen patronların fabrikaları basılarak, işçilerin yönetiminde ilk özyönetim örnekleri ortaya konuluyordu. Fabrikaları ellerinden alınan patronlar bu durumdan çok rahatsız olunca soruna çare arıyorlar ve sonunda, ihtilalci sendikalizm hareketini önlemek üzere yeni bir alternatif olarak sosyalizm akımının gündeme gelmesine dolaylı yollardan yardımcı oluyorlardı. İhtilalci sendikalizm hareketi sendika çatısı altında yürütüldüğü için, bu harekete katılan herkes hem fabrika işçisi hem de sendika üyesi olarak davranıyordu. Böylesine bir hareket bütünüyle işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda ve işçilerin inisiyatifi altında geliştirildiği için hareketi içeriden kontrol etmek mümkün olamıyordu. 1848 ihtilallerinden patronların gözü korkunca, para babaları işçi sınıfı ve sendikalar ile karşı karşıya kalmamak üzere, yeni bir hareketin örgütlenmesini uygun görüyorlardı. I848 kalkışmalarından fazlasıyla zarar gören patronlar bir daha böyle bir olumsuz durum ile karşı karşıya gelmemek üzere işçi sınıfını ve çalışan halk kitlelerini yeni bir siyasal akım olarak sosyalizme yönlendiriyorlardı. Sosyalizm emeği en yüce değer olarak öne çıkarırken, işverenlere karşı işçi sınıfının sınıfsal mücadelesini siyasal ya da sosyal çekişme olmaktan çıkartarak, geleceğe dönük bir yeni siyasal harekete dönüştürmeye çalışıyordu. Komünist manifesto bu aşamadan sonra yazılıyor ve böyle bir metni hazırlayanlar, ihtilalci sendikalizme karşı işçi sınıfının siyasal anlamda yönlendirilmesini sağlayacak, bazı hazırlıklara girişiyorlardı. İşte bu aşamada, kapitalist sistemin gelişmesi sonucunda kapitale sahip büyük sermayelere sahip olan patronlar, on dokuzuncu yüzyılın tam ortalarında kapitalizmi ve bunun içinden işçi sınıfı ile birlikte çıkarılan sosyalizmi, sistematize edebilecek bazı yeni adamların atılmasını sağlıyorlardı. İşte Karl Marks tam bu aşamada, kapitalist sistemi ele alarak gelece yönelik yapılanmayı ve bunun içinden sosyalizmin oluşumunu giden çizgiyi ortaya koyduğu “Das Kapital “ isimli kitabını yazıyordu. Onun böyle bir eseri kaleme almasını, ihtilalci sendikalizmden çok çekmiş olan büyük patronların destek olduğu, o dönemin koşullarında görülmüştür. Daha sonraki aşamada kapitalist bir dünya devletinin kurulmasına öncü olan Bavyeralı Rothshild ailesi Das Kapital’in yazarı ile temasa geçerek onun bu doğrultudaki çalışmalarına destek sağlamıştır. Almanya’da başlayan bu gibi çalışmalar daha sonraki aşamada o dönemdeki dünya devletinin başkenti olan Londra’da devam etmiştir. Marks ve Engels, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında hazırladıkları kitapları ile bilimsel olduğu söylenen sosyalizm akımının oluşumunu sağlayarak, işçileri aydınların kontrolu altına yönlendirmişlerdir. Das Kapital ile, kapitalist sistem genel olarak ele alınıp incelenirken, kapital sahibi patronların istedikleri gibi zenginleşmelerinin önü, diyalektik olduğu söylenen bir düşünce ile açılmaya çalışılmıştır. Marks’a göre sonunda kapitalizmden sosyalizme geçilecek ama önce kapitalizmin çok gelişmesi ve en üst düzeye gelmesi gerekmekte ve daha sonra bu duruma karşı toplumda bir büyük tepki oluşacak ve o tepkinin temsilcisi olarak işçi sınıfı komünist devrim yaparak kapitalizmden sosyalizm sistemine geçişi, kurulacak olan proleterya diktatörlüğü aracılığıyla, tarih sahnesinde gerçekleştirecekti. Burada da işçi sınıfının diktatörlüğünün öne sürülmesine rağmen, sosyalist hareket sendikaların dışında gelişecek ve toplum içinden yetişerek çıkmış olan aydınlar ve diğer çalışan halk kitleleri de gelişmelerin içinde yer alacağı için dolaylı yollardan bir işçi ve işveren çekişmesinin önü kesiliyordu. Halk tabanına sosyalizm yeni bir akım olarak lanse edilirken, tüm Avrupa’yı alt üst ederek işçi-işveren çekişmesine yol açan ihtilalci sendikalizmin önü kesiliyordu. Yazılan kitaplar aracılığı ile sosyalizm bilimsel görünümlü bir sistematiğe yönlendirilirken, aslında halk kitlelerine yeni bir ütopya aşılanmaya çalışılıyordu. Das Kapital bu doğrultuda bir başlangıç adımı oluyor ve bu kitabın tezlerinin çalışan kitlelere doğru yaygınlık kazanması ile de, sendikalizmden sosyalizme geçiş zaman içerisinde gerçekleştiriliyordu. Rotshschild gibi patronların, sosyalizm akımının geliştirilmesi için çaba göstermesini, Karl Marks’ın kapitalist sistemi rayına oturtmak üzere hazırladığı Das Kapital isimli kitap izlemiştir. Sömürgeciliğin desteği ile sürekli olarak güçlenen kapitalist kesimler, dinci ya da ulusalcı siyasal akımların haklı tepkileri ile karşılaşmamak üzere sosyalizme giden yolu açık tutmaya çalışmışlardır. Sermaye birikimi kapital olarak büyük patronların elinde toplanırken, giderek bir finans kapital düzeni oluşturan zengin patronlar, sahip oldukları zenginliği toplum ile paylaşmak yerine kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya dikkat etmişlerdir. Bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkan kapitalizmin bu aşamadan sonra kendi siyasal yapılanmasını da geliştirmeye çalışması, demokrasileri de kapitokrasiye dönüştürmüştür. Avrupa kıtasında on dokuzuncu yüzyılın siyasal gelişmeleri, birbiri ardı sıra belirli insiyatifleri öne çıkarırken, kapitalist sistemin gelişmelerine paralel bir düzeyde bazı sosyalist oluşumlar da göze çarpmaktadır. Kapitalist sistemin adamları sermaye birikiminin yeni bir sisteme bağlanmasını gündeme getirirken, ülke rejimlerinin de giderek çöküşe gitmesini sağlayan iş çevreleri patronlar üzerinden bir sermaye egemenliğini gerçekleştirerek bugünün kapitokrasi adı verilen sermaye egemenliği aşamasına geçişi hızlandırmışlardır. Avrupa’da fabrikalar düzenine geçilmesiyle birlikte artan çalışan kitleler, hem işçi sınıfı olarak hem de halk grupları olarak ülkelerin siyasal yönetimlerinde söz sahibi olmak ve pay almak üzere harekete geçmişler ve bu doğrultuda siyasal gelişmeler tırmanarak devam etmiştir. Sosyalist ve komünist partiler batı ülkelerinde birbiri ardı sıra kurulurken, çok ciddi teorik tartışmalar ve siyasal çekişmeler on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sının büyük ülkelerinin siyasal gündemlerini belirlemiştir. Avrupa kıtası böylesine siyasal çalkantılar ile sarsılırken, uzun süren bir savaş dönemi sonrasında Fransa’daki devlet düzeni çökmüş ve 1871 yılında bu ülkenin başkenti Paris’te bir komün yönetimi kurulmuştur. Paris komünü, Karl Marks’ın görüşlerine paralel doğrultuda kapitalist sistemin çöküşü ile birlikte gündeme gelmiş ve Avrupa’nın tam ortasında, bir yılı aşkın bir süre komünist yönetim devam etmiştir. Daha sonraları diğer kapitalist ülkelerin yardımları ve burjuva sınıflarının seferber olması üzerine, Marsilya üzerinden oluşturulan bir ulusal hareket ile, Paris komünü yönetimine son verilerek yeniden, Fransız devriminin geliştirmiş olduğu ulus devlet düzenine dönülmüş ve burjuvazi, böylece işçi sınıfına karşı uluslar arası dayanışma düzenine girerek, kapitalizmi her türlü komünist ya da sosyalist girişime karşı korumaya çaba göstermiştir. Bir yıllık Paris komünü yönetimi burjuvazi açısından çok öğretici olmuş ve bir daha hiçbir kapitalist ülkede böylesine komünist ya da sosyalist bir yönetimin oluşumuna izin verilmemesi konusunda uluslararası alanda ciddi bir burjuvazi dayanışması sağlanmıştır. Paris komün yönetiminin kurulduğu yıl, bu oluşumdan önemli dersler çıkarılmış ve bunun üzerine gelecekteki dünya düzenini yakından etkileyecek iki olay aynı yıl içerisinde gerçekleşmiştir. Önce Fransa’yı yenerek Avrupa’nın merkezinde yeni bir güç merkezi olarak Alman devleti ortaya çıkmış ve bütün Cermen topluluklarını bir araya getirerek Alman Birliği’nin oluşturulması doğrultusunda Prusya devleti kurulmuştur. Atlantik merkezli sömürgecilik düzeni Batı Avrupa üzerinden geliştirilirken, geride kalan Almanya ve İtalya birliklerini gecikerek kurduktan sonra diğer emperyal devletler ile rekabete kalkışmışlar ama sömürgecilikte geç kaldıkları için istedikleri gibi uluslararası alanda etkili olamamışlardır. Akdeniz ve Afrika’da kendine sömürge alanı arayan orta Avrupa ülkeleri, bu girişimlerinde başarılı olamayınca, Avrupa kıtası içinde gerginlik kaynağı olmuşlar ve batı Avrupa ülkeleri ile sürekli bir çekişmeyi tırmandırmışlardır. Avrupa kıtası Birinci Dünya Savaşına doğru yol alırken, Paris komünü olgusu Amerika’da başka türlü değerlendirilmiş ve bu olay üzerine kapitalizmin yeni büyük ülkesi Amerika’nın Chicago kentinde, on büyük sanayici bir araya gelerek, toplantı yaptıkları yuvarlak masanın etrafında uluslararası bir dayanışma oluşturduklarını bütün dünyaya ilan ederek, bu doğrultuda “Yuvarlak Masa “ adı ile ilk dünya devletini kurmuşlardır. Yuvarlak masa çevresinde bir araya gelen büyük patronlar, kapitalizmin önemli merkezlerinden Paris kentinde kendilerine karşı oluşturulan komünist yönetime karşı birleşmişler ve bir daha böyle bir durum ile karşı karşıya kalmamak üzere geleceğe dönük kapitalist bir dünya devletinin ilk çekirdeğini ortaya çıkarmışlardır. Atlantik ülkelerine karşı bir orta Avrupa insiyatifi olarak Alman birliğinin sağlanması, İngilizlerin ortağı Amerikalıları da telaşa düşürmüş ve bunun sonucunda da on büyük sanayici bir araya gelerek, dünya devletine giden yolda Yuvarlak Masa örgütünü bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Uluslararası düzeni oluşturan İngiliz İmparatorluğunun daha sonraki aşamada Amerika Birleşik devletleri ile birlikte, yeni bir dünya devleti düzeni ne yönelmesinde Yuvarlak Masa örgütü etkili olmuştur. Böylece kapitalist dünya içinde komünizmin önü kesilirken, orta Avrupa ülkelerinin Atlantik ülkelerine rakip olmalarına da izin verilmemiştir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde, Atlantik ülkeleri ile orta Avrupa devletleri arasındaki çekişme önce bir kavgaya dönüşmüş ve daha sonraki aşamada da Birinci Dünya Savaşı bu yüzden çıkmıştır. Dünyayı yöneten Atlantik ittifakı, İngiliz-Amerikan ortaklığında yürürken, İngiltere’nin sömürgecilik ortağı olan Fransa bir daha komünist yönetime sürüklenmemek üzere Atlantik ittifakı içerisinde yer almış, bu yüzden de Birinci Dünya savaşını Atlantik ittifakı kazanmıştır. Atlantikçiler kendilerine rakip olan Avrupa ülkelerini bir cihan savaşı üzerinden geride bırakırlarken, gelecekte küresel bir kapitalist düzenin önünü açmak üzere, bir komünist yapılanmayı Rus devrimi ile Avrasya bölgesinde gündeme getiriyorlardı. New York borsasınının arkasındaki sermaye güçleri yüz binlerce doları Troçki ile Moskova’ya göndererek kızıl ordunun kurulmasını finanse ediyorlar ve böylece Japon savaşı sonrasında çökertilen Rusya’nın eski düzene dönüşünü engelleyerek, bu ülkeye dışarıdan gönderilen Bolşevik kadrosu ile enternasyonel bir sosyalist düzeninin önünü açıyorlardı. Böylece, batılı kapitalistlerin Karl Marks’ın öngördüğü gibi bir komünist düzenin gelişmiş kapitalist ülkelerde değil ama Rusya gibi geride kalmış bir kırsal alan ülkesinde kurulmasına giden yolun önünü açıyorlardı. Karl Marks gelişmiş bir işçi sınıfının kapitalist zenginlerin diktasına son vereceğini söylerken, Amerikalı kapitalistler bir avuç Bolşevik aydının öncülüğünde işçi sınıfı olmadan bir sosyalist devrimi Rusya’da gerçekleştiriyorlardı. Burada ülke koşullarının elverişsizliğine rağmen, kırsalbir ülkede sosyalist devrimin gerçekleşmesi, tamamen uluslararası konjonktürde batılı kapitalistlerin kendi ülkelerindeki gelişmiş kapitalist düzen içerisinde, yeni bir Paris komünü macerasını önlemek amacını taşıyordu. Atlantik merkezli batı kapitalizmi Birinci dünya savaşı aşamasında, hem Avrupalı rakiplerini devre dışı bırakıyor hem de kapitalizmin dünyaya yayılmasının önünü açmak doğrultusunda Avrasya bölgesinde bir sosyalist devrimi okyanus ötesinden örgütleyerek komünizmin batılı kapitalist ülkelerde yeniden yeşermesinin önünü kesiyordu. Rusya’da işçi sınıfı olmadan yapılan sosyalist devrimin, emperyalizmin gündeme getirdiği Atlantikçi dünya devleti yapılanmasının bir organizasyonu olduğu, aradan geçen uzun zaman dilimi sonrasındaki gelişmeler sayesinde aydınlığa kavuşmuştur. Normal koşullarda Paris komünün sonrasında, Marksizme göre en gelişmiş kapitalist ülkeler olan İngiltere, Almanya ve Fransa’da gelişmiş işçi sınıfının devrim yapması gerekirken, hiç gelişmiş sanayi düzeni ve işçi sınıfının bulunmadığı bir kırsal ülkede sosyalist devrimin dışarıdan gelen bir avuç aydının önderliğinde yapılması, ancak uluslar arası bir gücün, daha önce hazırlanmış bir senaryo doğrultusunda uzaktan kumandalı bir manüplasyona kalkışması ile açıklanabilmektedir. Onbeşinci yüzyıl sonrasında batılı emperyalist ülkelerin bütün dünya kıtalarını ve kara parçalarını ele geçirerek buraları sömürgeleştirmesi nasıl dışarıdan gündeme getirilen bir siyasal gelişme ise, beş yüz yıl sonra dünya devleti konumuna gelen batı kapitalizminin küresel bir yaygınlaşma açılımı araması sırasında, tam aksi çizgideki sosyalist devrim böylesine bir arayışın sonucu olarak tarih sahnesinde gün yüzüne çıkmıştır. Kapitalist sisteme bütünüyle karşı bir çizgide öne çıkması beklenen bir sosyalist devrim ve bunun sonucundaki komünist yapılanma, görünen durumun aksine dünya devleti yapılanması olarak öne çıkan Yuvarlak Masa örgütü ve buna bağlı olarak bir evrensel kapitalist insiyatif ortaya koyan New York borsası tarafından finanse edilerek desteklenmiştir. Böylesine bir süreç içerisinde batı kapitalizmi küresel bir açılımı geleceğe dönük olarak uygulama alanına sokarken, anti kapitalizm olarak görünen sosyalist düzeni, gerçekte tamamen tersi bir doğrultuda bir pre-kapitalizm olarak öne sürmüştür. Sovyet devrimi sonrasında azgelişmiş ülkelerde oluşturulan bütün sosyalist yapılar, bu ülkelerin toparlanmasını ve gelecekte dışa açılmaya elverişli bir altyapı kurulmasını gerçekleştirerek bugünün küreselleşmesinin önünü açmıştır. Sovyetler Birliği sayesinde, doğu bölgesindeki eski imparatorluklar tarih sahnesinden silinmiş, küresel sermayenin patronu olan Siyonist lobilerin öncülüğünde İsrail İslam dünyasının tam ortalarında kurulabilmiş, geçici bir dönem uygulanan sosyalist rejimler sayesinde doğu bölgesinin geri kalmış ülkeleri sosyalizm sonrası dönemde küreselleşme projesi doğrultusunda dışa açılarak uluslararası kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasının öne açılmıştır. Anti-kapitalist görünümlü sosyalizmin pre-kapitalist bir çizgide batı emperyalizmi tarafından kullanılması, Atlantik kıyılarında İngiliz-Amerikan ortaklığı ile kurulmuş olan dünya devletinin evrensel alanda güçlenmesini sağlamış, ABD’nin merkezi coğrafyaya gelmesi ile beraber kurulma şansını elde eden İsrail de Siyonist lobiler üzerinden Atlantik emperyalizminin oluşturduğu dünya devleti yapılanmasının yeni merkezi olmaya doğru yol almıştır. Birinci dünya savaşı ile Avrupa devletlerinin gücünü kıran, Sosyalist devrim ile komünist yapılanmayı Avrasya bölgesine taşıyan, ikinci dünya savaşı sonrasında merkezi bölgeye gelerek yerleşen dünya devleti yapılanması, soğuk savaş sonrasında da doğu blokunu tasfiye ederek ABD merkezli bir yeni dünya düzeni oluşumunun ardında koşmuştur. Kapitalizmin patronları komünizmi bile kendi hegemonyaları altında bir dünya imparatorluğu doğrultusunda kullanırken, kendilerinin dışında hiçbir insiyatif ile küresel egemenlik düzenini paylaşmaya yanaşmamışlardır. Hep kendilerine çalışan bir hegemonya düzeni içerisinde dünya devletlerini harita üzerinden silmeye çalışırlarken, beş kıta üzerinde yaşam mücadelesi vermekte olan halk kitlelerini, ciddi bir yoksulluk ve açlık düzensizliğine sürükleyerek yok olmaya mahkûm etmektedirler. Atlantik kıyılarında bir avuç zenginin oluşturduğu bu küresel imparatorluk yapılanması, insanlığın başına iki cihan savaşı getirdiği gibi şimdi de aynı doğrultuda bir üçüncü dünya savaşı zorlamasını tüm insanlığa dayatmaktadır. Ne var ki, uluslararası finans kapital düzeninin para babaları bu kez üçüncü bir dünya savaşı çıkartma sürecinde geç kalmış görünmektedirler. ABD merkezli bir dünya yapılanmasını uygulama alanına getirebilmek üzere karşı kutup olarak Sovyetler Birliği oluşumunu destekleyen dünya devletçileri, bir senaryo ile kurdukları doğu imparatorluğunu hiçbir savaşa meydan vermeden işbirlikçi kadrolar aracılığı ile uzaktan kumandalı bir biçimde tasfiye etmişlerdir. Sosyalist bloku ortadan kaldıranlar, ABD merkezli yenidünya düzeni yaratabilmek için çeyrek yüzyıl uğraşmalarına rağmen başarısız kalmışlar ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş için uğraşılırken, bu gibi dayatmalara tepki olarak, bir süre sonra ortaya çok kutuplu yeni bir dünya yapılanması kendiliğinden çıkmıştır. İki dünya savaşı sonrasında bir dünya barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünü kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda devre dışı bırakmaya çalışan küresel kapitalist sistem, bunun yerine Dünya Ticaret Örgütünü kurarak sonuç almaya çalışırken, kapitalist sistem üzerinden kurulacak yenidünya düzeni yapılanmasını bir türlü bütün ülkelere kabul ettirememiş ve ortaya çıkan tartışmalar sonrasında Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi binlerce kilometre karelik alanlarda milyonlarca nüfusu barındıran dört büyük dev ülke batı kapitalizmine karşı çıkmıştır. Karl Marks’a “Das Kapital “ kitabını yazdırarak yola çıkan dünyanın en büyük kapitalistleri, bu doğrultuda harita üzerinde yer alan bütün dünya demokrasilerini finans kapitalin güdümündeki bir kapitokrasiye doğru sürüklemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda epeyce bir mesafe kazanarak , küresel bir kapitalist emperyalizmin kurucusu konumuna gelmişlerdir. Dünya halkları kendi yazgılarına egemen olma çizgisinde var olan demokrasilerde hak ve özgürlük mücadelesi verirlerken , küresel emperyalizmin ortaya çıkardığı etnik ve dinsel kavgalar yüzünden, istedikleri ileri demokrasi düzenine erişememişler ama iç kavgalar yüzünden patronların demokrasileri kapitokrasiye dönüştürmesini izlemişlerdir. Küreselleşme akımı sonrasında kapitalizm tekelci şirketler aracılığı ile bütün dünya ülkelerine yayılırken batı şirketlerinin ekonomik alanda etkinlikleri fazlasıyla artmış, yeni demokrasi projeleri ile emperyalist doğrultuda var olan devlet düzenleri tasfiye edilirken küresel şirketler dünyanın her bölgesine girerek, doğal kaynaklara ve var olan zenginliklere el koymuşlardır. Dün silah zoru ile alamadıkları bölgeleri, bugün gelinen noktada döviz üzerinden para gücü ile almaya başlamışlar ve böylece kapitalin hegemonyası batının dışında kalan diğer bölgelerde de kurulmuştur. Böylesine bir süreç içerisinde devletler kendi ekonomilerini kontrol etme olanaklarından yoksun bırakılırken, devletsizlik ortamına mahkûm edilen dünya halkları da, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Nüfusun büyük çoğunluğu yoksulluğa sürüklenirken, finans kapitalin eski patronları zenginliklerine yeni lerini ekleme şansını elde etmişler ve destekledikleri küreselleşme politikaları ile yüzde bir toplumu denilen büyük bir çarpıklığa, dünya halklarını mahkum etmeye yönelmişlerdir. Büyük zenginlerin temsil ettiği yüzde birlik kapitalist nüfus , küreselleşme girişimleri sayesinde aşırı bir biçimde zenginleşirken, halkın yüzde doksan dokuzluk çok büyük kısmı açlık sınırında bir yoksulluğa mahkum edilmiştir. İşte yüzde birlik aşırı zengin kesimin tekelci çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerinin yönlendirilmeye çalışılması ile birlikte , demokrasilerin kısa zamanda kapitokrasiye dönüştüğü görülmüştür. Din ve imanın geride bırakıldığı, yolsuzluk ve hırsızlığın hızla tırmanışa geçtiği, ahlak ve hukukun artık eskisi gibi bir toplum düzeni oluşturamadığı yeni dönemde, para bütün kilitleri açan anahtar olarak, demokratik rejimlerin sermaye düzenlerine dönüşümünü ortaya çıkarmıştır. Açlığa mahkum edilen halk kitlelerinin egemenliğinin artık eskisi gibi demokratik rejimlerde geçerli olamadığı yeni aşamada , halk egemenliğinin yerini patronların egemenliğinin aldığı ve bu doğrultuda bir sermaye egemenliği düzeninin kapitokrasi görünümünde gündeme getirildiği görülmüştür . Kapitalizmin küresel bir imparatorluk doğrultusunda bütün dünyaya yayılması hedeflenirken, batı ülkelerinde yüzde birlik bir aşırı zengin kesimin ortaya çıkmasıyla birlikte, kapitalist sistem büyük bir bunalıma sürüklenmiştir. Küresel sermaye ve şirketlerinin Dünya ticaret Örgütü üzerinden bütün dünyaya dayattığı ekonomik açılımlar ile, Dünya bankası ve Uluslar arası Para Fonu gibi evrensel ekonomik kuruluşlar aracılığı ile ülkeleri kurtarmak üzere hazırlanan ekonomik reçetelerin tamamen tersi sonuçlar ortaya çıkarması ve bu süreçte batı emperyalizmine kendini kaptıran ülkelerin hızlı bir çöküş ve dağılma noktasına gelmesiyle birlikte, batı ülkeleri kapitalist düzende yeni yapılanmaların arayışı içerisine girmişlerdir. Sistemin üretmiş olduğu zenginliğin giderek ulusal gelirden çok fazla bir noktaya gelmesi üzerine, küresel kapitalizm iflas etme aşamasına gelmiştir. Küresel politikaların zenginliği aşırı bir çizgide pompalaması ve küçük bir azınlığın elinde büyük zenginliklerin birikmesi üzerine, bütün ülkelerde gelir dağılımı dengeleri bozulmuş ve küreselleşme çok büyük bir ölçüde gelir uçurumu ortaya çıkarmıştır. Ekonomik zenginliği küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması ile dünya halkları aç ve açıkta kalmaya mahkûm edilmiş ve bunun üzerine küresel emperyalizme karşı çok büyük bir muhalefet yeryüzü kıtalarında gelişmeye başlamıştır. İlerleyen zaman dilimleri içerisinde ortaya çıkan servet birikimlerinin büyük oranlarda şişkinleşmesiyle birlikte miras yolu ile servetin aile içinde yeni kuşaklara aktarılması aşırı derecede zenginlik birikiminin gene belirli ellerde toplanmasına yol açmıştır. Bankacılık düzeni üzerinden oluşturulan finans sistemi sayesinde, paradan para kazanma yolu açılmış ve geçmişten miras oylu ile elde edilen kazançlar zaman içerisinde aşırı birikimlere yol açarak, hiçbir yatırım ya da üretim yapmadan para kazanma yolu ile finans kapitalin genişlemesi sağlanmıştır. Paradan para kazanma yolu ile demokrasilerin kapitokrasiye dönüşmesinin önü açılmıştır. Durduk yerde çoğalan para miktarı ile ülke ve toplum için hiçbir anlam ifade etmeyen büyük zenginlikler gündeme gelmiştir. Ulus devletlerin sınırlarının küresel emperyalizm tarafından görmezden gelinmesiyle birlikte sınır ötesi sermaye harekâtı hız kazanmış ve ulusal ekonomilerin çöküşüne giden yol açılmıştır. Devlet gücünün zayıflaması üzerine servetten vergi alabilecek iktidar işbaşına gelememiş, zenginlerin desteği ile iktidara gelen sermayeci sağ iktidarlar ise, zengin kesimlerin çıkarları doğrultusunda çalışarak halk kitlelerine hiçbir şey vermemişlerdir. Servet sahiplerinden varlık vergisi alamayan iktidar partileri, ülkelerinin küresel emperyalizm karşısında sömürgeleşmesini önleyememişler ve bu nedenle de sermaye egemenliği halk egemenliğinin yerini almıştır. Para güçleriyle egemen konuma gelen aşırı zenginler sınıfı kendi çıkar düzenlerini korumak ve sahip oldukları zenginlikleri halk kitleleri ile paylaşmamak üzere siyasal partiler üzerinde baskı düzenleri kurmakta ve bu doğrultuda kendi içinden çıkardığı temsilciler aracılığı ile siyasal iktidarların halk kitlelerinin değil ama çıkar çevrelerinin sermaye egemenliği doğrultusunda çalışmasını yönlendirmektedir. Bir avuç azınlığın dış desteklerle geliştirdiği baskı düzenlerine siyasal iktidarlar kolay yoldan teslim olunca, siyasal rejimlerin demokrasi olmaktan çıkarak kapitokrasiye dönüşmesini hiç kimse engelleyememektedir. Kendi egemenliğini devletin içen oturtan sermaye kesimleri, paradan para kazanırken, yatırım ve üretimden yoksun kalan halk kitlelerinin açlığa mahkûmiyeti beraberinde gündeme gelmektedir. Ülkelerin ekonomik büyüme oranları gerilerken, sermayenin büyümesi hızla artmıştır. Ülkelerin ekonomik büyümeden küçülmeye geçmesi aşamasında sermaye gelirlerinin aşırı büyümesi büyük oranda haksızlıklara ve adaletsizliklere yol açmaktadır. Böylesine bir çelişki batının bazı kapitalist çevrelerinde ciddi rahatsızlıklar yaratmış ve bu doğrultuda kapitalizmi kapitalizmin çıkmazlarından kurtarmak üzere, yeni bir ekonomik reform programı hazırlanmaya çalışılmıştır. Dünya nüfusunun yüzde biri, günümüzde sermaye egemenliğini yüzde doksan dokuzun içinde yer aldığı yoksul halk kitlelerine dayatmaktadır. Servet sahipleri ile halk kitleleri arasındaki büyük ekonomik uçurum, bu nedenle artmakta ve bu yüzden de zengin kesimler gücü ellerinde tutmak üzere hem terörü hem de savaşı halk kitlelerine karşı bir silah olarak kullanmaktadırlar. Para babaları ellerinde topladıkları zenginler ile kendi hegemonyalarını eskisi gibi sürdürmeye çalışırlarken, sermaye egemenliğini kapitokrasi görünümünde yeni bir rejim olarak cumhuriyet devletlerine karşı dayatmaktadırlar. Beş yüz yıl önce emperyalizm ve sömürgecilik için yola çıkanlar, çıkar düzenlerini pekiştirmek üzere “Das Kapital “ isimli kitabı iki asır önce Karl Marks’a yazdırabilmişlerdir. Bu gibi bir manevrayı yapabilen finans kapital patronları, kendi çıkar düzenlerine süreklilik kazandırmak üzere demokrasi yerine kapitokrasiyi tercih eder bir konuma gelmişlerdir. Kapitokrasilerde para babaları servet vergilendirmesine karşı çıkarak, aşırı düzeyde gelir dağılımı bozukluğunun devam etmesini sağlamaya çalışmakta ve bu doğrultuda sermayeci iktidarların işbaşına gelmesi için uğraşmaktadırlar. Merkez sağ ve soldaki partiler bu çıkmazdan kurtulamayarak battıkları için, yeni dönemde dinci partilere benzeri bir misyon yüklenerek demokrasilerin kapitokrasileşmesi süreci devam ettirilmek istenmektedir. Ulusal ekonomileri toptan yok etmeye kararlı bir küresel kapitalizm, önüne çıkan engelleri aşma doğrultusunda, sosyalizmi gerekirse çeşitli yönlerden bir koz olarak kullanmaya kararlı görünmektedir. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra liberal bir çizgiye kaymış olan sosyal demokrasilerin neoliberalizmi yerleştirmek amacıyla kullanılması girişimleri de, bu durumu doğrulamaktadır. Evrensel düzeyde yer değiştiren küresel sermayenin her ülke değiştirme aşamasında devletler tarafından vergilendirilmesi, servet vergileriyle birlikte uygulama alanına getirilirse, o zaman gelir dağılımı uçurumu bir noktada düzeltilebilecektir. Demokrasilerin yeniden gerçek anlamda halk egemenliği rejimlerine dönüşebilmesi için, öncelikle gelir dağılımı uçurumunun ortadan kaldırılması ve herkese insanlık onuruna uygun bir yaşam düzeni sağlanması zorunludur. Ancak bu yoldan demokrasilerin kapitokrasiye dönüşmeleri önlenebilecektir.