İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ İLİTAM PROGRAMI 3.SINIF 1. DÖNEM SİSTEMATİK KELAM DERSİ ÖZETLERİ Kelâm Kelimesinin Sözlük Anlamı Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de geçen kelâmullah tabiri, “Allah’ın sözü” anlamına gelir. Kur’ân’a, “Kelâmullah” isminin verilmesinin sebebi de budur. Kelâm kelimesi sözlükte, “söz, konuşma, kelime ve delil” anlamlarında kullanılır Farâbî’nin Tanımı Kelâm sanatı, insanın kendisiyle din koyucunun açıkladığı belirli görüş ve fiillere yardım etmeye ve bunlara muhalefet edenleri yenmeye muktedir kılan bir ilimdir. Gazâlî’nin Tanımı Kelâm ilminin gayesi, Ehl-i Sünnet akîdesini muhafaza etmek ve onları bid’at ehlinin bozmasından korumaktır. Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin Tanımı Kelâm, Allah’ın zâtından ve sıfatlarından, mebde’ ve meâd (başlangıç ve sonuç/yaratılış ve âhiret) itibariyle mümkinâtın (yaratılmışların) durumlarından —İslâm kanunu üzere— bahseden bir ilimdir. Bu Tanımın Tahlili Kelam İlmi, konusuna göre tanımlanmıştır. Usûl-u selâse (ulûhiyyet-nübüvvet-âhiret) dikkate alınmıştır. “İslâm kanunu üzere” kaydı getirilmiştir Ömer Nasuhi Bilmen’in Tanımı Yüce Allah’ın zât ve sıfatlarından, nübüvvet ve risâlete ait meselelerden, başlangıç ve sonuç itibariyle mükevvenâtın hallerinden —İslâm kanunu üzere— bahseden bir ilimdir. Kelâm İlminin Konusu Temel Problemlere Göre: • Ulûhiyyet (İlâhiyyât) • Nübüvvet • Âhiret Dönemlere Göre: • Mutekaddimûn Dönemi: Varlık. • Müteahhirûn Dönemi: Bilgi. Kelâm İlminin Amacı/Faydası • İmân esaslarını farklı şekillerde ispatlamak. • Doğru yolu arayanlara kesin deliller getirerek doğru yolu göstermek. • Dinin temel esaslarına bâtıl ehlinin yönelttiği itirazları çürütmek. • Diğer dinî ilimler için temel oluşturmak. • İman eden kimsenin itikadının kuvvetli olmasını sağlamak. • Bâtıl inanç ve hurafeleri açıklayarak müminlerin bunlara karşı uyanık olmalarını sağlamak Kelâm ve Diğer İslâmî İlimler • Tefsir: Müfessir, Kur’an’ı yorumlamaya çalışırken elbette ki kelâm ilminin ortaya koyduğu temel ilkelerden hareket eder. • Fıkıh: Kelam, dinin inançla ilgili boyutunu temsil eder; Fıkıh ise dinin amelî yönüyle ilgilenir. • Felsefe: Kelam ilminin ilgilendiği konularla farklı yöntemlerle de olsa felsefe de ilgilendiği için Kelâm ile Felsefe arasında bir ilişkiden söz edilebilir. Kelâm İlmi İçin Kullanılan İsimler İlmu’l-Akâid (Akâid İlmi) • Akâid, “gönülden bağlanılan ve kesin bir şekilde inanılan” anlamlarına gelen “akîde” kelimesinin çoğuludur. • İslam dininde inanılması zorunlu olan imân esasları dinin temel kuralları olduğu için imân esaslarından bahseden bu ilme “akâid ilmi” ismi verilmiştir. • Tahavi: el-Akîdetu’t-Tahaviyye, • Nesefî: Akîdetu’n-Nesefiyye, • İbn Teymiyye: el-Akîdetu’l-Vâsıtiyye el-Fıkhu’l-Ekber Ebû Hanife şöyle der: “Dinî esaslarda fıkıh, hükümlerin ayrıntılarındaki fıkıhtan daha üstündür. Fıkıh, kişinin itikâdî ve amelî hususlardan bilmesi câiz ve vâcip olan şeyleri bilmesidir. Bunlardan itikâdlarla ilgili olanlar fıkhu’l-ekberdir. Amel ile ilgili olanlar fıkıhtır.” İlmu’t-Tevhîd (Tevhîd İlmi) Tevhîd (Vahdâniyyet), ilâhî sıfatlardan yalnızca biri olmasına rağmen İslam’ın özü tevhîd olarak ifade edilmiştir. Çünkü dinin temeli Allah’ı eşiz, tek ve bir olarak kabul etmekten başlamaktadır. Bunun için de İslâm dininin ana şiarı tevhîd ilkesidir. Dolayısıyla tevhîd ismi, İslam’ın inanç esaslarının tamamının amacını kapsayan bir ifade olarak kullanılmıştır. İlmu’t-Tevhid ve’s-Sıfât (Tevhîd ve Sıfatlar İlmi) İslam’ın inanç konularıyla ilgili farklı yorumların ve tartışmaların ortaya çıkmasıyla b irlikte teşbih, tecsim ve aşırı tenzih olarak ifadelendirebileceğimiz bazı temel yaklaşımlar da beraberinde gelmiştir. İlahi sıfatlar konusunda ispat, ta’til ve tevil konularında İslam kelamcıları arasında bazı görüş ayrılıkları olmuştur. İlmu Usuli’d-Dîn (Usûlu’d-Dîn İlmi) İslam’ın inanç esaslarından bahseden Kelam ilminin bu isimle anılmasının sebebi, bu ilmin dinin temelini ve usulünü oluşturmasıdır. Çünkü Allah’ın varlığına ve birliğine, peygamberliğe ve öldükten sonra dirilmeye imân etmeden İslam’ın fıkhî ve ahlakî ilkelerinin bir anlamı kalmaz. Bundan dolayı da İslam dininin inanç esaslarıyla ilgili hükümlere ahkâm-ı asliye ve bu ahkâm-ı asliyeden bahseden ilme de “usûlu’d-din” denilmiştir. İlmu’n-Nazar ve’l-İstidlâl Kelam ilmi, kelami konuların açıklanıp yorumlanmasında akıl ve istidlali yöntem olarak kullanır. Bunun için de kelam konusunda yazılmış eserlerin giriş kısımlarında ön bilgi olarak bilgi elde etme yolları ve bilginin kaynağı hususları ele alınır. Ayrıca kelam konuları içinde yer alan ilahiyat bahislerinde nazara (düşünce) ve istidlâle (akıl yürütme) önemli bir yer verilir. Kelâm İsminin Veriliş Nedeni “Allah’ın kelâm”ı meselesi, Bu ilmin münazaralarda dayandığı temel sadece kelâm (söz) olduğu için, Felsefede “Mantık”a benzediği için, el-Kelâm fî … (bu konudaki kelâm) ifadeleri konulduğu için, Delillerin kuvvetinden dolayı, “işte kelâm dediğin budur” denecek şekilde nihai kelâm olduğu için, Bu ilmin erbâbı, selefin sustuğu hususlarda “kelâm ettiği” (konuştuğu) için, “Kelm” kökünden türemiş olduğu için. ÜNİTE 2 A-KELAM İLMİNİN TEŞEKKÜL ÖNCESİ DÖNEMİ Kur’ân-ı Kerim: Yeni Bir Zihniyet İnşası Hz. Peygamber: Dinî Sorulara ve Sorunlara Yerinde Çözüm Farklı Yorumları Doğuran Bazı Olaylar Kelâm’da Yorum Farklılıklarının Ortaya Çıkış Sebepleri Kur’an-ı Kerim: Yeni Bir Zihniyet İnşası --Kur’an-ı Kerim, yeni bir zihniyet inşa etmek için insanlığı içinde bulunduğu durumdan kurtulmaya davet eden evrensel bir çağrıdır. --Kur’an-ı Kerim’in yeni bir zihniyet inşası için öngördüğü temel ilkelerin başında kuşkusuz tevhid inancı gelir. --Kur’an’ın nazil olduğu dönemde insanları şirke sevk eden değişik inanma biçimleri vardı. Başta Mecusiler olmak üzere Hintliler ve bazı Hıristiyan gruplar birden fazla tanrının olduğuna inanmışlar ve onların bu inancı da Arabistan yarımadasına farklı şekillerde yansımıştı. --Kur’an, gerek korku gerekse başka sebeplerden ötürü çok tanrılı inanç biçimine son verilmesini istemiştir: —“Allah, şöyle dedi: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek ilâhtır. O hâlde, yalnız Benden korkun. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İtaat de daima O’na olmalıdır. Öyle iken siz Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” (Nahl, 51–52.) --Kur’an’ın ısrarla kınama konusu yaptığı ve tevhid inancını zedeleyen diğer bir husus da bazı şahsiyetlere ve şeylere gösterilen aşırı saygı ve sevgidir. Özellikle Hıristiyan çevrelerinde tanrısal bir özellik atfedilen Hz. İsa’nın bir kul ve peygamber olduğu vurgusu yapılır: — “Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler, kesinlikle kâfir oldular. De ki: “Şâyet Allah, Meryem oğlu Mesih’i, onun anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek istese, Allah’a karşı kim ne yapabilir? Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin hükümranlığı Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Maide:17) B- HZ. PEYGAMBER: DİNÎ SORULARA VE SORUNLARA YERİNDE ÇÖZÜM • Hz. Peygamber döneminde bugünkü ilimler mevcut değildi. • Hz. Peygamber, dinin inanç ilklerini vahyedildiği gibi tebliğ ediyordu. • Hz. Peygamber’e ibadetlerle ilgili çeşitli sorular sorulduğu halde, imân esasları ile ilgili sorular sorulmamıştır. • Hz. Peygamber, genel olarak dini konularda tartışma yapmayı ve cedelleşmeyi pek hoş görmemiştir. • Fakat dinin inanç esaslarıyla ilgili bazı konularda lüzum görüldüğü zaman muhataplarını ikna etmek için tartışmayı bir yöntem olarak kullanmıştır. Mesela Necran’dan gelen bir grup Hıristiyan’ın Hz. İsa’nın mahiyeti üzerine sordukları sorularla Hz. Peygamberi zor durumda bırakmak istediklerinde onlarla tartışmıştır. C. FARKLI YORUMLARI DOĞURAN BAZI OLAYLAR Kırtas Hadisesi Üsame b. Zeyd Ordusu Hilafet Tartışmaları Hz. Peygamberin Mirası Meselesi Zekât Vermeyenler Meselesi Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi Cemel ve Sıffin Olayları (Hakem Meselesi) Kırtas Hadisesi — İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber hastalığı esnasında yanında bulunan ashabına; “Bana bir kalem ve bir kâğıt getirin; size bir yazı yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyiniz.” (Buharî, İlim 39; Müslim, Vasiyye 20–23) buyurmuştur. Üsame b. Zeyd Ordusu — Hz. Peygamber, Doğu Roma ile savaşacak bir ordu hazırlattı. Bu ordunun başına Üsâme b. Zeyd’i getirdi Fakat Üsâme, üzücü haberi duyunca Medine’ye geldi ve sancağı Hz. Peygamber’in kapısının önüne dikti. Hz. Ebû Bekr halife olmuştu. Hemen Üsâme komutasındaki orduyu yola çıkardı. Üsâme’nin genç ve tecrübesiz olduğu, daha yaşlı birinin komutan tayin edilmesi, hatta durumun ciddiyeti dolayısıyla bu ordunun gönderilmemesi yönünde itirazlar vardı. Hilafet Tartışmaları — Hz. Peygamber’in hemen vefatından sonra, Ensâr ile Muhâcir arasında hilâfet konusunda tartışma olmuştur. Ensâr, Benû Saide Sakifesi’nde toplanarak, Hz. Pegamber’in yerine kimin geçeceğini tartışıyorlardı. Sa’d b. Ubâde’nin halife olmasına karar vermişlerdi. Bunu haber alan Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer, Benû Saide Sakifesi’ne giderek duruma müdahale ettiler. Hz. Peygamberin Mirası Meselesi Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma, Halife Ebû Bekr’den babasından kalan mirasın kendisine verilmesini istemişti. Hz. Ebû Bekr bu talebi Hz. Peygamber’in “Biz peygamberler topluluğuna varis olunmaz; geriye bıraktıklarımız sadakadır” buyurduğunu naklederek reddetti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma halifeye itirazda bulunmuşsa da halife görüşünde direndi. Zekât Vermeyenler Meselesi — Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra bazı kabileler merkezi otoriteye isyan ettiler. Böylece İslâm’dan dönenler (mürtedler) iki grupta toplanıyordu: 1) Zekât vermek istemeyenler 2) Sahte peygamberler ve onların peşinden gidenler. Hz. Osman’ın Şehit Edilmesi — Hz. Osman, Hz. Peygamber’in ashabı arasında bulunuyordu; dindar ve iyi bir insandı. Halife olduğu sıralarda yaşlanmıştı. Onun bu özellikleri bazı hırslı akrabaları için iyi bir fırsattı. Bu akrabaların bazı sert ve aşırı davranışları, Müslümanlar arasında birtakım memnuniyetsizliklere yol açıyordu. Cemel ve Sıffin Savaşı (Hakem Meselesi) — Cemel Savaşı’nda Talha, Zübeyr ve Aişe’yi saf dışı bırakan Ali, Muâviye’ye karşı bir ordu hazırladı. Cemel olayına kadar Hz. Ali’den sadece Osman’ın katillerini isteyen Muâviye, bu olaydan sonra Hz. Ali’nin hilafetten çekilmesini de istemeye başlamıştır. Sonuçta iki ordu Sıffîn’de karşı karşıya gelir. D. KELAMDA YORUM FARKLILIKLARININ ORTAYA ÇIKIŞ SEBEPLERİ İnsan Unsuru ve Toplumsal Yapı Siyasî Sebepler Diğer Kültür ve Medeniyetlerle Karşılaşma Dinî Nasslardan Kaynaklanan Sebepler İnsan Unsuru ve Toplumsal Yapı İnsanların içinde yaşadıkları toplumun özelliklerinden etkilenmesi ve bu doğrultuda tavır ve tutum geliştirmesi inkâr edilemez. Siyasî Sebepler — İslam toplumunun erken dönemlerinden itibaren ortaya çıkan siyasi ve sosyal olaylar kelâmî ekollerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. — Sıffîn: Şia, Haricilik, Mürcie, Mutezile Diğer Kültür ve Medeniyetlerle Karşılaşma Fetih hareketleriyle birlikte o dönemin iki süper gücü olan Bizans ve Sasani imparatorluğunun etki ve nüfuz alanında bulunan dinler, kültürler ve medeniyetlerin büyük bir kısmı Müslümanların hâkimiyet alanı içine girmiştir. Dinî Nasslardan Kaynaklanan Sebepler — “Kitab’ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (ki) onlar Kitab’ın anasıdır. Diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun te’vilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde ileri gidenler: “Ona inandık, hepsi Rabb’imiz katındandır” derler.” (Âl-i İmrân:7) III.ÜNİTE KELAM İLMİNİN TEŞEKKÜLÜ VE GEÇİRİDİĞİ DÖNEMLER KELAM İLMİNİN EKOLLEŞME DÖNEMİ MÜTEKADDİMÛN DÖNEMİ: KELAM İLE FELSEFENİN TANIŞMASI MÜTEAHHİRÛN DÖNEMİ: KELAM İLE FELSEFENİN KAYNAŞMASI YENİ İLMİ KELAM DÖNEMİ KELAM İLMİNİN EKOLLEŞME DÖNEMİ -Kelam ilmi, müslümanların kendi iç bünyelerinden kaynaklanan ihtiyaçlardan ortaya çıkmıştır. -Kelam ilminin ortaya çıkışını ve tedvin edilmesini yalnızca bazı dış sebeplere bağlamak doğru değildir Büyük günah Kader İlahi sıfatlar Fetih hareketleri Suriye, Mısır, Irak, İran Maveraunnehir-İspanya Karşı karşıya gelinen dinler: Hristiyanlık Yahudilik Mecusilik Sabiîlik Zerdüştlük Oluşum döneminde ortaya çıkan Kelâm ekolleri: Haricîlik Şîa Mürcie Mutezile Mutezile: Kelâm ilminin sistematik bir şekilde ortaya çıkmasında en büyük pay Mu’tezile’ye aittir. Vâsıl b. Atâ (Hasan-ı Basrî’nin meclisinden ayrıldı) Amr b. Ubeyd Ehl-i Sünnet Kelâmının öncüleri: Mutezile'nin ekolleşmesinden yaklaşık bir asır sonra Ehl-i Sünnet kelamcıları olarak anılacak olan bazı âlimler, imân esaslarını aklî yöntemler kullanarak açıklamışlardır. İbn Küllâb el-Basrî Hâris el-Muhasibî Ebu’l-Abbas el-Kalanisî Ehl-i Sünnet Kelâmının kurulması: Hicrî 4. yüzyılın başları: Basra-Bağdat: Ebu’l-Hasan el-Eş’arî Mâverâunnehir: Ebû Mansûr el-Mâturîdî MÜTEKADDİMİN DÖNEMİ: KELAM İLE FELSEFENİN TANIŞMASI Fethedilen yerlerde Felsefe’nin iyi bilinmesi İslâm’a karşı Felsefe’yi kullanmaları Felsefî eserlerin Arapça’ya tercüme edilmesi Felsefe’nin tercüme edilmesiyle; a) Bazı Müslüman âlimler, bu felsefi akımların etkisinde kalarak sorunları sırf akılla çözmeye kalkışmış, b) Bazıları da İslam’ın inanç esaslarıyla bağdaşmayan görüş ve fikir sahipleri ile, felsefî metottan yararlanarak tartışmaya çalışmıştır. Şam, Antakya, Halep, İskenderiyye, Harran, Cundişapur: Çeşitli din ve kültürlerin bilim merkezleri Emevîler: Tıp, Kimya, Astronomi Abbasîler: Mantık ve Felsefe o Beytü’l-Hikme İslâm Felsefesi İslâm Felsefesi: Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ Mutezile’nin öncülüğündeki kelam ilminin etkili olduğu bir ortamda yetişen Kindî, Kelâm ilminin tesirinden kurtulamamıştır. Bundan dolayı da Kindî’ye Kelâm’dan Felsefe’ye geçiş döneminin temsilcisi denilmiştir. Kelamın tesirinden tamamen kurtulmuş olan İslam felsefesinin ilk temelleri Farabî ile atılmış ve ardından İbn Sina ile tekâmüle ermiştir. İslam kelamcıları ilk Aristo mantığına karşı mesafeli bir duruş sergilemişlerdir. Bunun yerine usul ilminde kullanılan rey ve içtihada dayalı metotları tercih etmişlerdir. • Ebu Bekir el-Bakıllânî (403/1013), kelam ilminde yeni bir çığır açmış ve “in’ikası edille” (yani bir meseleyi ispat etmek için kullanılan delilin çürütülmesiyle birlikte o delille ispat edilen meselenin de geçersiz olacağı) şeklindeki kuralı getirmiştir. • İbn Furek (401/1010), Ebu İshak İsferayinî (418/1027) ve Abdulkahir elBağdadî (429/1037) gibi Eş’ari kelamcılar, Bâkıllânî’nin eğilimin gelişip yaygınlaşmasına katkı sağlamışlardır. • Ebu’l-Mealî el-Cüveynî (478/1085), Bakıllanî tarafından geliştirilen bu dönemin Kelam ilmini daha da geliştirerek, ilahi sıfatları akıl ile ispat etmiş, “yed, vech, ayn” gibi haberi sıfatları da te’vil ederek akla zıt olarak gördüğü nakli tevil etmiştir O, bu yönüyle te’vili Sünni kelamına sokan ilk kişi olarak kabul edilmiştir. MÜTEAHHİRİN DÖNEMİ: KELAM İLE FELSEFENİN KAYNAŞMASI Hicri V. yüzyılda Kelâm ilminde yeni bir dönem başlamıştır. Daha önce felsefeyle karşılaşan ve tanışan ancak ona karşı mesafeli duran Kelam ilmi, bu dönemle birlikte felsefe ile mezcedilme ve onunla kaynaşma yoluna gitmiştir. Daha önce kelamcılar tarafından eleştirilen ve rağbet görmeyen Aristo mantığı, el-Cüveynî tarafından ilgiye mazhar olunca Kelâm ilmi, Mantık ile kaynaşarak yeni bir dönemin zeminini hazırlanmıştır. Ebû Hâmid el-Gazzâlî I) Mantık ilmini, İslâmî ilimlere dâhil etti. “Mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” dedi. Miyâru’l-İlm Mihakku’n-Nazar II) “İn‘ikası edille” ilkesini de mantığa aykırı olduğu gerekçesiyle reddetti III) Filozofları eleştirip 3 meselede tekfîr etti: Makâsidu’l-Felâsife, Tehâfutu’l-Felâsife el-Gazzâlî’nin filozofları tekfîr ettiği 3 mesele: 1) Âlemin kıdemi 2) Haşrin cismani olmayıp ruhani olacağı 3) Allah’ın cüz’iyyâtı bilmediği Abdülkerim eş-Şehristanî (548/1153) Fahreddin er-Razî (606/1210) Seyfeddin el-Amidî (631/1233) Kadı Beydavî (685/1286) Sa’duddin et-Taftazanî (793/1390) Seyyid Şerif el-Cürcanî (816/1413) Adududdin el-İyeniden i (756/1355) Celaluddin ed-Devvanî (908/1502) Ömer en-Nesefî (537/1142 Nureddin es-Sabunî (580/1184) İbnu’l-Hümam (861/1457) Molla Fenârî YENİ İLM-İ KELÂM DÖNEMİ o Muhammed Abduh (1849–1905): Risâletu’t-Tevhîd o Seyyid Ahmed Han (1817–1898) o Şiblî Nu’manî (1857–1914): Tarih-i İlm-i Kelam o Muhammed İkbal (1876–1938): The Reconstruction of Religious Thought in Islam (İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden İhyası) o Abdullatif Harputi: Tenkîhu’l-Kelâm o İzmirli İsmail Hakkı: Yeni İlm-i Kelâm ÖRNEK SORULAR: Soru-1: Hicri IV. asrın başlarında Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Basra ve Bağdat çevrelerinde Ehl-i Sünnet kelâm ilminin kurulmasına öncülük ederken, aynı dönemde İmam Maturidî hangi bölgede Ehl-i Sünnet’in fikirlerini savunuyordu? a)Bağdat b)Basra c)Cundişapur d)Maveraunnehir e)Harran Soru-2: Aşağıdakilerden hangisi “Mütekaddimûm Dönemi” Kelâm ilminin özelliklerinden değildir? A) “İn‘ikası edille”yi kabul etmek B) Aristo mantığını kabul etmek C) Felsefi konulara fazla yer vermemek D) Varlık ve bilgi konularına yer vermek E) İmamete dair bahisleri Kelâm kitaplarının sonuna eklemek Soru-3: Mütekaddimûn döneminin en önemli ve son temsilcilerinden biri ve Gazzali’nin (505/1111) de hocası olan, Bakıllanî tarafından geliştirilen Kelâm ilmini daha da geliştirerek ilahi sıfatları akıl ile ispat eden, nakil ile bilinebilen “yed, vech, ayn” gibi haberî sıfatları te’vil ederek akla zıt olarak gördüğü nakli tevil etmiş olan ve te’vîl yöntemini Sünnî Kelâm’a sokan ilk kelâmcı kimdir? a)Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî b)Ebu’l-Hasan el-Eş’arî c)Abdülkerim eş-Şehristanî d)Seyfeddin el-Amidî e) Ebu’l-Mealî el-Cüveynî Soru-4: Aşağıdaki Kelâmcılardan hangisi Felsefe ile meczedilmiş Kelâm döneminin temsilcilerinden değildir? a)Kadı Beyzâvî b)Fahreddin er-Râzî c)Abdülkerim eş-Şehristanî d)Seyfeddin el-Amidî e)Kadı Ebû Bekr el-Bâkıllânî Soru-5: Aşağıdakilerden hangisi, Kelâm ilmi söz konusu olduğunda Molla Fenârî hakkında söylenebilir? A) İmâmet bahsini Kelâm’a dâhil etmiştir. B) “Mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” demiştir. C) Osmanlı ülkesindeki ulema kolunu Fahreddin er-Râzî’ye bağlayan Orta Asya ekolünün temsilcisidir. D) Şerhu’l-Makâsıd isimli Kelâm kitabının yazarıdır. E) Kelâm alanında metin yazmış ilk Osmanlı âlimidir. ÜNİTE 4 İLK KELAM TARTIŞMALARI BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENİN DURUMU HİLAFET - İMAMET MESELESİ KADER VEYA İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ MESELESİ İLAHÎ SIFATLAR KONUSU BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENİN DURUMU Cemel ve Sıffin savaşları: 1) Çatışan her iki taraftan birçok kişi hayatını kaybetmişti. Bu savaşların tarafları ve her iki taraftan da öldürenler ile öldürülenler müslümandı. Oysa birini öldürmek büyük bir günahtır. Çünkü Kur’an-ı Kerim haksız yer bir insanı öldürmeyi tüm insanlığı öldürmekle eş tutmuştu: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.” (Maide suresi, 32.) 2) Sıffîn savaşı=“Hakem olayı”: Haricîler: “Hüküm Allah’ındır.” Haricîler, önce hakem olayına razı olan Hz. Ali ve taraftarları ile bunların karşısında yer alan Muaviye ve taraftarlarını tekfir etmişlerdi. Bunun neticesinde doğan sistematik kelâm problemi: “imân-amel ilişkisi” Haricîlik: Büyük günah işleyen kişi mü’min değildir, cehennemliktir. Amel, imândan bir cüzdür (parçadır). Mürcie: Amel, imândan bir parça değildir; dolayısıyla büyük günah işlemek imana bir zarar vermez. Mutezile: Amel, imânın bir parçasıdır; fakat büyük günah işleyen kişi ne kâfir ne de mü’mindir. (el-Menziletu beyne’l-menzileteyn) Ehl-i Sünnet: Amel, imâna dâhil değildir; işlediği günahı helal kabul etmemek koşuluyla bir kişinin imanını devam ettirdiği sürece, o kimse mü’mindir. HİLAFET-İMAMET MESELESİ Hilafet: ? İmamet: ? Müslümanların, Hz. Peygamber’in vefatından sonra karşılaştıkları ilk sorun hilafet meselesiydi. Benû Saide Sakifesi: Ensar-Muhacir Dini-Siyasi Otorite ayrımı: Hz. Peygamber ve kendisinden sonra gelen dört halife dönemlerinde dinî olan ile siyasî olan arasında belirgin bir fark gözetilmediğinden, hem Hz. Peygamber hem de dört halife, bugün dini, siyasi ve idari olarak kategorilere ayrılan her türlü yetkiyi elinde bulunduruyordu. Hz. Ali Muaviye çekişmesi Muaviye’nin İktidarı: • Devletçi zihniyet • Kelâm ve fıkıh kitaplarında; düzen, fitne ve itaat kavramlarının aşırı bir şekilde vurgulanması • Yezid’in veliaht tayin edilmesi İmâmet Konusunun Akâidle İlgisi: Hilafet veya imamet, İslam’ın inanç esaslarıyla ilgili bir konu olmamakla birlikte, kelamın konuları arasında yer almıştır. Çünkü —Zeydiyye hariç—tüm Şiî gruplar, bu meseleyi akidevî bir konu olarak ele almışlar ve imâmeti nübüvvet kurumunun bir devamı olarak kabul etmişlerdir. Diğer kelam ekolleri de bunun itikadî bir mesele olamadığını ortaya koymak için —özellikle de Eş’ari’den sonra— bu konuyu Kelâm’a dair yazdıkları eserlerin son kısımlarında ele almışlardır. KADER VEYA İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ MESELESİ Kader, insanlık tarihi boyunca tartışma konusu olmuştur Kader, Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında konuşulmuş bir konudur. (Bâkiü’l Garkad) Kader, sahabe arasında konuşulmuştur. (Hz. Ömer-Ebû Ubeyde) Bu savaşlar bir takdir-i ilâhî miydi? (Cemel ve Sıffîn) Emeviler döneminde: Mabed el-Cühenî KADER Emeviler döneminde: Mabed el-Cühenî “Kader yoktur, iş o anda oluverir” Aslında siyasal iktidar bağlamında tartışma gündemine giren kader konusu sonraki dönemlerde kelami bir tartışma halini alarak ilahi sıfatlar bağlamında ele alınmaya başlanmıştır. İLAHÎ SIFATLAR KONUSU Kelam sıfatı ilahi sıfatlar içinde en erken dönemden itibaren Müslümanlar arasında tartışılmaya başlanan büyük günah ve kader konularıyla birlikte tartışılmıştır. İlk dönem kelam ilminin oluşumunda dile getirdiği düşüncelerle önemli bir yere sahip olan Ca’d b. Dirhem, İslam düşüncesinde Allah’ın kela2m sıfatının ve buna bağlı olarak da Kur’an’ın mahlûk olduğu düşüncesini ileri süren ilk kişi olarak bilinmektedir. Sistematik dönem kelam ekolleri içinde Cehmiyye olarak bilinen ve sıfatlar ve özellikle de Allah’ın kelam sıfatı üzerinde yoğun bir şekilde duran ekolün öncülerinden Cehm b. Safvan da onun öğrencilerindendir. İlahi sıfatlar konusunda aşırı bir şekilde tenzihi benimsemişlerdir. İlahi sıfatlar bağlamında dile getirilen tartışmaların en önemlisi ve en fazla iz bırakanı hiç şüphesiz ilahi kelamın ya da Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı meselesidir. Hicri II. asırdan itibaren başlayarak III. Asrın ortalarına kadar devam eden bu itikadi tartışma tarihe mihne olayı olarak geçmiştir. Abbasi halifelinden Me’mun, Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde Kur’an’ın mahlûk olduğu düşüncesi devletin resmi din görüşü haline getirilerek bu düşünceye karşı çıkanlara fiziki şiddete varan tepkiler gösterilmiştir. Me’mûn, Bağdat, Mısır, Şam ve Kûfe gibi İslâm şehirlerine halku’l-Kur’ân konusundaki görüşlerini ihtiva eden bir talimatnâme göndererek, buraların vâlilerini, kâdıları “halku’l-Kur’ân” konusunda imtihanla görevlendirmiştir. Me’mûn, Kur’ân mahlûktur akîdesini reddeden kâdılara kâdılık yaptırmamak ve bu akîdeye inanmayan kişilerin şahitliklerini kabul etmemekten başka bir ceza uygulamamıştı. İşi daha da ileriye götüren Abbasi devleti bu Kur’an konusunda onların düşüncelerine karşı çıkan başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere birçok kişiyi hapse attırmışlar ve işkence yapmışlardır. Cafer es-Sadık gibi âlimler, “Kur’an ne mahlûktur, ne de mahlûk değildir” denilebileceğini dolayısıyla bu konunun bu şekilde tartışılmaması gerektiğini söylemişlerdir. Ancak Ebu Hanife, Kelamullah olan Kur’an’ın bir kelam-ı nefsi olduğu için mahlûk olmadığını ama bizim telaffuzumuzun, seslerimizin ve yazılarımızın mahlûk olduğunu söylemiştir. Maturidiler ve Eş’ariler, kelamullah konusunda İbn Küllab ve çevresi tarafından dile getirilen getirilen görüşleri bazı küçük farklılıklarla kabul ederek günümüze kadar taşımışlardır. Ayrıca bu konuda Mu’tezile tarafından dile getirilen bazı görüşler de özellikle Zeydilik mezhebi tarafından benimsenerek bugüne gelmiştir. ÖRNEK SORULAR: Soru:1) Aşağıdaki ekollerden hangisi, "ameli imândan cüz sayma" noktasında hemfikirdir? A) Mürcie-Mutezile B) Mutezile-Ehl-i Sünnet C) Haricîlik-Mürcie D) Mutezile-Hâricîlik E) Mürcie-Ehl-i Sünnet Soru-2: Aşağıdakilerden hangisi, Cemel ve Sıffîn savaşları sonucunda doğmuş kelâmî bir problem değildir? A) İman-amel ilişkisi konusunda tartışmanın başlaması B) Hâricîliğin doğuşu C) Hakem olayı D) Hz. Ali, Muaviye ve taraftarlarının tekfîr edilmesi E) Halku'l-Kuran tartışmaları Soru-3: İslâm tarihinde hilâfetin saltanata dönüşmesi hangi dönemde olmuştur? A) Hulefa-i Raşidîn B) Emevîler C) Abbâsîler D) Selçuklular E) Osmanlılar Soru–4: "Kader" ile ilgili olarak aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır? A) Kader, Hz. Peygamber hayattayken Müslümanlar arasında konuşulmuş bir konudur. B) Emeviler döneminde kader konusu siyasi bir ideoloji olarak kullanılmıştır. C) "İnsanın bu dünyadaki hayatını kendi özgür iradesiyle mi yönettiği, yoksa ilahi bir irade sonucu tayin edilen bir yazgı mı olduğu" sadece İslâm'da tartışma konusu olmuştur. D) Mabed el Cüheni, “Kader yoktur, iş o anda oluverir” diyerek Emevîlerin yaptıklarını eleştirmiştir. E) Rivayetlere göre kader, Hz. Peygamber'den sonra sahabe arasında da üzerinde konuşulan bir konu olmuştur. Soru-5: İslâm tarinde “mihne” olarak bilinen ve halku’l-Kur’ân konusunda âlimlere baskı ve şiddet uygulandığı dönem aşağıdakilerden hangi halifeler zamanında olmuştur? a)Mansur-Mutasım-Vasık b)Mütevekkil-Mutasım-Vasık c)Memun-Mutasım-Vasık d)Memun-Vasık-Mütevekkil e)Mansur-Mütevekkil-Memun Ünite 5 TEŞEKKÜL DÖNEMİ KELAM EKOLLERİ HARİCÎLİK ŞİÎLİK CEBRİYYE MÜRCİE MU’TEZİLE HARİCÎLİK Haricî (çoğulu, Havâric): Harece: Çıktı, ayrıldı, göçtüm, itaat etmekten ayrılıp isyan etti. Şehristani, “İster sahabe ister daha sonraki dönemlerde olsun müslümanların geneli tarafından kabul edilmiş adaletli bir imama isyan eden herkese” Hâricî demektedir. Sıffîn Savaşı: Hakem olayı: Ebû Mûsâ el-Eş’arî—Amr b. el-Âs Lâ hukme illâ lillâh: Hüküm ancak Allah’a aittir Harûrâ (Kûfe yakınlarında) Emevîler dönemi: Hâricîler isyan halindedir. Abbâsîler dönemi: Hâricîlik zayıflamıştır. Hâricî fırkaları: El-Muhakkimetu’l-ûlâ Ezârika Necedât Sufriyye Acâride İbâdiyye [Günümüze kadar varlığını sürdürmüştür] ŞİÎLİK Şîa: Taraftar Şehristanî: “Şia, özellikle Hz. Ali’ye taraftar olanlardır. Onlar ister açık ister gizli olsun nass ve vasiyetle onun imamlık ve halifeliğini ileri sürmüşlerdir. İnançlarına göre imamlık onun oğulları dışına çıkmaz” Şiîliğe göre usûlu’d-din [temel inanç esasları] beştir: Tevhîd, nübüvvet, imâmet, adâlet ve meâd. Şiî fırkalar tarafından da kabul edilen temel görüşler: Vasiyet İsmet Ric’at Bedâ’ Takiyye CEBRİYYE Ca’d b. Dirhem Cehm b. Safvân İnsanların eliyle gerçekleşen tüm fiiller Allah tarafından yaratılmış olup insan sadece bunları işlemekle kalmaktadır. Dolayısıyla âlemde Allah’tan başkasına ait hiçbir fiil yoktur. İnsanların işlemiş olduğu filler, Allah’ın insanda yaratmış olduğu irade ve kudret aracığıyla varlık bulmaktadır. Dolayısıyla insanın bu filleri işlemek üzere sahip olduğu bağımsız bir iradesi ve gücü yoktur. Ancak fiillerin insana nispet edilmesi gerçek manada olmayıp mecazi anlamdadır. Temel kelâmî görüşleri: Allah’ı bilmek iman, O’nu bilmemek ise küfürdür. İmân, bilgi ve marifetten ibarettir. Allah’ın zati sıfatlarından başka sıfatları yoktur. Allah’ın kelâm sıfatı kadîm değildir; Kur’an mahlûktur. Allah’ın ilmi ezeli değildir. Cennet ve cehennem ebedi olmayıp geçicidir. Âhirette Allah’ı görmek mümkün değildir. Âhirette şefaat söz konusu değildir. Kabir azabı yoktur MÜRCİE Mürcie kelimesinin kökeni: R-C-E: Ertelemek, geciktirmek ve geriye bırakmak Mürcie isminin kullanılışı: Mürcie ismini ilk defa Haricî Nafi b. Ezrak büyük günah işleyenlerin durumunu Allah’ın hükmüne bırakanlar için kullanmıştır. Şia ise Hz. Ali’yi hilafet sıralamasında dördüncü sıraya yerleştir enler hakkında kullanmıştır. Haricîler, büyük günah işleyenlerin âhirette cezalandırılıp cezalandırılmayacağı konusunda bir hüküm vermedikleri için Mürcie için Şukkâk (Şüpheciler) ismini kullanmışlardır. Hadis taraftarlarına göre Mürcie, amelleri imandan sonraya bırakanların veya imanı sadece ikrardan ibaret sayanların ortak ismidir. Temel Kelamî Görüşleri: Büyük Günah Meselesi: Fâsık Va‘d ve va‘îd: Büyük günah işleyen bir kimse cehennemde ebedî olarak kalmayacaktır. İman-Amel İlişkisi: Amel, imândan bir cüz değildir. Siyasî Görüşleri: Zâlim bir yönetici de sâlih bir müslüman olabilir. [Hâricîler ile Şîa arasında denge unsuru] MUTEZİLE Sözlük: Ayrılmak, bir şeyden uzaklaşmak, bir yerden ayrılıp köşeye çekilmek Terim: Mu’tezile, İslam’ın inanç esaslarını akıl yoluyla izah etmeye çalışan, İslam düşüncesinde akla sıklıkla başvuran ve bunu savunan ekolün genel adı olarak kullanılmaktadır. Hicri I. asrın sonlarında Basra’da doğmuştur. Vasıl b. Ata arkadaşı Amr b. Ubeyd ile birlikte Mu’tezile ekolünün temel kelami düşüncelerinin sistemleştirilmesinde büyük bir rol oynamıştır. Beş temel esas Tevhîd Adâlet Va‘d ve va‘îd el-Menziletu beyne’l-menzileteyn el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker Tevhîd Allah birdir, tektir, eşi ve benzeri yoktur. O işiten ve görendir. O ne cisimdir, ne arazdır ne de cevherdir. Herhangi bir varlıkta veya mekânda yer almaz. Her türlü mekândan münezzehtir. Uzunluk, derinlik, genişlik gibi özellikler O’nun için söz konusu değildir. İnsanlar için geçerli olan özellikler ve organlar O’nun için geçerli değildir. Ayrıca ön-arka, sağ-sol, alt-üst gibi yönler de onun için söz konusu edilemez. Muayyen ve mahdut değildir. Doğmamış ve doğrulmamıştır (ne babadır ne de oğul). Hiçbir şekilde yaratılmış olanlara benzemez ve duyularla algılanamaz. Allah kadim bir varlık olup başlangıcı ve öncesi yoktur. Onun mülkünde ortağı yoktur. O tek bir ilah ve bir tek kadim olan varlıktır ve ondan başka kadim bir varlık yoktur. “Allah’ın kadim ” olması Allah’ın zatından ayrı sıfatlarının olduğunu kabul etmezler. Onlara göre zatsıfat ayrımı yoktur. Allah’ın zâtından ayrı bir kadim kelâm sıfatı yoktur. O halde Kur’an-ı Kerim ezelî ve kadîm değildir, mahlûktur. Allah’ın ahirette müminler tarafından görülmeyecektir. Yön bildiren veya el, yüz gibi anlamlara gelen ifadeler te’vîl edilir. Adâlet Ehlu’l-Adl ve’t-Tevhîd Mutezile’nin, adâlet ilkesi çerçevesinde ele aldığı hususlar: hayır ve şer aslah istitaat ve insan fiilleri Va‘d ve Va‘îd: Va‘d: İyilik yapanları mükâfatlandıracağını söyleyen Allah’ın bu sözünden asla dönmeyerek va‘d ettiği mükâfatı vermesidir. Va‘îd: Kötülük yapıp günah işleyenleri cehennemle cezalandırmakla tehdit eden Allah’ın bu tehdidini yerine getirmesidir. el-Menziletu beyne’l-Menzileteyn Vâsıl b. Atâ Büyük günah işleyen kişi işlediği günahlardan dolayı tövbe ederse iman makamına döner; tövbe etmezse de küfür makamına dâhil olur. el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker Ma’ruf: Aklın veya hem aklın hem de nassın iyi ve güzel dediği fiillerdir. Münker: Aklın veya akıl ile birlikte nassın kötü ve çirkin gördüğü şeylerdir. Mu’tezile ekolünün önemle üzerinde durduğu bu ilkenin hem siyasi hem de ahlaki bir boyutu vardır. 6.ÜNİTE VARLIK VE BİLGİ VARLIK (VUCÛD) VARLIĞIN TANIMI VARLIK HÜKÜMLERİ DELÂLET AÇISINDAN VARLIK KAVRAMI VARLIK (VUCÛD) KAVRAMININ ZIDDI: ‘ADEM VARLIK KATEGORİLERİ: CEVHER VE ARAZ VARLIK VE OLUŞ: FÂİL VE İLLET KIDEM VE HUDÛS BİLGİ (‘İLM) BİLGİ KAVRAMI KELÂMDA BİLGİ KAYNAKLARI VARLIK (VUCÛD) Vucûd: Vucûd: Olmak, var olmak. Kelam ilminde: Allah’ın zorunlu varlığı Kelamcılara göre vucûd: Allah’ın nefsî, zâtî ya da subûtî sıfatı. Aristo ****fiziğinin İslâm dünyasına girmesinden önce, kelâmcılar, vucûd yerine şey ve cisim kavramlarını kullanıyorlardı. Kelâm’a göre; Allah’a şey denilebilir; cisim denilemez. Allah’a şey ya da cisim denilip denilebilir mi? VARLIK Vucûd ve Cevher: Allah için cevher kelimesinin kullanılması uygun görülmedi. Vucûd’un ise O’nun zatî sıfatlarından biri olduğu kabul edildi. Vucûd sıfatı; Allah’ın zatından ayrı bir şey midir? A) Kelamcıların büyük çoğunluğu: Vucûd; zâttan ayrı, zâta eklenmiş ezelî, ebedî ve bağımsız bir sıfattır. B) el-Eş’arî ile Ebu’l-Hüseyin el-Basrî: Vucûd’un zât üzerine zâid bağımsız bir sıfat olduğunu reddettiler. Varlığın Tanımı: İnsanda vucûd (varlık) tasavvuru bedîhî olup en genel ve en kapsamlı bir kavram olduğu için tanımlanamaz. İslâm mütefekkirleri de, “Varlık en bilinen şeydir” diyerek onun tanımlanamayacağına işaret etmişlerdir. Varlık Hükümleri: A) Vâcib (zorunlu). B) Mümkün (olabilir) C) Mümteni (olması imkânsız) VARLIK HÜKÜMLERİ A) Vâcib: Varlığı zorunlu olan, varlığı zâtının gereği olup kendi dışında bir başka varlığa bağlı olmayan, yokluğu aklen mümkün olmayan ve zorunlu olarak bilinendir. Vâcib’in Özellikleri: 1) Vâcib, varlığında başkasına ihtiyaç duymaz. 2) Vâcib’in, kendine özgü bir varlığı vardır. 3) Vâcib’in varlığından önce yokluk (‘adem) geçmemiştir. 4) Vâcib’in varlığına sonsuza doğru da yokluk (‘adem) ârız olmaz. Bu yüzden onun bir sonu da yoktur. 5) Vâcib; cevher, araz, madde ve sûretten mürekkeb de değildir. B) Mümkün: Varlığı da yokluğu da kendi zâtından olmayan, var olmak için kendi dışında bir varlığa muhtaç olan varlıktır. Mümkün varlık, “Allah dışındaki her şey” olarak da tanımlanır. Mümkün varlığın “var olması da olmaması da eşit” olduğu için, varlığı kendi dışında bir sebebe muhtaçtır. Mümkün varlık yok iken sonradan var olduğu için, ona “hâdis” de denilmektedir. Mümkün’ün Özellikleri: 1) Mümkün varlık, bir sebep (illet, mûcid) sayesinde varlık alanına çıkar ve aynı şekilde yok olur. 2) Mümkün varlık, sebebinden (illet, mûcid) önce veya bunlarla birlikte var olamaz. C) Mümteni: Mümteni, “yokluğu zâtının gereği olan” veya “varlık alanına çıkması aklen tasavvur olunamayan şey” demektir. Buna muhâl ve mustahîl de denilmektedir. Tek sayının çift veya üçgenin daire olduğunun iddia etmek gibi. Yokluk (‘adem), muhâl’in mâhiyeti gereği olup lâzımı ve alâmetidir. DELÂLET AÇISINDAN VARLIK KAVRAMI Varlık kavramı tümel bir kavram olduğu için, bütün tümel kavramlar gibi o da beş var olanı ifâde eder: a) Mâhiyet: Tümel bir kavramın sadece zihindeki fertleri dikkate alınırsa buna mâhiyet (nelik) denilir. b) Hakîkat: Zihin dışındaki fertleri dikkate alınırsa buna hakikât (gerçeklik) denilir. c) Hüviyet: Hakikâti olan bir kavramın zihin dışında gösterdiği hakikâtlerden biri dikkate alınırsa buna hüviyet (kimlik) denir. d) Tazammun: Bir kavram içine aldığı fertlerin ortak niteliklerini, özelliklerini gösterirse buna tazammun (içlem) denilir. e) Şumûl: Bir kavramın içine aldığı fertler kümesine şumûl (kaplam) denilir. Varlık kavramının bu beş delâleti düşünüldüğünde, Allah hakkında bu kavramın kullanılması doğru değildir. Kur’ân’da Allah hakkında vucûd (varlık) ve mevcûd (var) kavramları kullanılmaz. İslâm filozofları Allah hakkında Vâcibu’l-Vucûd (Zorunlu Varlık) tabirini kullanılmıştır. Bu tabir, Allah’ın varlığını isbâtı hususunda Fârâbî ile İslâmî literatüre girmiştir. Allah, bütün tanımlama ve O’nu kavrama teşebbüslerine karşı, Kendisini ısrarla Hüve (O) diye tanımlar. VARLIK KAVRAMININ ZIDDI: ‘ADEM Vucûd’un (varlığın) zıddı ‘adem (yokluk), mevcûd’un (var’ın) zıddı ise ma’dûm (yok)dur. Ma’dûm; mümkün ve mümteni olmak üzere ikiye ayrılır. Yokluğu kendinden olan ma’dûma mümteni, bir başkasına bağlı olana da mümkün denilir. Kelamcılar, varlıklar arasında en temel ayrımı; Ezelî Varlık (Allah) ile sonradan olmuş (hâdis) varlıklar şeklinde yapmaktadırlar. Bu ayırım, Allah ve âlem (O’nun dışındaki her şey) dikkate alınarak yapılmıştır. VARLIK KATEGORİLERİ: CEVHER VE ARAZ Cevher: Cevher, “kendi başına bulunan, değişmeyen öz varlık” demektir. Cevhere ‘ayn (çoğulu: a’yân) da denilir. Cevherin kısım ve parçalara ayrılması mümkün olmayanına cüz-i lâ yetecezzâ, cevher-i ferd veya cüz-i ferd denilmiştir. Kısım ve parçalara ayrılabilen cevherlere ise cisim denilir. Cevherler, basît ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayrılır. Mu’tezile’den İbrâhîm en-Nazzâm parçanın sonsuza dek bölünebileceğine inanır. [Tafra teorisi] Araz: Araz, “Sonradan ve tesadüfen ortaya çıkan, varlığı devamlı ve zorunlu olmayan” demektir. Kelâmda araz terimini ilk olarak Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân’ın kullandığı kabul edilir. Ehl-i Sünnet kelâmcılarından bu terimi ilk kullananın İbn Küllâb el-Basrî olduğu belirtilir. Kelâmcılar, ****fizik gayelerine ulaşmak için fizik sistemlerinde arazların mevcudiyetini ispat etmeye çok önem vermişlerdir. Kelâmcıların çoğuna göre âlem, boşlukta yer tutan cisimlerle bunların arazlarından ibarettir. VARLIK VE OLUŞ: FÂİL VE İLLET Bir varlığın varlık alanına gelebilmesi için onun yokluğunu varlığına tercih edecek bir fâil veya illet gereklidir. Kelamcılara göre fâil, irade ve bilgi sahibi varlığa verilen isimdir. Bu s ebeple sadece canlı varlıklara atfedilebilir. Kelâmcılar: Filozofların fâil terimini Allah için kullanmaları yanlıştır. Çünkü filozoflar, Tanrı’nın zorunlu olarak yarattığını ve irâdesinin bulunmadığını varsaymaktadırlar. İllet, “bir nesne veya olayın meydana gelmesini sağlayan ve onun hâricinde olan müessir” şeklinde tanımlanır. Kelamcılar, Allah’a illet denmesinin âlemin de ma’lûl olarak adlandırılmasını gerektireceğini, bunun da âlemin ezelliğine işaret edeceğini söylerler. VARLIĞIN BAŞLANGICI: KIDEM VE HUDÛS Kıdem, “varlığının üzerinden zaman geçmemek” demektir. Terim olarak, “Allah’ın varlığının başlangıcı bulunmaması ve başkasına ihtiyaç duymaksızın var olması” demektir. İbn Hazm: “Kadîm” Allah hakkında kullanılamaz. Kur’an’daki “el-Evvel” ismi Allah’ın bu niteliğini karşılar. Zira bu isim, Allah’ın zaman üstü olduğunu gösteren en güçlü tanımlamadır. Bazı âlimler, “kıdem” lafız olarak Kur’an’da geçmese de, ihtiva ettiği mânânın Allah’a nisbet edildiğini söyleyerek Allah’ı “kadîm” olarak niteler. Hudûs, “sonradan meydana gelmek” mânâsında olup “kıdem”in zıddıdır. BİLGİ Bilgi Kavramı Bilgi: İlm ve marifet. Ma’rifet, ‘ilm kelimesine göre daha husûsîdir. Ma’rifet, “bir şeyin diğerlerinden ayrıldığı ‘aynını [özünü/zâtını] bilmek”tir. İlm, mücmel de mufassal da olur. Her ma’rifet ‘ilm’dir; ancak her ‘ilm “ma’rifet” değildir. KELÂMDA BİLGİ KAYNAKLARI • 1) Duyular: Kelâm, duyularımızı (havâss-ı selîmeyi) bilgi kaynaklarından biri sayar. Eski şüpheciler, duyuların bazısında görülen yanlışları bahane ederek duyulara ait bütün idrâkleri reddetmişlerdir. • 2) Doğru Haber (Haber-i Sâdık): a) Mütevâtir Haber: Yalan üzere birleşmelerini aklın kabul etmediği topluluğun sözleri ile sabit olan haberdir. Mütevâtir haber kesin (zorunlu) bilgi ifade eder. Mütevâtir haberin şartları: 1) Haber veren topluluğun yalan üzerine birleşmelerinin aklen imkânsız olması. 2) Haber verenlerin, haber verdikleri şeyi gözlem ve duyularına dayanan bir bilgi ile bilmeleri. 3) Haber verilen şey ne ise, mümkün şeylerden olması ve akla aykırı olmam ası 4) Bu şartlar içinde haberin iki tarafı (başı-sonu) ve ortası eşit olup, her asırdaki haber verenlerin tevatür derecesini haiz olmaları. b) Haber-i Resûl: “Peygamberliği mucize ile teyit edilmiş peygamberin haberi” Haber-i Resûl’den maksat; ya doğrudan peygamberin kendisinden işitilen haber yahut peygamber’in kendisinden işitildiği tevatür yoluyla sabit olan haberdir. Haber-i Resûl, gerek doğrudan Peygamber’den işitilerek olsun gerekse böyle işitildiği tevatür ile sabit olsun istidlâlî bilgiyi gerekli kılar. Âhâd (bir kişi) yoluyla gelen haber iman konusunda ölçü değildir. • 3) Akıl: 1) Mutezile: Akıl, “iyinin iyi, kötünün kötü olduğu kendisiyle bilinen bir yetenek”tir. Bunların, iyi ve kötü ilişkisi Şâri’ (Allah) tarafından değildir. 2) Hariciler: Akıl, “Allah’ın emir ve yasaklarının kendisi ile akıl edilen şey” şeklinde tanımlar. Bu eksik bir tanımdır. 3) Bazı Eşarîler, “akıl, ilimdir” demişlerdir. 4) Matüridî’ye göre akıl diğer bütün bilgi kaynaklarının en önemlisidir. Çünkü aklın yardımı olmadan duyular ve haber gerçek bilgiyi sağlayamaz. ÖRNEK SORULAR: Soru-1) Aşağıdakilerden hangisi Vücûd sıfatının Allâh’ın zâtı üzerine zâid bağımsız bir sıfat olduğu görüşünü reddetmiştir? a)Ebu Hanife b)Ebu Mansur el-Mâturidî c)İbn Küllâb el-Basrî d)Ebu’l-Hasan el-Eş’arî e)Hasan el-Basrî Soru-2) Vucûd (varlık) kavramı niçin tanımlanamaz? A) Varlığın çeşitli dereceleri olduğu için B) Varlık değişik kategorilere ayrıldığı için C) Varlığın farklı hükümleri bulunduğu için D) Varlık, zıddı ‘ademi (yokluğu) gerektirdiği için E) Tasavvuru bedîhî olup en genel bir kavram olduğu için Soru-3) Aşağıda bazı kavramlar ve zıtları verilmiştir? Hangisinin zıddı yanlış verilmiştir? A)Vucûd—‘Adem B)Mevcûd—Ma‘dûm C)Cevher—‘Ayn D) Kıdem—Hudûs E)Kadîm—Hâdis Soru-4) Allah hakkında “kadîm” nitelemesinin doğru olmadığını söyleyen İbn Hazm’a göre, Kur’an’daki hangi isim Allah’ın bu niteliğini karşılamaktadır? A)el-Hayy B) el-Vâcid C) el-Âhir D)el-Evvel E)es-Samed Soru-5) Aşağıdakilerden hangisi İmâm Mâturidî’nin bilgi konusundaki görüşlerinden değildir? A) Eşyanın objektif realitesini inkâr edenlerle teorik tartışmalara girmek faydasızdır. B) Bilgi kaynağı olarak haberi reddedenler, duyumsal bilgiyi reddedenler gibidir. C) Akıl, diğer bütün bilgi kaynaklarının en önemlisidir. D) İnsan aklı, hiçbir zaman kendi alanında olan şeylerin gerçek bilgisini vermekte başarısız kalmaz. E) Aklın yardımı olmadan duyular ve haber gerçek bilgiyi sağlayamaz. 7.ÜNİTE KELÂM’DA DELİLLER VE YÖNTEMLER A. DELÎLLER 1) Delîl Kavramı ve Çeşitleri 2) Aklî ve Naklî Delîl 3) Kat’î Delîl ve Zannî Delîl 4) Burhânî Delîl ve Hatâbî Delîl 5) Yakîniyyât ve Zanniyât 6) İstidlâl B. YÖNTEMLER 1) Dinî Metot a) Selef Metodu b) Kelâm Metodu 2) Felsefî Metot A. DELÎLLER 1) Delîl Kavramı: Delîl: “Alâmet, kılavuz, rehber, yol gösterici, bir dâvâyı ispata yarar şey, burhân, işâret, iz; hacı adaylarına kılavuzluk yapan kimse” anlamlarına gelir. Terim olarak, “Kendisinin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesi lâzım gelen şey” demektir. Bakıllânî ise delili, “Duyuların ötesinde bulunan ve zarûrî olarak bilinemeyen hususların bilgisine götüren şey” şeklinde tanımlar. Delîl ile delâletin farkı: Delâlet dört şekilde olur: 1) Fâilin bunu kasdettiği ya da kasdetmediğine delîl olabilecek nitelikteki “delâlet”. 2) Delâlet, “dilâlet”ten [kılavuzluktan] ibarettir. 3) Delâlet, “şübhe” anlamındadır. 4) Delâlet, “emârât” [belirtiler] anlamına kullanılır. Delîl ise, “kılavuzluk eden” anlamında delâlet’in fâilidir. Delîl Çeşitleri Delil birkaç bakımdan taksime tabi tutulabilir: Aklî—naklî; Kat’î—zannî Burhânî—Hatabî. Aklî ve Naklî Delîl: Aklî delîl: Bütün öncülleri akla dayanan delîldir. Âlem değişkendir. Her değişken hâdistir. Öyleyse âlem hâdistir. Naklî delîl: Öncülleri hem nakle hem de akla dayanan delîldir. Allah’ın emrini terk eden âsîdir (Tâ-Hâ:93). Her âsî cehennemliktir (Cin:23). Öyleyse âsî cehenneme lâyıktır. Bu durumda naklî delîl bir bakıma aklî sayılır. Kat’î Delîl ve Zannî Delîl Kat’î delîl: Bildirdiği şeyden muhalif ihtimalleri kaldıran delîldir. Zannî delîl: Her türlü ihtimali izale edemeyen delîldir. Naklî bir delilin kat’î sayılabilmesi için onun hem sübût, hem de delâlet yönünü göz önünde bulundurmak gerekir. Sübûtu kat’î sayılan mütevâtir hadisler akâid sahasının naklî delilleridir. Mutezile, naklin sübûtu kat’î olsa da manaya delâleti kat’î olamayacağından bunu kat’î delîl saymaz. Kelamcıların muhakkaklarına göre naklî delil de kat’iyyet ifade eder. Naklî delîlin kelâmda delil sayılabilmesi için sübûtu kat’î olmalıdır. Binaenaleyh tevatürün altındaki meşhûr veya âhâd haberler kelâmda müstakil bir delil olmaz. Burhânî Delîl ve Hatâbî Delîl Aklî delîl, kat’î olursa buna burhân, zannî olursa hatâbe denir. Öncülleri kesin olan delîle burhân, kesin olmayana ise hatâbe denilmiştir. Burhânî delîli ancak âlimler anlayabilir. Burhânî delîl, cedel ve münakaşaya dayanan bir delildir. Hatâbî delîl, iknaî olup itiraza müsaittir. Hatâbî delîl, ancak inatçı olmayan ve kafası aksi fikirlerle karışmamış bulunan kimseleri iknâ edebilir. Hatâbî delîlin öncülleri genellikle kabul edilmiş ve doğrulukları kabul edilmiş meşhur kanaatlerdir. “Yaratmaya kâdir olan zât iâdeye daha da kâdirdir” delîli, hatâbî bir delîl olup tasdîk gerektiren zannî bir delildir. Yakîniyyât ve Zanniyât Yakîn: “Aksine ihtimal olmayan, şüphenin zıddı bir mana taşıyan yani kesinlik derecesinde yerleşmiş sağlam ve güvenilir bilgi. Terim olarak yakîn: “Vâkıya (realiteye) uygun olarak sâbit olan kesin itikâd” demektir. Bu tanımdaki “vâkıaya uygun” kaydıyla cehl, “sâbit” kaydıyla mukallidin inancı, “kesin” kaydıyla zan, “ititkâd” kaydıyla da şek (şüphe) muhtevânın dışında bırakılmıştır. Gazzalî: “Yakînî bilgi, bilinen şeyin kendisinde hiç bir şüphe bırakmayacak tarzda ortaya çıkan bilgidir. Bu tür bilgide yanılmaya ve vehme asla yer yoktur. Yakînî olmayan bilgilerin hiç birine tam güvenilmez ve bunlar yakîn ifade etmezler.” Yakîniyyât (a) Bedîhiyyât: Aklın kendisine yönelmesiyle hemen meydana gelen, ilk nazarda hemen hâsıl olan bilgilerdir. “Bir ikinin yarısıdır; bütün parçasından büyüktür” gibi. Buna evveliyyât da denir. (b) Fıtriyyât: Aklın çok basit bir kıyas ile vardığı hükümdür. “Dört sayısı çifttir” gibi. (c) Müşâhedât: Dış duyularla elde edilen bilgiler: “Ateş yakıcıdır” gibi. İç duyuların verdiği bilgiler: “Açlık, susuzluk hissi” gibi. Bu ikincilere vicdâniyyât da denir. (d) Mücerrebât (Tecrübeler): Dış duyular vasıtasıyla yapılan mükerrer duyuların doğurduğu bilgidir. “Sert bir cisimle dövmek ağrı vericidir” gibi. (e) Mütevâtirât: Defalarca işittiğimiz haberlerdir. Mesela; görmediğimiz bir şehrin varlığını mükerrer işitmek suretiyle kabul edişimiz gibi. (f) Hadsiyyât: Basit bir müşahede ile hemen neticeye varma yolu, öncüllerden sonuçlara hızlıca intikal veya öncüllerle sonuçların aynı anda zihne gelişi demektir. “Ay’ın aydınlığı güneştendir; Bulutun çıkması yağmurun yağacağını gösterir” gibi. Yakînin Dereceleri Kur’ân’da “yakîn” kelimesi sekiz âyette geçer. Bunlar arasında ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn terkîbleri de vardır. Yakînî bilginin dereceleri olmamakla beraber, bu terkîbler yakînî bilginin dereceleri olarak sıralanmıştır: (1) İlme’l-yakîn: Aklın ve naklin, başka bir ifade ile nazar ve haberin ifade ettiği kesin ilimdir. (2) Ayne’l-yakîn: Dış tecrübe ve müşâhedenin verdiği bilgidir. (3) Hakka’l-yakîn: İç duyu ve iç tecrübenin verdiği, insanın bizzat içinde duyduğu ilimdir. “Tatmayan bilmez” sözü meşhurdur. -d Zanniyyât Zanniyyât: Yüzde ellinin üstünde bir ihtimal taşımakla beraber katiyet ifade etmeyen öncüllerdir. (1) Meşhûrât: İnsanlar tarafından kabul edilen hükümlerdir. Herkesin kabul etmesi şart değildir. Bir şeyin taşıdığı hükmü benzeri olan şey de taşır; “zulüm kötü; adalet, iyidir” gibi. (2) Makbûlât: Peygamberler gibi masum olmayan ve fakat yalan söylemeyeceklerine dair hüsn-ü zann beslenilen âlimlerin görüşlerini belirten hükümlerdir. Peygamberlerin sözleri sübût bakımından katiyet ifade ediyorsa yakînî bilgi verir. (3) Müsellemât: İlmî bir münakaşa sırasında karşı tarafın doğruluğunu benimsediği hükümlerdir. Müsellemât, hasmı susturmak için kullanılır. (4) Muhayyelât: Psikolojik olarak nefret doğurmak veya arzu uyandırmak için tahayyül edilen doğru veya yanlış hükümlerdir: “Şarap akıcı bir yakut” gibi. (5) Vehmiyyât: Duyular dünyasının dışında kalan hususlar için duyulur âlemle kıyas edilerek verilen hükümlerdir: “Her var olan mekan tutar”, “kainatın ötesi sonsuz bir fezadan ibarettir”. (6) Karînelerle hüküm vermek: Bizi bir hükme yaklaştıran ipuçlarıyla hüküm vermektir: Yoğunlaşmış bulutu görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi. İstidlâl İstidlâl: Lügatte “delil aramak, delil kullanmak, delile başvurmak” anlamına gelir. Genel anlamda, “herhangi bir önerme hakkında diğer önermelerden hareketle kesin bir kanıt getirme işlemlerinin tümü”ne denilir. İstidlâlin takrir ettiği deliller içine nass, icmâ ve kıyas da girer. Fakat istidlâl denilince özellikle kastedilen şey aklî delillerin kullanılmasıdır. Kelâmcılara göre istidlâl, ister illetten ma’lûle ister ma’lûlden illete gitmek şeklinde olsun delil hakkında düşünmeye denir. İstidlâle, istikrâ (tümevarım) da denilir. İstikrâ, cüz’îlerden külliye (tikellerden tümele) gitme yöntemidir. Kelâm Kitaplarında Kullanılan İstidlâller Kelâm kitaplarında kullanılan çeşitli istidlâller vardır: (1) Bir şey akılda iki kısma veya tamamının doğru veya yanlış olmayan kısımlara ayrılır. Yani, iki veya daha fazla şıkka ihtimali bulunan bir hususun bâtıl ihtimallerinin yanlışlığını ispat etmek suretiyle doğru olarak kalan tek ihtimalin ortaya çıkmasıdır. Meselâ; Bir şey ya kadîm ya da hâdistir. Eğer hâdis olduğu ispat edilirse kadîm olma ihtimali ortadan kalkar, aksi de aynı neticeyi doğurur. (2) Şâhidde (görülür âlemde) herhangi bir illetten (sebepten) dolayı gerekli olan bir hüküm ve niteliğin, gâibde de, o niteliği taşıyan kimseye verilmesi gerekli olur. Bu nedenle, gâibdekininin bu illetten dolayı o niteliği almasındaki hüküm, şahitte o niteliği alanın hükmü gibidir. Çünkü bu nitelikle, onu gerektiren şey olmaksızın nitelendirmede bulunmak mümkün değildir. Örneğin, cisim ancak bileşik olmasından dolayı cisim, âlim de ancak ilme sahip olmasından dolayı âlimdir. Dolayısıyla, her âlim olarak nitelenin ilmi bulunduğuna, her cisim alarak nitelenin de bileşik olduğuna hükmetmek gereklidir. (3) Her ne kadar aynı anlamda olmasa da, bir şeyin doğruluğu ile benzerinin doğruluğuna, imkânsızlığı ile de benzerinin imkânsızlığına delil getirilir. Örneğin, Allah’ın herhangi bir cevher ve rengi yaratmaya, yaratmış olduğu benzerinden, öldürdükten sonra tekrar hayatı yaratmaya da diriltmiş olduğu benzerinden hareketle kâdir olduğuna hükmederiz. (4) Bir dili konuşanların ortak kabulü (tevkîf) de delil olarak kullanılır. Meselâ, Arap dilini konuşanlar, sadece sıcak aleve ateş, şu bünyeye sahip olana da insan derler. (5) Mucize de onu gösterenin doğruluğuna delil teşkil eder. (6) Aynı şekilde bazı aklî önermeler, kitap, sünnet, ümmetin icmâı, mantık kurallarından alınan dinî kıyas, kıyası benimseyenlere göre hükmün dinden olan benzerine verilmesi tarzındaki ictihâdın dayanağı olan illete dayalı kıyâs (temsil) da delîl olarak kullanılır. Gazalî’ye Göre İstidlâlin Dayandığı İlkeler azalî, istidlâlin (akıl yürütmenin) dayandığı ilkelerin (medârik) çeşitli olduğunu, ancak kendisinin kitabında bunlardan sadece altı tanesini kullandığını söyler: (1) Hissiyyât (Duyularla kavranılanlar) (2) Salt akl (el-aklu’l-mahz) (3) Tevâtür (4) Asıl, bir yönden ya da pek çok yönden tecrübî veya aklî bilgilere, yahut da tevâtüre dayanan diğer bir kıyâs ile tespit edilir. Sonra da, iki aslın fer’i olan şeyin, diğer bir kıyasla asıl yapılması mümkün olur. (5) Sem’iyyât (6) Asıl hasmın inançlarından ya da kabullerinden alınır. Mantık ve Felsefede İstidlâl Mantık, felsefe ve ilimlerde kullanılan istidlal çeşitleri ise şunlardır: (a) Ta’lîl (Tümdengelim): Külliden cüziye, illetten malûle, başka bir ifadeyle müessirden esere geliş metodudur: • Bu tefekkür tarzına mantıki kıyas denildiği gibi burhân-ı limmî adı da verilir. (b) İstikrâ (Tümevarım): Cüz’îden küllîye, malûlden illete veya eserde müessire varış metodudur: • Bu tefekkür tarzına özel manada istidlal denildiği gibi burhân-ı innî adı da verilir. Ta’lîl daha çok zihnî ilimlerde, istikrâ ise maddî ilimlerde kullanılır. (c) Temsîl (Kıyâs): Bir cüz’îden diğer bir cüz’îye geçiş metodudur. İllet birliği gibi bir benzerlik sebebiyle bir cüz’îye verilen hükmün diğer cüz’îye de verilişidir. B. YÖNTEMLER Yöntem (metot): Muayyen bir varlık ve hakikate ulaşmak için fikrimizi idare eden kaideler mecmuasıdır. Kelamcılar, bunu için tarîk kelimesini kullanırlar ve şöyle tarif ederler: “Doğru bir tefekkür vasıtasıyla neticeye ulaştıran şeydir”. İslâmî eserlerde yöntem karşılığı olarak “usûl, nahv ve minhâc/menhec” kelimeleri de kullanılmıştır. Çeşitli ilimlerde kullanılan metodlar mantıkta incelenir. Burada Kelam ilmini alakadar eden, nakli esas alan dini metod ile aklı esas alan felsefi metod üzerinde durulacaktır. 1. Dinî Metot Din, “Allah Teâlâ tarafından vaz’ olunmuş bir düstur” olduğuna göre din sahasında hakikati bizzat Allah’ın murâd ve maksûdu temsil eder. O halde bu sahada hakikate ulaşmak için yapılması gereken şey murâd-ı ilâhîyi anlamaktan ibarettir. Selefiyye’ye göre hak, mutlak manada nakil (Kuran ve sahih hadis) ile bilinir. Sûfiyyeye göre hak, ancak keşf ile malum olur. Kelamcılar, hakikatin naklin yanında nazar ve tefekkür ile bilinebileceğini kabul etmişlerdir. İslam filozoflarına gelince, onlar da felsefi kıyası ele almışlardır. Ehl-i Sünnet tarafından İslâm dışı kabul edilen ve İsmailiyye, Batıniye, Talimiyye gibi fırkaların metot hakkındaki görüşleri âlimler tarafından dikkate alınmamıştır. a. Selef Metodu İtikâdî konularda nasslarda (Kur’an Hadis) vârid olan hususları -müteşâbih olanlar da dahil- olduğu gibi kabul edip, teşbih ve tecsîme (benzetme ve cisimlendirme) düşmemekle birlikte, te’vile (yoruma) de başvurmayan Ehl-i Sünnet-i Hâssa’ya Selef denmiştir. Tâbiîn mezhep imamları, önde gelen fakihler ve muhaddisler Selef içinde kabul edilirler. Hicrî dördüncü yüzyılda Eş’arî ve Maturidî tarafından Ehl-i Sünnet Kelâm ilmi kuruluncaya kadar yaşamış olan bütün Ehl-i Sünnet âlimleri Selef’in görüşlerini paylaşmışlardır. Selefiyye, ayrıca bir mezhep olarak hicri IV. yüzyılda ortaya çıkmış ve Hanbelî mezhebi mensupları tarafından ortaya atılıp savunulmuş bir görüşü de ifade eder. Bu anlamıyla Selefiyye mezhebi Selefin akîdesini canlandırmayı hedef edinir. Selefiyye, hicrî VII. yüzyılda tekrar kuvvet kazanmıştır. Hanbelî İbn Kudâme (ö. 620/1223)... Daha sonra özellikle İbn Teymiyye (ö. 728/1328) tarafından bu mezhebin görüşleri canlandırılmaya çalışılmıştır. Fakat o, akıl konusundaki tavrıyla daha önce selefîlerden ayrılır. Selefiyye, İslâm’a Yunan felsefesinin tesiriyle sonradan sokulduğunu kabul ettikleri mantık ve akıl metotlarını, Sahabe ve Tâbiînin bunları bilmediğini ve kullanmadığını ileri sürerek benimsemezler. Selef akîdesinin esasları: 1) Takdîs 2) Tasdîk 3) Aczini itiraf etmek 4) Sükût (susmak) 6) Keff (el çekmek) 7) Ma’rifet ehlini teslim b. Kelâm Metodu İslâm düşünce tarihinde kelâm metodunu ilk olarak Mu’tezile kullanmıştır. Bu metod, felsefenin İslâm dünyasına girmesinin etkisiyle akla nakil karşısında geniş yer veren bir anlayışa sahiptir. Fakat Mu’tezilîleri kendi sahalarında karşılamak için rakip bir akıl yürütme ilmi geliştiren yeni bir kelâm hareketi doğdu. Bunun ilk öncüleri Cüneyd el-Bağdâdî, eş-Şafiî, Hâris el-Muhasibî ve İmâm Ahmed b. Hanbel’in diğer çağdaşları gibi âlimlerdi. Fakat bu hareket önceleri çok kuvvetli değildi. Fakat yavaş yavaş güçlendi ve İslâm dünyasının farklı yerlerinde -Irak’ta Ebû’lHasan Ali b. İsmail el-Eş’arî (ö. 330/941), Mısır’da et-Tahâvî (ö. 331/942) ve Semerkand’da Ebû Mansûr el-Matüridî (ö. 333/944)- hemen hemen aynı zamanlarda açıkça Mu’tezilî sistemi [akılcı kelâmı] eleştirdiler. Mu’tezilîler, her şeyi salt akılla yargıladıkları için Allah’ın zâtına zarar verdiler ve O’nu tanımlanamaz ve soyut bir birliğe indirgediler. Bu soyut, şahsiyeti olmayan ve mutlak Allah fikri normal müslümanlar tarafından kabul edilemezdi. Sünnî kesim, Mu’tezilî akılcılığa karşı güçlü bir tepki gösterdi ve Mu’tezilîleri sapık olarak görmeye başladı. Mu’tezilîlerin diyalektik akıl yürütmelerine karşı Kelâm’ı ya da felsefeyi kullanarak Ehl-i Sünnet kelâmını kurdular. Bu yüzden, imânlarını savunmak için kelâmı kullanan bu kişiler Mütekellimûn olarak tanındılar. Eş’arîlik: Diyalektik metod, İstihsânu’l-havz Maturidî: Tenzîh, hikmet. Bilginin kaynakları. 2. Felsefî Metot Gazâlî’nin, yaptığı şu üç şey kelâm ilminin seyrini değiştirmiştir: 1) “Mantık bilmeyenin ilmine itimâd edilmez” diyerek Mantık’ı İslâmî ilimlere sokmuştur. 2) Üç konuda filozofları tekfîr etmiştir: (a) Âlemin kıdemi, (b) Haşrin cismânî olmayacağı, (c) Allah’ın cüz’iyyâtı bilmediği. 3) Eserlerinde felsefî konulara yer vermiştir. Bu yüzden Gazzâlî’den sonraki kelâmcılara müteahhrîn-i mütekellimîn (sonraki kelâmcılar) denilmiştir. Gazâlî’den sonra gelen kelâmcılar eserlerinde mantık ve felsefe konularına çok geniş yer verdiler. ÖRNEK SORULAR: Soru-1) “Kendisinin bilinmesiyle başka bir şeyin bilinmesi lâzım gelen şey” şeklinde tarif edilen kavram hangisidir? a)Hüküm b)Vâcib c)Nass d) Delîl e)Metot Soru-2) “Allah’ın emrini terk eden âsîdir (Tâ-Hâ:93). Her âsî cehennemliktir (Cin:23). Öyleyse âsî cehenneme lâyıktır” önermeleri aşağıdakilerden hangisine örnektir? A) Aklî B) Naklî C) Yakînî D) Zannî E) Bedîhî Soru-3) “Yakînî tasdîk ifade eden kaziyyelere (önermelere) yakîniyyât denir.” Aşağıdakilerden hangisi yakîniyyât çeşitlerinden değildir? a)Makbûlât b)Bedîhiyyât c)Fıtriyyât d)Müşâhedât e)Mütevâtirât Soru-4) Aşağıdakilerden hangisi kelâmcıların “yöntem” tanımıdır? A) Doğru bir tefekkür vasıtasıyla neticeye ulaştıran şeydir. B) İllet birliği gibi bir benzerlik sebebiyle bir cüz’îye verilen hükmün diğer cüz’îye de verilişidir. C) Herhangi bir önerme hakkında diğer önermelerden hareketle kesin bir kanıt getirme işlemlerinin tümüdür. D) Duyuların ötesinde bulunan ve zarûrî olarak bilinemeyen hususların bilgisine götüren şeydir. E) İster illetten ma’lûle ister ma’lûlden illete gitmek şeklinde olsun delil hakkında düşünmeye denir. Soru-5) Aşağıdakilerden hangileri Selefiyye bilginleridir? A) Eş’arî—Mâturîdî B) Ahmed b. Hanbel—Ebû Hanife C) Ahmed b. Hanbel—İbn Hazm D) Ahmed b. Hanbel—İbn Teymiyye E) İbn Teymiyye—İbn Kudâme 8.ÜNİTE ALLAH'IN VARLIĞI VE BİRLİĞİ 1. ALLAH'IN VARLIĞI • A. Allah’ın Zâtını İdrâk • B. Allah’ın Varlığının Delilleri 2. ALLAH’IN SIFATLARI • A. Vücûd Sıfatı (Sıfat-ı Nefsiyye) • B. Sıfât-ı Selbiyye (Tenzîhât) • C. Subûtî Sıfatlar • D. Haberî Sıfatlar 3. RÜ’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESİ) 1. ALLAH'IN VARLIĞI A. Allah’ın Zâtını İdrâk: Bütün dinler, Mutlak Varlığın özünün insan tarafından kavranılmaz bir sır olduğunu kabul ederler. Kur’ân’da, insan bilgisinin bu husustaki yetersizliği şöyle belirtmiştir: “Kulların ilmi ise asla O'nu kavrayamaz.” (Tâhâ, 20/110) Kelâmcılar, Allah'ın hakikatinin akıl ile bilinemeyeceğine dair şu nedenleri ileri sürerler: • a) Allah’ın hakikati sonsuzdur; insan aklı ise sınırlıdır. Sınırlının sonsuzu idrâki imkânsızdır. • b) İnsan zihnî tasavvurda bulunurken ortaklığa engel olamayacağı için, başka varlıkların hakikat ve zâtlarına benzemeyen Allah'ın hakikatini, zâtını ve birliğini koruyamaz. • c) Allah'ın tam tanımı yapılamayacağı için akıl, O'nun hakikatini bilemez. B. Allah’ın Varlığının Delilleri Allah'ın varlığı meselesinden Kur’ân'da bahsedilmez. Bunun çeşitli sebepleri vardır: • Her şeyden önce, üstün bir kudretin varlığına inanmak insanda zarûrî ve fıtrîdir. • İkincisi, Kur’ân'ın muhatap olduğu toplumda insanlar Allah inancına sahipti. Allah'ın varlığı meselesinden Kur’ân'da bahsedilmez. Bunun çeşitli sebepleri vardır: • Her şeyden önce, üstün bir kudretin varlığına inanmak insanda zarûrî ve fıtrîdir. • İkincisi, Kur’ân'ın muhatap olduğu toplumda insanlar Allah inancına sahipti. Kelâmcılar, Allah'ın varlığını ispat için çeşitli deliller getirmişlerdir: • 1. Hudûs Delili • 2. İmkân Delili • 3. Hikem (İnâyet) Delili • 4. İhtira’ ve İbdâ’ (Yaratma) Delili HUDÛS DELİLİ İnsan, yer, gök, hayvan, bitki gibi canlı veya cansız ne varsa hepsi yok iken sonradan var olmuştur. Bu tecrübe ve akıl ile bilinen husustur. Öyleyse bütün bu hâdisleri meydana getiren bir muhdis (yaratıcı) gerekmektedir ki, o da Allah Teâlâ'dır. Kelâm ilminde buna hudûs delili denilmektedir. İMKÂN DELİLİ Âlem, var olduğu gibi yok da olabilirdi. Şu ânda da varlığına yokluk ârız olabilir ve var iken yok olabilir. Akıl, âlemin varlığına rağmen yokluğu konusunda çelişkiye düşmez. İşte, var olması da yok olması da düşünebilen şeylere mümkün denir. Buna göre, âlem mümkündür ve varlığı kendi zâtından olmayıp varlığını başkasından almıştır. HİKEM (İNÂYET) DELİLİ Bu âlemde sayısız menfaatler, hikmetler, birtakım amaçlara uygun bir düzen ve intizam görüyoruz ki, bunların kör bir tesadüfle meydana gelmiş olabileceğini akl-ı selîm kabul edemez. Bütün bunlar, bir hikmet ve kudret sahibi fâil-i muhtâr olan Yaratıcı’ya açıkça delâlet etmektedirler. 2. ALLAH’IN SIFATLARI A. Vücûd Sıfatı (Sıfat-ı Nefsiyye) B. Sıfât-ı Selbiyye (Tenzîhât) C. Subûtî Sıfatlar D. Haberî Sıfatlar A. Vücûd Sıfatı (Sıfat-ı Nefsiyye) Vücûd, “var olmak” demektir. Allah Teâlâ vücûd sıfatıyla muttasıftır. Allah’ın varlığı, zâtının gereği olup, başkasının icadıyla değildir. Varlık kendisinden ezelî ve ebedî olarak hiç ayrılmaz. Vücûd’un zıddı olan adem (yokluk) Allah hakkında mümteni’dir. Allah için yokluk ne geçmişte ne gelecekte düşünülebilir. B. SIFÂT-I SELBİYYE (TENZÎHÂT) Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre Allah’ın Zâtı üzerine zâit subûtî sıfatları vardır. Allah hayat ile hayy, ilim ile âlim, irâde ile murîd, kudret ile kâdir, sem‘ ile semî‘, basar ile basîr, kelâm ile mütekellim’dir. Eş’arîler, subûtî sıfatları yedi olarak kabul ederler. Mâtürîdîler ise bu yedi sıfata tekvîn sıfatını da ilave ederek subûti sıfatları sekize çıkarırlar. Eş’arîlere göre tekvîn, Allah’ın kudret sıfatının içeriğinde vardır. Selbî sıfatları sınırlamak ve saymak mümküm değildir. Ancak asılları beştir: • Kıdem • Bekâ • Muhalefetün li’l-Havâdis • Kıyam bi-nefsihi • Vahdâniyyet C. SUBÛTÎ SIFATLAR • Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre Allah’ın Zâtı üzerine zâit subûtî -sıfatları vardır. • Allah hayat ile hayy, ilim ile âlim, irâde ile murîd, kudret ile kâdir, sem‘ ile semî‘, basar ile basîr, kelâm ile mütekellim’dir. • Eş’arîler, subûtî sıfatları yedi olarak kabul ederler. • Mâtürîdîler ise bu yedi sıfata tekvîn sıfatını da ilave ederek subûti sıfatları sekize çıkarırlar. • Eş’arîlere göre tekvîn, Allah’ın kudret sıfatının içeriğinde vardır. • 1. Hayat • 2. İlim • 3-4. Sem’ ve Basar • 5. Kudret • 6. İrâde • 7. Tekvîn • 8. Kelâm D. HABERÎ SIFATLAR • Kur’an-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde Allah’a bazı sıfatlar isnât olunmuştur ki, bunların kelime anlamları yaratıklara benzemeyi çağrıştırmaktadırlar. Ancak bu manaların kasdedilmesine naklî ve aklî deliller engel olmaktadır. • “Allah’ın eli”, “seher vakti”, “Allah’ın dünya göğüne inmesi” gibi. RÜ’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESİ) Ehl-i Sünnete göre mü’minler Allah’ı âhirette göreceklerdir. Mu’tezile ise Allah’ın görülmesini reddeder. ÖRNEK SORULAR Soru-1) Aşağıdakilerden hangisi Kelâm âlimlerinin, Allah'ın hakikatinin akıl ile bilinemeyeceğine dair ileri sürdükleri nedenleri arasında yer almaz? A) Allah’ın hakikati sonsuz, insan aklı ise sınırlıdır. Sınırlının sonsuzu idrâki imkânsızdır. B) İnsan zihnî tasavvurda bulunurken ortaklığa engel olamaz. C) İnsan zihnî tasavvurda bulunurken Allah'ın hakikatini, zâtını ve birliğini koruyamaz. D) Allah'ın zâtının künhünü ve mâhiyetini bilmek için ispat ameliyesi gereklidir. E) Allah'ın tam tanımı yapılamayacağı için akıl, O'nun hakikatini bilemez. Sorunun Cevabı: D Soru-2) “Biz Allah Teâlâ'yı, gerçek anlamda -Kitâb'ında (Kur’ân'da) zâtını tavsif ettiği gibi- bütün sıfatları ve isimleri yoluyla biliriz.” sözü kime aittir? Yazınız. 2. Sorunun Cevabı: Ebû Hanife Soru-3) “Bu âlemde sayısız menfaatler, hikmetler, birtakım amaçlara uygun bir düzen ve intizam görüyoruz ki, bunların kör bir tesadüfle meydana gelmiş olabileceğini akl-ı selîm kabul edemez. Bütün bunlar, bir hikmet ve kudret sahibi fâil-i muhtâr olan Yaratıcı’ya açıkça delâlet etmektedirler.” Bu ifadeler, kelâmcıların Allah’ın varlığını ispat için kullandıkları hangi delili ifade eder? 3. Sorunun Cevabı: Hikem (İnâyet) Delili Soru-4) Aşağıda Allah’ın bazı sıfatlarının zıddı verilmiştir. Hangisi doğru değildir? A) Vucûd—Adem B) Kıdem—Hudûs C) Hayat—Memât D) Bekâ—Fenâ E) Kudret—Zevâl 4. Sorunun Cevabı: E Soru-5) “Tekvîn sıfatını kabul etmeyen Eş’arîlere göre, “icad etmek ve yaratmak” Allah’ın ………. sıfatıyla olur.” Yukarıda boş bırakılan yere uygun ifade nedir? 5. Sorunun Cevabı: Kudret Soru-6) “Kendisiyle her mümkünü câiz olan sonsuz yönlere ve vakitlerin birine tahsis etmeyi sağlayan niteliktir.” demektir.” tanımı aşağıdakilerden hangisine aittir? A)Kudret B)Fiil C)Tekvîn D)İrâde D)İstitâat 9.ÜNİTE KAZ VE KADER 1.KAZ VE KADER KAVRAMLARI 2.KUR’AN’DA KAZA VE KADER 3.HADİSLERDE KAZ VE KADER 4.KADERLE İLGİLİ BAZI PROBLEMLER a) İyilik ve Kötülüğün Yaratılması b) Allah’ın İrâdesi ve İnsanın İrâdesi c) Allah’ın Önceden Bilmesi d) Allah’ın Zorluklar Yazması e) Levh-i Mahfûz f) Allah’ın Dalâlete Düşürmesi g) Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi 1.KAZ VE KADER KAVRAMLARI Kazâ ve Kaderin Sözlük Anlamları Kazâ: • Hüküm • Edâ, • Boşluk, • Fasıl, • Yerine getirmek, • Te’yit etmek, • Yaratmak, • Ulaştırmak, • Ölmek, öldürmek, • Ameli sağlam yapmak, • Bildirmek, • Takdîr etmek, • Ulaştırmak, • Îcâb, • İhtiyacı gidermek Kader: • Takdîr (Ölçü), • • • • • • • Hüküm, Îcâb, İlzâm, Yaratmak, Bildirmek, Bir şeyin miktarını ve değerini açıklamak, Hikmete göre yapmak Kazâ ve Kaderin Istılâhî Anlamları Kader: “Olacak olan şeylerin zaman ve mekânını, evsâf, özellik ve ayrıntılarını Allah Teâlâ’nın bilip ezelde takdîr ve tahdîd etmesi”dir. Kazâ: “Allah Teâlâ’nın, irâde ve takdîr ettiği şeylerin zamanı gelince ilim ve irâdesine uygun olarak icad etmesi” demektir. Bu, Mâturîdîlere kazâ ve kader tarifidir. Kazâ ve Kaderin Istılâhî Anlamları Takdîr, baştanbaşa bütün kâinatta işleyen bir kanun veya ölçüdür. ِح اس َْمِ َر ِّبكَِ ْاْلَ ْعلَى ِِّ س ِّب َ َّ َ ِس َّوى َ َالذِّي َخلقَِ ف (A’lâ, 1-3) ى ِ َّر فَ َه َد َِ َوالَّذِّي قَد (Furkân, 2) ِّيرِا َ ل َِّ َُو َخلَقَِ ك ً ش ْيءِ فَقَد ََّرهُِ تَقْد ْ ْ ْ (Yâ-Sîn, 38) يز العَلِّيم ِِّ ِّير العَ ِّز ُِ س تَ ْج ِّري ِّل ُم ْستَقَرِ لَ َها ذَلِّكَِ تَقد ُِ ِ َوالشَّ ْم (Yâ-Sîn, 39) ُون الْقَدِّيم ِِّ عا َدِ كَالْعُرْ ج َِ َاز َ ل َحتَّى ِّ ِ َوالْقَ َم َِر قَ َّدرْ نَاهُِ َمن Burada insan dâhil yaratılan her şey hakkında dört şey zikredilir: 1) Halk (yaratma), 2) Tesviye (tamamlama), 3) Takdîr (ölçü) 4) hidâyet (gayesinin gösterilmesi). 2. KUR’AN’DA KAZA VE KADER A) İnsanın hür olduğunu bildiren âyetler: “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir” (Fussilet, 41/46). “Allah, kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir” (Bakara, 2/286). Bundan başka Kur’an-ı Kerim’de cebrî düşünceyi reddeden ve kınayan âyetler bulunmaktadır: “Puta tapanlar: “Allah dileseydi, babalarımız ve biz puta tapmaz ve hiçbir şeyi haram kılmazdık.” diyecekler...” (En'am:148) “Eğer Rahman dilemiş olsaydı, biz bunlara kulluk etmezdik, derler…” (Zuhruf, 43/20-21) B) Cebr (Zorunluluk) ifade eden âyetler: a) Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğuna ve kulların fiillerini de Allah’ın yarattığına dair âyetler: “De ki: Her şeyi yaratan Allah’tır.” (Zümer:62) “Sizler sözlerinizi gizleseniz de, açıklasanız da birdir; O, kalplerde olanı bilir. Yaratan hiç bilmez olur mu?” (Mülk:13-14) b) İnsanı hidâyete erdirenin de onu saptıranın da Allah olduğuna dair âyetler: “O, bu misalle bir çoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir.” (Bakara:26). “Allah’ın saptırdığını yola getirecek yoktur.” (A'râf:186). Herşeyi Allah’ın irâde ettiğine ve O’nun irâdesi dışında hiçbir şeyin meydana gelmeyeceğine dair âyetler: Allah dilediğini yapar. (Bakara:253) Biz dileseydik herkesi elbette hidâyete erdirirdik. (Secde:13) Allah dileseydi, sizi tek ümmet yapardı. (Nahl:93) d) Allah’ın insanların kalplerini, kulaklarını mühürlediğine ve gözlerini perdelediğine dair âyetler: Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır. (Bakara:7) e) Allah’ın her şeyi önceden takdir ettiğine dair âyetler: Gerçekten Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık. (Kamer:49). O kasabalar arasında gelip gitmeyi takdir ettik. (Sebe:18). 3.HADİSLERDE KAZ VE KADER Kader ve kaza hakkındaki hadisler genellikle hadis kitaplarının “kader” isimli bölümlerinde yer almaktadır. Bu hadislerden bazıları kaza ve kader hakkında yapılan tartışmalarda ileri sürülen farklı görüşler için delil olarak kullanılmıştır. 4.KADERLE İLGİLİ BAZI PROBLEMLER a. İyilik ve Kötülüğün Yaratılması Takdîrin, “iyilik ve kötülüğün Allah’ın değişmez hükmü” mânâsına geldiği fikri, Kur’ân-ı Kerim’de ve Arap lügatinde yoktur. İslâm dininin saf tevhidi öğretmesi ve muhtemelen Mecusi dininin dualizm akidesine itiraz etmesi, Allah’ın kötülüğün yaratıcısı olup olmadığı tartışmasını ortaya çıkardı. Allah, insana iyilik veya kötülük için kullanabileceği çeşitli kudretler verilmiştir. Bir kudretin doğru şekilde, doğru zamanda veya doğru yerde kullanılması bir erdemdir; onun yanlış bir şekilde, yanlış bir zamanda veya yanlış bir yerde kullanılması ise kötü bir huydur. Kur’ân, insanın yaratılışından, ona belli yetenekler ihsan edilmesinden ve belli kudretler bahşedilmesinden bahseder. Kur’ân, bütün diğer yaratılmış varlıklar belli sınırlar içine yerleştirildiği gibi, onun bu kudretleri ve yetenekleri belirli sınırlar içinde kullanabileceğini ve her nevi sınırlamanın onların takdiri olduğunu söyler. Kur’ân-ı Kerim’de, iyi ve kötü fiillerin yaratıldığı veya iyilik ve kötülüğün Allah’ın değişmez hükmü olduğu anlamına gelen bir takdirden bahsedilmez. للا َخلَقَكُ ِْم َو َماِ تَ ْع َملُون َُِ “ َ َوSizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” (Sâffât:96) (Sâffât, 95) ل أَتَعْبُدُونَِ َما تَنْحِّ تُون َِ َقَا b. Allah’ın İrâdesi ve İnsanın İrâdesi İnsana verilmiş olan bütün yetenekler, büyük İlâhî sıfatlardan çıkmıştır. Ancak bütün insanî sıfatlar mükemmel değildir ve onlar sadece belli sınırlar altında ve belli bir dereceye kadar kullanılabilirler. İnsanın eşyâ hakkındaki bilgisi, eşyâ üzerinde kullandığı kudret ve eşyâ ile ilgili olarak kullandığı irâdesi aynı derecededir. Bunların hepsi sınırlamalara ve kanunlara tabidir. Ancak tercihini kullanmasının elinden alınmış olduğu doğru değildir. Bütün sınırlamalara rağmen onun irâdesini kullanmakta özgür olduğu gerçektir. Allah öyle dilediği için insanın kötülük yaptığı iddiası, birçok yerde Hz. Peygamber (s.a.)’in muhaliflerinin ağzından dile getirilir. c. Allah’ın Önceden Bilmesi Kelâmcılar, “Allah ezelde her şeyi biliyorsa, insan mecbur değil midir?” sorusuna şu şekilde cevap verirler: “İlim, malûma tabidir.” Yani, insanların fiilleri Allah’ın ilmi gereği değil de, Allah insanların öyle işleyeceklerini bildiği için meydana gelmektedir. Her şeyden önce Allah’ın geleceği bilmesinin ne anlama geldiği açık olarak anlaşılmalıdır. Geleceğin Allah için açık bir kitap olduğu açıktır. İnsan için her şey olan mekân ve zaman sınırları Allah için hiçbir şeydir. İnsanın eşyaya dair bilgisi, mekân ve zamanla sınırlıdır. Fakat Sonsuz Varlık için sınırsız bir mekân âdetâ bir nokta, geçmiş ve gelecek şimdi gibidir. Allah’ın geleceğe dair bilgisi, insanın bilgisinden üstün ve fazla ise de, insanın şu anı bilmesi gibidir. Bir şeyi sırf bilmek, fâilin veya yapanın tercihine engel değildir. d. Allah’ın Zorluklar Yazması Kur’ân-ı Kerim’de Allah hakkında sık sık karşılaşılan ifadelerde, bir kavmin helâkinin, bir insanın hayat müddetinin veya bir musibetin yazıldığından bahsedilir. Bu gibi âyetlere, kader doktrinini desteklemek için yanlış mânâ verilmiştir. e. Levh-i Mahfûz Kur’ân-ı Kerim’de, levh-i mahfûzda Allah’ın hükümlerinin yazıldığı zikredilmez. Levh-i mahfûz ifadesi Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir defa geçer ve bizzat Kur’ân’ın korunmasıyla ilgili olarak zikredilir: “Hayır! O, şerefli bir Kur’ân’dır. Korunan bir levhadadır.” (Burûc:21-22) f. Allah’ın Dalâlete Düşürmesi Kur’ân-ı Kerim’in öğretileriyle ilgili büyük bir yanlış anlama da Allah’a dalâlet sıfatının atfedilmesidir. Hiçbir şey hakikatten bu kadar uzak olamaz. Hâlbuki elHâdî (hidâyet eden), bütün müslümanlar tarafından kabul edildiği gibi, Allah’ın doksan dokuz isminden biridir. el-Mudill (sapıtan) ise hiçbir zaman böyle kabul edilmez. g. Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi Başka bir yanlış anlama, Allah’ın bazı insanları kalplerinde mühürlerle yarattığı, diğerlerinin ise kalpleri hür ve açık olarak yaratılmış olduğudur. Böyle bir ayırımın izine ne Kur’ân-ı Kerim’de ne de hadislerde rastlanır. ÖRNEK SORULAR Soru-1) Aşağıdaki ayetlerden hangisi “insanın fiillerinde özgür olduğunu” ifade eder? A) “Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir” (Fussilet:46). B) “De ki: Her şeyi yaratan Allah’tır.” (Zümer:62). C) “Allah’ın saptırdığını yola getirecek yoktur.” (A'râf:186). D) “Allah dileseydi, sizi tek ümmet yapardı.” (Nahl:93). E) “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan:30) 1. Sorunun Cevabı: A Soru-2) “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” (Sâffât:96) âyetindeki “yaptıklarınızı” ne hangi anlama gelmektedir? A) Takdîrinizi B) Kaderinizi C) İrâdenizi D) Putlarınızı E) İşlediklerinizi 2. Sorunun Cevabı: D Soru-3) İnsan irâdesinin Allah’ın irâdesi karşısındaki durumuyla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? A) İnsanın irâdesi Allah’ın irâdesiyle aynı ilişkiye sahiptir. B) İnsan irâdeyi sınırlar ve kanunlar altında kullanabilir. C) Bütün sınırlamalara rağmen insan irâdesini kullanmakta özgürdür. D) Allah öyle irâde ettiği için insan kötülük işler. E) İnsan özgür bir fâildir ve yaptığı şeylerden sorumludur. 3. Sorunun Cevabı: D Soru-4) Aşağıdakilerden hangisi Allah’ın isimlerinden değildir? A) Rabb B) el-Hâdî C) el-Mudill D) el-Ganî E) es-Samed 4. Sorunun Cevabı: C Soru-5) “Niyetli olsun niyetsiz olsun veya çok küçük olsun çok büyük olsun her türlü yoldan sapma” anlamına gelen kelime hangisidir? a)Küfür b)Şirk c)İsyân d)Fısk e)İdlâl 10.ÜNİTE İNSAN FİİLLERİ ve İRÂDE HÜRRİYETİ İNSAN FİİLLERİYLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR 1. FİİL KAVRAMI 2. İRÂDE KAVRAMI a. Küllî İrâde b. Cüz’î İrâde 3. KUDRET KAVRAMI a. Kudret Çeşitleri i. Küllî Kudret ii. Cüz’î Kudret b. Kudret-Fiil İlişkisi i. Kudretin Fiil İle Birlikte Oluşu ii. Kudretin İki Zıt İçin Elverişli Olması iii. Bir Fiile İki Kudretin Etkisi 1. FİİL KAVRAMI Fiil, bir müessir tarafından yapılan tesir olup, iyi ve kötüyü, ilim ile veya ilimsiz yapılanı, maksatlı veya maksatsız yapılanı kapsadığı gibi; insan, hayvan veya cansızlar tarafından yapılanı da kapsar. Fiil ile ilgili olarak üç temel problemden söz edilebilir: 1. Fiilin nasıl tanımlanabileceği problemi. Bu problem “irâde hürriyeti” konusu kapsamına girer. 2. Fiile değer biçme problemi. Bu problem sorumluluk konusu içine girer. 3. Fiilin nasıl açıklanacağı problemi. Kelâm Ekollerinin Fiil Tanımları: Mu’tezile: Fiil, “Kudret sahibinden meydana gelen olaylar”dır. Mu’tezile’ye göre gerçekte fiil, “mevcut olan ve başkasının kendisine güç yetirdiği şeydir.” Eş‘ariyye: Ebu’l-Hasan el-Eş’arî insan fiilleri meselesini, fiil kavramına girmeden incelemektedir. O, bu konuda sadece insan fiillerinin Allah’ın yaratmasıyla meydana geldiğini söyler. Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî ve İmamu’l-Haremeyn elCüveynî de Eş’arî’nin yolundan gitmişlerdir. Gazâlî’ye göre ise gerçek fiil, sadece irâde yoluyla olandır. Mâturidiyye: İmâm el-Mâturîdî’ye göre insan, mecazen değil hakikaten fiil sahibidir. Kelâmcılara Göre Fiil Çeşitleri: İslam Kelamcıları, insan fiillerini zorunlu ve ihtiyârî diye ikiye ayırmışlardır. Bunları birbirinden ayırma bizim irâdemizle gerçekleşir. Çünkü irâde, kendisiyle fâilin iki eşit taraftan birini tercih ettiği ve eşyayı sahip olduğu özelliklerle tahsis ettiği bir sıfat olduğuna göre, bizim irâdemizin mevcut olması gerekir. 2. İRÂDE KAVRAMI İrâde kelimesi, Arapça revede kökünden masdardır. Revd, bir şeyi yumuşaklıkla istemede tereddüt, mülayim esen rüzgâr mânâsındadır. İrâde lügatte; talep etmek, istemek, dilemek, arzulamak, emretmek, tercih etmek ve iştiyak, kasd, meşîet, hareket, hüküm, halk ve inşâ gibi mânâlara gelir. Cürcânî irâdeyi, “insanın faydasına inandığı fiili meydana getirmesi için meyl” olarak tarif etmektedir. Kindî’ye göre irâde, “bir şeyin kendisiyle kastedildiği kuvvettir.” İrâde İle Eş Anlamlı Olan Kelimeler: Meşîet, “şey” keliesinden alınmış olup, mevcut için isimdir. Meşîet, lügatte icâd, irâde ise bir şeyi taleptir. İhtiyâr, en iyi olan şeyi talep etmek ve işlemek demektir. İhtiyâr, “hayr”dan türemiş olup birçok şey arasında en hayırlısını seçmek anlamındadır. Çünkü muhtar olan, hakikatte iki şeyden en hayırlısını ıztırar olmaksızın irâde eder. Çünkü ihtiyâr, ıztırara zıttır. Şu halde ihtiyâr irâdeden daha hususidir. Çünkü irâde, bir nevi meyilden ibaret bulunurken, ihtiyâr tercih ile beraber meyl anlamını içermektedir. Kasd, bir nesneye yönelmek, azm ve ahenk eylemektir. Kasd, sadece icad halinde fiili irâde etmek anlamına da gelmektedir. Kasd lafzı ancak hâdis irâdede kullanılır. Kasd, kastedenin bizzat kendi fiiliyle ilgili olup, başkasının fiiliyle ilgili değildir. Kelâm ekollerinin insan irâdesinin fiili üzerindeki tesirleriyle ilgili görüşleri: Cebriyye’ye göre insanın herhangi bir irâdesi yoktur. Mu’tezile: İnsan hür bir irâdeye sahiptir. Hür bir irâdeye sahip olan insanın, kendi fiillerinin meydana getiricisi ve yaratıcısı olması gerekir. Eş’arî’ye göre irâde, Allah’ın zâtî sıfatlarından olup, ilim sıfatı ile birlikte mütâlaa edilmektedir. Eş’arî’ye göre ilâhî irâde bütün mahlukatı kapsamaktadır. Onun mutlak ilâhî irâde anlayışında insan irâdesi âdetâ yok gibidir. Eş’arî, insanın fiil sahibi olduğunu kesb kavramıyla ifade etmektedir. Mâturîdîler, Allah’ın mutlak irâdesini kabul etmekle beraber insanın da irâdesi olduğunu benimsemişlerdir. Onlar bu konuda orta bir yol izleyerek irâdeyi iki kısma ayırmak suretiyle daha gerçekçi davranmışlardır: a) Küllî irâde b) Cüz’î irâde Küllî İrâde-Cüz’î İrâde: a. Küllî İrâde Küllî irâde, irâde sahibi olan bütün canlılarda bulunan sıfattır. Bu sıfat, Allah tarafından yaratılmıştır. Meselâ, durduğumuz zaman hiçbir fiilî irâdemiz yoktur. Ancak bilkuvve irademiz mevcuttur. İşte buna küllî irâde denir. Bunun yaratılmışlığı hususunda ittifak vardır. İnsan bununla bütün mümkün fiilleri irâde edebilir. Yani irâde-i külliye, kendisinde henüz bir tercihin gerçekleşmemiş olduğu irâdedir. Bu irâde henüz bir tarafa yönelmediğinden insanın onunla, verdiği kararından vazgeçmesi mümkündür. b. Cüz’î İrâde Cüz’î irâde, küllî irâdenin muayyen bir fiile taalluk etmesi keyfiyetidir. Yani küllî irâdenin muayyen bir fiile sarfedilmesi demektir. Kısaca ihtiyâr, irâdenin belirli bir işe yönelmesi ve o işte kullanılması demektir. Eş’arîler, “ihtiyâr yaratılmıştır, insanın onda bir katkısı yoktur” diyorlar. Mâturîdîler ise “ihtiyâr yaratılmamıştır, doğrudan doğruya insanın meydana getirmesiyle hâsıl olur” diyorlar. 3. KUDRET KAVRAMI Kudret; güç, kuvvet, tâkat, iktidâr anlamlarına gelmektedir. Kudret, istitâat, kuvvet, tâkat, cehd ve vüs’ kelimeleri dilcilere göre yakın manalı, kelâmcılara göre eş anlamlı kelimelerdir. İstitâat, Allah’ın, canlıda ihtiyârî fiillerini işlemesi için yarattığı bir arazdır. İstitâat, kudrete bağlı olduğundan daha sonra kudret mânâsında kullanılmıştır. Tam mânâsıyla istitâat, fiile mukarin olan bilfiil kudrettir. İstitâat Kur’ân-ı Kerim’de, mal genişliği, tâkat anlamlarında kullanılmıştır. Cehd, istitâattandır. Ancak cehd, fiili meşakkatle elde etmektir. Tâkat da istitâattan alınmıştır. Tâkat ise, fiilin son derece meşakkatli olması demektir. Vüs’ kelimesi de istitâattan alınmıştır. Vüs’, meşakkatsiz olarak fiili elde etmedir. Kudretle eş anlamlı kullanılan kelimelerden birisi de kuvvettir. Ancak kuvvet ile kudret arasında fark vardır. Kuvvet bir cihet için geçerli olduğu halde, kudret her cihet için geçerlidir. Kısacası kuvvet ıztırâr (zorunluluk), kudret ise ihtiyâr (hürriyet) ifade eder. Kelâm Ekollerinin Kudret Görüşleri: Cebriyye’ye göre insan hiç bir şeye kâdir değildir. Bu yüzden istitâât ile vasıflandırılamaz. Mu’tezîlîlerin kudret konusundaki görüşleri birbirinden farklılık arzetmektedir. Mu’tezile, insana fiilini mal edebilmek, insan fiilinin yaratıcısıdır diyebilmek için bizzat insan orijinli bir kudret anlayışını benimsemiştir. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, irâde kavramında olduğu gibi, kudret kavramında da özellikle Allah’ın kudreti üzerinde durmaktadır. O, insan fiillerinden bahsederken kudret kavramından ziyade istitâat kelimesini kullanmaktadır. Ona göre insan kendi dışından bir istitâatla iş yapabilme gücüne sahiptir. Çünkü insan, bazen istitâat sahibidir, bazen de âcizdir. Mâturîdîlerin insan fiilleri probleminin çözümünde önemli bir yer tutmaktadır. Zira Ebû Hanife’ye göre kudret, canlıya fiili yapma veya terk etme imkânı veren kuvvet mânâsındadır. Ebû Hanife bu tarifiyle, kendisinden sonra gelen HanefîMâturîdî kelâmcılarına ışık tutmuştur. Mâturîdîlere göre kudretin bulunabilmesi için bazı şartlar vardır: a) Kudret, bazı hususların bulunmamasına bağlıdır. Meselâ, dilin kekemelikten, elin çolaklıktan, bedenin ise hastalıktan sâlim olması gibi. b) Kudret, bazı hususların varlığına bağlıdır. Bu da şuur, kudret ve ihtiyârın bağlı bulunduğu diğer hususların yaratılmasından ibaret olan gizli hususların kolaylaştırılmasıdır. c) Kudret, hem vucudî hem de arazî olan hususların bulunmasına bağlıdır. Bu da fâilin ihtiyâr ve irâdesidir. Kudret Çeşitleri • i. Küllî Kudret İnsanda kuvve halinde mevcut olan kuvvet ve temekkündür. Bu kudret, sebep ve âletlerin, bedenin uzuv ve organlarının sağlam ve sıhhatli olmasıyla meydana gelir. İnsan, bu kudret ile bir fiilin iki tarafına (yapıp-yapmama) imkân sahibi olur. İmam Mâturîdî’ye göre küllî kudret, fiilden önce bulunmaktadır. Fiillerin meydana gelişi her ne kadar bu nevi kudretin varlığına bağlı ise de, bu kudretin o fiile mahsus olarak yaratıldığını söylemek pek mümkün değildir. Bu kudrete istitââtü’l-hâl (potansiyel güç) ve teklife sebep olan kudret de denilmektedir. • ii. Cüz’î Kudret Cüz’î kudret, küllî kudretin muayyen bir fiile taallukudur ki, fiil bununla hâsıl olur. Sonucunda sevap ve cezanın meydana geldiği, husun ve kubuh gibi vasıflar taşıyan fiillerin meydana gelmesinde âmil olan kudret, fiil ile birlikte ve fiil için olan kudrettir. Bu kudret, bizzat fiilin meydana gelmesini sağlar. Yani cüz’î kudret küllî kudretin fiile çıkan kısmı demektir. Kelâmcıların istitâat dedikleri kudret budur. İmam Mâturîdî’ye göre bu nevi kudretin tarifini yapmak mümkün olmayıp, bunun ancak fiil için olduğu bilinir. Bu kudret sayesinde fiil, kolaylaşır ve hafifler. Hanefî-Mâturîdî kelâmcıları buna; hakikî kudret ve istitââtü’l-fiâl (dinamik güç) ve cüz’î kudret tabirleri kullanmışlardır. b. Kudret-Fiil İlişkisi i. Kudretin Fiil İle Birlikte Oluşu ii. Kudretin İki Zıt İçin Elverişli Olması iii. Bir Fiile İki Kudretin Etkisi i. Kudretin Fiil İle Birlikte Oluşu Mu’tezile’ye göre küllî kudret fiilden önce bulunur, fiille birlikte değildir. Eğer fiille birlikte olursa teklîf mâ lâ yutâk (güç yetmeyen işle teklif) olur. Kudretin fiil ile birlikte olduğu, hem Eş’arîler hem de Mâturîdîler tarafından kabul edilmektedir. ii. Kudretin İki Zıt İçin Elverişli Olması Mu’tezile’ye göre önceki kudretten sonrası kula bırakılmıştır. Eş’ariyye’nin büyük çoğunluğu ile muhaddis kelâmcılar, kudretin iki zıt için elverişli olmadığı görüşündedirler. Mâturîdîlere göre, gerçekten hür olan bir fâil, bir şeyi yapmaya kâdir olduğu zaman onun zıddını da yapmaya kâdir olur. Bu, fiilini meydana getirmeye kâdir olanın, tekrar o fiili yok edebilmeye kâdir olması anlamında değildir. Meselâ, birisi meyveli bir ağaç için “Bunu ben yarattım ve takdîr ettim.” dese, onu kestikten sonra bu adamın tekrar o ağacı diriltmesi mümkün değildir? Ancak bir şeyi yaratan onun zıddını da yaratmaya kâdir olur. iii. Bir Fiile İki Kudretin Etkisi Bu meselede, Mu’tezile şirk durumundan çekindikleri için insan fiili için bir tane fâil (yaratıcı) kabul etmektedir ki bu insandır. Eş’arî de bir fiile iki kudretin tesirini kabul etmez. Ancak ona göre fiil Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir. Mâturîdîler ise, insan fiili için iki fâil kabul ederek, hem Mu’tezile’den hem de Eş’arîlerden farklı bir görüş sergilemektedirler. iii. Bir Fiile İki Kudretin Etkisi (Mâturidîler) Ebu’l-Yusr el-Pezdevî, bir fiile iki kudretin tesir edebileceği görüşündedir. Ona göre fiil, sadece insanın mef’ûlü (yaptığı) olursa, Kaderiyye’nin görüşü benimsenmiş olur. Sadece Allah’ın fiili olduğu kabul edilirse, Cebriyye ve Eş’arî’nin görüşü kabul edilmiş olur. Buna göre fiil, iki kâdirin makdûru olmalıdır. Ebu’l-Muîn en-Nesefî’ye göre bir makdûr, biri ihtira’ (yaratma), diğeri iktisab kudreti olmak üzere iki kudretin tesiri altında meydana gelir. • Kulun fiili, hem Allah’ın hem de kulun icadıyla meydana geliyorsa bu şirk olmaz mı? A) el-Pezdevî, bu soruya şu şekilde cevap vermektedir: a) Bir fiile iki kudretin etkisi, kullar hakkında mümkündür. Çünkü başkasında yaratma imkânı olmadığı için, yaratıcı Allah’tır. b) Bir bilginin (malumun), iki âlimin bilgisi olması; aynı şekilde bir tek şeyin iki kişi tarafından görülmesi mümkün ve câiz olduğuna göre; niçin fiil, iki fâilin mef’ûlü ve iki kâdirin makdûru olmasın? c) Zorunlu delil, bir fiile iki kudretin etkisini gerekli kılar. Zira insanın cevherleri yaratma gücü yoktur. Arazlar ise cevherlerden daha incedir. İnsanların cevherleri yaratma gücü yoksa, arazları yaratma gücü de yoktur. Buna göre bir fiil, iki fâilin makdûru olmakta; ancak iki fâilin mef’ûlü olmamaktadır. Zira yaratmayı Allah’a, fiili de insana izafet ve nispet etmek gerekir. Çünkü fiil, Allah’ın yaratması olup kulun yaratması değildir. Ama kulun fiilidir. Fiil, mef’ûlden başkadır. Bu mef’ûl (yapılan iş), Allah’ın fiili olamaz. Allah’ın fiili, kulun fiilinden başka bir şey olan yaratma (icâd)dır. B) Ebu’l-Muîn en-Nesefî ise bu konuda şunları söylemektedir: “Bu şirk (ortaklık) ile ilgili iddia cahil kimselerin ortaya attığı bir sözdür. Zira ortaklık, her ortaktan birinin, ortağı için değil de kendisi için olan bir şeyde ayrı olmalarıdır. Köy ve mahalledeki ortaklar gibi. Mecusîlerin kabul ettikleri şirk, bu nevidendir. Allah Teâlâ mülk olarak kullara çeşitli şeyler vermiştir ki bunlar yaratma yönünden Allah’ın mülküdür. Bu açıdan kullar, Allah’ın ortağı sayılmamaktadır. Fakat Allah’ın yaratmış olduğu bu aynı mülk, tasarruf yönünden kula aittir.” C) Saduddin et-Taftazânî, bir fiile iki kudretin tesirinden dolayı şirk gerekmeyeceğini şöyle açıklamaktadır: “Şirket ve ortaklık, iki zâttan her birinin, diğerinden ayrı olarak sadece kendisine mahsus olan bir şey için bir araya gelmeleridir. Köy ve mahalledeki ortaklar gibi. İnsan, kendi fiilinin yaratıcısı, Allah da diğer araz ve cisimlerin yaratıcısı kabul edilirse; işte şirk budur. Bir iş, değişik cihetlerden iki şeye nispet edilince şirk gerekmez. Örneğin, yer yaratma yönünden Allah’ın mülkü olduğu halde, tasarruf yönünden insanın mülküdür. İşte kulun fiilinin yaratma yönünden Allah’a, kesb yönünden insana nispet edilmesi de böyledir.” ÖRNEK SORULAR Soru-1) “İmâm el-Mâturîdî’ye göre insan, mecazen değil ………… fiil sahibidir.” ifâdesindeki boş yere hangi ifade gelmelidir? A)Aklen B) İlmen C) Fiilen D) Hakikaten E) Manen 1. Sorunun Cevabı: D Soru-2) “Kendisiyle fâilin iki eşit taraftan birini tercih ettiği ve eşyayı sahip olduğu özelliklerle tahsis ettiği bir sıfat” olarak tanımlanan kavram hangisidir? A) Kudret B) Fiil C) İrâde D) İstitâat E) Cehd 2. Sorunun Cevabı: C Soru-3) “Gerçek fiil, sadece irâde yoluyla olandır.” ifâdesi aşağıdaki Eş’arî âlimlerinden hangisine aittir? A) Gazâlî B) Cüveynî C) Eş‘arî D) Bâkıllânî E) Bağdâdî 3. Sorunun Cevabı: A Soru-4) Aşağıdakilerden hangisi “Kudret” anlamında değildir? A) İstitâat B) Kuvvet C) Tâkat D) Vüs‘ E) Kasd 4. Sorunun Cevabı: E Soru-5) Mâturdîlerin “İrâdeye uygun olarak makdûrat üzerinde tesirde bulunan ve fâile bir işi yapma veya yapmama imkânı veren kuvvettir” şeklindeki kudret tariflerinden aşağıdakilerden hangisi çıkmaz? A) Kudret, irâdeyi takip eden bir unsurdur. B) Fâile bir işi yapma veya yapmama imkânı verir. C) Bu kudret, insanda kuvve halinde mevcut olan kuvvettir. D) Kudret, makdûrat üzerinde tesirde bulunur. E) Bu anlamdaki kudret, istitâat manasınadır 11.ÜNİTE İNSAN FİİLLERİ ve İRADE HÜRRİYETİ KONUSUNDAKİ YORUMLAR 1. CEBRİYYE 2. MU‘TEZİLE/KADERİYYE 3. EHL-İ SÜNNET a. Eş‘ariyye b. Mâturîdiyye 1. CEBRİYYE Cebriyye’nin kurucusu Cehm b. Safvan (ö. 128/745)’a göre, Allah dışında hiç kimsenin ne fiili ne de ameli vardır. Ameller insanlara ancak mecaz yoluyla nisbet edilir. Cebriyye, insan hürriyetini tamamen inkâr eder. Onlar, fiillerinde mecbûr olmaları bakımından insan ile cansızlar arasında bir fark gözetmezler. Cebriyye’ye göre insan fiili, insanın herhangi bir rolü olmaksızın sadece Allah’ın ezelî kudretiyle meydana gelmektedir. 2. MU‘TEZİLE Mu’tezile, Allah’ın, insanların fiillerinin yaratıcısı olmadığı görüşünde müttefiktirler. İnsanlar, Allah’ın, kendilerinde yaratmış olduğu kudretle ihtiyârî fiillerinin yaratıcısıdırlar. Dolayısıyla onlar, bu düşünceleriyle kaderi inkâr etmiş oluyorlar. Bu yüzden kendilerine Ehl-i Sünnet tarafından Kaderiyye ismi verilmiştir. Mu’tezile’nin çoğunluğu, insanın îcâb sıfatıyla değil de, ihtiyâr sıfatıyla fiillerini var ettiğini ileri sürerler. Mu’tezile’ye göre insanın yapmaya ve terketmeye gücü yoksa, onun fiileri cansızların hareketleri gibidir. Nitekim cansıza emretmenin, yasaklamanın, övmenin ve yermenin yapılmasının doğru olmadığı açıktır. Mu’tezile’nin Ortak Temel Görüşleri: a) Mu’tezile, insan fiillerinin Allah’ın mahlûku olmadığı hususunda ittifak halindedir. b) Mu’tezile, insan fiillerinin kendi tasarrufları olduğu ve onlar tarafından ihdâs edildiği hususunda müttefiktirler. c) Onlara göre, fâil-i muhtar olan insan fiillerini kendi kasd ve irâdesine göre meydana getirir. d) İnsanı, fiillerinin fâili olarak vasıflandıran Mu’tezile, bu vasıflanışın mecazî olmadığı, hakikî olduğu görüşündedir. e) İnsan fiilerinin Allah’ın yaratığı olduğuna karşı çıkan Mu’tezile, insanı fiillerinin yaratıcısı (hâlık) olarak vasıflandırmaktadır. Mu’tezile, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğuna, hidâyete ve dalâlete O’nun erdirdiğine, her şeyi irâde edenin O olduğuna, O’nun insanların kalplerini ve kulaklarını mühürlediğine, gözlerini perdelediğine ve Allah’ın her şeyi önceden takdir ettiğine dair âyet-i kerimeleri te’vîl etmektedir. “Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır?” (Fâtır, 35/3) ve “Hiç yaratan yaratmayana benzer mi?” (Nahl, 16/17) gibi âyetleri, “Bunlar ibâre yönündendir, mânâ yönüne gelince, kulun bir şeyi ihdâs ettiğini ortaya koymamız gerekir” şeklinde yorumlarlar. “O, her şeyi yaratandır. O halde O’na kulluk edin” (En'âm, 6/102) âyetini geniş bir şekilde te’vile tabi tutarlar. Onlara göre bu âyet, her ne kadar umûmî mânâda bir ifade ise de, bu âyetin yanısıra, kulların amellerinin âyetin bu umumî mânâsının dışında olduğuna delâlet eden başka hususlar vardır… Mu’tezile’nin Akli Delilleri: Biz, yürüyenin hareketi ile titreyenin hareketi arasında fark olduğunu zarurî olarak bilmekteyiz. Birincisi, ihtiyârî; ikincisi ise değildir. Hareketlerin hepsi Allah’ın yaratmasıyla olsaydı; teklif, medh, sevap ve ceza prensibi bâtıl olurdu. İnsan fiillerini yaratan Allah olsaydı; şüphesiz ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, hırsızlık yapanın Allah olması gerekirdi. “Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yaratıyordun” (Mâide:110) gibi âyet-i kerimeler Allah Teâlâ’dan başka yaratıcılar olduğuna delâlet eder. et-Taftazânî, Mu’tezile’nin bu delilinin onların cehaletinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Çünkü bir şeyle muttasıf olan demek, o şey kendisiyle kaim olur demektir. Yoksa o şeyi icâd eden demek değildir. Halbuki cisimlerdeki beyazlık, siyahlık gibi şeylerin yaratıcısı Allah olduğu halde, kendisi bu sıfatlarla vasıflanmaz. Biz, yürüyenin hareketi ile titreyenin hareketi arasında fark olduğunu zarurî olarak bilmekteyiz. Birincisi, ihtiyârî; ikincisi ise değildir. Hareketlerin hepsi Allah’ın yaratmasıyla olsaydı; teklif, medh, sevap ve ceza prensibi bâtıl olurdu. İnsan fiillerini yaratan Allah olsaydı; şüphesiz ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, hırsızlık yapanın Allah olması gerekirdi. “Benim iznimle çamurdan, kuş şeklinde bir şey yaratıyordun” (Mâide:110) gibi âyet-i kerimeler Allah Teâlâ’dan başka yaratıcılar olduğuna delâlet eder. et-Taftazânî, Mu’tezile’nin bu delilinin onların cehaletinden kaynaklandığını ileri sürmektedir. Çünkü bir şeyle muttasıf olan demek, o şey kendisiyle kaim olur demektir. Yoksa o şeyi icâd eden demek değildir. Halbuki cisimlerdeki beyazlık, siyahlık gibi şeylerin yaratıcısı Allah olduğu halde, kendisi bu sıfatlarla vasıflanmaz. Mu’tezile’nin Nakli Delilleri: 1) Kur’an’da fiil, kullara nisbet edilmektedir. 2) Kur’an’da, mü’minin imanından dolayı övülmekte, kâfir küfründen dolayı yerilmekter; itâata sevap, isyâna azab verileceği bildirilmektedir. 3) Allah Teâlâ’nın fiillerinin yaratıkların fiillerinin benzeri olmadığına delâlet eden âyetler. 4) İnsanların küfür ve isyanlarından dolayı zemmedilmesine dair âyetler 5) İnsanların fiillerinde muhtar oldukları ve fiillerinin kendi dileklerine bağlı olduğu zikredilen âyetler 6) İnsanlara, fiillerine ve onları kaçırmadan önce acele etmelerine dair emirlerin bulunduğu âyetler 7) Allah Teâlâ’nın insanları yardım dilemeye teşvik ettiği âyetler 8) Peygamberlerin günahlarını itiraf etmelerine ve onları kendi nefislerine isnad etmelerine dair olan âyetler 9) Kâfirlerin ve âsîlerin küfürlerini ve isyanlarını itiraf ettiklerini gösteren âyetler 10) Allah Teâlâ’nın, inkâr ve isyân ettiklerine ve dönüş isteklerine olan hasreti onlarda var edeceğine dair âyetler 3. EHL-İ SÜNNET Selefe göre “Ne cebir vardır ne de tefviz. Ancak ikisi arası bir durum vardır.” Yani insan, Cebriyye’nin dediği gibi “mecbûr”, Mu’tezile’nin dediği gibi “yaratıcı” değildir. Eş’ariyye ve Mâturîdiyye ise selefe tabi olarak orta bir durum isbat etmeye çalışmışlardır. Fakat insan fiilleri ve hürriyeti meselesini yorumlama hususunda aralarında farklılık arzetmektedirler. Selefe göre “Ne cebir vardır ne de tefviz. Ancak ikisi arası bir durum vardır.” Yani insan, Cebriyye’nin dediği gibi “mecbûr”, Mu’tezile’nin dediği gibi “yaratıcı” değildir. Eş’ariyye ve Mâturîdiyye ise selefe tabi olarak orta bir durum isbat etmeye çalışmışlardır. Fakat insan fiilleri ve hürriyeti meselesini yorumlama hususunda aralarında farklılık arzetmektedirler. Eş’ariyye: Eş’arilere göre, kulların ihtiyârî fiilleri Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, kulun, fiilinde asla bir tesiri olmadığını söyleyerek kulun, kudretinin de fiilinin de Allah’ın yaratmasıyla olduğunu belirtir. Cüveynî, el-İrşâd isimli eserinde şöyle diyor: Selef, bid’atlar ve sapık görüşler ortaya çıkmadan önce, Allah’ın âlemlerin yaratıcısı olduğunda, O’ndan başka yaratıcı bulunmadığında ittifak etmişlerdi. Bütün hâdisler, Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmektedir. Bu hâdisler, ister kulun fiiliyle olsun, isterse Allah’ın münferid olarak yarattığı şeyler olsun, aralarında fark yoktur. Eş’ariyye’nin Aklî Delilleri: • 1. Kulun fiili mümkündür. Her mümkün, Allah’ın makdûru olduğuna göre, kulun fiili de Allah’ın makdûru olmaktadır. • 2. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olsaydı; o fiilleri ayrıntılarıyla bilmesi gerekirdi. Halbuki bu, imkânsızdır. • 3. Kulun fiili kendi kudretiyle olsaydı; onu yapmak ve terketmek onun için mümkün olurdu. • 4. Allah’ın olanı ve olacak olanı bildiği sabittir. Allah hakkında cehâlet imkânsızdır. Allah’ın meydana geleceğini bildiği her şeyin, meydana gelmesi vâciptir. Allah’ın meydana gelmeyeceğini bildiği her şeyin, meydana gelmesi de mümtenidir. Buna göre vâcip ve mümteniden hiçbir şey, kulun imkânı dahilinde değildir. • 5. Eğer kul, fiilini icâdda müstakil olsaydı; kulun bir vatkitte bir cismi hareket ettirmek istediğini, Allah’ın da o cismin aynı zamanda sakin olmasını irâde ettiğini farzetsek; ya her ikisinin dediği olacak ki, bunun imkânsızlığı açıktır. Ya da her ikisinin dediği de olmayacak, bu da muhaldir. Eş’ariyye’nin Naklî Delilleri: 1. Allah’ın kendisini yaratıcılıkla methetiği âyetler. 2. İnsanları ve fiillerini Allah’ın yarattığına dair âyetler. 3. Yaratmanın sadece Allah’a mahsusu olduğunu bildiren âyetler. 4. İnsanların Allah’tan yardım ve hidâyet istediğine dair âyetler. 5. Allah Teâlâ’nın her şeyi irâde ettiğine dair âyetler. el-Eş’arî’ye göre, kulun fiilini Allah yaratır. Kulun bunda herhangi bir katkısı yoktur. Kul, sadece “kesb”eder ve bu “kesb”den dolayı da sorumludur. Fahreddin er-Râzî, “Biz, her ne kadar kulun kendi işlerini yaratacağını kabul etmiyorsak da, onları yapan ve kesbeden olduğunu itiraf ediyoruz”, diyerek insana hürriyet imkânı tanımaya çalışmaktadır. İbn Hazm (ö. 456/1064), yukarıdaki görüşlerinden dolayı el-Eş’arî’yi Cebriyye’den saymaktadır. Ona göre el-Eş’arî’nin insan fiilleri hususundaki görüşü, kul için seçme ve ihtiyâr tanımamaktadır. Mâturîdiyye: Mâturîdîler de Eş’arîler gibi, kullardan ve bütün canlılardan zuhûr eden fiillerin Allah’ın yaratmasıyla olduğu görüşündedirler. Bununla beraber İmâm el-Mâturîdî, insanın, fiillerinde gerçek bir irâde sahibi olduğu görüşündedir. O, insanın bu durumu, her an müşahede etmekte olduğunu ve fiillerini kendisinin iktisâb ettiğini gördüğünü belirtir. el-Mâturîdî, Kur’an-ı Kerim’den zikrettiği bir çok âyetin insanın hür olduğunu gösterdiğini söylemektedir. Mâturîdiyye’nin Aklî Delilleri: 1. Kulun fiili yaratılmıştır, varlığı da yokluğu da mümkündür, var olmak ve olmamak ihtimali ona nisbetle eşittir. Binaenaleyh, onun var olma ihtimalinin gerçekleşmesi için varlığı kendinden olan bir tercih edicinin tercihine ihtiyaç vardır ki bu, Allah’tan başkası değildir. 2. Kul, kendi nefsinde bir fiili icâd etmeye muktedir olursa; Allah, onun nefsinde sukûnu icâd etmeye muktedir midir, değil midir? Eğer muktedir ise, iki zıddın bir arada bulunması gerekir; şayet muktedir değilse, Allah’a acz nisbet edilmiş olur. Halbuki, bu neticelerin ikisi de bâtıldır. Dolayısıyla kulun fiilini Allah yaratmaktadır. 3. Yaratma gücüne sahip olabilmenin şartı, yaratıcının henüz var olmadan önce, yaratılacak şeyin bütün ayrıntılarını bilmesi gerekir. Çünkü Allah, “Hiç yaratan bilmez mi? O, her şeye nüfûz eden, her şeyden haberdâr olandır” (Mülk:14) demektedir. Fiil hakkında hiç bir bilgisi olmayanın, o fiile güç yetiremeyeceğinde şüphe yoktur. Mâturîdiyye’nin Naklî Delilleri: Mâturîdîler de Eş’arîler gibi, kulun yaratıcı olmadığına dair naklî deliller getirmektedirler. Eş’arîlerin ileri sürdüğü naklî deliller Mâturîdîler için de aynen geçerlidir. İnsan fiilinin yaratılması meselesinde, hemen hemen aynı delilleri ileri süren Eş’arîler ve Mâturîdîler, “kesb” meselesinde birbirlerinden ayrılmaktadır. Netice olarak Mâturîdîler Allah’ın mutlak yaratıcı olmasının yanında, insanın da hürriyeti bulunduğunu açık ifadelerle dile getirmektedirler. Eş’arîler ise insanın hür olduğunu söylemekle beraber; kesb hakkında yaptıkları açıklamaları bu hürriyeti ortadan kaldırmaktadır ÖRNEK SORULAR Soru-1) “Ne cebir vardır ne de tefviz. Ancak ikisi arası bir durum vardır.” ifadesi aşağıdakilerden hangisinin görüşüdür. A) Mutezile B) Mürcie C) Selef D) Hanbelilik E) Malikilik 1. Sorunun Cevabı: C Soru-2) el-Eş’arî, irâde hürriyeti konusunda ileri sürdüğü kesb anlayışıyla aşağıdakilerden hangisine yaklaşmaktadır? A) Mu’tezile B) Mürcie C) Matrudiyye D) Cebriye E) Hanbelîlik 2. Sorunun Cevabı: D Soru-3) ““Biz, her ne kadar kulun kendi işlerini yaratacağını kabul etmiyorsak da, onları yapan ve kesbeden olduğunu itiraf ediyoruz” diyen Eş’arî kelâmcısı kimdir? A) Gazâlî B) Cüveynî C) Râzî D) Bâkıllânî E) Bağdâdî 3. Sorunun Cevabı: C Soru-4) Aşağıdakilerden hangisi Cebriyye’nin kurucusudur? A) Vâsıl b. Atâ B) Ebu’l-Huzeyl el-Allâf C) Ebu’l-Abbâs el-Kalânîsî D) Ca‘d b. Dirhem E) Cehm b. Safvan 4. Sorunun Cevabı: E Soru-5) “İnsan fiillerini yaratan Allah olsaydı; şüphesiz ayakta duran, oturan, yiyen, içen, zina eden, hırsızlık yapanın Allah olması gerekirdi” diyen Mutezile’ye, “Bu delil onların cehaletinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bir şeyle muttasıf olan demek, o şey kendisiyle kaim olur demektir. Yoksa o şeyi icâd eden demek değildir. Halbuki cisimlerdeki beyazlık, siyahlık gibi şeylerin yaratıcısı Allah olduğu halde, kendisi bu sıfatlarla vasıflanmaz” şeklinde cevap veren kelâmcı aşağıdakilerden hangisidir? A) Gazzâlî B) Cüveynî C) Nesefî D) Bâkıllânî E) Taftazânî 12.ÜNİTE İMAN VE AMEL İLİŞKİSİ 1. TEMEL KAVRAMLAR a. İmân b. Küfür c. Şirk d. Nifak e. Fısk f. Amel 2. KELÂM EKOLLERİNE GÖRE İMÂN-AMEL İLİŞKİSİ a. Haricî Görüş b. Mu‘tezilî Görüş c. Mürciî Görüş d. Ehl-i Sünnet'in Görüşü 3. İMÂNIN ARTMASI VE EKSİLMESİ 4. TAKLÎDÎ İMÂN 1. TEMEL KAVRAMLAR 1. İmân Kavramı: İmân sözlükte emn ve emân köklerinden türemiş olup if‘âl bâbında masdardır. İmân, Arap dilinde mutlak olarak tasdîk anlamına gelir. Tasdîk ise, haber verenin hükmüne boyun eğmek, onu kabul etmek ve doğru saymaktır. Din dilinde imân, genel olarak “Peygamber’in Allah’tan getirdiği zarûrî olarak bilinen her şeyi tasdîkten ibarettir” İmânın zıddı küfür, tasdîkin zıddı ise tekzîb (yalanlama)dir. 2. Küfür Kavramı Küfür, k-f-r fiilinin masdarı olup lügatte örtmek anlamına gelmektedir. Bu lugavî mânâya bağlı olarak, Rabbini inkâr eden ve O’na şirk koşan kimseler kâfir olarak isimlendirilirler. Ragıb Isfehânî küfür kelimesiyle ilgili şöyle demektedir: "Küfür, Allah'ın birliğini, şerî'ati ve nübüvveti inkâr etmektir. Küfrân ise, ekseriyetle nimetin inkârı (nankörlük) demektir. Kefûr ise, her iki anlamda da kullanılır. Küfür, Allah Teâlâ’yı tekzîb/yalanma ve O’nu bilmemek/cehâlettir. 3. Şirk Kavramı Şirk kelimesi ş-r-k fiilinden türemiş olup riyâ, nifâk, Allah’a ortak ispat etmek, Allah’tan başkasının adına yemin etmek, bir şeyi uğursuz saymak, hadiseleri âdî sebeplere bağlamak, Allah’tan başka ilâh tanımak, putperestlik manasına gelir. Râgıb Isfehânî’ye göre şirk, mülk ve saltanatta ortaklık anlamına gelir. Râgıb Isfehânî şirki büyük ve küçük şeklinde tasnife tabi tutmuştur: 1) Büyük şirk: Allah Teâlâ için ortak isbât etmektir. 2) Küçük şirk: Bazı fiilleri yerine getirirken Allah rızâsı olmakla birlikte, bunları Allah’tan başkasına riyâ için yapmaktır. 4. Nifâk Kavramı Nifâk kavramının türediği n-f-k fiili lügatte birbirine yakın anlamı olan iki kökten türemiştir: Birincisi, nufûk veya nefâk olup ‘bir şeyin kesilmesi ve gitmesi’ne delâlet eder. İkincisi ise, nefak veya nâfikâ olup “bir şeyin gizlenmesi ve saklanması”na delâlet eder. Buradan hareketle nifak, dine bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmak olarak da tanımlanmıştır. Dinî anlamda nifâk, “bir kâfirin küfrünü gizleyip şeklen mü’min ve müslüman görünmesi” demektir. Münafık ise, bu fiili yapan kimsedir. 5. Fısk Kavramı Fısk, Arapça fsk kökünden masdar olup çoğulu fusûktur. Sözlükte fısk, ‘taze hurma kabuğunu yarıp dışarı çıkmak, belirli sınırı aşmak’ anlamlarına gelir. Cahiliyye döneminde, daha çok bitkiler ve hayvanlar hakkında kullanılırdı. Araplar, tomurcuktan filiz çıkmasına, farelerin deliklerinden çıkmasına fısk demişlerdir. Dinde fısk, “Allah Teâlâ’nın emrini terkederek isyân edip hak yoldan çıkmak, doğru yoldan sapmak, tâatten çıkmak ve fucûr” demektir. Fısk, zinâ ve fucûr işlemek manasına da gelir. Fâsık, kâfirden daha geneldir. Zâlim ise, fâsıktan daha geneldir. Fâcir kelimesi, hem kâfir hem de fâsık için kullanılmıştır. 6. Amel Sözlükte amel; mihnet, fiil, niyetli davranış, hareket, iş, aksiyon, eylem… anlamlarına geldiği gibi; dinin hüküm ve öğretilerine uygun olan veya olmayan (amel-i hayr, amel-i salih, amel-i bâtıl, amel-i sû...) hareket tarzı anlamına da gelir. Buna göre amel, genel olup işlenen her fiili kapsar. Kur’ân’da, amel ile eş anlamlı olarak bir de fiil kelimesi çok kullanılır. Ancak amel kelimesi fiilden daha geneldir. Her amel fiil olduğu halde, her fiil amel değildir. Çünkü amel, hem kalplerin hem de organların fiillerini kapsar. Ayrıca sadece kasıt ve niyete bağlı olan fiiller amel adını alır. İyi veya kötü, sadece insanın maksatlı fiilleri ameldir. Amel, fikir ve düşünce ürünü olan hususlarda kullanılır. Bu yüzden amel çoğu zaman ilim ile birlikte kullanılmıştır. Hatta bazı dil bilginleri, “amel”in ilim kelimesinden dönüştürüldüğünü söylemişlerdir. Dinî literatürde amel kelimesi, zamanla emir, tavsiye veya yasaklara konu olan, sonunda ceza veya mükâfat bulunan tutum ve davranış anlamını kazanmıştır. 2.KELÂM EKOLLERİNE GÖRE İMÂN-AMEL İLİŞKİSİ a. Haricî Görüş Hâricîler, Sıffîn Savaşı'nda, hem Hz. Ali hem de Muâviye tarafının tahkîmi kabul etmekle kâfir olduklarını iddia ederek Hz. Ali'nin yanından ayrılmışlardır. Hâricîlere göre Hz. Ali, tahkîmi kabul etmek suretiyle büyük günah işlemiştir. Onların inancına göre büyük günah işleyen kimse kâfir olduğu için Hz. Ali de kâfir olmuştur. Görüldüğü üzere, imân ve amel ilişkisi konusundaki ilk tartışma siyâsî sâikle doğmuştur. Hâricîlerin bu aşırı iddialarının karşısına, tam tersi kanaatler belirten Mürcie çıkmıştır. Her iki taraf, görüşlerinin doğruluğunu ispatlamak için Kur’ân ve Hadis'ten kanıtlar getirme yoluna gitmişlerdir. a. Haricî Fırkaları Temelde bütün Hâricî fırkaları, ameli imâna dâhil etme noktasında aynı görüşte olmakla beraber, bazı ayrıntılarda birbirinden farklılık arzetmektedirler. el-Muhakkime: Allah'tan başka hüküm verme yetkisine sahip olduğunu iddia eden herkes kâfirdir. Zirâ, “Allah'ın indirdiği şeylerle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir” (Mâide, 5/47). Ezârika: İster büyük olsun, ister küçük olsun günah işleyen kimse müşriktir. Ezrakîlerin bu görüşü çok dikkat çekicidir. Çünkü bu görüş, İslâm toplumu içinde müşriklerin (Allah'a ortak koşanların) de bulunduğu anlamına gelmektedir. Ezârika, Hâricî fırkalarının en mutaassıp ve şiddet taraftarı olanı kabul edilir. Onlara göre bütün günahlar aynı derecededir. Adam öldürme, zinâ, içki içme gibi günahlar cehennemde ebedî olarak kalmayı gerektiren büyük günahlardır. Necedât: Necde b. Âmir'e göre kim küçük bir günah işler veya küçük bir yalan söyler ve bunlarda ısrar ederse, o kimse müşriktir. Fakat üzerlerinde ısrar etmeksizin, zina eden, hırsızlık yapan ve içki içen bir kimse, inanışında kendisine (Necde'ye) uymak koşuluyla müslümandır. Sufriyye: Temelde Ezârika'nın görüşlerini benimsemiştir. Bunlara göre de günah işleyenler müşriktir. Şu farkla ki bunlar, muhaliflerinin çocukları ile kadınlarını öldürmeyi ileri sürmezler. İbâdiyye: Küfür ikiye ayrılır: Nimet küfrü ve şirk küfrü. Onlara göre, hakkında cezâ bulunan bir günahı işleyen kimse, Allah katından gelen şeyleri bilmek koşuluyla, nimet küfrü ile kâfirdir, şirk küfrü ile kâfir değildir. Gazâlî, Hârîcîlerin sergilediği tekfîr anlayışını çok tehlikeli bulmaktadır. İbn Teymiyye'ye göre, Hâricîlerin asıl amaçları Kur’ân'ın emirlerini üstün tutmak ve bunlara uymak hususunda büyük hassasiyet göstermektir. b. Mu‘tezilî Görüş İmân-amel ilişkisi konusunda Mu‘tezile temelde imân ile ameli özdeşleştiren Hâricî tezine yakın bir görüş benimsemiştir. Mu‘tezile’ye göre imân kalp ile tasdîk, dil ile ikrâr ve erkân ile amel etmektir. Eş’ârî’nin kaydettiğine göre Mu‘tezile, lugatte imân olarak isimlendirilmeyen şeyleri Allah’ın imân olarak isimlendirdiğini ileri sürmektedir. Buradan Mu’tezile’nin, ameli, açık bir şekilde imânın öz yapısına dahil etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu yorum Kur’ân’ın ortaya koyduğu imân anlayışına uygundur. Genelde Ehl-i Sünnet’in tarifi de böyledir. Ancak aralarında yorum farkı vardır. Kısacası “ameli imâna dâhil etmek” ayrı bir şey, “ameli imân ile özdeşleştirmek” ayrı bir şeydir. Ameli imâna dâhil etme konusunda Hâricî tezi ile uyuşan Mu‘tezile, büyük günah işleyenin imândan çıktığını, fakat küfre de girmediğini, imân ile küfür arasında (el-menzile beyne’l-menzileteyn) bir yerde bulunduğunu, böyle bir kimsenin tevbe etmeden ölürse ebedî olarak cehennemde kalacağını söyleyerek Hâricî tezinden ayrılmış oluyor. İmân ile küfür arasında orta bir durum (el-menziletü beyne’l-menzileteyn) ortaya koyan ilk kişi Mu’tezile’nin reisi Vâsıl b. Atâ’dır. O, bu görüşünü şu mantıki gerekçeye dayandırmıştı: O, mü’min ismi övgüyü hak ettiği, fâsıkın ise övgüyü hak etmediği, bu yüzden mü’min olmadığı, ancak şehâdeti ikrâr ettiği ve kendisinde diğer hayır amelleri bulunduğu için de kâfir olmadığı delilini ileri sürmüştür. Ona göre büyük günah sahibi tevbe etmeden ölürse ebediyen cehennemliktir. Mu‘tezile, büyük günah işleyen kimsenin (fâsıkın) mü’min, kâfir ve münâfık olmadığına şu şekilde delil getirmiştir: 1. Büyük günah işleyen kimse mü’min değildir. Çünkü, İmân etmiş olan kimse, fâsık ile mukayese edilir mi? Bunlar (elbette) bir olmazlar (Secde:18) âyetinde mü’min fâsıka karşılık olarak zikredilmiştir. 2. Büyük günah sahibi kâfir değildir. Çünkü büyük günah işleyenlerin idam edilmedikleri, irtidâd edenlere (dinden dönenlere) mahsus olan hükümlerin onlara tatbik edilmediği ve öldükleri zaman mü’minlerin kabristanına gömüldükleri konusunda ümmetin icmâı tevâtüren nakledilmiştir. 3. Büyük günah işleyen kimse münâfık değildir. Çünkü münâfıkın hükmü, münâfıklığını açıklamadığı ve gizlediği sürece ona mü’min olarak muamele edilir. Mu‘tezile, amelin imâna dâhil olduğuna dair şu delilleri ileri sürmektedir: 1) Kur’ân’dan anlaşıldığına göre farzlar dindir; din İslâm’dır; İslâm imândır; sonuç olarak farzlar imândır. 2) Yol kesmek büyük günahtır. Yol kesenler ise ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Mü’minler ise ebediyen cehennemde kalmayacaklardır. 3) İmân mücerret tasdîkten ibaret değildir; böyle olsaydı, Allah’ı tasdîk eden kimse gibi, putları tasdîk edenin de mü’min olması gerekirdi. 4) “Allah sizin imânınızı zayi edecek değildir” (Bakara:143) âyetindeki imândan maksat, Beytü’l-Makdis’e doğru kılınmış olan namazlardır. 5) Hz. Peygamber’in aşağıdaki sözleri de amelin imâna dahil olduğunu gösterir: “Zina eden, mü’min olduğu halde zina etmez.” (Tirmizî, İmân 11); “Emanete sahip çıkmayan kimsenin imânı yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, III, 135). c. Mürciî Görüş Mürcie kelimesinin türediği ircâ masdarı Arapça'da şu iki fiilden türetilmiş olabilir: Ercee: Bu kelime tehir etmek, ertelemek anlamına gelir. “Onu ve kardeşini beklet (ercih) dediler” (A‘râf:111) âyetindeki ercih kelimesi te’hir et anlamındadır. Ercâ: Bu kelime ümit vermek anlamına gelir. Bu her iki anlamın da Mürcie fırkası hakkında doğru olduğu söylenmiştir. Çünkü onlar, hem büyük günah sahibinin hükmünü âhirete bırakmaktadırlar, hem de büyük günah sahibine kurtuluş ümidi vermektedirler. Gerçekte Mürcie'yi homojen bir mezhep olarak değerlendirmemek gerekir. Zira Mürcie, çeşitli alt fırkalardan oluşan bir ekoldür. Ancak İslâm mezhepleri tarihi yazarları Mürciî fırkalar hakkında farklı sayılar ortaya koymuşlardır. Hatta müstakil olarak bilinen bazı mezhepler Mürcie mezhebi içinde sayılmışlardır: Hanefiyye, Cehmiyye, Kerrâmiyye vb. gibi. Bu yüzden olsa gerek, bazı mezhepler tarihi kitaplarında Havâric'in Mürciesi, Kaderiyye'nin Mürciesi, Cebriyye'nin Mürciesi, Halis Mürcie gibi tasnifler yapıldığı görülmektedir. d. Ehl-i Sünnet'in Görüşü İmâm Mâlik, İmâm Şafiî, el-Evzâî, İshak b. Rahûye, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Medine, Ahmed b. Hanbel, Hâris el-Muhâsibî, Ebu'l-Abbas el-Kalânisî, Ebû Ali es-Sekafî gibi seleften birçok âlime göre imân kalp ile tasdîk, dil ile ikrâr, erkân ile ameldir. Hâricîler ve Mu‘tezile de imânı bu şekilde tanımlamışlardı. Fakat bunlar arasında önemli bir fark vardır. Selef, ameli imânın kemâli için şart koşarken, Mu‘tezile ve Hâricîler ameli imânın sıhhati için şart koşmuşlardır. Örneğin Şafiî'ye göre amel, terk edeni imândan çıkaracak şekilde imânın öz yapısına ve hakikatine dahil değildir, sadece imânın kemâlini sağlayan bir parçadır. Ehl-i Sünnet'in büyük çoğunluğu imân tanımında amele yer vermez. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Ebû Hanife, imânı, dil ile ikrâr, kalp ile tasdîk olarak tanımlamıştı. Ebû Câfer Tahâvî de aynı tanımı yapar. Ebû Mansûr Mâturîdî'ye göre imân; dil ile ikrâr, kalp ile tasdîktir. Hanefî-Mâturîdî ekolünün ilk temsilcilerinin yapmış olduğu imân tanımında önceliğin ikrârda olduğu söylenmektedir. Ebu'l-Muîn Nesefî, Hanefîlerin çoğunun bu görüşte olduğunu, fakat onlardan bazılarının imânı tasdîk olarak tanımladıklarını belirtmektedir. Zira o, Mâturîdî'ye göre imânın tasdîk anlamına geldiğini, Ebû Hanife'den de bu şekilde rivayet edildiğini bildirmektedir. Mâturîdî: “Biz, amelin imâna dahil edilmesinin doğru olmadığını söylüyoruz. Çünkü Allah, Allah'a imân eden ve sâlih amel işleyen... (Talak:11) âyetinde amelden ayrı olarak kişiye mü’min ismini vermiştir. Buna göre âyette imândan maksat kalp ile tasdîktir.” Mâturîdî'ye göre imânın yeri kalp amellerin yeri ise organlardır. Bu durumda amel imândan değildir, şerâi‘/dinî hükümlerdendir. Mâturîdî, imânın ikrârdan ibaret olduğu, kalpte imân ile ilgili bir şey bulunmadığı iddiasına karşı çıkarak imânın kalpte olduğunu, dolayısıyla tasdîkten ibaret olduğunu söylemiştir. Ona göre bunu destekleyen aklî ve naklî deliller mevcuttur. Şafiî'ye göre imân; tasdîk, ikrâr ve ameldir. Birinciyi ihlâl eden münâfık, ikinciyi ihlal eden kâfir, üçüncüyü ihlâl eden ise fâsık olur. Ebu'l-Hasan Eş‘arî el-İbâne isimli eserinde imânı söz ve amel olarak tanımlarken el-Lumâ‘da Allah'ı tasdîk olarak tanımlamıştır. Bağdâdî ve Şehristânî'nin, Eş‘arî'den yaptığı nakillere göre o, imânı kalp ile tasdîk olarak tanımlar ve dil ile ikrâr ve erkân ile ameli imânın furû‘undan sayar. Ona göre, kalbiyle tasdîk eden, yani Allah'ın birliğini ikrâr eden, peygamberlerin Allah katından getirdikleri şeyleri kalbiyle tasdîk eden kimsenin imânı sahihtir. O kimse, bu durumda (hiç amel işlemeden) ölse, kurtuluşa eren bir mü’mindir. İmândan, ancak yukarıdaki hususlardan bir şeyi inkâr etmekle çıkılır. Eş‘arî'ye göre büyük günah sahibi tevbe etmeden dünyadan ayrılırsa onun hükmü Allah'a kalır; Allah, dilerse rahmetiyle veya peygamberinin şefaatiyle onu bağışlar, dilerse suçu kadar ceza verdikten sonra rahmetiyle onu cennete sokar. Böyle bir kimsenin kâfirlerle birlikte ebediyyen cehennemde kalması câiz değildir. 3. İMÂNIN ARTMASI VE EKSİLMESİ 1) İmân Artar ve Eksilir: Selef, Haricîler, Mu‘tezile, Ehl-i Hadis, İmâm Buhârî, İmâm Şafiî, Ebu’l-Hasan Eş‘arî, İbn Hazm, Şemsuddîn Muhammed es-Semerkandî gibi ekoller ve âlimler imânda artma ve eksilmeyi kabul etmektedirler. 2) İmân Artmaz ve Eksilmez: Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Ebu’l-Huseyn es-Sâlihî, Ebû Şimr, Gassân el-Kûfî, Yûnus b. Avn, Cüveynî, genel olarak Mürcie gibi âlim ve fırkalar imânda artma ve eksilmeyi kabul etmezler. Ebû Hanife’ye göre yer ve gök ehlinin imânları inanılan şey açısından artmaz ve eksilmez. İmân, ancak yakîn ve tasdîk bakımından artar ve eksilir. Mü’minler imân ve amel bakımından eşit, amel bakımından derece derecedirler. 3) İmân Artar, Eksilmez: Bu görüş, Huseyn b. Muhammed Neccâr, Cüneyd Bağdâdî, Sehl b. Abdillah Tusterî ve başkalarına aittir. Bu görüşün tutarlı olmadığı açıkça görülmektedir. Çünkü artması düşünülen bir şeyin eksilmesi de kaçınılmazdır. 4. TAKLİDÎ İMÂN Bu mesele Eş’arîler ile Mâturîdîler arasında ihtilaflı hususlardan biridir. Âlimlerin büyük çoğunluğu, fukâhânın çoğu, taklîdî imânın geçerli (sahih) olduğunu, böyle bir kimseye dünya ve âhiret ahkâmının terettüp ettiğini söylemişlerdir. Fakat Eş‘arîyye ve Mu‘tezile bu görüşe karşıdır. Bunlara göre taklidî imân sahih değildir. Bunlar, küfr-ü âmme görüşünü benimsemişlerdir. Mu‘tezile bu konuda ihtilaf etmiştir. İbn Hazm, istidlâlsiz olarak İslâm’a inanan kimsenin mü’min olup olmadığı konusunda şunları söylemektedir: a) Taberî ve Eş‘ariyye’nin tamamı, sadece istidlâlde bulunan kimsenin müslüman olduğu görüşündedirler. Hatta Taberî’ye göre, bulûğ çağına giren bütün erkek ve kadınlar Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını istidlâl yoluyla bilmiyorlarsa, bunlar kâfirdirler. b) Bunların dışında kalan müslümanlar, kalbiyle inanıp, bu inancında şüphesi bulunmayan, Allah’tan başka ilâh olmadığını, Muhammed’in O’nun kulu ve Resûlü olduğunu ikrar eden ve Muhammed’in dini dışındaki bütün dinlerden beri olan kimsenin müslüman ve mü’min olduğunu söylemiştir. ÖRNEK SORULAR Soru-1) Hâricî fırkalarının en mutaassıbı ve şiddet taraftarı kabul edilen fırkası hangisidir? A) Muhakkime B) Necedât C) Sufriyye D) Ezârika E) Kerrâmiyye 1. Sorunun Cevabı: D Soru-2) “Hâricîlerin asıl amaçlarının, Kur’ân'ın emirlerini üstün tutmak ve bunlara uymak hususunda büyük hassasiyet göstermek” olduğunu söyleyen İslâm âlimi kimdir? A) Ebû Hanife B) Ebu’l-Hasan el-Eşarî C) Ebû Mansûr el-Matrudî D) İmâm el-Gazzâlî E) İbn Teymiyye 2. Sorunun Cevabı: E Soru-3) Aşağıdaki kelâm ekollerinden hangileri, ameli îmân ile özdeşleştirmektedir? A) Ehl-i Sünnet—Mürcie B) Mürcie—Hâricîlik C) Hâricîlik—Mutezile D) Mutezile—Ehl-i Sünnet E) Mutezile—Mürcie 3. Sorunun Cevabı: D Soru-4) “Taze hurma kabuğunu yarıp dışarı çıkmak, belirli sınırı aşmak” aşağıdaki kelimelerden hangisinin lügat anlamıdır? A) Küfür B) Fısk C) Şirk D) Nifâk E) Zulüm 4. Sorunun Cevabı: B Soru-5) Mu’tezile, “İmân etmiş olan kimse, fâsık ile mukayese edilir mi? Bunlar (elbette) bir olmazlar (Secde:18) âyetini aşağıdakilerden hangisi için delil getirmektedir? A) Büyük günah işleyen kimsenin kâfir olmadığına B) Büyük günah işleyen kimsenin münafık olmadığına C) Büyük günah işleyen kimsenin münafık olduğuna D) Büyük günah işleyen kimsenin mü’min olmadığına E) Büyük günah işleyen kimsenin mü’min olduğuna 13.ÜNİTE NÜBÜVVET (PEYGAMBERLİK) NEBÎ VE RESÛL KAVRAMLARI İNSANLARIN PEYGAMBERE İHTİYACI PEYGAMBERLERE İMÂN PEYGAMBERLERİN SIFATLARI PEYGAMBERLERİN MU’CİZELERİ HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN EVRENSELLİĞİ NEBÎ VE RESÛL KAVRAMLARI Nebe’: “Bir şeye ait büyük yararı olan bilgiyi bildirme”. Nebe’, sadece herhangi bir yalana ihtimali olmayan bir bilgi için kullanılabilir. Nebî, “Allah hakkında haber getiren kimsedir.” Resûl: Elçi. Nebî ve resûl kelimeleri Kur’ân-ı Kerim’de müteradif olarak kullanılır. Aynı kişiye bazen nebî bazen de resûl denilir; zaman zaman her iki kelime birlikte zikredilir. Bunun sebebinin, peygamberin iki yeteneğe, yani Allah’tan bilgi alma ve insanlığa mesaj bildirme yeteneklerine sahip olması görünüyor. O, birinci yeteneğinden dolayı nebî, ikinci yeteneğinden dolayı resûl adını alır. İNSANLARIN PEYGAMBERE İHTİYACI Akıl, İnsanın bilgi alanını aklın yalnız başına kavradığı ve aklın yalnız başına kavrayamadığı şeklinde ikiye ayırmak mümkündür: Akıl, gelecek ve ebedî hayatı idrâkte yeterli değildir. İnsanın bilgi vasıtaları olan duyu, deney ve akıl, gözle görünen bu madde âlemi üzerinde inceleme neticesinde bilgi elde edebilmekte, yahut bu görünen âlem üzerinde elde edilen bilgiye dayanarak, bilinenlerden bilinmeyen yönlerin ortaya çıkarılması için muhâkemelerde bulunmaktadır. Halbuki peygamberlerin bunların ötesinde bir kaynakla irtibatta bulunduğunu müşâhede etmekteyiz. Akıl, ışığını vahiyden almadıkça, imân ve ibâdetler konusunda her zaman şaşırabilir. Hak dinin kaynağı vahiy ve peygamberliktir. Din, insanların ve peygamberlerin eseri değildir. İslâm âlimlerine göre, mükelleflerin dinî hükümlerinin kaynağı Allah’tır. Eş’arîyye: Allah’ın kitapları ve peygamberleri olmadan, yükümlüler Allah’ın hükmünü akıl ile bilemezler. Mu’tezile: Peygamberler ve ilâhî kitaplar olmasa bile yükümlüler, Allah’ın hükmünü bilebilirler. Mâtürîdiyye: Akıl bazı şeylerin iyi ve çirkin olduğunu kavrayabilir, ama bazı işler vardır ki onları anlamakta şüpheye düşer. Ehl-i Sünnet’in çoğunluğuna göre, Allah tarafından peygamber gönderilmesi mümkündür ve bunu akıl kabul eder. Ehl-i Sünnet’e göre, Allah tarafından peygamber gönderilmesi aklen câizdir. Yoksa Allah hakkında vâcip değildir. Mu’tezile’ye göre, peygamber göndermek kullarına salah (iyilik) ve lütuf olarak Allah üzerine vaciptir. PEYGAMBERLERE İMÂN Her müslümanın Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar Allah’ın vahyine mazhar olmuş ve insanlara tebliğ için görevlendirilmiş bütün peygamberlere imân etmesi farzdır. “Her ümmetin bir resûlü vardır.” (Yûnus:47); “Senden önce (Ya Muhammed) nice peygamberleri milletlerine gönderdik.” (Rûm:47); “Bir ümmet yoktur ki içinde bir nezîr (korkutucu) çıkmasın.” (Fâtır:24); “Eski zamanlardan nice peygamberler gönderdik.” (Zuhruf:6); “Bir peygamber göndermedik ki, kendi kavminin diliyle onlara hakikati beyan etmesin.” (İbrâhîm:4) PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VÂCİP OLAN SIFATLAR Emânet Sıdk Fetânet Tebliğ İsmet EMÂNET Peygamberlerin gizli ve âşikâr günahlardan temiz olmaları demektir. Bütün peygamberler, kibir, haset ve riyâ gibi kalbî hastalıklardan tamamen uzak oldukları gibi; açıkça günah sayılan zina, içki içme, yalan ve benzeri yasaklardan da kaçınmışlardır. Peygamberler için emânet sıfatı vâcip ve onun zıddı olan hıyânet müstahîldir. Eğer onlar, ma’siyeti işlemiş ve doğru yoldan çıkmış olsalar idi, emanete aykırı hareket etmiş ve bizi de o fiili, o ma’siyeti icraya memur etmeleri gerekirdi. SIDK Peygamberler hakkında sıdk (doğruluk) vacip, onun zıddı olan kizb (yalan) müstahildir. Binaenaleyh peygamberlerin kesinlikle yalan söylemeleri muhaldir. FETÂNET Peygamberlerin anlayışlı, akıllı ve zekî olmaları demektir. Bunun zıddı olan gaflet (dalgınlık) onlar hakkında mümteni’dir. TEBLİĞ Peygamberlerin Allah tarafından emir buyurdukları şeyleri tamamen halka tebliğ etmeleri vaciptir. Bunu zıddı olan o emirlerden bazılarını gizlemek (ketm) onlar hakkında müstahildir. İSMET İsmet, kelâmda peygamberlerin hatadan ve günahtan korunmuş ( ma’sum ) olmalarını ifade eden bir tabirdir. CÂİZ OLAN SIFATLAR Peygamberliklerine noksanlık ve nefret getirmeyen, daha doğrusu insanlığın gereği ve zarûrî durumlarından olan yemek, içmek, gülmek, ağlamak, acımak, sızı duymak, acıkmak, susamak, hastalanmak, yorulmak, ihtiyarlamak, zayıflamak, evlenmek gibi beşerî sıfatların tümü haklarında câizdir. PEYGAMBERLERİN MU’CİZELERİ Mu’cize kelimesi, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadis’te geçmemektedir. Ancak Kur’ân’da bu manayı ifade için âyet ve burhân kelimeleri kullanılmıştır. Hadisçiler de delîl ve alâmet tabirlerini kullanmışlardır. Fakat zamanla kelâm kitaplarında mu’cize kelimesi yaygın bir hale gelmiştir. Mu’cize, “peygamberlerin inkârcı hasma meydan okumak ve inkâra yeltendiğinde âciz kılmak için gösterdikleri olağanüstü (hâriku’l-âde) hâdise” demektir. MU’CİZENİN ŞARTLARI 1) Bu Allah’ın bir fiili olmalıdır. 2) Eşyanın alışılmış düzenine aykırı olmalıdır. 3) Buna karşı gelme imkânsız olmalıdır. 4) Peygamberliğini iddia eden kimseden meydana gelmelidir. 5) Peygamberin davasına uygun olmalıdır. 6) Mu’cize, peygamberin iddiasını yalanlayıcı olmamalıdır. 7) Bu, resûlün davasından önce olmamalıdır. HZ. MUHAMMED’İN PEYGAMBERLİĞİNİN EVRENSELLİĞİ Hz. Muhammed’in, peygamberler zincirinin son halkası olduğu, getirdiği dinin de semavî dinlerin sonuncusu bulunduğu tarihî bir gerçektir. İlk Peygamber ile başlamış ilâhî dinler, Hz. Muhammed’in getirdiği İslâm diniyle kemâle ermiştir. ÖRNEK SORULAR SORU-1) “Peygamberler ve ilâhî kitaplar olmasa bile yükümlüler, Allah’ın hükmünü bilebilirler” görüşü aşağıdakilerden hangisine aittir? A) Hâricîlik B) Mu’tezile C) Eşariyye D) Mâturîdiyye E) Mürcie SORU-2) Ehl-i Sünnet’in bir kısmına göre insanlara peygamber gönderilmesi hangi açıdan vâciptir? A) Hikmet B) Salah C) Va‘d D) Tebliğ E) Nübüvvet SORU-3) Aşağıdakilerden hangisi peygamberlerin vâcip sıfatlarından değildir? A) İsmet B) Sıdk C) Emânet D) Tebliğ E) Kerâmet SORU-4) Kur’ân-ı Kerîm’de mu’cize karşılığı kullanılan kelimeler aşağıdakilerden hangileridir? A) Âyet—Delîl B) Delîl—Alâmet C) Âyet —Burhân D) Burhân—Delîl E) Âytet—Kerâmet SORU-5) Nebî ve resûl kavramlarıyla ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? A) Nebî, nebe’den türemiştir. B) Nebî, “Allah’tan bilgi alan” demektir. C) Resûl, “İlâhî mesajı insanlığa ulaştıran” demektir. D) Kur’ân’da bir peygambere bazen nebî bazen de resûl denilir. E) Nübüvvet sona ermiştir; risâlet ermemiştir. 14.ÜNİTE ÂHİRET NEBÎ VE RESÛL KAVRAMLARI Âhiret Kavramı ve Ahirete İmanın Önemi Kur’ân’da Âhiret Hayatının İspatı Berzah Kıyâmet (Yeniden Dirilme) MEÂD (CESETLERİN HAŞRİ) Tenâsüh (Ruhgöçü, Reenkarnasyon) Âhiret Hayatı Kendine Mahsus Yeni Bir Hayat Şeklinde Olacak KIYÂMETİN NE ZAMAN KOPACAĞI VE KEYFİYYETİ ALLAH’IN HUZURUNDA İNSANLARIN HESABA ÇEKİLMESİ MÎZÂN (TARTI/TERÂZİ) CENNET VE CEHENNEM 1. ÂHİRETE ÎMÂN a. Âhiret Kavramı ve Ahirete İmanın Önemi Ölümden sonraki hayata imân, İslâm’ın temel prensiplerinin sonuncusudur. Âhiret âlemi fikrinin, insan kalbinin derinliklerinde bulunan bir fikir olduğu, hatta kalbi uyanık kılan bir ölçüt olduğu kabul edilir. İnsanın şu yeryüzü gezegenindeki ömrü kısa, şu fani âlemdeki günleri sayılıdır. Buna karşın insanın yaşama isteği fıtrî bir istektir. Yeryüzündeki ihtiyaçları bitmek tükenmek bilmez, emelleri ise sınırsızdır. Ne var ki o bir gün ölecektir. O, ihtiyaçları olduğu halde ölecek ve emellerini yeryüzünde bırakacaktır. Nitekim arkasında kendilerinden ayrılacağı için üzüleceği ve onların da onun yok olmasına üzülecekleri dostlar bırakacaktır. Acaba bu yok oluştan sonra onlarla yeniden buluşabilecek mi? Kur’ân’da Âhiret İle Kavramlar Kur’ân-ı Kerim’de ölümden sonraki hayat için genellikle âhiret kelimesi kullanılır. Âhir, (ilk manasına gelen) evvel’in zıttıdır ve “sonra gelen”, “gelecek” veya “sonuncu” demektir. el-Yevmü’l-âhir (son gün), el-âhire yerine kullanılır (Bakara:8, 62). Bazen dâru’l-âhire (gelecek veya son ikametgâh) kullanılır (Ahzâb:29). Bir defa en-neş’etü’l-âhire (gelecek hayat) şeklindedir. Bütün bu terimlerin hepsi âhiretin gerçek anlamını karşılar. Ölüm Ölüm, Kur’ân-ı Kerim’in açık öğretilerine göre insan hayatının sona ermesi değildir; ölüm, sadece başka daha yüksek bir hayat şeklinin kapısını açar: “Küçük hayat tohumunu gördünüz mü? Siz mi onu yaratıyorsunuz yoksa Yaratıcı biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz; sizin sıfatlarınızı değiştirmekten ve sizin bilmediğiniz bir biçimde yeniden inşa etmekten bizi hiç kimse engelleyemez.” (56:58-61) Küçük hayat tohumundan insan meydana geldiği ve maruz kaldığı bütün değişikliklere rağmen şahsiyetini kaybetmediği gibi, aynı şekilde bu insandan daha üstün bir insan yapılır, sıfatları değiştirilir ve şu anda kavrayamayacakları bir şekilde geliştirirler. Bu yeni hayatın en yüksek hayat şekli olduğu da açıklanır: “Onların kimini kiminden nasıl üstün yaptığımıza bak. Elbette Âhiret, dereceler bakımından daha büyüktür ve mükemmellik bakımından daha üstündür.” (İsrâ:21) Allâh’a İmân İle Âhirete İmân Arasındaki İlişki Genellikle imân esasları, sadece Allah’a ve âhiret gününe imân olarak özetlenir: Öyle insanlar vardır ki, inanmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe inandık” derler. (Bakara:8) Her kim, Allah’a ve âhiret gününe inanır, sâlih bir amel yaparsa, onlara Allah’tan mükafat vardır. (Bakara:62) Kur’ân-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fâtiha, fiilen gerçek bir müslüman zihniyetinin oluşturulmasında büyük rol oynayan bir sûredir. Çünkü bir müslüman günde beş vakit namazında bu sûreyi otuz defa okumuş olur. Bu sûrede Allah’tan, Cezâ Gününün Mâliki olarak söz edilir. Bu şekilde her fiilin bir karşılığı olması gerektiği fikri, devamlı olarak müslümanın gözü önüne getirilir. Fiillerin bir karşılığının olduğu fikrinin devamlı tekrarı, şüphesiz her fiilin tam karşılığını bulacağı gelecek hayatın gerçekliği konusunda zihne etki yapar. b. Kur’ân’da Âhiret Hayatının İspatı a)Yeniden dirilme, ilk yaratma ile mukayese edilerek âhiret hayatının gerçek olduğu ispat edilir: İnsan görmüyor mu ki, Biz onu bir nutfe (sperm) den “yarattık da o Bize apaçık isyan ediyor. Kendi yaratılışını unutarak Bize karşı misâl vermeye kalkışıyor. Ve: “Çürümüş kemikleri kim diriltebilir?” diyor. De ki: Ona ilkönce kim varlık verdiyse, elbet onu O tekrar diriltir. Bütün yaratılışın her keyfiyetini hakkıyla bilen O’dur. (Yâsîn:77-79) b) Kur’ân, kâinattaki pek çok varlığa dikkat çekerek “yeniden dirilme”yi ispatlamaktadır: Görmüyorlar mı ki, gökleri, yeri yaratıp onları yaratmaktan zerre kadar yorgunluğa uğramayan Allah, ölülere de can vermeğe kadirdir. Evet, O herşeye, hakkiyle kadirdir. (Ahkâf:33). c) Kur’ân:, ölü tabiatın canlanışını düşünmeye davet ederek “yeniden dirilme”yi ispatlamaktadır: Allâh’ın rahmet izlerine bir baksana! Toprağa öldükten sonra nasıl taze can veriyor? Ölüleri de diriltecek olan O’dur. Her şeye hakkıyla kadir olan O’dur. (Rûm:50). c. Berzah Ölüm ile yeniden dirilme arasındaki hale berzah denir. Berzah, lafzî olarak “iki şeyin arasına giren bir şey”, “mani” veya “engel” anlamına gelir. Berzah kelimse Kur’ân-ı Kerim’de iki yerde (25:23; 55:20) son anlamda kullanılmıştır. Burada iki deniz arasındaki engelden berzah olarak söz edilmiştir. Ölüm ile yeniden dirilme arasındaki hal anlamında şu âyetlerde geçer: “Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman der ki: “Rabb’im! Beni geri gönder. Belki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yaparım.” Hayır! Onun bu söylediği sadece laftır. Önlerinde, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır.” (23:99-100) Araya giren bu durum, kabir (mezar) ismiyle de bilinir. Fakat bu kelime daha geniş anlamda ölümden sonraki hayatı ifade için de kullanılır. Bu üç ifadenin, yani ölüm, kabir ve yeniden dirilmenin birlikte kullanıldığı yerde kabir, şüphesiz berzah anlamına gelir: “Sonra onu öldürür ve kabre koyar (akberehû). Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltecektir.” (80:21-22) Kıyâmet gününde diriltmeden, kabirlerinde olanların kalkması olarak söz edilir. 100:9 ve 22:7 âyetlerinde olduğu gibi. Bundan dolayı kabir hali, ölümden sonra ve yeniden dirilişten önce her insanın konulduğu berzah halinin aynısıdır. d. Kıyâmet (Yeniden Dirilme) Kur’ân’da “yeniden dirilme”den çeşitli isimlerle bahsedilir. En sık kullanılanı yevmü’l-kıyâme (büyük kalkış günü)’dir. Diğeri, “ân” anlamına gelen es-sâ’ah kelimesidir. Yevmü’l-âhir (son gün) ve el-âhire (gelecek hayat) “kıyâmet” hakkında en sık kullanılan isimlerdendir. Âhiret bazen dünya karşıtı, bazen birinci (ûlâ) karşıtı olarak kullanılır. Diğer isim ler ise şöyledir: Yevmü’d-dîn (ceza günü), yevmü’l-fasl (karar günü), yevmü’l-hisâb (hesap günü), yevmü’l-feth (hüküm günü), yevmü’t-talâk (buluşma günü), yevmü’l-cem’ (toplanma günü), yevmü’l-hulûd (ebediyet günü), yevmü’l-hurûc (çıkış günü), yevmü’l-ba’s (yeniden dirilme günü), yevmü’l-hasret (pişmalık günü), yevmü’t-tenâd (çağrılma günü), yevmü’l-‘âzife (yaklaşan gün), yevmü’t-tegabün (aldanmaların görüleceği gün) gibi. Yevm kelimesiz olarak bir veya iki defa geçen diğer isimler: el-Kâri’a (şaşırtan felâket), el-gâşiye (dehşete düşüren felâket), es-sâhha (sağır eden felâket), ettâmme (tam felâket), el-hâkka (büyük gerçek) ve el-vâkı’a (büyük olay). 2. MEÂD (CESETLERİN HAŞRİ) Haşr kelimesi, Allah’ın, bütün ölüleri diriltip kıyâmette toplanacakları yere çıkarması anlamını ifade eder. Klasik kelâm kitaplarımızda meâd (geri dönmek) konusunda söylenebilecek görüşlerin beş olduğu belirtilmektedir: 1) Sadece cismânî meâdı kabul edenler ki bu görüş sahipleri kelâmcıların çoğunluğunu teşkil eder. 2) Yalnız ruhânî olduğunu söyleyenlerdir. Bu görüş, Allah’a inanan filozofların (ilâhiyyûn) düşüncesidir. 3) Her ikisinin yani hem cismânî hem de ruhânî meâdın birlikte olacağını kabul edenlerdir. Bu, muhakkiklerin çoğunun görüşüdür. 4) Ne ruhânî ne de cismânî dönüşün yani her ikisinin de olmayacağını söyleyenler ise, eski tabiatçı filozoflardır. a. Tenâsüh (Ruhgöçü, Reenkarnasyon) Tenâsüh anlayışının esası, ruhların bir bedenden araya zaman girmeksizin başka bir bedene geçerek sonsuz bir hayat yaşaması inancıdır. Bu rûhgöçü, her yeni yaşamda biraz daha olgunlaşmayı sağlamak amacıyla sonsuzca sürüp gider. Eğer rûh, olgunlaştıysa şimdi bulunduğu aşağı derecede bir bedenden daha yüksek bir bedene yükselir. Veyahut rûh yetkinleşmeyip eksik kalırsa, bu takdirde o bulunduğu yüksek durumdan daha aşağı bir bedene geçerek hayatını sürdürür. Tenâsüh inancını benimseyenlere göre, aynı rûh, değişik bedenlere geçmek suretiyle kadîm kabul edilmiş olmaktadır. Bu tenâsüh inancı, eski Hint inançlarında, Cermenler, Keltler, Yunanlılar -Phytagor ve Platon gibi düşünürlerve eski Mısırlıların inançlarında vardır. Şu halde tenâsüh inancında olanlar, âhiret hayatını ve ölümden sonra dirilmeyi inkâr etmektedirler. b. Âhiret Hayatı Kendine Mahsus Yeni Bir Hayat Şeklinde Olacağı Âyetlerden anlaşılıyor ki, âhiret hayatı, öte dünyaya mahsus yeni bir hayat şeklinde olacaktır. Onun mahiyeti ve yaratılışı bizim bilgi ve tecrübe sınırlarımızı aştığı için esasını Allah bilir. O gün yer, başka bir yer olup değişecek, gökler de değişecek, hepsi de bir ve mutlak gâlip ve hakim olan Allah’ın karşısına çıkacak. (İbrâhim:48) Aranızda ölümü Biz takdir ettik. Sizin şekillerinizi değiştirmekten ve sizleri bilmediğiniz bir biçimde yaratmaktan hiçbir şey Bizi alıkoyamaz. (Vâkıa:60-61) Allâh daha sonra âhiret hayatını da tekrar yaratır. (Ankebût:20) Gerçekten şaşılacak şey, onların: Biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?… demeleridir. (Ra’d:5) Dilerse sizin vücudunuzu kaldırır, yerinize yepyeni bir yaratılış getirir. (Fâtır:16) Biz, ilk defa yaratmada, acz mi gösterdik! Hayır! Onlar, bu yeni yaratılıştan şüphe içindedirler. (Kaf:15) 3. KIYÂMETİN NE ZAMAN KOPACAĞI VE KEYFİYYETİ Kur’ân-ı Kerim, kıyâmetin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtmiştir. Kıyâmet deyimi, Kur’ân’da sâat kelimesiyle ifade edilmiştir: Senden kıyâmet (sâat)in ne zaman geleceğini sorarlar. De ki: Onun ne zaman geleceğini yalnız Rabbim bilir; onu vaktinde Allah’tan başkası âşikar kılamaz. Onun dehşetine gökler de, yer de dayanamaz. O sâat size ansızın gelir. Gûya sen onu bilirmişsin de gizli tutuyormuşsun gibi onu senden soruyorlar. Onlara de ki: Onu bilmek Allah’a mahsustur. Fakat insanların pek çoğu bunu bilmezler. (A’râf:187). Sûra üfürülünce, Allah’ın dilediğinden başka göklerde, yerde ne varsa hepsi, cansız düşer. Sonra sûr, bir kere daha üfürülür, onlar da hemen ayağa kalkarak bekleşirler. (Zümer:68) Muhammed Abduh (1849-1905)’un tefsirine göre, “sûra üfürme”, kıyâmet gününde Allah’ın insanları sür’atle yeniden diriltmesi için bir temsildir. 4. ALLAH’IN HUZURUNDA İNSANLARIN HESABA ÇEKİLMESİ Hiç şüphesiz kıyâmet gününde insanları hesaba çekme yetkisi, hesap gününün sâhib (mâlik)i Allah’ındır. Adâletin gerçekleşmesi için haklının ve haksızın en iyi bilgisine hâkim olan Allah, ilâhî kanunu bütün incelik ve tedbir nizamını koyarak kimseye zulm yapılmayacağını da bütün insanların anlayacağı tarzda göstermiştir. Kur’ân-ı Kerim, ilâhî hesabın usûlü ve keyfiyeti konusunda şöyle buyurur: “O (kavuşma günü) onlar, meydana çıkarlar, onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Bir olan herşeye hâkim ve kâdir olan Allah’ındır. Bugün herkes ne kazandıysa ona göre ceza görür. Bugün asla haksızlık yoktur. Hak Teâlâ hesapları çarçabuk görür.” (Mü’min:16-17); “Bugün hiçbir kimse haksızlık görmeyecek, ne yapmışsanız yalnız onu kazanacaksınız.” (Yâsîn:54) 5. MÎZÂN (TARTI/TERÂZİ) ve AMEL DEFTERİ Kur’ân-ı Kerim, kıyâmet günündeki mahkemeden söz ederken “tartı (mîzân)”dan haber vermektedir. Bu tartının (terâzinin) hakikatını Allah’tan başka kimse bilemez. Ancak onun adâletin gereklerinin yapılacağı bir tartı olduğunda şüphe yoktur. Kur’ân’da tartıları ağır gelenlerin kurtuluşa erip mutlu bir hayat sürdürecekleri, tartıları hafif gelenlerin ise zararda olacakları ve kötü bir hayat geçirecekleri bildirilir: “Kıyâmet günü adâlet terazilerini kuracağız. Hiçbir kimse bir şeycikte haksızlığa uğramayacaktır. Hardal tanesi ağırlığında olsa da onu hesaba katacağız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.” (Enbiyâ:47) 6. CENNET VE CEHENNEM Cennet ve Cehennem şu ânda yaratılmış mıdır? Cennet nimetleri Cehennem cezaları ÖRNEK SORULAR SORU-1) Ölüm ile yeniden dirilme arasındaki hâl olan berzah aşağıdakilerden hangisinin karşılığıdır? A) Mîzân B) Hesâb C) Kabir D) Âhiret E) Ba‘s SORU-2) “Onlar Allah’ın halkı (yaratıkları) önce nasıl var ettiğine, sonra onu nasıl yeniden yarattığına dikkat etmiyorlar mı? Bu iş Allah’a göre kolaydır. De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah’ın yaratıklarını nasıl var ettiğini görün. Allâh daha sonra âhiret hayatını da tekrar yaratır. Çünkü Allâh hakkiyle kadirdir.” (Ankebût:19-20) âyetinde aşağıdakilerden hangisi çıkarılamaz? A) İlk yaratma, yeniden diriltmenin delilidir B) Yeniden diriltme Allâh için kolaydır C) Yeniden diriltme, kâinatta dirilişi gözlem yoluyla kavranabilir D) İnsanlar, varlıklara bakarak yeniden dirilmeyi düşünmelidir E) İnsanlar, âhirette hesaba çekileceklerdir SORU-3) Aşağıdakilerden hangisi es-sâah (tüm yok oluş ânı) kelimesini niteleyen kavramlardan biri değildir? A) el-Kâri’a (şaşırtan felâket) B) el-Gâşiye (dehşete düşüren felâket) C) el-Vâkı’a (büyük olay) D) el-Âhire (gelecek hayat) E) et-Tâmme (tam felâket) SORU-4) Meâdın ruhânî de cismânî de olmayacağını söyleyenler kimlerdir? A) İlâhiyatçı filozoflar B) Eski tabiatçı filozoflar C) Mutezile D) Ehl-i Sünnet E) Sûfiyye SORU-5) , “Sûra üfürme, kıyâmet gününde Allah’ın insanları sür’atle yeniden diriltmesi için bir temsildir” diyen âlim kimdir? A) el-Gazzâlî (ö. 505/1111) B) el-Halîmî (ö. 403/1012), C) Ebû Zeyd ed-Debûsî (ö. 439/1039) D) Muhammed Abduh (1849-1905) E) Râğıb el-İsfahânî (ö. 502/1108)