İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! KASIM/ARALIK 2012/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X160 • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Değerli okuyucu, 2012 yılının son sayısı ile tekrar biraradayız. Bu sayımızın başyazısını AKP hükümetinin ‘ileri demokrasi’ vaadleri ile iktidara gelmesinin ardından bugüne kadar yaşanan hak ihlalleri, işkence, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında yaşanan ölümlerin vs. ne boyutta olduğuna ayırdık. İkinci yazı ise yine AKP’nin yeni ve daha demokratik bir yapılanma olarak bizlere yutturmaya çalıştığı ,“Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ yerine “Bölgesel Terör Mahkemeleri”ni irdeleyen geniş bir makale. Her iki yazıyı da ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. “Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, Kürt halkının anadilde eğitim ve savunma taleplerinin karşılanması” talepleri ile bedenlerini açlığa yatıran yüzlerce tutsağın durumuna dikkat çeken bir yazıyı Halkların Kardeşliği sayfalarında bulabilirsiniz. “AB İlerleme Raporu Üzerine” yazısı Güncel bölümde okuyabileceğiniz bir diğer yazı. Kadın sayfalarımızda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü dolayısıyla 2012 yılında kadına yönelik şiddetin boyutlarını ortaya koyan bir yazıya yer verdik. Panoramanın bu sayıki konusu Venezüella’da seçimler ve Güney Afrika’daki sınıf ayrımı. Sayfalarımızın devamında geçtiğimiz ay içerisinde bizlerin de örgütleyicisi olduğumuz biri Arap Baharı ve diğeri Troçkizm olmak üzere iki panel haberine yer verdik. Kavganın Doğrusu Doğrunun Kavgası sayfalarımızda Troçkizm dosyasının ardından bu kez Komintern’in dağıtılması ve sonrasında yaşanan tarihsel gelişmelerin etraflı bir şekilde incelendiği bir yazı okuyabilirsiniz. Son olarak bir okurumuzun Mısır ve Tunus’ta yaşanan gelişmelerin devrim olarak adlandırılıp adlandırılamayacağını tartışan ve buna YDİ Çağrı olarak takındığımız tavrı okuyabilirsiniz. Yeni yılda yeni bir sayı ile buluşmak dileğiyle... YDİ Çağrı Kasım 2012 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM AKP’den “İleri Demokrasi” manzaraları. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Tabela Birkez Daha Değiştirildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN DUYDUNUZ MU? HAPİSHANELERDE AÇLIK GREVİ VAR!. . . . . . . . . . 18 GÜNCEL AB „İlerleme Raporu“ Üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Irk ayrımcılığından sınıf ayrımına... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 GÜNCEL “Arap Baharının Suriye, Batı Kürdistan ve Türkiye’ye Etkileri, Sosyalistlerin Önündeki Görevler” Paneli yapıldı . . . . . . . . . . . . . . 34 “Komünistler Troçkizm’e Karşı Neden Ve Nasıl Mücadele Etmeli?” Paneli yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI Komintern’in Dağıtılması Ve Sonrası…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 YENİ KADIN DÜNYASI Şiddete Karşı Mücadele, Erkek İktidarına Karşı Mücadele İle SERBEST KÜRSÜ Mümkündür!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Mısır ve Tunus’daki “Siyasi Devrimler” Üzerine… . . . . . . . . . . . . . 53 “Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi Devrimler’ Üzerine” başlıklı yazı hakkında PANORAMA tavrımız…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 Chavez, bir kez daha başkanlığa seçildi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 2 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 160 · Kasım/Aralık 2012 • ISSN 1301692X160 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · info@ydicagri.net A KP, 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimler ile 12 Eylül rejiminin eseri olan seçim sisteminin de sayesinde tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğu sağlayarak “iktidara” geldi. AKP, 3 Kasım 2002 genel seçimlerinde esas olarak “merkez sağ”ın oyları ile iktidara gelmişti. Süreç içerisinde AKP, “merkez sağ”ın esas partisi haline geldi. 2002 ertesi yapılan iki genel seçimden de oylarını arttırarak tek başına hükümet kuracak çoğunluğu kazanarak çıktı. Diğer “merkez sağ partiler” AKP karşısında eridi. AKP şimdi önümüzdeki üç yıl içinde gerçekleşecek üç seçimde –Cumhurbaşkanlığı seçimi, yerel seçimler, parlamento genel seçimi- oylarını daha da yükseltmenin peşinde. Bunun yolu milliyetçi/muhafazakar tabanı azami ölçüde mobilize etmekten geçiyor. “Liberal” söylemin fazla bir oy getirisi yok. Bu yüzden artan ölçüde bir milliyetçilik ve muhafazakarlık vurgusu öne çıkıyor. MHP’yi geriletmek ve onun oylarının küçümsenmeyecek bir bölümünü daha AKP oylarına katmak seçime dönük hesaplardan biri. 2002’de AKP tek başına hükümet kurmuştu, ama devlete egemen değildi. AKP, ordu içinden ve çevresinden gelen darbe tehditlerinin hedefi idi. Egemenler arasındaki iktidar dalaşında, yüksek yargı da AKP karşıtı cephe içerisinde yer alıyordu. Danıştay, AKP’nin idari uygulamalarını durduruyor, Anayasa Mahkemesi, AKP’nin çıkardığı kanunları iptal ediyor ve Yargıtay Ceza Daireleri verdiği kararlarla AKP karşıtı cephe içerisinde yer alıyordu. Cumhurbaşkanlığı da Kemalistlerin elinde idi. AKP’nin Kemalist iktidarın hoşuna gitmeyen yasaları önce Cumhurbaşkanı tarafından geri çevriliyor; AKP’nin aynı yasayı bir kez daha onaylayıp imzaya götürdüğü şartlarda, Anayasa Mahkemesi devreye giriyordu. AKP’nin başında yasaklanma tehditleri dolaştırılıyordu. Bir bütün olarak özel sermayeli işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarının savunuculuğunu yapan AKP hükümeti, öncelikle de bu burjuvazinin Anadolu’nun giderek büyüyen “dinine bağlı” kesiminin temsilcisi olarak hareket ediyordu, ediyor. AKP ile bürokrat burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistler arasında kı- gündem AKP’den “İleri Demokrasi” manzaraları yasıya bir iktidar dalaşı yaşanıyordu. AKP bir yandan iktidar dalaşını sürdürürken diğer yandan Türkiye ekonomisinin dünya emperyalist ekonomisine tam entegrasyonunu sağlamak için çalışıyor, RTE “benim görevim Türkiye’yi pazarlamaktır” açıklamasını yapma gereği duyuyordu. AKP, emperyalist devlet, kurum ve tekellerle ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uygun bir politika izledi. AKP, batılı emperyalist sermayenin ve işbirlikçi tekelci büyük Türk sermayesinin çıkarları doğrultusunda, hem ekonomik alanda, hem de siyasi alanda ise sınırlı olarak liberalleşme politikalarını uygulamaya soktu. AKP, hem batılı emperyalistlerden, hem büyük Türk burjuvazisinden, hem de halkın önemli bir bölümünden destek aldığı bu politikaları ile Kemalist bürokrat elitin iktidarını geriletti. İktidar dalaşında süreç içinde Kemalistlerin denetiminde olan birçok kurum, Kemalistlerin denetiminden çıktı. AKP, egemenlik dalaşında iktidarını büyük ölçüde sağlamlaştırdı. AKP Türkiye’deki gerçek güç dengelerinin bilincinde olarak, iktidar yürüyüşünü ordu ile doğrudan çatışmaya girmeden sürdüren bir siyaset izledi. Ordununbürokrat burjuvazinin açık tepki verdiği bir dizi konuda geri adım atılıp, beklemekte sakınca görmedi. Zaman AKP’nin lehine işledi. Gelinen aşamada ordunun siyasete müdahale etme imkânı geriletilmiş durumdadır. Yüksek yargının henüz denetime alınmamış olan kesimlerinin de bütünüyle ele geçirilmesi mücadelesi ise sürmektedir. Demokrasi konusunda Turnusol kağıdı Kuzey Kürdistan, Türkiye’de demokrasi konusunda durumun ne olduğuna cevap vermek için en önemli kıstaslardan biri, bugünkü şartlarda en başta geleni, hükümetin başının, şimdi AKP iktidarı döneminde yapılmış olan kimi reform adımlarını gösterip, “Yok” ilan ettiği “Kürt sorunu”dur. Evet, şimdi devletin resmi TV kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapmaktadır. Evet, şimdi artık kart/kurt politikası terk edilmiş, Kürtlerin varlığı kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Evet, şimdi artık okullarda Kürtçe seçmeli ders 3 gündem olarak müfredatta vardır vs.vs. Bunlar bundan önceki on yıllarla karşılaştırıldığında küçümsenmeyecek reform adımlarıdır. Bu reform adımları AKP tarafından adeta bir lütufmuş gibi sunulup, bu kadar şey verdik, daha ne istiyorlar tavrı takınılıyor. Burada bunların lütuf filan olmadığı, aslında Kürt ulusal mücadelesi tarafından söke söke alındığı gerçeği atlanıyor, unutturulmak isteniyor. Şimdi AKP başkanı, başbakan RTE bu reform adımlarını gösterip, “Kürt sorunu yoktur” diyor. Şimdi artık hükümetin siyasetinde yalnızca “Kürt vatandaşların bireysel” sorunlarının varlığı kabul ediliyor. Türkiye’de yaşayan bütün milliyetlerden vatandaşların bireysel sorunları gibi, Kürt vatandaşların da bireysel sorunları vardır denerek, Kürt sorununun gerçekte ulusal baskıya karşı ulusal hakların talep edildiği bir toplumsal/milli sorun olduğu gerçeği reddediliyor. Bu inkarcılığın yeni biçimidir. Kürt ulusal mücadelesi, bu temelde yürüyen savaş “terör sorunu” ilan ediliyor. AKP hükümeti de PKK’yi yok etme adına Kürt halkına karşı on yıllardır süren savaşı yükselterek sürdürüyor. Kürt halkı üzerinde açık terör, hukuksuzluk, “ileri demokrasi”den çokça söz eden AKP’nin de yönetim biçimidir. Kürt halkının çocukları öldürülüyor. Her gün burjuva basını bilmem kaç PKK’li öldürüldü haberlerini manşetlere taşıyor. AKP, Kürt basını üzerinde amansız bir baskı uyguluyor. AKP, PKK’ya, silahları tümüyle bırakmadıkça, gerilla mücadelesine katılmış PKK’liler teslim olmadıkça, PKK’nin yok edileceğini açıkca söylüyor. Kürt ulusuna yönelik imha ve inkar politikalarına devam ediyor. Kürt halkının seçilmiş temsilcileri hakkında davalar açılıyor, cezalar veriliyor ve dokunulmazlıkları kaldırılmak isteniyor. KCK operasyonları adı altında, belediye başkanları, BDP yöneticileri ve insan hakları savunucuları hapsediliyor. Aralık 2011’de Roboski’de yaptığı katliamın tüm belgeleri açığa çıkmasına rağmen katliamın üzerini örtmek için konuşan herkesi susturmaya çalışıyor. Roboski katliamı yetmiyormuş gibi katliamda mağdur olan aileler hakkında davalar açılıyor ve çocukları tutuklanarak hapsediliyor. AKP’nin “ileri demokrasi”sinin Kürt cephesindeki görünüşü gerçekte bilinen faşizme devamdır! AKP ve Uluslararası Sözleşmeler 4 AKP’nin iktidara yürüyüş süreci hakkında yaptığımız bu kısa değerlendirmelerden sonra, yazımızın esas konusu olan AKP’nin insan hakları “ileri demokrasi” karnesi üzerinde durmak istiyoruz. AKP programında söylenenleri aktardıktan sonra, pratikte uygulamaların ne olduğu sorusuna cevap vereceğiz. Şöyle yazılıyor AKP programında: “Temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak partimiz aşağıdaki hedefleri gerçekleştirecektir: Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki Nihai Senedi olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren gönüllü kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerileri dikkate alınacak, devlet organları ile bu kuruluşlar arasında sıkı bir işbirliği oluşturulacaktır. İnsan hakları ihlallerinin tespiti, çözüm önerilerinin geliştirilmesi, insan hakları eğitimi ve kolluk güçlerinin denetimi konularında bu kuruluşların katılımına ağırlık verilecektir.” (Bkz.http://www.akparti.org.tr/site/akparti/partiprogrami#bolum_) Türkiye birçok uluslararası sözleşmeye imza atmıştır. İmzalanan uluslararası sözleşmelerin bir bölümüne çekince konulmuştur. Yani Türkiye uygulamasında şimdilik “sakınca” gördüğü maddelere çekince koymuştur. Türkiye’nin taraf olduğu diğer uluslararası sözleşmeler yanında, özellikle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (Sözleşme) ve bu sözleşmeyi yorumlayıp uygulayan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (Mahkeme) kararları, Türkiye’nin insan haklarının hukuki kaynakları arasındadır. Türkiye, 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanıdı. 1989 yılından itibaren AİHM’nin tam yargı yetkisi kabul edildi. Anayasa’nın 90. maddesi değiştirildi. 90 madde, AİHM kararları ile yasalar arasında bir çelişki varsa, AİHM kararlarının esas alınmasını öngörüyor. Başka bir deyişle, AİHM kararları ulusal yasalardan önce geliyor. Kağıt üzerinde böyle ama uygulama tam tersi. İnsan hakları ihlalinde şampiyon!!! Şubat 2012’de AİHM, 52 yıllık süre zarfında başvuru ve mahkûmiyetlerle ilgili istatistikleri açıkladı. (Bkz.http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/ E58E405A-71CF-4863-91EE-779C34FD18B2/0/ APERCU 19592011_EN.pdf) 1959-2011 arasındaki başvurular ve çıkan mahkûmiyetler esas alındığında, Türkiye, 2 bin 404 mahkûmiyetle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) en çok ihlal eden ülke oldu. AİHS’nin ihlal edilen maddeleri üzerinden yapılan istatistiklerde de Türkiye, çok sayıda alanda en Türkiye insan haklarına ne kadar saygı gösteriyor? İnsan hakları alanındaki temel sorunlar ne? Bu soruların yanıtlarının bir bölümünü AİHM Türkiye kararlarında, insan hakları örgütleri raporlarında ve Avrupa Komisyonu izleme raporlarında bulabiliriz. Türkiye, Rusya’dan sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aleyhinde en çok bireysel başvuru bulunulan devlettir. AKP hükümeti, Türkiye aleyhinde en çok başvuru yapılan ikinci ülke olma konumundan rahatsızdı. İhlal sıralamasında Türkiye’nin birinci ülke olmasına son vermek gerekiyordu! AKP hükümeti, Türkiye‘nin itibarının zedelenmesini önlemeye karar verdi! AİHM’e bireysel başvurulara fiilen set çekilerek, başvuru sayısından doğan rahatsızlık giderilmek isteniyordu. Halk oylamasına sunulan ve kabul edilen Anayasa’nın 148. maddesi bireylere de Anayasa Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanıdı. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldığına göre bu yol tüketilmeden AİHM’e başvurmak mümkün olamayacaktır. Şimdiye kadar kural olarak Türkiye’de bir ceza davası 4 ile 6 yıl arasında sonuçlanabiliyordu. Yargıtay’ın verdiği kararın kesinleşmesiyle birlikte iç hukuk yolları tükeniyordu. Yargıtay kararından sonra AİHM’e başvurulabiliniyordu. Yeni Anayasa değişikliği ile artık bu mümkün değil. Yargıtay kararından sonra Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak gerekiyor. Önünde mevcut bulunan, uzmanlık gerektiren davaları dört, beş yıl gibi sürelerle ancak karara bağlayabilen, karar verdikten sonra da gerekçeli kararın yazımı aylar alan bir Anayasa Mahkemesi var. Bundan sonra, yaşam hakkının ihlali, haksız gözaltına alınma, haksız tutuklanma, tutukluluk süresinin uzun sürmesi, yargılamaların makul sürede sona erdiril(e)memesi, yargılamada hakkaniyete uygun davranılmaması, tarafsız veya bağımsız yargılama hakkından yararlandırılmama, işkence görme, özel hayatın dokunulmazlığının ortadan kaldırılması, telefon dinleme, görüntü ve sesi kayda alma vb. hak ihlalleri, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi, masuniyet karinesine aykırı olarak kesin bir mahkûmiyet kararı olmaksızın teşhir edilme, sendika hakkını layığı ile kullanamama, ayrımcılığa tâbi olma, inançları sebebi ile özgürlüğünü yaşayamama gibi pek çok alanda, vatandaşın AİHM’e gitmeden önceki mecburi durağı Anayasa Mahkemesi olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar bildiğimiz görevleri çerçevesinde, yasaların Anayasa’ya uygunluğu denetiminde bireylere yeni bir hak tanınıyor değildir. Bu bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa Mahkemesi’ne başvurma mecburiyeti getirildi. Burada amaçlananın da AİHM’ne başvuru sayısını düşürmek olduğu açıkça ifade edilmektedir. 24 Eylül 2012’de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurular başladı. Ama harç ödenmeden Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak mümkün değil. Oysa AİHM’e yapılan başvurularda harç ödemek gerekmiyordu. Anayasa Mahkemesi yargısı labirentinden çıkarak AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır. Görünürde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılması hukuki alanda bir iyileştirme olarak görülebilinir. Burjuva hukukunun egemen olduğu bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel olarak başvurmak, hak arama mücadelesinde önemli bir adımdır. Hukukun siyasileştiği, devleti koruma, kollama misyonunu üzerlendiği bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi- gündem çok mahkûm olma unvanını kimseye kaptırmadı. Yaşam hakkı ve işkence gibi alanlarda Rusya’yı geride bırakan Türkiye “şampiyonluğu”nu korudu. 47 ülkenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargılama yetkisini tanıdığı bilinmelidir. Şubat 2012 verilerine göre; AİHM’de Türkiye aleyhinde 15 bin 940 başvuru bulunuyordu. İhlal kararlarının türlerine bakıldığında da 52 yıllık dönemde, Türkiye, birkaç alan dışında, birinciliği kimseye kaptırmadı. Türkiye, “etkin soruşturma yokluğu” nedeniyle 135 kez, “Özgürlük ve güvenlik hakkı” konusunda 554 kez, “adil yargılanma hakkı” konusunda 729 kez, “ifade özgürlüğü” konusunda 207 kez, “Toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü” konusunda 53 kez, “mülkiyet hakkı” konusunda 611 kez mahkûm oldu ve AİHS’nin bu maddeleri ile ilgili açılan davalarda mahkûmiyet sayısı bakımından bütün ülkelerin üzerinde yer aldı. Hakkında 2 bin 747 kararın verildiği Türkiye’yi, 2 bin 166 kararla İtalya, bin 212 kararla Rusya izledi. Türkiye, 52 yıllık dönemde karara bağlanan 2 bin 747 davanın 2 bin 404’ünde AİHS’nin en az bir maddesini ihlal ettiğinden tazminata mahkûm oldu. 57 davada haklı bulunan Türkiye’nin 204 dosyası dostane çözüm ya da düşme kararı ile sonuçlandı. Türkiye, toplam kararların yüzde 87,5’inde mahkûm oldu. Bu rakamlar, Türkiye’ye “en çok mahkûm olan ülke” unvanını kazandırdı. 5 gündem nin bir önemi yoktur. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınmasının esas işlevi AİHM’e gidecek başvuruların önünü kesmektir. AKP‘nin esas derdi; Türkiye’nin AİHM nezdinde zedelenen imajının düzeltilmesi ve hakkında en fazla mahkûmiyet verilen bir ülke konumundan çıkmasıdır. AKP ve Din Özgürlüğü 6 AKP programında yazılanlar şöyle: “Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder. Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tâbi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı bulur. Öte yandan dini, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak da kabul edilemez.” [Bkz: agy] AKP güya dinin istismar edilmesine karşıdır! AKP güya farklı düşünen insanlar üzerinde baskı kurulmasına karşıdır! AKP güya “dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tâbi tutulmalarını anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı” bulduğunu açıklamaktadır! Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin dini inanç ve pratiklerine ilişkin davranış içinde bulunma veya bulunmama özgürlüklerini içerir. Din özgürlüğü, herhangi bir dine inanan kişi ve toplumların o dinin ritüellerini hiçbir engelle karşılaşmadan yerine getirebilme halidir. Din özgürlüğü, bireyin dine inanmama özgürlüğünü de içerir. AKP programından yaptığımız alıntıda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni temel aldığını söylemektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi, bu konuyu şöyle düzenlemektedir: “Herkes düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü, din veya inancını, tek başına ya da topluluk halinde, alenî veya gizli olarak ibadet, öğretim, uygulama biçiminde açığa vurma özgürlüğünü de içerir.” [Temel Belgelerle İnsan Hakları, İHD-Yayını, Derleyen ve Çeviren Doç. Dr. Mehmet Semih GEMALMAZ, 2, Basım, Ocak 1996, sf:152] İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ise din özgürlüğü konusunda şöyle deniliyor: “ Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır.” [age., sf:25] Devletin din karşısında tarafsız kalması, inanan, farklı inançlara sahip olan veya inanmayan bireylere eşit mesafede bulunması gerekir. Din ve vicdan özgürlüğü sorununun çözümünün ilk ve temel şartı, devletin din ve inanç alanından elini çekmesidir. Herkesin kendi inancının gerektirdiği sivil ve siyasî örgütlenmeleri serbestçe gerçekleştirebilmesi, kendi inancında eğitim verebilmesi, ibadetini yapabilmesi, ibadethanelerini bizzat kurup işletebilmesi, ifade ve propaganda hakkını kullanması gerekir. AKP’nin uygulamalarının uluslararası sözleşmelerde tanımlanan din özgürlüğü ile hiçbir ilişkisi yoktur. T.C kurulduğundan bu yana, “Sünni mezhep” dışındaki bütün dinler yok sayıldı. Devlet, din ve inanç alanını belirlemektedir. AKP de “Sünni mezhep” dışındaki dinleri yok saymakta, hatta onlar adına yorum yapmaktadır. AKP hükümeti, “Sünni İslam” yorumunu kontrol etmekte, geliştirmekte, Aleviler ve Müslüman olmayan azınlıklar üzerindeki baskıları sürdürmektedir. Ülkelerimizde, “Sünni İslam” yorumu temel alınmakta ve cem evleri ibadethane olarak kabul edilmemektedir. Okullara zorunlu “din dersi” konulmakta ve ibadet edeceklere cami yolu gösterilmektedir. AKP’nin din özgürlüğü, “Sünni İslam”a inanma özgürlüğüdür. Ne yazık ki ülkelerimizde “Sünni İslam”a inanmayan Aleviler ve Müslüman olmayan azınlıklar üzerindeki baskılar devam etmektedir. T.C tarihi boyunca, “Sünni İslam “ adına Aleviler katledilmiş ve Müslüman olmayan azınlıkların mallarına el konulmuştur. T.C devletinin uygulamalarını AKP devralmış ve “İslam’ın Sünni” yorumu devletin dini haline getirilmiştir. AKP’nin programına yazdığı ve uluslararası sözleşmelerde ifade edilen din özgürlüğü ile AKP’nin hiçbir ilgisi yoktur. AKP ve Medya Özgürlüğü Basın özgürlüğü, basın yoluyla görüş ve düşüncelerini açıklayabilme ve yayabilme hakkıdır. AKP programında basın özgürlüğü bağlamında şöyle denilmektedir: “Partimiz bütün vatandaşlarımızın özgür haber alma ve düşüncelerini yansıtma hakkını esas kabul eder. Çağımız demokrasilerinin vazgeçilmez koşullarından biri, özgür medyanın varlığıdır. Başta anayasa olmak üzere medyaya ilişkin tüm yasal çerçeve ele alınarak, medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmayan yasak ve cezalar kaldırılacaktır. Yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri, titizlikle korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır.” [Bkz: agy] Burada yazılanlarla AKP’nin uygulamaları arasın- miyor. Onların basın özgürlüğü anlayışı, tek sesli ve hükümete yardakçılık yapan bir basın özgürlüğü anlayışıdır. Onların basın özgürlüğü anlayışı, kendileri gibi düşünmek, kendileri gibi konuşmaktır. Basına, gazetecilere ve insan hakları savunucularına karşı açılan davaların Türk Ceza Kanunu’ndaki yasal dayanakları şunlardır: Hakaret (madde 125); anayasal düzeni sona erdirmek amacıyla suç örgütü kurmak (madde 314); askeri personeli itaatsizliğe teşvik etmek (madde 319); halkı askerlikten soğutmak (madde 318); Türklüğü, Cumhuriyet’i, devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, hükümeti veya yargı organlarını aşağılamak (madde 301); suç işlemeye tahrik etmek (madde 214); suçu ve suçluyu övmek (madde 215); halkı suç ve düşmanlığa tahrik etmek (madde 216) ve müstehcen görüntü, yazı ve sözleri basın yoluyla yayımlamak (madde 226). Soruşturmaların gizliliğini ihlal etmek (madde 285) ve adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmek (madde 288). 3713 sayılı „Terörle Mücadele Kanunu“, Toplumla Mücadele Yasası olarak ün kazanmıştır. RTE hükümeti, hükümeti eleştiren yazı ve haber kaleme alan gazeteciler hakkında sıklıkla hakaret davası açmaktadır. Sadece 2011’de 24 gazeteci bu suçtan dolayı toplam yirmi bir yıl dokuz ay hapis ve 48.000 TL para cezasına çarptırılmıştır. Aynı suçtan dolayı iki gazete toplam 50.000 TL para cezasına mahkûm edilmiştir. Devrimci sosyalist basın üzerinde baskılar devam ediyor. Sosyalist basın hakkında toplatma kararları veriliyor, davalar açılıyor ve para cezaları veriliyor. Dergi büroları basılıyor, haber peşinde koşan muhalif gazeteciler tutuklanıp hapsediliyor. Sosyalist basına getirilen yasaklamalar, bürolara yapılan polis baskınları ve Kürt basınına yönelik ‘KCK’ adı altındaki siyasi operasyonlar gözaltı ve tutuklamalar devam ediyor. AKP’nin „ileri demokrasi“ parolası “basın ancak iktidarı desteklediğinde hürdür.” şeklindedir. Gazetemize ve gazetemiz bünyesinde yayınlanan Güney dergisi üzerindeki baskılar devam ediyor. Yazı işleri müdürümüz hakkında davalar açılıyor ve para cezaları kesiliyor. AKP hükümeti, dikensiz gül bahçesini sürdürebilmek için her türlü özgür sesi, düşünceyi boğmaya çalışıyor. Ama yıllardır dergimize verdikleri onlarca para, hapis ve kapatma/toplatma cezalarına rağmen susturamadılar, susturamayacaklar. Eskiden apoletli olandan, ordudan talimat alan medya artık RTE hükümetinden talimat alır duruma gelmiştir, getirilmiştir. RTE, Ekim 2011’de medya sahipleri ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda, medyanın gündem da nitel bir farklılık var. Ülkelerimizde yaşayan her birey, özgür haber alma ve düşüncelerini özgürce yayma hakkına sahip değildir. Basın özgürlüğünün ne olduğu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde 10. maddesinde tanımlanmıştır. Ülkelerimizde tekelleşen medya kuruluşları, patronlarının çıkarları ve istekleri doğrultusunda yayın yapıyor. Tekelleşen medya, bir yandan ekonomik alanda önemli bir güce ulaşırken, öte yandan haber alma özgürlüğünü kısıtlıyor, medya gücünün çıkar amaçlı kullanılmasına hizmet ediyor. Medya patronları, yayın kuruluşlarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıyor. Medya patronları ticaret yaptığı için, basının / medyanın desteğine sürekli ihtiyaç duyan AKP ile aralarında bir menfaat ilişkisi ortaya çıkıyor. AKP‘ne sağlanan medya desteğine karşılık, bu desteği sağlayanlar açısından holdingin çıkarları da hükümet tarafından korunuyor. Medya patronlarının yalnızca ticaret kültürü olan iş adamları ve büyük bir tekelleşmenin söz konusu olması, gazeteciliği, iş adamlarının gazetelerini ticarethane olarak görüp daha çok para kazanma politikası haline getirmiştir. Medya patronları, gazeteleri halkın bilgi kaynağı değil de, kendilerine para getirecek bir işyeri veya çeşitli siyasi ve benzeri konularda propaganda aracı olarak görmektedir. Türkiye’de gerçek anlamda basın özgürlüğü yoktur. Muhalif basın üzerinde AKP tarafından amansız baskı uygulanmakta, muhalif gazeteciler hapsedilmekte ve verilen para cezaları ile muhalif basın yayın yapamaz bir hale gelmektedir. AKP hükümeti önemli oranda yandaş medyasını kurmuş durumdadır. Yandaş olmayan, Kemalist çizgide hareket etmeye çalışan burjuva medya da hizaya sokulmaya çalışılıyor. Türkiye’de 95 gazeteci hapsedilmiş durumda. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütünün verilerine göre; Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında 179 ülke arasında 148. sırada bulunuyor. RTE her yaptığı konuşmada, hükümet aleyhinde haber yapan, eleştiri getiren medyayı ve köşe yazarlarını hedef tahtasına koyuyor. Aykırı görüş savunan köşe yazarlarının, gazetelerinden uzaklaştırılması için talimat veriyor. Kemalist ajitatörlerin bir bölümü merkez medyadan ayrılmak zorunda kaldı. (Emin Çölaşan, Bekir Çoşkun vb.) Liberal görüşleri savunan gazeteciler de işlerini kaybettiler. Şimdilerde liberal görüşleri savunan kimi köşe yazarları hedef tahtasına konulmuş durumdadır. AKP hükümeti, “ustalık” döneminde aykırı seslerin çıkmasına tahammül ede- 7 gündem nasıl haber yapması gerektiğinin talimatlarını verdi. Bu toplantıdan birkaç gün sonra, en büyük beş haber ajansı Anadolu Ajansı (AA), Ajans Haber Türk (AHT), Ankara Haber Ajansı (ANKA), Cihan Haber Ajansı (CİHAN) ve İhlas Haber Ajansı (İHA) bir deklarasyon yayımlayarak “yetkili mercilerin yasaklarına uyacaklarını” açıkladılar. Kuzey Kürdistan’da bir savaş yürüyor, yürütülüyor. RTE hükümeti, Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaş hakkında basında haberlerin çıkmasını istemiyor. Bölgede ne olup bittiği, Genelkurmayın servis ettiği, “bitirdik, yok ettik” açıklamaları manşetlere taşınıyor. Aralık 2011’de Hakkâri’nin Uludere (Roboskî) köyünde otuz dört kişi savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldü. Tekelci medya konuyla ilgili ilk haberi olayın gerçekleşmesinden on sekiz saat sonra, hükümetten gelen açıklamanın ardından verebildi. Bu arada kamuoyu Kürt haber kaynakları ve sosyal medya yoluyla konu hakkında bilgi sahibi olmuştu. Görüldüğü gibi AKP dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyor. AKP basın özgürlüğünü değil, biat yükümlülüğünü savunmaktadır. İşkence, Faili Meçhul Cinayetler, Yargısız İnfazlar ve AKP AKP iktidara geldiğinde, “işkenceye sıfır tolerans” söylemini geliştirdi. AKP programında bu konuyla ilgili söylenenler şöyle: “İşkence, gözaltında ölüm, kayıp, faili meçhul cinayetler gibi demokratik hukuk devletinde kabul edilemez uygulamaların üstüne ciddiyetle gidilecek ve şeffaflık sağlanacaktır. Bu konuda her vatandaşın şikâyeti değerlendirilecek, caydırıcılığı sağlayan gerekli düzenlemeler yapılacak, sorumlular cezasız kalmayacaktır.” Pratikte AKP döneminde işkence devam etti. Gözaltında ölüm vakaları yaşandı. Yargısız infazlar evet geriledi, fakat bütünüyle ortadan kalkmadı. İşkence, esas olarak cezasız kalmaya devam etti. Hatta kimi İşkenceciler terfi bile ettirildi, ödüllendirildi. Bu bağlamda 2011’in İnsan Hakları istatistiklerine bakmakta fayda var. Yargısız İnfazlar 8 “2011 yılında kolluk kuvvetlerinin (polis, jandarma, asker) açtıkları ateş sonucu veya kullandıkları gaz bombaları sonucu (yoğun gaza veya gaz bombasının kapsülüne bağlı olarak) veya savaş uçaklarından atılan bombalar sonucu toplam 59 insan yaşamını yitirdi; 25 insan da yaralandı. Söz konusu olayların sonrasında 102 kişi gözaltına alınırken 1 kişi de tutuklandı. Ölen 59 insanın 5’i gaz bombasının kullanımı nedeniyle 53’ü de ateşli silah ve bombalama sonucu yaşamını yitirdi. 1 kişinin ölüm nedeni belirlenemedi. Yaralanan 25 insanın 4’ü gaz bombası nedeniyle 21’i de ateşli silah ve bombalama sonucu yaralandı.” (bkz. Türkiye İnsan Hakları Raporu, TİHV Yayınları, s. 7, Mart 2012 Ankara) Söylenenlere yorum yapmaya gerek yok. Faili Meçhul Cinayetler “2011 yılında 15 faili meçhul cinayet işlendi. Öldürülenlerin 4’ünün köy korucusu olduğu belirlenirken; Hakkâri ve Tunceli’de 3’er cinayet işlendiği tespit edildi.” (Age. s.18) Kuşkusuz bu faili meçhullerin tümü doğrudan AKP’ne mal edilemez. Fakat AKP bugün iktidar partisi olarak bütün bu faili meçhullerin de siyasi sorumluluğunu taşımaktadır. Gözaltında Ölüm 2011 yılında beş kişi gözaltı merkezlerinde öldü. Fuat Bayoğlu, Eyüp Işıktan, Hamedu Loufa Sayıd, Willem Tyas ve H.A. gözaltı merkezlerinde ölen kişiler. (Age. s. 80-81) Hapishanelerde İşkence ve Kötü Muamele “2011 yılında cezaevlerinin en önemli sorunu yine işkence oldu. İşkence iddialarının etkin şekilde soruşturulmamasının ve cezaevlerinin bağımsız ve uzman kurullarca izlenememesinin bir sonucu olarak cezaevlerinde “A Takımı” diye adlandırılan işkence timlerinin oluştuğu,“kameraların kayıtta olmadığı” sırada veya kameraların görmediği kör noktalarda işkence olaylarının meydana geldiği; tutuklu veya hükümlülerin süngerli oda diye tabir edilen her şeyden yalıtılmış hücrelere konulduğu; sıcak ve soğuk su kullanımının asgari düzeye bile ulaşamadığı; koğuşları lağım sularının bastığı iddiaları ortaya çıktı. 2011 yılında 2 vakada sayısı belirsiz olmak üzere; 137 kişinin işkence gördüğünü; 2 vakada yine sayısı belirsiz olmak üzere 6 kişinin temizlik ve hijyene bağlı olmak üzere uzun süreli sorunlar yaşadığını tespit ettik.” (Age. s.110) Hapishaneleri İzleme Kurulu bileşenleri (KESK, TTB, TİHV, İHD, ÇHD ve TAYAD) 14 Eylül 2012’de “Hak İhlalleri - 2011” raporunu açıkladı. Rapora göre; işkence hapishanelerde de devam edi- Hapishaneler Hak İhlalleri Tablosu 2011 İşkence ve kötü muamele 724 Sağlık Hakkı ihlali ve tedavisi yapılmayanlar 617 Disiplin Cezası ve Görüş yasağı 629 Sevk uygulamaları ihlali (sürgün ve sevk istemleri reddedilenler dahil) 698 İletişim, haberleşme ve anadil uygulamalarından doğan ihlaller 407 Beslenme, ısınma ve fiziki koşullardan doğan hak ihlalleri 316 Diğer yaşanan hak ihlalleri 128 Düşünce özgürlüğünün olup olmadığına bakmak gerekir. İfade özgürlüğü, bir insanın ya da grubun, yazı veya konuşma yoluyla düşüncesini yaygınlaştırma özgürlüğü demektir. Bir özgürlükten söz edilebilmesi için, bu özgürlüğün kullanılabilir olması gerekir. Bu da, bir düşüncenin açıklanmasından sonra takibata uğramaması demektir. İfade özgürlüğü, aynı zamanda kişinin, farklı fikir ve düşüncelere özgür bir şekilde ulaşmasını, bu fikirler arasında tercih yapabilmesini ve tercih ettiği düşünce ve inancı başkalarıyla paylaşma özgürlüğünü içerir. Bir bireyin, herhangi bir düşüncenin doğru olduğuna karar verebilmesi ve tercih edebilmesi özgür bir ortamın varlığını zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte, ifade özgürlüğünün önündeki en önemli ve en temel sorun, devletin kendini korumayı merkeze koyan bir resmi ideolojisi olmasıdır. Bireyin değil, devletin ön planda olduğu ve kutsal sayıldığı bu sistem, devlet tarafından formüle edilmiş bir resmi ideolojiye dayanmakta ve bunun dışındaki fikirler baskı altında tutulmaktadır. Şimdiye kadar bu resmi ideolojinin adı Kemalizm’dir. AKP de şimdilik içini kendinin doldurduğu biçimde bir Kemalizmi resmi ideoloji olarak kabul ede gelmektedir. AKP, yaşamın her alanını kendi denetimine tâbi tutGözaltında İşkence ve Kötü Muamele 310 Gözaltı Yerleri Dışında İşkence ve Kötü Muamele 517 2010 yılı içinde TİHV Tedavi ve Rehabilitasyon merkezlerine işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını belirterek başvuran kişi sayısı 362’dir. 2011’de işkence görenlerin dökümü şöyledir: Köy Korucuları Tarafından Yapılan İşkence ve Kötü Muamele 15 İşkence, Kötü Muamele, Onur Kırıcı Ve Küçük Düşürücü Davranış Ve Cezalandırma Kolluk Güçleri Tarafından Tehdit Edilenler Hapishanelerde ölümler 44 İşkence ve AKP (Bakınız yandaki tablo.) (Bkz. 2011 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu, s. 7, İHD Yayınları, 2012, Ankara) Düşünce özgürlüğü ve AKP AKP programında düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili yazılanlar şöyle: “Düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecektir.” [agy] gündem yor. 2011‘de 724 kişi hapishanelerde işkence ve kötü muamele gördü, 44 mahpus yaşamını yitirdi. Tutuklu ve hükümlüler, aile görüşü yasakları, mektup yasakları, gazete ve kitap yasakları, telefon yasakları, ortak kullanım alanlarına çıkma yasakları, hücre cezalarıyla dış dünyadan soyutlanıyor. Tedavisi yapılmayan ve sağlık hakkı ihlal edilen tutuklu ve hükümlü sayısı da 617. Cezaevlerinde İşkence ve Kötü Muamele 724 102 1425 Toplumsal Gösterilerde Güvenlik Güçlerinin Müdahalesi Sonucu Dövülen ve Yaralananlar Özel Güvenlik Görevlileri Tarafından 58 İşkence ve Kötü Muameleye Maruz Kalanlar 119 Okulda Şiddet TOPLAM 3252 maktadır. Denetimine, alamadığı düşünce dünyasına aktif müdahalelerde bulunmaktadır. Müdahalelerin 9 gündem 10 temel gerekçesi, her şeyden önce kişinin rasyonel bir varlık değil, kendisine yön verilmeye muhtaç biri olarak algılanmasıdır. Gerçeğin ya da doğrunun tespiti yöneticilerin tekelinde görüldüğünden, farklı olmaya ve farklı/aykırı düşünceyi ifadeye izin verilmemektedir. Farklı fikirlerin öne sürülmesi, toplum düzenine karşı yönelen bir tehdit olarak görülmektedir. Gerçekte, farklı fikirleri özgürce ileri sürmek, serbest fikir akışının sağlandığı, halkın haber ve bilgilere serbestçe ulaşabildiği bir ortamda mümkündür. Oysa antidemokratik olan bu sistemde, halkın haber alma kanalları tek bir çizgiye yönlendirildiğinden, sadece belli doğmaların ezberlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla bireylerin haber alma ve bilme hakkının yerini, bu sistemde belli doğmalara inanma yükümlülüğü almıştır. Böyle olunca, anda ilerici- devrimci muhalif fikirlerin hükümet politikalarına şekil vermek ya da onları düzeltmek gibi bir fonksiyonları yoktur. Esas itibariyle ifade özgürlüğü, sadece andaki yöneticiler ve egemen sınıf içinde yer alanlar için bir haktır. Toplumun geri kalanı için, devletin uygulamalarına karşı gelmede kullanılabilecek bir ifade özgürlüğü yoktur. İfade özgürlüğü yalnızca rejimin savunulması ve geliştirilmesi için kullanılabilir. Siyasi alanın ayrıcalıklı bir elit zümrenin tekeline alınmasının yanında, toplumsal alanların denetlenmesi için harcanan çabaların nihai amacı, toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmaktır. Tek sesliliğin hâkim olduğu bu sistemde, aykırı sesler „suç“ sayılmaktadır. Rejimi ve sistemi eleştiren fikirler üzerinde baskı uygulanmaktadır. Resmi ideolojiyi savunmayan, muhalif olan devrimci ve komünist örgütlere “terörist” etiketi yapıştırılmaktadır. AKP programında, “Düşünce ve ifade özgürlükleri”nin uluslararası normlar temelinde inşa edileceği, düşüncelerin özgürce açıklanabileceği ve “ farklılıklar birer zenginlik olarak görülece”ği yazılmasına rağmen, pratik uygulama başkadır. 2011’in verileri AKP programında yazılanların tersini ortaya koyuyor. İşte veriler: (Bakınız yandaki tablo.) Üçüncü Yargı Paketi olarak adlandırılan ve 5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanun’da, Basın Kanununa geçici bir madde eklendi. Eklenen geçici madde şöyledir: “Geçici Madde 3 - 31.12.2011 tarihine kadar mahkemeler, yetkili mülki idari amirlikleri ve diğer makamlarca basılı yayınlarla ilgili olarak verilmiş top- latma, yasaklama, dağıtım ve satışın engellenmesi kararları, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren altı ay içinde, yetkili ve görevli mahkemeden bu yasaklılığın devamı niteliğinde bir karar alınmamış olması durumunda kendiliğinden hükümsüz hale gelir. Bu tür kararlarla ilgili mevcut bilgi ve deliller kolluk tarafından iki ay içinde yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına iletilir. Mahkemelerce, bu yönde alınmış olan kararların bir örneği İçişleri Bakanlığına gönderilir.” Geçici madde de belirtildiği gibi „yasak yayınlar“ hala var bu ülkede. Toplatma kararlarının hükümsüzlüğü 31.12.2011 tarihine kadar verilmiş kararlar için uygulanıyor. Bu düzenleme gazete, dergi ve kitaplar hakkında bir düzenlemedir. Filmler, tiyatrolar, müzik eserleri, plaklar, teyp bantları gibi diğer kitle iletişim araçları ile ilgili “yayınlar” kapsam dışıdır. Örneğin basılı bir tiyatro eseri veya bir filmin senaryosu kitap olarak yayınlanmışsa ve eğer bu kitap hakkında toplatma kararı verildiği için yasak yayın sayılıyorsa, toplatma kararı kaldırılabilir ve yasak yayın kategorisinden çıkar. Ama seyredilen filmi veya oynanan tiyatro oyunu basılı eser olmadığı için, kitabı hakkındaki yasak kalkmış olduğu halde, film ve Gözaltına Alınanlar 12685 Tutuklananlar 2922 Yasaklanan Etkinlikler 26 Toplatılan, Yasaklanan ve Para Cezası Uygulanan Yayın Organları 7 gazete toplam 11 kez, 9 dergi ise toplam 16 kez toplatıldı. 9 afiş, 2 pankart, 3 kitap ve yasaklandı veya toplatıldı, 1 kitap hakkında inceleme başlatıldı. 33 televizyona toplam 41 kez, 1 radyoya toplam 3 kez uyarı cezası verildi. (RTÜK 2011 yılında 20’si radyo, 480 TV kanalı olmak üzere 89 tl para cezası, 383 uyarı, 27 program durdurma ve 1 tebliğ cezası verdi./ Bianet 2011 Medya Gözlem Raporu) Baskına Uğrayan Gazete ve Yayın Organları 16 (1 Dergi Bürosu, 10 Gazete temsilciliği, 1 Gazete Genel Merkezi, 3 TV Kanalı, 1 Kitap) Engellenen İnternet Siteleri 6504 Hukuk ve AKP AKP programında hukuk ve hukuk devleti bağlamında şöyle yazılmaktadır: “Hukukun üstünlüğünü esas alan devlet, vatandaşlarının özgürlük ve haklarının teminatıdır. Dolayısıyla hukuk devleti olmayan ve hukukun hâkim olmadığı bir toplumda demokratik rejimden bahsedilemez. Demokrasinin hukuk yoluyla varlık kazandığı demokratik hukuk devletinde; hukukun evrensel ilkelerine saygı, hak arama yollarının açık tutulması, kanun önünde eşitlik, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması, devletin hukuka bağlılığının güvence altına alınması temel değerlerdir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi anayasa, yasalar ve bağımsız bir yargı ile mümkündür. Partimiz hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim anlayışının teminatı olacaktır. Ülkemiz bugün hukuk devletinden ziyade kanun devleti görüntüsü vermektedir. “Devletin Hukuku” yerine “Hukuk Devleti” anlayışının esas olması gerekir. Kanunları hukuka, hukuku evrensel adalet ve insan hakları esaslarına dayandırmadıkça, Türkiye gerçek bir hukuk devleti olamaz ve uluslararası camiada saygın bir yer edinemez.“ [agy] AKP programında yazılanlar uygulansa, bu burjuva demokrasisine geçişte önemli bir etken olabilir. AKP iktidara geldiğinde “kanun devleti” görüntüsünü değiştireceğini programına yazdı. Hatta tüm vatandaşların, yasalar önünde eşit olacağını da belirtti. Peki ya uygulama? Eğer programınızda belirli tespitler yapıyorsanız ve bunları uygulamaya geçirmiyorsanız, programda yazılanların hiçbir değeri yoktur. Kanun devleti genellikle yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir model olarak karşımıza çıkmaktadır. Burjuvazinin “hukukun üstünlüğü” dediği şey teorik olarak evrensel (burjuva) hukuk ilkelerinin herkes için geçerli olması, ve eşit uygulanmasıdır. “Kanun devleti” ise evrensel hukuk ilkelerinden çok, duruma göre değiştirilen yasalara dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, örneğin Kuzey Kürdistan/Türkiye’de olduğu gibi bireyin çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda tutabilir. Evrensel hukukun yani burjuvazinin hukuk sisteminin temel prensibi, teoride, devletin tüm aygıtlarını insanın hizmetine sokmasıdır. Bu anlamda bürokrasi, ordu, siyasal partiler, dernekler, kanunlar, ekonomik hayat, kısaca tüm resmi ve gayri resmi kurumlarıyla sistem bireylerin hizmetine girer; onların temel hak ve özgürlükleri ilkesine göre işler. Birey bu sistemlerde ulus, devlet, vatan, cemaat gibi kolektif varlıklardan önce gelir; hatta bu varlıkların üzerinde yer alır. Bu sistemde yöneticilerin devlet otoritesine sahip olmaktan kaynaklanan her hangi bir üstünlüğü yoktur, olmamalıdır. Kısaca devlet bir hizmetçidir. Evrensel hukuk devleti, kanun devletinden çok farklı uygulamalara sahiptir. Hukuk devleti her şeyden önce eşitlik ilkesine dayanır. Tüm bireyler arasında ayrım yapmaz. Bununla birlikte devletin bütün kurallarını, faaliyetlerini ve kurumlarını hukukun üstünlüğü ilkesine dayandırır. Burada esas alınan hukuk, insanların vazgeçilmez, temel ve evrensel haklarla dünyaya geldiğini kabul eden tabii hukuktur. Tabii hukuk ilkesi hem devletin üzerinde yer alır, hem de üretilen pozitif hukuk (toplumun ürettiği yasalar) gündem tiyatrosu hakkındaki yasaklama sürer. Bu kitabına uydurulmuş bir düzenlemedir. Yasaklama kararlarının hükümsüz sayılması, basılı eser veya değil gibi bir seçime tabi olmamalıdır. 6352 sayılı Kanuna eklenen geçici maddeye göre; yasak basılı yayınlar, eğer yetkili ve görevli mahkemelerden bu yasaklılığın devamı niteliğinde bir karar verilmemişse, yasaklar kendiliğinden hükümsüz hale gelecektir. Geçici Madde 3’e göre bu uygulama altı aylık sürenin bitiş tarihi olan 05 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Mahkemeler 6 ay içinde yeniden karar vermediği takdirde basılı eserler hakkındaki kararlar kalkacak ve önceki tüm kararlar hükümsüz sayılacaktır. İkinci düzenleme ise, basılı eserlerden hangisinin yasaklılık kararının devamı isteniyorsa, kolluk güçleri tarafından iki ay içinde yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına başvurulması gerekiyordu. Bütün bu işlemler için iki ay içinde, yani 05.09.2012 tarihine kadar kolluk güçleri Cumhuriyet Başsavcılıklarına „mevcut bilgi ve delilleri“ vermeleri gerekiyordu. Kolluk güçlerine tanınan sürenin bitiminden altı gün sonra medyada, bugüne kadar yasak olan ve yasağın devamı istenen basılı eserlerin listesi yayınlandı. Ankara mahkemeleri ve Bakanlar Kurulu kararıyla bugüne kadar 453 kitap ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankart hakkındaki yasaklama kararının olduğu ortaya çıktı. Ankara Emniyet Müdürlüğü, 67 kitap ve 16 gazete ve dergi hakkında yasak kararının sürmesi için savcılığa başvurdu. Yasaklık kararının devamı istenenler arasında, Nâzım Hikmet, Yaşar Kaplan, Lenin, Sultan Galiyev, İsmail Beşikçi, Karl Marx ve Abdurrahim Karakoç’un eserleri de var. (Cumhuriyet Gazetesi 11.09.2012) İşte AKP’nin „ileri demokrasi“si bu. 11 gündem 12 için bir referans oluşturur. Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesine göre işleyen bir toplumda tabii hukukun gereği olarak temel hak ve özgürlüklere aykırı yasa üretilemez. Yasalar burjuvazinin topluma hibe ettiği bir bağış değil; aksine toplumun kendi temsilcileri aracığıyla tabii hukukun ışığı altında formüle ettiği kurallardır. Evrensel hukuk devletinde, yasalar yaptırımcı değil, yapıcıdır; daraltıcı değil, genişleticidir; yasaklayıcı değil, özgürleştiricidir. Hukuk devletinde yasaların kabul ettiği temel ilke, özgürlüklerin esas, sınırlamaların ise kural dışı olmasıdır. İstisnai bir durum olmadıkça temel haklar ve özgürlüklerle ilgili bir sınırlama getirilemez. AKP hukuku, kanun devleti hukukudur. Devlet, millet, cemaat, vatan, ordu, bürokrasi, parti, şef, lider gibi varlıklar bireylerin mutlak anlamda üzerinde yer alıyor. Yöneticilerin gücü devlet otoritesidir. Otoriteyi sağlam temele dayandırmak için ekonomik kaynaklara olduğu gibi kültürel ve sosyolojik kaynaklara da mutlak anlamda hükmediyorlar. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki bağ korku ve zora dayandırılmıştır. AKP hükümetinin en fazla ürettiği değer korkudur. Bir yandan iç ve dış düşman korkusu, diğer yandan iktidar gücünü kullanarak bir korku toplumu yaratılmak isteniyor. En üstün değer devlettir, vatandır. Devlet hem hukukun yapıcısı, hem kaynağı hem de koruyucusudur. Devlet yöneticileri neredeyse birer “ölümlü tanrı” olarak kabul edilir. Onların tanrıdan farkları ölümlü olmalarıdır. Bu bakımdan devlet yöneticilerinin beyanları, emirleri, buyrukları kanunlar için önemli bir referans olarak kabul edilir. AKP hukukunda, yasaların amacı özgürleştirmek, temel hak ve özgürlükleri genişletmek ve koruma altına almak değil; devlete sorgulanamayan bir kutsallık atfetmek ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden topluma hâkim kılmaktır. T.C devleti, insanı esas almadığı için insanlar arasındaki eşitlik ilkesine de fazla itibar etmiyor. Devletin dostları ve düşmanları vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb. Devlet, korku mitosundan beslendiği için kendi bekasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır. Sonuç olarak; uygulamaya bakıldığında, Türkiye’de uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. “Öteki” olarak adlandırılanlar adil yargılanmıyor, yasa metinlerine göre değil, devletin korunması ilkesine göre kararlar veriliyor. Yargılananlar ve hapsedilenler yasalar önünde eşit değil. Özel mahkemeler, Toplumla Mücadele Yasası, Kürt halkı, devrimci ve komünistler üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi işlev görüyor. “İleri Demokrasi”de çocuklar… AKP’nin “ileri demokrasisi, hak arama mücadelesi yürütenlerin coplanması, biber gazına maruz bırakılmaları ve hatta ölümlerdir. “İleri demokrasi”, çocukların hapsedilmesi, hasta mahkûmların ölüme terk edilmesidir. “İleri demokrasi”, Kürt Ulusal Hareketinin öncü güçlerinin yok edilmesi için savaş yürütme ve Kürt halkı üzerindeki ulusal baskıdır. “İleri demokrasi” tek sesliliğin yaratılması ve aykırı görüşler üzerinde amansız baskı uygulamasıdır. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek”in soru önergesine verdiği cevapta 2009 ve 2010 yıllarında toplam 5 bin 348 çocuğun yargılandığı ve 3 bin 111 çocuk hakkında mahkûmiyet kararı verildiğini açıkladı. 31 Ağustos 2012’de Taraf Gazetesi’nde yayınlanan Adnan Keskin imzalı bir yazıda çocuklar ve hukuk konusunda şu döküm vardı: “AKP’nin dokuz yıllık iktidarında 9 bin 931 çocuk terörden yargılandı. AKP iktidarı döneminde Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) ile Özel Yetkili Mahkemelerde (ÖYM) çocuklar hakkında açılan davaların ayrıntıları açıklandı. Buna göre AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2011 yılı sonuna kadar ilk iki yıl DGM’de, diğer yıllarda ise ÖYM’lerde 18 yaşın altındaki 9 bin 931 çocuk, çoğu siyasi olan davalarda “terörist” sıfatıyla yargılandı. Bu sayı 2012 yılında yargılanan yeni çocuklar eklendiğinde 10 bini geçtiği gibi mahkûm edilen çocuk oranı da arttı. Bakanlık verilerine göre, sadece 2009’da yargılanan 2 bin 36 çocuktan bin 522’si hüküm giydi. Çocuk sanık ve çocuk mahkûm sayısında ürkütücü tablo, CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek’in, Adalet Bakanlığı’na yönelttiği soru önergesine verilen yanıtla bir kez daha gündeme geldi. Dibek, 2004’te kapatılan DGM ile onun yerine kurulan ve geçen temmuz ayında 3. Yargı Paketi ile kapatılan ÖYM’lerde kaç kişinin yargılandığını, bunlardan kaçının 18 yaşın altında olduğunu ve bu yargılama sonuçlarının ne olduğunu sordu. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yanıtı 2002’den bu yana yargılanan 18 yaş altı çocuk sayısının 2011 sonu itibariyle 10 bin sınırına dayandığını, içinde bulunduğumuz yıl hesaba katıldığında ise bu sayının da ziyadesiyle aşıldığını gösterdi. Yıl yıl dava ve mahkûmiyet sayısı Bakan Ergin’in verdiği bilgiye göre, 2002’den önce DGM, ardından da ÖYM’lerde yapılan yargılamalar ile bunların içinde çocukların durumuyla ilgili tablo Faşizmin yeni maskesi: “İleri Demokrasi” Bize halk demokrasisi gerek! AKP’nin saldırıları yoğunlaşarak devam ediyor. AKP politikalarına biat etmeyen, karşı duran herkes cezalandırılıyor AKP sistem içerisinde yerini sağlama aldıktan sonra artık gerçek yüzünü net bir şekilde göstermeye başladı. AKP, 2002 ile 2012 arasındaki süreçte hükümet olmaktan çıkıp, iktidar olma yönünde önemli adımlar attı ve bugünkü dönemde ülkelerimizde faşizmin uygulayıcısı bir partidir. AKP bugün esas olarak Müslümanlıkla barıştırılmış bir Kemalizm çizgisi uyguluyor. Uyguladığını yer yer “Muhafazakar Demokrasicilik”, “Milliyetçi/Mukaddesatçılık”, “İleri Demokrasi”cilik vs. olarak adlandırıyor. AKP’nin esas istediği Kemalizmi tümden silmektir. Ama henüz buna hazır değiller. Çünkü bir takım yandaş gazetecilerin deyimiyle “gürültücü azınlık” Kemalizmin tümden silinmesini engelliyor. AKP bu yüzden adım adım ilerliyor. AKP devraldığı faşist sistemi uygulamaya devam ediyor. Ordunun vesayeti kırıldı, kırılıyor. Bu ama otomatikman ve kendiliğinden “demokrasiye geçiş” anlamına gelmiyor. Çünkü kırılan ordu vesayetinin yerini bu kez AKP iktidarının “sivil” vesayeti alıyor. AKP iktidarı, emek ve demokrasi karşıtı politikalarına karşı duran, başta sosyalistler, devrimciler ve Kürtler olmak üzere, tüm toplumsal muhalefeti, bir yandan polis gücüyle, diğer yandan yargı erki vasıtasıyla, gözaltı ve tutuklamalarla, bastırmaya, sindirmeye ve yok etmeye çalışıyor. Bu çerçevede parasız eğitim isteyen öğrenciler, puşi takan gençler, demokratik kitle örgütlerinde mücadele yürüten muhalifler, muhalif düşüncelerini gizlemeden görev yapan gazeteciler, “Özel Yetkili Mahkemeler” tarafından tutuklanıyor. AKP, bugün işçilere, emekçilere, devrimcilere, Kürt halkına ve azınlık milliyetlere baskı uygulayan bir partinin adıdır. Bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye somutunda, açık terörün sistemli uygulanması ve esas yönetim aracı olmasının adıdır „ileri demokrasi.“ „İleri demokrasi“ bir şef etrafında kişiye tapmanın yaygınlaştırıldığı bir temelde “mukaddesatçı milli birliğin” sağlanması çabasıdır. „İleri demokrasi“ kitlelerin gerçekleri kavramasını engellemek, kendi baskı ve terörcü yüzünü gizlemek için toplumsal demagojidir. „İleri demokrasi“ imtiyazlı sınıf ve katmanların, burjuvazinin çıkarlarının korunmasıdır. „İleri demokrasi“ çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin ırkçılık-milliyetçilik temelinde birbirlerine düşürülmesi, dinsel-mezhepsel çatışmaların körüklenmesidir. AKP’nin „ileri demokrasisi“ işçiler-köylüler üzerinde katmerli baskı uygulamasının adıdır. İşçilere-emekçilere AKP’nin „ileri demokrasisi“ değil, gerçek demokrasi için mücadele gereklidir. Demokrasi için mücadele ancak işçilerin, köylülerin, emekçilerin iktidarı için mücadelenin bir parçası olarak yürütüldüğünde, devrim mücadelesi olarak yürütüldüğünde gerçek anlamını bulur. Bırakalım AKP “ileri demokrasisini” tartışa dursun, biz gerçek demokrasi için mücadelede örgütlenelim! İşçilerin, emekçilerin görevi bu gerici, faşist devleti yerle bir etmek; yerine işçilerin-köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü, halkın demokratik diktatörlüğünü kurmaktır. Sosyalizmin, komünizmin yolunu açacak, gerçek kurtuluşun yolunu açacak tek çözüm budur! Ekim 2012 ✓ gündem şöyle: 2002 Yılı: 5 bin 390 dava açıldı. 358’i 18 yaşından küçük, 16 bin 481 sanık yargılandı. 129’u çocuk toplam 7 bin 986 sanık mahkûm edildi 2003 Yılı: 5 bin 784 dava açıldı. 545’i 18 yaşından küçük, 16 bin 382 kişi yargılandı. 93’ü çocuk 5 bin 855 sanık mahkûm edildi. 2004 Yılı: 5 bin 267 dava açıldı. 134’ü 18 yaşından küçük toplam 14 bin 926 sanık yargılandı. 13’ü küçük 3 bin 645 sanık mahkûm edildi. 2005 Yılı: 3 bin 983 dava açıldı. 150’si 18 yaşından küçük 12 bin 169 sanık yargılandı. 12’si çocuk 3 bin 907 sanığa mahkûmiyet verildi. 2006 Yılı: 6 bin 433 dava açıldı, 474’ü 18 yaşından küçük 21 bin 710 kişi yargılandı. 23’ü çocuk toplam 6 bin 404 sanık mahkûm edildi. 2007 Yılı: 7 bin 502 dava açıldı. 900’ü 18 yaşından küçük 29 bin 574 kişi yargılandı. 211’i çocuk yaşta 8 bin 509 sanık, mahkûm edildi. 2008 Yılı: 7 bin 138 dava açıldı. 948’i 18 yaşından küçük 27 bin 636 sanık yargılandı. 178’i çocuk toplam 9 bin 823 sanık mahkûm edildi. 2009 Yılı: 7 bin 238 dava açıldı. 2 bin 36’sı 18 yaşından küçük 29 bin 242 kişi yargılandı. Bin 589’u çocuk 35 bin 362 mahkûm oldu. 2010 Yılı: 7 bin 3 dava açıldı. 3 bin 312’si 18 yaş altında toplam 31 bin 732 kişi yargılandı. Bin 522’si çocuk 33 bin 405 kişi mahkûm edildi. 2011 Yılı: 6 bin 920 dava açıldı. 874’ü 18 yaşından küçük 26 bin 379 kişi yargılandı. 166’sı çocuk toplam 38 bin 221 sanık mahkûm edildi.” 13 gündem Tabela Birkez Daha Değiştirildi Varlığını korumak, güvenliğini sağlamak için bağımsız yargıyı yeterli görmeyip bunun yanında özel mahkemelere gereksinim bulunduğunu savunan bir devlet, kendini toplumun ve bireyin üstünde bir yere koymuş demektir. Bu tavır, antidemokratik bir anlayışın, “üstün devlet” kurumlarını öngören ideolojilerin yansımasının bir sonucudur. AKP 14 iktidarı, tabela değiştirme şampiyonluğu ile ön plana çıkıyor. Güya yeni olduğu söylenen ve propagandası yapılan “yeni yasalar “getiriliyor! Ama çoğunlukla değişen bir şey yok! Değişen bir çok durumda sadece tabeladır. Zamanı gelince yeni bir tabela asıyorlar. İktidar erkini kullanarak, astıkları yeni tabelanın ne kadar iyi olduğunu anlatıyorlar! CMK 250. madde ile “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri” tabelaları söküldü ve yerine “Bölgesel Terör Mahkemeleri” ya da sadece “Terör Mahkemeleri” tabelaları asıldı. Tabela değişiklikleri, Kürtlere, kadınlara, çocuklara, ezilenlere, devrimcilere, muhaliflere “cezaevi, işkence, haksız gözaltı” vb. nin sürmesi olarak geri dönüyor. Bu yazımızda son bir tabela değişikliği hakkında durmak istiyoruz. Kemalist diktatörlüğün ilk yıllarında “Özel Mahkeme” görevini “İstiklal Mahkemeleri” yerine getiriyordu. Darbe dönemlerinde bu mahkemelerin tabeladaki “istiklal”i silindi, yerine “Sıkıyönetim Mahkemeleri” yazıldı. “Sıkıyönetim” kaldırılıp yerine “olağanüstü hal” getirildiği dönemlerde de yine tabeladaki sıkıyönetim sözcüğü silindi, yerine “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” adı yazıldı. AKP iktidara geldiğinde “olağanüstü hal”i kağıt üzerinde kaldırdı. “Olağanüstü hal” kaldırılınca da, “özel mahkemelerin” tabelasındaki “DGM” silindi yerine ise “Özel Yetkili Mahkemeler” ismi yazıldı. Bu özel yargılama zihniyeti isimleri değiştirilerek tam 89 yıldır sürüyor. AKP yargısı ve hukuku her gün hiçbir delil gerek- sinimi aramadan, eylem ve etkinliklere katılmayı yeterli sebep görerek “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklama terörünü sürdürmektedir. İnsanca yaşam için talepler ileri süren işçilere, suyuna ve toprağına sahip çıkan köylülere, parasız eğitim isteyen öğrencilere, muhalif basın ve gazetecilere, Kürt halkına ve onun siyasi temsilcileri olan milletvekilleri ve belediye başkanlarına kadar her aykırı ses yargı terörünün hedefi haline getirilmiştir. “Özel Yetkili Mahkemeler” ve hep yenilenen “Terörle Mücadele Yasası” ile binlerce insan hala neyle suçlandıklarını bilmeden hapishanelerde tutulmaktadır. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre; hapishanelerde toplam 130 bin tutuklu ve hükümlü bulunmaktadır. “İleri demokrasi” demogojilerinin yapıldığı bir dönemde, T.C tarihinde neden hapsedilenlerin rekor bir seviyeye ulaştığını herkes sorgulamalıdır. Neden Özel Güvenlik Mahkemeleri? Genel olarak herkes için kurulmuş, görev ve yetkileri yasa ile (önceden) belirlenmiş olan mahkemeler tabii mahkeme, bunların hakimleri de tabii hakimdir. Bunların dışında bulunan mahkemeler özel olup tabii hakimlik ilkesine aykırıdır. Herkesin, yasanın genel olarak koyduğu, görev ve yetkileri, esasları ile belli olan hakimler tarafından yargılanması kişi güvenliğinin baş koşuludur. Kişinin yasal, yani tabii hakimden başka mercilerde yargılanması, bu alanda özel muameleye tabi tutulması burjuva hukukun bile asla Devlet, kendi güvenliği söz konusu olduğunda, genel adli sisteme güvenmiyor ve yeterli görmüyor, olağandışı mahkemeler kurma gereği duyuyor ise “yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenirliğini sağlayacak koşulların yerleşmesi” amacında sapma var demektir. Varlığını korumak, güvenliğini sağlamak için bağımsız yargıyı yeterli görmeyip bunun yanında özel mahkemelere gereksinim bulunduğunu savunan bir devlet, kendini toplumun ve bireyin üstünde bir yere koymuş demektir. Bu tavır, antidemokratik bir anlayışın, “üstün devlet” kurumlarını öngören ideolojilerin yansımasının bir sonucudur. Gerçek bir burjuva „hukuk devleti“nde bağımsız ve yansız yargıya, “doğal yargıç” ilkesine aykırı olağanüstü mahkemelere yer verilmesi söz konusu değildir. gündem kabul edemeyeceği bir durumdur. ✓ Tabii hakimlik kavramının özü, sanığın ceza usulünde bir “hak sujesi” olmasına ve sanık haklarının korunmasına dayanır. Amaçları ise; ✓ Kişilerin hangi mahkeme önünde yargılanacaklarını kesin olarak bilmelerini mümkün kılmak, ✓ Bunların bağımsız ve tarafsız mahkemeler önünde yargılanma haklarını güvence altına almak, ✓ Yargıya güveni sağlamak, ✓ Yürütmenin yargı üzerindeki etkisini önlemektir. Normal burjuva hukuk sistemi içinde, olağan yargı yerleri arasındaki görev ve yetki paylaşımına uymayan, hakimin bağımsızlık ve tarafsızlık teminatının zedelendiği olağanüstü mahkemeler, yukarıda belirtilen amaçlara bakıldığında da tabii hakimlik ilkesine uygun sayılamaz. Esasen olağanüstü mahkemeler, mevcut olağan bir mahkemeye itimat etmemek veya belirli maksatlara uygun mahkeme kurmak ihtiyacından doğarlar. Dolayısıyla ceza yargılaması usulü hukukunun genel ilkelerinden uzaklaşılır. Gericileşmiş burjuva demokrasilerinde, burjuvazi iktidarını korumak için „hukukun üstünlüğü“ adına, yer yer lafta savunduğu ilkelerden uzaklaşır, yasalarla özel mahkemeler kurar. Faşist yönetimlerde ise bu özel mahkemeler aslında kural dışı değil, kuraldır. Hukukun üstünlüğü değil, şekli olarak yasalara bağlı yargı yöntemi benimsenir. Çağdaş demokrasilerde ve hukuk devletinde teoride “güvenliği sağlamak” yürütme organının görevidir. Ceza yargılamasının tek bir amacı vardır; “maddi gerçeği aramak”. Cezanın, toplumda suç işlenmesini önlemeye yönelik genel bir işlevi mevcuttur ve bu, uygulanan ceza adaleti politikasının bir sonucu olup mahkemelerin görevi değildir. “Güvenlik Mahkemeleri” adı altında mahkemeler kurarak devletin iç ve dış güvenliğinin sağlanması görevinin yargı organına verilmesi, yargının doğrudan doğruya yürütmeye tabi kılınması anlamına gelmektedir. “Yargı bağımsızlığı” kavramı, burjuva demokrasilerinde teoride savunulan kuvvetler ayrılığı ilkesinin özünü oluşturmaktadır. Bu kavramın belirleyici özelliği de ‘yürütme organına karşı tamamen bağımsız olma’ noktasında toplanmaktadır. İlgili yasal düzenlemeler dikkate alındığında „Özel Mahkeme“lerin bu niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi, öncelikle devletin, kendi yargı organlarına güvenmesi ile olur. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin Kuruluşu Bu yazıda sadece son 42 yıllık dönem içerisinde, Özel Mahkemelerin kuruluşu ve yargılamaları hakkında durmak istiyoruz. 1970’li yıllarda DGM‘ler gündeme getirildi. 1961 Anayasası‘nın 136. maddesine 1699 sayılı kanunla DGM‘lerin kurulacağı yönünde hükümler eklendi.11.07.1973’de yürürlüğe giren 1773 sayılı kanunla DGM‘ler kuruldu. Ancak DGM serüveni uzun sürmedi. Anayasa Mahkemesi, bu kanunu (1773 sayılı kanun) 6.5.1975’te biçim yönünden anayasaya aykırı bularak iptal etti. Bir yıl içinde yeni bir kanun çıkarılmamış olduğundan1976’da söz konusu kanun yürürlükten kalktı. Bu gelişmelerden sonra, 1976’da Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ilgili yeni bir kanun teklifi verildi. Ama bu kanun teklifi yasalaşmadı ve DGM’ler kurulamadı. Bu durum faşist 1982 Anayasası‘nın hazırlanmasına kadar sürdü. 1982 Anayasası‘nın 143. maddesine DGM‘lerin kurulması yönünde bir hüküm konuldu. Bu hüküm ışığında, 2845 sayılı DGM‘lerin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun çıkartıldı ve böylece DGM‘ler 1984’te T.C hukuk sistemindeki yerini aldılar. Anayasa 143. maddesi gereğince, DGM’ler bir başkan iki asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı yardımcısından oluşuyordu. Asıl üyelerden bir tanesi askeri hakimdi. Mahkeme heyetinde bulunan üç üyeden biri askeri yargıç olduğu gibi iki yedek üyeden biri de askeri yargıçtı. Böylece siviller, DGM’ler aracılığı ile karma sistemle askeri yargıçlar tarafından yargılanıyordu. İşkence ile alınmış sanık ifadeleri DGM’de gö- 15 gündem rülen davaların asıl dayanağını oluşturuyordu. Yasa gereği DGM’lerin görev alanına giren suçlamalarda uygulanan gözaltı sürelerinin uzunluğu işkence yapılmasına olanak tanıyordu. DGM’ler tarafından verilen cezaların infazı da farklılık arz ediyordu. 3713 sayılı „Terörle Mücadele Yasası“nın 16. maddesine göre; DGM’lerde yargılanan kişiler, aldıkları cezanın dörtte üçünü çektikten sonra şartlı tahliyeden yararlanıyorlardı. Siyasi olmayan nedenlerle her türlü suç isnadıyla yargılanan kişiler, aldıkları cezanın beşte ikisini çektikten sonra şartlı tahliye olanağına sahip oluyorlardı. DGM’ler, toplumsal muhalefeti sindirmenin temel araclarından biri olarak tasarlandı ve kuruldu. DGM’ler adı üstünde devleti bireylere ve muhalif toplumsal kesimlere karşı koruma görevini üstlendi ve devlet ile birey arasındaki çelişkide “adalet ilkesi” yerine “devletin korunması” ilkesini esas aldı. DGM‘ler ulusal üstü insan hakları belgelerine dayandırılmayan ve evrensel hukuk normlarını boşa çıkaran özel mahkemelerdi. DGM’lerce verilen cezalar, bu mahkemelerin yapısı üzerine sürekli tartışılıyordu. Bu mahkemeler adil yargılama yapmıyor ve savunma hakkını kısıtlıyordu. AİHM, DGM’lerde Askeri Hakim olgusunu dikkate alarak, Türkiye’yi sürekli mahkum ediyordu. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, 14 Nisan 1997’de yapılan bir başvuruyla ilgili olarak DGM’lerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesine aykırı olarak kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığı kararını verdi. Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo sunucu Türkiye’ye getirildi. Öcalan’ın yargılanması sırasında, 22.06.1999’da 4390 sayılı kanunla askeri hakim DGM bünyesinden çıkarıltıldı. DGM’lerde askeri hakimin bulunmasının yoğun olarak eleştirilmesi ve Türkiye’nin bu sebeple Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde tazminatlara muhatap kalması, söz konusu değişikliğin itici gücü olmuştu. „Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ 16 Yirmi yıl görev yapan DGM’lerin tabelasının değiştirilmesi gündeme geldi. 5190 sayılı kanunla „Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda“ değişiklik yapıldı. „Devlet Güvenlik Mahkemeleri“nin tabelası indirilerek yerine “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ tabelası asıldı. Yeni tabela değişikliği, 17.12. 2004’te Resmi Gazete’de yayınlandı ve 1 Haziran 2005‘te yürürlüğe sokuldu. Bu tabela değişikliğine CHP’de onay vermişti. Burjuva medyası „DGM“lerin tarihe karıştığını yazıyordu. Oysa özde değişen bir şey olmamıştı. DGM’lerde görev yapmakta olan hakimler ve savcılar, „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“nde görev yapmaya başladılar. DGM’lerde görülmekte olan bütün davalar „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“nde görülmeye devam edildi. DGM’lerin arşiv, kalem, emanet gibi birimleri „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“ne devredildi. „DGM“ ile „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“ arasında şekilsel bir fark vardı. Daha önce „DGM“ binaları, Adliye binalarından ayrıydı. „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“ adliye binalarının içine taşındı. Süreç içerisinde “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“nin özde „DGM“lerden bir farkının olmadığı görüldü. „Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ aracılığıyla DGM‘lerden devralınan aynen sürdürüldü. Hapishanelerde yer kalmayınca, yeni hapishanelerin kurulmasına hız verildi. Bu mahkemelerde “düşman hukuku”na göre yargılama yapılıyordu. Resmi ideolojiyi savunmayan, muhalif olan, devrimci, komünist ve Kürt ulusal harekinin öncü güçleri „düşman“ olarak görülüyordu! Uzun tutukluluk süreçleri, uzun yargılama süreleri, işkence, onur kırıcı davranış biçimleri, gizli tanık uygulaması gibi pek çok hak ihlali bu mahkemelerin uygulama pratiğinde mevcuttu. Hukukta, bir kişi cezası kesinleşmeden, masum, suçsuz sayılması gerekiyordu. Hukukun bu en basit kuralı bile „Özel Mahkemeler“ için geçerli değildi. Gözaltına alınan kişi, kişiler en başından „suçlu“ olarak görülüyor ve daha yargılama başlamadan basında teşhir ediliyordu. „Özel Mahkemeler“in bu uygulaması „düşman hukuku“ alanına giriyordu. Yani ortaçağ dönemindeki engizisyon hukukundaki ön hapis şüphe cezası uygulanıyordu. Bu arada fakat egemenlerin kendi içlerindeki iktidar dalaşında dengeler değişmiş, AKP yönetimi tedricen devlet kurumlarını ele geçirmeye başlamış, yargıda da Kemalist egemenliği geriletmeye başlamıştı. Yargının en siyasallaşmış kesimi olan ÖYM’ler bu süreçte cuntacı Kemalistlere de yönelmeye başladı. Düne kadar Özel Mahkemelerde devrimcilere, demokratlara, Kürt ulusal hareketine karşı bu mahkemelerin egemenleri olarak kan kusturanlar, bu Mahkemeler Ergenekon, balyoz gibi davalarda kendilerine karşı silah olarak kullanılmaya başlandığında birden bire „hukukun üstünlüğü“ nü hatırlayarak, yaygarayı bastılar. Ve Tabela Birkez Daha Değiştirildi „ÖYM“ler, süreç içinde yer yer sıkı yönetim uygula- Bizler yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele yürütüyoruz. Bizim yeni dünyamızda, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanacaktır. AKP hükümeti, “Terörle Mücadele Kanunu”nda ve “ÖYM”lerde cisimleşen polis-yargı gücü ile devlet bünyesindeki egemenlik alanını giderek genişletmiştir. Devlet içinde güç hesaplaşmaları ve hangi güç odağının baskın olduğu/olacağı işçi ve emekçiler için özünde bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü egemen güçlerin tümü, toplumsal muhalefeti susturmak istemektedir. Bu yüzden “ÖYM” gibi kurumlara her zaman ihtiyaç duyacaklardır. Onların derdi bu mahkemelerin hangi güç odağının yanında, denetiminde olacağıdır. Hakim sınıflar, “ÖYM” gibi mahkemelere ve antidemokratik yasalara her zaman başvuracaktır. Bu düzende hukuk, burjuva sınıfının çıkarına göre şekillenmektedir. Toplumsal muhalefetin güçlü olduğu durumlarda, temel hak ve özgürlüklere dair birtakım yasal kazanımlar elde edilse de, kurulu düzen sürdükçe, bunların hiçbir kalıcılığı olamaz. Çünkü bu düzende bağımsız bir yargıdan ve hukuktan bahsedilemez. Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ancak bu sisteme son verilmesi ile olur. Bizler yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele yürütüyoruz. Bizim yeni dünyamızda, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanacaktır. Bizim yeni dünyamızda, yargı gerçek anlamda işçilerin, emekçilerin çıkarları temelinde hareket edecektir. Bizim yeni dünyamızda, işkence, kötü muameleye yer yoktur. Bizim yeni dünyamızda, yargılamada adil yargılanma temel kural olacaktır. Bizim yeni dünyamızda, yargılamaların en kısa sürede sonuçlandırılması için gerekli önlemler alınacaktır. Bizim yeni dünyamızda, sosyalist demokrasi en geniş şekliyle uygulanacaktır. Hiç kimse fikir ve savunduğu aykırı görüşler yüzünden yargılanmayacaktır. Özlemini duyduğumuz bu yeni dünyanın yaratılması için mücadele etmeye değer. Bu sistemden memnun olanlar kalsın olduğu yerde. Memnun olmayanlar bizimle yürüsünler ve davamıza destek versinler. Er veya geç hasret kaldığımız yeni dünya mutlaka kurulacaktır. 20 Ekim 2012 ✓ gündem malarını bile geride bıraktı. Ve öyle bir canavar yaratıldı ki artık o canavarı yaratanlar da ondan ürkmeye başladı. Bu nedenle de canavara bir makyaj değişikliği yapmanın zamanı gelmişti. Peki AKP’yi makyaj tazelemeye iten durum neydi? Bilindiği gibi PKK ile MİT Oslo’da görüşmeler yapmış ve bu görüşmeler „birileri tarafından“ basına yansıtılmıştı. Oslo’da PKK ile görüşme yapanlardan bir tanesi, dönemin Başbakan müşteşarı ve şimdiki MİT müşteşarı Hakan Fidan’dı. KCK soruşturması bağlamında, Hakan Fidan ve diğer MİT görevlileri ifadeye çağrıldı. AKP hemen düğmeye bastı. Hakan Fidan ve diğer Mitçileri ifadeye çağıran Sadrettin Sarıkaya görevden alındı. İstanbul emniyetinde KCK operasyonlarını yürüten müdürler görevden alındı. Apar topar MİT yasasında değişiklik yapıldı ve Mitçilerin yargılanabilmeleri için Başbakan’dan izin alma zorunluluğu getirildi. Mitçilerin ifadeye çağrılması ertesinde, AKP cephesinde, “Özel Mahkemeler”in kaldırılacağı dillendirilmeye başlandı. Devamında Erdoğan, eski Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasına gönlünün razı olmadığını ve tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu açıkladı. Canavarı yaratanlar, canavardan ürkmeye başlamıştı. Artık tabela değiştirmenin zamanı gelmişti. Ve öyle de yaptılar. Üçüncü „Yargı Paketi“ olarak adlandırılan, 6352 sayılı “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava Ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında“ kanun 2 Temmuz 2012’de TBMM’de kabul edildi. Cumhurbaşkanı tarafından 4 Temmuz’da onaylandı ve yürürlüğe girdi. Bu yasa tasarısı Mecliste görüşülürken AKP’nin son yaptığı bir hamle ile CMK’nın 250-251 ve 252. maddeleri yürürlükten kaldırıldı. Yani „Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ kaldırıldı. Kaldırılan mahkemeler yerine „Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri“ veya „Terör Mahkemeleri“nin kurulması karara bağlandı. Günün ihtiyacına uygun olarak, tabela birkez daha değiştirildi. Tarih, sınıf mücadelesi tarihidir. Baskı ve sömürünün ortaya çıkışı ile birlikte, sınıflar mücadelesi de ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi tarihsel süreç içerisinde, değişik büçimlere bürünerek bugüne kadar geldi. Sınıflı toplumda iktidarı elinde bulunduran burjuvazi, burjuvazinin çıkarlarını korumak amacıyla, yasama, yürütme ve yargı güçlerini ellerine alarak kullandılar. Bu güç ve yetkilerin tek elde toplanması, zulmün, baskının ve keyfi uygulamaların kaynağı oldu. 17 ✌ halkların kardeşliği için DUYDUNUZ MU? HAPİSHANELERDE AÇLIK GREVİ VAR! PKK 18 ve PAJK’lı tutsaklar 12 Eylül 2012’de izole etme uygulamaları görmezden geliniyor. Mahhapishanelerde açlık grevine başladı- kum yakınları, Kürt basını ve devrimci basın, hapislar. PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin hanelerde yankılanan mahkum çığlıklarını duyurkaldırılarak sağlık, güvenlik, özgürlük koşullarının maya çalışıyor. Egemen sınıfların medyasında Kürt sağlanması, Kürt halkının anadilde eğitim ve sa- tutsakların açlık grevinin suskunlukla geçiştirilmeye vunma taleplerinin karşılanması için hapishanelerde çalışılması; medyada bu eylem yokmuş gibi davranılPKK ve PAJK’lı tutsakların 12 Eylül’de başlattıkları ması; gerçekte psikolojik savaşın ürünü olan bir tasüresiz, dönüşümsüz açlık grevleri yüzlerce tutsağın vırdır. “Dışarda” bu eylem, egemen sınıfların bilinçli katılımıyla devam ediyor. 12 Eylül öncesi 63 suskunluk siyaseti sonucu olarak da, ne yazık Kürt tutsak açlık grevine başlamıştı. ki halk yığınlarının büyük çoğunluÇe12 Eylül sonrası açlık grevine ğu açısından, gündemde olmabaşlayan mahkumların yan bir eylem durumundaşitli ulus ve milliyetsayısı giderek artmaya dır. Destek ne yazık ki, lerden işçiler ve emekçiler, açlık başladı. devrimci örgütlerin 19 Aralık kendi çevreleri; tutgrevleri karşısında sessiz kalamazlar, kal2000’de devlet sak yakınlarının mamalıdırlar. Çünkü Kürt tutsaklar, Kürt halgüçlerinin devörgütlü kesimi rimci tutsaklara kının çıkarlarını savundukları için, baskı altında ve kimi demokkarşı giriştiği ratik kitle kurututan devletin gerçekte kimlerin devleti olduğunu luşları, aydınlar barbarca saldırı sonucu devletin söyledikleri için hapsedildiler. Çeşitli ulus ve milli- vb. ile sınırlıdır. yıllardır haVe egemen sıyetlerden emekçiler, kendi çıkarları için mücadezırlandığı F tipi nıflar desteğin tecrit zindanlarıbu kesimlerle sılede tutsak düşen Kürt tutsakların açlık grevna geçiş operasyonırlı kalması ve lerine ve eylemlerine destek vermeli; nu gerçekleştirildi. hatta daha da gerileŞimdi Kürt tutsakların tilmesi için ellerinden dışarıda geniş çaplı mücadeleyi önemli bir bölümü F tipi geleni yapmaktadır. örgütlemelidir. tecrit zindanlarında bulunuDevrimcilerle devlet arasınyor. F tipi tecrit hapishanelerinin da hapishanelerde yürüyen irade açılması ile yetinilmedi. F tipi hapishanesavaşında bugüne dek onlarca devrimci lerden sonra yüksek güvenlikli D, L tipi hapishaneler yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı, bilinçlerini devreye sokuldu. yitirdi. Faşist devletin saldırıları karşısında devrimci Kürt tutsakların hapishanelerde yürüttükleri açlık tutsakların direnişi dışarıda yeterli desteği bulamadı. grevleri, burjuva medyanın manşetlerinde yer alamı- Geniş işçi ve emekçi kesimler devrimci katliamına yor! AKP hükümetinin hapishanelerde yürüttüğü, sessiz kaldı, kalıyor. Bu durum faşist devletin “sessizdevrimci ve Kürt tutsakları yalnızlaştırma, tecrit ve lik içinde” katliamlarına, teslim alma politikalarına ✌ halkların kardeşliği için objektif olarak destek sunuyor. Devletin barbarlığı sessizlik içinde boğuluyor. Sessizlik içinde boğulan sadece devrimci tutuklu ve hükümlülerin katli, onların haklı talepleri değil. Haklı talepleri savunma temelindeki direnişte devrimci tutuklu ve hükümlülerin yaşamlarını yitirmesi, sakat kalması karşısında sesini biraz olsun yükseltmeye çalışan, mahkum yakınları, Kürt basını ve devrimci basın sessizlik or- T.C devleti 89 yıllık tarihi boyunca işçiler, emekçiler üzerinde baskı ve dipçiğini eksik etmedi. Türk devleti, devrimcileri, ilerici ve komünistleri katletti. Kürt halkı katliamdan geçirildi. AKP hükümeti devraldığı faşist sistemi aynen uygulamaya devam ediyor. Hapsedilen tutsaklar tecrit ve imha politikalarıyla teslim alınmaya çalışılıyor. Sınıf bilinçli işçiler, devletin devrimci tutsaklara yönelttiği saldırıların karşısında olmalı, açlık grevlerine destek amacıyla dışarıda mücadeleyi örgütlemelidir. Çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler ve emekçiler, açlık grevleri karşısında sessiz kalamazlar, kalmamalıdırlar. Çünkü Kürt tutsaklar, Kürt halkının çıkarlarını savundukları için, baskı altında tutan devletin gerçekte kimlerin devleti olduğunu söyledikleri için hapsedildiler. Çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçiler, kendi çıkarları için mücadelede tutsak düşen Kürt Tarih, sınıf mücadelesi tarihidir. Baskı ve sömürünün ortaya çıkışı ile birlikte, sınıflar mücadelesi de ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi tarihsel süreç içerisinde, değişik büçimlere bürünerek bugüne kadar geldi. Sınıflı toplumda iktidarı elinde bulunduran burjuvazi, burjuvazinin çıkarlarını korumak amacıyla, yasama, yürütme ve yargı güçlerini ellerine alarak kullandılar. Bu güç ve yetkilerin tek elde toplanması, zulmün, baskının ve keyfi uygulamaların kaynağı oldu. tamında seslerini duyuramıyor. Şüphesiz böyle bir ortamın oluşmasında, devletin cezaevleri saldırılarına karşı başından beri destek veren, katliamlarda gerçekleri açıkça çarpıtarak devleti aklayan sahibinin sesi burjuva medyanın da önemli etkisi oldu, oluyor. Hapishanelerde Kürt tutsakların öne sürdüğü iki reform talebi var. Kürt halkının ana dilde eğitim talebi demokratik bir taleptir. Bu talebe ek olarak Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecridin sonlandırılması talebi de desteklenmesi gereken bir taleptir. 27 Temmuz 2011’den bu yana Abdullah Öcalan avukatları ile görüştürülmüyor. tutsakların açlık grevlerine ve eylemlerine destek vermeli; dışarıda geniş çaplı mücadeleyi örgütlemelidir. Görev, açlık grevi eylemi konusunda egemen sınıfların toplumun etrafına çektiği sessizlik zincirini parçalamak; açlık grevlerinin haklı taleplerini emekçi yığınlara mal edebilmek için yapılabilecek her şeyi yapmaktır. Hapishanelerden yükselen çığlıklara kulak verilmelidir. Hapishanelerdeki mücadele, sonuçta kazanılmış kimi hakların savunulması mücadelesidir. 19.10.2012 ✓ 19 güncel AB „İlerleme Raporu“ Üzerine AB 20 emperyalist bir birliktir. Bu birliğin başını Almanya ve Fransız emperyalistleri çekmektedir. AB, Alman ve Fransız emperyalizminin diğer emperyalist büyük güçlerle dünya hegemonyası dalaşında rekabet güçlerini arttırabilmesinin, hem AB içinde hem de AB dışındaki emekçilerin daha yoğun sömürülebilmesinin bir aracıdır. AB içindeki emperyalist büyük güçlerin kendi aralarındaki çelişmeler sürüp gitmektedir. AB içindeki emperyalist güçler, tek başlarına ABD ile ve Japonya ile, Çin ile rekabet edecek güçte değildir. Bu yüzden AB içinde diğer emperyalist güçlerle ittifak yapmaktadır. AB, Avrupa’daki emperyalist burjuvazinin bir projesidir. Bu proje, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde de, emperyalizme bağımlı, işbirlikçi büyük burjuvazinin, büyük toprak beylerinin projesi oldu. Bugün de bu durumda bir değişiklik yoktur. Bir ülkenin anayasası devlet erkinin faaliyetini düzenleyen bir programdır. Anayasa, insanlar arasında fiilen var olan toplumsal ilişkileri yasalar biçiminde güvenceye alır ve yasama organlarının çalışmalarının hukuki temelini oluşturur. Anayasasının incelenmesi yoluyla, bir devletin yapısını ve özünü anlamak mümkündür. Herhangi bir anayasanın incelenmesinde göz önünde bulundurmamız gereken temel soru şudur: Söz konusu anayasa, hangi çıkarlara hizmet etmektedir? Günümüzde Türk anayasası, ırkçı ve faşist bir anayasadır. Bu yüzden ülkelerimizde faşizmin uygulanmasının temel yasal dayanağı anayasadır. AB anayasası, sermayenin çıkarlarını temel almakta ve sermayeye hizmet etmektedir. İşçilere ve emekçilere burjuva demokrasisi değil, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarını merkeze koyan bir demokrasi gereklidir. Aralık 1999‘da Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye aday ülke statüsü verildi. Türkiye ile katılım müzakereleri Ekim 2005’te başladı. Türkiye ile AB’nin önceki adı olan AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) arasında Ortaklık Anlaşması 1963 yılında imzalandı ve Aralık 1964’te yürürlüğe girdi. Türkiye ve AB, 1995 yı- lında bir gümrük birliği oluşturdular. AB, Türkiye hakkında 1998’den beri „İlerleme Raporları“ hazırlamaktadır. AB kendi içindeki gerici burjuva demokrasisi kriterleri temelinde, Türkiye’de ki insan hakları karnesini incelemektedir. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye ilişkin 2012 İlerleme Raporu 10 Ekim’de açıklandı. Açıklanan rapor hem AB Bakanlığı hem de Dışişleri Bakanlığı’nca tepkiyle karşılandı. AB Bakanı Egemen Bağış, raporun bir karne olmadığını belirterek özellikle siyasi kriterlerinin “hayal kırıklığı” ile karşılandığını belirtti. Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı açıklamada, geçtiğimiz yıllar içinde yayınlanan raporlarla kıyasla “olumlu unsurlardan ziyade, olumsuz unsurlara odaklanıldığı ve ağırlık verildiğinin müşaade edildiğini, bu haliyle raporun dengesiz olduğunu” belirtti. Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, katıldığı bir televizyon programında, “rezil, çöpe atılacak bir rapor. Çöp yok ama aşağıya atıyorum...” şeklinde seviyeli (!) bir tavır takındı. AKP hükümetini kızdıran ve medyada “şimdiye kadar yayınlanan en sert İlerleme Raporu“ olduğu belirtilen raporun siyasi kriterler bölümü hakkında kısaca durmak istiyoruz. İlerleme Raporunun Türkçesi Avrupa Birliği Bakanlığı internet sitesinde yayınlandı. (bkz. http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=123&l=1) Raporun siyasi kriterleri Komisyon raporunda, değerlendirme süresi olarak, Eylül 2011 ile Ekim 2012 arasındaki bir yıllık dönem ele alınıyor. Bu dönemde gündemde olan dava süreçleri ile hukuk ihlallerine uzun ve detaylı bir şekilde yer veriliyor. Komisyon, temel haklarda ilerleme olmadığını, düşünce özgürlüğüne yönelik artan ihlallerin endişe verici olduğunu, basın özgürlüğünün de uygulamada kısıtlanmaya devam ettiğini ve bağımsız, tarafsız ve etkin bir yargı sistemi için daha fazla çaba gösterilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Raporda yazar ve gazetecilere çok sayıda dava açıldığına ve oto sansürün yaygınlaştığına da dikkat çekiliyor. „İlerleme Raporu“nun üzerinde durduğu siyasal güncel konular yukarıda sayılan ana başlıklar altında toplanıyor. Raporda, ülke gündeminde yer alan tüm siyasi başlıkların özetlenerek, alt maddelerin hukuki, siyasi bir bakış açısıyla değerlendiriliyor. Rapor, Ergenekon ve Balyoz davalarının yasal süreçlerine değinerek başlıyor. Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin uygulanması gereğinin altını çizen başlıkta, bu dava süreçleri öncesinde yapılan soruşturmaların hızlıca genişletildiği ve yargının genel olarak toplanan ya da gizli tanıklar tarafından sağlanan kanıtları temel aldığı belirtildikten sonra dava süreçlerinin uzunluğunun yarattığı sıkıntılar vurgulanıyor. Yargısal süreçlerin, savunma hakkını garantiye almak ve bu davalarda şeffaflığı desteklemek için hızlandırılması gerektiği de altı çizilen konular arasında. Rapor, ifade özgürlüğü ihlallerinin arttığını ve medya özgürlüğünün pratikte, geçtiğimiz yıllara kıyasla daha çok kısıtlandığını da belirterek 95 gazetecinin cezaevinde, 2800 öğrencinin tutuklu olduğunu da belirtiyor. Kürt Sorunu “Türk demokrasisi için hala kilit bir sınav” olarak tanımlanırken, Balyoz ve Ergenekon gibi, KCK davasında da soruşturma kapsamının çok hızlıca genişletildiği ve dava süreçlerinin uzunluğunun yarattığı sıkıntılara değiniliyor. Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi davaların ülkede siyasi kutuplaşmaya neden olduğu da vurgulanıyor. Uludere Olayı’nda 34 sivilin öldürülmesi konusunda, Türkiye’nin soruşturmada ve kamuoyuna yansıtmada şeffaf olmadığı belirtilerek, ülkenin Kopenhag siyasi kriterlerine uygun bir şekilde davranmadığı saptamasında bulunuluyor. Kürt sorunu konusunda AKP ve CHP’nin ortak çözüm arama yollarının kapatıldığı da raporda değinilen siyasi konular arasında. İlerleme Raporu’nda, 2009 yılında yapılan Alevi açılımının somut bir devamının olmadığına vurgu yaparak, Alevilerin ayrıcılıklarla karşı karşıya kaldığına dikkat çekiliyor. Raporda, din hakkında bilgilerinde yer aldığı nüfuz cüzdanı gibi kişisel belgelerin bazı ayrımcı eylemlere ve İslam’dan başka bir dine geçen kişilerin yerel yetkililer tarafından “rahatsız edilmesine” neden olduğu ifade edilerek nüfuz cüzdanlarında dini üyeliklerin belirtilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali olduğu belirtiliyor. Müslüman olmayan toplulukların durumuna da değinen Komisyon, yerel yetkililer tarafından imar yasalarının uygulanmasında tutarsızlıkların olduğunu ve ibadet yerlerinin yapı ve yenileme izinlerinin keyfi olarak reddedildiği kaydediliyor. Raporda ayrıca, Müslüman olmayan toplulukların sorunlarla karşı karşıya kalmaya devam ettiklerine vurgu yapılarak mülkiyet hakkı, adalete erişim, iş bulma kabiliyeti gibi konularda zorluklar yaşamayı sürdürdüğüne dikkat çekiliyor. Avrupa Komisyonu 2012 „İlerleme Raporu“nda kadınlara yönelik şiddet, kadınların iş gücüne katılımı, erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler ve lezbiyen, gay, biseksüel ve transeksüellere yönelik ayrımcılık konusunda da eleştirilere yer veriliyor. Raporda, kadınlara yönelik şiddet davalarının kaygıları arttırdığı vurgulanarak, bazı davalarda polis memurlarının aile içi şiddet kurbanlarına yardım etmek yerine kendilerine kötü davranan kişilere dönmeleri için ikna etmeye çalıştıkları ifade ediliyor. Komisyon ayrıca, erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler sorununda de kaygıların devam ettiğine vurgu yapıyor. Öte yandan raporda, homoseksüelliğin Türkiye’de suç olmadığı ancak lezbiyen, gay, biseksüel ve taranseksüellere yönelik ayrımcılık ve tehditlerin devam ettiği ve bu kişilerin şiddet suçu kurbanı oldukları kaydediliyor. Yeni Anayasa konusu Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun eşit kurulumuna değinen raporda, katılımcı ve müzakereci bir anayasa yazım sürecinin önemine vurgu yapılıyor. Ancak Türkiye’nin yeni bir anayasa yapımı sürecine girmesine karşın, “siyasi kriterleri karşılamak için esaslı bir ilerleme” sağlaması konusundaki kaygıların büyüdü- 21 güncel 22 ğü de belirtiliyor. ların giderilmesi için, üçüncü yargı reformunun arAnayasa Uzlaşma Komisyonu’nda olası çatışma dından “ek adımların atılması gerektiğini” belirtiyor. alanları ise şöyle belirleniyor: yasama – yürütme ve AB Komisyonu, Türkiye’nin insan hakları karyargının ayrımı, devlet- toplum – din ilişkilerinin nesinin burjuva demokrasisi düzeyinde olmadığıyeniden düzenlenmesi ve Kürt sorunu konusunda va- nı örnekleri ile ortaya koyuyor. Emperyalist AB’nin tandaşlık, anadilde eğitim ve özerk yönetim meselele- „İlerleme Raporu“nda, Türkiye’de ki insan hakları ri. BDP’nin, Temmuz ayında, temel hak ve özgürlük- karnesinin notu iyi değildir. Emperyalist AB, bütün ler başlığı altındaki tartışmaları sonucunda, tarafını emperyalist güçler gibi, işçi sınıfının ve emeken çok belli eden parti olarak öne çıktığı çilerin düşmanıdır. AB Komisyonu, da belirtiliyor. Başkanlık ve yarı Türkiye’de burjuvazinin ihtiyacı Günübaşkanlık sistemlerinin ve sisolan “demokratikleşme” sümüzde Türk anayatem tasarımlarının da günrecinin hızlandırılmasını sası, ırkçı ve faşist bir anademe geleceği belirtiliyor. istemektedir. Türkiye’de Temelde anayasa konuki insan hakları uyguyasadır. Bu yüzden ülkelerimizde sunda olumlu adımlar lamaları, AB’nin temel faşizmin uygulanmasının temel yasal atıldığını vurgulayan aldığı burjuva dedayanağı anayasadır. AB anayasası, rapor, Anayasa Uzlaşmokrasisinin seviyema Komisyonu’nun sermayenin çıkarlarını temel almakta ve sinde değildir. AB, bu değişiklikleri nasıl Türkiye’den siyasi sermayeye hizmet etmektedir. İşçilere ve yapabileceği konusunkriterlerini burjuva da bir belirsizlik oldudemokrasisi düzeyiemekçilere burjuva demokrasisi değil, ğunu belirtiyor. Mevcut ne çıkarmasını talep işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlaAnayasanın 175. maddeetmektedir. Türkiye’ye rını merkeze koyan bir demoksinin, var olan metin üzedemokrasi burjuvazinin rinde değişikliği öngördüğü isteğiyle, AB’nin “Kopenhag rasi gereklidir. ifade edilen raporda, hazırlanaKriterleri”nin savunulmasıyla cak yeni anayasanın hangi yasal süvb. gelmez, gelmeyecektir. Demokreci takiben hayata geçeceği konusu da altı rasiyi kazanmanın tek yolu işçilerin, köyçizilen bir not olarak yer alıyor. lülerin tüm emekçilerin, sömürücülerin saltanatına Aynı zamanda, raporda, hazırlanacak yeni anaya- son vermesi ve kendi iktidarlarını kurması ile olur. sanın kurumlar arası ilişkileri güçlendirerek, demok- Kuşkusuz burjuvazinin “vardır”, “uygulanmalıdır” rasiyi güvence altına alması, hukukun üstünlüğü il- dediği tek tek reformlar için de mücadele edilmelidir! kesinin hayata geçirmesi, insan hakları ve azınlıklar Fakat reform mücadelesi, devrim mücadelesine bağlı konusunda uzun süredir gündemde olan sorunların ve onun bir yan ürünü olarak ele alınmalıdır. Gerçek çözüm metni olması ifadeleri yer alıyor. demokrasi, Türkiye’nin emperyalist Avrupa Birliği’ne üyeliği ile gelmeyecektir. Biz, Avrupa Birliği’nin burYargı reformu konusu juva demokrasisi için değil, işçi sınıfı önderliğinde Yargıda, raporun değerlendirildiği tarihte yürürlüğe halkların emekçilerin demokrasisinin uygulanması giren 3. Yargı Paketinin olumlu olduğu ve yeni yar- için mücadele yürütüyoruz. Özgür ve eşit halkların, gı reformu stratejisinin de beklenildiği belirtiliyor. özgür iradeleriyle bir arada yaşayabilecekleri, gerçekYargı reformlarındaki problemlere değinilerek, yar- ten bağımsız ve demokratik bir Türkiye, ancak işçigının etkinliğini ve verimliğini arttıracak yöntemle- lerin köylülerin bugünkü TC’nin kalıntıları üzerinde rin gerekliliği vurgulanıyor. Türkiye’nin temel haklar kuracağı bir Türkiye olabilir! İşçilere, köylülere tüm konusundaki eksikliklerinin, terörizm ve organize emekçilere çağrımız kendi iktidarları için, sosyalizsuçlarla ilgili hukuki çerçevenin ifade, toplantı ve ör- min yolunu açacak halk demokrasisi için mücadelegütlenme özgürlüğü ile adil olarak yargılanma hak- dir. Bize burjuva demokrasisi değil, halk demokrasisi kını kısıtlamasından kaynaklandığı ifade ediliyor. gereklidir. Görev, gerçek demokrasi için mücadele Avrupa Komisyonu, yargı önüne çıkarılmadan ön- etmektir. ceki tutukluluk süresinin uzunluğu gibi diğer sorun20 Ekim 2012 ✓ Şiddete Karşı Mücadele, Erkek İktidarına Karşı Mücadele İle Mümkündür! K asım ayı deyince biz kadınların aklına ilk anda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü gelir. 25 Kasım’ın uluslararası alanda Kadınlara Şiddete Karşı Mücadele Günü olmasının arka planında yine kadınlara yönelik şiddet ve buna karşı mücadele duruyor. 25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyetinde üç kız kardeş, Mirabel kardeşler arabalarında saldırıya uğrayarak öldürüldüler. Onların suçu diktatörlüğe karşı mücadele etmekti. Kadınları aşağılayan ve küçümseyen her türden gerici anlayışa karşı koymalarıydı. Rejimin tüm baskı ve işkenceleri onları yıldırmadı ve sonunda vahşice katledildiler. O günden bu güne Latin Amerika’da ve dünyanın bir çok ülkesinde 25 Kasım kadına yönelik her türlü şiddetin protesto edildiği bir mücadele günü olarak kutlanıyor. Her yılın 25 Kasım günü televizyonlarda izlediğimiz haberlerde kadına yönelik şiddete ilişkin spike- yeni kadın dünyası 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü rin sunduğu birkaç dakikalık haber ve bilmem hangi uluslararası sözleşmelere ilk imza atan ülke olarak bu konuda ne kadar hassas ve duyarlı olduğumuz ile ilgili sahtekarlık dışında bir şey görmemiz pek mümkün değildir. Türkiye; kadına yönelik şiddete karşı çıkardığı yasalar ve altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle övüne dursun 2012 yılında da kadına yönelik şiddet tüm vahşetiyle devam etti, ediyor. Kadına yönelik şiddette 2012 verileri Bianet’in yerel ve ulusal basından derlediği erkek şiddeti çetelesine göre 2012 yılının Ocak ayında 12 kadın; Şubat’ta 24 kadın; Mart’ta 12 kadın; Nisan’da 9 kadın; Mayıs’ta 15 kadın; Haziran’da 7 kadın 1 çocuk; Temmuz’da 20 kadın, 3 erkek, 2 çocuk; Ağustos’ta 16 kadın ve Eylül ayında 13 kadın katledildi. Öldürülen bu kadınların büyük çoğunluğu kocaları tarafından öldürüldü. Cinayetlerin yaşandığı illerin başında İstanbul geliyor. 23 yeni kadın dünyası 24 Bianet’in araştırmasına göre yine 2012 yılının ilk üç ayında koruma talep ettiği, savcılığa veya polise şikayette bulunduğu ya da sığınmaevlerine yerleştirildiği halde dört kadın öldürüldü ve dört kadın yaralandı. Yasalar kağıt üzerinde “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”, çalışmalarına Mart 2011 yılında başlanan, çok sayıda kadın örgütü ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Fatma Şahin arasında yaşanan sancılı bir sürecin ardından 8 Mart 2012 yılında yürürlüğe girdi. Fatma Şahin böyle bir yasanın 8 Mart’a yetiştirilmiş olmasını çok anlamlı bulduğunu ve kadınlara güzel bir 8 Mart armağanı olduğunu söyledi. Kadın kurumları ise henüz Bakanlık ile kadın kurumları arasında görüşmeler devam ederken kanunun yangından mal kaçırır gibi apar topar kabul edilmesini eleştirdiler. Kadın kurumlarının birçok önemli talebine yasada yer verilmedi. Bu yasada kadın örgütlerinin bir çok talebi yer almamış olsa da Türkiye tarihinde ilk defa yasal düzeyde bu genişlikte kadına yönelik şiddete karşı bir dizi tedbirin alınmış olması olumlu idi. Fakat görüyoruz ki bu yasalar da esasta kağıt üzerinde kalmaya devam edecek. Şubat ayında öldürülen 24 kadından birisi, kocası hakkında uzaklaştırma kararı çıkartmış olmasına rağmen ve bir kadın kocasından şiddet gördüğüne dair dokuz kez şikayet dilekçesi vermiş olmasına rağmen kocaları tarafından öldürüldüler. “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”a göre savcı tedbir alsaydı belki de ölmeyecek olan kadınlardan birisi de 23 Nisan’da kocası tarafından bıçakla öldürülen Ayşe İnce idi. Ayşe İnce boşanmak istediği için kocası tarafından ölümle tehdit ediliyordu. Öldürülmeden 2 ay önce ve en son bir hafta önce kocasının iki kez bıçaklı saldırısına uğradı. Bunun üzerine kocasını savcılığa şikayet edip koruma istedi. Şikayeti üzerine gözaltına alınan koca savcılık ifadesinin ardından serbest bırakıldı. Halbuki yeni yasaya göre savcılık olayı derhal polise bildirip kadın için yakın koruma tedbiri aldırması ve kocaya da uzaklaştırma kararı çıkarttırması gerekirdi. Bütün bu önlemler alınmadığı için bir kadın daha göz göre göre katledildi. Bu katliamın ardından Fatma Şahin yaptığı açıklamada; yeni yasaya göre savcının Ayşe İnce’nin kocası M. İnce’yi tutuklama yetkisi olduğunu ancak bu yetkisini kullanmadığını belirterek söz konusu savcı ile ilgili Başbakan Erdoğan ‘la konuşacağını söyledi! Fatma hanım kocayı Erdoğan’a şikayet edecekmiş! Her fırsatta kadınları aşağılamaktan geri durmayan, çok değil bundan sadece birkaç ay önce polisin dayağı sonucu çocuğunu kaybeden üniversiteli genç kadın için yaptığı açıklamalarıyla nasıl bir zihniyete sahip olduğunu bildiğimiz başbakanın bu olay ile ilgili yapacakları konusunda çok fazla beklentiye girmemenizi tavsiye ederiz. Kadınların, yaşadıkları şiddete artık susmayıp polise, jandarmaya veya savcılığa başvurmalarına rağmen çoğu halde hiçbir önlem alınmadan evlerine geri gönderilmeleri sıkça yaşanan durumlardır. Fakat bu tesadüf değildir. Çünkü bu toplum, tüm kurumları ile birlikte en ince hücresine kadar erkek şovenisti bir toplumdur. Bu toplu için kadın namustur ve ancak anne, eş olarak değerlidir. Aile, çoğu zaman her ne olursa olsun bütünlüğü bozulmaması gereken kutsal bir yapıdır. Bu kutsal yapının bozulmaması için tüm toplum elinden ne geliyorsa ardına koymamalıdır. Hal böyle olunca aşağıda vereceğimiz örneğin bizi şaşırtmaması gereklidir. Erkek şovenisti HSYK’dan bir inci daha! Nisan ayında Vatan gazetesinin haberine göre Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun taleplerinin yer aldığı raporda kadınlara ve aile bireylerine yönelik basit yaralama suçlarında şikayet olmasa veya şikayet geri çekilse bile ceza verileceğine ilişkin düzenlemenin Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarılması ve uzlaşma kapsamına alınması talep ediliyor! Önerinin gerekçesinde şunlar ifade ediliyor: “Kasten yaralamanın, basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte olmasına ve tarafların barışmalarına rağmen kamu davasının devam ediyor olması, toplumsal barışı zedelediği gibi aile bütünlüğüne de zarar verici hale gelebilmektedir” HSYK bu önerinin “faydalarını” ise şu şekilde açıklıyor: “Tarafların barışmaları yada uzlaşmaya varmaları durumunda toplumsal barış sağlanacak, aile bütünlüğü de zedelenmeyecektir. Aynı zamanda bu neviden suçlar hakkında şikayet yokluğu şikayetten vazgeçme yada uzlaşma sebebiyle kovuşturmaya yer olmadığına dair kararların verilebilecek olması sebebiyle yargıda iş yükü de azalmış olacaktır.” Bu erkek şovenisti beyefendilerin kadına yönelik şiddete karşı mücadele konusundaki çözüm yolu bu! Kadınlara söyledikleri şudur: ‘Kocandır döver de se- Ve Kürtaj tartışmaları... Kadın gündemi açısından bu yılın yaz aylarına damgasını vuran kuşkusuz kürtaj hakkı konusunda egemenlerin yapmak istediği değişiklikler ve bununla ilgili tartışmalar idi. Kürtaj ile ilgili tavrımızın ne olduğunu gerek daha öncesi sayılarımızda yayınladığımız yazılarda gerekse çıkardığımız bildirilerde ortaya koyduk. Bu yazılarda çok genel olarak kürtajın bir hak olduğunu ve yasaklanamayacağını ortaya koyduk. Kürtaj konusunda yürütülen tartışmalarda bir kez daha erkek egemen kadın düşmanı yaklaşımlar ortalığa saçıldı. Başbakanın kürtajı Uludere katliamı ile eşitlemesi, kürtajı cinayet olarak nitelemesi ve bu oyunu bozacağını (Bizans oyunu olabilir mi bu acaba?) söylemesinden tutun da, Diyanet İşleri Başkanının kürtajın ‘haram’ olduğunu söylemesine, tecavüz sonucu hamile kalan kadına “doğur biz bakarız”a kadar, “çocuğun ne suçu var, anası kendisini öldürsün” diyen Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’e kadar tüm erkek iktidar kadına düşmanlığını kustu. Kadın düşmanlıklarını çokça kürtajı ’vicdani bulmamakla’ ve ‘yaşam hakkının kutsallığı’ gibi ikiyüzlüce büyük lafların arkasına gizlediler. Egemenlerin asıl dertlerinin hiçte yaşam hakkının kutsallığı vb. olmadığını yaşanan katliamlardan biliyo- ruz. Tam da Uludere katliamı ve ardından yaşanan gelişmeler ne kadar ‘vicdan sahibi’ ve ‘yaşam hakkı savunucusu’ olduklarını görmek isteyen herkese gösterdi. Kürtaj tartışmaları da bir kez daha gösterdi ki egemenlerin tek derdi vardır. O da sömürücü burjuvazinin çıkarlarıdır. Egemenler şunu gördü: Bugün Türkiye’de kürtajın serbest olması hiçte, büyümek ve uluslararası alanda diğer emperyalist güçlerle rekabet etmek isteyen Türkiye’nin kapitalist çıkarlarına uygun değildir. Bu amaca hizmet eden her şey, örneğin kadın düşmanlığı, işçi düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı vs.vs. mubahtır. Üst tarafı kocaman bir palavradır! Kürtajda dört haftaya düşürülmesi istenen yasal süreç, 4 haftalık gebeliğin tespit edilmesinin çok zor olduğundan, yasal kürtaj hakkı süresinin eski düzenlemede olduğu gibi 10 hafta olarak korunmasına rağmen kadınlar aleyhine başka bir dizi düzenleme getirilmeye çalışılıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse: ➢ Sağlık personeline kürtaj yapmama hakkı tanınacak. Yani eğer doktor istemezse kürtaj yapmayacak ve siz herhangi bir hak iddia edemeyeceksiniz. ➢ Kürtaj özel doktor muayenehanelerinde yapılamayacak. Ancak devlet hastanelerinde yapılabilecek. ➢ Kürtajda 10 hafta sınırı korunacak. Fakat kürtajdan vazgeçirmek için çalışma yapılacak. ‘İkna Odaları’ devreye sokulacak. ➢ 10 haftalık gebelik süresini geçmemek koşuluyla 2 ila 4 gün düşünme süresi verilecek. ➢ 10 hafta sınırını geçenlerin cezaları arttırılacak. ➢ Tıbbi zorunluluk olmadan 10haftayı geçen gebeliklerde kürtaj yaptıran kadına 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilebilecek. ➢ Tecavüz sonucu hamile kalmış ve 15 yaşından küçüklere yapılacak kürtajda veli izni değil hakim kararına göre işlem yapılacak vs. yeni kadın dünyası ver de. Fazla abartma. ‘Ailenin bütünlüğü’ senin yaşadığın şiddetten çok daha önemlidir. Sineye çek. Bizim de zaten fazla olan iş yükümüzü boş yere daha da ağırlaştırma.’ Bu baylarında nedense iş yükü, hep kadınlar sözkonusu olunca akıllarına geliyor. Hatırlayacağınız üzere HSYK’nın Ekim 2011’de hazırladığı bir başka raporda yine yargının yükünün azaltılması için tecavüze uğrayan kadınların tecavüzcüyle evlendirilmesini önermekten başka bir anlam ifade etmeyen ‘tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi halinde davanın düşürülmesi’ ve Adli Tıp’tan cinsel suçlarla ilgili daha hızlı rapor alabilmek için ‘beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı’ araştırması yerine sadece ‘beden sağlığının bozulup bozulmadığı’ araştırılması ve ‘15 yaşından küçüklere karşı rızaen cinsel ilişki suçlarının ceza miktarlarının düşürülmesi’ gibi öneriler yer alıyordu. Şimdi istediğiniz kadar iyi yasalar çıkarın. Eğer yasaların uygulayıcıları olması gerekenler, bu en kaba erkek egemen anlayış ve zihniyetlere sahip iseler pratikte değişen hiç bir şey olmayacaktır. Sonuç olarak… Kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın, kadın düşmanlığının, şiddetin son bulması ancak, bütün erkek iktidarların yerle bir edilmesiyle mümkündür. Bugünkü erkek iktidarlar erkek egemen emperyalist kapitalist iktidarlardır. Mücadelemiz bir bütün olarak buna karşı yönelmelidir. Burjuvazinin yasaları çerçevesinde kadına yönelik şiddete karşı mücadele etmek sadece kırıntılarla yetinmek olacaktır. Biz kırıntı değil dünyayı istiyoruz! Kasım 2012 ✓ 25 panorama PA NOR A M A Chavez, bir kez daha başkanlığa seçildi! - VENEZÜELA - Chavez’in yeniden başkanlığa seçilmesi kimileri tarafından kutlandı, kimileri de Chavez’i kutladı. Chavez karşıtı cepheden yumuşayan bir tavır izlenirken, Chavez’i ezilenlerin umudu olarak gösterenler gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler. 7 26 Ekim 2012 tarihinde Venezüela’da başkanlık için seçim yapıldı. Başkanlık için adaylığını ilan edip seçimlere katılanların sayısı altı olarak verilse de, seçim yarışının esasta Hugo Chavez ile Henrique Capriles arasında olacağı seçimlerden önce de belliydi. Chavez 12, Capriles ise 18 değişik parti ve örgütün desteklediği “blok”ların adayıydılar. Venezüela Komünist Partisi (PCV) de Chavez’i destekleyenler arasındaydı. Seçim yarışının esasta bu iki aday arasında yürümesinin perde arkasında yatan gerçeklik, Venezüela’da Chavez önderliğinde neoliberalizme, özellikle de Amerika kıtasında bu siyasetin baş temsilcisi ABD’ye karşı milli burjuvazinin görece bağımsızlık siyasetinin ve de geniş emekçi kitleler için uygulamaya konan „misyon“ların, devlet sübvansiyonlarının sür- dürülmesi siyaseti ile bu siyasete son vermek isteyen özellikle ekonomide neoliberal siyasete geri dönme, „misyon“lara ve halk için devlet sübvansiyonlarına son verme, ABD ile ilişkileri iyileştirme –bu esasında ABD’ye bağımlı olmak anlamına geliyor-, yanlısı siyasettir. Buna bağlı olarak da seçim, Chavez ve Capriles şahsında Venezüela’nın 1998’den bu yana uygulanan siyasete devam mı, yoksa bu siyasete son vermek mi arasındaki seçim idi. Bu durum Chavez yanlısı kesimler tarafından, seçim sonuçlarının Venezüela’da „devrimin ilerletilmesi, 21. yüzyıl sosyalizminin gerçekleştirilmesi, derinleştirilmesi“ için belirleyici önemde olduğu yönünde propaganda edildi. Böylece, seçimin kapitalist sistem içinde görece bağımsız olma, somutta milli burjuvazinin siyaseti ile emperyalizme bağımlı olma, neoli- olarak lanse edilen Anayasa’nın hiç de kapitalist ilişkilerle çelişen, sistemi soru işareti haline getiren bir anayasa olmadığını görüp kabullenmiştir. Devletleştirme yerine özelleştirmeden yana olsalar da, Chavez döneminin de en karlı kesiminin kapitalisler olduğunu da yaşayıp gördüler. Buna bir de Chavez’in geniş kitleler üzerindeki nüfuzunun güçlü olduğu gerçeğini kabul etmeleri eklenince, Chavez’e karşı geçmişte takınılan tavırlarda da değişiklik olmuştur. Ülkede kaos yaratma, ya da Chavez’e darbe gerçekleştirme yerine, kaos yaratma adımlarından gerileme –ama bunu elden bırakmama-, “düşman” gibi cephe tutma yerine, Chavez’in iyi işler yaptığı ama yeterli olamadığı, kendilerinin –somutta Capriles- daha iyi işler yapacağı yönlü tavırlar temelinde seçim propagandası yolu seçilmiştir. Öyle ki Capriles kendi gerçek programını kitlelerden gizlemeye çalışmıştır. Örneğin bir televizyon programında, kendisinin Valilik yaptığı Miranda eyaletinde kanun dışı hareketlerin çokluğunun sorumlusu olarak eğitime ayrılan bütçeyi göstermesi, protestolara yol açtı. Muhalefetin seçim propagandasında başvurduğu bu yol, kuşkusuz, Chavez’in siyasetinin belli oranda muhalefet tarafından kabul edildiğini ve seçimleri kazanmak için taktik değiştirildiğini göstermektedir. Capriles’in gizlemediği kimi noktalar ABD emperyalizmiyle iyi ilişkiler oluşturma, Latin Amerika ülkeleriyle ilşkilerde, yardım programlarında köklü değişiklik yapma, anlaşma ve ilişkileri revizyondan geçirme; Çin ve İran ile anlaşmaları gözden geçirme vb. vb. noktalardı. Capriles’in bu siyasetinin destekleyicilerinden Dünya Bankası Şefi Robert Zoellick “Chavez’in günleri sayılıdır” biçiminde propaganda ile seçim kampanyasının parçası olmaya çalıştı. Chavez cephesi ise esasında 1998’den bu yana Chavez önderliğinde yürürlüğe konulan siyasetin devam ettirilmesi, “derinleştirilmesi”, “21. yüzyılın sosyalizminin ilerletilmesi” vb. propaganda temelinde seçim panorama beral siyaset arasındaki bir seçim olduğu gerçeğinin üstü de örtülmeye çalışıldı. 14 yıllık Chavez iktidarı döneminin tüm verileri, Venezüela’da yaşananların –halk için iyi olan önlemler de dahil- sosyalizmle uzaktan yakından hiç bir ilgisinin olmadığını göstermiştir aslında. Ama sözü edilen „21. yüzyıl sosyalizmi” ve buna bağlı olarak „sosyalizm“den bahsedilmesi, Venezüela’da yaşananların sosyalizmle ilişkisi olmadığı gerçeğinin üzerini örtmeye ve kitlelerin bilincini karartmaya hizmet etmektedir. Venezüela Komünist Partisi de revizyonist çizgisine uygun olarak siyasetini, kitlelerin bilincini karartma çabalarının hizmetine sunmuştur. Seçimlerden önce yürütülen kampanya esasta bu iki yaklaşım tarafından belirlenen bir seçim kampanyasıydı. Chavez karşıtı kesimlerin ülkede kaos yaratarak yönetime el koyma çabalarında gözle görülür bir gerileme vardı. Petrol rafinerisinde yaşanan patlama ve muhalefet yanlısı kimi siyasetçilerin öldürülmesi vb. gelişmeler de bu durumu özde değiştirmedi. Chavez karşıtı kesim manipülasyon ve karışıklık yaratma silahını elden bırakmadan, esas olarak propaganda yoluyla seçimleri kazanacakları yönlü tavırlar takındı. Bu bağlamda 2006 yılındaki seçim kampanyasındaki gibi değişmeyen propagandaların başında, Capriles’in oylarının Chavez’in alacağı oylardan fazla olacağı yönlü “tahminler”, ya da istatistiklerin yaygınlaştırılmasıydı. Kimi yorumcular tarafından bu tavır, Chavez’in az bir oy farkıyla seçimi kazandığı durumda muhalefet tarafından “seçim sahtekarlığı” yapıldığı iddiasıyla, seçim sonucunu reddetmek için kullanılma olasılığını hesaplama temelinde takınılan bir tavır olduğu biçiminde yorumlandı. Muhalefetin geçmiş seçimlere göre saldırgan tavır yerine “sakin” ve ılımlı tavır takınmasının perde arkasında ise değişik nedenler ve hesaplar var. Muhalefet, en başta eskiden kabul etmediği ve Chavez yanlıları tarafından “devrimin”, “sosyalizmin” anayasası Seçim sonuçlarına bakıldığında Chavez’in muhalefetinin oylarını önemli oranda çoğalttığı görülür. Örneğin Chavez 2006 yılındaki seçimlerle karşılaştırıldığında oylarını 827.884 kadar arttırırken, muhalefet oyunu 2.207.109 kadar arttırmıştır. Veriler, Chavez’in esasta yoksul kesim tarafından seçildiğini göstermektedir. 27 panorama kampanyası yapma yolunu seçti. Bu seçimlerde Chavez yönetiminin olumlu kazanımı olarak propaganda edilen noktalardan biri, yeni “İş Yasası” idi. Capriles Chavez’in seçimleri kazanmak için gündeme getirdiğini söylediği bu yasa, geçmişe göre işçilerin haklarını iyileştirme durumundadır. Bu temelde de bu yasanın sonuçlandırılıp yürürlüğe konması Chavez’e olan desteğin korunmasına hizmet etmiştir. Özetle bu temelde yürüyen seçim propagandası, 7 Ekim’de meyvesini şöyle verdi. SEÇİM SONUÇLARI 28 Resmi rakamlara göre seçmen sayısı 18.903.937’dir. Seçime katılım oranı da %80,67 olarak açıklandı. Bu oran en azından 1998’den beri en yüksek katılım oranıdır. 2006 yılındaki katılım 74,69 idi. Chavez oyların %55,25’ini alarak yeniden başkanlığa seçildi. Capriles ise oyların %44,13’ünü aldı. Seçimden önce muhalefetin seçimi kaybetmeyi kabul etmeyeceği, karışıklık çıkarmak için bahane arayacağı vb. yönlü tahmin ve spekülasyonlar boş çıktı. Kimi yorumcular Capriles’in yenilgiyi kabul etmesini ve seçimlerde sahtekarlık yapılmadığı yönlü açıklamasını, Chavez ile arasındaki oy farkının büyüklüğüne bağladı. Kuşkusuz ki bu da rol oynamıştır. Ama muhalefetin taktiğinin değiştiği ve aynı zamanda seçimleri normal prosedürle kazanabileceğine “inandıkları” olguları belirleyici rol oynamıştır. Muhalefetin bu seçimlerde “kadife” ya da “portakal devrim” gibi bir siyaseti, taktiği yoktu. Davulun sesi uzaktan “güzel gel”meye devam edip “bizim” kimi “sol”cularımızı oynatmayı sürdürse de, Venezüela’da burjuvazi Chavez’in gerçekte sosyalizmin temsilcisi olmadığını anlamıştır. Chavez’i istemeseler de, Chavez yönetimine karşı mücadelede, ülkeyi, anda kendi karlarına da zarar verecek bir karmaşıklığa sürme yanlısı değiller. Chavez’in kendisi de kendi yönetimi döneminde pastanın büyük payını “zenginlerin” kaptığını, yani kapitalistlerin karlı olan tabaka olduğunu teslim etmiştir. Ayrıca 14 yıllık yönetimi döneminde, yiyiciliğe, rüşvete vb. olgulara karşı mücadelede başarılı olmadığını da teslim etmiştir. Seçim sonuçlarına bakıldığında Chavez’in muhalefetinin oylarını önemli oranda çoğalttığı görülür. Örneğin Chavez 2006 yılındaki seçimlerle karşılaştırıldığında oylarını 827.884 kadar arttırırken, muhalefet oyunu 2.207.109 kadar arttırmıştır. Veriler, Chavez’in esasta yoksul kesim tarafından seçildiğini göstermektedir. Örneğin zengin kesim denen tabakanın %55’inin Capriles’i, %35’inin Chavez’i seçtiği bilgisi verilmektedir. Buna rağmen Capriles’in aldığı oy sayısı gözönüne alındığında yoksul kesimden de küçümsenmeyecek oranda oy almıştır. Chavez’in sağlığı elverirse 2019 yılı başına kadar başkanlık yapacak. Sağlık durumundan dolayı Chavez cephesinde gündeme gelen tartışmalardan biri de Chavez’in yerine geçebilecek bir liderin ya da liderlerin olup olmadığı meselesidir. Öyle ya da böyle bir dahaki başkanlık seçimlerinde muhalefetin seçimi kazanma olasılığı vardır. Chavez cephesinde destek alma, güçlenme bağlamında belli bir durgunluk yaşanmaktadır. Bunun gerileme durumuna dönüşüp dönüşmemesi ise Chavez yönetiminin önümüzdeki altı yıllık süreçte yürüteceği siyasete, atacağı adımlara bağlıdır. Chavez seçim sonuçlarının belli olması ertesinde yaptığı konuşmada “21. yüzyıl sosyalizmini inşa etme”nin yanısıra “Son yıllarda olduğundan daha iyi bir devlet başkanı olmayı” vaadetti ve muhalefete “Size her iki elimi ve kalbimi veriyorum, çün- KİMİ RAKAMLAR Gerek ekonomik verilerde, gerekse de seçim sonuçlarının hesaplanmasında ve benzeri değerlendirmelerde yüzdelerın ya da oranların kullanılması normaldir. Fakat bu oranların somut hangi verilere dayandığı bilinmezse ve gözönüne alınmazsa, bu oranlar yanlış değerlendirmelere de yol açabilirler. Bu bağlamda bir örnekle sorunu bilince çıkaralım. Venezüela’daki başkanlık seçimleri hakkında “t24. com.tr”den alınan ve “katilimcisosyalizm.blogspot. de” adresinde “Emeğin Özgürlüğü” başlıklı sitede yayınlanan haberde: “Chavez, 1998’den bu yana katıldığı devlet başkanlığı seçimlerindeki en düşük oyu aldı.” tespiti yapılmaktadır. Oy oranıyla mutlak rakam olarak oyların sayısı birbirine karıştırıldığından, Chavez’in 1998’den bu yana katıldığı seçimlerde en düşük oyu aldığı söylenmektedir. Bu bilinçli olarak yapılmamış olsa da, böylesi hesaplarla gerçekler manipüle edilebilir, edilmektedir. Olgu nedir? Chavez, seçimlerde kullanılan ve geçerli olan oy sayısına göre en yüksek oyu almıştır. Bunu somut rakamlarla karşılaştırdığımızda karşımıza şu veriler çıkmaktadır: Yıl 1998. Seçmen sayısı 10.959.530. Chavez’in aldığı oy sayısı 3.673.685. Seçmen sayısına oranı %33.5, kullanılan ve geçerli oy sayısına göre oran %56,2. Yıl 2006. Seçmen sayısı 15,9 Milyon. Chavez’in aldığı oy sayısı 6.857.485 –sonradan düzeltilen sayı 7.309.080. Seçmen sayısına oranı % 43, kullanılan ve geçerli oy sayısına göre oran %62,84. Yıl 2012. Seçmen sayısı 18.903.937. Chavez’in aldığı oy sayısı 8.136.964. Seçmen sayısına oranı % 43, kullanılan ve geçerli oy sayısına göre oran %55,25. Bu veriler açıkça Chavez’in bu seçimlerde en yüksek oyu aldığını göstermektedir. Oyların oranı geçmiş seçimlere göre düşük olması ama Chavez’in 1998’den beri en düşük oy aldığının belgesi, isbatı değildir. Verilerde dikkat çeken iki nokta var: Biri Chavez’in oylarını 1998 ile 2006 arasındaki dönemde neredeyse ikiye katlaması –3.673.685’ten 7.309.080’e yükseltmesi-, buna karşın 2006 ile 2012 arası dönemde, seçmen sayısı 3 milyon kadar artmışken, oylarını 827.884 kadar arttırabilmesidir. İkincisi ise 2006 yılı ile 2012 yılı seçimlerinde seçmen sayısına göre %43’lük oranın değişmemesidir. Chavez’in yeniden başkanlığa seçilmesi kimileri tarafından kutlandı, kimileri de Chavez’i kutladı. Chavez karşıtı cepheden yumuşayan bir tavır izlenirken, Chavez’i ezilenlerin umudu olarak gösterenler gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler. Türkiye’de buna bir örnek ÖDP’dir. ÖDP Eş Genel Başkanları Chavez’i kutladıkları mesajda şunu savunmaktadırlar: “Chavez halkın bu isyanının ve umudunun simgesi olarak bu kez de seçimlerden zaferle çıktı. Venezuela’da halkın ve Chavez’in başarısı, dünyanın pek çok yerinde yeni bir dünya arayışı ile gelişen direnişler için bir umuttur. Halkın bu zaferini kutluyor ve paylaşıyoruz.” (Etkin HA 9 Ekim 2012) Halkın zaferi denen şey gerçekte seçmenlerin %43’ünün Chavez’i seçmesidir. Kullanılan ve geçerli oyların %55,25’i halkın çoğunluğunu ifade etmiyor. Bunun da ötesinde, diyelim ki halkın çoğunluğu Chavez’i seçti. Peki nasıl oluyor da Chavez’in yeniden seçilmesi “yeni bir dünya arayışı ile gelişen direnişler için bir umut” oluyor ki? Chavez’i “sosyalist”, “devrimin lideri” olarak görenler için bu tespit normaldir. Ama yanlıştır. Chavez, yeni bir dünya arayışı ve direnişleri için umut değil engeldir! Chavez’i ezilenlere, sömürülenlere umut olarak propaganda edenler de yeni bir dünya arayışı ve direnişleri önündeki engellerdendir. Bir başka dünya ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür. Sosyalizm ise proletarya diktatörlüğü olmadan olmaz! Burjuvazinin egemenliği şartlarında sosyalizmin mümkün olduğunu söyleyenler sahtekarlık yapıyor. Burjuvazinin iktidarını sosyalist iktidar olarak görüp göstermekle de bu sahtekarlık ortadan kalkmıyor. Çağrımız, YENİ DÜNYA İÇİN, Marksizm-Leninizm bilimini kuşanmaya, Proleter Dünya Devrimi için örgütlenmeye ve mücadeleye ÇAĞRI’dır! 24 Ekim 2012 ✓ panorama kü Bolivar’ın ülkesinde hepimiz kardeşiz.” diyerek “ulusal birlik” çağrısında bulundu. Bu çağrının nasıl yanıt ve de yankı bulacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz. Şimdiden kesin olan şey ise, ne kadar lafzı geçse de, kapitalizmden sosyalizme geçişten bahsedilse de, Chavez’in bu altı yıllık başkanlık döneminde de Venezüela’da sosyalizmin s’sinin olmayacağıdır. Venezüela işçi sınıfının, emekçilerin bu tespitimizi geçersiz kılması durumunda da en çok sevinen, Venezüela’nın gerçek devrimine destek vermek için tüm gücümüzü harekete geçirecek olanlardan oluruz! Böylesi bir sürprizi ümit etmek bile güzel! Nazım’ın dediği gibi “Ümitsiz yaşanmıyor” ve “Umut büyük insanlıkta”! 29 panorama Irk ayrımcılığından sınıf ayrımına... - GÜNEY AFRİKA - D 30 ergimizin 79. sayısında “Apartheid’sız on yıl”ın kısa değerlendirmesini yaparken, yazımızın sonunda şu tespitleri yapmıştık: “Bir yandan beyazlar dümeni ellerinde tutarken, aynı zamanda siyahlar içinde de sınıfsal farklılıklar giderek daha çok derinleşmektedir. Hepsini birleştiren temel – aynı deri rengine sahip olmaktan dolayı baskı altında olmak- ortadan kalkmış, zengin-fakir, kapitalist-işçi, toprak sahibi-topraksız köylü-kır işçisi vb. farklılaşma öne çıkmıştır. Geçmişte yaşam dünyalarını ayıran Apartheid idi, şimdi ise ekonomik ve sosyal alanlardaki eşitsizlik, birbirinden çok farklı yaşam koşullarıdır. Kimi batılı gazetecilerin yaptığı tespit gibi, Güney Afrika’da ‘siyasi Apartheid ölmüş, sosyal Apartheid yaşamaya devam ediyordu’. (...) İşsizlerin, topraksız-yoksul köylülerin ve genel olarak yoksul tabakaların Güney Afrika’nın siyasi yaşamında önemli rol oynayacağı bir dönem önümüzde duruyor. Mücadele, beyazlarla siyahlar arasında değil, burjuvazi ile işçiler arasında, toprak sahipleriyle yoksul köylüler arasında yürüyecektir.” (YDİ Çağrı, sayı 79, 2004) Bu tespitleri yaptığımızdan beri Güney Afrika’da yaşananlar Apartheid’ın 1994’te son bulmasından sonraki dönemde sınıf ayrımının tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığını hep yeniden gözler önüne serdi, seriyor. Bu konuda en başında bilince çıkarılması gereken gerçeklik, ırkçı rejimin son bulmasının, işçile- Güney Afrika’da genelde işçi sınıfını ilgilendiren ve üzerine tartışılan konulardan biri “kiralık iş” sorunudur. Bu noktada Namibya’yı örnek alan COSATU “kiralık iş”in yasaklanmasını talep etmektedir. Fakat bu konuda iktidardaki müttefikler (ANC, SACP ve COSATU) arasında çelişkiler varlığını sürdürüyor. rin emekçilerin sınfsal temelde mücadele vermesinin önündeki engelin de ortadan kalkması anlamına geldiğidir. Milyonlarca Güney Afrika’lı siyah tenli insan ülkenin siyahlar tarafından yönetilmeye başlanmasını sınırsız bir sevinçle kutlamış ve kelimenin gerçek anlamında kölece yaşamın son bulduğuna inanmış ve siyah tenli yeni yöneticilere umudunu bağlamıştı. 26-29 Nisan 1994 tarihlerinde yapılan seçimlerde ülkenin nüfusunun %85’ini oluşturan siyahlar ilk kez kendileri hakkında karar vermek için oy kullanabiliyordu... Apartheid’ı seçmeyecekleri aşikardı! Artık kağıt üzerinde yazılı olanlara göre, renklerinden dolayı dışlanmayacak, baskı altına alınmayacaklardı. Sonuçta, Apartheid’ın son bulması önemli bir değişiklikti. Fakat kağıt üzerinde haklara sahip olmakla bu hakların pratikte yaşam bulması bir ve aynı şey değildir. Beyaz egemenler siyasi hayata siyahların da katılmasını kabule zorlanmışlardı ama onların, ülkenin kaderini belirleyen ekonomik egemenliği devam ediyordu. Fiili eşitsizlik bu temelde varlığını koruyordu. Nisan 1994’ten itibaren siyahların yönetime geçmesiyle birlikte yavaş da olsa giderek siyah tenli burjuvazi de gelişmeye başladı. Siyah tenli burjuvazi özellikle Afrika Ulusal Kongresi (ANC), sendikalar birliği olan COSATU ve bunlarla ittifak içinde olan Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) içinden, yani yöneticiler ve yönetimdekilerin akrabaları, yakınları, tanıdıkları GREV, KATLİAM VE GREVİN YAYILMASI... Güney Afrika’da genelde işçi sınıfını ilgilendiren ve üzerine tartışılan konulardan biri “kiralık iş” sorunudur. Bu noktada Namibya’yı örnek alan COSATU “kiralık iş”in yasaklanmasını talep etmektedir. Fakat bu konuda iktidardaki müttefikler (ANC, SACP ve COSATU) arasında çelişkiler varlığını sürdürüyor. Gidişat COSATU’nun bu talebini gözden geçireceğine işaret ediyor. Taşeron işçiliğe, “kiralık iş”e karşı grevler yaşandı ve önümüzdeki dönemde de yaşanacağa benziyor. “Kiralık iş, insanlarla meta olarak ticarettir” deyip karşı çıkanların sayısı hiç de az değil. Bu konuyla ilgili grevler gibi ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için de son dönemlerde on binlerce işçinin katıldığı grevler yapıldı. Özellikle Ocak 2012 ve Mart-Nisan 2012 tarihlerinde yapılan grevlerde ücretler önemli oranda arttırıldı. Sözkonu- su grevlerde de işçiler yaşamını yitirdi, öldürüldü. Fakat öldürülen insanların sayısı “fazla” olmadığı için medyada da “normal”miş gibi ölüm haberleri geçerken verilen haberler olmanın ötesine geçmedi. Lonmin Platin Madeni’ndeki grev ve gelişmeler de genelde yaşanan bu mücadelelerin bir parçasıydı. Bunu uluslararası düzeyde haber konumuna getiren ise yaşanan katliamdı. Lonmin Platin Madeni’nde COSATU’ya bağlı olan ve üye bakımından en büyük sendika olan “Madenciler Ulusal Birliği” (NUM) adlı sendika ile, bu sendikadan ayrılan ve hükümetten bağımsız ve antikomünist (bu da Komünist Parti’nin ANC ve COSATU ile müttefikliğine, hükümete karşı olmakla örtüşen bir tavır) olarak kendisini tanımlayan, 1998’de kurulan “Maden ve İnşaat İşçileri Birliği Sendikası” (AMCU) arasında, hangi sendikanın görüşmelerde işçileri temsil edeceği hakkında rekabet ve mücadele var. AMCU’nun 50.000 üyesi olduğu söyleniyor. İşçilerin önemli bir bölümü NUM’un iktidarı destekleme tavrına ve işverenlerle sosyal ortaklık siyasetine karşı çıkarak AMCU’ya üye olmuştur, olmaktadır. Bunun pratiğe yansıması ise AMCU üyeleri grev yaparken NUM üyelerinin grev kırıcı konuma düşmeleridir. Bu da aralarında çatışmalara da yol açan bir neden olabilmektedir. NUM’un devlet ve patronlarla ilişkileri ve somut olarak işçilerin mücadelelerindeki esas rolü işçilerin çıkarlarını değil, patronların çıkarlarını savunmasıdır. NUM’un eski başkanlarından Cyril Ramphosa, Lonmin şirketinin “başkanlık” yöneticilerinden biri olmuştur. Bu kuşkusuz ki tek ve istisna örnek değildir. Başkan Zuma veya önceki başkan Mbeki ve aileleri de maden şirketlerinde hisse sahipleridir. Lonmin’de grev, işverenin temsilcilerinin işçilerle/ temsilcileriyle yapılması planlanan görüşmelere katılmamasıyla gündeme gelmiştir. 10 Ağustos’ta madende en ağır ve tehlikeli işi yapan ve adına “matkapçılar” denen 3000 kadar işçi grevi başlatır. Bu arada nedeni ve nasıl ortaya çıktığı konusunda net bilgi verilmeyen bir çatışma yaşanır. Çatışmada altı işçi, iki polis ve iki güvenlik görevlisi ölür. Özellikle iki polisin de ölmesi kolluk güçlerini daha da saldırganlaştırır. Bu arada Lonmin Platin şefleri polislere, işçilere ateş edilmesi gerektiğini söyler... NUM temsilcileri polis arabalarıyla grev yerine gidip işçilerle greve son vermeleri için görüşmeye çalışır, ama işçiler NUM’un devlet ve polisle işbirliği yaptığını söyleyerek görüşmeyi red ve protesto ederler. Polis tel örgülerle alanı kapat- panorama içinden çıktı. Adam kayırmacılık, yiyicilik, rüşvet vb. edimler Güney Afrika’nın siyah tenli yöneticilerinin, yönetimdeki örgütlerin de bulaştığı bataklık olarak ülkenin sorunları arasında yerini aldı. Siyah tenli yönetim sadece kendi çıkarlarını değil, genel olarak kapitalist sömürücü sistemin çıkarlarını koruma görevini de en başından itibaren üzerlenmişti. Bu görevine uygun olarak da milyonlarca siyah tenli emekçiye verilen sözler, verilmiş vaatler olarak kaldı. Milyonlarca emekçinin umudu boşa çıktı ve hayal kırıklığı yaşandı. Böylece milyonlarca emekçi de giderek kendi teninin rengindeki yöneticilere karşı da mücadele etmeye başladı. İşçilerin yoksul köylülerin kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadeleleri değişik biçim ve düzeyde sürekli yaşandı, yaşanıyor. Örneğin 2004/2005’te şiddeti içeren kitlesel çatışmaların sayısı 622 olarak verilirken bu rakam 2011/2012 (2012 için Ağustos’a kadarki veriler sözkonusudur) için 1091 olarak verilmektedir. Öne çıkarılan bir olgu da bu çatışmalarda hem polisin hem de protestocuların giderek daha fazla sert/ saldırgan davranmasıdır. Sözkonusu mücadelelerde devletin kolluk güçleriyle çatışmalar da ve bu çatışmalarda ölümler de sık sık yaşandı. Fakat Apartheid’ın son bulmasından bugüne kadar yaşanan en kanlı grev mücadelesi 16 Ağustos 2012 tarihinde yaşandı. Devletin kolluk güçleri işçilere saldırarak birkaç dakika içinde 34 işçiyi katletti 78’ini yaraladı ve 259 işçiyi de tutukladı. Bu olayla ilgili bilgiyi Yeni İşçi Dünyası’nın Eylül sayısında vermiştik, burada kısaca olayın perde arkasına ve gelişmelere değineceğiz. 31 panorama 32 maya/ sarmaya çalışır. İşçiler yapılan uyarılara uymaz ve eylem alanını terketmez (kimi haberlere göre bazı işçiler alanı terkederken, geriye kalan çoğunluk türküler eşliğinde barışçıl protestolarını sürdürür) ve polis bu arada otomatik silahlarla işçilere kurşun yağdırır. Sonuç, 34 ölü, 78 yaralı ve 259 kişi tutuklanır. Yaralılardan kimileri hastahaneden taburcu edildikten hemen sonra tutuklanır. Medyaya yansıyan haberlere göre olayı yaşayan kimi tanıklar, polisin önceki çatışmada ölen iki polisin intikamını almak için bu katliamı gerçekleştirmiştir. Bunu da polislerin katliamdan sonra “intikam böyle alınır” vb. ifadelerine dayandırmaktadır. Ayrıca bir işçinin tanıdığı olan bir polis kendilerine ateş etme emrinin yazılı olarak verildiğini söylemiştir. Sonuçta nedeni ne olursa olsun, bu katliam Apartheid’ın son bulmasından bugüne kadar yaşanan en kanlı grev ve katliam olmuştur ve Güney Afrika’nın siyah tenli emekçilerine Apartheid rejiminin 1960’da Sharpeville ve 1976’da Soweto’daki katliamları hatırlatmaktadır. Bu katliama karşı AMCU protestoyla yanıt verirken ve başta Başkan Zuma olmak üzere devlet yönetimini ve polisin suçlu olduğunu ilan ederken, NUM polisin elinden geleni yaptığını, yapabileceği başka şeyin olmadığını açıklayarak katliamı haklı göstermeye çalıştı. Polis yetkilileri de “kendilerini savunmak için” ateş açtıklarını açıkladılar. Devlet yetkililerinin tarafı açıkça ortadaydı: Kendi kolluk güçleri ve maden sahipleri! Başkan Zuma protestoları dindirmek için olayları araştıracak bir komisyon kurulması konusunda yetki verdiğini açıklasa da, gerçekte sorumlu ve suçluların ortaya çıkarılıp cezalandırılmayacağı da belliydi. Polis yetkililerinin yoğun protestolar sonrasında yaptıkları “özeleştiri”, “dengesiz güç kullanıldığı”nı “kabul” etmeleri oldu. Apartheid döneminden kalma kanuna dayanarak 270 işçi hakkında, 34 işçinin ölümünden sorumlu oldukları gerekçesiyle mahkemede dava açılacağı açıklandı. Yoğun protestolar sonucu bu konuda geri adım atıldı. Şimdi değil de araştırma sonucu ortaya çıkacak duruma göre işçilerin mahkemeye verilip verilmeyeceği kararlaştırılacak. Bu süreçte devletin kolluk güçleri işçilere yönelik baskılara yenilerini eklediler. İşçiler sopa ve mızraklarla bıçak ve değişik kesici aletlerle baştan aşağı modern silahlarla donanmış kolluk güçlerine karşı kendilerini korumaya çalışmaktadırlar. Katliam grevi sonlandırma yerine, mücadeleyi teşvik etti. Grev başka platin ve altın madenlerine de sıçradı ve giderek başka iş alanlarına da yayıldı. Örneğin TIR şoförlerinin greve gitmesi ya da kamu alanında maden işçileriyle dayanışmak için de yapılan grevler vb. eylemler sürmektedir. Otomotif sektöründe Toyota, grev nedeniyle gerekli malzeme teslimi yapılamadığından iki kere üretimi durdurmak zorunda kaldı. Lonmin Platin grevi 19 Eylül’e gelindiğinde ücretlere yapılan zamların işçiler tarafından kabulüyle geçici olarak son buldu. Ücretler %11 ile 22 arttırıldı. %22 “matkapçılar” denen en ağır işi yapanlara verildi, ki grevi başlatan bunlardı. AMCU yetkilileri sözkonusu anlaşmanın onlarca işçinin katledilmeden de mümkün olduğunu ifade ederken, Ekim ayında yeniden tarafların görüşeceği ve ücret ve çalışma koşulları hakkında pazarlık yapacakları belirtildi. Lonmin’deki grevde taraflar anlaşmışlardı ama grevler diğer madenlerde başlamış ve sürüyordu. Bu arada ölenlerin sayısı da 50’yi geçmişti. Başkan Zuma Lonmin’deki bu grevle maden sektöründe 548 milyon Dolar zarar edildiğini açıkladı. Bu da aslında Lonmin şirketi adı- kimi sistem yanlılarınca “gerçekçi olmayan” talepler olarak ve bunun siyasi sorunlarla bağlantılı ele alınmasının “çözümü zorlaştırdığı” biçimde değerlendirilmektedir. COSATU ve ANC’nin denetiminde olmayan bir sendikanın kurulmasını isteyen grev komitelerinin (AMCU dışında bir sendikanın kurulması istemi sözkonusudur burada) bağımsız ve işçiler tarafından denetlenen bir sendika talebi doğru ve haklıdır. Grevler sadece ücret artışı talepleriyle sınırlı olan grevler değil, devlete, somutta ANC ve COSATU’ya (NUM da COSATU’nun çatısı altındadır) karşı tavırlarıyla, NUM’un yetkilerinin iptal edilmesi talepleri, yasallığı çiğneyerek haklarını arama mücadelesi vermeleri vb. tutumlarıyla, grevlerin siyasi yönleri de giderek çehresini oluşturmaktadır. ANC’nin Aralık ayında yapılacak “Program Kongresi”nde Zuma’nın yeniden ANC başkanlığına seçilip seçilmemesi yönlü tartışmalar, yaşanan grevler sonucu giderek yoğunlaştı. Zuma da 17 Ekim’de takındığı tavırla “yeter artık greve son verin” diyerek işçilere kızgınlığını gösterdi! Bu satırları yazdığımızda işçilerin grevleri, mücadelesi devam ediyordu, kolluk güçlerinin işçilere karşı şiddeti, baskısı da yoğunlaşmış haliyle sürüyordu. Ağustos ayının ortalarından beri işçiler ülkenin gündemini belirlemektedir. Dünya çapında platin rezervlerinin ve üretiminin %75-80’inin Güney Afrika’da olması ve işçilerin madencilik alanında egemen olan tekellerin üretimini haftalarca, hatta aylarca değişik düzeylerde sekteye vurması, durdurması vb. olgular, egemenlerin karlarına zarar vermektedir. Bu da onların daha da saldırganlaşmasını beraberinde getirmektedir. Ne de olsa iktidarda olanlar onlardır! İşçilere, emekçilere devrimci, komünist temelde bir önderlik yapacak örgüt ise anda yok. Adı Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) olan örgüt ise işçilerin emekçilerin karşısında ANC ve COSATU ile ittifak içinde hükümetin ve de yönetimin bir parçası olma durumunda. Grev komitelerinin bunlardan bağımsız ve işçiler tarafından denetlenen, yönetilen bir bağımsız sendika kurma talepleri haklı bir taleptir. Arzumuz işçilerin böylesi mücadeleler içinde, kendi gerçek devrimci, komünist örgütlenmesini yaratmasıdır. Dayanışmamız ezenlere, patronlara karşı kendi hakları için ve işçilerin birliği için mücadele eden işçi sınıfıyladır! 26 Ekim 2012 ✓ panorama na ücret zammını kabul edenlerin platin üretiminin durmasından doğan zararın daha fazla olmasını göze almadığına işaret etmektedir. Lonmin’deki %22’lik ücret artışı diğer madenlerdeki grevciler için bir örnek oldu ve grevlerin yaygınlaşması patronların işini zorlaştırdığından, hem diğer madenlerin sahipleri hem de devlet ve hükümet yetkilileri Lonmin tekelinin yetkililerini %22’lik zammı kabul etmesi nedeniyle suçladılar. Buna göre grevlerin yaygınlaşmasının sorumluluğu bu zamdı! Grevlerin yaygınlaştığı Eylül ortası ve Ekim ortası dönemde yaklaşık 100.000 işçinin -madencilik alanında çalışanların sayısı verilere göre 500.000 olarak kabul edildiğinde, işçilerin %20’sinin- greve gittiği bir durum sözkonusuydu. Grevlerin NUM önderliğinde değil de bunlara rağmen ve bunlara karşı olması egemenlerin grevleri illegal ilan etmesini de beraberinde getirdi. Devlet yetkilileri başta olmak üzere sermayedarların çıkarlarını korumaktan yana olan kesimler “illegal grevlere” “mücadeleye” izin verilmeyeceğini ilan ettiler. Buna uygun olarak da baskıları yoğunlaştırdılar. Hükümetin kararıyla grevdeki işçileri “silahsızlandırma” adına barakalarına baskınlar gerçekleştirildi. Baskın yapılan barakalarda “silah” olarak düşünülen her tür malzemeye el konuldu. İşçilere “terörist” damgası vurulacak nitelikte açıklamalar yapıldı. Devlet yetkilileri, kolluk güçleri bu ve benzeri tavırlarla işçileri korkutup teslim almaya çalışırken maden şirketlerinin patronları işçilere, greve son verip işbaşı yapmazlarsa işten atılacakları yönlü ültimatomlarını açıkladılar... Anglo Amerikan Platinum da bu ültimatomu yapanlardandı. Lonmin dünyanın platin üreten en büyük üçüncü tekeli iken, Anglo Amerikan Platinum dünyanın en büyük platin üreticisi konumundadır. Şirketin çalışanlarının %80’i greve gitti. Şirketin toplam çalışanlarının sayısı 35.000 olarak verilmektedir. Bu durumda işçilerle anlaşmayı deneme yerine Anglo Amerikan Platinum Ekim ayı başında 12.000 işçiye çıkış verdi. Hem de mahkemeden aldığı özel yetkiyle... Mahkeme işçilerin greve son verip işlerinin başına dönmesi için kararname çıkarıyor ve işçiler buna uymayınca da şirket çıkış veriyor. Devletin şirketle içiçeliğine bundan daha açık örnek az bulunur. İşçiler işlerine geri alınmaları için mücadele ediyorlar. Grevler bu işten atmayla da sonlanmadı ve mücadele devam ediyor. İşçilerin %22 civarında ücret artışı talepleri –yer yer daha yüksek ücret talepleri var-, 33 güncel “Arap Baharının Suriye, Batı Kürdistan ve Türkiye’ye Etkileri, Sosyalistlerin Önündeki Görevler” Paneli yapıldı Batı Kürdistan’da Kürtler; hem Esad rejimine, hem dış müdahaleye, hem muhalefete karşılar. Savaş istemiyorlar. Esad rejimi Kürtler ile savaşmayı gerektirecek bir durum olmadığı için askeri güçlerini muhalefet güçleri ile savaşa yoğunlaştırdı. Bu durumu Kürtler iyi kullandı. Doğan iktidar boşluğunda kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladılar. Bu önemli bir kazanımdır. Bu durumun devrim olarak adlandırılması yanlıştır. İ 34 şçi ve emekçilerin yoğun olarak yaşadıkları Esenyurt’ta 7 Ekim Pazar günü, “Arap Baharının Suriye, Batı Kürdistan ve Türkiye’ye Etkileri, Sosyalistlerin Önündeki Görevler” konulu bir panel yapıldı. Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Yeni Dünya İçin ÇAĞRI gazetesi (YDİ Çağrı) ve KÖZ gazetesinin örgütleyicisi oldukları panel, Esenyurt BDP ilçe binasında yapıldı. Her kurum adına birer konuşmacının sunum yaptığı panel saat 14.00 da başladı. Mücadelede yaşamını yitirenler adına bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. İki ayrı dilde sunumun yapıldığı panele 130’a yakın kişi katıldı. Üç bölüm halinde yapılan panel toplam üç saat sürdü. I.bölümde konuşmacılar 20’şer dakika konuştu. Konu hakkında görüşler ortaya konuldu. II.bölümde çok sayıda dinleyici konu hakkında düşüncelerini dile getirip, konuşmacılara sorular sordu. III.bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara 20’şer dakika içinde cevap verdiler. HDK adına araştırmacı yazar Faik Bulut, YDİ Çağrı gazetesi adına gazeteci Çetin Desde, Köz gazetesi adına Çetin Eren, panele konuşmacı olarak katıldı. Faik Bulut konuşmasında kısaca şunları söyledi: “Arap baharı aslında bir bahar değildir, Batı’nın bize dayatmasıdır. Halkın ekonomik talepler için ayaklanma sürecidir. Halkın, kendi başına, haklarını aramak için sokağa çıkması, siyaset yapması devrim- bir fırsat yakaladılar ve bu fırsatı kullandılar. “Arap baharı”nın etkisi Suriye’ye yansıyınca, Esad rejimini yıkmak için batılı emperyalistler harekete geçtiler. Bugün Suriye’de iki tarafı da gerici, faşist olan bir savaş yaşanıyor. Bu savaşta haklı olan, desteklenecek olan bir yan yoktur. Emperyalistlerin Suriye’ye müdahale etme hakları yoktur. Esad rejimini yıkacak olan güç Suriye halklarıdır. Türk devletinin Suriye’ye girme hakkı da yoktur. Meclisten savaş tezkeresi geçti. Savaş kapıda! Bu savaşa her türlü aracı kullanarak karşı çıkmalıyız. Düşman ne Suriye, ne de Esad rejimidir. Düşman içeridedir. Düşman sömürgeci Türk devletidir! Batı Kürdistan’da Kürtler; hem Esad rejimine, hem dış müdahaleye, hem muhalefete karşılar. Savaş istemiyorlar. Esad rejimi Kürtler ile savaşmayı gerektirecek bir durum olmadığı için askeri güçlerini muhalefet güçleri ile savaşa yoğunlaştırdı. Bu durumu Kürtler iyi kullandı. Doğan iktidar boşluğunda kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladılar. Bu önemli bir kazanımdır. Bu durumun devrim olarak adlandırılması yanlıştır. Devrimin bir dar, bir geniş anlamı vardır. Dar anlamda devrim siyasi bir iktidarın, hükümetin halk hareketi sonucu yıkılmasıdır. Geniş anlamda devrim, bir toplumsal düzenin yıkılması, onun yerine ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Biz genelde geniş anlamda devrim kavramını kullanıyoruz. Fakat Tunus’ta, Mısır’da olan dar anlamda devrimdir. Kendiliğinden halk hareketi sonucu, Bin Ali iktidarı, Mübarek iktidarı yıkıldı. Yıkılanın yerine halk içinde örgütlü, ona önderlik edecek devrimci komünist bir örgüt olmadığı için halk iktidara gelmedi. Burjuvazinin diğer kanadı iktidara geldi. Bu nedenle Tunus’ta, Mısır’da yarı yolda kalan siyasi devrimler söz konusudur. Bu tartışma bizim için teorik bir tartışmadır. “Arap baharı”ndan öğrenilmesi gereken, çıkarılması gereken asıl dersler kısaca şunlardır: objektif koşullar hazır olduğunda, hiç harekete geçmeyecekmiş gibi görünen emekçi kitlelerin harekete geçmesine bir kıvılcım yeterli olmaktadır. Halk “artık yeter” diyerek harekete geçtiğinde, onun önünde hiçbir güç duramaz. Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması için, halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları için komünist önderlik mutlak gerekliliktir. Günümüzde en büyük eksiklik budur. Görev halkların mücadelesine önderlik edecek komünist bir örgütlenmeyi yaratmaktır.” Desde’nin konuşmasından sonra Köz gazetesi adına Çeten Eren de konu hakkında görüşlerini sıraladı. Eren şunları söyledi: “Niye Arap baharı konuşuluyor güncel sel bir süreçtir. İyidir. Ancak buna tam bir devrim diyemiyoruz, çünkü devrim diyebilmemiz için devrimci bir örgütün önderlik etmesi gerekiyor. Tüm bunlara rağmen yaşanan devrimsel bir süreçtir. Bunun Suriye’ye yansıması kaçınılmazdı. Çünkü Suriye nüfusunun %2’si çok zengin, geri kalanı fakirdir. Bu bir ekonomik sebeptir, diğer sebep ise baskılardır. Mezhepsel ve etnik sebepler de vardır. Suriye rejimi kendisinden olmayanı eziyordu. Suriye’de bunlar olunca dış müdahale açık hale geldi. Dışarıdan İslamcı militanların ve silahların Suriye’ye girmesi artık Suriye’de ki durumu değiştirmiştir. Silahlı gruplar, İslamcılar ve rejim arasında mücadeleye dönüşmüştür. Suriye’deki muhalefet çok parçalıdır. Birincisi: dış muhalefettir, İstanbul’da üs oluşturuyor. On dört ayrı gruptan oluşuyor. Aslında temelinde Müslüman kardeşler var. Muhalefet içinde bunlar güçlü. İkincisi: iç muhalefettir. Biri hükümete muhalefet ve hükümetle yürüyen muhalefettir. Diğeri diyalog yapalım ama sistemi de devirelim diyen aydın kesimidir. Yüz binlik kitle tabanı vardır. Üçüncüsü: halk komiteleri muhalefetidir. Esas isyan yürüten, kitleyi ayağa kaldıran ancak en çok kayıp verendir. 60 bölgesi (birimi) var dışa karşı, ancak rejimin düşmesini istiyor. Dördüncüsü: Kürt muhalefetidir. 8-9 bloktan oluşuyor. Dış müdahaleye, özellikle Türkiye’nin müdahalesine karşıdır. Anadilde eğitim, Kürtlere hak tanınması ve özyönetimlerinin olmasını istiyorlar. Türkiye bu işe neden bulaştı? Birincisi ideolojiktir. AKP Ortadoğu’da İslam konfederasyonu kurmak istiyor. İkincisi AKP kendi sermaye grubunu büyütmek istiyor. Üçüncüsü ABD’ye ve NATO’ya bağlıysanız, bunlar Suriye’yi devirmek istiyorlarsa, sizde kuzu kuzu gidip devirmelisiniz. Ilımlı İslam siyasi bir proje, ABD’nin uşaklarını yaratma projesidir. Bu proje BOP’den önce de vardı. Ilımlı İslam projesi Müslümanı Müslümana kırdırma projesidir. Arap ülkelerinde AKP projesinin hayata geçiriliyor.” Faik Bulut’un konuşmasının ardından YDİ Çağrı gazetesi adına Çetin Desde konuştu. Çetin Desde konuşmasında şunları söyledi: ”17 Aralık 2010’da Tunus’ta polisin baskılarını protesto etmek için bedenini ateşe veren Mohammed Buazizi isimli genç; bu eyleminin bir halk hareketini tetikleyeceğini, Kuzey Afrika’da, Ortadoğu’da, siyasi iktidarların yıkılacağını elbette bilemezdi. Emperyalistler de bilmiyordu. Halk hareketi gelişince, emperyalistler kendi çıkarları için bu hareketten yararlanmaya çalıştılar. Tunus’ta, Mısır’da aralarının iyi olduğu diktatörlerin arkasında durmadılar. Libya’da Kaddafi rejimini yıkmak için 35 güncel 36 da, Kürt baharı konuşulmuyor. Arap Baharı; Tunus’ta başladı, Libya, Mısır, Bahreyn ve Suriye’yi de etkiledi. Ancak Suriye’ye gelince işler karıştı. Diğerlerini bir şekilde bitirdiler. Tunus’a, Mısır’a, Libya’ya atak bir şekilde cevap verildi, Suriye’ye gelince yalpalamaya başladı dış güçler. Dış basında Suriye’yle ilgili çok şey yazılmadı. Suriye de bir egemenlik değişimi var. Artık bu değişim Türkiye ve İran’da da olacak. Batı Kürdistan’da bir kırılma oldu, Suriye’de de olacak. Kürt meselesinde artık Kürtlerin esaret içerisindeki hali bitti. Suriye’de bir değişim var, bu yüzden buna Kürt baharı dememiz şı çıkmalıdır. İkincisi müzakereye kimler oturacak? AKP oturacak. Savaşın muhatabı kimse barışında muhatabı da odur. Üçüncüsü savaşa karşı sınıf savaşı. Asıl düşman kendi ülkemizde. Sınıf mücadelesini yükseltmemiz lazım.” Soru ve görüşler bölümünde, çok sayıda dinleyici konu hakkında düşüncelerini dile getirip, konuşmacılara sorular sordu. Sorulan sorulardan bazıları şöyleydi: Ortadoğu’da ki bu sorunları aşmak için sosyalistlerin mevcut projeleri var mı? Varsa nelerdir? AKP hükümetinin almış olduğu tezkerenin lazım. Suriye’deki Kürtler hem Türkiye Cumhuriyetine, hem de ABD’ye “biz kendi egemenliğimizi burada kurmak istiyoruz” diyorlar. Batı Kürdistan’da devrim yaşanıyor. İşçiler emekçiler adına bir değişim var. Bunun Türkiye’ye etkileri de var. Türkiye de bu konum da güç kaybetti. Ortadoğu’da bir Kürt baharı yaşanıyor. Burada bizim görevlerimiz ne? ABD, AKP çelişkisinden bahsetmemiz lazım. Bunlar emekçi, işçi ve Kürtlere karşı sinsidir. ABD Türklere Kürtleri ezebilirsin diyor. Batı Kürdistan’a karışıyor. Biz neyi yapamadığımıza bakalım. Beş yıl öncesinde ABD, AKP bölgede daha zayıftı ve çelişkileri daha fazlaydı. Bölgede kendi denetimini kullandı. AKP, ABD’nin aracılığıyla geldi. Onun projelerini gerçekleştiriyor. Halklara demokrasi sunmadılar. AKP zayıflayan bir partidir. Demokratikleşme ve Kürt açılımında köstekledi. Çünkü ortada örgütlü bir halk vardır. Her yaptığı reform elinde kaldı, giderek zayıfladı. Tüm bunları Kürtler ona yaptırdı. Bizler açısından önemli olan AKP Kürt düşmanıdır, ama karşısındaki halk güçlü olduğu için çıkmazdadır. Sosyalistlerin görevi nedir? Birincisi Suriye meselesinde emperyalist müdahaleye somut bir şekilde kar- amacı nedir? Başbakan Barzani’ye geçmişte aşiret reisi derken, şimdi neden Kongresine çağırdı? Ulusal sorunun çözümü Kürdistan’da olabilecek mi, ezilen halklar nasıl kurtulacak? Bir yandan yıkımlar yapılırken diğer yandan milletvekilleri tutuklanıyor. HDK’nın bunlara karşı bir planı var mı? Rejimlerde iktidar değişimi var dediniz hangileri değişti? Batı Kürdistan’a saldırılar konusunda biz kendi topraklarımızda neler yapmalıyız? Kürtler üzerinde devlet terörü estiriliyor. Sosyalistlerin Kürtlerle birlikte mücadele etmediklerini görüyorum. Neden? YDİ Çağrı gazetesi Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarını devrim olarak görüyor. Batı Kürdistan’daki halk ayaklanmalarını devrim olarak görmüyor. Neden? Türk sosyalistlerin ulusal sorunda projeleri nelerdir? III.Bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara cevap verdi. Panel, bu tür panellerin yapılmasının ihtiyaç olduğu, gelecekte de yapılmasının iyi olacağı vurgusu ile sonlandırıldı. 10.10.2012 ✓ 21 Ekim Pazar günü saat 18.00’de Güney Kültür Merkezi’nde YDİ ÇAĞRI ve KÖZ’ün ortak örgütledikleri “Komünistler Troçkizme Karşı Neden ve Nasıl Mücadele Etmeli?” konulu bir panel gerçekleştirildi. Mücadele içinde kaybettiğimiz devrimcilerin anısına yapılan saygı duruşundan sonra panele başlandı. Üç bölümden oluşan panele 80 kişi katıldı. I.Bölümde ilk konuşmayı YDİ Çağrı adına Çetin Desde yaptı. Çetin Desde konuşmasında şunları söyledi: Troçkizm Rus devrimi içinde şekillendi. Troçkizmi anlamak için Troçki’nin siyasi yaşamının gelişimini bilme yanında, Rus devriminin gelişme sürecini, RSDİP’nin gelişme sürecini bilmek gerekiyor. Troçki RSDİP’nin II. Kongresine katıldı. Parti tüzüğünün üyelik bölümünde çıkan görüş ayrılığı noktasında, Troçki Menşevikler ile birlikte hareket etti. 1917 Temmuz ayına kadar, Bolşevik Partiye girene kadar da sürekli Bolşeviklere karşı mücadele etti. Kah Menşevik oldu. Kah tasfiyeci oldu. Kah Bolşeviklere karşı çıkan başka akımları savundu. Yer yer “hizipler üstü”, “hizipleri birleştirici” tavırlar takındı. Siyasi yaşamında merkezci tavırlar takınması onun en önemli özelliği oldu. Troçki 1905 devrimine katıldı. Devrim başarıya ulaşmadı yenildi. Troçki sürgüne gönderildi. Sürgünde Troçki “Sonuçlar ve Perspektifler” adlı eserini yazdı. Bu eserde Troçkizmin teorik temelleri ortaya konuldu. Sürekli devrim düşüncesi, tek ülkede sosyalizm inşa edilemez düşüncesi bu eserde ortaya konulmuş, daha sonraki süreç içinde Troçki tarafından daha da geliştirilmiştir. Lenin’in “aşamalı kesintisiz devrim” teorisi ile Marks, Engels’in “işçi sınıfının devrimi ileri götürmesi, devrimi sürekli kılması” düşüncesi ile Troçki’nin sürekli devrim anlayışı arasında hiçbir benzerlik yoktur. Sürekli devrimde köylülük yoktur. Troçki köylülüğün işçi sınıfının müttefiki olarak demokratik devrimde oynadığı devrimci rolü yadsır. O’na göre işçi sınıfının görevi her yerde sosyalist devrimi yapmaktır. Sürekli devrim teorisi aslında devrim yapmama teorisidir. Nitekim aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen bu teoriyi doğrulayan bir gelişme olmadı. 1917 Temmuz ayında Troçki Bolşevik partiye katıldı. Bunun nedeni şu: Bolşevikler Troçki’yi önemli yanlışlarına rağmen Marksist gördükleri ve emperyalist savaşa karşı doğru görüşler savunduğu için partiye aldılar. Ekim devriminden sonra Troçki ile ideolojik mücadele sürdü. Brest Litovsk anlaşması, sendikaların rolü, NEP, köylülük, tek ülkede sosyalizm konularında vb. mücadele yürütüldü. Bu mücadele sonucu 13 parti konferansı Troçkizmi Marksizm’den küçük burjuva sapma olarak adlandırdı. Lenin’in ölümünden sonra ideolojik mücadele sertleşti. Troçkistlerin, muhalefetin oluşturdukları platformlar üzerine açık tartışma yürütüldü. Oylama yapıldı. 1917 yılında 724 000 parti üyesi partinin politikasından yana, 4 000 üye muhalefetten yana oy verdi. 1927’den sonra Troçkizm Sovyet iktidarını yıkmak için gizli örgütlenmeye gittiğinde, ekonomik alanda sabotajlar yapılmaya başlandığında, komploculuğa yöneldiğinde, MK üyesi Kirov’u öldürdüğünde; sorun artık devrim karşı devrim sorunu haline geldi. Sovyet iktidarının kendisini korumak için tedbirler alması, muhalefetin üzerine gitmesi, yapılan yargılamalar doğrudur. 1927’den sonra Troçkizm karşı devrime doğru evrimlenmiş, SB’de karşı devrimci bir rol oynamıştır. Troçkizmin özellikleri kısaca şunlardır: Troçkizm; objektif olgulara sırtını çevirir, gerçekleri şemaya uydurmaya çalışır. Troçkizm; eklektiktir. Troçkizmin kendine özgü, kendi içinde tutarlı sistemli siyasi bir çizgisi yoktur. Troçkizm; ilkesizdir, faydacıdır. Bugün söylediğinin yarın tersini söyler. Troçkizm; merkezcidir. Troçkizm; oportünist bir akım olup ML’e düşman bir ideolojidir. İkinci konuşmayı Köz adına Çetin Eren yaptı. Çetin Eren konuşmasında şunları söyledi: güncel “Komünistler Troçkizm’e Karşı Neden ve Nasıl Mücadele Etmeli?” Paneli yapıldı 37 güncel 12 Eylül döneminde bu gibi ideolojik konuların çokça tartışıldığını, bugün bunların pek yapılmadığını ve bundan dolayı da paneli çok anlamlı bulduğunu belirti. Troçkist gruplar bu tür panellere yanaşmıyor. Biz Çağrı’nın bu konudaki tavrını ve söylemlerini önemsiyoruz. Bu tartışmanın da bu şekilde sürmesini umut ediyor ve Çağrı’ya teşekkür ediyoruz. Troçkizmin bir özgünlüğünün olmadığını düşünüyoruz. Sadece Troçkist akımlar kendilerine Troçkist dedikleri için bu kavramı kullanıyoruz. Tek ülkede sosyalizmi savunan, sürekli devrimi savunan, köylülük ile ilgili söylemlerde bulunan gruplar var ve bunlar Troçkist değiller. Kendilerine belli akımlar Troçkist diyor. Maoist, Stalinist olarak adlandıranlar var. Bu şekilde karakterize etmenin doğru olduğunu dü ş ünmüyor u z . Bizim önerimiz Troçkizmi daha çok darlaştırmadan geniş ele almaksa, daha berrak olmak için 2. Enternasyonal oportünizme karşı olmak gerekir. Troçkizm şeklinde bir adlandırma Troçkizmi darlaştırır. Biz II. Enternasyonal oportünizmi kavramının kullanılmasından yanayız. II. Enternasyonal oportünizminden ayrı bir Troçkizm yok. 1890’dan 1930’lara kadar düşünce akımlarına karşı nasıl mücadele edil diye soru sormak lazım. 2. Enternasyonalizme karşı neden ve nasıl mücadele etmeli dedik, bunun özellikleri nelerdir? 1.Avrupa meselesi. 2.devrimci şiddet konusunda tavır 3. Parlamento mu Sovyetler mi? diye ele almak gerekir. Kautsky ve Bernstein’i ele almak gerekir. Bunların ortak özelikleri nelerdir? Parti meselesi önemlidir. 2. Enternasyonalde parti konusu farklıdır. Parti meselesi önce tartışmaya girer. Tüm siyasi meseleler aslında buradan çıkar. 2. Enternasyonal de parti çalışması ve parti disiplini var. Alman Sosyal Demokrasisinin de bir partisi var. Mesele parti ve işçi sınıfı arasında ilişkidir. Genel olarak çoğunluk yani kitleyi kuşatan bir parti anlayışı var. Bunda da kitleyi yani öncü partisini savunur. Troçki de bunu savunur. Troçki’nin parti meselesinde bunu kabul etmesinin sebebi tüm işçileri kapsasın diyedir. Kautsky ve Bernstein da bunu savunuyor. Kautsky ve Bernstein madem ki biz bir sınıf partisiyiz o zaman savaş konusunda işçilerden farklı düşünemeyiz diyorlar. Troçki bağımsız bir sınıftan bahsetmek sahtekarlık olarak kavrıyor. Bolşeviklerin bir çok söylemlerini kabul etse de ayrı kaldığı noktalardan dolayı farklı bir parti kullanmak istemiyor. Sınıftan kopmaktansa parti içinde çalışıyor. Bu onun oportünistlerle ayni parti içinde çalışmasına neden oluyor. Leninizmin öyküsü esas olarak oportünist bir partiden kopup, dünya partisi olması için çalışmasıdır. İlk planda Lenin ekonomizme karşı mücadele de ayrım çekiyor. Dünya çapında menşevizme, oportünizmle mücadele de Lenin hep yalnız. Lenin Stokolm’e gitmemiz lazım diyor ama kabul edilmiyor. 4 yılık mücadele boşa gidiyor. KE 1919 yılında ancak kuruluyor. Lenin’den ilham alarak mücadele edilmeli, yoksa mücadele edilemez. Madem Komünist Enternasyonal yaratılmış, yaratılmış bir partinin kapatılmasını sorgulamak gerekir. Kapatılmasını sorgulamadan gerçek anlamda mücadele edilemez. Verilen 20 dakika aradan sonra II. Bölüme geçildi. Bu bölümde dinleyiciler soru sorup görüşlerini dile getirdiler. Sorulan soruların bir bölümü şöyle: Troçkizmi 1980 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırdınız. Biraz daha ayrıntılı bilgi verir misiniz? Sosyalizmin tek ülkede zaferi konusunda ne düşünüyorsunuz? Troçkizmi 2. Enternasyonal oportünizmi olarak allandırdınız. Troçkizmin buna benzer ve benzemez yönleri nelerdir? Köze yarı Troçkist denildi, siz bu ko- Komintern’in (KE) dağıtılması konusunda; 1943 yılında 31 seksiyonun onayı ile KE dağıtıldı. Dağıtmanın gerekçeleri var. Bu gerekçelere bakmak lazım. “Tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile” KE dağıtıldı. Dağıtma kararı içinde Marks ve Engelsin I.Enternasyonalin görevini tamamladığı gerekçesi ile dağıttıklarına atıf var. 38 için harekete geçen bir Troçkizm var. 1927’e kadar küçük burjuva sapmadır Troçkizm. 1927’den sonra karşı devrimcidir. “Yozlaşmış, bürokratlaşmış işçi iktidarını yıkmak” isteyen, harekete geçen, örgütlenen sabotajlar yapan bir Troçkizm var. 1927’den sonra Troçkizmi karşı devrimci olarak adlandırmamız, bugün de Troçkizmi karşı devrimci gördüğümüz anlamına gelmez. Bugün Troçkizmi karşı devrimci olarak görmüyoruz. Bugün gerçek bir sosyalist ülke olsa, o ülkeyi gerçek komünistler yönetse, Troçkistler o iktidarı da yıkmak isteyeceklerdir. Çünkü Troçkizme göre tek ülkede sosyalizm olmaz! Bugün bu durumda değiliz. Olmadığımız için de Troçkizm bu rolünü oynayacak durumda değil. Komintern’in (KE) dağıtılması konusunda; 1943 yılında 31 seksiyonun onayı ile KE dağıtıldı. Dağıtmanın gerekçeleri var. Bu gerekçelere bakmak lazım. “Tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile” KE dağıtıldı. Dağıtma kararı içinde Marks ve Engelsin I.Enternasyonalin görevini tamamladığı gerekçesi ile dağıttıklarına atıf var. İşçi sınıfının uluslararası örgütlenmesi, dünya komünist partisi, enternasyonal tipi örgütlenmelerin biçimi değişen koşullara göre değişiklik gösterebilir. Tek tek komünist partilerin birliğinden oluşan Komintern ilelebet var olacaktır şeklinde bir anlayış, bu örgütlenmeye ilke düzeyinde bakmak yanlıştır. Örgütlenme ve mücadele, sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumlara göre değişiklikler gösterir. KE 1919 yılında kuruldu. Dünyada komünistlerin izleyeceği çizgiyi rotayı belirledi. Mücadele içinde komünist partiler yetkinleşti, kitleselleşti. Anti faşist mücadelede komünistlerin elinde doğru bir çizgi vardı. KE görevini yerine getirdi. 1943 yılında artık görevini yerine getiremez duruma geldi. Bu durumda KE’in dağıtılması, yeni araçların devreye sokulması doğrudur. Nitekim savaştan sonra yeni araçlar devreye sokuldu. 60’lı yıllarda başka araçlar devreye sokuldu. Bugün yeni KE ihtiyaçtır. Komünistler arasında ideolojik birlik yok. Uluslararası bir örgütlenme yok. Komünistler arasında ideolojik birliğe bağlı olarak örgütsel birlik de yaratılacaktır. Sorulan sorulara konuşmacıların verdiği cevaplardan sonra, konuşmacılar son olarak 20 dakika konu hakkında düşüncelerini anlattılar. Çetin Eren bu bölümde konuşmasında kısaca şunları ifade etti: Bugün 2012’de karşı devrimci gördüğümüz akımlar karşı devrimcidir. Böyle görüyoruz. güncel nuda ne düşünüyorsunuz? Troçkizme karşı mücadele etmenin siyasi tavrı nedir? Troçkizmin özelliklerinden biri köylülüğü reddetmek dediniz. Avrupa’da ki bir ülkede köylülükle devrim nasıl olur? Sürekli devrim konusunda Troçkizmin söylediklerine ne diyorsunuz? Köylülükle ittifak bağlamında ne düşünüyorsunuz? Sovyetler Birliğinde sosyalizm yaşandı mı? Troçkizmi karşı devrimci olarak değerlendirenler aslında Troçki’nin görüşlerini savunuyorlar dediniz, bunu açar mısınız? Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine katılıyorsunuz. Troçki de bunu aynen kabul ediyor. Bu bir rastlantı mıdır? 1924’ten sonra parti içerisinde bir öndersizlik söz konusu ve gerisinde tufan olduğunu söylediniz, bunu neye bağlıyorsunuz? Nesnel koşullara göre değil, iradeye göre parti kurulur. Parti kapatılır mı? Doğru mudur? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Komünist Enternasyonalin dağıtılması konusunda ne düşünüyorsunuz? Troçki, Marksizm, Leninizme düşman bir ideolojidir. Troçki’yi karşı devrimci değerlendiriyorsunuz. Nasıl oluyor da yarı Troçkist olan Köz’le ortak etkinlik yapıyorsunuz? Herkes kendi akımlarını referans ederse, sizin referansınız komünistlerin birliği midir? İç savaşta Troçki Alman emperyalizmi ile ajanlığa oynamıştır. Troçkizmi bu haliyle nereye koyabiliriz? Ekim Devriminin kazanımları nelerdir? Lenin’in ölümünden sonra kazanımlardan bahsetmiyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? Panelin III. Bölümünde konuşmacılar sorulan sorulara cevap verdi. Ben literatürde yarı Troçkist kavramını duymadım. Bize yarı Troçkist denilmesinin sebebi, Staline usta demediğimiz içindir. Troçkizm karşı devrimci ise karşı devrimciler ile panel olmaz. Troçki’yi köylülüğü ihmal ediyor diyebiliriz. Ama böyle düşünmeyen Troçkist akımlar da var. Biz işçiköylü ittifakını savunuyoruz. Köylülüğü ihmal eden reformisttir. İşçi sınıfı moderndir. Kendi partisini kurabilir. Ama köylülük gerici ve zamanla yok olan bir sınıftır. Bir parti kuramaz. İşçi köylü temeline dayalı proleter devrimi savunuyoruz. 1917 Ekim Devrimi demokratik devrimdir. Şubat devrimi başarıya ulaşmamış demokratik devrimdir. Çetin Desde kendisine sorulan sorulara şu şekilde cevapladı: 1927 yılına kadar ki Troçkizm ile 1927 sonrası Troçkizm bir ve aynı değil. 1927’e kadar ideolojik mücadele verilen bir Troçkizm var. 1927’den sonra ideolojik mücadelede yenilen Sovyet iktidarını yıkmak 39 güncel 40 Soyut olarak bir akımın karşı devrimci olduğunu söyleyemeyiz. Komünist Enternasyonalin doruk noktası olarak 4.Kongre olduğunu düşünüyoruz. Daha sonra tufan olmuştur. Ustaları hatasız bulma yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz. Lenin’in her yaptığını, her dediğini doğru bulmasak da Lenin’i usta olarak görüyoruz.2.Enternasyonalin tartışmasında oluşan 3. Komünist Enternasyonalin dağıtmak tasfiyeciliktir. 4.Kongreden sonra sapmalar Komünist Enternasyonale girmiştir ve KE yozlaşmıştır. Avrupa’daki oportünistler partiye girmiştir ve yozlaşma başlamıştır. Devrimi yaptıktan sonra iktidarı emekçi, işçi, köylü tasında ki tavırları Troçkizmden etkilenmedir. Köz KE’in ilk dört kongresinden sonra, ne KE’de ne de Sovyetler Birliği’nde savunulacak bir şey bulamıyor. Yozlaştı diyorlar. Köz Troçkizme karşı 1927’e kadar açık ideolojik mücadele verildiği gerçeğini es geçiyor. Troçkizm dosyası yazı dizisinde takınılan tavır sanki başından itibaren Troçkist muhalefete karşı idari tedbirler alınmış gibi soruna yaklaşılıyor. “Troçkizme karşı ideolojik ve siyasal mücadele fiilen devre dışı almış ve ihmal edilmiş olmaktadır.” “Troçkizm politik değil adeta polisiye yöntemlerle alt edilecek bir mu- alacaktır. Biz olmayacağız. Önderlik boşluğu konu- sibet olarak görülmesinin”, “Troçki ve Troçkizmin sunda, bizim dediğimiz şey olarak önder değil, parti- SSCB’de politik bir mücadele konusu olmaktan çok siz olunması konusudur. bir dizi mahkemelerin ardından mahkum ve tasfiye edilmiş olmasıdır.” Bu tavır Troçkizmi aklama tavBu bölümde Çetin Desde şunları söyledi: rıdır. Köz 1927 yılına kadar olan dönemi ve sonrasıKöz’ü neden yarı Troçkist grup olarak görüyoruz? nı bir ve aynı görüyor. Diğer yandan sanki başından Bu panelde Köz adına yapılan konuşma tam da Köz’ü itibaren ideolojik mücadele verilmemiş gibi duruma neden böyle gördüğümüzü ortaya koyuyor. Köz yaklaşıyor. Bu tavır objektif gerçeklere uymuyor. BelTroçki’nin görüşlerinden önemli oranda etkilenme gelere dayanmıyor. durumundadır. Troçkinin kimi önemli görüşlerini Çetin Desde’nin yaptığı konuşmadan sonra, iki kosavunuyor. Troçki’nin bütün önemli görüşlerini sa- nuşmacı da paneli önemli ve olumlu bulduklarını bevunsaydı, o zaman Troçkist derdik. Durum bu ol- lirterek, bu tür tartışma panellerinin sürdürülmesimadığı için Troçki’nin kimi, önemli görüşlerini sa- nin iyi olacağı tavrını takındılar. Panel saat 22.00’da vundukları için yarı Troçkist grup diyoruz. Örneğin sona erdi. KE’in ilk dört kongre savunusu Troçkist bir tavırdır. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımları nok27.10.2012 ✓ Komintern’in dağıtılması öncesinde dünyadaki durum 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da faşizm gelişmeye başladı. Benito Mussolini faşizmin babası olarak bilinir. İtalya’da 1922’de Mussolini iktidara gelmişti. Almanya’da Hitler 1933’te iktidarı ele almasından hemen sonra savaş hazırlığına başladı. Hitler’i iktidara Alman tekelci sermayesi taşıdı. Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Alman ağır sanayisinin kurulması ve savaş sanayinin geliştirilmesinde de diğer emperyalist güçler –çıkarları gereği- gereken desteği sunuyordu. Kısa bir süre içerisinde, Amerikan tekel- lerinin finansman desteği ile Alman faşistleri binlerce tank, uçak, top, en yeni tipte savaş gemileri ve diğer silah türlerini üretebilecek duruma geldi. Birinci paylaşım savaşında yenilen ve Versay Barış Anlaşmasını imzalamış olan faşist Almanya, savaş hazırlıkları tamamladıktan sonra bu anlaşmayı tek yanlı olarak yırtıp attı. Faşist Almanya savaşa hazırlanıyor ve Avrupa haritasının değiştirilmesi için plan yapıyordu. Alman faşistleri, komşu devletleri boyunduruk altına almayı ya da en azından bu devletlerin Almanlarla meskûn bölgelerini ilhak etmeyi amaçladık larını gizleme gereğini duymuyorlardı. Bu dönemde açık saldırgan konumunda bulunan emperyalist büyük güçler, aynı zamanda “Anti Komintern Paktı” içinde birleşmiş olan Almanya ve Japonya, İtalya idi. 1935’te faşist İtalya Habeşistan’a saldırdı. Japonya ise Mançurya’dan Çin’e saldırıyordu. 1936’da Almanya ve İtalya Franko faşistinin destekçisi olarak İspanya Cumhuriyeti’ne karşı saldırdılar. Faşist Almanya 12 Mart 1938’de Avusturya’yı ilhak etti. Avusturya’nın ilhak edilmesi Fransa’nın ve İngiltere’nin çıkarlarına indirilmiş bir darbeydi. Avusturya’dan sonra Çekoslovakya işgal edildi. 1 Eylül 1939’da faşist Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile 2. Dünya Savaşı resmen başlamış oldu. Savaşın resmen başlamasın- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası K omintern’in dağıtılmasının üzerinden 69 yıl geçti. Bugüne kadar Komintern’in dağıtılmasının doğruluğu yanlışlığı üzerinde çok tartışıldı, tartışılıyor. Bu tartışma güncelliğini koruyor, korumaya da devam edecek gibi görünüyor. Kimi “sol”, “komünist” etiketli kişi ve gruplar Komintern’in dağıtılmasının “Stalin’in emri” ile gerçekleştiğini, “Komintern’in SB’nin ulusal çıkarları için feda edildiğini” iddia ediyor. Komintern’in dağıtılması, 1940’lı yıllardaki genel durum, faşizmin birçok ülkede güçlenmesi ve savaş koşullarından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır. Bu yazımızda Komintern’in dağıtılması üzerinde duracağız. Ama önce dönemin koşullarına ve kimi tarihsel gerçekliklere bakmakta fayda var. ✒ Komintern’in Dağıtılması ve Sonrası… 41 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 42 dan bir hafta önce Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği ile Almanya arasında saldırmazlık anlaşması imzalandı. Sovyetler Birliği, saldırmazlık anlaşmasını imzaladığında, Hitler’in er ya da geç SSCB’ne saldıracağından bir an bile kuşku duymuyordu. SB için bu saldırmazlık anlaşması, aslında Alman Faşizminin SB’ne saldırısını mümkün olduğunca ertelemek, savaşa hazırlık için zaman kazanmak anlamına geliyordu.1 Mart 1941’de Nazi Almanyası Bulgaristan’ı işgal etti. Naziler 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırdı. İtalya, Romanya, Macaristan ve Finlandiya, Almanya’nın safında Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa girdiler. SSCB’ye Hitler’in saldırmasının mimarları aynı zamanda ABD ve İngiltere idi. Hitler’in SSCB’ye saldırmasının ertesi günü daha sonra ABD başkanı olacak senatör Trumann şu açıklamayı yapıyordu: “Almanya’nın kazandığını gördüğümüzde, Sovyetler Birliği’ne; Sovyetler Birliği’nin kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar” (New York Times’ten alıntı, Tarih Çarpıtıcıları, s. 76, İnter Yayınları). Emperyalistler Almanya’ya büyük ümitler besliyordu. Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ni zayıflatacağı ve diğer bütün ülkelerdeki devrimci işçi hareketlerinin parçalanacağı düşünülüyordu. Böylece kapitalizmin genel durumu sağlamlaşacaktı! Ancak İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin Nazilere karşı besledikleri umutlar boşa çıktı. Çünkü Hitler’in açıklanmış hedefi dünya hegemonyası idi. Bu hedef onu emperyalist diğer büyük güçlerle de karşı karşıya getiriyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında, SSCB’de sosyalizmin inşasında muazzam başarılar kazanılıyordu. Uluslararası Komünist Hareketin otoritesi büyüyor ve saygınlığı artıyordu. Sosyalizmin muaazzam başarıları sonucu, SSCB’ye dünya halklarının sürekli büyüyen bir sempatisi vardı. Bu, işçi hareketinin ve ezilen halkların mücadelesinin önemli bir güç olduğu dönemdi. Sovyetler Birliği, Nazilere karşı sosyalist anavatanı koruma savaşı yürütüyordu. Dünya halklarının ezici çoğunluğu SSCB’den yanaydı. Nazilerin Fransa, İngiltere ve Amerika’nın çıkarlarını tehdit etmesi sonucu, anti-Hitler koalisyonunun objektif şartları oluşmuş durumdaydı. Diplomasi alanında da Anti-Hitler koalisyonu oluşturulmuştu; ama Sovyetler Birliği’nin tüm çabalarına rağmen, Nazilere karşı ikinci bir cephe açılmıyordu. Naziler güçlerinin esasını SSCB’ye karşı yöneltmişlerdi. Savaşın dönüm noktası Stalingrad idi. Naziler 1943’te Stalingrad’ta yenildi. Nazilerin bu yenilgisi ile savaşın seyri Sovyetler Birliği lehine değişmeye başladı. Kızıl Ordu’nun Stalingrad’da kazandığı zafer, Kızıl Ordunun şimdi Berlin’e doğru ilerlemesinin yolunun açılması anlamına geliyordu. Savaşın SSCB lehine geliştiğini gören ABD ve İngiltere Haziran 1944’te Normandiya’dan çıkartma yaptılar. Savaş dönemi içerisinde Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı bir ittifak kurulmuştu. ABD ve İngiltere savaşta başka bir hedefi önlerine koymuşlardı. Onlar, pazar uğruna mücadelede kendilerine rakip olan Almanya ve Japonya’nın egemenliğine son verilmesi ve kendi egemenliklerinin kurulması için çalışıyorlardı. Sovyetler Birliği ise savaşın ana hedefi olarak; Avrupa’da demokratik koşulların yeniden yaratılmasını, faşizmin tasfiye edilmesini ve yeni bir Alman saldırganlığına karşı önlem alınmasını belirlemişti. İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin, Nazi sürülerini doğuya, SSCB’ye doğru yönlendirme stratejileri sonuçta başarısızlığa uğradı. SSCB ve Komintern 1935’ten itibaren, faşist ülkelerin saldırganlığını dizginlemek amacıyla “barışsever ülkelerin kolektif güvenliği” için ortak bir politikanın belirlenmesi konusunda ısrar ettiler. ABD, İngiltere ve Fransa ise SSCB’yi izole etmek için Hitler’le anlaşma ve Nazilerin savaş sanayisinin geliştirilmesi için didinip durdular. 1941’e gelindiğinde, faşist saldırganlık ve onun dünyaya egemen olma tehdidi, saldırıya uğramış emperyalist ülkelerin ve sömürge halkların, SSCB ile antifaşist blokta fiilen ittifak kurmalarını sağladı. Emperyalistlerin anti-Hitler koolisyonuna katılmaları zorunluluktan kaynaklanıyordu. Çünkü besledikleri ve destedikleri Nazi Almanyası kendi çıkarlarını tehdit eder bir duruma gelmişti. İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, Komintern’e bağlı bölgesel merkezler kurma sorunu gündeme geldi. Brüksel’de Komintern’e bağlı bir merkez vardı. Bu merkez, Belçika savaştan etkilenmediği sürece çalışmalarını sürdürdü. Savaşın dünyaya yayılmasıyla, Komünist Enternasyonal üyelerine ve komünistlere yönelik saldırılar artıyor ve bu merkezlerin çalışmaları güçleşiyordu. Bölgesel merkezlerin KEYK (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi) ile ilişkileri giderek daha fazla kesintiye uğruyor ve düzensiz hale geliyordu. Komintern giderek artan bir biçimde merkezi bir örgüt olmaktan çıkıyor, her ülkedeki bi- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ğü ölçüde, Goebbels tarafından hazırlanan ve amacı antifaşist ittifakı parçalamak olan müthiş bir propaganda kampanyası başlatıldı. Bu kampanyanın işlediği temalar, “Avrupa’nın üstüne inen demirperde”, “Avrupa halklarının bağımsızlıkları ve demokratik özgürlükleri için mücadele”ye çağrı, “Bolşevik barbarlığı ve totalitarizmi” tehdit veya tehlikesi, vs. idi. İngiliz ve Amerikalı müttefikler tarafından SSCB’ye karşı, özellikle de ikinci cephenin açılması konusunda, açık ya da gizli gerçek anlamda birçok provokasyona giriştiler. SSCB bu dönemde Avrupa’daki savaşın tüm ağırlığını tek başına üstlenmişti. Avrupa’daki ikinci cephe, İngiliz ve Amerikan birliklerinin Fransa’ya çıkarma yapmasıyla açılmalıydı. Başlangıçta ikinci cephenin 1942’de açılması ön görülmüştü. Ama müttefik emperyalistler hep yan çizdi. Onlar savaşın kimin lehine gelişeceğini beklediler. Savaşın seyri SSCB lehine gelişince ikinci cepheyi açtılar. Onlar aynı zamanda, Nazilerin yenilmesi ve SSCB’nin Avrupa halklarını özgürleştirmesini istemiyorlardı. Nazi barbarlığına karşı en büyük bedeli ödeyenlerin Kızıl Ordu ve SSCB halkları olduğu unutulmamalıdır. Batılı müttefikler Fransa’da ikinci cephe açılması görevlerini sözlerine sadık kalarak 1942’de gerçekleştirmiş olsalardı, 20 milyonu aşan Sovyet kaybı daha az olabilirdi. Komintern’in dağıtıldığı dönemde, dünyadaki koşullar kısaca böyleydi. ✒ rimleri merkezden habersiz ve bağımsız hareket eder duruma geliyordu. Bu savaş şartlarında varlığı biçimsel hale gelen Komintern’i ayakta tutmaya çalışmak, faşizme karşı mücadelenin güçlendirilmesini ve desteklenmesini gerektiren mevcut göreve hizmet etmeyen bir edim olacaktı. Savaş döneminde her komünist parti, çalışmalarını ulusal alandaki somut gerçeklikten hareket ederek yürütmek zorunda idi. Komünist partileri, her ülkedeki antifaşist özgürlük mücadelesinde yer aldılar ve birçoğunda başı çektiler. Komünist Partilerin antifaşist özgürlük mücadelesinde böyle bir konumda yer almaları, Komünist Enternasyonal’in 1935’teki son kongresi sırasında yapılan hazırlıkların sonucudur. KEYK, VII. Kongre tarafından kendine verilen merkezi yönlendirme görevini, savaş şartlarında tam anlamıyla yerine getiremez duruma gelmiş; burjuvazinin açık faşist olmayan kesiminin Komintern’in varlığını, Anti Hitler koalisyonunun kuruluşunu engellemede gerekçe olarak kullanma durumu ortaya çıkmıştı. Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırması, faşist Almanya’ya karşı anavatanın savunulmasını ön plana geçti. Artık esas sorun sosyalist anavatanın savunulması mücadelesi idi. Naziler tüm savaş makinaları ile Sovyetler Birliği’ne yüklenmişlerdi. 1942’de 240 Alman tümeninin 179’u SSCB’ye karşı Doğu Cephesinde savaşıyordu. Bunlara, İngiltere ve ABD ile diplomatik ilişkilerini muhafaza eden ve resmi olarak savaşa girmeyen Franco’nun İspanya’sına mensup tümenlerin de aralarında bulunduğu Nazi Almanya’sı ile müttefik ülkelerin birliklerini de eklemek gerekir. SSCB’ye karşı savaşan toplam 240 tümen vardı. SSCB, İngiltere ve ABD ile anti-Hitler koalisyonu oluşturmak için uğraşıyordu. Görünürde antiHitler koalisyonu oluşturulmuştu ama müttefikler Nazilere karşı ikinci bir cephenin açılmasına andaki durumda yanaşmıyorlardı. SSCB bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu. Naziler, Bolşeviklerin işini çabuk bitireceklerini düşünmüşlerdi! Kızıl Ordu’nun kazandığı zaferler, Nazileri şaşırtmakla kalmadı, SSCB’nin antifaşist cephedeki emperyalist müttefiklerini de hazırlıksız yakaladı. Müttefik emperyalistler, SSCB’nin muhtemel bir zaferinin olası sonuçları üzerine endişeye kapıldılar. Nazi Almanya’sı da aynı anda iki cephede birden savaşamayacağını anlamıştı. Bu yüzden İngiliz ve Amerikalılarla bir anlaşmaya varmak için uğraşıyorlardı. Kızıl Ordu’nun saldırısı gelişip büyüdü- Komintern’in dağıtılmasına giden süreç Komintern’in dağıtılması dönemin koşulları ve İkinci Dünya Savaşından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır. Komintern 1919’da, komünist partilerin güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasındaki ilişkilerin olmadığı ve işçi hareketinin sosyalizmden ayrı bir kulvarda hareket ettiği bir dönemde kurulmuştu. Komünist Enternasyonal’in kurulmasının ertesinde, değişik ülkelerin işçileri arasında ilişkiler kuruldu. Dünya Komünist Hareketi tek merkezden yönetilmeye başlandı. İşçi hareketinin teorik sorunları ortaya konuldu. Komünizmin propagandası ve ajitasyonu için genel normlar belirlendi. Komünist partilerin, işçilerin kitlesel partileri haline dönüştürülmesi için genel koşullar yaratıldı. Komintern VII. Kongrede anti-faşist cephe taktiğini ortaya koymuştu. Komintern’in anti-faşist cephe taktiği bütün Komintern seksiyonlarına yol gösteriyordu. Anti-faşist cephe siyaseti sosyal-demokrat işçilerin büyük bir bölümü arasında da olumlu karşılanıyordu. Komintern’in katettiği yol ve başarılar- 43 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası dan emperyalist burjuvazi rahatsız oluyordu. 1935’te yapılan Komintern’in VII. Kongresi, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin genel yönlendirmelerinin yerel hareketin gelişimini engellememesi için, Yürütme Komitesi’nin ulusal durumların somut gerçekliklerini yakından tanıması gereğinin altını çizmişti. Kongre bu planı hayata geçirmek için bir dizi karar aldı: - Büyük coğrafi bölgelerden sorumlu komisyonların hazırlanması; - Her merkez komitesi nezdinde danışmanların yer alması; - Yürütme Komitesi’nin daha sık ve daha düzenli toplanması; - Daha büyük sayıda ülkenin ve partinin temsil edilebilmesi için, Komite’nin üye sayısının artırılması; - Kendi ülkelerindeki durumun tahlili için, komünist partilerden kadrolarını Yürütme Komitesi’ne göndermeleri talebi. ABD Komünist Partisi’nin sorusu ve KEYK’in tavrı 44 ABD’de 17 Ekim 1940’da Roosevelt tarafından bir yasa yürürlüğe sokuldu. Bu yasaya göre; Amerikalı örgütlerin her türlü uluslararası bağlantıya geçmesi yasaklanıyordu. ABD Komünist Partisi, Komünist Enternasyonal’e üye olduğu için kapatılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O dönemde partinin genel sekreteri Earl Russell Browder hapisteydi. 1940 Ocağında “pasaport sahteciliğinden” dört yıl hapis cezası almıştı. Earl Russell Browder KEYK’ye (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi) ABD Komünist Partisinin kapatılmasını engellemek için Komünist Enternasyonal üyeliğinden ayrılmasının uygun olup olmayacağını sordu. KEYK’e iletilen bu talep hakkında Dimitrov günlüklerinde şöyle yazıyor: “16 Kasım 1940. Amerikan KP’nin olağanüstü kongresiyle ilgili olarak yönelttiği soruyu görüşmek için Erkoli, Marti ve Gotvald yanımdalar. Şu cevabı vermeyi kararlaştırdık: ‘Eğer (örgütünüzün Kominterne)aidiyeti konusunda karar verilmesi kesin zorunluluk ise, bu durumda, söz konusu kararda, legal olarak çalışmak için, yasal olanakları korumak amacıyla geçici olarak KE ile biçimsel bağlarını kesmek zorunda kaldığı bugünkü dönemde de parti, Marksizm-Leninizme, proletarya enternasyonalizmine bağlılığını vurgulamak durumundadır.” (Georgi Dimitrov, Günlük-2, Tüstav Yayınları, s. 35, Birinci Basım, Ekim 2004 İstanbul) Dimitrov Nisan 1941’de KEYK yöneticileri ile Stalin arasında geçen diyaloğu şöyle aktarıyor: “20 Nisan 1941. (…) Y[osif] V[isarionoviç] şöyle dedi: D[imitrov]’un oradan, Komintern’den partiler ayrılıyor (Amerikan Komünist Partisini ima ediyordu). Bu kötü değil. Tam tersine, komünist partileri tamamen bağımsız olmalı, KE’in şubeleri durumunda olmamalı. Onlar, değişik adlar altında –işçi partisi, Marksist parti vb. adlar altında ulusal komünist partileri haline gelmelidirler. İsimler önemli değildir. Önemli olan kendi halklarnın arasına girmeleri ve kendilerine özgü görevler üzerinde yoğunlaşmalarıdır. Onlar komünist programlara sahip olmalı, Marksist analize dayanmalı, boyuna Moskova’ya bakmamalı, her ülkedeki somut sorunlarını kendileri çözmelidir. Değişik ülkelerde durum ve görevler ise tamamen farklıdır. İngiltere’de başka, Almanya’da başkadır vb. Komünist partileri böylece güçlendiğinde, işte o zaman uluslararası örgütleri yeniden kurulsun. Enternasyonal, Marks’ın zamanında uzak olmayan dünya devrimi beklenirken kuruldu. Komintern, Lenin’in zamanında, yine böyle bir dönemde kuruldu. Şimdi ise her ülke için ulusal görevler ön plana çıkıyor. Oysa, komünist partilerinin KE Yürütme Kurulu’nun emrinde, uluslararası örgütün birer şubesi durumunda olmaları, buna engel oluyor. Dün olanlara tutulup kalmayın. Oluşan yeni koşulları titizlikle gözönünde tutun... Kurumsal çıkarlar (KE) açısından bu hoşa gitmeyebilir. Ama, çözümleyici olan, bu çıkarlar değildir! Bugünkü koşullarda komünist partilerinin Komintern’e bağlı olmaları, burjuvazinin onlara karşı kovuşturulmalarını, onları kendi ülkelerinde yığınlardan yalıtlama planlarını kolaylaştırıyor, komünist partilerine ise, bağımsız bir şekilde gelişmeleri ve sorunlarını birer ulusal parti olarak çözmelerinde engel oluyor... KE’in en yakın zamandan itibaren varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği sorunu ve dünya savaşı koşullarında uluslararası bağların, uluslararası çalışmaların yeni biçimleri sorunu, ivedilikle ve açıkca ortadadır. (age. s. 72-73) ABD Komünist Partisinin önerisi üzerine, Dimitrov KEYK ile bir toplantı yapar. Bu toplantı hakkında günlüklerde yazılanlar şöyle: “21 Nisan 1941. Komünist partilerinin, yönetim mercii olarak kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 2)Bu adım çok ciddi ve ardıcıl olmalıdır. Geri kalan herşey eskisi gibi olacakmış da, yalnız giysi değişecekmiş, yani KEYK kapatılacak, ama uluslararası direktif merkezi aslında devam edecekmiş gibi hareket edilmemeli. 3) Bu değişikliğin kimin girişimiyle yapılacağı sorunu son derece önemlidir: Yönetimin kendi girişimiyle mi, yoksa birçok partinin önerisi üzerine mi? Anlaşılan, sonuncusu daha uygun. 4) Bu iş o kadar acil değil-acele edilmemeli, ama ciddiyetle görüşülüp hazırlanmalıdır. Üç sorunun görüşülmesi zorunlu: İlkesel olarak gerekçe ne olmalı; Karar kimin girişimi üzerine alınmalı; KE’in mirası-bundan böyle ne olmalı? 5) Bu adımın atılmasından komünist hareket her durumda yararlı çıkacaktır: a) Bütün Komintern karşıtı paktların zemini birden yok olacaktır; b) Burjuvazinin en önemli kozu, komünistlerin yabancı bir merkeze bağlı oldukları, yani “hain” oldukları iddiası çürütülmüş olacaktır; c) Her ülkede komünist partileri bağımsızlığını güçlendirecek ve ülkelerinin gerçek halk partileri durumuna gelecektir; ç) Partiye girerlerse, halklarından uzaklaşacaklarını sanarak üyeliği göze alamayan aktif işçilerin de komünist partisine girmeleri kolaylaşacaktır. (age. s. 80-81)” Dimitrov’un aktardığına göre, ABD Komünist Partisi’nin Komintern üyeliğinden ayrılma talebi üzerine, 16 Kasım 1940’da görüşülmeye, konuşulmaya başlanmıştır. En son günlüklerde aktarıldığına göre; SBKP MK üyesi Jdanov’un yanında, yapılan toplantıda veya konuşmalarda Komintern’in dağıtılması konusunda fikir birliği var. Jdanov’un yanında, yapılan görüşme, Nazilerin SSCB’ye saldırısından altı hafta öncesine tekabül ediyor. ✒ KEYK’nun çalışmalarına en yakın zamanda son verme, her komünist partisine tam bağımsızlık tanıma, herbirinin kendi ülkesinde komünist programı kılavuz edinerek, ancak sorunlarını kendi ülkelerindeki koşullara göre kendi yöntemleriyle çözüp, aldıkları kararların ve yürüttükleri eylemlerin sorumluluğunu da kendileri taşıyan gerçekten ulusal parti olma sorunlarını, Erkoli, Moris[Torez]’in önüne koyup tartışmaya sundum. KEYK’nun yerine, komünist partilerinin enformasyon, ideolojik ve politik yardım organı kurulsun görüşünü de bu kapsama aldım. Her ikisi de, soruna böyle yaklaşılmasını genel hatlarıyla doğru ve uluslararası işçi hareketinin... bugünkü durumuna tamamen uygun buldu.” (age. s. 73) Daha sonra Dimitrov Manuilski ve Jdanov’la ABD Komünist Partisinin önerisi üzerine konuşur. Bu konuşma ile ilgili günlüklerde anlatılanlar şöyle: “12 Mayıs 1941. “-MK’nde (Jdanov’un yanında) Komintern konusunu görüştük. 1) Kararın gerekçeleri ilkeli olmalı. Çünkü, bu adımın niçin atıldığını dış ülkelerde olduğu gibi, bizim Sovyet komünistlerine de ciddi bir şekilde anlatmak gerekecek. Büyük bir tarihe sahip bir Komintern vardı ve birden uluslararası birlik merkezi olarak varlığına ve faaliyetlerine son veriliyor. Kararda düşmanın olası darbeleri, örneğin, bunun bir manevra olduğu ya da komünistlerin enternasyonalizminden ve uluslararası proletarya devriminden vazgeçmekte oldukları iddiaları öngürülmelidir. Bizim gerekçelerimiz öyle olmalı ki, matem havası ve şaşkınlık yaratmamalı, tersine, komünist partilerinde yükselişe neden olmalıdır. Şunu belirtmek gerekir ki, bugünkü aşamada önemli olan değişik ülkelerde hareketin uluslararası bir merkezden yönlendirilmesi değil, ama her ülkede ağırlığın, bu ülkedeki harekete ve yönetime verilmesi, kendi ülkelerinde işçi sınıfını yönetebilecek, stratejilerini, taktik ve örgütlenmelerini belirleyebilecek, işçi hareketinin sorumluluğunu taşıyabilecek ve tamamıyla kendi gücüne ve yeteneklerine güvenebilecek komünist partilerin bağımsızlığının güçlendirilmesidir. (…) Şunu açıkça göstermek gerekir ki, KEYK’in faaliyetlerine son vermek, uluslararası proleter dayanışmadan vazgeçmek anlamına gelmiyor. Tersine, onun ifade biçimleri ve yöntemleri değişiyor. Uluslararası işçi hareketi için bugünkü aşamada daha uygun biçim ve yöntemlere geçiliyor. Komintern’in dağıtılması Nazilerin SSCB’ye saldırmasından 11 ay sonra, Dimitrov, günlüklerinde Mayıs 1943‘te Komintern’in dağıtılması konusunda şöyle diyor: “8 Mayıs 1943. Gece Manulski’yle birlikte Molotov ailesinde.. Komintern’in geleceğini konuştuk. Komünist partileri içi bir yönetim merkezi olarak Komintern’in oluşmuş bulunan koşullarda komünist partilerinin bağımsızca gelişmeleri ve özgül sorunlarını çözmeleri önünde bir engel oluşturduğu görüşüne vardık. Bu merkezin dağı- 45 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 46 tılması için bir belge hazırlanmalı.” (age. s. 288) Manulski ve Dimitrov, Komintern’in dağıtılması için KEYK Prezidyumu karar tasarısına son şeklini verirler. Tasarı Stalin’e gönderilir. Stalin, hazırlanan tasarıyı onaylar. Kararın nasıl alınacağı üzerine tartışılır. Varılan ortak görüşe göre; Komintern’in dağıtılması ile ilgili karar tasarısı, KEYK Prezidyumu’nda tartışıldıktan sonra, Komintern Seksiyonlarına gönderilecek ve seksiyonların onayı alındıktan sonra, karar tasarısı yayınlanacaktır. 13 Mayıs 1943’te, KEYK Prezidyumu’nun kapalı oturumu yapılır. Oturuma KEYK Prezidyumu üyeleri ve partilerin temsilcileri katılır. Önerilen Komintern’i dağıtma tasarısı oybirliği ile kabul edilir. Karar tasarısı üzerinde, değişiklikler vb. yapmak amacıyla 17 Mayıs’a kadar süre tanınır. Stalin, kapalı oturumdan önce Dimitrov’a bir not gönderir. Notta şunlar söylenir: “1. Bu işte acele etmeyin. Tasarıyı tartışmaya sunun, KEYK Prezidyumu üyelerine iki-üç gün düşünme ve düzeltmeler yapma olanağı tanıyın. Kendisinin de kimi düzeltmeleri olacakmış. 2. Tasarı şimdilik yurt dışına gönderilmesin. Kararı sonra vereceğiz. 3. Yabancı yönetici yoldaşları adeta kovuyormuşuz izlenimi yaratılmamalı. Adamlar gazetelerde çalışacaklar. Dört gazete (Almanca, Romence, İtalyanca ve Macarca) çıkartılmalı, ayrıca Almanların vb. ayrı ayrı anti-faşist komiteleri kurulabilir.” (age. s. 289) 17 Mayıs 1943’te KEYK Prezidyumu kapalı oturumu yapılır. Karar tasarısı üzerinde, içerikle ilgili olmayan düzeltmeler yapılır. Karar tasarısını redakte etmek için bir komisyon kurulur. Karar tasarısı, SSCB’de bulunan Prezidyum üyelerinin imzasıyla yayınlanma kararı alınır. Bu oturumun protokolü, redaksiyon komitesinin protokolü ve değiştirilecek yerlerin işaret edildiği karar tasarısı Stalin’e gönderilir. Stalin, ek önerilerini ve çıkartılması gerekenleri Dimitrov’a söyler. Stalin, Komintern’in dağıtılması sorununun “savaş sırasında birçok seksiyon tarafından ortaya konduğu”nun mutlaka tasarıya eklenmesini önerir. Ayrıca karar yayınlanmadan önce tüm seksiyonlara bildirilmesi uygun bulunur. Komintern’in dağıtılması ile ilgili karar tasarısı 22 Mayıs 1943’te Pravda’da yayınlanır. 15 Mayıs 1943’te, KEYK Başkanlığı, tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile “aynı zamanda şimdiki savaşın akışı boyunca bir dizi seksiyonun, uluslararası işçi hareketinin yönetici merkezi niteliğindeki Komünist Enternasyonal’in dağıtılması sorununu gündeme getirmesi olgusunu göz önünde tutarak” ( “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sayfa 284, Birinci Baskı, Ekim 1979) Komintern’in dağıtılması önerisini partilerin tartışmasına sundu. Savaş içinde kongre toplama imkânı olmadığından, KEYK Başkanlığı’nın dağıtma önerisi, tek tek seksiyonların onayına sunuldu. Onaya sunulan karar tasarısı ve bunun KEYK Başkanlığı tarafından gerekçelendirilmesinin tam metni şöyledir: DAĞITILMA KARARI METNİ: “1919 yılında, savaş öncesi dönemin eski işçi partilerinin ezici çoğunluğunun siyasal çöküşleri sonucunda oluşan Komünist Enternasyonal’in oynadığı tarihi rol, Marksist öğretinin işçi hareketinin oportünist öğelerince törpülenme ve çarpıtılmasına karşı savunulması; bir dizi ülkede ileri işçilerin öncülerinin gerçek işçi partileri içinde toplanmasının teşvik olunması; ekonomik ve siyasal çıkarlarını savunmaları, faşizme ve onun hazırladığı savaşa karşı mücadele etmeleri ve faşizme karşı temel dayanak olan Sovyetler Birliği’ni desteklemeleri için yığınları harekete geçirmede bu partilere yardım edilmesiydi. Komünist Enternasyonal, Hitlercilerin savaş hazırlama aracı olarak kullandıkları “anti-Komintern Paktı”nın gerçek anlamını zamanında açığa çıkardı. Savaştan önce, yorulmak bilmeden, Hitlercilerin başka devletler içinde sürdürdükleri ve sözde Komünist Enternasyonal’in bu devletlerin içişlerine karışması üzerine yaygara çıkararak maskelemeye çalıştıkları fesatçılıklarını teşhir etti. Savaştan uzun zaman önce, tek tek ülkelerin gerek iç gerekse uluslararası durumlarının karmaşıklaşması sonucunda, her ülkenin işçi hareketinin görevlerinin herhangi bir uluslararası merkez tarafından yerine getirilme çabasının aşılmaz güçlüklerle karşılaşacağı gitgide daha açıkça ortaya çıkıyordu. Dünyadaki ayrı ayrı ülkelerin tarihi gelişim yollarının bu farklılığı, toplumsal yapılarının farklı, evet hattâ karşıt niteliklerde olması, toplumsal ve siyasal gelişimlerinin düzey temposundaki farklılık, nihayet işçilerin bilinçlilik ve örgütlülük derecesindeki farklılık, aynı zamanda, her ülkenin işçi sınıfının önünde değişik görevlerin bulunmasına yol açıyor. Geçen çeyrek yüzyıl içinde olayların bütün akışı ve Komünist Enternasyonal’in yaşadığı deney gösterdi ki, Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresince işçileri biraraya kavganın doğrusu / doğrunun kavgası çimde başkaldırıya ve harekete geçirilmesi, kendi devletleri çerçevesinde çok daha iyi ve çok daha verimli olmaktadır. Gerek uluslararası durumda gerekse işçi hareketi içinde meydana gelen değişiklikleri gözönüne alan ve Komünist Enternasyonal’in seksiyonlarından büyük bir hareketlilik ve bağımsızlık isteyen, Komünist Enternasyonal’in 1935 yılındaki Yedinci Kongresi, daha o zaman, Komünist Enternasyonal Yürütmesi’nin, işçi hareketinin bütün sorunları üzerine karar alırken “her ülkenin somut koşul ve özelliklerinden yola çıkması ve kural olarak, komünist partilerin örgütsel içişlerine doğrudan müdahale etmekten kaçınması gerektiğini” vurgulamıştı. Komünist Enternasyonal, Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’nin Kasım 1940’da aldığı Komünist Ente r na syonal saflarından ayrılma kararını dikkate alır ve onaylarken, bu görüşlerden yola çıkmıştı. MarksizmLeninizmin kurucularının öğretilerine göre davranan komünistler, hiç bir zaman gününü doldurmuş örgütsel biçimlerin ayakta tutulmasından yana olmadılar; işçi hareketinin örgüt biçimlerini ve bu örgütlerin çalışma yöntemlerini her zaman, bütün işçi hareketinin temel siyasal çıkarlarına, somutta varolan tarihi durumun özelliklerine ve doğrudan doğruya bu durumun doğurduğu görevlere tâbi kıldılar. İleri işçileri Uluslararası Emekçiler Birliği saflarında toplayan ve Birinci Enternasyonal’in bu tarihi görevinin –Avrupa ve Amerika ülkelerinde işçi partilerinin gelişmesi için gerekli temeli yaratmak– yerine getirilmesinden sonra, ulusal, kitlesel işçi partilerinin yaratılması zorunluluğunun dayatısı sonucunda, bu örgütlenme biçimi zorunluluklara karşılık düşmediği için Birinci Enternasyonal’i dağıtmaya yönelen büyük Marx’ın ortaya koyduğu örnek komünistlerce hatırlanmaktadır. Belirtilen görüşlerden hareketle, tek tek ülkelerdeki ✒ getirmek için seçilen ve işçi hareketinin yeniden doğuşunun başlangıç döneminin gereklerine uygun düşen örgütlenme biçimi, işçi hareketinin tek tek ülkelerdeki büyümesi ve onların görevlerinin karmaşıklaşması ile birlikte gitgide eskidi, evet hattâ ulusal işçi partilerinin daha fazla güçlenmesinin önünde bir engel haline geldi. Hitlercilerin yol açtığı Dünya Savaşı ayrı ayrı ülkelerin durumlarındaki farklılıkları daha da keskinleştirdi, Hitler tiranlığının taşıyıcısı olmuş ülkelerle, kudretli anti-Hitler koalisyonu içinde içiçe geçen özgürlüksever ülkeler arasında derin bir uçurum yarattı. Hitler bloku ülkelerinde işçilerin, emekçilerin ve bütün dürüst insanların ana görevi, Hitler’in savaş makinesini içten kemirerek bu blokun yenilmesi için her yönden çaba harcamak, savaş suçlusu hükümetlerin devrilmesine çalışmak iken, anti-Hitler koalisyonu ülkelerinde geniş halk yığınlarının ve herşeyden önce ileri işçilerin kutsal görevi, Hitler blokunu en hızlı bir biçimde ezmek ve ulusların eşit haklar temeli üzerinde ortak çalışmasını güven altına almak için bu hükümetlerin savaş çabalarını her yönden desteklemektir. Bu arada, anti-Hitler koalisyonuna dâhil olan tek tek ülkelerin özel görevleri bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Örneğin Hitlercilerle istila edilmiş ve devlet olarak bağımsızlıkları ellerinden alınmış ülkelerde ileri işçilerin ve geniş halk yığınlarının ana görevi, Hitler Almanyası’na karşı ulusal kurtuluş savaşına doğru gelişecek olan silahlı mücadelenin ilerletilmesidir. Özgürlüksever ülkelerin Hitler tiranlığına karşı kurtuluş savaşları, aynı zamanda parti ve din aidiyetlerine bakmaksızın güçlü anti-Hitler koalisyonunun saflarında toplanan en geniş halk yığınlarını da seferber etti ve açıkça gösterdi ki, düşmana karşı en kısa zamanda zafer kazanmak için her tekil ülkenin işçi hareketinin öncüsü tarafından, yığınların bütün ulusu kapsar bi- 8 Haziran 1943’de, Komintern’in dağı- tıldığı resmen açıklandığında, bütün dünyada antifaşist mücadelede en ön saflarda mücadele eden önemli bölümü kit- lesel komünist partileri vardır. Bu partilerin elinde Komintern’in Yedinci Kongresi’nde formüle edilmiş doğru bir antifaşist mücadele çizgisi vardır. 47 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası komünist partilerin büyümesini ve onların ve yönetici kadrolarının siyasal olgunluğunu dikkate alarak, aynı zamanda şimdiki savaşın akışı boyunca bir dizi seksiyonun, uluslararası işçi hareketinin yönetici merkezi niteliğindeki Komünist Enternasyonal’in dağıtılması sorununu gündeme getirmesi olgusunu gözönünde tutarak, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu –Dünya Savaşı koşullarında Komünist Enternasyonal Kongresi’ni toplama imkânı bulunmadığından– Komünist Enternasyonal seksiyonlarının aşağıdaki önerisini onaya sunma hakkını kendinde bulmaktadır: Uluslararası işçi hareketinin yönetici merkezi olarak Komünist Enternasyonal’in dağıtılması ve Komünist Enternasyonal seksiyonlarının Komünist Enternasyonal tüzüğü ve kongre kararlarından doğan yükümlülüklere bağlanması (Doğru tercümesi: “yükümlülüklerden azat edilmesi!” BN). Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, Komünist Enternasyonal’in bütün taraftarlarını, emekçilerin can düşmanının –Alman faşizmi, müttefikleri ve vasalleri– en kısa sürede ezilmesi için, bütün güçlerini anti-Hitler koalisyonuna dâhil ulus ve devletlerin kurtuluş savaşını her yönden desteklemek ve bu savaşa aktif olarak katılmakta yoğunlaştırmaya çağırır. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu üyeleri: Dimitrov, Ercoli (Togliatti), Florin, Gottwald, Kolarov, Kopling, Kuusinen, Manuilski, Marty, Pieck, Jdanow, Thorez. Bu karara aşağıdaki komünist partilerin temsilcileri uyacaklarını bildirmişlerdir: Bianco (İtalya), Dolores İbarruri (İspanya), Lehtinen (Finlandiya), Pauker (Romanya) Rakosi (Macaristan). 15 Mayıs 1943.” (Bkz. “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sayfa 282-285, Birinci Baskı, Ekim 1979) Dünya Komünsit Hareketinin ortak kararı 48 Hiçbir seksiyon Komintern’in dağıtılma önerisine karşı çıkmadı. Komintern’in 31 seksiyonu Komintern’in dağıtılma önerisini onayladı. Kalan seksiyonlar ise görüşlerini savaş koşulları yüzünden bildirmeyi başaramadılar. Komintern’in dağıtılması tepeden alınmış bir karar değil, kararlarını bildirecek durumda olan bütün seksiyonların onayı ile kolektif olarak alınmış demokratik bir karardır. Stalin Reuter Ajansı muhabirinin sorularına 28 Mayıs 1943’de verdiği cevapta, bu dağıtılma kararının doğru ve zamanında olduğunu, çünkü bu kararın Hitlerizme karşı genel saldırıyı örgütlemeyi kolaylaştıracağını savunmaktadır. Reuter muhabirinin sorduğu soru ve Stalin’in mektupla verdiği yanıtı şöyledir: “Bay King, Komünist Enternasyonal’in feshedilmesiyle ilgili bir soruyu yanıtlamamı istemişsiniz. Yanıtımı gönderiyorum. Soru: ‘Komintern’in tasfiyesi üzerine İngiliz yorumları son derece olumluydu. Bu soruna ilişkin ve bu durumun gelecekte uluslararası ilişkilere yapacağı etkiler hakkında Sovyetlerin bakış açısı nedir?’ Yanıt: Komünist Enternasyonal’in feshedilmesi, ortak düşman Hitler faşizmine karşı özgürlük yanlısı bütün ulusların ortak saldırısının örgütlenmesini kolaylaştırdığı için doğru ve zamana uygundur. Komünist Enternasyonal’in feshedilmesi doğrudur, çünkü Böylece Hitlercilerin ‘Moskova’nın öteki devletlerin içişlerine karışmayı ve onları ‘bolşevikleştirmeyi’ amaçladığı yalanı boşa çıkıyor. Bu yalana artık son verilmiştir. b- Böylece işçi sınıfı içerisinde komünizme karşı olanlarca yaygınlaştırılan, çeşitli ülkelerin Komünist Partilerinin, kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan aldıkları emirle hareket ettikleri yönündeki iftira teşhir ediliyor. Bu iftiraya artık bir son verilmiştir. Böylece, özgürlük yanlısı ülkelerin yurtseverlerinin, ülkelerinin bütün ilerici güçlerini –parti üyeliklerinden ve dini inançlarından bağımsız olarak–, faşizme karşı mücadelenin geliştirilmesi amacıyla birleşik ulusal özgürlük kampında toplama çalışmaları kolaylaşıyor. d- Böylece, bütün ülkelerin yurtseverlerinin, Hitler faşizminin dünya egemenliği kurması tehlikesine karşı mücadele için, bütün özgürlük yanlısı ülkeleri birleşik uluslararası kampta biraraya getirme çalışmalarını kolaylaştırıyor ve gelecekte eşitlik temelinde kurulacak halkların dostluk birliğinin örgütlenmesinin yolunu açıyor. Öyle inanıyorum ki, bütün bunlar, müttefiklerin ve öteki birleşmiş ulusların birleşik cephesini Hitler zorbalığına karşı mücadelede daha da sağlamlaştıracaktır. Ben, faşist canavarın son güçlerini harcadığı şu anda, bu canavarın işini bitirmek ve halkları faşist bo- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası tanya, Macaristan, Almanya, İrlanda, İspanya, İtalya, Kanada Komünist Partileri; Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi; Çin ve Kolombiya Komünist Partileri; Küba Devrimci Komünist Birliği; Meksika Komünist Partisi; Polonya İşçi Partisi; Romanya, Suriye, Sovyetler Birliği, Uruguay, Finlandiya, Fransa, Çekoslovakya, Şili, İsviçre, İsveç, Yugoslavya, Güney Afrika Birliği Komünist Partileri ve (bir seksiyonun tüm haklarına sahip olarak Komünist Enternasyonal’in içine alınan) Komünist Gençlik Enternasyonali. Komünist Enternasyonal’in var olan seksiyonlarından hiçbiri Yürütme Komitesi Prezidyumu’nun önerisine itiraz etmemiştir. Bütün bunları dikkate alan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu bildirir: Komünist Enternasyonal’in dağıtılması önerisi, bütün en önemli seksiyonlar dahil, kararlarını gönderebilen bütün seksiyonlar tarafından oybirliğiyle onaylanmıştır. 10 Haziran 1943’ten başlayarak, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, Yürütme Komitesi Prezidyumu ve Sekretaryası gibi, Uluslararası Denetleme Komisyonu’nun da, dağıtılmış olduğunu göz önünde tutar. Dimitrov (başkan), Manuilsky, Ercoli ve Pieck’ten oluşan bir komiteye Komünist Enternasyonal’in organlarına, aygıtına ve mülküne ilişkin işlerin sonuçlandırılmasını yürütme sorumluluğunu verir.” (imza) KEYK Prezidyumu adına: Dimitrov. Dimitrov günlüklerinde Komintern’in dağıtılma sürecini geniş olarak anlatmaktadır. Her taşın altında Stalin’i arama hastalığına kapılanlar, Komintern’in dağıtılmasının „Stalin’in emri“ ile olduğunu söyleyip durdular. Komintern burjuva tarih yazıcılarının iddia ettiği gibi, Stalin’in dağıttığı bir örgüt değildir. Komintern’in dağıtılması kararı dünya komünist ha­ reketinin birlikte aldığı bir karardır. Stalin bu dağıtma kararını doğru bulmakta ve savunmaktadır. Fakat kararın onun tarafından alındığı vs. burjuvazinin yalanıdır. 8 Haziran 1943’de, Komintern’in dağıtıldığı resmen açıklandığında, bütün dünyada antifaşist mücadelede en ön saflarda mücadele eden önemli bölümü kitlesel komünist partileri vardır. Bu partilerin elinde Komintern’in Yedinci Kongresi’nde formüle edilmiş doğru bir antifaşist mücadele çizgisi vardır. Yedinci Kongre’nin hemen ertesinden başlayarak partiler yetkinleşmiş görüldüğünden merkezi enternasyonal yönetim zaten önemli ölçüde koordinasyonla sınırlı ✒ yunduruktan kurtarmak için, bütün özgürlük yanlısı halkların ortak saldırısını örgütlemek zorunlu olduğundan, Komünist Enternasyonal’in feshedilmesinin son derece zamana uygun olduğu düşüncesindeyim. Saygılarımla J. Stalin 28 Mayıs 1943” (Stalin, Eserler Cilt 14, sayfa 347-348, İnter Yayınları, İstanbul, 1993) Burada çok açık olarak Stalin’in Komintern’in dağıtılmasını, anti-Hitler koalisyonunu kolaylaştıracak taktik bir karar olarak savunmaktadır. Devam edelim, Dimitrov günlüklerinde şöyle yazıyor: “8 Haziran 1943. KEYK Prezidyumu’nun son oturumunu gerçekleştirdim: Komintern’i dağıtma önerisinin (mevcut olan ve kararlarını bildirme olanağı bulunan) tüm seksiyonlar tarafından oybirliği ile onaylandığını ve bu öneriye karşı hiçbir seksiyondan tek itiraz gelmediğini tespit ettik. Komünist Enternasyonal’in, Prezidyum’un, Sekreterlik’in ve Enternasyonal Denetim Komisyonu’nun kapatıldığını ilan ettik. KE’in işlerini, organlarını, araç ve mülklerini fiilen ortadan kaldırmayı gerçekleştirecek bir komisyon atadık: Dimitrov (Başkan), Manulski, Pik, Erkoli ve İvedi Ekonomik İşler Dairesi Başkanı, Suharev (Sekreter). Basında, bu anlamda bir bildirge yayınlanmalıdır.” (age. s. 299) 8 Haziran 1943’te KEYK Prezidyumu’nun son toplantısı yapılır ve Komintern’in dağıtılması kararı ile ilgili bildirge hazırlanır. Dimitrov, Komintern’in dağıtılması hakkında hazırlanan bildirgeye son şeklini verir ve 10 Haziran’da yayınlanması için Pravda’ya gönderir. Pravda gazetesi, KEYK Prezidyumu’nun 8 Haziran 1943 tarihli kararıyla ilgili bildirgeyi yayınlar. Komünist Enternasyonal’in dağıtılması üzerine KEYK Prezidyumu açıklaması şöyledir: “Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, 8 Haziran 1943’te yaptığı son toplantısında, Komünist Enternasyonal’in dağıtılması üzerine 15 Mayıs 1943 tarihli önerilerine ilişkin olarak seksiyonlarından gelen kararları göz önünde tuttu ve aşağıdaki kararı aldı: Komünist Enternasyonalin dağıtılması önerisi aşağıdakiler tarafından onaylanmıştır: Avusturalya, Avusturya, Arjantin, Belçika, Bulgaristan, Büyük Bri- 49 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50 bir yönetim haline gelmiştir. Savaş içinde de bu da iyice sınırlanmıştır. Merkezle, tek tek partiler arasındaki bağlar zorunlu olarak zayıflamıştır.1943’e gelindiğinde zaten her parti çizgiyi kendi inisiyatifi ile ve kendi sorumluluğunda uygulamak durumundadır. Fakat resmen bir merkezin varlığı, hem tek tek partilerin attığı her adımın sorumluluğunu bu merkezin de taşıması durumunu doğurmakta; hem de Stalin’in belirttiği gibi burjuvazi tarafından da tek tek ülkelerde anti-Hitler koalisyonunun sabote edilmesinde kullanılmaktadır. Komintern’in resmen dağıtılması kararı işte bu ortamda alınmış bir karardır. Komünist Enternasyonal üyesi partilerin bir bölümünün (örneğin Fransa Komünist Partisi’nin) şimdi Komünist Enternasyonal Merkezi’nin denetiminden formel ve resmen de “kurtulmaları”, kuşkusuz sağ hatalarını geliştirmeleri için daha uygun bir ortam yaratmıştır. Fakat uluslararası komünist harekette özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında iyice gelişen revizyonizmin Komünist Enternasyonal dağıtılmasa idi, engellenebilir olacağı; Komünist Enternasyonal’in dağıtılmasının revizyonizmin gelişmesinde belirleyici bir rol oynadığı vb. söylenemez. Komintern’in dağıtılması hakkında Jdanov Eylül sonu 1947’de kurulan Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu raporda, Komintern’in neden dağıtıldığı sorunu hakkında şöyle der: “Komintern’in dağıtılması, işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı. Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin içişlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği iddalarına kesin olarak son verdi. Komintern, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra; komünist partilerin henüz güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasında ilişkilerin olmadığı ve komünist partilerin, işçi hareketinin genel kabul gören önderlerinden yoksun bulunduğu bir dönemde kurulmuştu. Komintern’in başarıları; değişik ülkelerin emekçileri arasında ilişkiler kurup sağlamlaştırmasında, işçi hareketinin teorik sorunlarını savaş sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı ilişkilerin ışığında çözmesinde, komünist düşüncenin propagandası ve ajitasyonu için geçerli olan genel normların belirlemesinde ve işçi hareketinin önderlerinin yetiştirilmesini kolaylaştırmasında yatmaktadır. Böylece genç komünist partilerin, işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesi için gerekli koşullar yaratıldı. Ancak genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesi ile birlikte, bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in, bu gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi başgösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu dayattı.(abç)” (Çeviri belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 85, Haziran 1997, s. 95) Görüldüğü gibi Jdanov, Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu raporda, Komintern’in neden dağıtıldığı sorusuna cevap vermektedir. Komintern tipi bir örgütlenme, Uluslararası Komünist Hareketin tek örgütsel biçimi değildir. Komintern’in dağıtılmasını “sol”dan eleştirenler, bu dağıtılma kararının ilkesel olarak yanlış olduğunu savunanlar, Komintern tipi bir örgütlenmenin Uluslararası Komünist Hareketin tek örgütsel biçimi olduğu anlayışına yakınlar. Komintern’in dağıtılması ilkesel olarak reddedilemez, edilmemelidir. Yukarda Jdanov’dan yaptığımız alıntıda, altını çizdiğimiz satırlarda, “Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli” olduğu savunulmaktadır. Komintern’in dağıtılması taktik bir karardır. Komintern’in dağıtılma gerekçeleri bütünlük içinde ele alınmalıdır. Komintern’in dağıtılması, bizim gördüğümüz kadarıyla esas olarak savaş koşulları ve anti-Hitler koolisyonunun oluşturulması ile bağlantılıdır. Komintern’in dağıtılması, komünist partiler arasındaki işbirliğinin ortadan kaldırılması anlamına gelmez, gelmemelidir. Tabii ki savaş koşulları içerisinde Komünist Partiler arasındaki ilişkiler önemli ölçüde kesintiye uğramıştı. Bu ama arzu edilen bir şey değil, objektif koşulların bir sonucuydu. Komintern’in dağıtılmasından dört yıl sonra Eylül 1947’de Kominform kuruldu. Kominform’un kuruluşu Eylül sonu 1947’de, dokuz Avrupa ülkesinin (Bulgaristan, Çekoslavakya, Fransa, Macaristan, İtalya, Polanya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya) komünist partileri, Polanya’da „Komünist Partileri Enformasyon Bürosu“nun kuruluş toplantısını ger- Kominform Konferansları Ocak 1948’de Kominform’un ikinci konferansı yapıldı. Bu konferansın gündeminde sadece basın ve propaganda vardı. İkinci konferansa katılan SBKP(B) delegesi Yudin başkanlığında bir redaksiyon kurulu oluşturuldu. Mart 1948’de Kominform’un üçüncü konferansı yapıldı. Bu konferanstan itibaren SSCB, Kominform ile Yugoslavya Komünist Partisi arasındaki sorunlar tartışılmaya başlandı. Yugoslavya’da gelişen ve giderek partiye hâkim olan revizyonizme karşı mücadele edildi. 1949’da Kominform oybirliği ile Yugoslavya Komünist Partisi’ni Kominform’dan çıkardı (Bkz. TKP/ML İçindeki İki Çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri II, Bolşevik Partizan Yayınları, s. 231-232) Kominform’un dördüncü konferansı Kasım 1949’da Macaristan’da yapıldı. Bu konferansta üç karar kabul edildi. SBKP(B) adına Mikhail Suslov’un, „Barışın Savunulması ve Savaş Kışkırtıcılarına Karşı Savaşım“ başlıklı karar tasarısı kabul edildi. İkinci karar tasarısı Togliatti’nin sunduğu „Sınıfın Birliği ve Komünist ve İşçi Partilerinin Görevleri“ üzerineydi. Üçüncü karar tasarısı Romanya’dan GheorghiuDej’un sunduğu Yugoslavya Komünist Partisi üzerineydi. 1956’ya kadar Kominform dergisi yayınını sürdürmeye devam etti. Stalin’in ölümü ertesinde Kominform dergisinde Tito revizyonistleri hakkında olumsuz yazılar yer almadı. Nisan 1956’da Pravda’da yayınlanan bir yazıda Kominform’un sekiz üyesinin oybirliği ile aldığı karar gereği dağıtıldığı ve Kominform dergisininde yayın hayatına son verildiği açıklandı. Komintern’in dağıtılması ve gerekçelerini kısaca anlattık. Bugün Dünya Komünist Hareketi en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor. Komünizm insanlığın geleceği açısında tek kurtuluş yoludur. Bugün Dünya Komünist Hareketinin üzerinde birleşebileceği ortak hazırlanmış, ortak kabul gören bir program yok. Dünya Marksist-Leninist hareketinin birliğini sağlamak için bugün dünya komünist hareketinin platformunun yaratılması komünistlerin önünde bu kavganın doğrusu / doğrunun kavgası köleleştirme planlarını gerçekleştiremeyecektir.“ (Jdanov’un Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu rapor, Çeviri Belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 85, s.96, Haziran 1997) Görüldüğü gibi Tito revizyonizmden önce İtalya ve Fransız komünist partileri eleştirilmekte ve onlara görevlerinin ne olduğu doğru bir şekilde anlatılmaktadır. ✒ çekleştirdiler. Enformasyon Bürosu’nu oluşturan partiler, uluslararası durum üzerine bir deklarasyon yayınladılar. Bu deklarasyonda, İkinci Dünya Savaşı sonucunda ve savaş sonrası dönemde, uluslararası alanda esaslı değişikliklerin ortaya çıktığı ve böylece iki kampın ortaya çıktığı ortaya konuldu. Enformasyon Bürosunun kuruluşunun amacı şöyle açıklanıyordu. „Karşılıklı deney aktarımına ve tek tek partilerin hareketlerinin gönüllü koordinasyonuna olan ihtiyaç, özellikle bugün, uluslararası durumun savaş sonrasında karmaşıklaştığı ve komünist partilerin birbirlerinden kopukluğunun işçi sınıfına zarar verebileceği koşullarda güncellik kazanmıştır.“ (“Bazı Komünist Partisi Temsilcilerinin Polanya’daki Enformasyon Konferansı, 1947, Çeviri belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 85, s. 80) Kominformun amacı, karşılıklı bilgi alışverişi şeklinde konmasına rağmen, esasında Kominformun oynadığı rol Dünya Komünist Hareketinin ideolojik-siyasi çekirdek rolüdür. Enformasyon Bürosu, her Komünist Partisinin MK’sından ikişer kişiden oluşturulmuştu. Jdanov ve Malenkov SBKP(B)’nin Enformasyon Bürosundaki temsilcileri idi. Enformasyon Bürosu önce iki haftalık, daha sonra da haftalık bir yayın organı çıkarma kararı aldı. Yayın organı Fransızca ve Rusça dillerinde ve olanaklar ölçüsünde başka dillerde de yayınlanacaktı. Enformasyon Bürosu’nun merkezi Belgrad olarak belirlendi. İkinci Dünya Savaşı içerisinde ve sonrasında birçok Komünist Partisi içerisinde revizyonizm gelişmeye başlar. Stalin ve Kominform revizyonizme karşı mücadele eder. Jdanov, Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu raporda, İtalya ve Fransız Komünist Partilerine yönelik eleştirilerde bulunur. Kominform kurulduğu dönemde, İtalya ve Fransa Komünist Partisi iktidar ortağıdır. Jdanov raporunda, iki kampın ortaya çıkışını ve ABD’nin Avrupa’yı köleleştirme planlarını anlattıktan sonra şöyle der: „Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerdeki kardeş komünist partilere de özel bir görev düşmektedir. Ülkelerinin ulusal bağımsızlık ve egemenliğini savunmada bayrağı ele almak zorundadırlar. Komünist partiler bu konumlarından geri adım atmaz, yıldırma ve şantajlara boyun eğmez, cesaretle sürekli halk demokrasisini, ulusal egemenliği ve ülkelerin özgürlüğünü savunur, ülkelerin ekonomik ve politik açıdan köleleştirilmesi çabalarına karşı namus ve ulusal bağımsızlık davasını savunmaya hazır olan bütün güçleri kendi etraflarında birleştirmeyi başarırlarsa; hiçbir güç, Avrupa’yı 51 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası bağlamdaki esas görev olarak durmaktadır. Ülkelerimizin Bolşevikleri, Dünya Komünist Hareketinin yaratılmasının teorik temellerini ortaya koymuş durumdadır. Ülkelerimizin Bolşevikleri, geçmişin hatalarından dersler çıkararak geleceğe doğru yürüyeceklerdir. Bu alanda en acil görev, böyle bir harekete temel olacak teorik temeller üzerinde, devrimci ve komünist olma iddiasındaki gruplarla açık ideolojik mücadele ile tartışmaktır. Bolşevikler bu onurlu ve zorlu görevi yerine getirmek için çalışıyor, çalışmaya da devam edeceklerdir. Tarihi bir belge Aşağıda H. Yeşil’in “Stalin eleştirileri üzerine” adlı kitabından Komintern’in dağıtılması konusunda Stalin’e yöneltilen eleştiriler konusunda tavır takınılan bölümü yayınlıyoruz. Yazar daha sonra bu bölümde yapılmış olan “Komintern’in dağıtılmasının gerekçeleri bütünlük içinde ele alınıp incelendiğinde, bunların tutarlı gerekçeler oldukları görülür.” tespiti konusunda bir açıklama ve düzeltme yapmış; gerekçeler içinde yer alan “tek tek ülkelerdeki komünist partilerin… yönetici kadrolarının siyasal olgunluğu” gerekçesinin doğru bir gerekçe olmadığının sonraki gelişmeler içinde net olarak ortaya çıktığını tespit etmiştir. Komintern Sovyetler Birliği’nin dar milliyetçi çıkarları için mi dağıtıldı? 52 Stalin’e çokca gelen eleştirilerden bir başkası da Komintern’in dağıtılması ile ilgili olandır. Bilindiği gibi Komintern, 1943 yılının ortalarında Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin önerisi ve Komünist Enternasyonal üyesi olan bütün önemli partilerin karara katılması ile; bu anlamda oybirliği ile dağıtılmıştır. Komintern’in dağıtılması, önce, Stalin’in değil, dünya komünist hareketinin birlikte aldığı karardır. (Bu kararın ilk selamlayıcılarından biri Mao Zedung olmuştur. Bu şimdi “Mao Zedung Düşüncesi”ni savunma adına bu konuda Stalin’i “eleştiren”ler açısından ilginç olsa gerekir!) Bu kararın (doğruluğu/yanlışlığı bir yana) bütün sorumluluğunu Stalin’e yüklemek, dünya Komünist hareketinden Stalin’i anlamak demektir ki, bunun yanlışlığı ortada olsa gerektir. İkinci olarak, Komintern belli şartlarda kurulan bir örgüttür. Kuşkusuz kurulduğu dönemde Komintern örgütlenmesi o günkü görevlere uygun bir örgütlenme idi. Komünistler için örgütlenme biçimleri şartlara göre değişen olgulardır. 1943’te dünya Komünist hareketinin ilerlemesi açısından Komünist Enternasyonal’in varlığı bir etken olmaktan çıkmıştı. Komünist Enternasyonal kendini bu gerekçe ile dağıttı. Komintern’in dağıtılmasının gerekçeleri bütünlük içinde ele alınıp incelendiğinde, bunların tutarlı gerekçeler oldukları görülür. Bazı arkadaşların “Eğer Komintern olsa idi” şeklindeki hipotezi yanlış, gerçeklere uymayan, merkezi bir örgütlenme içinde modern revizyonizmin yayılma imkanının az olduğu düşüncesinden yola çıkan bir hipotezdir. Bu, o örgütün varlığına değil, o örgütün izlediği siyasete bağlı olan bir sorundur. Bazı durumlarda –örneğin revizyonizmin partilerin çoğunu sardığı bir ortamda– merkezi kararlar gelişmenin önünde engel olarak çıkabilir. Tespit etmemiz gerekli olgu şudur: Stalin ve komünistler için Komintern’in dağıtılması taktik bir karardır ve Komintern’in dağıtılması hiçbir şekilde Komünist Partileri arasındaki işbirliğinin ortadan kaldırılması anlamına gelmez, gelmemiştir. Stalin’in Komintern’in dağıtılmasını taktik bir karar olarak kavradığının pratik ispatı, savaş sonrasında onun önderliğinde Kominform’un kurulmasıdır. Stalin’e yöneltilen, Sovyetler Birliği’nin çıkarları için Stalin’in Komintern’i dağıttığı şeklindeki “eleştiri”, gerçeklere uymayan bir suçlamadır. (H. Yeşil, Stalin Eleştirileri Üzerine, Dönüşüm Yayınları, Temmuz 1990 İstanbul, s. 142-143) Ekim 2012 ✓ serbest kürsü Y ✒ SERBES T KÜRSÜ Mısır ve Tunus’daki “Siyasi Devrimler” Üzerine Dİ ÇAĞRI gazetesinin Arap baharı üzerine yaptığı değerlendirmeler içerisinde geçen Mısır ve Tunus’taki halk hareketleri sonucu, eski siyasi iktidarların yönetimden ayrılıp yeni siyasi iktidarların yer değiştirmesi üzerine bu değişikliğin “siyasi bir devrim” olarak nitelendirmesini hatalı bir tespit olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bölgelerde yaşanılanın yönetimden memnun olamayan halk yığınlarının baskı altında yaşamak istememesi ve ekonomik sorunların altında ezilmesi sonucu iktidardakilere yönelik bir hareket olarak değerlendirmek gerektiğini ve bununla birlikte halkın taleplerinin sadece reformlar ve ekonomik sıkıntılarının giderilmesi yönünde, demokratikleşme talepleri olduğu, yapılması gereken tespit için yeterli olabileceğini düşünmekteyim. Tabi bu tespit burada ki gelişmelerin önemi üzerinde yeterince durulmayacağı anlamına gelmez. Aksine yaşanılanların proleter devrimler ve emperyalizm çağı içinde değerlendirildiğinde halk hareketlerinin neleri başarabileceğinin önemli bir kanıtıdır. Bu gelişmeler işçi sınıfı tarihi açısından büyük bir deneyimdir. Bir bütün olarak gelişmelerin seyri üzerinde detaylı açıklamalar yapabilecek durumda değilim. Bunun düzenli bir araştırma ve kabul gören makale ve haberlerin takip edilerek, birlikte yapılması ile mümkün olabileceğidir. Fakat genel bir değerlendirme sonucu yaşanılanların devrim olarak nitelendirdiğimizde Marksizmin Leninizmin evrensel ilkeleriyle örtüşmediği ortaya çıkmaktadır. Bizim anladığımız biçimde devrim eski yönetim biçiminin ve eski sistemin zor yoluyla devrilip yerine daha ilerici bir sistemin ve yeni bir yönetimin getirilmesi demektir. Kuşkusuz bugün devrim kavramı birçok alanda kullanılmaktadır. Siyasi devrim kavramı da bu örnekler arasında yerini alır ve bu anlam YDİ ÇAĞRI’nın da üzerinde belirttiği gibi siyasi iktidarın yerine, daha önceki siyasi değişikliklere benzemeyen biçimde yaşanılan bir siyasi değişikliktir. Mısır›da Mübarek rejiminin yerine halkın hareketleri sonucu iktidarı istemediği halde bırakıp Müslüman Kardeşlerin iktidara gelme biçimi v.b. ML temelde siyasi bir bakışa sahip olmayan birçok çevre için bu tanımlama anlaşılır bir durumdur. Burada eleştirdiğim konu tamda bu anlayışa yöneliktir. Bugün devrim kavramı yukarıda bahsettiğim temelde kavranılmaktadır. Bunun açık örnekleri siyasi literatürlerde ve ansiklopedilerde oldukça yaygındır. Örneğin wikipedia.org internet sitesinde bu tarife en uygun düşen tanımlama yapılmaktadır. “Devrim, belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik; ihtilal. Toplumsal değişimlerin insan iradesiyle hızlandırılması devrimleri oluşturur. Kitle halindeki bir toplumsal hareketin başlatılmasının söz konusu olduğu, varolan bir rejimi şiddet kullanımı sonucunda başarıyla yıkarak yeni bir hükümet biçimi oluşturan bir politik değişme süreci. Bir devrim, coup d’etat hükümet HYPERLINK “http:// tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCk%C3%BCmet_ darbesi”darbesi’dan ayrı tutulmalıdır, çünkü devrimde bir kitle hareketi ile politik sistemin bütününde önemli bir değişmenin gerçekleşmesi söz konusudur. Bir coup d’etat, iktidarın silah yoluyla, ancak hükümet sistemini kökten bir biçimde değiştirmeden var olan politik liderlerin yerine geçecek olan kişiler tarafından ele geçirilmesine göndermede bulunmaktadır. Devrimler, var olan politik otoritelere meydan okuyan sistem ancak yine politik sistemi bütün olarak dönüştürmekten çok otoriteyi temsil eden kişilerin yerlerine başkalarının geçirilmesini hedefleyen başkaldırılardan da ayrı tutulmalıdır.” Bu tanımlamadan yola çıkarsak Mısır ve Tunus’ta yaşanılanın “siyasi bir devrim” ve hatta “devrim” ol- 53 ✒ serbest kürsü 54 duğu sonucu çıkarılabilir. Bizler devrim sorununu öncelikli olarak siyasi iktidara kimlerin geçmesi gerektiği sorunu üzerinde durarak çözebiliriz. Bu anlamda her devrimin aynı zamanda siyasi devrim olduğunu YİD ÇAĞRI siyasetinin de savunduğunu biliyorum. Bunun sağlamasını yaparak da değerlendirecek olursak siyasi devrimlerinde ML ilkeleri doğrultusun da bizim anlayacağımız biçimde bir devrim olacağı sonucunu çıkarırız. Ne şekilde olursa olsun sistemin özüne dokunmayan rim, “siyasi devrim” tespiti erken yapılmış bir tespit olur. Diğer önemli gördüğüm bir sorunda Lenin’in öne sürdüğü belirtilerden “kitlelerin bağımsız tarihi eylemlerinde önemli artışın olması.” olgusu gelişen halk hareketlerinin içeriğindeki temel çelişkileri bize açıklamaktadır. Burada belirtilen herhangi bir ayaklanma değildir. Kitlelerin bağımsız eylemleridir. Biz bağımsızlıktan herhangi bir siyasi kesimin içeriden ya da dışarıdan halk hareketlerini doğrudan ya da do- iktidar değişiklikleri devrim ya da “siyasi devrim” olarak nitelendirilemez. Bölgelerde yaşanılanlar devrimci durumun olduğu tespiti doğru bir tespittir. Bu konuda Lenin devrimci durum olmadan devrimin olmayacağı doğru tespitini yapmaktadır bizlere. Devrimci durumun ortaya çıkardığı ve yine Lenin’in ileri sürdüğü üç temel belirti bu bölgelerde de görülmektedir. Kısaca bunlara değinecek olursak. A) Yönetenlerin eski biçimde yaşayamayacak durumda olması. B) baskı altındaki sınıfların sıkıntılarının normalden öteye ilerlemesi. C) kitlelerin bağımsız tarihi eylemlerinde önemli artışın olması. Bu üç temel belirti Tunus, Mısır ve diğer birçok Afrika ve Arap bölgelerinde görüldü. Fakat bu devrimci durum belirtileri yine Lenin’in öğrettiği gibi her devrimci durumunda devrime götürmediği doğru tespitini yapmalıyız. Buralarda yaşanılan devrimci durumların kitleleri devrime götürdüğü noktasında önemli bir ayrım yapmamız gerektirdiğini önümüze koymaktadır. Buradan yola çıkarak yaşanılanın dev- laylı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmediği sonucunu çıkarmalıyız. Mısırdaki ayaklanmaların arkasın da Müslüman Kardeşler gibi güçlü bir siyasi yapının olduğunu, kendiliğinden başlayan bu hareketlerde süreç içinde önemli bir etkisinin olduğunu görmekteyiz. Bu ayaklanmaların homojen şekilde bağımsız eylemler olduğunu iddia edemeyiz. Müslüman kardeşlerin ve bölgedeki diğer siyasi güçlerin gerici ve emperyalizme hizmet eden güçler olduğu da göz önüne alındığında bölgelerdeki devrimci durumlarında genel içeriği daha iyi anlaşılmış olunur. Sonuç olarak. ML’lerin siyasi devrim kavramı ile genel olarak bilinen devrim kavramlarını bir ve aynı konumda değerlendirmemeliyiz. Birçok terimin, kelimelerin dar ve geniş anlamları olabilir. Fakat bir olguyu analiz ederken sadece dar ve geniş anlam biçiminde ifade etmemeliyiz. Bizim için belirtilmesi gereken ne ise o şekilde ifade etmeliyiz. Kaldı ki dar anlam, geniş anlama hizmet eder. Burada yapılan ise oldukça farklıdır. İki farklı anlam, iki farklı tespit vardır ve biz bu tespitleri bir ve aynı gibi gösterme- 1904-1905 yılları arasında Çarlık ordularının Japon emperyalizmi ile giriştiği savaşlarda uğradığı büyük yenilgilerin ardından artan bunalım dönemi, siyasi grev ve yürüyüşlerin Çarlık tarafından kanla bastırılması. Grev ve ayaklanmaların tüm Rusya çapına yayılması ve bu gelişmelerle birlikte devrimin öne çıkması bilinmektedir. Ayaklanma ve grevlerin devam ettiği bu süreç içinde bütün köylü hareketleri ve işçilerin siyasi grevleri ile Rusya’nın bütün şehirleri sarsılıyordu. Potemkin Zırhlısı ile başlayan ordudaki isyanlar baskı altındaki askerleri çara karşı harekete geçirmişti. Bütün bu süreç proletaryaya önemli deneyimler kazandırmasıyla birlikte proletaryanın artık burjuvazinin bir yamağı değil onu devrimin önderi olduğunu kanıtlıyordu. 1905 ayaklanmaları aynı zamanda işçi sınıfının en büyük müttefikinin köylülük olabileceğini gösteriyordu. Ayaklanmalar karşısında felce uğrayan çarlık hükümeti *17 Ekim manifestosunu hazırlamak zorunda kalmıştı. Bütün bu gelişmeler ışığında işçi sınıfı devrimci yaratıcı gücü sayesinde güçlü bir silah yarattı. İşçi Temsilcileri Sovyetleri. Bu devrimci örgütlenme o güne kadar görülmemiş bir güç idi. İşçi Temsilcileri Sovyetleri Çarlığın bütün yasa ve yaptırımlarını yıktı. Sovyetler aynı zamanda kitlelerin bağımsız eyleminin de kanıtıydı. Moskova, Petersburg başta olmak üzere birçok bölgede İşçi-Köylü Sovyetleri oluşturuldu. Sovyetler Çarlık hükümetine rağmen çoğu zaman iktidar organı gibi hareket edip İşçi Sovyetlerinin hakim olduğu fabrikalarda 8 saatlik işgücü ve basın özgürlüğünü Başvurduğum kaynaklar -YDİ Çağrı Eğitim Dizisi Devrim ve Devrim Tipleri Cilt 3 -(SBKP(B) Tarihi Kısa Ders-Stalin Eserler Cilt 15 *17 Ekim 1905 manifestosu ile çarlık hükümeti artan isyanları önlemek için “yurttaşlık özgürlüklerinin sarsılmaz temellerini: gerçek kişi dokunulmazlığını, vicdan ve söz özgürlüğünü, toplantı ve örgütlenme özgürlüğünü vaat ediyordu. Bir Yasama Duması’nı toplantıya çağırmayı ve seçim hakkını bütün sınıfları kapsayacak şekilde genişletmeyi vaat ediyordu. (SBKP(B) tarihi kısa der-Stalin Eserler Cilt 15-sayfa 96 serbest kürsü 1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler nelerdir? gerçekleştirdiler. Bazı durumlarda çarlık hükümetinin paralarına el koyup bunu devrimin ihtiyaçları için kulandılar.1905 Aralık da başlayan ve doğrudan çara yönelen silahlı ayaklanmaların başlama kararlarının ardından bir dizi mücadele yürütüldü. Doğrudan işçilerin oluşturduğu kızıl müfrezelerin silahlı mücadelesi ve bir çok bölgeyi kuşatan silahlı mücadeleler Bolşeviklerin ve Sovyet temsilcilerinin beklentilerini karşılamadı. Aralık silahlı ayaklanmaları Çarlık otokrasisi karşısında bir dizi yenilgi ile yaşanan bu devrim geri çekilmek zorunda kaldı. Bu kısa tarih deneyimi bugün yaşanan kitlesel eylem ve ayaklanmalar ile kıyaslanamayacak ölçüde kapsamlı bir gelişmenin örneği olmuştur. Halk isyanlarını bütünlük içinde değerlendirdiğimizde nasıl kategorize etmemiz gerektiğini, bunların proletaryanın mücadelesine nasıl ve ne şekilde kazanımlar sunduğunu doğru tahlil etmemiz gerektiğini göstermektedir. 1905 Devrimi’ni devrim yapan en belirgin özellik kitlelerin Çarlığın uydurma Duma’sından her türden Menşevik siyasetten bağımsız büyük ve siyasi eylemleri ve Sovyet deneyimleri oluşturmaktadır. Kitlelerin proletarya önderliğinde kendi iktidarını silahla güvence altına almasının önemli deneyimidir. Burada çarlık hükümetinin yıkılmamasına rağmen bir devrimden söz etmek mümkündür ve fakat buna rağmen bu koşullar altında otokrasiye karşı boyun eğmeyen kendi sınıf inisiyatifini zor yoluyla oluşturan bir gelişmeden söz ediyoruz. 1905 devrimi devrimler tarihinin önemli bir deneyimidir. Bu deneyim bugün yaşanan halk hareketlerinin içeriğini ve “devrimin fırtına merkezleri” adı altında genelleştirilen bölgelerde devrimden ne anlamamız gerektirdiğini bize kanıtlamaktadır. YDİ ÇAĞRI Okuru 07.10.2012 ✓ ✒ meliyiz. Bu yaklaşım bizleri ve Leninist devrim teorisini ikircikliğe düşürür ve kafalarda soru işaretleri oluşturur. YDİ ÇAĞRI’nın yakın zamanda gerçekleştirmiş olduğu “Arap Baharı Üzerine” konulu panel ve toplantılarda 1905 devriminin yenilgiyle sonuçlandığı ve buna rağmen komünistlerin 1905›de olanın devrim olduğu ve çarlık rejiminin değiştirilmediği koşullarda dahi siyasi devrimlerin yaşanacağı örneği verilmektedir. Bu örneği Mısır ve Tunus’taki gelişmelerle kıyaslamak yanlış olur. 55 ✒ serbest kürsü “Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi Devrimler’ Üzerine” başlıklı yazı hakkında tavrımız Y Dİ Çağrı okuru bir yoldaşımızın “Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi Devrimler’ Üzerine” başlıklı bir yazısı elimize geçti. Okurlarımızın YDİ Çağrı’da yayınlanan yazılarda yapılan değerlendirmeleri, eleştirici bir bakış ile okumaları, yanlış buldukları değerlendirmeleri eleştirmeleri ve eleştirilerini bize yazılı olarak iletmelerini gayet olumlu buluyoruz. Biz de bu tür yazıları dergimizde yayınlayarak, kamuoyu önünde yürüttüğümüz tartışma ile hem tartışmayı ilerletmek hem de okurlarımızın tartışmaya katılmalarını sağlamak istiyoruz. Tartışma konusu nedir? Yoldaşımız, halk hareketi, ayaklanması sonucu Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek iktidarının yıkılmasını devrim olarak adlandırmamızı doğru bulmuyor. Tartışmamız bağlamında gelen eleştiride esas mesele, Tunus ve Mısır’daki gelişmeler bağlamında devrim tanımını kullanmış olmamızdır. Bu iki ülkede olanın devrim olup olmadığı konusunda anlaşabilmek için öncelikle hemfikir olunması gereken nokta, devrim tanımının sadece bir içerikle mi kullanılacağı, yoksa dar ve geniş anlamıyla ve değişik durumlar için kullanılıp kullanılmayacağı konusudur. Buna bağlı olarak tartışılması gereken ikinci nokta ise, yazılarımızda yaptığımız somut tespitlerimizin, olgularla örtüşüp örtüşmediği noktasıdır. Görünen odur ki eleştiriyi getiren yoldaş bu noktalarda farklı düşünüyor. Devrim tanımının kullanımı... 56 Devrim tanımının sadece eski yönetim biçiminin ve eski sistemin zor yoluyla devrilip yerine daha ilerici bir sistemin konması biçiminde kullanılmadığı, Dünya Komünist Hareketi tarihinde sayısız örnekle ortadadır. Bu Lenin ve Stalin’in, Komünist Enternasyonal’in değerlendirmelerine, tavırlarına bakıldığında da görülebilir gerçekliktir. Marksizm-Leninizm’in ustaları, işçi sınıfının kurtuluşunun bilimini ortaya ko- yarken komünizme gidiş yolunu gösterdiler. Bu yolda proletaryanın devrimdeki rolünü ve bunun için işçi sınıfı önderliğindeki devrimlerin gerekliliğini ortaya koyarken, insanlık tarihinde, özellikle de burjuvazinin iktidarı koşullarında ve de burjuvazinin önderliğindeki devrimleri yok saymadılar. Burjuvazinin şu ya da bu temsilcilerinin, kesimlerinin önderliğinde yaşanan gelişmeler de, eğer bu gelişmeler andaki siyasi iktidarı değiştirmişse devrim olarak değerlendirilmişlerdir. Nasıl olduğu, hangi anlamda devrim olduğu, ya da yarı yolda kaldığı vb. vb. de devrim tanımlamasının yanısıra somut olarak tespit edilmiştir. Burjuva devrimlerinde ya da burjuvazinin önderliğindeki devrimlerde siyasi iktidarın değişip değişmediği konusunda sorun, burjuva demokrasisinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği meselesine bakılarak değerlendirilmelidir. Örneğin siyasi iktidar faşist ise, faşist iktidarı burjuva demokrasisine dönüştüren bir halk isyanı ya da feodal despotluğun egemen olduğu bir ülkede, mutlakiyetçi bir yönetimin geri düzeyde bir parlamentarizme, burjuva demokrasisine geçişi sağlayan halk isyanı, geçmişteki siyasi iktidara göre ilerici bir siyasi sistemi getirmiştir. Bu da devrim olarak tanımlanabilecek bir gelişmedir. İlericilik her zaman somut duruma göre ele alınmak zorundadır. Burjuva demokrasisinin olduğu bir Avrupa ülkesinde meşruti monarşi talep etmek gericilik iken, Bahreyn gibi ülkelerde mutlakiyetçi monarşiye karşı meşruti monarşiyi savunmak ilerici olabilmektedir. Yürüyen tartışmada, bilince çıkarılması gereken noktalardan biri “sistem”den bahsedilirken neyin kastedildiği meselesidir. Eğer sistemden kapitalizm, kapitalist sistem anlaşılıyorsa –ki öyledir- o zaman eleştiri getiren yoldaşın yaklaşımına göre, kapitalist sistemin özüne dokunmayan, yani siyasi iktidarı ele geçirip ekonomik olarak sömürücü sisteme darbe vurmayan hiçbir siyasi iktidar değişikliği devrim olarak adlandırılamaz. Devrim denebilmesi için işçi ✒ serbest kürsü sınıfı önderliğinde bir iktidarın kurulması ve kapita- lışlığı hakkında tavır takınmamaktadır. Ki devrim lizmin yerine demokratik halk iktidarı ya da prole- tanımlamamız somut gelişmeler ve değerlendirmetaryanın sosyalist iktidarının ekonomik sisteminin lere dayanılarak yapılmıştır. Eğer somutu, olgular ve yerleştirilmesi gerekir. Yoldaş da bu yaklaşımı: “Ne gelişmeler temelinde değerlendirme durumu yoksa şekilde olursa olsun sistemin özüne dokunmayan ik- bizim bu gelişmeleri devrim olarak nitelendirmemitidar değişiklikleri devrim ya da ‘siyasi devrim’ olarak zin ML’nin “evrensel ilkeler”iyle örtüşmediğini sanitelenemez.” diye ifade etmektedir. Bu yaklaşım ama vunmak, iddiadan öteye geçmez. soruna dar bakış açısıyla bakan bir yaklaşımdır. Eleştiriyi getiren yoldaş yazısında şöyle diyor: “Biz- Siyasi devrim nedir? ler devrim sorununu öncelikli olarak siyasi iktidara Her devrimin temel sorunu siyasi iktidar sorunukimlerin geçmesi gerektiği sorunu üzerinde durarak dur. Siyasi devrim var olan siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile çözebiliriz.” Burada “atlar arabanın arkasıyıkılmasıdır. Siyasi devrim bir büna” bağlanmaktadır. Herhangi bir Bizim toplumtün devrim süreci açısından ülkedeki gelişmelerin devrim esasta devrimin başlangıcı olarak tanımlanması, iksal/sosyal devrim anlayışımız olarak kavranmak zotidara kimlerin geçmerundadır. Siyasi devsi gerektiğine bağlı şöyledir: Devrim eski toplumsal sistemin rimin bu içeriği ile olarak yapılmaz. gelişmeleri değerDevrimin nasıl yıkılması, yerine ondan daha ileri bir toplumlendirdiğimizde; bir devrim olduhem Tunus’ta ve ğu, burjuva devsal sistemin kurulmasıdır. Genelde kullandığımız hem de Mısır’da rim, demokratik yaşanan gelişdevrim, sosyadevrim kavramı, Marksist-Leninist devrim kav- melerin devrim list devrim vb. olarak tanımlanadlandırma ikramının içeriği budur. Var olan toplumsal yapı ması doğrudur. tidarın kimlerin Tunus’ta açık faelinde olduğuna çözülecek, yerine ondan daha ileri bir şist bir polis rejimi; bağlıdır, ama devrim Mısır’da ise önceki dötanımı iktidara kimin toplumsal yapı konulacak. nemi bir kenara bıraksak geçmesi gerektiğine göre bile Mübarek’in başkanlığı belirlenmez. Yoldaşın mantıdöneminin tümü, sıkıyönetimli, ğı işçi sınıfı iktidara gelmemişse, olağanüstü halli bir askeri faşist rejimin bir burjuvanın gidip diğerinin yerine gelmesi, hatta Müslüman Kardeşler gibi dincilerin yıkılıp gerici ve geri düzeyde bir burjuva demokrasiyönetime seçilmesi asla ve asla devrim olarak tanım- sine geçiş süreci sözkonusudur. Yoldaşımız wikipedia.org’dan bir devrim tanımı lanamaz. Burada toplumsal değişimin, Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin yıkıldığı, bunun da siyasi ik- aktarmakta, ardından “Bu tanımlamadan yola çıkartidar bağlamında bir altüst oluş olduğu olgularının sak Mısır ve Tunus’ta yaşanılanın ‘siyasi bir devrim’ ve hatta ‘devrim’ olduğu sonucu çıkarılabilir.” demekgözardı edildiği bir tavır kendisini gösteriyor. Yoldaş, konu hakkında samimi biçimde “Bir bütün tedir. Fakat yoldaşımız “çıkarılabilir” olarak gördüolarak gelişmelerin seyri üzerinde detaylı açıklamalar ğü sonucun çıkarılmasına karşıdır. Devrim kavrayapabilecek durumda değilim.” tespitini yapmaktadır. mının “birçok alanda kullanıldığını”, “siyasi devrim Buna rağmen ama “Fakat genel bir değerlendirme so- kavramı”nın da bu kavramlar içerisinde olduğunu nucu yaşanılanları devrim olarak nitelendirdiğimizde söyleyen yoldaşımız şu tavrı takınıyor: “Burada eleştirdiğim konu tamda bu anlayışa yöneMarksizmin Leninizmin evrensel ilkeleriyle örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.” değerlendirmesini yap- liktir. Bugün devrim kavramı yukarıda bahsettiğim maktadır. Bu arada bizim yazılarımızda sözkonusu temelde kavranılmaktadır. Bunun açık örnekleri siyasi ülkelerdeki gelişmeler hakkındaki değerlendirmele- literatürlerde ve ansiklopedilerde oldukça yaygındır.” Biz devrim kavramını sadece siyasi anlamı ile kulrimizin -devrim tanımı dışında-, doğru ya da yan- 57 ✒ serbest kürsü 58 lanmıyoruz. Devrim kavramını genelde toplumsal anlamı ile kullanıyoruz. Bunun en açık örneği “Devrim ve devrim tipleri” başlıklı eğitim dizisi broşürümüzdür. (Bkz. Devrim ve Devrim Tipleri, Eğitim Dizisi No 3 YDİ Çağrı yayınları) Bu eğitim dizisi broşüründe devrimin ne olduğu, devrim kavramı siyasi ve toplumsal anlamı ile açıklanmış, bizim kullandığımız devrim kavramının genelde Marksist-Leninist toplumsal devrim olduğu örnekler ile ortaya konulmuştur. Kullandığımız devrim kavramı, bir toplumsal sistemden, o toplumsal sisteme göre daha ileri olan bir başka toplumsal sisteme geçişi ifade eden bir kavramdır. Fakat devrim denilince, devrimden sadece toplumsal devrimi anlamıyoruz. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi gelişmede siyasi devrim söz konusu ise, bu gelişmenin siyasi devrim olduğunu da ortaya koymalıyız. “Bizim anladığımız biçimde devrim eski yönetim biçiminin ve eski sistemin zor yoluyla devrilip yerine daha ilerici bir sistemin ve yeni bir yönetimin getirilmesi demektir.” Bu devrim anlayışı yanlış değildir. Yanlışlık devrim anlayışının darlaştırılması/tekleştirilmesi, devrimden sadece toplumsal devrimin anlaşılmasıdır. Bizim toplumsal/sosyal devrim anlayışımız şöyledir: Devrim eski toplumsal sistemin yıkılması, yerine ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Genelde kullandığımız devrim kavramı, Marksist-Leninist devrim kavramının içeriği budur. Var olan toplumsal yapı çözülecek, yerine ondan daha ileri bir toplumsal yapı konulacak. Devrimin öznesi olan kitlelerin harekete geçmesi, ayaklanması şiddeti gündeme getirmesi ve kullanması sonucu alt üst oluşun gerçekleşmesi, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, yıkılanın yerine, daha ileri bir sistemin kurulması vb.dir toplumsal devrim. Toplumsal devrimin bu içeriği ile baktığımızda Tunus ve Mısır’da olan toplumsal devrim değildir. Çünkü yıkılanın yerine, ondan daha ileri bir düzen gelmedi. Sistem esasta değişmedi. Yoldaşımız “Ne şekilde olursa olsun sistemin özüne dokunmayan iktidar değişiklikleri devrim ya da “siyasi devrim” olarak nitelendirilemez.” dediği yerde siyasi devrim ile toplumsal devrimi karıştırmakta, eşitlemektedir. Siyasi devrim tanımının içinde yıkılanın yerine ondan daha ileri iktidar şartı yoktur. Her devrim siyasi devrim olarak başlar. Eğer yıkılanın yerine ondan daha ileri bir düzen kurulursa bu toplumsal devrimdir. Eğer yıkılanın yerine daha ilerisi gelmez, esas olarak sistem değişmezse, egemen sınıfın başka temsilcileri iktidara gelirse, bu durum gelişme olanın siyasi devrim olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu bağlamda Lenin’den bir örnek vermek istiyoruz: Lenin 1908 yılında İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesini, mutlakiyetçi monarşi yerine meşruti monarşinin kurulmasını burjuva devrimi olarak adlandırıyor. “Türkiye’de Jöntürklerin yönettiği, ordunun devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki, Türkiye’nin II. Nikola’sı, ünlü Türk anayasasını yeniden tesis etme sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için, bu zafer sadece yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır. Ancak devrimlerde bu tür yarım zaferler, eski rejimden böyle zorla alınmış, acele tavizler, iç savaşın çok daha tayin edici, çok daha şiddetli, büyük halk kitlelerini kapsayan yeni etapları için en emin garantidir.” (Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine, Sayfa 43, İnter yayınları) “Türk devrimi”, “Hepsi de Türk devriminin başarısından korkuyorlar.” (a.g.e., sayfa 50,51) Mutlak monarşi ile meşruti monarşi arasındaki değişiklik sistemde temel bir değişiklik olmamasına rağmen, yönetim biçimindeki bu değişikliği Lenin, 1908’de devrim olarak adlandırıyor. Lenin’in burada kullandığı devrim kavramının siyasi olduğu açıktır. Lenin’in bu tavrı da gözönüne alınması gereken bir tavırdır. “Sonuç olarak. ML’lerin siyasi devrim kavramı ile genel olarak bilinen devrim kavramlarını bir ve aynı konumda değerlendirmemeliyiz. Birçok terimin, kelimelerin dar ve geniş anlamları olabilir. Fakat bir olguyu analiz ederken sadece dar ve geniş anlam biçiminde ifade etmemeliyiz. Bizim için belirtilmesi gereken ne ise o şekilde ifade etmeliyiz. Kaldı ki dar anlam, geniş anlama hizmet eder. Burada yapılan ise oldukça farklıdır. İki farklı anlam, iki farklı tespit vardır ve biz bu tespitleri bir ve aynı gibi göstermemeliyiz. Bu yaklaşım bizleri ve Leninist devrim teorisini ikircikliğe düşürür ve kafalarda soru işaretleri oluşturur.” Devrimin siyasi anlamı ile toplumsal anlamını bir ve aynı görmüyoruz. Diğer bir ifade ile siyasi devrimler ile toplumsal devrimleri eşitlemiyor, ikisini bir ve aynı görmüyoruz.. Tersine gelişmelere olduğu gibi bakıyor, Tunus ve Mısır’da olanın siyasi devrim olduğunu söylüyoruz. Yoldaş bizim olmayan bir pozisyonu bize mal edip eleştiriyor. Yazılarımızda tam da“Bizim için belirtilmesi gereken ne ise o şekilde ifade etmeliyiz.” dediği işi yaptık, yapmaya çalıştık. Sonuçta hep aynı kapıya varılıyor: Yoldaş devrimi sadece Şöyle diyor yoldaşımız: “YDİ Çağrı’nın yakın zamanda gerçekleştirmiş olduğu “Arap Baharı Üzerine” konulu panel ve toplantılarda 1905 devriminin yenilgiyle sonuçlandığı ve buna rağmen komünistlerin 1905’de olanın devrim olduğu ve çarlık rejiminin değiştirilmediği koşullarda dahi siyasi devrimlerin yaşanacağı örneği verilmektedir. Bu örneği Mısır ve Tunus’taki gelişmelerle kıyaslamak yanlış olur.” Ardından yoldaşımız “1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler nelerdir?” diye ara başlıkta soru soruyor ve kendisine göre bu özellikleri aktarıyor. 1905 Devrimi’nin örnek olarak verilmesi sorununa geçmeden, yoldaşın 1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler olarak aktardığı noktalara kısaca bakmak gerekiyor. İlk iki noktayı –ayaklanma, grev ve isyan- bir kenara bıraktığımızda karşımıza şu noktalar çıkmaktadır: “Bütün bu süreç proletaryaya önemli deneyimler kazandırmasıyla birlikte proletaryanın artık burjuvazinin bir yamağı değil onu devrimin önderi olduğunu kanıtlıyor. 1905 ayaklanmaları aynı zamanda işçi sınıfının en büyük müttefikinin köylülük olabileceğini gösteriyordu. Ayaklanmalar karşısında felce uğrayan Çarlık hükümeti 17 Ekim manifestosunu hazırlamak zorunda kalmıştı. Bütün bu gelişmeler ışığında işçi sınıfı devrimci ya- 27.10.2012 YDİ ÇAĞRI ✓ serbest kürsü 1905 Devrimi ratıcı gücü sayesinde güçlü bir silah yarattı. İşçi Temsilcileri Sovyetleri.” Burada tespit edilen noktalar 1905 Devrimi’ni genel olarak değerlendirme bağlamında önemli noktalardır, deneyimlerdir, sonuçlardır vb. vb. Fakat bunlar 1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler değil. Detaylara girmeden tespit yapılırsa, 1905 Devrimi’ni devrim yapan esas şey ayaklanmadır, devlet güçleriyle çatışmalardır. Grevler ya da ordudaki isyanlar genel ayaklanmanın parçalarıdır. SBKP(B) Tarihi Kısa Ders tarafından “Buna rağmen. 17 Ekim Manifestosu halka karşı bir yutturmacaydı, Çarın safdilleri uyutmak, kendi kuvvetlerini toparlamak üzere vakit kazanmak ve toplayınca da devrime darbe indirmek için giriştiği bir menavra, bir tür soluklanma molasıydı.” (sayfa 96) biçiminde değerlendirilen 17 Ekim Manifestosu’nun Çarlık tarafından yayınlanması nasıl oluyorsa, yoldaş tarafından 1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler arasında ele alınıyor? Neresinden bakılırsa bakılsın yoldaşın soruna yaklaşımı yanlıştır. “Arap baharı” üzerine yapılan panellerde, 1905 devrimi, sadece bir noktada örnek olarak verilmiştir. O da şudur: 1905 devrimi başarıya ulaşmamasına, yenilgiye uğramış olmasına rağmen Bolşevikler tarafından devrim olarak görülmüştür. 1905 devrimini bütün yönleri ile Tunus ve Mısır’da yaşanılan bütün gelişmeleri eşitlemek, tartışmak elbette yanlış olur. 1905 devrimi ile Tunus ve Mısır arasında çok önemli farklılıklar vardır. 1905 yılında Rusya’da işçi sınıfı içinde örgütlü, işçi sınıfının öncüsünü kazanmış (RSDİP içinde Bolşevik kanat olarak) bir Bolşevik Parti var. Bu parti önderliğinde silahlı ayaklanma yapılıyor. Gelişen kitle hareketi Sovyetleri yaratıyor. Devrimin amacı Çarlık rejimini yıkarak işçilerin, köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kurmaktır. Tunus’ta, Mısır’da, 1905 devriminde olan özelliklerin hiçbirisi yok. Buna rağmen Tunus’ta, Mısır’da kendiliğinden ayaklanan kitlelerin mücadelesi sonucu diktatörlerin yıkılışı var. 1905 Devrimi ile Tunus ve Mısır’daki tek benzerlik ikisinin de siyasi devrim olmasıdır. Halk Tunus ve Mısır’da diktatörleri yıktı. Yerine kendi iktidarını kuramamasına rağmen gerici burjuva demokrasisine geçiş temelinde kimi haklar elde etti ve bu hakları bugün bu ülkelerde kullanma durumundadır. ✒ toplumsal devrim olarak ele alıyor. Yaşanan gerçeği yok sayıyor. “Arap Baharı” üzerine tavır takındığımız yazılarda siyasi devrimin içeriğinin ne olduğunu açıkladık. Kitleler içinde, onlar içinde örgütlü, onların mücadelesine önderlik edecek devrimci/ komünist bir önderlik olmadığı için siyasi devrimin başarıya ulaşmadığını, yarı yolda kaldığını, burjuvazinin diğer siyasi kesiminin iktidara geldiğini yazdık/ söyledik. Kitleler içinde örgütlü komünist bir öncü olmadığı için devrimci ayaklanmalar en iyi halde burjuvazinin bir bölümünün siyasi temsilcilerinin iktidardan uzaklaştırılması, bir başka bölümü ile yer değiştirmesi ile sonuçlanıyor. Bir kez daha temel görevin ne olduğu ortaya çıkıyor: İşçi sınıfına, emekçi kitlelere doğru bir temelde önderlik edecek Bolşevik Partilerin mücadele içinde yaratılması, örgütlenmesi günümüzde komünistlerin önünde en temel görevdir. 59 25 Kasım: Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü KADIN KATLİAMLARINA SESSİZ KALMA!