Osman TÜRER 1219 Hz. Peygamber'in Şahsiyeti ve V asıflarına T asavvufun Yaklaşımı Osman TÜRER* Öncelikle, böylesine önemli bir konu hakkında çalıştay tertip ederek bizleri bir araya getiren organizasyon heyetine teşekkürlerimi arz etmek isterim. İslam düşünce tarihinde güncelliğini süreidi koruyan nübüvvet konusunun, imld.nlar ölçüsünde farldı açılardan ele alındığı bu çalıştayda, gerek tebliğci arkadaşların sunumlarından, gerekse değerli görüşleriyle katkı sunan hocalarımızın fikirlerinden oldukça faydalarıdığıını ifade etmeliyim. Kendilerine şükranlarımı arz ediyorum. Gaziantep Üniversitesi İlahiyar Fakülteınİzin Kelam Anabilim Dalı Başkanlığınca tertip edilmesi sebebiyle, her ne kadar farldı alanlara mensup bazı hocalarımız bulunsa da, tabii olarak gerek tebliğ hazırlayan her iki arkadaşımızın, gerekse miizakereci olarak davet edilen hocalanmızın çoğunluğunun kelam alanında çalışan akademisyenler olması, çalışraya ister istemez kelam ağırlıklı bir goruntü kazandırmıştır. Her ne kadar bu çalıştayın asıl amacı farklı da olsa, her devirde üzerinde çok farklı görüşlerin serdedildiği bu tür temel dini meselderin ele alındığı bilimsel toplantılarda, katılımcıların uzmanlık alanları konusunda daha dengeli bir yol izlenmesi, kana.·uimce çok daha * Prof Dr., Kilis Üniversitesi ilahiyat Fakültesi, osınanturer@hotmail.com. Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin Süresi ve Kapsamı 1 220 güzel ve verimli sonuçlann ortaya çıkmasına, farklı disiplinlerde uzmanlaşmış kişilerin birbirlerinin düşüncelerini daha yakından tanımalanna ve karşılıldı istifadeye imkan sağlayacal<tır. Tebliğ sunan hocaları mız, ele aldıkları konuları tarihi süreç içerisinde Ehl-i Sünnet kelam alimlerinin benimsedikleri görüşler istikametinde ortaya koymaya çalıştılar. Dolayısıyla bu konularda kelami açıdan itiraza mahal olacak bir hususun olduğunu düşünmüyorum. Onun için ben burada, sunulan tebliğleri kritik etmek yerine, bir tasavvuf anabilim dalı akademisyeni olarak burada bulunmarnı da dildeare alaralc, bilhassa Hz. Peygamber'in nübüvveti, halcikat-i Muhammediyye, vela.yet ve buna bağlı olaral( keşfı bilgi gibi, eskiden beri kelimiyye ile sufıyye arasında tartışma konusu olan hususlara ehl-i tasavvufun yaklaşımını, bilebildiğim kadarıyla özet olarak belirtmeyi daha uygun buluyorum. Bunun yanı sıra, farklı disiplinlerde çalışan akademisyenler olarak, bu ve benzeri konularda bizlerin nasıl bir tavır sergilememiz gerektiği hususunda da görüşlerimi beyin etmek istiyorum. Ehl-i tasavvuf, hicri TTI. asırdan itibaren özellikle Hakim etTirmizi ile birlikte, birçok konuda olduğu gibi nübüvvet konusuna da, kelam ilimlerinin genelde kabul etmedikleri birtakım farklı anlamlar yüklemişler; buna bağlı olarak da Hz. Muhammed (sav)'in şahsiyeri konusunda farklı anlayışlar geliştirmişlerdir. Muhyiddin İbnü'l­ Arabi'den itibaren bu anlayışlar daha da yaygın bir şekilde benimsenerek devam etmiştir. Sufı:ler Hz. Peygamber'in dünyevi şahsiyeti ile, hayatında temsil ettiği peygamberlik misyonu ve özellikleri konusunda kel:im ilimlerinden çok da farklı düşünmezken; "Nur-i Muhammed!" veya "Hakikat-i Muhammediyye" kavramları etrafında geliştirdikleri düşünce sistemleri açısından onlardan ayrılmaktadırlar. Slıfilere göre, Hz. Muhammed'in (s.av.) bir "hakikat"i, bir de dünyev:i:/beşeri varlığı söz konusudur. O dünyev:i: varlığı itibariyle peygamberler zincirinin son halkasını (hitemü'l-enbiyi) teşkil ederken, haldkat yönü ile bütün peygamberlerden önce yaratılmıştır. "Biz ilk Osman TÜRER 1 221 olan sonuncuyuz." 1 hadisi de bunu ifade etmektedir. Hatta o, bu yönüyle Cenab-ı HaH:'ın yarattığı ilk varlıktır ve tüm varlık aleminin menşeini ve özünü teşkil etmektedir. Peygamberlik konusunda onunla diğer peygamberler arasındaki fark, bütünle onun parçaları arasındaki farka benzer. O, diğer peygamberlerin her birinde bulunan ayrı hususiyederin tamamını kendinde cem etmiştir. O, zaman açısından son peygamber olmasının yanında, asıl bu özelliği itibariyle "hatemü'lenbiya'' dır. Bundan dolayı peygamberlik sona ermiş ve yeni bir peygamber gelmesine gerek kalmamıştır. Bu özelliğinden dolayı O, peygamberlerin en üstünü ve en faziletlisidir. Bunun yanı sıra, Hz. Peygamber' in hayatında temsil ve icra. ettiği peygamberlik görevi onun "nübüvvet" yönünü oluştururken, sahip olduğu "hakikat" ı ise "veUiyet" yönünü teşkil eder. O bu yönüyle kendisinden önce gelen tüm nebi ve velllerde tecelli ettiği gibi, kıyamete kadar gelecek olan velller vasıtasıyla da temsil edilecek ve misyonu insanlara ulaştırılacaktır. Bundan dolayı onun gerçek varisieri velilerdir. Özellilde İbnü'l-Arabi ve takipçilerinin çok önemsedilderi bu anlayışa göre, Hz. Peygamber'in "velayet" vasfı "nübüvvet" vasfından daha önemli ve üstündür. Çünkü onun nübüvveti vefatı ile son bulduğu halde, velayet misyoıuı kıyamete kadar devam edecektir. Kaldı ki, Cenab-ı Hakk'ın bir ismi de "el-Yeli"dir. Yani, Hz. Peygamber'in "haklkat"i, Allah'ın ezeli ve ebedi olan el-Veli isminin bir tecelllsidir. Diğer taraftan onlara göre Hz. Peygamber'in nebilik yönü dinin şeriat boyutunu, yani şeriat ilmini, velllik yönü ise hakikat ilmini temsil eder. Buna göre, dini ilimlerde alim olduğu halde hakikat ilmine (irfana) salıip olmayanlar, zahiri ilim/şeriat konusunda onun varisieri iken, hem zahir hem de batın ilmine sahip olanlar ise her iki hususta onun varisidirler. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in kamil ve gerçek varisieri bu ikincilerdir. Bilindiği üzere bu anlayış, beraberinde "nebinin mi velinin mi üstün olduğu?" tartışmasını getirmiştir. Bazı alimler, özellilde İbnü'l- Buharl, "Vudü", 6 7, "Enbiya", 54; Müslim, "Cum'a", 19-21; Nesa1, "Cum'a", 1; Darimi, "Mukaddime", 3. Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin Süresi ve Kapsamı 1 222 Arabl' nin bazı eserlerinde kullandığı "veli ne biden üstündür" ifadesinden yola çıkarak, onu ve takipçilerini eleştirme yoluna gitmişlerdir. İlk bakışta haldı gibi gözüken bu eleştirilerin, İbnü'l­ Arabi'nin nübüvvet-velayet ilişkisi ve "hakikat-i Muhammediyye" konularındaki düşünce sisteminin bütünlüğü içerisinde tam olarak anlaşılmamış olmasından kaynaklandığı gözükmektedir. Nitekim İbn Arabl:, bu ifadeyi kullanırken farklı şahıslar olarak nebl:-vell: karşılaştırması yapmadığını, kastettiği şeyin bir nebide aynı anda söz konusu olan nübüvvet ve velayet vasıfları olduğunu; herhangi bir nebideki nebilik ve raslıllük vasfının artı birer değer olmalda beraber geçici olduğunu, asıl ve kalıcı olanın ondalci velilik vasfı olduğunu; dolayısıyla bütün bu vasıfları kendinde toplayan bir neblnin, sadece velllik vasfına sahip olan bir veliden elbette üstün olacağını; kaldı ki, vell:nin, bağlı olduğu nebl:nin şeriatma tab! olduğunu, tabi olanın ise tabi olunandan üstün olamayacağını ınüteaddid yerlerde açıkça ifade etmektedir. 2 Bütün bu anlayışlarla bağlantılı olarak, slıfıler bilgi meselesinde de kendilerine özgü bir yol benimsemişlerdir. Onlar akli ve nakil bilgi konusunda kelamcılardan ve diğer dini ekailere mensup ulemadan farklı düşünmezken, keşfı: bilginin (irfanın) de mümkün olabileceğini kabul etmekle onlardan ayrılmaktadırlat. Onlara göre, insan nasıl nakil ve akıl yoluyla bir takım bilgilere ulaşabiliyorsa, fıtrat itibariyle ilhami/keşfı: bilgiye de sahip olabilecek kabiliyetre yaratılmıştır. Ancak bu kabiliyerin açığa çıkması için, sadece nalde dayalı bilgiler elde etmek ve akli istidlal yoluna başvurmak yeterli değildir. Bu bilgi türüne ulaşmanın yolu nefıs tezkiyesi ve kalp tasfıyesidir. Bu ise, tam bir ihlasla Allah'a yönderek, ibadet, zikir, murakabe, tefekkür, riyazet, mücahede vb. ile nefsi terbiye ederek, maddi-dünyevi il1tiras ve tutkulardan (ınasivadan) gönlü anndırma, yani ınanevi hakikarlerin kalbe aksetmesine ınani olan gizli engelleri ortadan kaldırılına ile gerçekleşir. Bu konuyla alakah daha detaylı bilgi için bk. Osman Türer, "Vclinin Neb!dcn Üstünlüğü Meselesi Etrafındaki Tartışmalar ve İbn Arab!'nin Bu Konudaki Düşüncesi " , ibn Arabt Geleneği ve Ddvlid el-Kayseri (Hazırlayan: Turan Koç), İnsan Yayınları, İstanbul, 2011, s. 297-310. Osman TÜRER 1 223 Bütün bunları gerçekleş tirebilen insanların kalbine Cenab-ı Hakk' ın ilham ve müldşefe yoluyla doğrudan lütfettiği bilgiyi, slıfı:ler ilm-i vehbi, ilm-i ledünni, ilm-i mükaşefe, ilm-i batın, ilm-i haldkat, ilm-i fıraset, irfan, ma'rifet vb. kavramlarla ifade etmektedirler. Ayrıca onlar bu ilim türüne sahip olanları "havas" olarak nitelerken, kitabi ve aklllnazad ilim sahasında ne kadar ilerlemiş olursa olsun, bu manevi inkişafı gerçekleştirip irfani bilgiye ulaşamayan kimseleri "avaın"dan saymışlardır. S{ıfılere göre keşfı: bilgi, naldi ve aldi bilgiye göre insana çok daha gerçekçi bilgiler sunar ve bu sebeple diğer bilgi türlerinden daha değerli ve tatmin edicidir. Bununla beraber, ilham ve keşf asla vahiyle eşdeğer kabul edilmez. Çünkü vahiyde yanılma söz konusu olmadığı halde, keşfte yanılına ihtimali her zaman için vardır. Kaldı ki, keşf zannedilen bazı sezgilerin şeytan kaynaklı olması bile söz konusu olabilir. Onun için, gerçek stıf'i:ler bu konuda oldukça hassas davranmışlar, bir taraftan "zahire ters düşen bann batıldır" prensibinden hareketle, dinin apaçık zahiri hükümleriyle bağdaşmayan keşfe itibar etmezken, diğer taraftan Cenab-ı Hak tarafından lütfedilen böyle bir bilgiyi sır olarak telakki edip, gerekmedikçe başkalarıyla paylaşmamaya da özen göstermişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber de bildiği her şeyi ashabıyla paylaşmamıştır. "Benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız." hadisi de bunu göstermektedir. Slıfı: geleneğe mensup olmayan alimierin bu anlayışa karşı çılanalarının sebebi, bilindiği gibi bu bilgi türünün dışarıdan denetlenme imicinının olmayışı ve dolayısıyla istismara açık oluşudur. Slıfı:ler de bunun farkında oldukları için, bir taraftan yukanda bahsedilen hassasiyeti görterirken, diğer taraftan bu bilgi türünün tamamen kişiye özel (sübjektif) olduğunu ve başkasım bağlayıcı olmadığını kabul etmektedirler. Kanaariınce bu konuda hassas ve ihtiyatlı davranarak, beraberinde taşıdığı tehlikelere dikkat çekmek makul bir davramş iken; insan gibi müstesna bir varlık için böyle bir bilgi türünün mümkün olmadığını iddia ederek onu inldr yoluna gitmek, insanı madde kalıplarına sıkışmış alelade bir varlık seviyesine indirgemek olacağından doğru olmasa gerektir. Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin Süresi ve Kapsamı 1224 bağlantılı olarak, tartışma konusu olan ve her koruyan bir başka konu da keramet olgusudur. Bilindiği üzere, Ehl-i Sünnet ilimlerince "evliyamn kerametinin hak olduğu" kabul edilmektedir. Salih mü'minde zuhur eden olağanüstü olay anlamına gelen kerameti, o mü'minin bağlı olduğu peygamberin mucizesi olarak görenler de olmuştur. Sufıler de şüphesiz veHlerin kerimetini kabul etmişlerdir. Ancak gerçek sufıler kerameti zahirilkevni ve ilmi/hakiki diye ilciye ayırarark, asıl kedmetin ilcincisi, yani kullukta istikamet üzere olmak olduğunu kabul etmişler ve kevni kedmete çok da itibar etmemişler, zuhCır etse bile onu "hayz-ı ridl" gibi addederek gizlerneyi tavsiye etmişlerdir. Ne var ki, tasavvuf yoluna girenierin "avam" kesimleri, zahir1 kerimete fazla önem atfetmişler ve bilhassa bağlı bulundukları şeyh efendicle gördükleri sıradan bir olayı bile keramet olarak telakki etme temayülünde olmuşlardır. T asavvuf çevrelerinde kerimete atfedilen bu önemden dolayı olsa gerek, tarih boyunca keramet konusu süreidi canlılığını korumuş ve tarihe mal olmuş pek çok tasavvufbüyüğü ve veli zatlll menkıbelerinde geniş çapta yer almıştır. Bu anlayış, bir taraftan şeyh konumundaki şahsı olduğundan fazla yüceltmeye sebep olurken, bir taraftan da gerçek şeyhlikle alakası olmayan bazı sahtekarların insanların masumane duygularını istismar ederek onları kendi süfll çıkarlarına ve dünyevi emellerine alet etmelerine zemin hazırlamıştır. Ancal( bu durumu göz önüne alaral( kerameti inldr etme yoluna gitmek de doru değildir. Zira Cenab-ı Hak nasıl peygamberlerinin şahsında mucizeler gösterıneye kadirse, sevdiği veli kullarının şahsında kedınet izhar etmekten de -haşa - aciz değildir. Tarih içinde nice veli zatın hayatında Hızır'la görüşmek, Hz. Peygamber' i rüyada görmek, istikbale matlı.f bir olaya önceden işaret etmek gibi olaylar çokça anlatılagelmiştir. Burada önemli olan, bu tür kerimeder konusunda gerekli edeb ve hassasiyete riayet edilmesi, bunun asla istismar malzemesi yapılmamasıdır. Buraya kadar, nübiivvet, velayet ve bunlarla alal(alı bazı konulara ehl-i tasavvufun nasıl yaklaştığını çok kısa olarak izah etmeye çalıştım. Bu konularla zaman güncelliğini Osman TÜRER 1 225 Bu vesileyle isterim. bazı konulardaki düşüncelerimi de sizlerle paylaşmak Bilindiği gibi İslam ilim ve düşünce tarihinde, Kur'an ve Sünnet'ten hareketle İslam'ın, insan ve toplumun dünya hayatıyla alakalı tüm hüküm, prensip ve ölçülerini ortaya koyma misyonunu Fıkıh ekolü üsdenirken; uliıhiyet, ahiret, nübüvvet, bilgi meselesi (epistemoloji), varlık (ontoloji), Allah-varlık ilişkisi, insanın varlık içindeki konumu vb. konularda düşünce üreten başlıca disiplinler ise, - kendini naslarla bağımlı görmeyen Felsefe ekolünü saymazsak Kelam ve Tasavvuf ekolleri olmuştur. Bunlardan Fıkıh ekolü, insanların dünyevi hayatlannda Allah' a karşı kulluk vazifelerini nasıl ifa edecekleri konusunda, Kur'an ve Sünnet'ten yola çıkarak İslam'ın kural, kaide ve ölçülerini, yani bir müslümanın pratik hayatında uyması gereken dini ölçülerin neler olduğunu ortaya koymayı üstlenirken; Kelam ekolü, Felsefe' nin de temel meselelerini oluşturan, insan zihnini meşgul eden inançla alakalı ve metafizik konularda, Kur'an ve Sünnet'in verilerini kullanaral( ve bunları alGl yoluyla yorumlayarak, insanları bu konularda her türlü şüpheden arındırıp, aklen tatmine ulaştırma görevini üstlenmiştir. Tasavvuf ekolü ise, yine Kur'an ve Sünnet'in verilerinden hareketle, insanların Allah'a karışı kulluklarını ortaya koyarken, her türlü gizli şirk unsurlarından arınarak, ihlas ve takvaya nasıl ulaşabileceklerini, nefıslerini nasıl tezkiye edecelderini ve ahlaki kemale nasıl ereeelderinL kısacası Cenabı Hak'la nasıl bir manevi ilişki kurmaları gerektiğini öğretme misyonunu üstlenmiştir. Böylece bu üç ekolün her biri insanların bir yönünü öne çıkararak, İslam ümmetinin istenen olgunluk düzeyine çıkmasına katkı sağlamışlardır. Fıkıh ekolü insanların bedeni ve dünyevi iş ve ibadetlerini İslami ölçülere uydurmaya çalışırken; Kelam ekolü onların inançlarını nasıl akli temellere oturtmaları gerektiğini öğretmiş; T asavvuf ekolü ise, insanların rtıh ve gönül dünyalarını öne çıkararak, aşk ve muhabbet anlayışına dayalı, ihlas ve tal(va merkezli bir kulluk bilincini yerleştirmek s1ıretiyle, onları ahlaki ve insani olgunluğa ulaştırarak, dini hayatı sadece bir kural ve kaideler yığını olmaktan ve inanç konularını salt rasyonel aklın dar kalıpları içerisine sıkışrırmaktan Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin Süresi ve Kapsamı 1226 kurtararak, inancı ve ibadetiyle din! hayatı manevi bir vecd ve zevke dönüştürmeyi amaçlamıştır. insanın, bedeni, aldı ve ruhuyla üç göz önüne aldığımızda, sanki bilinçli bir bu üç disiplinin her birinin insanların bir boyutunu kemale erdirme misyonunu üstlenmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığmda, tarih boyunca bu disiplinlerin her birinin çok önemli görevler it::l ettiğini kabul ederek, onların temsilcilerine saygı duymak ve hayıda yad etmek gerekmektedir. Kanaadınce bu disiplinlerin hiç birini diğerine alternatif gibi görmemek, tam al(sine onları bir bütünü tamamlayan unsurlar olarak kabul etmek gerekir. Bunların her biri İslam ilim, düşünce, kültür ve medeniyetine çok önemli katkılar sağlamışlardır. Durum böyleyken, geçmiş dönemlerde mesela, Selefi düşüneeye mensup birisi herhangi bir sufı:yi tekfı:r etmekte bir beis görmezken; Tasavvuf ekoliine mensup bir başkası da, Fıkıh ve Kelam ekoliine mensup kimseleri kabukta kalıp, dinin özünü ve haldkatini kavrayamamakla itharn etmekte sakınca görmemiştir. Kanaatimce bu her iki tutum da isabetsiz ve yanlıştır. Ne yazık ki, bu tür yaklaşımiara günümüzde de şahit olmaktayız. Bazı kimseler meslek taassubuna kapılarak, mensubu bulunduğu ekolü savunma adma, diğer ekol mensuplarınlll düşünce dünyalarını yeterince araştırarak tam olarak anlamak yerine, kendi meslelderinin yegane doğru yol olduğu zehabma kapılarak, T asavvuf geleneğini İslam dışı olaral( kabul edecek kadar aşınlığa kaçabilmektedir. Oysa bu konuda takınılacak makul tavır, karşılıklı saygı anlayışı içerisinde, diğer düşünce sistemlerini d inin f."Irklı bir yorumu ve bir zenginlik olarak görüp, din adına samimiyede ortaya konan her türlü çabayı takdir etmektir. Cenab-ı Hak insanları fizyolojik yönden farklı yarattığı gibi, duygu ve düşünce itibariyle de farklı İstidariarda yaratmıştır. Kesret aleminde asla tek düzelik söz konusu değildir. insanlar da bu alemin bir unsuru olduldarına göre, onların da tek bir görüş ve düşüncede birleşmeleri eşyanın tabianna boyutlu bir varlık olduğunu paylaşım yaparcasına, aykırıdır. Osman TÜRER 1 227 Bu duygu ve düşüncelerle, icd edilen bu çalıştayın hayırlara diler, bize bu fırsatı veren organize heyetine tekrar teşeld(ür eder, hepinize saygılar sunarım. vesile olmasını