İÇİNDEKİLER Takdim İslami Vahdet M. Mutahhari EL GADİR KİTABI VE İSLAMİ VAHDET İslami Vahdet'in Faktör ve Engelleri Horasani Vahdet Dr. Abdulkerim Süruş Vahdet Bulunması Gereken Bir Yitiktir. Ama Neden ve Nasıl? Dr. Seyyid Cafer Şehidi Objektif yayınları Hoca Rüstem Mektebi Sk. No: 4/2 Cagaloğlu/ İSTANBUL Tel: 511 05 64 Ofset Hazırlık: Objektif Baskı: Özen Ofset Kapak Baskısı: Nas Ajans İstanbul, Eylül 1991 VAHDET “Toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzaklaştırıp ısındırdı ve siz onun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah ayetlerini işte böyle açıklar.” (Ali İmran/103) TAKDİM Mutahhari, Horasani, Abdülkerim Suruş ve Seyyid Cafer Şehidi'nin günümüzde ve tarihteki "vahdet" etrafında dönen tartışmaları, Vahdet'in önündeki engelleri ve sağlanması yolunda yapılması gerekenleri anlatan makalelerinden oluşan bu küçük hacimli kitabın hacmiyle ölçülemeyecek bir değer taşıdığına inanıyoruz. Yayınevimizin 9. kitabı olarak sizlere ulaştırdığımız "Vahdet", günümüzde yaşadığımız coğrafya üzerinde vahdet yolunda atılan adımlara çelme takmak isteyen bazı güruhlara da cevap olacağı kanaatindeyiz. 12-17 Rebiulevvel, Peygamberimiz (S.A.A.)'in doğum günü münasebetiyle vahdet haftası olarak kutlanmalıdır. I99l'in vahdet haftasında Türkiyeli Müslümanlara Vahdet kitabını ulaştırmanın sevincini taşımaktayız. OBJEKTİF YAYINLARI , İSLAMİ VAHDET Murtaza Mutahhari EL GADİR KİTABI VE İSLAMİ VAHDET El Gadir kitabı İslam âleminde büyük bir dalgalanma meydana getirmiş ve İslam bilginleri onu -edebiyat, tarih, kelam, hadis ve sosyal- gibi çeşitli açılardan incelemişlerdir. Sosyal açıdan ele alınacak yönü İslami vahdettir. Asrımızın Müslüman, aydın, bilgin ve muslinleri, özellikle de tüm alanlarda düşmanların saldırılarıyla karşı karşıya kaldığımız ve çeşitli vesilelerle eski ihtilafları körükleyerek yeni ihtilaflar meydana getirdikleri bu çağda, tüm Müslüman grup ve milletlerin birleşip tek vücut olmalarını İslami gereksinimlerin en önemlilerinden saymaktadırlar. Bildiğimiz gibi kutsal İslam dini, İslami vahdet ve uhuvvete, -kardeşliğe- büyük önem vermektedir. Kur'an, Sünnet ve İslam tarihi bu iddiayı doğrulamaktadır. Bazı kimselerin kafasına şu soru takılmaktadır: Müslümanların çok eski ihtilaflarını konu edinen El Gadir kitabı gibi eserlerin yazılıp yayınlanması, kutsal hedef ve büyük ülkümüz İslami vahdete ulaşmayı engellemiyor mu? Her şeyden önce konunun aslını, yani İslami vahdetin anlam ve sınırlarını ve daha sonra da El Gadir kitabı ve onun değerli yazarı Allame-i Emini (...) hakkında konuşmayı gerekli görüyorum. İSLAMİ VAHDET İslami vahdetten ne amaçlanıyor? İslam mezhepleri arasından birini seçip diğerlerini dışlamak mı amaçlanmaktadır? Mevcut mezheplerin ortak yönlerini bir araya toplayarak hiçbirine benzemeyen yeni bir mezhep kurmak mı isteniyor? Yoksa İslami vahdet, mezheplerin birleştirilmesi anlamında değil de, yabancı güçler karşısında mezhebi ihtilaflara rağmen bütün mezhep izleyicilerinin birleşmelerini mi amaçlıyor? İslam düşmanları; İslami vahdeti daha ilk adımlarında başarısızlığa uğratabilmek için, onun mezheplerin birleştirilmesi gibi mantık ve amel dışı bir anlam taşıdığını ortaya atıyorlar. Bu bilginler, ortak düşman karşısında bütün Müslümanların birleşmelerini istiyorlar. Bu bilginler Müslümanların vahdet edip birlik içinde olmalarını gerektirecek birçok ortak yönlerinin olduğunu belirtmektedirler. Bütün Müslümanlar, tek bir Allah'a tapıyorlar, Resul-ü Ekrem'in peygamberliğine inanıyorlar, kitapları Kuran ve kıbleleri de Kâbe’dir. Bütün Müslümanlar birlikte ve aynı şekilde hac farizalarını yerine getiriyorlar, aynı şekilde namaz kılıp, oruç tutuyorlar, aynı şekilde yuva kurup, alışveriş yapıp, çocuklarını eğitip ve ölülerini defin ediyorlar. Bu hükümlerde Müslümanların arasında küçük farklardan başka hiçbir fark yoktur. Bütün Müslümanlar aynı dünya görüşüne, kültüre ve uzun geçmişi olan büyük bir uygarlığa sahiptirler. Dünya görüşü, kültür, büyük uygarlık, dini inanç, niyayeş (dua ve tazarru)ve sosyal gelenek ve ananeler dikkate alınarak vahdet yapılırsa, dünyadaki büyük güçleri karşılarında huşu ile eğiltecek büyük ve güçlü bir millet meydana getirilmiş olur. İslam dini özellikle de bu konuya büyük önem vermektedir. Kur'an bütün Müslümanların kardeş ve birbirlerine karşı sorumlu olduklarını açıkça belirtmektedir. Peki, İslam dininin yüzü hürmetine kendilerine verilen bunca geniş ve bol imkândan Müslümanlar neden yararlanmasınlar? Bu görüşü savunan Müslüman bilginlere göre, İslami vahdet için Müslümanların kendi mezheplerinin usul ve füru hükümlerinin bir kısmını atmalarına hiçbir gerek yoktur. Yine Müslümanların aralarında bulunan ihtilafları ve onların hakkında kitap yazmalarını engelleyecek hiçbir durum yoktur. İslami vahdetin gerektirdiği tek şey Müslümanların birbirlerine karşı kin gütmemeleri ya da kinlerini daha da körüklememeleridir. Metaneti terk edip birbirlerine küfür, hakaret, iftira etmemeli görüşleriyle alay etmemeli, mantık ve kuralların dışına çıkmamalıdırlar. En azından İslam dininin, Müslüman olmayanları İslam dinine çağırırken uyguladığı metodu birbirlerine karşı uygulamalıdırlar. "Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış." (Nahl-125) Bazı kimseler de sadece füruda ayrı görüşlere sahip olan Şafii ve Hanefi gibi mezheplerin birleşebileceklerini, usulde muhtelif olan mezheplerin ise hiç bir zaman birleşemeyeceklerini ileri sürmektedirler. Bunlara göre, mezhebi ilkeler birbirine yapışık bir mecmuadır. Usul âlimlerine göre bunlar "az ve çok birbirine bağlıdır" kuralına benzemektedir. Yani birinin zedelenmesi tümünün zedelenmesi demektir. Bu kurala inananlara göre, mesela imamet zedelenmiş olursa, vahdet ve kardeşlikte zedelenmiş olur. Bu nedenle düşman kim olursa olsun Şii ve Sünni aynı cephede savaşamaz ve iki Müslüman kardeş gibi birbirlerinin elini sıkamazlar. Birinci grup bu iddiayı şöyle cevaplandırıyor: Usulü birbirine yapışık bir mecmuaya benzetip ya hep ya hiç kuralına göre hareket etmemize hiçbir gerek yoktur. Burada "Bütün (boyuttan) idrak edilemeyen (obje)nin tümü bilinemez" "Şari' tarafından getirilen kolaylıklar sonradan ihdas edilen dayatma zorluklarla düşürülemez" kuralı uygulanmalıdır. Hz. Ali (AS)'ın izlemiş olduğu yol bizim için en iyi ve en eğitici bir yoldur. O kendisi gibi büyük birine yakışacak yolu seçti ve hiçbir zaman ya hep ya hiç sloganıyla hareket etmedi. Aksine "Bütün (boyutları) idrak edilemeyen (obje)nin tümü bilinemez" kuralını işinin temeli yaptı. Hz. Ali, üç halifeye karşı kıyam etmedi, kıyam etmemesi mecburi değildi. Belki hesaplanmış ve seçilmiş bir işti. Ölümden korkmayan Ali neden kıyam etmedi? En fazla öldürülecekti. Allah yolunda öldürülmek onun en büyük arzusundandı. O hep şahadeti arzuluyordu ve şahadet onun için annesinden süt emmekten daha tatlıydı. Hz. Ali yapmış olduğu doğru hesapla, o şartlar altında İslam'ın çıkarının kıyamı terk edip işbirliği yapmak olduğu sonucuna varmıştı. Defalarca bu konuya değinen Hz. Ali (AS) Malik-i Estere yazmış olduğu mektupların birinde şöyle diyor: "Önce elimi çektim, sonunda insanların dinden döndüklerini Allah'ın salatı ona ve soyuna olsun, Muhammed'in dinini iptale kalkıştıklarını ve halkı buna çağırdıklarını duyuncaya kadar dayandım. Fakat bu işe kalkıştıkları zaman, Islama yardım etmezsem onda bir gedik açılacağından ve yıkılacağından korktum. Çünkü bu musibet bana birkaç gün sürecek olan hilafetten daha büyük olacaktı." Nehc’ül Belağa Mektup No: 62. Altı kişilik şurada Abdurrahman İbni Avf, Osman'ı halife olarak seçmesinden sonra Hz. Ali şikâyetlerini ve yardıma hazır olduğunu şöyle dile getirdi: "Benim hilafete daha layık olduğumu siz de biliyorsunuz. Müslümanların işlerinin düzelmesi için, rakiplerim yalnız beni dışlamakla yetinseler ve yalnızca şahsım hakarete maruz kalırsa Allah'a andolsun ki muhalefet etmeyeceğim." Nehcül Belağa Hutbe No: 72. Bunlar Hz. Ali'nin bu konuda ya hep ya hiç kuralına göre hareket etmediğinin bir şahididir. Hz. Ali (AS)'ın bu konuda izlemiş olduğu yol hakkında daha fazla konuşmaya gerek yoktur; bu konu hakkında birçok tarihi deliller de vardır. Allame-i Emini Şimdi El Gadir kitabının büyük yazarı Ayetullah Emini'nin nasıl düşündüğünü ve hangi gruptan olduğunu öğrenmenin sırasıdır. Acaba o İslami vahdetin sadece Şiiler arasında yapılabileceğine mi inanıyordu? İslami vahdet çemberinin daha geniş olduğuna mı inanıyordu? O, şehadeteyni söyleyen bütün herkesin Müslüman olduğuna, Müslümanların da ister istemez birbirleri üzerinde haklan olduğuna ve Kur'an'ın açıkça tasrih ettiği uhuvvet ve kardeşliğin Müslümanlar arasında mahfuz olduğuna inanıyor muydu? Allame-i Emini, El Gadir kitabının İslami vahdetteki rolünün olumlu olup olmadığı hakkında kendi görüşlerini açıklamayı gerekli görüyordu. Allame-i Emini, karşı çıkanların -muhaliflerin veya muvafık cephelerde yer alan ve kendilerini yerden yere vuran kimselerin- bundan suistifade etmemeleri için defalarca görüşlerini açıklamıştır. Allame-i Emini, İslami vahdetin taraftarıydı ve ona geniş ve açık bir görüşle bakıyordu. Onun El Gadir kitabının çeşitli yerlerinde açıklamış olduğu görüşlerinin bir kısmını burada nakil ediyoruz. Birinci cildin önsözünde El Gadir'in İslam âlemindeki rolüne işaret ederek şöyle diyor: ".... Ve ben bütün bunları dine hizmet, hak kelimesinin yüceltilmesi ve İslam ümmetinin diriltilmesi olarak değerlendiriyorum." Üçüncü cildin 77. sayfasında, ibn-i Teymiye, Alus ve Kasimi'nin, Şia'nın Ehl-i Beytten bazılarını -Zeyd lbn-i el-Hasan ibn-i El Hüseyin- düşman saydıklarına dair uydurdukları yalanı naklederek şöyle yazmıştır: ".. Bu yalan ve iftiralar fesat tohumları ekmektedir. İslam ümmeti arasındaki ihtilafları körüklemekle birlikte İslam toplumunu tefrikaya düşürüp dağıtıyor. Bunlar, bütün Müslümanların çıkarlarına ters düşmektedir." Üçüncü cildin 268. sahifesinde Seyyid Raşid Rıza'nın Şia'ya yaptığı hakareti -Şialar, Şia olmayan Müslümanların musibetlerine seviniyorlar. Öyle ki Rusların İran Müslümanlarını mağlup etmesini İran'da kutlamışlardır- naklederek şöyle diyor: "Bu yalanlan Seyyid Muhammed Raşid Rıza ve onun gibiler uydurmuşlardır. Iran ve Irak Şiaları genellikle bu tip iftiralarla karşı karşıyadırlar. Müsteşrikler, turistler, İslam ve diğer ülkelerin İran ve Irak'taki temsilcileri hiçbir zaman böyle bir şeye şahit olmuş değillerdir. Şialar, istisnasız bütün Şia ve Sünnilerin, mal, namus ve haysiyetlerine saygı göstermektedir. Şia, İslam âleminin herhangi bir yerindeki ve herhangi bir İslami fırkanın üzüntülerine ortak olmuştur. Şia hiçbir zaman Kur'an'da belirtilen İslami kardeşliği sadece Şialara sınırlanmamıştır ve bu konuda Şia ve Sünni arasında hiçbir farka inanmamaktadır." Yine aynı cildin sonunda, ilk zaman âlimlerinden ibn-i Abduh'un Ukdul-Ferid, Ebu-elHüseyin Hayyat Mutezilenin "El intişar", Ebu Mansur Bağdadi'nin "El Firak-u Beyn-el-Firak" İbn-i Hazmi Endülüsü'nün "El Fasl" Muhammed Ibn-i Abdulkerim Şehristani'nin "El Milelu ven-Nihal", İbn-i Teyyime'nin "Min haccus-Sünnet" ve İbn-i Kesir'in El Biayetu ven-Nihaye gibi kitaplarını ve Mutaahhir alimlerden Şeyh Muhammed Hodri'nin "Tarih-u Umem-ulİslamiyye" Ahmed Emin'in "Fecr-ul İslam", Muhammed Sabit El Mısri'nın "El culetu-firubuş-Şark El Edna" Kasimi'nin "Es-Ser'u Beyn-el-İslam-i vel-vasiyyin" ve Musa Carullah'ın "Veş-Şia" gibi kitaplarını eleştirerek şöyle yazmıştır: "Bu kitapları burada yazıp eleştirmemizin amacı, bu kitapların İslam toplumu için büyük tehlikeleri meydana getirdiğini İslam ümmetine duyurmak ve tehlikenin olduğunu onlara bildirmektir. Çünkü İslami vahdeti sarsıp Müslümanların saflarını dağıtıyorlar. Bu kitaplardan daha fazla hiçbir etken Müslümanların saflarını dağıtıp, vahdetlerini yok edip ve İslami kardeşliği parçalıyor." Allame-i Emini El Gadir kitabı için Mısır'dan yazılan bir teşekkür mektubu için beşinci cildin önsözünde, İslami vahdet hakkında hiçbir şüphe doğurmayacak şekilde görüşlerini şöyle yazıyor: "Mezhepler hakkında görüş ve inançlar serbesttir. Mezhebi, ilmi ve kelami tartışmalar her ne kadar artarsa artsın Kur'an'ın -şüphesiz müminler kardeştirler- ayetiyle açıkça belirttiği İslami kardeşliği zedeleyemez. Sire-i Selef hatta sahabe ve tabiinin zamanında da durum böyleydi. İslam dünyasının çeşitli noktalarındaki biz Müslüman yazarların Usul ve fıkıhta sahip olduğumuz değişik görüşlere rağmen ortak bir yönümüz vardır ve o da Allah'a ve Allah'ın elçisine iman etmemizdir. Bedenimizde tek bir ruh vardır, o da İslam ruhu ve ihlâstır. Biz Müslüman yazarlar, hakkın sancağı altında, Kur'an ve Nebiyyi Ekrem'in liderliği ışığında görevimizi yapmaktayız. Hepimizin mesajı "Şüphe yok ki Allah katında din İslam dinidir" ve hepimizin şiarı la ilahe illallah ve Muhammedur-Resulullah'tır. Evet, biz Allah'ın hizbindeniz ve onun dininin koruyucularıyız." Allame-i Emini sekizinci cildin önsözünde "El Gadir, İslam milletlerinin saflarım birleştiriyor" başlığı altında El Gadir'in İslami vahdetteki rolünü yazmıştır. Muazzamun leh bu yazısında El Gadir'in İslam ümmetini daha da dağıttığı iddiasında bulunanların iddiasını reddederek onun birçok yanlış anlaşılmaları düzelttiğini ve Müslümanların birbirlerine daha da yakınlaşmalarına neden olduğunu ispatladıktan sonra Şia olmayan Müslüman bilginlerin görüşlerini delil olarak göstermiş ve sonunda da Şeyh Muhammed Said Dehduh'un yazdığı mektubu aynen nakletmiştir. Konuyu daha fazla uzatmamak için Allame-i Emini'nin İslami vahdet hakkındaki diğer sözlerini tercüme edip anlatmıyoruz. Zira söylenen miktar iddiayı ispatlamaktadır. El Gadir'in İslami vahdetteki olumlu rolü şöyledir: 1- Şia'nın mantık ve delillerine açıklık getirerek yaklaşık yüz milyon Müslüman’ın Şia olmalarının nedeni -bazı kimselerin zehir dolu tebliğlerine rağmen- politika, ırkçılık vs. değil de Kur'an ve Sünnete dayanan güçlü bir mantığın bu yönelmeye neden olduğunu ispatlamıştır. 2- Şia'lara yöneltilen suçlamaların -Şialar, Müslüman olmayanları Şia olmayan Müslümanlara tercih ediyorlar, Şia olmayan Müslümanların mağlubiyetlerini kutluyorlar, hac farizası yerine imamların mezarlarını ziyaret ediyorlar, şöyle namaz kılıyorlar, şöyle geçici evlilik yapıyorlar ve... (ki bunlar diğer Müslümanların Şialardan uzaklaşmalarına neden olmuştur yalan ve iftira olduğunu ispatlamıştır. 3- Bütün Müslümanların liderliğini üstlenebilecek olan ve İslam'ın en mazlum ve tanınmış insanı Emirel mü’minin (a.s)'ı ve onun mutahhar evlatlarını İslam dünyasına tanıtmıştır. BAŞKALARININ EL GADİR'DEN ANLADIKLARI Şia olmayan birçok sadık Müslüman bilgin de El Gadir'den bizim çıkardığımız anlamı çıkarmışlardır. Muhammed Abdulgani Hasan El Muri'nin El Gadir için yazdığı ve onun birinci cildinin önsözünde yayınlanan önsözünde şöyle diyor: "Sizin berrak suyunuzun -Arapçada el gadir kuyu suyuna denir- iki kardeş Şia ve Sünnilerin sulh, sefa içinde olup ve el ele vererek İslam ümmetini yeniden diriltmelerine vesile olmasını Allah-u Teâla’dan niyaz ediyorum." Mısır'da yayınlanan El Kitab dergisinin müdürü Adil Gadban üçüncü cildin önsözünde şöyle diyor: "Bu kitap Şia'nın görüşlerini açıklamaktadır. Ehli Sünnet bu kitap vasıtasıyla Şia’yı doğru olarak tanıyabilir. Şia'nın doğru tanınması Şia ve Sünni görüşlerin birbirine yakınlaşmasına ve tek bir cephe oluşturmalarına neden olacaktır." Ezher Üniversitesi Usulü Fıkıh Fakültesi Felsefe öğretim üyelerinden Dr. Muhammed Gulab, El Gadir kitabına yazdığı ve onun dördüncü cildinin önsözünde yayınlanan övgüsünde asrımızdaki Müslümanların dağınıklığına, onları kurtaracak faktöre ve o faktörlerden birinin de peygamberin vasisinin olduğuna işaret ederek şöyle yazmıştır: "Tarihçilerin kusurlarının ortaya çıkması için bütün Müslümanların zengin içerikli El Gadir kitabını okumaları gerekir. Hakikat nerelerdeymiş. Bizler bu vasıtayla geçmişi telafi edip ve Müslümanların birleşmeleri yolunda çalışıp cevap almalıyız." Evet, asrımızın en büyük ve önemli sosyal meselesinde Allame-i Emini'nin görüşleri ve onun İslam âlemindeki olumlu yankıları bunlardır. Allah ondan razı olsun. İSLAMÎ VAHDETİN FAKTÖR VE ENGELLERİ HORASANİ İSLAMİ VAHDETİN FAKTÖR VE ENGELLERİ İslami vahdetin bütün Müslüman düşünür, lider ve muhlislerin arzu ve ülküsü olduğu hususunda, bu yolda birçok çaba gösterilerek yüzlerce kitap makale ve tez yazıldığından şüphe yoktur. İslam’ın vahdet ve İslami kardeşliğe tekit edip müminleri birbirleriyle kardeş etmesinde,-İnnema el- müminune ihvetun (hiç şüphe yok ki mü'minler kardeştirler)- genel olarak vahdetin İslam rükünlerinden olduğunda, asrımızın büyük muslinlerinden olan Allame Şeyh Muhammed Hüseyin Kâşif-ül- Gitanın söylemiş olduğunda- İslam iki kelime üzerine kurulmuştur: Kelime-i tevhit ve Tevhidi kelime- veya İslam’ın azamet ve şanının ve Müslümanların ise istiklal ve istisnasının - muhtaç olmamasının sadece bu kelime ile mümkün olduğunda şüphe yoktur. Bunun ispatlanması için getirilecek akli, nakli ve icma delil ve sıralanabilinecek ayet, hadis, şiir, nasr ve hikâye yetmiş men (ağırlık birimi) kâğıdı karşılayabilir, yine vahdet sadece bizim aramızda değil de asırlar önce Müslümanların arasından ayrıldığında, bütün iyi insanları ve İslam hâkimiyetinin âşıklarını hasret ve intizarda -olacağı gün- bekletmesinde veya salih Müslümanları ümitsizliğe sürükleyip karanlık ve müphem- çözümlenmez- olaylarla karşı karşıya getirdiğinde de hiç bir şüphe yoktur. Bulan ispat etmek apaçık konulan açıklamak ve inkâr etmek ise sanki zaruriyatı -gerekli olan ihtiyaç duyulan şeyleri-inkâr etmek gibidir. Tartışılması gereken şudur ki; İslami vahdet nasıl meydana getirilebilir? Neden ortadan kalktı? Vahdetin yeri ve sınırı nelerdir? Vahdeti neler engellemektedir? Bunun gibi bir takım konu zinciri üzerinde tartışmak gerekir. Bu konuların hiç biri bir başkasından ayn olarak tartışılmaz. Onların arasında bir düzen dahi vardır. Mesela Vahdetin konulan-ki kültürel, siyasi, iktisadi veya ameli ve inanç konulandır- aydınlanmadan vahdetin araç veya engellerinin ne olduğu hakkında konuşulamaz. Bizim konumuzun en önemli noktası ise vahdet yolunda olan engellerdir; diğer konular hakkında ihtiyacımız olan kısaca değinmenin dışında hiç bir şey açıklamayacağız. VAHDET NEDİR Bütün bu tartışmalar sadece bir noktanın açıklanmasına bağlıdır ve bizler de konuya giriş olarak - vacip bir giriş- onun hakkında konuşmak mecburiyetindeyiz. Şöyle ki; Vahdet veya İslami birlik ne demektir? Bazı kimseler bundan Müslüman itikadi, ameli konulara ibadetten muamele ve yaşam konularına kadar veya gelenek, düşünce, anane ve dostluk tarzlarının hiç birinde ihtilafları olmadığını ve aynı fabrikada üretilen ürünler gibi aynı kalıp ve şekilde olduklarını yahutta doğudan batıya kadar bütün Müslümanların aynı devlet, kanun, siyaset, siyasi ve iktisadi rejimin yönetimi altında olmalın gerektiğini ya da -mesela- bütün herkesin aynı milliyetten olmaları gerektiğini-Arap, Acem- Türk, Dilem ve bu ırk ve milliyetlerin muhtelif kabilelerinin İslam sınırlan içerisinde olması gerektiği, bütün hepsinin aynı dili konuşup, aynı milliyetten olmaları ve bunların dışında kalan bütün her şeyin unutulması gerektiği amaçlandığını düşünebilirler. Bu tip boş tasavvurlar hiç bir zaman tahakkuk bulmamıştır ve bulmayacaktır da. Zira ilahi sünnet ve beşerin fıtrat ve tabiatına zıttır. Hatta siyasi vahdet ve tek yönetim Resulü Ekrem'in hayatı ve ondan sonra geçen birkaç yılın dışında- İslam hükümetinin sınırları küçüktü- gerçek anlamıyla tahakkuk etmiş değildir. Peki, vahdetten amaçlanan nedir? Bize göre her şeyden önce İslam’ın vahdetten ne anladığını ve izleyicilerini nasıl bir vahdetle çağırdığını görmemiz gerekir. B u sonucu elde etmenin üç yolu vardır. 1. Bu vahdete verilen unvan ve ad, 2. Onun taşıdığı sıfat ve sorumluluklar 3. Ulaşılması gereken hedef ve sonuçlar. Aşağıdaki açıklamada bu üç yolun her üçü de açıklanmaktadır Kur'an-ı kerim ve ayetler de Müslümanlardaki iman ve İslam unsurundan ötürü onlara müminler, Müslümanlar ve bunlara benzer genel unvanlar verilmiştir. Bunlar Hz. Musa (a.s)’ın izleyicileri olan Yahudi Hz. İsa (a.s)'ın izleyicileri olan Hıristiyanlar, Arap putperestlerine verilen müşrik -şirk koşanlar-ve Mecusi, sabii ve cezayiri gibi diğer dinlere tabi olanlara verilen adlar gibi onlara verilmiş adlardır. Kur'an’ın baştanbaşa her yerinde var olan "Ey iman edenler" ibaresi bu İslami birimden ötürüdür fakat İslam toplumu ve diğer dinlerin izleyicileri için kullanılan "ümmet" deyiminin diğer Unvanlara oranla daha fazla Vahdetçi anlam taşıdığı görünmektedir. "Hiç şüphe yok ki sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim, bana tapın." "Böylece sizi tam ortada bulunan bir ümmet yaptık." "Her ümmete peygamber göndermişizdir." Nahl-36 Kur’an'da sıkça rastlanan bu tip ayetlerden şu anlaşılıyor ki yalnızca İslam toplumu değil belki bütün dinlerin izleyicileri dahi ümmet adıyla bir birimdirler ve İslam ümmeti ise o ümmetlerden daha sonraları dünya yüzüne gelmiştir. Resul-u Ekrem kendi izleyicilerini benim ümmetim veya İslam, benim ümmetim veya İslam ümmeti diye adlandırıyordu. Şimdi bir dini birliği tanıtma değerini kendisinde bulunduran bu kelimenin anlam ve faktörlerini görmemiz gerekir. “Ümem” kökünden türeyen ümmet kelimesinin lügat anlamı, bir lidere uymak, izinde yürümek ve ona iktida etmek demektir Kur'an da ise bir dinin veya dini bir meslek ve yolun izleyicileri "sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir şüphesiz" ayetinde olduğu gibi- anlamında kullanıldığı gibi, lider anlamında da -"İbrahim şüphesiz Allaha boyun eğen ve ona yönelen bir liderdi " ayetinde olduğu gibi kullanılmıştır. Ümmet kelimesinin Kur'an da kullanılan ve lugavi anlamına dikkat ettiğimiz zaman şu sonuca ulaşmış oluruz: Ümmet, aynı yol, hedef ve lidere sahip olup ve aynı mektebe tabii olan halk toplumuna denir. Ümmet kelimesinde iktida, lider, liderlik ve amaç ve niyet; Merhum Dr Ali Şeriati, ye göre aynı kıble ve hedefe doğru hareket etmek anlamı saklıdır. Bu özellikleri kendisinde taşıyan bir toplum ahlak, maneviyat, kültür düşünce tarzı, gelenek ve ananelerde birleşmezlik edemez. Böylece vahdetin temel ve kökünü oluşturan bir takım faktörü ümmet kelimesinin anlamından çıkartarak beşeri topluluklarda ki ilahi sünnetlere tabi ve sosyal kurallarla çelişmeyecek şekilde vahdetin asıl Ölçü ve muhammini olarak belirtilebilinir. Şöyle ki: VAHDET FAKTÖRLERİ 1. İnanç birliği 2. Amel ve itaat etme birliği 3. Lider birliği 4. Hedef ve ülkü birliği 5. Sıfat, ahlak ve maneviyat birliği 6. Kültür birliği Böylece İslam ümmeti gerçek anlamda ve ciddi bir İslami vahdete sahip olmadan bu ilkeler Müslümanların arasında tahakkuk bulmaz ve onların da bu altı asıl ilkeye -ki bunlar başka ilkelere de ayrılabilirler iştirakleri imkân dışı olur. Şimdi bu altı faktörün her birisini açıklamağa başlıyoruz: BİRİNCİ FAKTÖR: İNANÇ BİRLİĞİ: Bir ümmetin bir takım ortak metoda inanması şarttır. Bütün İslami mezhep ve meslek bilginlerinin kabul ettikleri metotlar Tevhid, Nübüvvet ve Mead'dan ibarettir. Bu usul, kitap ve sünnetle kesin olduğu gibi bütün İslam mezheplerinde insanın Müslümanlığının temel ve kökü olarak kabul edilmektedir. Bütün mezheplerde bu üç kurala inanmanın insanın inanç açısından Müslüman olmasına yeterli olduğu gibi onların birini inkâr etmek veya inanmamak da İslam’dan çıkmak anlamındadır. Bu makalede mezhep liderlerinin görüşlerinden çeşitli örnekler vereceğiz. Bizim mezhebimizde çocuklara daha çocuk iken Usulü Dinin beş tane olduğunu onların üçünün-saydıklarımız-dinin usulü ve geri kalan ikisinin ise- adalet ve imamet-mezhebin usulü olduğunu öğretiyorlar. İslami mezheplerden her biri, kendisinin izleyicileri için bir takım başka inançlara sahip olmalarını şart koşsa dahi bu üç usule inanmak hem insanın Müslüman olması ve hem de İslami vahdet yapılması için yeterlidir. Öteki şartların insanın Müslüman olabilmesi ve İslam ümmetinin parçalarından biri olarak sayılmasıyla hiç bir alakası yoktur. Burada bu üç hususa dikkat etmek gerekir: l. HUSUS: Bu usulü genişçe değil de özet olarak tanımak ve onlara genel olarak anlaşılacağı şekilde inanılması yeterlidir. Bu usullerin her birinin tafsili anlamlarının muhtelif kelamı, felsefi yorumları, çeşitli inanç ve meslekleri doğurarak İslami mezheplerin liderlerini birbirinden ayırdığı açıkça bilinmektedir. Fakat o tafsilatlar insanın Müslüman olabilmesiyle ilgili değil de İslam mezhepleri bünyesinde sadece medrese içerisinde, kitaplarda ve ders merkezlerinde, bilim ve bilim adamı ve görüş sahipleri arasında tartışıldığı, ismen o mezheplerin izleyicileri olan Müslümanların arasındaki onların her bir gurubu o mezheplerin birine bağlıdırlar girmediği söylenilebilir Acaba o tip konulara girmek İslam’ın gerektirdiği bir iş miydi? Bu tartışmalar kesin bir sonuca bağlanmış mıdır? Acaba o tafsilatı bilmek ahirette kurtuluş için şart mıdır? Bunlar bizim konumuz dışında kalan konulardır ve kendi alanlarında açıklanmıştır. Kesin olan şey, İslami vahdetin şartı, Müslüman olmanın ölçüsü olan şey bütün halkın sade ve anlaşılır şekilde bu usule inanmalarıdır. Kutsal İslam dininin doğuşundan yıllar sonra Müslümanların arasında doğan o karışık felsefî ve kelamı tartışmaların sonuçları değildir ve bunlar İslami vahdetin ölçüsü de olamaz. Aksi halde hiç bir zaman İslami vahdet tahakkuk edemez., çünkü bilginler bu tartışmalarında asla bir sonuca varmamışlar ve varamazlar. Evet, bu tafsilatta vahdet etmek ne İslami Ayetin ölçüsüdür ve ne de ümmetin vahdetinin delilidir öyle ki onlarda makul ve meşru ölçülerde ihtilaf etmeninde İslam’ın özüyle hiç bir çelişkisi yoktur. Bu konuyu ileride açıklayacağız. Örnek olarak birinci aslı, yani Tevhidin -ki vahdetin ilk temeli ümmetin vahdeti için İslam'ın asıl köküdür- had ve sınırını bu ayetten öğrenebiliriz. "Şüphesiz bu ümmet tek bir ümmettir ve ben de Rabbinizim, bana itaat edin." Bu ayetten, ümmetin vahdetinin temel ilkesinin Allah'a itaat etmek ve o'nun rububiyeyeti olduğu -başka bir şey değil- anlaşılmaktadır. Allah'ın rububiyyeti her şeyin O'ndan ve O'nun kudretiyle olduğu demektir. Allah'a itaat etmek ise sadece -başka birine değil- ona tapmak demektir. 2. HUSUS: Eğer İslami mezheplerden biri açıkça bu üç asıldan birini inkâr ederse, mesela tek bir ma'bud ve Rab anlamında olan Tevhidi veya peygamberlerden birinin ve İslam peygamberinin risaletini ya da ahiret âlemini inkâr ederse bütün maruf İslam mezheplerinin hükmü gereği o mezhep ve izleyicileri İslam’ın dışındadırlar. Ben bugün açıkça bu usullerden birini inkâr eden bir mezhebin İslam mezhepleri arasında olduğunu düşünmüyorum. Fakat bazı gayri maruf mezheplerin sahip oldukları inançlar bu usulün birinin inkâr olunmasını gerektirebilir, ama o mezhebe tabi olanlar mezheplerinin bu üç usulden birini inkâr etmeyi gerektirdiğine kesinlikle inanmıyorlardır. Küfrün ölçüsü açıkça inkâr etmektir, herhangi bir mezhep karşıtlarının sarıldıkları mülazime değildir. Bu konu, yani açık inanç ve mülazime inanca olan açık inancın birbirine karıştırılması mezheplerin belalarından, mezheplerin birbirine hakaret edip kötü lakaplar verdikleri yollardan biridir. Bu konuyu daha sonraları açıklayacağız. 3. HUSUS: Yeni kitap ve vahye sahip olduklarını iddia eden Müslümanların arasındaki yeni kurulmuş mezhepler kendilerini bir İslami fırka olarak saysalar ve İslam’ı da zamanı geçmiş bir din olarak kabul etseler dahi kesinlikle İslam’ın dışındadırlar Çünkü evvela nübüvvetin şanından ve İslam’ın gerekli kıldığı şeylerden birini, yani hatemiyeti inkâr ediyorlar, ikinci olarak ta hâlihazırda Müslüman değillerdir ve kendilerine ait peygamber, kitap, kanun, kıble ve ibadetleri vardır ve bunların tümü ise İslam ilkelerinin karşısında olan hususlardır. İKİNCİ FAKTÖR: AMEL VE İTAAT ETME BİRLİĞİ (VAHDET)'İ Ümmet kelimesinde itaat etmenin ve itaat etmek kelimesinde ise amelin saklı olduğunu söylemiştik. Çünkü birinin bir başkasına itaat etmesinin anlamı onun vermiş olduğu emirlerle amel etmesi demektir. Bu anlamı taşıyan itaat, ahlak, kültür ve bunların çeşitli yönlerine girebildiği gibi inanca girmeyi başarabilir. Şimdi İslam'da ümmetin vahdeti için şart koşulan amellerin ne olduğunu görmemiz gerekir. Bu konuda da inançta olduğu gibi İslam'ın gerektirdiği ve bütün mezheplerin hiçbir tereddüde mahal vermeden kitap ve sünnette farz saydıkları amellere doğru yürümemiz gerekir. O ibadetler ise, namaz, hac, oruç, zekât ve cihad'dan ibarettir. Bir taraftan cihadı amel sınırı içerisine yerleştirirken diğer taraftan da sonradan açıklayacağımız ortak sorumluluk sınırlan içine yerleştirebiliriz. Biz İslam'ın tanınmış mezhepleri arasından bu ibadetlerden birinin farz oluşunu inkâr eden bir mezhep tanımıyoruz. Çeşitli yollarla rivayet edilen "duaim-ul-İslam" rivayetinde bu ameller İslam'ın temel ve köklerinden sayılmıştır. Böylece, eğer İslam mezheplerinden biri veya Müslümanlardan biri bu beş ibadetten birinin farz olduğunu açıkça inkâr ederse -mülazeme olarak değil- ve inkârdan ötürü onu terk ederse kesinlikle İslam'dan çıkmış ve bu inanç ve ameliyle de bağlarını diğer Müslümanlardan kesmiş olur. İnanç usulünde söylediğimiz gibi burada da açıklıyorum: Ölçü ve şart ittifak olunduğu miktarda bu amellerin kabul edilmesidir. Mesela her gece ve gündüzde -24 saatte- beş defa namaz kılmak farzdır, sabah namazı iki rekâttır ve hac Kâbe’nin etrafında yapılmalıdır vb. Fakat İslam mezheplerinde bu amelleri yerine getirebilme şartlarının ihtilaflı ve tartışılır olması insanın Müslüman olmasını ilgilendirmediği gibi onunla çelişmemektedir bile. Böylece müçtehitlerin içtihadından ve mezhep liderlerinin görüşlerinden kaynaklanan bu konulardaki amel ve görüş vahdetinde bu amellerin inkârı, ispatı veya İslam'dan çıkılması şart değildir ve bu ihtilaflar kendi başlarına da İslami vahdeti engellememektedir. İnanç konusunda söylediğimiz gibi bu konu ileride açıklanacaktır. ÜÇÜNCÜ FAKTÖR: LİDERLİK BİRLİĞİ Liderlik kelimesinden, öncü ve hükümet anlamlarının anlaşıldığına dikkat etmekteyiz. Fakat onun daha geniş anlamı, yani itaat ve ameli gerekli kılan anlam (liderlikten) kast olunmaktadır. Ümmet kelimesinden hem itaatin ve hem de liderliğin anlaşıldığını söylemiştik, itaat ve amel hakkında konuştuğumuz için şimdi ise liderliği tanımamız gerekmektedir. İslam'da liderliğin iki mistakı vardır. Birincisi samit ve ebedi, diğeri ise sağ ve liderlik ve hükümet gücü olmalıdır. Samit ve ebedi liderlik, (bütün Müslümanların kabul ettikleri ve İslam'ın gereksinimlerinden olan uymaları gereken ve usul, füru, inanç ve amelde delilleri olan şeylere) Kitap ve Sünnettir, yani Allah'ın ve elçisinin emirleri Kitapta ve Sünnette vardır ve bunlarda İslam'ın bütün kanun ve kurallarının mihveridir. İslam mezhepleri arasında Allah'a ve peygambere itaat etmenin, kitap ve sünnetin izinden yürümenin farz olduğunu açıkça inkâr eden bir mezhep yoktur. "Peygamberin getirmiş olduğu her şey.. " ve "Allah'ın hüküm ettiği her şey..."e inanmak İslam'ın rükünlerinden olduğu gibi nübüvvete inanmanın başka bir yönü olduğu içinde usul ve İslam’ın rükünlerinden olan inanç bölümündedir. Müslümanlar kitap ve sünnetin senet oluşunda, bütün dini işlerde Allah ve Peygamberinin liderliğindeki imamette görüş birliği içindedirler. Buna göre, bu konu İslam ümmetinin vahdetini gerektiren unsurlardan biri olup ve onu inkâr edenler ise Müslümanların dışında kalmaktadırlar. Hiç kimsenin Kitap ve Sünneti lider saymaya itiraz edememesi için yine Kur'an'dan yardım alıyoruz. Şöyle buyuruyor: "Her şeyi apaçık bir kitapta [imam] saymışızdır" (Yasin-12) "Kur'an’dan önce Musa'nın kitabı, Tevrat, bir rahmet ve rehberdir." Ahkaf-12. Rehber kelimesi hem Kur'an ve hem de Tevrat için kullanılmıştır. Resulullah'ın izleyicisi olduğu Kur'an'ın rehberliği nasıl inkâr olunabilir? Buradaki rehberliğin anlamı, irşad, hidayet, talim ve terbiyedir. Tıpkı Resul-i Ekrem'in Eimmenin, imamı olduğu gibi, onun bütün imamların ve liderlerin rehberi olduğu kesin bir konudur. Evet, burada içtihat ve görüş kapısını kapatmanın yerine Kitap ve Sünnetin hüccet ve senet olduğunda görüş birliği içinde olmak gerekir. Gerçekleri araştıran ve fıtri bir din olan islam kitap ve sünnet alanındaki görüş farklılığını iki özel çerçevede caiz görmüştür: 1- Görüş ve içtihat sahiplerinin Kitap ve Sünnetin mefhum, onların hüccet oluşunun şart ve sınırlarında ve onlardan elde ettikleri muhtelif şeylerdeki görüş ayrılıkları. Kelam ve Usulu Fıkıh ilmine ait kitaplarda mezhebi kelam ve fıkıh konuları hakkında olan bu tip konuları Müslümanların Kitap ve Sünnetin hüccet olduklarını kabul etmeleri konusuyla çelişmemektedir. 2- Sadece sünnetlerin sadır olduğundaki -söylendiği veya yapıldığındaki- ihtilaf. Çünkü bütün sünnet ve hadislerin Resul-u Ekrem'den sadır olduğu kesin değildir. Bu nedenle herhangi bir sünnet bir hadis bilgini tarafından sabit, yapıldığı kesin olan sünnet olarak değerlendirilirken bir başkası ise merdut ve gayri sabit olarak değerlendirilebilir. Kitap hakkında bu tip görüş ayrılığı düşünülemez. Çünkü bütün Kur'an tevatür ile sabit olmuş olup ve hiçbir ayette şüphe bulunmamaktadır. Kur'an'da olan başka bir görüş ayrılığı ise herhangi bir ayetin mansuh -hükmü kalmamışolup olmamasıdır. Bu ihtilaf şeklini de istinbata ait olan birinci yola atfedebiliriz. Sünnette de bu tip görüş ayrılığı vardır. Çünkü sünnette de kitapta olduğu gibi mensuh ve nasih sünnetler vardır. Buna göre, Şia ve Sünnilerin sünneti farklı şekilde değerlendirdiklerini düşünen birine verilecek cevap şudur: Bu ihtilaf sağradadır, kübrada değil. Yani Peygamberin sünnetinin hüccet ve senet oluşunda ve Kur'an gibi uyulmasının farz olduğunda her iki grupta görüş birliği içindedir. İhtilaf, herhangi bir sözü ve sünneti peygamberin yapıp yapmadığındadır. Siz bir sünnetin sabit olduğuna inanan ama ona dayanmayan bir Şia bulamazsınız. Ehl-i sünnet arasında da durum böyledir. Evet, kitap ve sünnetin dışında başka bir hüccetin olup olmadığına dair görüş ayrılığı var mıdır? Mesela Şialar, Ehl-i Beyt'in sözlerinin Peygamberin sözü gibi hüccet olduğuna inanmaktadır ve bazıları da sadece onların kanalıyla gelen sünnetlerin sabit olduğuna inanmaktadırlar. Oysa ehl-i Sünnet onların sözlerini bir rivayet ya da fakihin vermiş olduğu bir fetva olarak kabul edip, zaten hüccet olduklarını reddetmektedir. Fakat Peygamberin liderliği İslam’ın gerekliliklerindendir. Müslümanlar o hazretin dini liderliğini kabul ettikleri nedenlerden dolayı onun siyasi liderliğini de kabul etmiş, ilahi bir hak olarak saymış ve onun siyasi ve dini liderliğine daima itaat etmenin farz olduğunda hiçbir ayrım yapmamakta idiler. Fakat bu makam Resul-u Ekrem'den sonra bu şekilde kabul olunmuş değildi. Ehl-i Sünnetten bir kısmı, onu dini değil de sadece siyasi bir olay olarak değerlendiriyorlar. Fakat onların büyük bir bölümü onu dini bir makam olarak bilmelerine rağmen onu İslam kurallarından biri ve buna inanmanın ise imanın ve İslam’ın şartı olduğunu kabul etmiyorlardı. Onların aksine İmamiye Şiası, siyasi ve dini liderliği Resul-u Ekrem'de toplandığına inanıp bunu mezhebi ilkelerinden biri, hatta üç ilkeden sonra en önemli ilke olarak saymaktadır. Bu da Allah'a, peygambere ve Ehl-i Beyt'e mahsus olup ve birçok âlime göre de onlardan sonra da aynı şekilde muttaki fakihlerde devam etmektedir. Anlaşıldığına göre ilk başlangıçta Ehl-i Sünnet, siyasi ve dini liderliğin bir olduğu görüşünde idiler ve hulafa-i raşidinin hilafet tarzları da bunun şahididir. Fakat daha sonraları bazı âlimler korkudan, mecburiyetten veya temadan ötürü Resulullah'ın buyurmuş olduğu gibi Allah'a karşı günah işlemedikleri müddetçe -Allah'a karşı günah işleyen kula itaat olunmazilim ve takva şartlarından yoksun olan lider, halife veya güçlü kimselere itaat etmesi gerekirken İslam toplumunda siyasi liderlik dini liderlikten ayrılmıştır. Çünkü İslam hükümlerini uygulayan İslam liderlerinin ilmen ve amelen onu bilmemesi mümkün müdür? Bu iki grubun yani liderlerle İslam bilginlerinin arasındaki bozuk ilişkilerin birçok sorun meydana getirdiği gibi bu iki liderliğin birbirinden ayrılması da İslam için büyük bir facia meydana getirmiştir. Böylece, bir kısmı mezhep kurucusu sayılsa ve şimdiye kadar da yolları döndürülse dahi onca dini liderlik ve makam siyasi liderlerin eksikliklerini gidermek için çalışmışlardır. Burada hakemlik yapmak ve mezheplerden birini savunmak değil de Kur'an-ı Kerim'in bu ayetinde -Allah'a, Resulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin (Nisa:58)- emir sahiplerinin Allah ve Resulünden sonra söylendiği için sadece siyasi bir emir değil de kesinlikle dini ve İslami bir emir olduğunu da söylemek istiyorum. Fakat emir zincirlemesi Allah'a itaattir ve onun velayeti ise peygamberin velayeti gibi Allah'ın vilayetinden kaynaklanmıştır. Bundan dolayı emir sahibinin bu makama layık olabilmesi için ilim ve amel bakımından Resulullah'a benzemesi gerekir. Bu çok açık bir konudur. Şialar emir sahiplerinin ehl-i Beyt olduğuna inanıp ve onların ma'sum olduklarını da bu ve bunun gibi ayetlere dayanıp ve akli delillerle ispat ettikleri gibi Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir bölümü de ulul emrin -emir sahiplerinin-din âlimleri olduğunu bundan anlamaktadırlar. Yine, siyaset ve diyaneti bir arada toparlayan liderliğin dinin rükünlerinden sayılması ve onun dini hâkimiyetin yerleşmesi, İslam davetinin devam etmesi ve İslami vahdetteki rolünün unutulmaması gerektiği anlaşılmaktadır. Özellikle de ümmet ve imametin -liderliğin- aynı kaynaktan olduğu dikkate alındığında ümmet kelimesinin anlamında imam -lider- anlamının var olduğunu söylemiştik. Merhum Dr. Ali Şeriati'nin Ümmet ve imamet kitabında -büyük ihtimalle onun adını Seyid Hibbet-üd-Din Şehristani'nin Ümmet ve imam kitabından almıştırbu iki anlam ve imamın ümmetteki rolü hakkındaki açıklamaları okunmaya değer açıklamalardır. DÖRDÜNCÜ FAKTÖR: HEDEF VE ÜLKÜ YA DA ORTAK SORUMLULUKLARDA VAHDET: İslam, inanç, amel ve liderlik usullerinin dışında Kitap ve Sünnette açıkça açıklanan konuları da içermektedir. Ümmet kelimesinin hareketi ve hedefe yönelme anlamlarını da kendisinde taşımakta olduğunu söylemiştik, inanç, amel ve liderlik gibi amaç olan konularda vahdet olunmasının Müslümanlığın gerektirdiği şartlardan biri olarak sayılması ve insanın Müslüman olabilmesi ise o kutsal hedefe sahip olup olmadığına bağlı olması gerekirdi. Fakat dini kesin hükümler, inanç ve amelle ortak sorumluluk hedefleri arasında hiçbir fark görülmediği gibi İslam toplumunda da ahlaki ve imani bir emirin dışında böyle bir konuya rastlanmamaktadır. Mesela Kur'an'ın bu ayetinde şöyle buyuruyor: "Siz insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz." (Al-i İmran-110) İnsanların doğruluk ve fenalık karşısındaki sorumluluklarının genel olarak İslam ümmetinin varlığının bir parçası, en açık bir şekilde Allah'a inanmakla beraber sayılması -hatta ondan daha önce- önemini göstermektedir. Kısaca, İslam'ın hedeflerini ve Müslümanların ortak sorumluluklarını -o büyük hedeflere ulaşabilmeleri için- bir kaç madde olarak sayabiliriz: 1- Her iki dünyada doğruluk, kurtuluş ve Allah'ın rızasını kazanmak. Kur'an'da birçok emirlerden sonra kullanılan "kurtuluşa erebilesiniz" cümlesi bu konuyu belirtmektedir. 2- ilahi dinin dünyaya yerleşmesi. "... Sadece Allah'ın dini kalıncaya kadar..." (Enfal-34) "Bütün dinlerden üstün kılmak için..." (Tevbe-33) 3- Bütün yeryüzüne Allah'ın bütün salih kullarının hâkim olması. "Şüphesiz yeryüzüne salih kullarım varistirler. Onları önderler kılıp ve onları varis yapacağız." (Kasas-5) Kur'an'daki bu tip ayetler Hz. Mehdi (a.s)'ın İslami vahdet ve İslam’ın hâkimiyetindeki rolünü belirtmektedir. 4- Dünyada hayrın ve doğruluğun yayılıp fesat ve kötülüğün bütün yeryüzünden kaldırılması Doğruluğa emir edip şer, fesat ve kötülükten alıkoyan ayetler bu hedefi belirtmektedirler. 5- Mustazafların ve mazlumların kurtulup hâkim olmaları. Yeryüzünde zayıf sayılanlara iyilikte bulunup onları önderler yapıp varisler kılmak istedik. (Kasas-5) “Çocuklar, kadınlar ve erkekler uğruna Allah yolunda neden savaşmıyorsunuz?" (Nisa-75) 6- Yaratılış sırlarını çözüp, ayetin asıl anlamını ve Allah'ın nişanelerini tanıyarak bu yolla yaratıcının büyüklüğünü anlamak. 7- Fitne ve eşitsizliğin dünyadan kaldırılması "Fitne kalkıp sadece Allah'ın dini kalıncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal-39) 8- Müslümanların ortak sorumluluk duygularının gelişmesi Müslümanların işleri için daha fazla gayret göstermek, Müslümanların birbirlerinin kâr ve zararlarına katlanmaları ve Allah'ın düşmanları olan kendi düşmanları karşısında birleşmeleri. "Müslümanların işleriyle ilgilenmeden sabahlayan kişi Müslüman değildir." "Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden emanda oldukları kişidir." Ve birçok diğer meşhur rivayetler. 9- İslam toplumuna uhuvvet ve kardeşlik ruhunun yerleştirilmesi. Öyle ki insan kendisi için istemiş olduğu şeyi bütün herkes için ve kendisi için istemediği şeyi hiçbir kimse için istememeli ve müminler tek bir ruh gibi olmalıdırlar. "Hiç şüphesiz müminler kardeştirler." (Hucurat-10) BEŞİNCİ FAKTÖR: SIFATLARDA VAHDET: Toplumun aynı inanç, amel, hedef, lider, ruhiyat ve tabiata sahip olmak istemesi tabii bir durumdur. Eğer bu konular da ortak olup ama sıfat ve tabiatlarında farklı olmaları tabiatın aksinedir. Müminleri toplu olarak, doğru konuşmak, emanet, sözünü tutan, mahrem olmayan yerlerini koruyan, hoşgörü vb. sıfatlarla sıfatlandıran bütün ayet ve rivayetler Müslümanların bu ahlaki vahdetlerini ve ruhi açıdan ortak yönlerinin olduğunu göstermektedir. Böylece bu sıfatlardan yoksun olan bir kişinin inancında, İslami sünnetlere amelinde, İslami hedeflere olan ilgisinde ve dinin liderliği ve ışığıyla yürüdüğünden şüphe etmek gerekir. ALTINCI FAKTÖR: KÜLTÜREL BİRLİK FAKTÖRÜ Maksat şudur ki, beş inanç unsuruna -amel, lider, hedef ve ruhaniyet- iştirak etmek has özellikleri olan bir ortak kültürü peşi sıra getirmektedir. Bizler Müslüman milletlere kısa bir göz attığımızda -hangi milliyet, ırk, dil ve hangi mezhep ve meslekten olurlarsa olsunlar- bu insanların ortak bir kültüre sahip olduklarını görmekteyiz. Batıdan alınan kültürün İslam kültürünü alt ettiği veya alt etmekte olduğu yerlerin dışında bu kültür Müslümanların yaşamında, gelenek ve ananelerinde, ilim, edebiyat, düşünce tarzlarında, sosyal ve aile ilişkilerinde görülmektedir. Müslümanlar kendi milli, kabile ve yöresel kültürleriyle birlikte bu kültürü de korumuşlardır, tik bakışta bu kavimlerin farklı kültüre sahip oldukları anlaşılabilir, ama bu kavimlerin farklı kültürlere sahip olmalarıyla birlikte bu ortak kültürün de varisleri olduklarını ve İslami vahdette çok önemli rol oynayabileceklerini kabul etmek gerekir. Bu ortak kültür, İslam ve İslam ümmetinin en büyük eserlerinden biri olarak bilindiği gibi bütün dünyanın yararlanmış olduğu İslami bir mirastır. Bu nedenle İslam düşmanları Müslümanların inanç ve amellerini değiştirmekten daha fazla onların kültürlerini değiştirmeye çalışmaktadırlar. Zira söylediğimiz gibi İslam ümmetinin vahdetinin bütün unsurları kültür unsurunda olup ve onunla tecelli etmektedir. Rivayetlerden, Resulullah ve din liderlerinin Müslümanların giyim, hareket ve ananelerinde başkalarından farklı, -müstakil- olmaları gerektiğini önemle belirtmişlerdir. Kâfire benzemek İslam'da haram sayılmaktadır. "Herkes benzediği [özendiği] kavimdendir." Buna benzer emirler Müslümanları ortak bir kültür meydana getirmeye zorlamış ve bundan büyük başarılar elde etmiştir. KONUNUN SONUCU Gerçek anlamıyla İslam ümmeti, Tevhid, Mead ve Nübüvvet çerçevesinde aynı inanca sahip, dinin beş şartını yerine getirmek, kitap, sünnet ve dinin liderliği ışığında yürümekle sorumlu olan, büyük İslami hedeflere doğru yürüyen, iyi sıfatlara sahip, kısaca özel bir kültüre bağlı olan sayısız insan topluluğudur. Bu faktörlerden ayrıldıkları kadar İslami vahdetin aralarındaki düzenini de koparmış olurlar. Böylece Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar ve hangi kavim ve milletlerle beraber yaşıyorlarsa yaşasınlar kendilerini Müslümanların kardeşi sayıp onların zarar ve kârlarına ortaktırlar. Ve onlarla ortak bir hedef, sıfat, inanç, düşünce ve amellere sahiptirler. Bu ortak vahdette aynı milletten, vatandan ve dilden olma şartı aranmamaktadır ve bu konulardaki çelişkinin de vahdete zarar vermemesi gerekir. İslam’ın kendisi Müslümanlar için vatan ve milliyettir, İslam’ın ortak mefhumları onların dili ve ortak kültürü ise onların kimliğidir. BAŞKALARINA GÖRE İSLAM ÜMMETİNİN FAKTÖRLERİ: Yeni bakış açısıyla İslam ve İslam ümmetine bakan asrımızın büyüklerinden her biri onu özel bir şekilde özetlemişlerdir. Merhum Kâşif-ül-Gıta -Şia âlimi- kendi maruf sözünde şöyle diyor: İslam iki kelime üzerine kurulmuştur. Kelim-üt-Tevhid ve Tevhid-ul-Kelime. O, vahdet kelimesinin önemini belirtmek için onu tevhid kelimesiyle beraber kullanmıştır. Üstat Mahmut Feyyaz makalesinde İslam ümmetinin genel ilkelerini, Tevhid, eşitlik, kardeşlik, ortak sorumluluk ve sosyal beraberlik faktörlerinde özetlemiştir. O tevhidin içinde vahdet bulunduğuna inanıyor. Âlemlerin Rabbine karşı yapılan kullukta insanları, birbirlerine bağımsız, Allah ve halk karşısında ortak sorumluluğa sahip, kısaca insanları ortak bir sorumluluk karşısında bir safta toplamaktadır. Bir kutsi hadiste olduğu gibi -La ilahe illallah kelimesi...- Tevhid bütün vahdetlerin temelini oluşturmaktadır. İslam ve İslam Ümmetinin temel unsurları hakkında muhtelif görüşlerden bu tip sonuç çıkarmanın hiç bir sakıncası yoktur. İSLAMİ VAHDETİN ENGELLERİ Vahdetin anlam ve asıl unsurlarının anlaşılmasından sonra vahdetin engellerine ve tefrika unsurlarına başlayabiliriz İslami vahdete ulaşmanın iki engeli olduğu anlaşılmaktadır: 1- İslami Vahdeti zaten engelleyen ve yok edilmesi gereken temel tefrika unsurları. 2- Birinci kısımla birleşmedikçe söylendiği gibi İslami Vahdeti engellemeyen kendiliğinden oluşan ve temel olmayan faktörler. Fakat bu tip unsurlar birinci kısımdan daha geniş olup ve genellikle de asıl ihtilaflar bu ikinci yolla ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı, tabii olarak ta olsa bu tip ihtilafların İslami vahdetin yoluna girdiğini inkar etmemek gerekir. Ama ne yazık ki bu tip ihtilaflar yok edilecek gibi değildir. Zira fıtri ve tabii bir olaydır. Şimdi bu ihtilafları, birinci kısım ihtilaftan başlayarak açıklayacağız. TEFRİKANIN TEMEL OLMAYAN UNSURLARI 1- MEZHEP İHTİLAFI İslami vahdet konuşulmaya başlandığı zaman vahdet yolunda akla ilk gelen şey İslami mezheplerin çeşitli oluşları ve ihtilaflarıdır. Oysa İslami araştırmacı ve muslihler mezheplerin çeşitli oluşunun başlı başına bir ihtilaf olmadığına inanıyorlar. Mezheplerden amaç, İslami ordugâh içerisinde meydana gelen kelam, fıkıh ya da ahlaki yol ve branşlardır; onların bir kısmı yok olmuşsa dahi fakat İslami mezheplerin büyük bir kısmı varlıklarını sürdürmektedir. Hâlihazırda Müslümanlar iki kısma ayrılmaktadır: Ehl-i sünnet ve Şia. Bu iki mezhebin temel ihtilafı hilafet meselesidir. Ehl-i Sünnetin fiili fıkhı mezhebi dört tanedir: Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelî. Daha sonraları "Selefiyye" adı altında yeni bir mezhep ortaya çıkmış ve kendilerini selefi sahih doğru yol- isimlendirmişler yani kendilerini, mezheplerin ortaya çıkmadan önce olan Müslümanlardan sayıp ve kural olarak ta mezhebin bid'at olduğuna inanıyorlar. Ehl-i Sünnet kelami açıdan üç mezhebe yönelmektedir: Aş'ari mezhebi -çoğunluğu oluşturmaktadır- itizal-i Mezhebi ve Maturidi mezhebi. Diğer Ehl-i Sünnet gibi halifelerin hilafetini destekleyen "Badiye" ise Haricilerin geri kalanlarından bir kısmı olup ve şimdi dahi bazı noktalarda yaşamaktadırlar, fıkıh ve kelam alanında ise özel bir mezhepleri vardır. Kural olarak Hz. Ali (AS) ve hanedanının hilafetini destekleyen Şialar ise üç büyük gruba ve bir takım da küçük fırkalara ayrılmaktadırlar. Bu üç grup şunlardır: Şiaların çoğunluğunu oluşturup müstakil bir fıkıh ve kelama sahip olan İmamiyeIsnaaşer-i grubu. Müstakil, fakat ehlisünnete yakın bir fıkıha sahip olan ve kelamda ise itizali taraftan olan Zeydiyye grubu; bu grubun merkezi Yemen'dir. İsmailiyye grubu, Fıkıh'ta İmamiyye fıkhının aynısına sahip olan bu gruba -belki de ondan alınmıştır- inançta ise dinin dış yorumunun yerine genelde batini (iç) yorumunu destekleyen ve bu nedenle de "Bâtıniler" diye anılan kesimdir. VAHDET Dr. Abdulkerim Suruş VAHDET BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM VE SELLALLAHU ELA MUHAMMEDİN VE ALİHİ ECMAÎN Vahdet haftasını ve Resulü Ekrem (a.s)'ın yaklaşan doğum gününü tebrik eder ve Yüce Allah'tan bütün Müslüman grupların arasındaki birliği daha da sağlamlaştırmasını ve Nebiyyi Ekrem'in hürmetine İslam ümmetine yeni kerametler nasip buyurmasını niyaz ediyorum. Müslüman kardeşleri, çeşitli İslami fırkalara mensup ulema ve ruhanilerin huzurunda kalpleri yakan vahdet konusu hakkında konuşabilme fırsatı bulabildiğim için mutluyum. Hepimizin kalbi onun için çarpmaktadır ve İslami bir farize olarak da hepimiz onun için çalışmalı ve onu hedef seçmeliyiz. Ne mutlu ki bu ülkede bulunan İslam ümmetinin liderleri bu konuyu tarğib [arzulamak, önemi üzerinde durmak] ve tasviye etmişlerdir ve Allah'ın izniyle bu çalışmalar, kökleri yerde ve dalları ise göklerde olan bir Şecere-i Tayyib'e gibi her zaman İslam ümmetine taptaze meyveler verecektir. Geçmişte büyüklerimiz vahdet hakkında az konuşmuş değillerdir. Hiçbir şey söylemeden amelen Tevhid ve Müslümanların arasındaki birliğin sancağı olan insanlara sahip olduğumuz gibi özellikle de son asırda vahdet konusunun üzerinde direkt olarak duran ve onu te'kid eden kişiler de sahibiz. Müslümanlar, dışarıdaki düşmanların İslam'ı kökünden kurutabilmek için var güçleriyle beklediklerini, Şia ve Sünni’den hiçbirini istemediklerini ve onların her ikisini de tarihe gömmeyi arzuladıklarını anlamaya başladıklarından beri Müslümanların te'kitleri artmış ve Müslümanların arasında var olan ihtilafın düşmanın değirmenine su dökmeden öte bir şey olmadığını anlamış ve bu nedenle de eğer ondan önce kalbi bu kutsal görev için uçuyorduysa bu uçuşlar daha da hızlanmıştır. Ben burada ulemanın huzuruna şunu arz etmek istiyorum ve değerli kardeşlerimden buna daha fazla dikkat etmelerini rica ediyorum. Gördüğümüz kadarıyla büyüklerimiz iki önemli delile dayanarak Müslümanların birleşmenin gerekli olduğunu savunmuşlardır. Onların birinci delili şöyledir: İslam ve Müslümanların varlığını içine sindiremeyen dışarıdaki güçlü düşman bu tip ihtilafları körüklüyor ve Müslümanların ihtilafları ise birleşmelerini engellemektedir. Bu büyüklerin ikinci delilleri ise şöyleydi: Bizleri birleştirecek birçok faktörler vardır. Muhtelif Müslüman grupların bir takım kural ve mearife bağlı olduktan ve eğer onların üzerinde ısrarla duracak olurlarsa aralarındaki farkın daha da artacağı doğrudur. Fakat o kadar ortak yön ve noktalara sahiptirler ki onlara teveccüh etseler farklılıklar kalkacak ve daha fazla yakınlaşacaklardır. Bizim bir kıblemiz, bir kitabımız ve tek bir peygamberimiz vardır. Uzun tarih ve kültür birliğimiz vardır. Bizleri birbirimize yakınlaştıracak bin tane olay vardır. Bu vahdet verici ve birleştirici konuların yerine neden bizleri birbirimizden ayıran konulara dikkat ediyoruz? Bu konular doğrudur ve tartışılacak bir yönleri de yoktur, fakat bir takım soruyu ise cevapsız bırakmaktadır. Getirilen birinci delile yöneltilen soru şöyledir: Müslümanların düşmanlarının olmadığını, muhaliflerin ve tefrika çıkaranların dünyada olmadıklarını farz edersek Müslümanların arasında onları birleştirecek başka bir unsur yok mudur? Acaba bizi tefrikaya düşürmek için toplananların karşısında mı ebedi bir birlik içerisinde olacağız? Bu durum sadece düşmanların düşmanlık ettikleri müddet içerisinde mi geçerli olacaktır? Düşmanlık ortadan kalktığı zaman vahdeti gerektiren unsur da ortadan kalkacak mıdır? Diğer bir deyişle, acaba bizim peşinde olduğumuz vahdet tahmili bir vahdet midir, yoksa düşmanlar olsa da olmasa da, tefrikacılar tefrika çıkarsalar da çıkarmasalar da İslam ümmetinin içinde kaynaması gereken bir vahdet midir? Evet, Müslümanların düşman karşısında birleşmeleri birbirlerinin saflarını dağıtmaları değil de daha da tahkim etmeleri geçici bir siyasi çıkardır. Fakat bu geçici siyasi vahdet ortadan kalktıktan sonra başka bir birleştirici unsur yok mudur? Bu soru, vahdet için öne atılan ilk delile karşı yöneltilen sorudur, ikinci delile yöneltilen soru ise şöyledir: Müslümanlar bunca vahdet unsurlarına ve bunca ortak noktalara sahip olmalarına rağmen neden bunlara değil de ihtilaflı konulara önem vermişlerdir? Soru şudur ki, Müslümanlar bu vahdet unsurlarını bugün bulmuş değillerdir, belki İslam’ın doğuşundan geçen on-dört asır boyunca bu vahdet unsurları da vardı. Müslümanlar neden bunlara sarılmadılar? Onların arasına yerleşen ihtilafın nedeni nedir? Yerleşen bu ihtilaflar ise neden azalmayıp hep şiddetlenerek çoğalmıştır? Düşmanların yararlandıkları şey neydi? Bizler sürekli olarak dış etkenlere teveccüh ederek istidatların rolünden ve dâhili konumlardan habersiz kalıyoruz. Eğer düşmanlar bizlere karşı tehlike meydana getiriyorlarsa nedeni ortamın olumlu olmasıdır. Aksi halde verimsiz toprağa her ne kadar düşmanlık tohumlan ekilse dahi yeşermez. Bir taraftan kabiliyet ve istidad varsa o taraftan da faaliyet vardır, bu ikisi bir arada yoğruldu mu bir eser muhakkak doğacaktır. İhtilaflardan kaçınmak ve vahdet kıblesine yönelmek için irşad etmeye önem vermemiz yerine, neden şimdiye kadar vahdet kıblesine yönelemediğimizi sormalıyız. Bugün davet etmiş olduğumuz vahdet unsurları uzun bir zamandan beri aramızdadır, yaşı İslam’ın yaşı kadar büyüktür. Bu nedenle vahdet için getirilen iki delil doğru olmasıyla birlikte bize göre yetersizdir ve sırf o ikisinin üzerinde durmak bizleri amacımıza, gitmek istediğimiz yolun sonuna kadar götürmez. Bizleri güçlendiriyorlar, teşvik ediyorlar ve yararlıdırlar, fakat sonuna kadar bizimle beraber olamazlar, insanı yarı yolda bırakan bir binek gibidirler. Konuyu daha da derinden ele alıp daha yeni ve daha birleştirici konulara yönelmek gerekir. Bu ihtilaflar sadece bizim muhtelif fırkalarımızın arasında değil de bütün ümmetlerin arasında da vardır, inanç ve görüş ayrılığının suçlusu sadece biz Müslümanlar değiliz. Dünyada var olan bütün dini gruplar arasında da ihtilaflar vardır. Bunları bizler bulup keşfetmiş değiliz. Onların hepsi düşmanların Müslümanlara olan tahmilleri değildir. Olsa dahi söylediğimiz gibi tümü değildir, dikkat edilmesi gereken başka yönleri de vardır. Hıristiyanlara baktığınız zaman 15-16 asırdan bu tarafa protostanist dini hareketin başladığı Avrupa'da yapılan katliamlar ve yükselen ihtilafların tehlikeli boyutlara ulaştıklarını görürsünüz. Sadece kilise ve ruhani organları değil saltanat organları dahi işin içine girdi, dini konular maddi tamahlarla ve güçlerle karıştı ve Avrupalılara kapkaranlık bir hayat meydana getirdi. Yahudi taifeleri arasında da durum böyleydi. Dini düşüncenin ortaya çıktığı her yerde bu tip ihtilaflarda kesinlikle peşi sıra geliyordu. Ben bir adım daha da yukarı atıyorum. Dünyaya çeşitli dinleri indiren Allah-u Subhane ve Teâlâ, ihtilafın da ilk temelini atmıştır. Allah yaratmış olduğu insanı çok iyi tanıyor ve şah damarından ona daha da yakındır. Gelen ve getirdiği bir dini yayıp belli bir miktar insanı kendisine çektikten sonra gönderilen dinin önceki dine gönül verenlerin tümünü kendisine çekemeyeceğini çok iyi biliyor. Bu, bugün bulduğumuz bir konu değildir, Allah'ın sonsuz ilmi bunu ona bildiriyordu. Allah, insanlara hakkın söylendiği zaman kalbi istek ve temayüllerin müdahalesi olmadan hemen ve süratle önceki inandığı şeyden kopup hak olduğu için yeni davete gitmeyeceklerini biliyor. Yalnızca bu değil, Allah bu konuyu peygamberine açıkça söylemiştir: "İnsanlar anlamazlar mı ki Allah dileseydi bütün insanları doğru yola sevk ederdi." (Ra'd-31) Bütün insanların hidayete erişebilmeleri için Müslüman ve mü'minlerin idrak etmeleri gerekir. Kur'an'ın bu te'kidinde çok önemli yönler vardır. Eğer Peygamberler bu konulara inanmamış olsalardı getirdikleri risaleti yayma cesareti bulamayıp sahneden kaçarlardı. Onların bu hışım ve sertlik karşısındaki iman ve inançları, daveti yayarken yaptıkları kahramanlıklar Allah'ın kendilerine öğrettiği bu inançtan ötürüdür. Allah onlara bütün insanların mü'min olacaklarına ümitlenmeyin demişti. Bizler davet ediyoruz. Davet gelmiştir yaratandan Ne işi var onun inkâr ve imandan Nuh dokuz yüzyıl davet etti Her an kavminin inkârı aitti. Kavim sirkenin üzerine döktükçe Nuh, sonsuz denizden şeker döküyordu. Hiç en'an demekten çekindi mi? Hiç inde sessiz kaldı mı? Davet nasıl gelmiştir yaratandan Ne işi var onun inkâr ve imandan. Peygamberler kavimlerinin iman edip etmemelerine önem vermiyorlardı. Kavmin kabul etmesi için söylüyorlardı, bütün insanları Müslüman olmaya çağırıyorlardı. Fakat herkesin Müslüman olmayacağını da biliyorlardı. Bunlar iki önemli noktadır ve insan onlara iman ederse onun dünyadaki işi ve halk kitlelerinin din ve inançlar alanındaki ihtilafları hakkındaki görüşü değişecektir. Söylediğim gibi bizler amelen vahdete davet eden insanlara sahiptik. Onlar açıkça bir şey söylemiyorlardı. Fakat manen halkın arasında en iyi vahdeti meydana getiriyorlardı. Onlar bu manayı tam anlamıyla anlayıp ve tanımışlardı, o anlamla yürüyorlardı ve yollarını da bu anlam doğrultusunda belirlemişlerdi. Bu nedenle eğer biz bugün kendi aramızda -İslam ümmeti ki aynı kıbleye doğru namaz kılıyoruz, tek bir Allah'tan hacetlerimizi istiyoruz ve tek bir Allah'ın karşısında huşu ediyoruzsiyasi, çıkar ve sathı değil de gerçek anlamıyla bir vahdet meydana getirmek istiyorsak insanı tanıma (antropoloji) ve dini tanımanın derin köklerine yönelmemiz gerekmektedir. Allah'ın kendi yaratıkları ve kulları hakkında bildiği şeyleri -cinsiyetleri nelerdir, zihin ve ruhları nasıl işliyor- Allah'ın kendi Peygamber, resul ve memurları hakkında sahip olduğu ilmi -davet ederken bu konuları bil ve bu nedenlerden dolayı sahneden kaçma- bizler de kendi aramızda diriltmeliyiz. İnsanlardan olan beklentilerimizi yönlendirebilmek için insanlara baktığımızda kim ile karşı karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Benim konuşmamın tümü halktan olan beklentilerin eşitliği hakkındadır. Eğer bu eşitlik ve doğru beklentiler olması gereken şekilde olmazsa vahdetin meydana gelmesine maalesef ümitlenmemeliyiz. Ama o meydana gelmiş olursa Allah'ın yardım ve inayetiyle el ele vererek uzun bir yol kat edeceğiz. Bütün dindar insanları tek bir inanç perdesi altında toplamak isteyen ve buna da ümitli olan kimseler bütün çabalarına rağmen bu önemli noktaya dikkat etmeseler -ki bunu yapıyoruz ama bu işin olmadığını da biliyoruz- kavga ateşi daha da körüklenecektir. Bizler Allah'ın buyurmuş olduğu idrake ulaşmamız gerektiğine kesinlikle inanmalıyız [Bilmeliyiz.]. Gerçek, hakkın kendi ceplerinde olduğuna ve diğerlerine nasip olanların ise tamamen batıl olduğuna inananlar ihtilaf ve kavga ateşini alevlendiren kişilerdir. Biz bu dünyadaki bütün insanlara haktan bir pay verildiğini ve hakikatin da halkta olduğuna -özel bir grupta değil- inanmalıyız. Bizler kendi hak hissemizi artırmaya ve heybemizi hakla doldurmaya çalışıyoruz ve hiçbir şey de bizi bundan alı koyamaz. Çünkü bu bizim hakkımızdır, üzerimize farz olan bir farizadır. Fakat şunu da unutmamalıyız ki bizler hakkı kendimizde toplayacak bir yapıya sahip olmadığımız gibi hakta bizim avucumuza sığacak kadar küçük ve cılız değildir. Hak bizim ona olacak ihatamızdan daha da geniştir ve bizler de bütün halkın avucumuza alabileceğimizden daha da küçüğüz. Var olan, hak âlemdeki bütün yaratıklardadır ve hakikatin genişliği, bütün herkesi gölgesinin altında toparlayan gökyüzü gibidir. Bu mübarek yağmur rahmeti bütün herkesin üzerine yağmaktadır, fakat verimsiz ruh toprağına sahip olan inatçıların ruhunda tohum yeşermez. Bizlerden istenilen tek şey ve bizi Hak Teâlâ’nın karşısında mazur gösterecek şey her birimizin pak ve samimi bir şekilde hakkı istememizdir. Bu kadardır sadece. Fakat bize ulaşan şey, bu hak aramanın karşısında bulduğumuz cevap Allah'ın inayetidir ve Allah'ın inayeti ise sadece bir kavme mahsus değildir. Hak Teâlâ’nın hidayet nimeti herkes içindir, bu geniş sofra bütün herkes içindir ve bütün herkes de açılan bu sofradan lokma alma hakkına ve gücüne sahiptir. Eğer bu anlaşılacak olursa bizler birbirimizi düşman bilmeyeceğimiz gibi başkalarına muhtaç olarak göreceğiz. Düşmanlığı doğuran zenginlik ile dostluk getiren ihtiyaç arasında ne kadar fark vardır. Eğer ben bütün hakkın kendimde olduğuna inansam hem size ihtiyacım yoktur, çünkü sizin bana verebilecek bir şeyiniz yoktur ve hem de bu zenginlikten dolayı en küçük bir şeyde dahi size düşman olacağım. Fakat bu sonsuz yağmur ve hüccetin bütün herkes için yağdığına, ondan bir payın bana ve bir diğer payın da ona ait olduğuna inanırsak zenginlik havalarına kapılmadığımız gibi birbirimize ihtiyacımızın olduğunu anlayacak ve dostane bir ilişki kuracağız. Fakat bu anlamın asıl şartı ve ilkesi ise bütün herkesin hakka yakınlaşma gücünün bir ve haktan da aynı şekilde yararlandığına inanmamızdır. O kötü nasihat olan istiğnayı terk etmeliyiz. Zira bu istiğna, o bencillik, gurur ve hakkı sadece kendinde görmektir bütün bu afat ve belaların başı. Şimdiye kadar genelde halkın ve bazen de dini grupların arasında olup düşmanlık doğuracak kavga ateşini alevlendiren şey başkalarına ihtiyacının olmadığını düşünmektir. İhtiyaç bizleri dostluğa çağırırken istiğna aramıza düşmanlık sokmaktadır. Kültür tarihimizde bu konuya lafzan değil de manen önem veren büyüklerimizden biri Mevlana Celaleddin Rumi'dir. Ben bilgin, ulema ve üniversite öğrencilerine -kardeşlerim-onun güzel düşüncelerinden birkaç örnek vermek istiyorum. Edebiyatçılarımızın yazmış oldukları bütün edebi ve fikri eserleri araştırdığınızda Mevlana'nın aşk hakkında söylediklerini o eserlerin hiç birinde olmadığını görürüz. Bu büyük zat nefsin bu şerafetli durumu hakkında bulmuş olduğu sıfat ve eserleri hiç bir kimse bulamamıştır. Bu büyük zatın aşk tecrübesiyle diğerlerinin aşk tecrübesi arasında büyük farklar vardır. Onun çıkarmış olduğu sonuçlardan biri bugün çok ihtiyaç duyduğumuz birleştirmek olayıdır. Yaşasın Evsete'nin tüm aşkı Birleştirdi binlerce zerratı Yoldaki müfterik toprak gibi Bir testi yaptı testici. Mevlana'nın vahdete bu kadar önem vermesinin nedenlerini öğrenmeliyiz. Bu birleştiriciliği nasıl yapıyor? Bu ruha ne öğretmektedir? Canın aşktan öğrendiği bir edep Mekteplere bulunmayan edeptir. Aşktan birleştiriciliği anlamamızın sırrı aşkın bencilliği, Mevlana'nın tabiriyle gururu [nuhut] yakmasıdır. Şad ol ey hoş sevda aşkımız Ey bütün derdimize devamız Ey gurur ve nefsimizin ilacı Ey eflatun ve calusumuz. Aşk elbisesinden çıkan Hırs ve ayıptan kurtulur Aşkı eşkâl yakan bir ateştir Gün ışığının yıktığı gibi her hayali Değerli kardeşlerimin bildiği gibi Müslümanların arasına birçok ihtilaf sokan kelâmı konulardan biri cebr ve kader konusudur. Cebr ve Kader konusu net bir kelamı konudur. Hicri ilk asırdan beri Müslümanlar arasındaki ihtilaf ateşini alevlendirmiş ve şimdi dahi bu ateş tamamen sönmüş değildir. Mevlana'nın Cebr ve Kader hakkında birçok şey söylediğini biliyorsunuz. Fakat bir yerde söylemiş olduğu konu Mesnevi'nin diğer yerlerinde işaret ettiği konulardan daha eşrefdir. Her şeyden önce çok önemli bir konuya, yaratılışın sırlarına işaret ediyor. Oysa o büyük zat şöyle demiştir: Söylemezsen sultanın başını kimseye Dökmezsen şekeri sineğin önüne Söylemiş olduğu sultanın başı şudur. Cebr ve ehl-i kader arasında Baba'nın haşrine kadar tartışma var. Bu tartışma bitmeyecektir. Çünkü: Art kafalar o yolu yürütüyor Şan verip delillerle koruyor. Bu kavganın insanlar arasında baki kalmasını isteyen Allah'tır ve bu nedenle de her iki tarafı da delillerle takviye ediyor. Bir kavmi bununla meşgul ederken bir başka kavmi de onunla meşgul etmiştir. Söylediğim gibi kaderin bu sırrını o bize açıklamıştır. "Çünkü art kafalar o yolu yürütüyor ve onu şanlandırıp delillerle besliyor." "Hasmın işkâlından mülzem olmamak için Hasmın ikbalından korunmak için." Fakat burada konuya Mevlana'ya göre halledecek bir şey vardır. Eğer hasmını def etmezsen Mezhebi kalkıyor onun ortadan. Eğer bunlardan biri ötekisinin cevabını veremeseydi onun mezhebi kültür tarihinden siliniyordu. Fakat çözümlenmedi, kavganın amelen devam ettiğini görüyoruz. Bu konulara delil getirmek isteyenlerin delilleri düşmanlığı daha da artmıştır. Bu konu hakkında ileride daha geniş bir şekilde konuşacağım, fakat Mevlana bir çözüm yolunun olduğuna inanıyor. Bahsi kaldıran şey aşktır fakat Nerede konuşmalardaki o feryat. Vesvesenin ağzını bağlayan aşktır fakat Yoksa kim o vesveseleri toplayabilir. Bu sorunu çözümleyebilmeniz için sadece bir yolunuz vardır, o da Allah ile dostane ve âşıkane bir ilişki kurmaktır. Bu, çok derin ve inkılâbi bir sözdür. Beşeri düşünceler tarihinde Kant felsefesinin düşünce tarzını bilen kardeşlerim, Mevlana'nın ilk sözünün Kanıtçıl bir söz olduğunu görmektedirler. Yani onun kaynağıyla uyum içerisindedir. İnsan zihnini bu sorunu çözebilecek bir yol bulamayacağına hüküm edip ve bunu ilahi güce bağlıyor. Çünkü art kafalar o yolda yürüyor ve şan verip delillerle besliyor. Kant mektebinde buna bir çözüm yolu bulunmamıştır, fakat o büyük zat bunun çözümü için bir yol göstermiştir. Arz ettiğim gibi kendi konumuzda o yoldan yararlanmak istiyorum. Çözüm yolu şöyledir: Ben kelami bir tartışmayı çözümlemek istemiyorum, fakat konumuzun mukaddimesi girişi- olduğu için açıkça çözüm yolunun ne olduğunu kısaca açıklamak mecburiyetindeyim. Çözüm şudur: Eğer aklınız Allah'a neden ve niçin sormaya başlarsa bu sorun hiç bir zaman çözümlenemez. Çünkü akıl delil aramaktadır ve bu nedenle de neden ve niçin sormaktadır. Ey Allah'ım âlemde neden ırkçılık var? Âlemde neden şer güçler vardır? Neden fakirlik vardır? Neden kötülük vardır? Neden güzellik vardır? Farklılıkların nedeni nedir? Fakirlik ve zenginlik niçin vardır? Sizler bunları çözümlemek istediğiniz zaman felsefecilerin tabiriyle şer meselelerinin çözümüne girmiş olursunuz. O zaman da ilahi kaza ve kaderin yanı sıra tabiatıyla cebr ve ihtiyar meseleleri de ortaya çıkacaktır. Fakat Allah ile dostane ilişkisi olan biri bu boş şeyleri, "Mevlana'nın tabiriyle, Allah'ı imtihan ediyor, sıfat tüccarıdır, kendi zarar ve karını aramaktadır" bir kenara attığı zaman artık neden ve niçinler olmuyor? Çünkü âşık biri maşukundan alacaklı değildir, ona teslimdir. Nasıl olması gerektiğini söylemesini istiyor. Bunu böyle yap, onu ise öyle diye onunla eşitlik davulu çalmıyor. O büyük zata göre bütün bu kavgaların nedeni insan yaratılışta kendi aklının da bir rolü olduğunu ve ona da bir şeyler emanet edildiğini ve hangisinin iyi ve hangisinin kötü olduğunu belirlemesi gerektiğini düşünmesidir. Ona ne verileceğini ve ondan ne alınacağını kendisi belirlemelidir. Fakat dostluğun karşısında başka bir dostluk olduğu zaman ondan istediği tek şey şudur ki; nasıl olmamı istiyorsun? İyi mi olayım, yoksa kötü mü? Zengin mi olayım, fakir mi? Başkalarıyla eşit mi olayım, farklı mı? Böyle yapsan iyi olur ama şöyle yapsan kötü olur düşüncesi hiçbir zaman onun aklına gelmez. Değerli kardeşlerim ve ahlak bilginleri bu ahlaki kuralın geçmişini biliyorlar. "Sevgi geldiği zaman adalet yok olur." Bizler adaleti ve eşitliği halkın arasında kurtçuluğun olduğu yere istiyoruz ve parçalamak için birbirimize yaklaştığımıza inanıyoruz. Farz edelim ki göklerin birindeki halk arasında yırtıcılığın yerine sevgi sıfatları hâkim olmuş olsaydı adalet onun dışında kalırdı, adalete artık ihtiyaç kalmıyor. Mevlana şöyle diyor: Bu sevgi de ilmin semeresidir Hesapsız, kim bu tahtta oturmuştur. Sevgiyi sırf ima ve sözlerle halkın arasına sokamayız. Sevgi bilginin semeresidir, bir nevi bilgidir. Bilimin meyve ve çocuğu sevgi olması için bakım olması gerekir. Bu girişler bize şunu gösteriyor; bizler meyvesinin sevgi olabilmesi için hangi çeşit ilmi öğrenmeliyiz. Sevgi meyvesi verecek ilmi, öyle bir ilimdir ki girişte onun hakkında konuştum ve şimdide onu tefsir ediyorum. Bu tip ilime sahip olabilmemiz için her birimizin, fıkıh, kelamı ve dini bilgisinin olmasına ilaveten Antropoloji ilmine ait olan bilgilere de sahip olmamız gerektiğini söylemiştim. Bu konu elde edilmedikçe sürekli olarak ihtilaflarda direnip insanın ne olduğunu ve ondan beklenen şeylerin neler olduğu konularına asla ulaşamayacağız. Bizler kulağımızdaki pamuğu çıkartalım. Millet hakkı gördüğü zaman inanacaktır. Eğer beşeri tecrübe bunu bizlere öğretememişse bizler kendimizi gafillerden saymalıyız. Hak olan bir şeyin başkaları tarafından benimsenmesini beklememeliyiz. Bunları söylememin nedeni şudur: Bizim hepimiz çeşitli ve muhterem İslami mekteplere mensubuz ve buraya toplanmışız; kendi grup, fırka ve inançlarımızı hak olarak görmekteyiz. Başkalarının sırf hak olduğumuz için bize gelmelerini bekleme hakkını kendimize vermemeliyiz. Halkın muhtelif mekteplere yönelmesinin nedeni bu değildir. Bu başkalarının bir inanca sahip olmalarını bizlere gösteren bir faktördür. Birçok tarihi ve kültürel deliller de vardır, insanların sırf hak bildikleri şeye yönelmeleri gerektiğini ispatlayan hangi delil vardır? Benim açıkça hak gördüğüm şeyi bir başkasının da açıkça hak olarak görmesini gerektiren delil var mıdır? Biz inatçılar hakkında konuşmuyoruz. Onların işi kiram-il kâtibine kalmıştır. Biz sıddıkların konusunu konuşuyoruz, Fakat samimiyet, sadakat ve hakkı istemek hiçbir zaman yeterli değildir, olmamıştır ve halkı tek bir perdenin altında toplayamamıştır. Durum buysa, bundan almış olduğumuz ders insanların arasındaki ihtilafı resmen tanımamızın gerekli olduğudur. Bu ihtilaf kasıtlıdır, gidermeye çalışıyoruz demekle, bu ihtilaf resmidir, beşer tabiatının beşerin zihin yapısının ve beşerin sosyal yaşamının gereğidir, şeklinde söylemenin arasında fark vardır. Eğer bu anlamı resmen tanırsa genel olarak ihtilafları rahatça hazmedebiliriz. Fakat kabul etmezsek ve benim hak bildiğim şeyi kimse kabul etmezse çeker giderim diye söylerse iş kavgaya ve düşmanlığa dönüşmüş olur. Kardeşlerime ihtilafı diğer bir deyişle farkları anlatıyordum. Şunu arz etmek istiyorum. Bizler, Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar yaşamımızda olan şeylere fark demeliyiz, ihtilaf değil; oynamak için farka ihtiyacımız vardır, fakat savaş için ise ihtilaf gerekmektedir. Bizler savaş değil de oyun oynamak istiyorsak da oyun oynamanın savaşmakla birçok farkı vardır. Oyunda her iki taraf da kazanmak için oynuyorlar yenilmek için değil. Kısaca oynamakla savaşmanın arasında fark vardır. Bizim öğrenmemiz gereken ve beşerin tarihi tecrübesinin bizlere öğretmesi gereken şey şudur ki bizim oyun için birçok aletimiz vardır, fakat biz nimete isyan ederek oyunu savaşa çevirmişiz. Her iki tarafı da güçlendirecek bir rekabeti, hedefi her iki tarafı da yok etmek olan yakıcı savaşa dönüştürdük. Oyunda rakibin varlığı resmen tanınır. Rakip olmazsa oyun da oynanamaz. Oyun rakibin yok olması için oynanmıyor. Kazanma azmi rakiple işbirliği yapmak demektir, işin dışı ihtilaf olsa dahi iç yüzü birliktir. Gece ve gündüz her ikisinin de dışı düşmanlıktır. Fakat her ikisi bir hakikati oluşturmaktadır. Gece ve gündüz arasındaki ihtilaf aslında ihtilaf değildir, âlemdeki bir gerçeği oluştururken toplumda bir ayrıcalığı oluşturmaktadır. Eğer siz bunun adını savaş koyarsanız, amaç, rakibi yok etmek, düşmanı yenmek ve sadece kendisinin kalması olur. Fakat bu oyuna resmiyet verip bu ihtilafın çözümlenemeyeceğini ve kıyamete kadar var olacağını Allah'ın buyurduğunu söylerseniz bu durumda kazanmak için oynasanız dahi rakibin varlığını resmen tanıyor ve onunla işbirliği yapıyorsunuz. Hepimiz oynanmadan kazanılamayacağına inanmalıyız. Kazanan kimse oyun oynamıştır, oynayarak kazanmak gerekir. Rakibi atmak oyunu atmak demektir. Rakibini atan kimse kazandığını nasıl iddia edebilir? Sen hiç kimseyle oyun oynamamışsın ki biz de sana iftihar lakabı olan kazandın diyelim Söylemek istediğim konu şudur ki bizim her birimiz birbirimizin gruplarını resmen tanımalıyız; bu ihtilafı beşerin zihin yapısının ve sosyal yaşamın bir gereği olarak kabul etmeliyiz. Bu, çözümlenecek bir şey değildir. Allah'ın her birimize vermiş olduğu farklı beden, boy ve çehre gibidir. Burada oturanların tümü Allah'ın mahlûkudur. Hepimizin iki eli, iki gözü, iki ayağı ve iki kulağı fardır ve tamamen birbirinden farklıdır. Bu farklılığı Allah istemiştir. Bu ilahi kaza ve kaderin ta kendisidir. Allah'ın var ettiği bu ihtilâfın aramızda olmasını kendisi istemiştir. Eğer olmasını istemeseydi başka bir dünya yaratırdı ve yaratmıştır da. Meleklerin arasında ihtilaf yoktur. Orası cennet dünyasıdır burası ihtilaf. "Şüphesiz Allah kıyamet günü onları aralarındaki ihtilaftan dolayı yargılayacaktır." En büyük hakem, kıyamet günü ihtilafları çözümleyecektir. Bu dünyaya kıyameti kim uygulamak istiyor, o, Allah'ın kıyamet günün çözümleyeceği bir iştir. Orada hakem masasını kurup insanların ihtilafını kesin bir şekilde çözümleyecektir. Ama bu dünyada oldukça, dünyalıyız, bu annenin evladıyız ve birbirimizin cisim, beden, ruh ve zihin yapısına şümullüyüz. Bir zamanlar bir takım tecrübesiz ve ham insanlar -önceki asırlarda- bütün insanların bir el gibi olabileceğini düşünmüşlerse de beşeri tecrübe bizi bu işten soğutmuştur bütün insanlar bir el gibi olamazlar. Allah'ın bu insan fabrikasında üretmiş olduğu mahsuller bu gördüklerimizdir. Biz yakıcı bir savaş gibi değil uygun bir oyun gibi hakka davet etmeye devam ediyoruz. Fakat bu davetin düşmanlığa dönüşüp rakibin yok olunması azm olunmamalıdır. Bütün şey buna emreden her şeyin dışlanmasına bağlıdır. Rakibin sahnede olmasından rahatsız olduğumuzu gösteren bütün her şey sökülüp atılmalıdır. Oyunun kurallarını bilenleri oyuna almak gerekir. Oyunda kurallara uymayanları şeytanın Allah'ın dergâhından kovulduğu gibi kovmak gerekir. O da hakkı kabul etmek istemiyordu. Bu hakkı kabul etmeyen insan nerede olursa olsun şeytan sıfatlıdır. Sevginin olduğu bu anlamın ve bu bilginin kalplere yerleşebilmesi için, bana göre hiçbir şey kendi tarihimizdeki fazilet ehillerine rücu etmek kadar etkili değildir ve bizlerin bu ateşi körükleyenlerden uzak durması gerekir. Bazıları ismini değiştirseler dahi maalesef nifak tohumlarını ekmektedirler ve hesabımızı bunlardan ayırmalı ve her zaman da bunların İslam toplumuna hizmet etmediklerini ve insanı tanımadıklarını ilan etmeliyiz. Hakkın kıblesine yönelip ihtilafı kaldırabilmeniz için daha üstün hakka iman getirmelisiniz. Mevlana şöyle söylemiştir. Dev dünyadır, âşık ise kör ve sağır Aşkı meğerse başka bir aşk götürürmüş. Bu, sosyoloji ve psikolojide bir kuraldır. Her zaman aşk bir aşk tarafından yok ediliyor ve sevgi de bir başka sevgi tarafından. Sevgi ve bağlılıklarda akli deliller kullanılamaz. Fikrin karşısında Fikir, aşkın da karşısın da aşk vardır. Kalbi küçük şeylere takılan kişinin bunlardan kurtulabilmesi için daha üst noktalara yönelmeli ve o yüce haklan gündeme getirmelidir. Bir zamanlar küçük ve önemsiz bir konu İslam toplumunda büyük ateşler meydana getirmeye yetiyordu. Mesela, Peygamber (AS) bi'setinden önce hangi dinde idi? Bir kişi onun şu dine, bir başkası da bu dine bağı olduğuna inandığı için şahsi teröre neden olan ne kadar olayların çıktığını görebilmek için tarihe bakınız. Küçük sorulardı fakat büyük olaylar peşleri sıra getirdiler. Bizler neden böyle olduğunu kendimize sormalıyız. En açık delil şudur ki başka daha büyük olay yoktu. Eğer aşkları daha yüce ve daha aydın şeylere doğru yöneldiğiniz zaman kendiliğinizden bu küçük olaylardan uzaklaşmış olacaksınız. Fakat bu yüce işler olmadıkça küçük işlere göz diktiği için hiç kimse suçlanamaz. Daha yüksek işleri ortaya koymak bugün bu kavmin âlim ve ruhanilerine ve bütün Müslümanların üzerine farz olan önemli bir husustur Siz güneşleri meydana getirin yıldızlar ister istemez kaybolacaklardır. Fakat güçlü bir nur olmadıkça insanlar o zayıf nurlarla yetinecek ve onlara göz dikeceklerdir. Bu küçüklerin harmanında ilk mertebede yanacak olan en büyük ateş dostluk faziletidir. Ben burada Mevlana'dan örnek verdim ve yine vereyim. Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin Hz. Ali (AS) hakkındaki söylediği bu beyitleri kesinlikle hiçbir Fars şairi söylememiştir. Bu güzel beyitlerin sadece bir tek kaynağı vardır, o da bazılarının Şia ve Sünnilerin arasına atmış olduğu o küçük ihtilaflara asla önem vermeden sahip olduğu dostluk faziletidir. Fazilet güneşini karşısında gördüğü zaman gizlemeden şöyle diyordu: Ali, Mevlana'nın aynasına ve Mevlana'da İkbal Lahuri'nin aynasına yansımıştır. Bu tarihi yansımaların sadece bir yönü vardı o da o büyük zatların, dostluk vaziyetleri büyük gökte idi ve bu küçük yeri ise ayakları altına almışlardı. Mevlana Kerbela şehitlerine baktığı zaman kalbi çınlıyorduk Onların Şia mezhebinden ve Mevlana'nın da Hanefi mezhebinden olması o azizlerin Kerbela'nın kanlı ve yakıcı topraklarında göstermiş oldukları azamet, işar ve fazileti görmezlikten gelmeye neden olmadı ve olmamıştır da. VAHDET, BULUNMASI GEREKEN BİR YİTİKTİR. AMA NEREDEN VE NASIL? Dr. Seyyid Cafer Şehidi VAHDET, BULUNMASI GEREKEN BİR YİTİKTİR. AMA NEREDEN VE NASIL? Bismihi Teâlâ Mavera un-nahr, Horasan, Isfahan ve Azerbaycan baştanbaşa kavga, çatışma ve münakaşayla doluydu, minberlerde ve cami toplantılarında birbirlerini rencide ediyor, küfür ediyor, vuruyor ve öldürüyorlardı. [Çünkü] bu Rafizi şeriat dışıdır. Bu Şafii bid'at ehlidir, bu Hanefi lanete layıktır... bu.... bu... Rey, Talakan, Kazvin ve Abeh'deki işlerin rengi daha değişti. Al-i Baya hükümeti Şia’yı destekliyordu ve sonunda Dil-miyan Bağdat'ı ele geçirdi. Mazuldule hicri 352 yılında, hicri 51. yılında Irak'ta Al-i Resul'a yapılan zulüm için şia kadınlarının siyahlar giyerek kendilerini döverek Bağdat çarşılarında şiven etmelerini emretti. Muizzuddevle'nin yaptığı bu iş ne dine aykırıydı ve ne de fıkhi bir fetvaya dayanmakta idi. Bu bütün millet ve mezheplerde olan sadece bir yas merasimiydi. Fakat dar görüşlülerin devri olduğu ve bütün işler de bu dar görüşlülerin elinde olduğu için dine bid'at sokuldu diye birden haykırmaya başladılar. Öyle ki o yılı senetül-bide [bidat yılı] olarak adlandırıp ve geceleyin Beresa mecsidini, mescid ehlinin üzerine yıktılar. Olaylar bununla da sona ermedi. Zamanın halifesi Selçuklu padişahından bid'atçıların bundan fazla yayılmalarını önlemesini istedi. Ve durum öyle bir hale geldi ki o zamanı şeriatın yayılıp büyüdüğü zaman olarak zanneden Nizamül-Mülk şöyle niteliyor: "Hiçbir ateşperest, Hıristiyan ve Rafızî dışarıya çıkma cesaretini göremiyorlardı." kendilerinde Böylesine aşağılanan yalnızca Rafızîler değildi. Sistan, Semediye ve Selefiye de Ebu Hanife ve Şafii taraftarları birbirinin kanını emiyorlardı. Gaznevi, Selçuklu, Harzemşah ve İran toprakları baştanbaşa sonuçsuz mezhebi çatışmaların, tartışmaların sahnesi olmuştu. Tartışanlar neden ve niçin tartıştıklarını bilmiyorlardı. (Mesela) Allah'ı kafadaki gözlerle görmek mümkün müdür? Yalnız ahirette mi görülecektir? Bu dünyada görmek mümkün değil mi? Günahkâr kullar cehennemde ebedi olarak mı kalacaklar? İşledikleri günahların cezasını çektikten sonra cehennemden çıkacaklar mı? ve... Her ay, her hafta bazen de her gün şahların, hâkimlerin ve kadıların huzurunda bu adamın şöyle söylediğine, kendilerinin de şöyle duyduklarına ve tövbe ettiğine dair güvence mektupları yazıyorlardı. İnancını savunan kişinin sonu dayak, hapis ya da kafayı vermekti. İnsafsızlar, Allah'ın cehennemin anahtarını kendilerine verdiğini zannediyorlardı. Gaznevilerin Horasan'a saldırıp yakıp yıkmalarından sonra tarihin kara sayfalarını dolduran o olayları Hakan ve Enveri destanlarında görmek mümkündür. Bencil, diğer deyişle dar görüşlü insanlar ilk fırsatta birbirine saldırıp bu Kerrami mel'undur, bu Hanefi dinden çıkmıştır, bu Şafii Allah huzurundan kovulmuştur ve bu Rafızî zulüm ve cefaya müstahaktır deyip, Gaznevilerden arta kalanları yağmalayıp yıkılan binaları yerle bir ediyorlardı. Hanefi bir Müslüman Şafii bir Müslüman’ın cemaat namazında Fatiha suresini okuduğunu duyunca eliyle göğsüne vurup onu yere seriyordu. Şafii şeyhlerinden biri Hanefilerin kendilerini Müslüman saymadığı için caminin aralarında ikiye ayrılması için müftülüğe başvurmuştu. Şafii birinin teşehhütte şahadet parmağını hareket ettirdiğini gören Hanefi, onun parmağını kırıyor ve bu işiyle de Allah'ı, razı ettiğini zannediyordu. Kıraatte besmeleyi yüksek sesle söyleyen bir Şia görüldüğünde hemen tekfir ediliyordu. Hicri 613 yıllarından sonra vahşi Moğol orduları erkek, kadın ve çocukları kılıçtan geçirip ülkenin bayındır şehirlerini yerle bir ediyorlardı. Fakat onların zorlukları biraz bertaraf olur olmaz dar görüşlüler yine birbirlerinin canına düşüyorlardı. Defalarca harabe olan İsfahan şehri Şafiilerin ve Hanefilerin çatışmalarına şahit olmuştur. Bunlar fıkhı furuattaki ihtilafların sapıklığa neden olmayacağını ya bilmiyorlardı veya bilmek istemiyorlardı. Halifelerle peygamberin ashabı, ashabın kendi arasında ve tabiilerle ashabın arasında da bu tür ihtilaflar vardı. Fakat onlar asla hürmet sınırlarına tecavüz etmiyorlardı, değil küfür nispeti verip katline hükmetmek, muhaliflerine fasık bile demiyorlardı. Hicri 906 yılında birkaç Türk padişahının yardımıyla yönetimi ele alan bir genç, ihtilafları daha da körüklemiş, başlar bedenlerden ayrılmış, sokaklar kan gölüne çevrilmişti. Öte taraftan Sultan Selimin almış olduğu fetvada "Şiaları öldürmek Allah'ın rızasına neden olduğu gibi kadın ve kızlarını esir almak da Mustafa Şeriatının ta kendisidir" ibaresi yer almakta idi. Ne yaptıklarını, ne kadar haram işlediklerini ve ne kadar ırza geçtiklerini Allah bilir. Sonunda kıyım pazarının ateşi azaltmıştıysa da can düşmanlığı baki kaldı ve bu düşmanlık gün geçtikçe arttı. Padişahlık Şah İsmail'den Tahmasebe, Şah Abbas'a ve Şah Sultan Hüseyin'e geçti. Yine Afganlılar İran'a saldırdı. Sıddıkiler ve Zifranilerin İsfahan hükümdarlıkları dönemi başladı. Fakat bu pazarda yükünü tutup savaş ganimetlerini alan Iran Şahı, Osmanlı halifesi, Afganistan ve İran milleti değildi. İran'ın ve Osmanlının yıkılmasını isteyen devlet bundan kazançlı çıktı. Sınırlarının arkasında Tekbir seslerini duyan devlet Selahaddin Eyyubi'ye veya Ukabe ibni Naki'in ya da Tarık İbni Ziyad'ın yeniden kalktığını zannediyordu. Bunca işin sonucu kuzey Afrika'nın ve Balkanların elden çıkması ve Türklerin Azerbaycan ile Hemadan'a saldırmaları oldu. Safevi yönetiminin çöküp Tehmasebekli Efşar'ın yönetime gelmesinden sonra mezhebi keşmekeşler tekrar başlamış ve Şia-Sünni vahdeti gündeme gelmişti, İslam tarihi boyunca devletler resmen tarafları vahdete çağırıyorlardı. Zamanın hâkimleri güçlerine güç katabilmek için bu vahdete çağırıyorlardı onları. Fakat şia ve Sünniler ya onu bilmiyorlardı veya en azından önemsemiyorlardı. Elimde bulunan ve hicri 1393 yılına kadar dört defa yayınlanan bu küçük kitapçık hicri 1156 yılının Şevval ayında Nadir ve Bağdat hâkiminin emriyle İran, Afganistan ve Maveraunnehr âlimlerinin Hz. Ali (AS)'ın bilinmeyen yönleri hakkında yapılan tartışmayı içermektedir. Tartışanlardan biri olan dipnot yazarı Seyyid Abdullah Suveydi -ki Şia dışındaki bütün âlimlerin vekili olduğunu iddia ediyor ve kendisi de koyu bir taassuba sahiptir- Şia âlimlerinin temsilcisi olan Molla Başi'nin şöyle söylediğini iddia ediyor: "Bizler usulda Eş'ari, füruda ise Ehli sünnet ashabında bulunan rivayetlere ve hilafet konusunda da Peygamber (SAA)'dan rivayet olunan hadislerde sizlerle aynı fikri paylaşıyoruz, bizleri de Müslüman sayın..." Suveydi'nin bu sözlerini Molla Bavi'nin söyleyip söylemediğini bilmiyorum. Ama bunları Molla Başı söylemiş ise, şunu söylemek gerekir. Bu, halkın değil Nadirin sözüdür. İnsafsız, Şia’nın buna inandığı takdirde yeryüzünde hiçbir Şia’nın olmayacağını ve dolayısıyla da mezhebi vahdete gerek kalmayacağını hiç mi düşünmemiştir? Böyle bir vahdetin uzun sürmeyeceği de açıktır. Bu, hâkimin millete gücüyle tahmil ettiği bir vahdettir. Bunlar -söylenen bir söze göre- ya dua etmesini bilmiyorlardı ya da doğru bir yolla tartışmayı çıkarlarına ters görüyorlardı. Ya da onlar o gün yaptıklarından başka bir şeyi ya bilmiyorlardı veya yapamıyorlardı. Mezhebi inanç bir toplantıda yapılan görüş alışverişiyle ya da siyasetçilerin arzusuyla değiştirilecek bir şey değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi furuu dindeki ihtilaflar 4-10 ve 12. asırların bidatleri değil de sahabe ve tabiinin zamanında da olan bir olaydır. Fakat onlar birbirlerinin kafasını ezmiyorlardı. O toplantıda yapılan tartışmaların yerine, bütün mezheplerin izleyicilerinin Allah'ın birliğine, Peygamberin nübüvvetine ve kıyamet gününe inandıkları için Müslüman ve kıble ehli saymaları daha uygun olurdu. Bu tip ihtilaflarla birbirlerine saldırmayı terk etmeyi ve onların yok olmasını bekleyen düşmanı unutmamalıydılar. Evet bunları düşünselerdi o tip düşünceleri yazmazlardır. Şimdi bir adım daha ileri atarak füruu ihtilafları bırakıp usuldeki ihtilaflara değinmek istiyorum. Vahdet için yapılan o toplantıda Ebu Hasan El Eş'ari'nin görüşleri doğru görüş olarak kabul edilmiştir. Allah'ı tanımak için sadece Eş'ari'nin çizdiği yolu izlemek gerektiğini kim söyleyebilir? Allah katında kim cesaret gösterip Eş'ari'nin görüşlerinin aksine İtizalinin yolunda giden Ebu Hazil Ellaf in, İbrahim İbn-i Seyyar'ın, Beşir İbni Mütemer'in ve Gazi Abdulcabbar'ın müşrik olduklarını ve ebediyyen cehennemde kalacaklarını söyleyebilir? Eş'ari'nin hocasının Cebrail ama Mutezilenin hocasının ise şeytan olduğunu kim iddia edebilir? Hişam İbni Hakem, Zirare Ibni Ayen, Muhammed İbn-i Nu'man ve Şerif Murteza'nın Kur'an ve Rasul-u Ekrem (AS)'ın sünnetine dayanan yollarının Ebul Hasan Aş'arinin görüşleriyle bağdaşmadığı için merdud saymak cesaret isteyen bir konudur. O toplantıda sadece Allah'ın birliğine, Muhammed Mustafa'nın (SAA) peygamberliğine ve kıyamet gününe inanmanın Müslümanlık için yeterli olacağına, kimin cennete ve kiminse cehenneme gideceği konularını kıyamet günü kurulacak olan yegâne muhakemeye ve en büyük hakem olan Allah'a bırakılması daha iyi olmaz mıydı? Bu dünyada yegâne ve tek Allah'a tapmalıdırlar, bir kıbleye doğru namaz kılmalıdırlar, ellerinde olan Kur'an'ın tahrif olunmadığını kabul etmelidirler, birbirlerinin kanını akıtmamalıdırlar, yeryüzünde fesat çıkarmamalıdırlar ve din kardeşidirler. Her ne surette olursa olsun, o toplantı amacına ulaşmış değildir. Kaçariye hükümeti Safevi yönetiminin devamı olmuştur. Bu dönemde yüksek boyutlarda mezhebi savaşlar görülmemişse dahi inanç farklılıkları ve bu farklılığın tezahürü baki kalmıştır ve "Teberra" ([1]) pazarının olayları da hararetini korumuştur. Aradan tam bir buçuk asır geçtikten sonra vahdet meselesinin tekrar ortaya atıldığını görmekteyiz. Ama bu kez vahdeti isteyen kişi bir devlet adamı ve politikacı değil Seyyid Cemaleddin Esedabadi'dir. Seyyid, milletin güvenini kazanan velayet (Şia) âlimlerine mektup yazarak, onlardan ihtilafları bir kenara atıp sömürü politikası karşısında birleşmelerini istiyor. Nasıruddin Şah'ın katili Mirza Rıza Kirmani'nin soruşturmasında yer alan bu cümlelere dikkatlerinizi çekmek istiyorum. "Seyyid, en kısa zamanda bütün İslam ülkelerini birleştireceğini ve sultanı da müminlerin emiri yapacağını taahhüt etmiştir. O, Kerbela, Necef ve İran'daki Şia âlimlerine yazışma, mantık, delil, müjde ve çeşitli sözlerle, İslam ülkelerinin birleşmeleri halinde yeryüzünde hiçbir gücün kendilerine karşı koyamayacağını ispatlamıştır. Ali ve Ömer'in lâfzî ihtilaflarını bir kenara atıp hilafete yönelmiş, şöyle söylemiş ve böyle yapmıştır." Bugün ehl-i sünnet ve cemaatin temel fıkıh kitaplarında Şia âlimlerinin görüşü, İslami mezheplerden biri olarak sayılmaktadır. Şia mezhebinde içtihat kapısı açık olduğu için bazen ehl-i sünnet sosyal sorunlarda Şia fıkhından yararlanmaktadır. On yıl önce Cezayir'e yaptığım ilk seferde zamanın din işleri bakanı Mevlüt Kasım Bey, benden Şia fıkhında kitap ehli ile evlenmenin caiz olup olmadığını sormuştu. Caiz olmadığını söylediğimde bunu Halk Meclisinde de açıklamamı isteyerek şöyle dedi: Bir defa sömürülmekten kurtulduk ama tekrar sömürüleceğimizden korkuyorum. Çünkü Cezayirli aydınlar, daha kültürlü oldukları için Fransızlarla evleniyorlar. Böyle devam ederse çok kısa zamanda evin yönetimi Fransalı kadınların eline geçecektir. Mevlüt Kasım sadece Şia’nın bu görüşünü beğenmekle kalmamış, kurban, hilalin görünmesi, talak vb. konularda da Şia fıkhının metaneti ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, bol ilişkili ve daha aydın bir gelecekten haber vermektedirler. [1]- Allah'ın düşman bildiklerini düşman bilmek (Furu-u Din'den biridir).