Haftalık Bülten 05 Kasım 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Ölüm anında şeytanın görüneceği söyleniyor. Savaş meydanında ölenler, kalp krizi geçirip ölenler kısaca herkes şeytanı görecek mi? ...................................................................................... 3 Hz. Osman (ra)'ın eşi Hz. Naile Müslüman mıdır?........................................................................ 5 Hz. Eyyub Peygamber'in (a.s.) kabri nerededir?........................................................................... 7 Bir kadının, yolculukta, toplantıda, park ve bahçelerde kendine nikah düşen bir erkeğin yanında oturması haram mıdır?..................................................................................................... 8 “Denizin suyu temiz, içindekiler helaldir.” hadisini nasıl anlamalıyız? Helale haram demek küfür iken, nasıl oluyor da mezhepler arasında deniz mahsulleriyle ilgili helal haram gibi kutuplaşmalar olabiliyor?............................................................................................................... 9 Biz bir bilgisayar programıyız. Allah adaletlidir, diye kimsenin bizi kandırmadığını nasıl anlarız?............................................................................................................................................ 11 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), sadece kendisine bildirileni mi bilirdi? İlham veya vahiy gelmeden içtihat yapmış mıdır?.......................................................................................... 13 Hudud / hududullah kelimesinin Kur'an'da geçtiği yerleri ve anlamları hakkında detaylı bilgi verir misiniz?.................................................................................................................................. 15 Hisse senedi aldığımız zaman, onu satmak için bir zaman aralığını beklememiz gerekli midir? Hemen veya aynı gün içinde alım satım yapmamın bir sakıncası var mıdır? Borsada oynamak caiz olur mu?.................................................................................................................................. 21 "Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et." (Al-i İmran 3/43) mealindeki ayet okunduğunda neden tilavet secdesi yapılmıyor? Rüku edenlerle beraber rüku et, ne demektir?....................................................................................................... 22 Gayri müslimlere karşı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız?........................................................................................... 25 İhramlı iken, dikişli ihram, dikişli terlik, dikişli ayakkabı giyilebilir mi? .................................28 Hz. Ebu Bekir (ra) bu ismi nasıl almıştır ve manası nedir?........................................................ 29 Karım, anne ve babamla görüşmeme kararı aldı; ben de bundan dolayı kayınbaba ve kayınvalidemle görüşmeyeceğim. Dinimizin bu konudaki hükmü nedir?................................. 30 Namazdan önce Nas suresinin okunması sünnet midir?............................................................. 31 Bir hadiste okudum, otuz deccal çıkmadan kıyamet kopmaz, diye... Biz bir tane deccal çıkacak biliyorduk, açıklar mısınız?............................................................................................. 32 “Allah bir ümmete rahmet dilediği zaman, peygamberini ümmetten önce alır.” anlamındaki hadisi açıklar mısınız?................................................................................................................... 33 Kur'an’da geçen ve mucize olduğu söylenen parmak izinin M. Ö.den beri bilinen bir şey olduğu, dolaysıyla Kur'an’da böylesi bir mucizesinin bulunmadığı iddiasına ne dersiniz? .....34 Peygamber Efendimiz (asv)'in, ben ahir zamanda gelseydim kalabalıklara değil, fert fert anlatırdım ilgilenirdim, anlamında bir hadisi var mıdır?........................................................... 37 Kur'an yakanlara, Kur'an ve Sünnet çizgisinde nasıl tepki verebiliriz?...................................38 Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) deyip Kur’an’ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da korunmuş olmalı değil mi?............................................................................................................ 39 2 Ölüm anında şeytanın görüneceği söyleniyor. Savaş meydanında ölenler, kalp krizi geçirip ölenler kısaca herkes şeytanı görecek mi? İnsan ruhu, bedenle geçirdiği dünya hayatı süresince, her yıl eski bedenini terk ediyor, yeni bir bedene giriyor. Fakat bu öyle sanat, hikmet, şefkat ve rahmet içinde oluyor ki, biz farkına bile varmıyoruz. Söz gelişi, bizim her nefes alıp verişimiz bir bakıma buna hizmet ediyor. Yemek yememizin, su içişimizin, terleyişimizin bir hikmeti de budur. Vücudumuzu yenilemek ve tamir etmek. Vücudumuzdaki eşsiz tahribât ve tâmirât, bizim için sıradan denebilecek bir takım davranışlarımızla gerçekleşiyor. Ruhumuz her yıl belirli bir süreç içinde değiştirdiği bedenini, ölüm esnasında birden terk ediyor. Ölüm bundan ibarettir. Yani ölüm, ruhun bedeni birden terk etmesi halidir. Rûhun kafesinden çıkması ve artık serbest kalması halidir. Sekerât, ruhun ölüm esnasında kendinden geçmesi halidir. Başka bir ifâdeyle, ruhun bedenden ayrılma esnasında geçirdiği bir sarsıntı halidir. Fakat bu herkes için aynı ölçüde sarsıntı verici değildir. Allah’tan güzel bir ölüm dilemeye devam etmemiz ve salih amel işlememiz kaydıyla, inşallah bu sarsıcı hali en kolay şekilde geçirmeyi Rabbimizden ummamıza hiçbir engel yoktur. Peygamber Efendimiz’in (asm) konuyla ilgili şu uyarılarına dikkat edelim: “Günahlarını azalt ki, ölüm sana kolay gelsin. Borcunu azalt ki, hür yaşayasın.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/369) “Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrünü uzatır, kötü ölümü önler. Allah onunla övünme ve kibir duygusunu giderir.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1121) “İyilik yapmak kötü ölümlerden korur.” (Câmiü’s-Sağîr, 3/1252) “Yoksula yardım etmek kişiyi kötü ölümden korur.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1606) “Mü’min, kulluk elbisesi günahlarla yıprandığında onu tövbeyle yamayandır. Bahtiyar, tövbesi üzere ölendir.” (Câmiü’s-Sağîr, 4/1610) Sekerât esnasında şeytanın vesvese vermesi de ölüm sekerâtıyla gelen gizli bir tehlikedir ve bu tehlikenin iman-ı tahkikiyi elde etmekle ancak kolaylıkla bertaraf edilebilecektir. Sekerat anında şeytanın, vesvesesiyle ancak akla şüpheler vererek tereddüde düşürebileceğini söyleyen Bediüzzaman, iman-ı tahkiki elde edildiğinde ise bu imanın aklın dışında kalp, ruh ve sır gibi bir çok duygulara da işleyerek kökleştiğini ve neticede imanın tehlikeden korunduğunu ifade ediyor. (bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 29) Peygamber Efendimiz (asm) bu sekerât anında da Allah’a sığınarak, bize Allah’a sığınma yolunu göstermiştir: “Allah’ım! Ölüm anında şeytanın sırtımı yere getirmesinden Sana sığınıyorum.” (Nesâî, İstiâze, 56) Buna göre, şeytan sekerat vaktinde insanları yanlışa sevk etmek için gelip telkinlerde bulunabilir. Bu telkin esnasında şeytanın görülmesi olabileceği gibi, görülmeden vesvese şeklinde telkinde bulunması da söz konusu olabilir. Bu gibi telkinler çok kısa bir anda 3 gerçekleşmesi mümkün olduğuna göre, ölümden bir-iki saniye önce de gerçekleşmesi ihtimali vardır. Ayrıca, hadislerin bu hükmü, genel olarak insanların büyük çoğunluğuna göre verilmiş bir yargı da olabilir. Çünkü, hükümlerin önemli bir kısmı hükme konu olanların büyük çoğunluğuna göredir. Her kuralın istisnaları olduğu gibi, bu hükmün de istisnalarının olması, bu hükmün yanlışlığını göstermez. Şeytan bir hırsızdır, insan kalbinde en değerli cevher olan imanı çalmaya çalışır. Günümüzde, imanî konularda hemen her tarafta görülebilen şüpheler, şeytanın bu konuda nasıl hummalı bir şekilde çalıştığını ispat eder. “Din afyondur.” şeklindeki bir vesvese, kominizmi esas alan bir devletin yetmiş yıl boyunca temel prensiplerinden biri idi. Bu sistemde “kutsala” savaş ilan edilmişti. Şimdilerde ise din, dünya çapında daha saygın bir konumdadır. Ama şeytanın bu konuda vesveseleri bitmiş de değildir. Şeytan, insanın imanını çalma hususunda ısrarcıdır. Ve ısrarını son ana kadar devam ettirir. Futbolda son anda bile sürprizler olabilmesi misali, takva sahibi kimselerin bile imanını elde etmeye hırs gösterir, sekerat halinde verdiği vesveselerle o kimseyi inkârcı biri olarak bu dünyadan göndermeye çalışır. Teorik olarak şeytan son anda imanı çalma ihtimali varsa da, gerçekten imanı kuvvetli olan kimseler ömür boyu son ana da hazırlandıklarından, böylelerin imanı ilahi koruma altındadır, şeytanlar ordusu da gelse bir şey yapamazlar. Çünkü onların imanı sadece akılda değil, kalbin en derin köşelerindedir ve şeytanlar o derinliğe nüfuz edemezler. 4 Hz. Osman (ra)'ın eşi Hz. Naile Müslüman mıdır? Naile bint el-Ferâfisa b. Ahvas el-Kelbiyye (ö. 35/656'dan sonra), Hz. Osman (ra)'ın şehid edildiği sırada yanında bulunan eşidir. Benî Kelb'den Hristiyan bir babanın kızı olup Hz. Osman (ra) ile halifeliğinin beşinci yılında (28/648-49), Küfe Valisi Saîd b. Âs'ın veya Kelb kabilesine zekât toplamak için gönderilen Velîd b. Ukbe'nin aracılığıyla evlendi. Medine'ye daha önce İslâm'a giren kardeşi Dabb tarafından götürüldü ve Hz. Osman (ra)'la evlenmesinin ardından Müslümanlığı kabul etti. Nikâh sırasında Hz. Osman (ra) kendisine 10.000 dirhem mehirle hizmetçi olarak Kirman esirlerinden bir karı koca verdi. Onun Hz. Osman (ra)'ın öldürülmesi üzerine yaptığı konuşmalardan ve Muâviye'ye yazdığı mektuptan, evlendikten sonra Medine'de iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Kaynaklar ayrıca Nâile'nin şairliğine, zeki ve olgun bir şahsiyete sahip olduğuna işaret eder ve söylediği şiirleri nakleder. Hz. Osman (ra)'ın en sıkıntılı zamanda onunla beraber olan Naile, eşinin içine düştüğü siyasî krizden kurtulması için büyük çabalar harcadı. Kuşatma sırasında Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra)'in önerileri doğrultusunda mescidde Medineliler'e ve muhaliflere karşı bir özür dileme konuşması yaptı. Konuşmasının sonunda hatalarından pişman olduğunu söyleyerek icraatıyla ilgili eleştirilerin kendisine iletilmesini istedi. Böylece lehine bir hava oluştuysa da halife evine döndüğünde orada bu konuşmayı dinlememiş olan Ümeyyeoğulları'nın ileri gelenleriyle karşılaştı. Bu sırada konuşmayı önemli siyasî bir hata olarak gören Mervân b. Hakem ile konuşmayı yerinde bulan Naile arasında sert bir tartışma geçti. Olaylar yeniden alevlenince, eşine Mervân'ı yanından uzaklaştırıp Hz. Ali (ra)'yi yardıma çağırmasını tavsiye eden Naile, âsiler içeri girdiklerinde ise kendisine saygı gösterip dışarı çıkacakları umuduyla başını açarak saçlarını dağıttı; umduğu gerçekleşmeyince de kendini Hz. Osman (ra)'ın önüne attı ve eliyle durdurmaya çalıştığı kılıç darbeleri altında iki parmağını kaybetti. O gece de Hz. Osman (ra)'ın naaşını onun bir iki dostuyla birlikte gizlice Baki Mezarlığı'na defnetti. Ebü'l-Ferec el-İsfahânî, Nâile'nin Muâviye'ye gönderdiği, Hz. Osman (ra)'ın öldürülmesi olayını açıklayan bir mektubun metnini verir (el-Eğânî, XV, 325-326). Onun bu mektubu Muâviye'nin isteği üzerine mi yoksa kendiliğinden mi yazdığı hususu açık değildir; ancak Muâviye'nin hem Hz. Osman (ra)'ın kuşatılması olayından önce, hem de bu cinayetin işlenmesinden sonra takip ettiği siyaset dikkate alındığında yazılmasını onun istediği söylenebilir. Çünkü Muâviye, mektupla beraber gönderilen Hz. Osman (ra)'ın kanlı gömleğini ve Nâile'nin parmaklarını Dımaşk Camii'nde teşhir ederek Suriyeliler'i kendi siyasetinin doğruluğuna inandırıp desteklerinin sürmesini sağlamıştır. Hz. Osman (ra)'ın şehid edilmesinin ardından Nâile'nin Suriye bölgesinde yaşayan Kelb kabilesine döndüğü anlaşılmaktadır. Bundan sonra kendisine yapılan evlilik tekliflerini geri çevirdi ve bu hususta aşırı ısrarcı davranan Muâviye'ye de ön dişlerinden ikisini söküp göndererek cevap verdi. Hayatının geri kalan kısmını kabilesi arasında sakin bir hayat sürerek geçirdi. Hz. Osman (ra) ile yedi yıl evli kalan Nâile'nin Ümmü Hâlid, Ervâ ve Ümmü Ebân adlarında üç kızı olmuştur. İbn Sa'd ise Meryem adında bir tek kızından bahseder (et-Tabakât, III, 54). Ancak kaynaklarda yer alan, Hz. Osman (ra)'ın Medine'nin üç mil kuzeyindeki Cürf'te bulunan topraklarının sulanması için açtırdığı Halîcü Benâti Osman denilen kanalın Nâile'den olan kızlarına nisbetle isimlendirildiği yolundaki bilgiler, kızlarının sayısının birden fazla olduğunu göstermektedir. BİBLİYOGRAFYA: İbn Sa'd, et-Tabakât, III, 54, 58, 74, 78-79; V, 13; VIII, 483; Mus'ab b. Abdullah ez-Zübeyrî, Kitâbü Nesebi Kureyş (nşr. E. Levi-Provençal), Kahire 1982, s. 105, 112; İbn Habîb, el5 Muhabber, s. 396; Belâzurî, Ensâb, IV/1, s. 484, 496-497, 554, 571, 591-593, 601; V, 12; a.mlf., Fütûh (Fayda), s. 18; Taberî, Tarih (Ebü'1-Fazl), IV, 360-363, 413; ibn Abdürabbih, el-'lkdü'l-ferîd (nşr. Müfîd M. Kumeyha - Abülmecîd et-Terhînî), Beyrut 1404/1983, III, 199, 323; V, 48, 50; VII, 98; Ebü'l-Ferec el-lsfahânî. el-Eğânî, XV, 322-326; ibn Asâkir, Târihu Dimaşk (Amrî), LXX, 135-141; Ahmed Muhammed el-Havfî, el-Mer’e fl'ş-şi'ri'l-Câhili, Kahire, ts. (Dâru nehdati Mısr), s. 142; Ahmed Halîl Cüm'a, Nisâ'ün min 'aşri't-tâbi'în, Dımaşk 1412/1992, s. 53-66; Abdülkâdir Feyyaz Harfûş, Faşîhatü'l-Arab ve beltiâtühüm fi'lCâ-hiliyye ve'l-lslâm (en-Neşr), Dimaşk 1415/1994, s. 224-230. (bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Naile bint. Ferafisa mad., c. 32, s. 314-315, Hazırlayan: RIZA SAVAŞ) 6 Hz. Eyyub Peygamber'in (a.s.) kabri nerededir? Hz. Eyyûb’a (a.s.) kavminden 7 kişinin iman ettiği, 140 veya 93 yaşında vefat ettiği rivayet edilmektedir. (bk. Ö. N. Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâl-i Âlisi ve Tefsiri, IV, 2174.) Buhari Şarihi Aynî’ye göre, Hz. Eyyûb’un kabri Şam’da Besne’dedir. (Tecrid, IX, 143.) İlave bilgi için tıklayınız: Hz. Eyyub (a.s.) ın hayatı hakkında bilgi verir misiniz? 7 Bir kadının, yolculukta, toplantıda, park ve bahçelerde kendine nikah düşen bir erkeğin yanında oturması haram mıdır? Bir kadının, erkeğin oturduğu koltuğun yanındaki boş koltuğa oturması haram olmadığı gibi, erkeğin de kadının oturduğu koltuğun yanındaki boş koltuğa oturması haram değildir. Ancak, "Yabancı bir erkeğin yanında oturmayacağım, çünkü yolculukta belki uyurum da yanımdaki yolcuya yaslanarak uyumuş olurum, halbuki yabancı bir erkeğe yaslanarak uyumak haramdır." diyerek, yolculuk arkadaşının kadın olmasını talep etmeye her kadının hakkı vardır. Aynı şekilde erkekler de erkek yolcu yanında oturmayı ve uyumayı talep edebilirler. Bir kadın ne kadar tesettürlü olursa olsun, yanlarında üçüncü bir şahıs yoksa, nikah düşen bir erkekle bir arada baş başa bulunmaları caiz olmaz. Başkaları varsa ve bir ihtiyaç ve zaruret söz konusu ise, aynı mekânda oturur, ihtiyacını gördükten sonra da oradan ayrılır. Bu daha çok toplu taşıma araçları, toplantı ve resmi yerler gibi kalabalık ortamlarda söz konusu olabiliyor. Burada da zaten zaruret olmasa, bir iş, alışveriş, hastalık ve yolculuk gibi bir konu bulunmasa ne orada hazır olur ve ne de oturur. Hepimizin bildiği bir nokta da şudur: Tesettürlü olan bir hanım tesettürünü sadece giyinmekle değil, aynı zamanda kendi konumunu da muhafaza ederek tesettürün gereklerini yerine getirmiş olur. İzzetini, vakarını, iffetini, haya ve ağırbaşlılığını her vesile ile hissettirmeli ki, gerçek mânâda tesettür içinde bulunmuş olsun. Çünkü, “Haya güzeldir, ancak hanımlarda daha güzeldir.” gerçeği, tesettürün haya ile süslenmesini hatırlatmaktadır. Park ve bahçelerde karşı cinslerin yan yana oturması ise bir zaruret olmadığı için doğru değildir. İlave bilgi için tıklayınız: Kadın erkek birlikteliğinde dikkat edilmesi gereken konular nelerdir? 8 “Denizin suyu temiz, içindekiler helaldir.” hadisini nasıl anlamalıyız? Helale haram demek küfür iken, nasıl oluyor da mezhepler arasında deniz mahsulleriyle ilgili helal haram gibi kutuplaşmalar olabiliyor? Bir mezhepte helal kabul edildiği halde, diğer bir mezhepte haram sayılan pek çok şey vardır. Mesela, Şafii mezhebinde veli olmadan nikah kıyılamaz, yani bu fiil haramdır, Halbuki Hanefî mezhebinde bu caizidir. Mesela, Hanefî mezhebinde Vitir namazını kılmamak günahtır, Şafii’de ise -sünnet olduğu için- bazen kılmamak mekruh bile değildir. Mesela, eli kadına değen bir Şafii’nin o abdestle namaz kılması haramdır, caiz değildir. Hanefî mezhebinde ise -kerahetsiz- caizdir. Asıl konuya gelecek olursak, Hanefî mezhebine göre, balık dışındaki bütün deniz / su ürünlerinin yenilmesi haramdır. Delilleri: “Kendiliğinden ölen hayvanlar size haram kılındı.”(Maide, 5/3), “Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıfları yazılı o ümmî Peygambere tâbi olurlar. O Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar, kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar.”(Araf, 7/157) mealindeki ayetlerdir. Onlara göre, balık dışındaki diğer deniz hayvanları tiksinti duyulan, murdar şeylerdir. Onların ölüsü yenmez. Hanefilerin dışındaki üç mezhebe / alimlerin cumhuruna göre deniz / su ürünlerinin hepsi helaldir. Delilleri ise şunlardır: “Deniz avı ve deniz yiyeceği size helâl kılındı.”(Maide, 5/97), “Denizin suyu temizdir ve temizleyicidir, ölüsü de helaldir.”(Neylu’l-Evtar, 8/149), “Allah Adem oğulları için denizdeki ürünleri boğazladı (yani boğazlamaya gerek olmadan yenmeleri helaldir).”(Neylu’l-Evtar, 8/150). Cumhur için, daha başka sahih hadisler de vardır.(bk. V. Zhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 3/678680). Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur: “Haram da bellidir, helal da bellidir. Ancak bu ikisi arasında çok işler / şeyler var ki insanların çoğu onları bilmez.”(Buharî, İman, 39). Bu hadisten açıkça anlaşılıyor ki, haram ve helal olan şeyler her zaman açık değiller. İçtihat konusu olan haram ve helaller bu bilinmeyenlerdir. Helalı haram veya haramı helal yapmanın küfür olduğunu ifade eden hadislerin hedefinde olanlar ise, ayet ve hadislerde çok açık bir surette haram veya helal olarak belirlenen şeylerdir. Namazın farz olmasını inkar etmek gibi. 9 Hatta farklı ayetlerde, farklı hadislerde farklı hükümler söz konusu ise, bu da konunun içtihat sahasına taşınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu sebeple, farklı mezheplerin farklı içtihatları, haram-helalle ilgili farklı hükümleri kesin olmadığı için, herhangi bir dinî risk taşıması şöyle dursun, bu müçtehitler gayretlerinden dolayı ibadet sevabı alırlar. Zaten mezhepler arasındaki farklılklar, daha çok zarurî olmayan, içtihada dayalı teorik konular için söz konusudur. Bu da genellikle, ayet ve hadislerin farklı algılanmasından kaynaklanmaktadır. Ehl-i sünnet, Kur’an ve hadisleri dayanak göstererek yanlışa düşen bir kısım batıl görüş sahiplerine kafir demeyi uygun görmemişler. Çünkü, ne de olsa ehl-i kıbledir, demişler ve hadiste ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi ön gören talimatı.(bk. Buharî, salat, 28) esas almışlardır. Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir. Kur`an`da hüküm ifade eden âyetleri (ki bunlara, nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların, usûl-i fıkıhta beyan edildiği üzere, pek çok kısımları vardır: Hafî, mücmel, sarîh, kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu yüzden müctehidlerin aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır. Ayrıca, hadîslerin de nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid, mürsel, muttasıl, münkatı` gibi. Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bunun neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Meselâ, Hanefîler hadîsler konusunda titiz davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi) delil olarak kabûl etmezler. Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs`a tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi alır, Şâfiîler almazlar. İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış, müctehidlerin aynı mes`elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur. Fetva verilen beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara te`sir etmiştir. “Bir hâkim, verdiği hükümle ilgili yaptığı içtihadında isabet etse iki sevap, hata etse bir sevap kazanır.” (İbn Mace, Ahkam,3) mealindeki hadis, bu konuya ışık tutmaktadır. İlave bilgi için tıklayınız: İslamiyet’teki mezheplerin farklı oluşunun hikmeti nedir? 10 Biz bir bilgisayar programıyız. Allah adaletlidir, diye kimsenin bizi kandırmadığını nasıl anlarız? Her şeyden önce insan olarak biz bir bilgisayar programı gibi değiliz. Çünkü bilgisayarın iradesi yoktur, yazılım esnasında ona böyle bir hak tanınmamaktadır. Zaten böyle bir şey mümkün de değildir. Bu sebeple, bilgisayar, programcının elinde bir kukladan öteye geçemez. Şayet programcı yanlış bir komut öğrettiyse o bunu öyle algılar. Nitekim, bazı kelimelerin yazılımını -yanlış olarak bellediği için- yanlışa doğru, doğruya yanlış diyebiliyor. Oysa, insanın kader yazılımında yer alan unsurların başında “özgür irade” gelmektedir. Kişi bu özgür iradesi sayesinde istediğini seçmekte hürdür. Yazılımında olduğu için insan istese de özgür olmaktan kendini uzaklaştıramaz. Bununla beraber, yazılımı yazan Allah’ın bir ismi “ADL”dir. Yani öyle adildir ki, adeta adaletin / adlin kendisidir. Kâinatın her tarafında kendini belli eden dengeler, ölçüler, bu adaletin varlığına şahitlik etmektedir. Eskiden beri peygamberlere karşı isyan eden zalimleri helak etmesi, hakkın, adaletin temsilci olan peygamberleri ve onlara tabi olanları himaye etmesi, reddi kabil olmayan -tarihin referans verdiği- ilahî adaletin yansımalarıdır. Ayrıca, Kur’an’a iman etmiş bir kimse için, bu ilahî adaletin varlığının en büyük şahidi Kur’an’ın kendisidir. Özetle, bilgisayarın beynine istediği şekilde komuta eden insan beyni ile, bilgisayar beynini kıyaslamak eskilerin eskimez deyimiyle “kıyas maal-farıktır”, yani -bu iki unsur, kıyaslamayı / karşılaştırmayı haklı çıkaracak şekilde- bir benzetme yönü, bir ortak paydası olmayan türden olduğu için, aralarında konuyla ilgili bir benzetme yapmak mümkün değildir. Kendisine -dışta varlığı olan- gerçek bir vücut elbisesi giydirilen, başına özgür iradeyle seçici olmaya imkân veren bir şuur takılan insan ruhu ile, ruhsuz, cansız, ne yaptığını gerçekte fark etmeyen, özgür irade nedir bilmeyen, bir yazılımın esiri olan kukla bir makineyi karşılaştırmak, mantık açısından her türlü lojistik destekten yoksun, her yönden çatırdamaya, dökülmeye müsait bir önerme yapılanmasıdır. Eğer insan, “rüzgarın önünde sürüklenen bir yaprak, sadece verilen komutu yerine getiren bir bilgisayar” ise, seçme kabiliyeti yoksa, yaptığından mesul değilse, o zaman suçun ne manası kalır? Böyle diyen kişi, bir haksızlığa uğradığı zaman mahkemeye müracaat etmiyor mu? Halbuki, anlayışına göre şöyle düşünmesi gerekirdi: “Bu adam benim evimi yaktı, namusuma dil uzattı, çocuğumu öldürdü, ama mazurdur. Çünkü makinedir, bilgisayardır, bu fiilleri yapmak zorunda, ne yapsın, başka türlü davranmak elinden gelmezdi ki.” Hakkı çiğnenenler gerçekten böyle mi düşünüyorlar? İnsan yaptığından sorumlu olmasaydı, “iyi” ve “kötü” kelimeleri manasız olurdu. Kahramanları takdire, hainleri aşağılamaya gerek kalmazdı. Çünkü, her ikisi de yaptığını isteyerek yapmamış olurlardı. Halbuki hiç kimse böyle iddialarda bulunmaz. Vicdanen her insan, yaptıklarından sorumlu olduğunu ve rüzgarın önünde bir yaprak, programlanan bir bilgisayar gibi olmadığını kabul eder. İlave bilgi için tıklayınız: 11 Allah’ın küllî iradesi ile insanın cüzî iradesi nasıl bağdaştırılabilir? Allah’ın sonsuz ilmi karşısında insan özgür olabilir mi? Bazıları insan iradesini hiçe sayıyor ve insanın, yaptığı isyanlardan sorumlu olmadığını iddia ediyorlar. İnsan bütün işlerini bir cebir altında mı yapmaktadır; değilse hangi fiillerinden sorumludur? Allah bizi yaratırken ne yarattığını bilmiyor muydu? Allah sağ eliyle cennet ehlini sol eliyle cehennem ehlini yarattı, şeklinde hadisler var. Bu durum insan iradesini yok saymak anlamına gelmez mi? Günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa kaderinde olduğu için çaresiz bir şekilde günahı işlemeye mecbur mu kalır? İnsanın iradesini de Allah yarattığına göre Allah insanın günah işlemesine neden müsade etmektedir? 12 Peygamberimiz Hz. Muhammed (asv), sadece kendisine bildirileni mi bilirdi? İlham veya vahiy gelmeden içtihat yapmış mıdır? Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber (asv)'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir. Onlar bu konuda Rasûlüllah (a.s.m)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Dinî hükümlerle ilgili Peygamberimiz (asv)'in bize bildirdikleri, Allah tarafından kendisine bildirilen gerçeklerdir. Bunlar, vahy-i sarih / vahy-i metluv olan Kur’an’da veya lafızı Hz. Peygamber (asv)'den, manası Allah’tan olan kutsî hadislerde, yahut da hem lafzı ham manası Peygamber (asv) tarafından aktarılan normal hadislerde söz konusudur. Bu hadislerin bir kısmı ilhama, bir kısmı da Peygamber (asv)'in içtihadına dayanmaktadır. Ancak Peygamber (asv)'in içtihadında bir hata olursa derhal Allah tarafından düzeltilir. Hz. Peygamber (asv)'in vahiy gelmeden önce içtihat yaptığını gösteren bazı ayetler vardır: Mesela, Bedir ganimetinin taksimi hakkında yaptığı işlem bir içtihattır.(bk.Enfal, 8/67-69). Keza, görme özürlü olan Abdullah b. Ümmi Mektum’a karşı sergilediği davranış bir içtihadıdır.(bk. Abese, 80/1-11). Yine, hanımlarından bazılarının gönlünü almak için kendine bazı meşrubatı yasaklaması, onun bir içtihadıdır.(bk. Tahrim,66/1). Bu içtihatların hepsi bir şekilde Allah tarafından düzeltilmiş, daha güzel şekline işaret edilmiştir. Peygamberimiz (asv)'in değiştirdiği içtihatlarından biri de Bedir savaşı sırasında vuku bulmuştur. Bedir savaşı hazırlığı yapılırken Hz. Peygamber (asv) orduyu bir yere yerleştirmiş, fakat daha sonra bir sahabinin öngörüsüne göre hareket ederek askerlerin yerlerini değiştirmiştir. Peygamberimiz (asv), Bedir'e vardığında en yakın su kuyusunun -yani bulduğu ilk su kuyusunun- başında konaklar. Bunun üzerine Habbab b. Münzir yanına varıp, "Ya Resulullah burada konaklamanı emreden yüce Allah mıdır? Yani bunu değiştiremez miyiz? Yoksa bir savaş taktiği ve hilesi olarak mı burayı seçtiniz?" der. Peygamberimiz (asv), "Bir savaş taktiği ve hilesi olarak burayı seçtim." der. Bunun üzerine Habbab, "Ya Resulallah, burası uygun bir yer değildir. Gidip Kureyş'e en yakın kuyunun başına konaklayalım diğer kuyuları da kapatalım. Bir havuz açıp su dolduralım. Böylece bizim suyumuz olurken, onlarınki olmaz." der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv) bu sahabinin ön görüsüne uyar ve ordugâhın yerini değiştirir.(bk. Zeynî Dahlan, es-Sîretu’n-nebeviye, 1/196). Serahsi, Resulullah’ın (a.s.v), re’y ve içtihadı sonucu ulaştığı hükümler olduğunu bunların da “ma yüşbihu’l-vahy / vahye benzediğini” ifade eder. O’nun hata üzere bırakılmaması, devamlı vahyin kontrolünde olması gibi hususlar, bu kısımdan olan hükümleri de vahiy mesabesinde kılmaktadır. Ümmetten diğerlerinin içtihadı ise, yanılma ihtimallerinin olması ve bu yanılmalarının vahiyle düzeltilme imkanı bulunmaması sebebiyle Hz. Peygamber (a.s.m)'in içtihadı mesabesinde değildir . (Serahsi, Şemsuddin, Usulü’s-Serahsi, Beyrut, 1973, II, 90-96) Serahsi’nin bu açıklaması neticede Hz. Peygamber (a.s.v)’ın bütün davranışlarının vahye dayandığı O’nun tashihinden geçtiği anlamına gelmektedir. Zira, Hz. Peygamber (a.s.v)’ın 13 davranışı veya sözü ya doğrudur, ya da yanlıştır. Hayatı boyunca düzeltilmişse zaten son hali esastır. Aynen kalmışsa onun doğru olduğu ortaya çıkar. Zira yanlışın Allah tarafından devam ettirilmesi mümkün değildir. Şatıbi ise şöyle der: Hadis ya saf Allah’tan gelen bir vahiydir, ya da Hz. Peygamber (a.s.v) tarafından yapılmış bir içtihattır. Ancak bu durumda onun içtihadı Kitap ya da sünnetten sahih bir vahye dayandırılmış ve onun kontrolünden geçmiştir. Hz. Peygamber (asv)’in içtihadında hata yapabileceği görüşü benimsense bile, o asla hatası üzerinde bırakılmaz, derhal tashih edilir. Sonunda mutlaka doğruya döner. Dolayısıyla ondan sadır olan hiçbir şeyde hata ihtimali yoktur . (Şatıbi, Muvafakat, IV, 19; Benzer görüşler için bkz, Abdülgani, Hucce, s.334 vd) Bu ifadelerden hareketle diyebilir ki, sünnetin tamamı vahiydir, diyenler konuya bu açıdan bakmışlardır. Zira, neticede sünnetin tamamı vahyin kontrolünden geçiyor, ya aynen devam ettiriliyor ya da tashih ediliyordu. Yani vahyin kontrolüne girmemiş bir uygulamanın varlığını kabul edemeyeceğimize göre netice olarak hepsinin vahye dayandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak sünnetin tamamının vahye dayandığını söylerken bununla Rasulullah (asv)’ın devrinde tesbiti yapılan ve bize kadar sahih olarak gelen sünnetleri kastettiğimizi de belirtelim. Hz. Peygamber (asv)'e uymamızı emreden ayetlerden bazılarının mealleri şöyledir: “Allah ve Resûlü bir işte hüküm verdiği zaman, erkek-kadın hiçbir mümin için kendi işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve resûlüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab, 33/36) mealindeki ayet, her konuda Resulullah (asv)’a uymayı emretmektedir. “Sizin için Allah’ın Resûlünde -alınacak- güzel bir örnek vardır.” (Ahzab,33/21) mealindeki âyeti, Hz. Peygamber (asv)'in konuşan ve yaşayan bir Kur'an olarak her zaman canlı bir örnek olduğuna, varlığının zorunluluğuna işaret etmektedir. “Ey iman edenler! Allah ve Resulü size hayat verecek hakikatlere sizi dâvet ettiğinde ona icabet edin...” (Enfal, 8/24), “Peygamber size ne verirse onu alınız, o sizi neden men ederse onu terk ediniz. Allah’a karşı gelmekten sakınınız. Muhakkak ki Allah’ın cezası pek çetindir.”(Haşir, 59/7) mealindeki ayetlerde Hz. Peygamber (asv)'e uymanın Allah’a uymak, ona karşı gelmenin Allah’a karşı gelmek manasına geldiğine işaret edilmiştir. İlave bilgi için tıklayınız: Sünnetin kaynağı hakkında detaylı bilgi verir misiniz? Sünnet nedir? 14 Hudud / hududullah kelimesinin Kur'an'da geçtiği yerleri ve anlamları hakkında detaylı bilgi verir misiniz? Hudud, had kelimesinin çoğulu olarak, Kur'an ve sünnette belirlenmiş, kısas ve diyet dışındaki cezaî müeyyideleri ifade eden bir fıkıh terimidir. Had kelimesi (çoğulu hudûd) sözlükte masdar olarak "engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak"; isim olarak "iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım" gibi anlamlara gelir. Fıkıhta ise, Allah hakkı olarak yerine getirilmesi gereken, miktar ve keyfiyeti nasla belirlenmiş cezaî müeyyideleri ifade eder. Kelimenin fıkıh ilminde kazandığı terim anlamı, kısmen "hudûdullah" tabirinin Kur'an'da geniş bir muhteva ile kullanılmış olmasının, büyük ölçüde de had kelimesinin hadislerde oldukça belirginleşen ıstılahî kullanımının sonucudur. Kur'ân-ı Kerim'de hudûd kelimesi on dört yerde geçer; bunların on üçünde Allah'a, birinde ise (Tevbe 9/97) Allah'ın Resulü (asv)'e indirdiği vahye izafe edilir (M. F Abdülbâkî, et-Mu'cem, "hdd" md.). Bu âyetlerde hudûdullah tabiri, öncesinde birtakım hükümler ve mükellefiyetler belirtildikten sonra onlara atıfla zikredildiğinden, âyetlerin ifade akışına bağlı olarak "Allah'ın koyduğu hükümler, yasaklar, ölçüler, sınırlar" gibi anlamlar taşır. Âyetlerin bir kısmında, Allah'ın koyduğu bu hükümlerin yerine getirilmesi ve iyi muhafaza edilmesi (Bakara 2/229; Tevbe 9/112), bir kısmında da Allah'ın belirlediği ölçü ve sınırların çiğnenmemesi, onlardan ileriye geçilmemesi (Bakara 2/229; Nisâ 4/14; Talâk 65/1) istenir. Kur'an'daki hudûdullah tabirlerine, kelimenin sonradan fıkıhta kazandığı, "Allah tarafından belirlenmiş sabit cezaî müeyyide" anlamını çağrıştıran hukukî bir mânanın ağırlıklı olduğu anlaşılır. Bu âyetlerin önemli bir kısmında hudûdullah tabiriyle âyet içinde zikredilen, hukukî müeyyideye de konu olabilecek dinî-ahlâkî hükümlerin kastedildiğini de gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim oruçlu için yasak olmayan ve yasak olan fiillere (Bakara 2/187), mirasçıların miras paylarını belirleyen hükümlere (Nisâ 4/12-14) zıhâr yemininde bulunan kimse için gerekli görülen üç kademeli kefaret hükümlerine (Mücâdele 58/2-4), evlilik birliğinin sona ermesinin ardından kadınlar için öngörülen iddet yükümlülüğüne ve süknâ hakkına (Talâk 65/11) hudûdullah denilmesi ve bunlara riayet edilmesinin istenmesi, had kelimesinin fıkıhtaki terim anlamına da belli ölçüde zemin teşkil etmiştir. Hadislerde had kelimesinin, sözlük anlamını ve örfteki çeşitli kullanımlarını, ayrıca Kur'an'daki geniş muhtevasını yansıtan bir çeşitlilik ve zenginlikte yer aldığı çok defa da bu tabirle Kur'an'da belirlenen veya Hz. Peygamber (asv)'in takdir ve uygulamasıyla sabit olan cezaî müeyyidelerin yahut bu müeyyideleri gerektiren suçların ifade edildiği görülür. (bk. Muvatta, Hudûd 10; Müsned, IV, 226; Buhârî, Şüfa, 1; Müslim, Hudûd, 8-9; Ebû Dâvûd, Hudûd, 38; bk Wensinck, el-Mu'cem, "hdd" md.) Her ne kadar bu son anlamın, Kur'an'daki hudûdullah tabirinin muhtevasından fazla bağımsız olmadığı söylenebilirse de hadis mecmualarında "Kitâbü'l-Hudûd" başlığı altında yer alan hadislerde geçen had kelimesiyle genelde belirli cezaî müeyyidelerin veya bunlara yol açan suçların kastedilmiş olması, haddin fıkıh literatüründe kazandığı terim anlamını hazırlayıcı bir rol üstlenmiştir. Not: Detaylı bilgi için, Prof. Dr. Vecdi Akyüz’ün “Kur`an-ı Kerim`de Hududullah Kavramı” isimli şu makalesini okumanızı tavsiye ederiz: 15 Kur'an-ı Kerim'de, ahkâm âyetleriyle ilgili olarak Allah'a izafeyle yer alan başlıca kavramlar; şeâirullah, dînullah, âyâtullah, hudûdullah, hükmüllah, kitâbullah, sebîlullah, emrullah gibi kavramlardır. Bu kavramlar, bir şekilde insanların tutum ve davranışlarıyla ilgilidirler. Ayrıca bu kavramlar, birbirleriyle de anlamlı bir biçimde ilgili görünmektedirler. Bu yazımızda, söz konusu kavramlardan "Allah'ın çizdiği sınırlar; Allah'ın belirlediği kurallar; Allah'ın sınırları; Allah'ın yasaları" anlamına gelen "hudûdullah" kavramını, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetindekilerle de destekleyerek, ele almayı deneyeceğiz. Had, iki şey arasında birbirine karışmasını önleyen engel demektir. Belirginleştirmek, başkalarından ayırt edici nitelik ve engellemek gibi anlamları vardır. Kur'an-ı Kerim'deki hudûdullah ifadesi, Allah'ın ahkâmı / belirlediği hükümler ve kurallar anlamında kullanılmaktadır. (Râgıb el-Isfahânî, Müfredât, yay. Safvân Ahmed Dâvûdî, Dımaşk-Beyrut 1997, s.221) Hudûdullah birleşiği ve buna yakın ifadeler, Kur'an-ı Kerim'de onbiri hudûdullah olarak, biri hudûdehu, biri hudûde mâ enzelallah, üç yerde de yakın anlam ifade eden 'verâe zâlike' olmak üzere toplam onaltı yerde geçer. Bu âyetleri incelediğimizde, hudûdullah ifadesinin iki ana kullanımı olduğunu görebiliriz: 1) Genel kapsamlı kullanım, 2) Günlük hayattaki özellikle hukuk olaylarıyla ilgili kullanım. Genel Kapsamlı Kullanım Yüce Allah, mü'minlerin başlıca özelliklerini sayarken, bunlardan biri olarak "Allah'ın sınırlarını / yasalarını korumayı." da belirtmektedir: "Allah'a tövbe eden, kullukta bulunan, O'nu öven, O'nun uğrunda gezen (cihad ve hicret eden, rızasını arayıp duran), rükû yapan, secde eden, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Allah'ın sınırlarını koruyan mü'minleri müjdele." (Tevbe, 9/112) Bu âyetin belirttiğine göre, hudûdullahı korumak, mü'minlerin bir özelliğidir. Öyleyse mü'minlerin başlıca özellikleri, Allah'a iman ve bunun gereği olarak ona kulluk ederek, imanamel bütünlüğü içinde davranışta bulunmaktır. İman sahibi olan, âyette belirtilen diğer düzgün davranış özelliklerini de günlük hayatında uygular. (hudûdullahı gözetmek = mü'minlerin özelliği) İman noktasındaki zaaf, Allah'ın sınırları konusunda da kendini gösterir: "Bedevîlerin küfür ve nifakları her yönden, daha ileridir. Allah'ın, peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemekte de onlar ileridir. Allah bilendir ve hakîmdir." (Tevbe, 9/97) (hudûdullahı bilmemek = iman zaafı, ya da iman zaafı> hudûdullahı bilmemek) Bu âyetlerin bulunduğu öbek, münafıkların iman zaafı, servet ve dünyalık hırsları, ikiyüzlü gündelik davranışları, en önemlisi de savaş gibi zor şartlardan binbir gerekçeyle ve yaldızlı sözlerle sıyrılmaya çalışmaları, bu arada bedevîlerden de benzer tutum takınanlar olduğu konularının dile getirildiği bir öbektir. (bk. Tevbe, 9/69-96, 98-111) 16 Hukuk Olaylarıyla İlgili Kullanım Hudûdullah kavramının Kur'an-ı Kerim'deki ikinci kullanım alanı, günlük hayatımızdaki hukuk olaylarıdır. Bu hukuk olayları konusunda, hudûdullah kavramının geçtiği âyetlerin özellikle aile hukukuna ve miras hukukuna ilişkin olması dikkat çekmektedir. Bunları, söz konusu bu özelliklerine göre ele alabiliriz: 1) Evlilik Hukuku: Hudûdullah kavramının en yoğun biçimde yer aldığı başlıca âyetlerin, evlilik ve özellikle boşanma hukukuna ilişkin açıklamaların yer aldığı âyetler olması çok dikkat çekmektedir. a) Eş Dışındakine Gitme Yasağı: Mü'minlerin temel özellikleri sayılırken, evlilik hayatıyla ilgili özelliklerinin neler olduğunu da belirten âyetteki, "verâe zâlike" ifadesi, hudûdullah tabiriyle eş bir kullanıma sahiptir: "Onlar, eşleri ve cariyeleri dışında, mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar, yerilemezler. Bu sınırları aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir." (Mü'minun, 23/7). Aynı hüküm için ayrıca bk. Meâric, 70/29-31. "verâe zâlike" ifadesinin benzer kullanımı için bk. Nisa, 4/24) (hudûdullahı aşmak = aşırı gitmek) b) Oruç, İtikâf ve Cinsel İlişki: Evlilik hayatında cinsel ilişkinin Ramazan gecelerinde de imsak ve iftar vakitleri dikkate alınarak olması gerektiği, Yüce Allah tarafından, hudûdullah tabiri kullanılarak belirtilmektedir: "Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size helal kılındı, onlar sizin örtünüz (giysiniz:tamamlayıcınız), siz de onların örtülerisiniz. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi biliyordu, bu sebeple tövbenizi kabul edip sizi affetti; artık onlara yaklaşabilirsiniz. Allah'ın sizin için takdir ettiğini dileyin. Tan yerinde, beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için; sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Camilerde itikâfa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, onlara yaklaşmayın. Allah insanlara âyetlerini sakınsınlar / sorumluluklarını bilsinler diye, işte böylece apaçık bildirir." (Bakara, 2/187) Ayrıca bu âyette, hudûdullah tabiri ile âyâtullah (Allah'ın âyetleri) tabiri, birbirinin eşanlamlısı (hudûdullah = âyâtullah) olarak yer almaktadır. (hudûdullaha yaklaşmamak>sorumluluğunu bilmek/takva) 2) Boşanma Hukuku: Hudûdullah tabirinin en yoğun kullanıldığı âyetler kümesi, boşanmanın usûlünün ve genel hükümlerinin yer almış olduğu âyetlerdir. a) Boşanma Usûlü / Boşanmanın Genel Hükümleri: Boşanma usûlü ve boşanmanın sonuçları, boşanmadan sonra yeniden evlenebilme durumları, sık sık hudûdullah ifadesi kullanılarak belirtilmiştir: "Boşanma iki defadır. Ya iyilikle tutma, ya da iyilik yaparak bırakmadır. Karı ve koca Allah'ın sınırlarını / yasalarını koruyamamaktan korkmadıkça kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız size helal değildir. Eğer Allah'ın sınırlarını ikisi koruyamayacaklar diye korkarsanız, o zaman kadının fidye 17 vermesinde ikisine de günah yoktur. Bunlar Allah'ın sınırları / yasalarıdır, onları bozmayın / aşmayın. Allah'ın yasalarını bozanlar, ancak zalimlerdir. Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helal olmaz. Eğer ikinci koca da onu boşarsa, Allah'ın yasalarını koruyacaklarını / evlilik hukukunu gözeteceklerini sanırlarsa, eski karı ile kocanın birbirlerine dönmelerine bir engel yoktur. Bunlar, bilen kimseler için Allah'ın açıkladığı sınırlar / yasalardır." (Bakara, 2/229-230) Bu âyetler öbeğinde, hudûdullah tabiri tam tamına altı defa yer alarak, evliliği sürdürürken de, bitirirken sınırların sık sık aşılarak çiğnenme durumu ortaya çıkabileceğini önemle hatırlatılır. (hudûdullahı korumak = evlilik ve boşanma kurallarına uymak) Hz. Peygamber (s.a.v) de bu âyetin bir açıklaması olarak, karısına "seni boşadım; sana döndüm; seni boşadım" diyerek önce boşayıp sonra dönen kimseleri "Allah'ın sınrlarıyla oynayanlar" olarak nitelemektedir. (İbn Mâce, talâk, 1) b) İddeti Gözetmek: Boşanma sonrasında iddet beklemek, nesep karışıklığını önlemek için zorunludur. İddet hükümleri de, hudûdullah tabiriyle belirtilerek taşıdığı önem vurgulanır: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onları, iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah'tan sakının. Boşanmış kadınları, -apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana- evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar. Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Allah'ın sınırlarını kim aşarsa, şüphesiz, kendine yazık etmiş olur. Bilmezsin, olur ki, Allah bunun ardından (gönlünüzde sevgi gibi) bir hal meydana getirir." (Talâk, 65/1) Boşanma sonucunda hukuksuzlukların ve sınırı aşmaların olacağı, iddet hükümleri belirtilirken de yeniden hatırlatılmaktadır. c) Dolayısıyla Boşanma Olan Zıharın Sonucu: Zıhar, Cahiliye Arap kültüründe, kocanın karısını anasına benzeterek kendine haram saymasıyla ortaya çıkan bir boşanma çeşididir. Zıharın kötü bir fiil olduğu, bu kötülükten kurtulup karısının tekrar kendisine helal olması için zıhar kefareti ödenmesi gerektiği belirtildikten sonra, şu hükümler yer alır: "(..) Bu kolaylık, Allah'a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür. Bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlardır. İnkâr edenler (bu sınırlara uymayanlar) için, can yakıcı bir azap vardır." (Mücadele, 58/4) 3) Miras Paylarının Düzeni: Miras paylarının miktarı ve dağıtım düzeni belirtildikten sonra, bunların Allah'ın sınırları / yasaları olduğu, sınırları gözetenler ile aşanların karşılaşacakları sonuç hatırlatılmaktadır: "Bunlar, Allah'ın sınırları / yasalarıdır. Allah'a ve Peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine başkaldırır ve sınırlarını / yasalarını aşarsa, onu, temelli kalacağı cehenneme sokar. Alçaltıcı azap onadır." (Nisa, 4/13-14) Hudûdullahın, insanların aile ve toplum hayatlarında belki de en çok çiğnedikleri ve gerekli hassasiyeti gestermekte zorlandıkları belli alanlar konusunda çok sık zikredilmesi, hiç şüphesiz bu konuların önemini ve önceliğini göstermektedir. 18 Hudûdullah bu âyetlerde görüldüğü gibi, daha çok bazı özel olaylarla ilgili olarak geçmesine rağmen, mü'minlerin hudûdullahı gözetici olduğu âyetiyle birlikte düşünüldüklerinde, hudûdullahın genel kapsamlı bir kavram olduğunu düşünebiliriz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v), sınır çizgileri hassasiyetini haram-helal kavramları çerçevesinde ve "hükümdarın korusu" eğretilemesiyle veciz biçimde belirtmektedir: "Helal apaçık bellidir. Haram da, apaçık bellidir. Bu ikisi arasında, halktan birçoğunun, helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Dinini ve namusunu korumak için, bunları yapmayan esenliktedir. Bunlardan bazısını yapan ise, haram işlemeye çok yaklaşmış olur. Nitekim korunun çevresinde hayvanlarını otlatan kimse de koruya dalma tehlikesiyle burun buruna gelmiş olur. Dikkat ederseniz, her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir." (Buharî, iman, 39, büyu, 2; Müslim, müsakat, 107; Tirmizî, büyu, 1; İbn Mâce, fiten, 14) Buna göre, sınırları belirlenmiş alanlar konusundaki hassasiyet kadar, sınırı geçme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan şüpheli şeylerden de kaçınmak, onların uzağında olmak gerekir. Ancak bunu da yine sınır hassasiyeti mantığı içinde yapmak, evham ölçüsüne vardırıp sınır ötesine geçmemek doğru ve uygun olur. Allah'ın Sınırlarını Gözetmek ve Çiğnemek Hudûdullah kavramının yer aldığı değişik konuları içeren âyetlerde, hudûdullahı bilmek ve gözetmek ile hudûdullaha yaklaşmak ve aşmak noktasında ortaya çıkabilecek başlıca özellikler ve sonuçlar da bütün açıklığıyla belirtilmiştir. Bu belirlemeleri, dört kavram çerçevesinde, şöylece gösterebiliriz: Hudûdullahı bilmemek = iman zaafı (Tevbe, 9/97). Hudûdullahı gözetmek = mü'minlerin özelliği (Tevbe, 9/112)/ evliliği sürdürmede veya bitirmede gerçekleştirilmesi çok zor (Bakara, 2/229-230)/Allah'a ve peygamberine itaat>cennet/kurtuluş (Nisa, 4/13), Hudûdullaha yaklaşmamak = sorumluluğunu bilmek /takva (Bakara,/187) Hudûdullahı aşmak = aşırı gitmek (Mü'minun, 23/7; Mearic, 70/31)/kendine yazık etmek=zulüm (Talâk, 65/1)/Allah'a ve peygamberine isyan>cehennem/alçaltıcı azap (Nisa, 14; Mücadele, 58/4). Hz. Peygamber (s.a.v), Allah'ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları aşanları, "aynı geminin yolcuları" eğretilemesiyle (gemi metaforu) anlatmıştır: "Allah'ın sınırlarını gözetenler ile bu sınırları çiğneyenler, bir gemiyi paylaşanlara benzer: Gemi konusunda kura çektiler. Kimisine geminin üstü, kimisine de altı düştü. Geminin alt bölümünde bulunanlar, sudan almak istedikleri zaman, yukarıdakilerin yanına uğruyorlardı. Alttakiler 'Biz payımıza düşen ambarda bir delik açsak, kendimize de, onlara da zarar vermemiş oluruz' dediler. Şayet bu üsttekiler alttakileri bu dilekleriyle başbaşa bıraksalardı, hepsi yok olurdu. Fakat onların ellerini tutarlarsa, hem kendileri kurtulur, hem de onlar kurtulur." (Buharî, şirket, 47/6, Türkçesi: 19 5/2308-9, alt kattakilerden birinin gemiyi baltayla delmesi ayrıntısıyla bk. Buharî, şehâdât, 30, Türkçesi: 5/2481; Tirmizî, fiten, 34/12; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 4/268, 269, 270, 273) Yine Hz. Peygamber (s.a.v), bir hadisinde, "Bir kimse perdeyi (âr perdesini) sıyırmadıkça, hudûdullaha düşmez / Allah'ın sınırlarını çiğnemez." (Tirmizî, edeb, 44/76) buyurmuştur. 20 Hisse senedi aldığımız zaman, onu satmak için bir zaman aralığını beklememiz gerekli midir? Hemen veya aynı gün içinde alım satım yapmamın bir sakıncası var mıdır? Borsada oynamak caiz olur mu? Çeşitli ticaret ve sanayi kuruluşları tarafından çıkarılıp serbest piyasada ve menkul değerler borsasında, günlük değeri üzerinden alınıp satılan hisse senetleri; üretim, ticaret veya hizmet yapan ve alıcı tarafından bilinen bir şirkete ortaklığı ifade etmektedir. Bu senetlere sahip olan kimseler, ellerindeki senedin temsil ettiği ölçüde ilgili şirketin kâr ve zararına ortak olurlar. Şirketin meşguliyet alanı, dinen yasaklanmış işler olmadıkça, bu tür şirketlerin çıkardığı hisse senetlerinin ve sahiplerine belirli süreler sonunda dağıtılan kâr hissesinin alınmasında dinen bir sakınca yoktur. Ayrıca alınan hisseler istenildiği zaman serbestçe satılabilir, bu hususta bir zaman kısıtlaması söz konusu değildir. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir konu ise şudur: Ait olduğu iktisadî değerden bağımsız değer kazanıp kaybeden bir hisse senedini eldeki parayı değerlendirmek, değerini korumak, iniş çıkışları gözeterek para kazanmak maksadıyla alıp satmak ki, borsadaki alışverişler daha çok bu ikinci maksada yöneliktir. Bu manada borsaya yatırım yapmak tam olarak değilse de biraz kumara, piyangoya benziyor. Gerçek değerin üstünde ve dışında kâğıtların pahalanıp ucuzlamasına sebep oluyor. Ekonomiye ve üretime önemli bir katkısı olmaksızın paralar kazanılıyor ve kaybediliyor. İşte bu bakımdan borsada, soruda geçen ifadesiyle "oynamayı" her yönüyle makbul bir ticaret olarak değerlendirmek çok zor. (bk. Hayrettin Karaman, Günlük Hayatımızda Helaller ve Haramlar, s. 265, İst. 1999) İlave bilgi için tıklayınız: Borsa caiz midir? 21 "Ey Meryem! Rabbine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et." (Al-i İmran 3/43) mealindeki ayet okunduğunda neden tilavet secdesi yapılmıyor? Rüku edenlerle beraber rüku et, ne demektir? Önce şunu unutmayalım ki, secdelerin ayetleri ve secde yerleri vahiyle tespit edilmiştir. Mezhepler arasındaki bazı içtihat farkları, söz konusu rivayetleri algılama biçiminden ve ilgili hadis rivayetlerini farklı değerlendirmekten kaynaklanmaktadır. Malikî mezhebine göre (Necm, İnşikak, Alak surelerindeki ayetleri secde ayetleri olarak görmedikleri için onlara göre), secde ayetleri on bir tanedir. Diğer üç mezhep alimleri secde ayetlerinin sayısını on dört olarak tespit etmede hemfikirdir. Ancak, Şafii mezhebine göre Sad suresindeki 24. ayet secde ayeti değildir. Hanefi mezhebine göre ise secde ayetidir. Yine Hac suresindeki 77. ayet Şafiilere göre secde ayetidir, Hanefilere göre ise secde ayeti değildir.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 2/117-121).. Bu yönüyle, Kur’an’da sadece Al-i İmran suresinin 43. ayetinde değil, daha bir çok yerde secde-ruku ile ilgili ifadeler olmasına rağmen, onlar secde ayeti olarak değerlendirilmemiştir. Yukarıda arzedildiği üzere Hanefi alimlerine göre secde ayeti olarak kabul edilmeyen Hac Suresinin 77. ayetinde de secde-rükudan söz edilmektedir. Bu bakış açısına göre, Hicr 98; Hac 26, Furkan 64, Şuara 219; Fetih, 29. ayeti gibi bazı ayetlerin de secde ayeti olması gerekiyordu, fakat değil.. Soruda geçen ayet ile bir önceki ayetin mealleri: “Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni âlemlerdeki kadınlara üstün eyledi. Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil." (Al-i İmran, 3/4243) Peygamberler hakkında kullanılmış olan ''süzüp çıkarma, seçkin kılma" anlamına gelen "ıstafâ" fiilinin, burada Hz. Meryem hakkında kullanılmış olmasından, onun özel ve önemli bir görev için seçildiği ve bu sebeple ilâhî lütuflara mazhar kılındığı anlaşılmaktadır. İlâhî hikmet gereği dinlerin gelişim süreci Hz. Muhammed (asv)'in peygamberliği ve Kur'ân-ı Kerîm'in tebliği ile tamamlanmış olacaktır. (bk. Mâide 5/3) Bu son mesajın bildiriminden önce insanlığın geçirdiği aşamalar içinde Hz. Meryem'e yüklenen misyonun bir benzerinin bulunmadığı dikkate alınınca, bu âyette Hz. Meryem'in özelliklerine yapılan vurgular daha iyi kazanabilmektedir. İnsanlığın bir erkekle bir kadından yaratıldığını, insanların keyfî seçimlerinin değer ölçüsü olamayacağını ve insanı değerli kılan yegâne ölçütün Allah'a kulluk iradesi ve onun buyruklarına teslimiyet olduğunu bildirerek insanın insan önünde eşit sayılmasına çağrıda bulunacak olan Kur'ân-ı Kerîm'in (bk. Hucurât 49/13) bu çağrısına hazırlık için, erkek ve kadın cinsi arasında, toplumda kökleşmiş hale gelse de haklı gerekçelere dayanmayan ayırımcılığın yanlışlığına dikkat çekmek üzere çok güçlü bir vurguya ihtiyaç vardı. İşte bu âyette, Hz. Meryem'e verilen görevle, iki cins arasında yaratılış özelliklerinden kaynaklanmayıp ancak güçlünün zayıfı sömürmesi şeklinde izah edilebilecek olan derin ayırıma ve bunu besleyen telakkilere esaslı bir darbe indirilmiş oluyordu. Çünkü bir kadın ilâhî iradenin bir tecellisi olarak, bir erkekten gebe kalmaksızın bir erkek çocuk dünyaya 22 getirecek ve bu erkek de yeni bir dinin tebliği ile görevlendirilecekti. İşte Hz. Muhammed (asv)'in geleceğini bildirmekle de vazifelendirilecek olan bu peygamber (Hz. İsâ), insanlığın -sadece sömürünün bir parçası olarak zahiren değer verdiği durumlar haricinde- kadını dışlayan tavır ve uygulamalarına karşı ona "iâde-i i'tibar"ını sağlayacak İslâm mesajının da müjdecisi olacaktı. Âyet-i kerîmede geçen birinci "istafâ" fiili, Meryem'in -alışılmışın dışında- mâbed hizmetine kabul edilmesi, rızkının ilâhî lütufla özel bir yoldan kendine ulaştırılması, kendisini tamamen Allah'a ibadete veren bir kul kılınması ve meleklerle konuşma mertebesiyle onurlandırılması gibi anlamlarla açıklanmaktadır. Hz. Meryem'in başka kadınlara üstün kılındığını özellikle belirten ikinci ıstafâ fiili için de şu açıklamalar yapılmaktadır: Babasız olarak Hz. İsâ (as)'ı dünyaya getirmiş olması, çocuğunun doğar doğmaz konuşup çevreden gelen ithamları bertaraf eden açıklamalar yapması, kendisinin ve oğlunun bütün idrak sahiplerinin ders alacağı bir delil, bir mucize kılınması. "Seni tertemiz kıldı" cümlesi değişik şekillerde (farklı yaratılış özelliklerine sahip kılındığı vb.) yorumlanmışsa da, hâkim görüş bu ifadenin amacının onun kötülüklerden arındırıldığını ve özellikle Yahudîlerin iftiralarından uzak olduğunu belirgin biçimde ortaya koymak olduğu yönündedir. (bk. Zemahşerî; Râzî, ilgili ayetlerin tefsiir) 43. Ayette Hz. Meryem'e yapılan hitabın tekrar edilmesi, onun canı gönülden kulluk etmek ve bütün varlığını Allah yoluna adamak suretiyle ilâhî takdire mazhar olduğuna işaret eder. Yine bu hitapla Hz. Meryem'den aynı içtenlikle ibadete devam etmesi istenmekte, böylece 45-46. âyetlerde belirtilecek olan "annelik" müjdesine hazırlanmış olmaktadır. Zira, babasız bir çocuk dünyaya getireceği haberi -Allah'ın seçkin bir kulu olma yönünden- bir "müjde" olarak nitelenebilirse de, bunu çevresine izah etmenin ne büyük zorluklar taşıdığı dikkate alınınca, böyle bir haberi teslimiyet ve sevinçle karşılayabilmek ancak yüce Allah'ın beğenisini kazandığına inanmak ve O'na kul olabilmeyi her şeyin üstünde tutar hale gelmekle mümkün olabilirdi. Yahudilikteki ve Hristiyanlıktaki namazın şekli hakkında hâlihazırdaki uygulama ile tarihî bilgiler ve Kitâb-ı Mukaddes'ten yapılan tespitler karşılaştırılarak, bu âyette geçen "secde" ve "rükû" ile aynen İslâm'daki hareket şeklinin mi, o dinlere özgü farklı bir hareketin mi yoksa bu kelimelerin "taat, şükür, huşu ve tezellül" (ilâhî kudret önünde nefsini hiç sayma) gibi anlamlarının mı kastedildiği hususunda farklı yorumlar yapılmıştır. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetlerin tefsiri) "Rükû edenlerle, eğilenlerle birlikte" kaydı da değişik şekillerde açıklanmıştır: a) Hz. Meryem'e erkeklerle birlikte ibadet mahallinde bulunma ve toplu ibadete katılma müsaadesi verilerek ona İsrâiloğulları kadınlarından farklı bir hususiyet kazandırılmıştır. b) Hz. Meryem mihraptan (kendine ayrılan bölümden) ayrılmazdı; bu hitapla mâbedde toplu ibadete katılmaya teşvik edildi. c) O sıralarda kıyamda durup secde etmekle beraber rükûya gidenler ve gitmeyenlerin bulunması muhtemeldir. Hz. Meryem'den rükûya gidenlerle birlikte hareket etmesi istenmiş olabilir. 23 d) Bu âyet Meryem sûresinin 17. âyetiyle birlikte değerlendirildiğinde, Hz. Meryem'in bir örtü arkasında durarak toplu ibadete katılmasına müsaade edildiği, mutlak olarak, yorumlandığında ise Hz. Meryem'in erkeklerle ancak cemaatle namaz halinde beraber bulunduğu anlaşılır. Süyûtî, bu âyetten hareketle kadınlar hakkında cemaatle namazın mendup olduğu (dinen teşvik edildiği) sonucuna ulaşmıştır. (bk. Kur’an Yolu, Heyet, ilgili ayetlerin tefsir) Kur'an'ın Sunduğu Örnek Kadın Kur'ân'da Hz. Meryem'in ibâdetinden, hatta özel hayatının bazı bölümlerinden ve Hakk'a olan kayıtsız teslimiyetinden söz edilirken, daha çok üç önemli hususa dikkatlerin çekilmesi istenmiştir: a) Hristiyan âleminin de üstün saygı beslediği Hz. Meryem, cidden bütün kadınlara örnek olacak bir düzeydedir. Meryem'in yalnız pazar günleri değil, normal günlerde de kendine has odasında, ya da mabedin yüksekçe bir yerinde ibâdet ettiği, namaz kıldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca kendi başına ibâdet ettiği gibi cemaat halinde de ibâdete devam ettiği açıkça belirtiliyor. Bu, kadının ibâdet konusunda da toplum arasındaki yerini belirlemekte ve onun gıpta edilecek davranışlarından birini sergilemektedir. Böylece inanan kadınların günlük ibâdetlerinde Allah'a yakın olmanın derin anlamı mevcuttur. b) Meryem'in günün belli saatlerinde ibâdet etmesi ve cemaate katılması, Hristiyanlıkta ibâdetin yalnız pazar gününde yapılmasının ciddi bir dayanağı olmadığını göstermektedir. “Mihrab”ı sözlükteki manasıyla yorumlayacak olursak; Meryem'in ya Beytü'l-Makdis'in yüksekçe bir yerinde, ya da Zekeriyya Peygambere (as) ait evin ibâdete ayrılmış üst kısmındaki bölümde ibâdet ettiği tahmin edilmektedir. c) Müslüman kadınlarına, kendini Allah'a adayan ve belli saatlerde ibâdetini tam bir huzur ve saygı duygusu ile yerine getiren bir kadının Allah katındaki şerefli yeri, diğer kadınlardan üstünlüğü hatırlatılıyor. Bunun aksine kendini dünya hayatının aldatıcı ve oyalayıcı havasına verip gününü gün etmeye çalışan ve bu arada Allah'ı ve âhiret gününü unutan; bu anlayış ve yaşayış içinde kendinin veya kocasının kazancının çoğunu kendi süsüne harcayan kadının ise, ne kadar Hakk'tan gerilerde kaldığını, yetişmekte olan kuşağa olumlu hiçbir örnek davranış sunmadığını anlayabiliriz. İşte Kur'ân, inanan kadınlara Meryem'i örnek göstererek geniş rahmet kapısını açık tutmakta ve insanların dindar, iffetli, faziletli, olgun kadınlara ne kadar çok muhtaç bulunduğunu en veciz sözlerle işlemektedir. (bk. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetin tefsiri) İlave bilgi için tıklayınız: SECDE-İ TİLAVET HZ. MERYEM 24 Gayri müslimlere karşı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız? Cevap 1: İslâmiyet, insanlık için bir saadet ve rahmet vesilesidir. Onun şefkat kanatları ve geniş müsamahası kendisine tâbi olmayanları da kuşatmıştır. Diğer dinlerin mensupları kendi dinlerinde görmedikleri rahat ve refahı İslâm'da bulmuşlar; bir İslam beldesinde hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan hayatlarını devam ettirmişlerdir. Müslümanlar da bu husustaki İlâhî emirlere tam olarak riayet etmişler ve en geniş mânâda tatbik etmişlerdir. Dinimiz, hiçbir zaman onları "gayri müslim" diye saf dışı bırakıp alakayı kesmemizi emretmemiş, onlarla dünya işlerinde anlaşmalar yapmayı, ortak hareket etmeyi meşru saymıştır. Yahudi ve Hristiyanlarla yapılan bu gibi münasebetler, Kur'an-ı Kerim'in, "Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin." hükmüne aykırı değildir. Ayette yasaklanan dostluk, bir inanç olarak Yahudiliği ve Hristiyanlığı benimsemek, o yanlış inançlara dostluk göstermek manasınadır. Bir Ehl-i kitabın ilminden, sanatından faydalanmak üzere kendisiyle dostluk kurmak bu yasağa girmez. Bir Müslümanın diğer din mensuplarıyla veya hiçbir inanca sahip olmayan kimselerle inanç bakımından olmasa da, bazı durumlarda müşterek hareket etmesi ve birtakım medenî münasebetlerde bulunması mümkündür. Aynı topraklarda veya aynı dünyada yaşayan insanların zaman zaman birbirleriyle bir kısım meselelerde fikir alış verişinde bulunmaları tabiidir. Bu durum milletler arasında olduğu gibi, dar çerçevede fertler arasında da görülmektedir. Müslümanlarla, aynı memlekette, aynı şehirde yaşayan gayri müslimlere düşman nazarıyla bakılmasına dinimiz müsaade etmemiştir. Dinimiz, Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenmeyi, yemeklerini yemeyi, hastalandıkları zaman ziyaretlerine gidip hal ve hatırlarını sormayı, komşuluk hukukuna riayet etmeyi bir vazife saymıştır. “Zimmiye eziyet edenin ben hasmıyım.” buyuran Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) Müslümanları, kendi ülkelerinde yaşayan ve kendilerine zarar vermeyen gayri müslim vatandaşların haklarını korumayı, onlara sıkıntı vermemeyi emir buyurmuşlardır. Ehl-i kitabın İslâm topraklarında dinlerini rahatça yaşamalarına müsaade eden ve onlara tam bir ibadet ve inanç hürriyeti veren İslâmiyet, bu müsamahayı çok geniş tutmuştur. Gayri müslimlere karsı hangi duyguları beslemeliyiz? Ehl-i kitapla putperestler veya ateistleri birbirinden ayırmalı mıyız? Cevap 2: “Kelime-i şahadet getirmeyen herkes gayri müslimdir.” yargısı doğrudur. Ancak bunların hepsi bir değildir. Kur’an’da da gayri müslimler farklı kategoride değerlendirilmiştir. Bunları genel olarak üç-dört gruba ayırmak mümkündür; münafıklar, ateistler, müşrikler, Ehl-i kitap olanlar. Bunların Allah’a ve peygambere karşı saygısızlıkları, İslam’a ve Müslümanlara karşı zararları da farklılık arz eder. 25 İslam dinine en fazla zararları dokunanlar münafık olanlardır. Çünkü, bunlar görünürde mümin oldukları için Müslümanlara karşı kötülükleri daha fazladır. Bakara suresinin ilk kısmında kâfirler hakkında iki ayet tahsis edilirken, münafıklar hakkında on iki veya on üç ayet tahsis edilmiştir. Bu da münafıkların zararlarının önemine işaret etmektedir. “Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar.”(Nisa, 4/145) mealindeki ayetten de bunu anlamak mümkündür. Ateistler, Allah’ı tanımadıkları için din namına hiçbir değere inanmaları söz konusu değildir. Bu sebeple, bunların durumu bu açıdan münafıklardan bile kötü olabilir. Çünkü, Allah’a inanıp da Hz. Muhammed (asv)’e inanma noktasında iki yüzlülük eden Ehl-i kitaptan olan münafıklar da vardır. Müşriklerle Ehl-i kitaptan olan Yahudilerin aynı ayette yer verilmiş olması da manidardır. “Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise “Biz Nasârayız (Hristiyan’ız)” diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir.” (Maide, 5/82). Bu ayette dikkat çekici üç nokta vardır. Birincisi; Ehl-i kitaptan olduğu halde, İslam dinine karşı duydukları kin, nefret ve düşmanlıkta müşriklerle aynı kefeye konmalarıdır. İkincisi: Müşriklerin düşmanlıklarının aşırı bir raddeye vardığının belirtilmesi. Her asırda herhangi bir şirk türüne saplanmış olanlar gerçekten İslam’a karşı en acımasız düşmanlık sergilemişlerdir. İki üç asırdan beri değişik kılıklarda ortaya çıkan ve putperestliğe saplanmış olan müşriklerin İslam dinine karşı sergiledikleri düşmanca tavırlar bu ayeti maddeten tefsir eden birer tarihî belgedir. Üçüncüsü: Ehl-i kitaptan Hristiyanlar hakkında vurgulanan olumlu ifadelerdir: “Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların ise ‘Biz Nasârayız/Hristiyanız’ diyenler olduğunu görürsün.” Bunun altyapısını oluşturan sebeplere de şöyle işaret edilmiştir: “Bunun sebebi, onlar arasında bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların kibirlenmemeleridir." Bu ayette özellikle Ehl-i kitaptan Hristiyanlarla ilişkilerin normal bir seyirde cereyan edebileceğine bir işaretin varlığını sezinlemek mümkündür. Mealini vereceğimiz şu ayette de Ehl-i kitaba karşı daha ılımlı bir tavır sergilememiz isteniyor: “Zulmedenleri hariç, Ehl-i kitab ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: “Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlahımız da sizin İlahınız da bir ve aynı İlahtır ve Biz O’na gönülden teslim olduk.”(Ankebut, 29/46). 26 Görüldüğü gibi, ayette Ehl-i kitap için özel bir statü ön görülmüştür. Bu ayet indiği devirde de eski ve yeni ahitlerin durumu bundan farklı değildi. Demek ki Kur’an buna rağmen onların aslı itibariyle vahiy olduğunu ve buna iman etmenin lüzumuna işaret etmekle beraber, Ehl-i kitapla -ihtilaflı konular üzerinde münakaşa etmek yerine- ortak noktalarımızı dikkate bir diyalog kurmamızı ve gerçeklerin bu vesileyle dile getirilmesini ön görmektedir. Bu açıklamaların yanında, ahir zamanda küfrün her çeşidini temsil eden deccalizm ve süfyanizme karşı Hz. İsa (as) ile Hz. Mehdi'nin ittifaklarından söz eden hadislerden de açıkça şunu anlamak gerekir ki, bu zamanda özellikle Hristiyanlarla Müslümanların hak din /Kur’an’ın ortaya koyduğu hakikat etrafında ittifak etmeleri, küfrün mağlup edilmesi, ahlaksızlığın bertaraf edilmesi, zulmün ortadan kaldırılması, adalet üzerine kurulu dünya barışının tesis edilmesi için zorunlu adımlardır. Bu açıdan bakıldığında Hristiyanlarla akıllıca yapılan her diyalog, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi'nin ittifaklarına dair yapılmış önemli bir hizmet ve Mehdi'nin askeri olmaya atılan bilinçli bir adım olacaktır. İlave bilgiler için tıklayınız: Gayri Müslimlerle İlişkilerimiz nasıl olmalıdır? Gayrmüslimlerle münasebetteki ölçüler nelerdir, ticaret ortaklığı yapmak caiz midir? Peygamberimizin tebliğ ve nasihat metodu nasıldı? İslam’ın yayılması ve yerleşmesinde en etkili yöntem savaş mıdır, tebliğ midir? Hz. Peygamber’in (s.a.s) Tebliğinde Göze Çarpan Hususlar Tebliğ ve Diyalog “Fetret” ne demektir, İslam alimlerine göre dinden haberi olmayanların durumu ne olacaktır? Kur'anda geçen, "Yahudi ve Hıristiyanları dost tutmayınız." ayeti nasıl anlaşılmalıdır? Onlarla iktisadî ve sosyal münasebetler içine girmek bu ayetin yasak sahasına girer mi? 27 İhramlı iken, dikişli ihram, dikişli terlik, dikişli ayakkabı giyilebilir mi? İhramlı iken, pantolon, palto, mintan gibi dikişli elbiseler giymek de haramdır. Ancak erkeklerin üşüdüğü için veya başka bir zarurete binaen dikişli elbiseleri sırtlarına almalarında bir mahzur yoktur. Dikişli elbiseden kasıt, vücud ölçülerine göre dikilmiş gömlek, pijama gibi elbiselerdir. Peştemal şeklindeki ihramların kenarındaki dikişlerin zararı yoktur, sökülmesi gerekmez. Çorap ve ayakkabı giyilmesi de câiz değildir. Başı açık, ayakları çıplak olup, terlik veya nalın veya sandalet giyebilir. Hadiste şöyle buyurulur: "Sizden biriniz, bir izâr (alt peştemal), bir ridâ (üst peştemal) ve iki nalınla ihrama girsin. Nalın bulamazsa, mest giysin, mestlerin topuklarından aşağısını ayırsın." (eş-Şevkânî, IV, 305). İbn Abbâs rivayetinde "topuklardan aşağısını ayırma" ifadesi yoktur. (Buhârî, Hac, 21; Müslim; Hac, 1-3; Dârimî, Menâsik, 31; Tirmizî, Hac, 19; Ahmed b. Hanbel, I, 215, 221, 228, 279, II, 3, 4, 8, 34, 47). Kadınlar ise, dikişli elbise giyinirler, renkli elbiseye pek iltifat etmezler. Ayaklarına da çorap ve ayakkabı giyinirler. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. Kendileri duyacak kadar bir ton da tutmaya dikket ederler. Tavaf esnasında remel yapmazlar, Say' ederken iki yeşil mil arasında hızlanmazlar (koşmazlar). 28 Hz. Ebu Bekir (ra) bu ismi nasıl almıştır ve manası nedir? Hz. Ebu Bekir (ra)'in anne ve babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ'b'da Hz. Peygamber (asv)'in nesebiyle birleşir. Resûl-i Ekrem (asv)'den iki veya üç yaş küçük olan Ebu Bekir (ra) kaynaklarda adından çok Atîk lakabıyla anılmıştır. "Güzel, soylu, eski, azat edilmiş" gibi mânalara gelen bu lakabın ona annesi tarafından verildiği veya çok eskiden beri hayır yaptığı, yüzü ve ahlâkı güzel olduğu, yahut da soyunda ayıplanacak bir husus bulunmadığı için Atîk diye anıldığı rivayet edilmekle birlikte, Hz. Peygamber (asv)'in; "Sen Allah'ın cehenemden azat ettiği kimsesin." (Tirmizî, "Menâkıb", 16) şeklindeki iltifatına mazhar olduktan sonra bu lakapla anılmaya başlandığı bilinmektedir. Câhiliye döneminde Abdü'l-Kâ'be olan adının Müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber (asv) tarafından Abdullah olarak değiştirildiği rivayet edilir. Servetini Allah yolunda harcayıp eski elbiseler giydiği için "Zü'l-hilâl", çok şefkatli ve merhametli olduğu için "Eyvah" lakaplarıyla da anılmıştır. Ancak onun en meşhur lakabı Sıddîk'tir. "Çok samimi, çok sadık" anlamına gelen bu lakap kendisine, mi'rac olayı başta olmak üzere gaybla İlgili haberleri hiç tereddütsüz kabul ettiği için bizzat Resûl-i Ekrem (asv) tarafından verilmiş ve İslâm literatüründe bununla şöhret bulmuştur. Hz. Peygamber (asv)'in vefatından sonra onun devlet yönetimi görevini üstlendiği için de "Halîfetü Resûlillâh" unvanıyla anılmıştır. Bekir adlı bir çocuğu olmadığı halde kendisine Ebû Bekir künyesinin niçin verildiği konusunda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. (bk. T.D.V. İslam Ansiklopedisi, Ebu Bekir mad., c. 10, s. 101., Hazırlayan: Mustafa Fayda) İlave bilgi için tıklayınız: Hz. Ebu Bekir (ra)'in hayatını açıklar mısınız? 29 Karım, anne ve babamla görüşmeme kararı aldı; ben de bundan dolayı kayınbaba ve kayınvalidemle görüşmeyeceğim. Dinimizin bu konudaki hükmü nedir? Eşiniz yanlış yapıyor diye, sizin de yanlış yapmanız gerekmez. Siz kayınvalide ve kayınbabanızla görüşmeye devam edin ki eşinize de örnek olasınız. Aksi halde her ikiniz de mesul ve günahkar olursunuz. Akraba ile alakayı kesmek büyük günahlardandır. Unutmayın ki bir gün sizler de kayınbaba ve kaynana olup yaptıklarınızın aynısıyla karşılaşabilirsiniz. İnsanın en çok değer verdiği ve üstünde titrediği kimseler evlatlarıdır. Evlatlarının büyüyüp de kendilerinden kopmasını ve bahsettiğiniz sorunları yaşamasını hiç istemezler. Büyüklerimiz her ne kadar hatalı da olsalar, alttan alıp şefkatle yaklaşması gereken küçüklerdir. Anne babanızın hataları varsa, güzel bir dille onları incitmeden uyarabilirsiniz; küsmek kesinlikle caiz değildir. Bir insanın bir hatası olsa dahi binlerce güzel özelliği vardır. Bir gemide bir câni olsa yüz de masum olsa o gemi hiç bir adalet kanunu ile batırılamaz. Çünkü bir masumu cezalandırmak için yüz masumun ölmesini arzu edemezsiniz. Öyle de bir insanda bir kaç kötü özellik bulunsa dahi, o insanda çok güzel özellikler bulunmaktadır. En başta Müslüman olması tüm hatalarını görmezden gelmemizi gerektiren bir güzel özelliktir. Müslüman olmasının hatırına hatalarını affetmek gerekir. Hatasız insan arayan dostsuz kalır. Şimdi siz affedin ki ilerde çocuklarınız da sizleri affetsin. Allah’ın Resûlü (asv)'ın, “Kim, din kardeşini bir yıl terkedip küs durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha girer.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 47.), “Müslümanın din kardeşine üç günden fazla küs durması helal değildir. Kim Müslüman kardeşini üç günden fazla terkeder ve o hâl üzere ölürse cehenneme girer.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 47.) hadisleri de dargın durmanın dinî açıdan uygun görülmediğini vurgulayan türden argümanlardır. İlave bilgi için tıklayınız: Müslüman'ın Müslüman'a kin duyması, küsmesi hakkında bilgi verir misiniz?.. Gelin, damat kaynanasına, kayınpederine bakmak zorunda mıdır? Ana- Baba yavrusunun yuvasını yıkan kişi olabilir mi? 30 Namazdan önce Nas suresinin okunması sünnet midir? İmam Gazali İhya isimli eserinde böyle bir tavsiyede bulunmaktadır. Ancak İmam Gazalî bu tavsiyeyi bir hadise dayandırmadan yapmıştır.(bk. İhya, 1/159). Bu sebeple, buna sürekli yapılması gereken bir sünnet olarak bakamayız. “Kametten önce...” demesinden maksat, cemaatle ilgili olmaktan ziyade belki de ferdî olarak namaz kıldığı zaman kişinin Nas suresini okumasını kasdetmiş olabilir. Çünkü, müezzinin Nas süresini okuması cemaatten vesveseyi gidermesi söz konusu olsa da çok azdır. Asıl olan kişinin kendisinin okumasıdır. O halde, namazlardan önce camilerde böyle bir şeyin adet haline getirilmesinde bir sorumluluk olmadığı gibi, bir sünnet de değildir. Özetlersek; İmam gazalî, bu sözünü bir hadise dayandırmamakla beraber, namazlarda şeytanın vesvesesinden korunmaya yönelik Nas suresini okumasını tavsiye etmesi güzel bir tavsiyedir. Bunu müezzinin açıkça okuması yerine, kişiler, müezzin kamet getirmeden önce okuma imkânını bulurlarsa okumaları iyi olur. Bu, “Eûzü / Şeytandan Allah’a sığınma” manasını daha da pekiştirecek bir husustur. 31 Bir hadiste okudum, otuz deccal çıkmadan kıyamet kopmaz, diye... Biz bir tane deccal çıkacak biliyorduk, açıklar mısınız? Deccalların sayısı çoktur, her asrın deccalları vardır. Bir hadis-i şeriften bunların sayısının otuzu bulacağını öğreniyoruz.(1) Bunlar arasında âhir zaman deccallarının apayrı yeri vardır. Çünkü daha dehşetlidirler. Bunlar da iki tanedir. Biri, büyük Deccal'dır, dünya çapında çıkar; diğeri de İslâm Deccalıdır. Buna Hz. Ali (ra) (2) ve bir kısım ehl-i tahkik Süfyan demişlerdir (3) ve Hz. Ali (ra) hep bu Deccal'den bahsetmiştir.(4) Süfyan, Müslümanlar içinde çıkacak ve aldatmakla iş görecektir. Deccalla ilgili Buharî ve Müslim dahil birçok hadis kitabında çokça sahih hadis bulunmaktadır. Doğrusu Deccalın vasıfları ve icraatı hariç, geleceğiyle ilgili hiçbir tartışma bulunmamaktadır. Öyleyse Deccalın geleceği ne kadar kesinse Mehdî'nin gelişi de o ölçüde kaçınılmazdır. Çünkü zehir panzehirsiz düşünülemez. Nemrudu Hz. İbrahim (as)'siz, firavunu Hz. Musa (as)'sız düşünemeyeceğimiz gibi, Deccalı da Mehdîsiz düşünemeyiz. Deccal varsa Mehdî de vardır. Dipnot: (1) Buharî, Fiten: 25; Menakıb: 25; Müslim, Fiten, 84; Ebû Davud, Fiten: 1. (2) Gazalî, İhyâü Ulûmiddin, 1:59 (3) Berzencî, el-İşâa fî Eşrâti's-Sâa, s. 95-99; Muhtasar u Tezkireti'l-Kurtubî, s. 133-134; Şuâlar, s. 501, 504. (4) Şuâlar, s. 501. İlave bilgiler için tıklayınız: Deccal'ın özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?.. Ahir zamanla alakalı hadislerin bir kesinlik ifade etmemesi, insanları her dönemde bir Mehdi, Deccal arayışına itmiştir. Bunun hikmeti nedir? 32 “Allah bir ümmete rahmet dilediği zaman, peygamberini ümmetten önce alır.” anlamındaki hadisi açıklar mısınız? İlgili hadisin tam tercümesi şöyledir: “Muhakkak ki Allah, kullarından bir ümmete rahmet etmeyi dilerse, o ümmetten evvel peygamberinin ruhunu kabzeder de onu o ümmet için bir FERAT (şefaatçi) ve bir SELEF (önden gönderilen hazırlık / dümdar) yapar. Şayet bir ümmetin helakini dilerse onu peygamberi sağ iken azâp eder. Ve peygamberin gözünün önünde onu helak eder. Ümmeti onu yalanlayıp emrine isyan ettikleri için, onları helak etmekle peygamberini de memnun eder.”(Müslim, Fezail,8/h. No: 2288). Bazı alimlere göre bu hadisin senedinde inkıta / kopukluk vardır. İmam Nevevi’ye göre ise, inkıta değil, meçhullük vardır, yani ravilerden biri bilinmiyor.(bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi). Bu ifadeler hadisin kuvvetini düşüren şeylerdir. Kaynaklarda konuyu açıklayan bir bilgiye rastlayamadık. Bununla beraber, hadiste kullanılan ifadelerden şunları anlamak mümkündür: a. Hadiste, bir peygamberin ölümü yanında ümmetin durumu da açıklanmaktadır. Yani, peygamberin ölümü ile ümmetlerin ölümü arasında bir karşılaştırma yapılmaktadır. İslam ümmeti dışında diğer ümmetlerden isyan edenlerin helak olması bir sünnetullah olarak cereyan etmiştir. Buna göre, bir peygamber ümmetinden önce ölürse, peygambere karşı fiilî isyan ortadan kaldırılacağı için, helak olmaları da artık söz konusu olmayabilir. Bu açıdan peygamberin önceden ölmesi bir rahmettir. b. Bir peygamberin ölmesi, sağ olan ümmetin fertleri için en büyük bir musibettir. Sevabın büyüklüğü musibetin büyüklüğüne paralel olarak artacağına göre, bir peygamberin ölümünden hasıl olan sevap ümmetin fertleri için bir musibetten kazanılan sevapların en büyüğüdür. c. Bir peygamberin önceden ölmesi, ümmet için ahirete bir şefaatçinin ve yerlerini hazırlayan bir yetkilinin gitmesi manasına gelir. Bu ifadede, özellikle Hz. Peygamber Efendimiz (asv)'in vefatına bir işaret ve ümmetinin buna sabretmeleri için bir müjdeyi barındıran bir teselli söz konusudur. d. Ümmetlerin peygamberlerinden önce -toplu halde- ölmeleri, onların bir azap ve gazap ile helak olmaları anlamına gelir. Bu da mevcut İslam ümmeti için ayrı bir müjde ve Hz. Peygamber (asv)'in vefatından sonra tamamen ve toptan helak olmayacaklarına bir işaret sayılabilir. “Resulüm! Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse, Allah bu takdirde de onlara azab etmez.”(Enfal, 8/33) mealindeki ayette de böyle bir garanti sözü vardır. 33 Kur'an’da geçen ve mucize olduğu söylenen parmak izinin M. Ö.den beri bilinen bir şey olduğu, dolaysıyla Kur'an’da böylesi bir mucizesinin bulunmadığı iddiasına ne dersiniz? Parmak izinin tarihçesiyle ilgili ortada dolaşan yorumları şöyle özetleyebiliriz: a. Milattan önceki yüzyıllarda, mağara duvarlarında bulunan parmak izleri bu yöntemlerin ne kadar eski olduğunu hayal etmeye yardımcı olabilir sanırım. Mağara duvarlarına balçıkla parmak izleri bırakılmakta, sadece daha önce dost olduğu tespit edilmiş parmak izi sahipleri ikinci bir balçık deneyinden sonra mağaraya almışlardır. Yine milattan önceki yüzyıllarda Çinliler parmak izlerini güvenlik ve kimlik tespiti amacı ile kullanmışlardır. b. Tarih öncesi devirlerden beri hatasız kimlik teşhisi yapabilmek için birçok yöntem kullanılmıştır. Suç işleyeni ifşa etmek amacıyla, damgalama veya elin üst kısmını metal kızgın bir mühürle dağlamak, eski uygarlıklarda kullanılmış olması buna örnek gösterilebilir. M.Ö 5000’li yıllara ait tarihi kalıntılarda parmak izi figürlerine rastlanmıştır. M.Ö 1750’li yıllarda Babiller ve M.Ö 600’lü yıllarda Çinlilerin özellikle sahtecilik olaylarını önlemek amacıyla parmak izlerini kullandıklarına dair tarihi vesikalar vardır. Bu bilgiler şöyle de ifade edilmiştir: Sahtecilik olaylarını engellemek için parmak izinin imza yerine kullanımı M.Ö. 1742-1750 yıllarında Babil Krallığının Hammurabi yönetimi dönemine kadar uzanmaktadır.(Aylmer, 1987) Bu döneme ait çivi yazılarının bulunduğu topraktan yapılmış tabletler üzerinde parmak izi resimleri bulunmuştur. Bu şekilde insanlar eserin kendilerine ait olduğunu ispatlamaya çalışmış ve bu konuda olabilecek sahtecilik olaylarının önüne geçmeyi hedeflemişlerdir. Parmak izlerinin bu şekilde kullanılışı, Babillilerin parmak izinin “kişiye özel” olduğunu ve “değişmezlik” özelliklerini bildiklerini göstermektedir. Bu döneme ait çivi yazılarından Babillilerin gelişmiş bir medeniyete sahip oldukları, kamu yönetimi, matematik, astronomi, fizik, kimya ve diğer bazı bilimlerle ilgilendikleri anlaşılmaktadır. (Aylmer, 1987). c. Tarih öncesi devirlerden beri insanlar kullandıkları el aletleri, silahlar ve eşyalar üzerine çeşitli resimler ve figürler çizmişlerdir. El ve parmak izleri de çok sık kullandıkları resim ve figürler arasındadır. Şimdiye kadar en eski parmak izi resmi 1939 yılında bulunan, Fransa’nın Britanya Yarımadası açıklarında neolitik devirden kalma (M.Ö. 5000) dolmenlerin üzerindeki resimlerdir. Eski Amerika’da “Nova Skotia” da Kızılderililer de el figürleri ve parmak izleriyle ilgilenmişlerdir. Bu döneme ait kayalar üzerine oyulmuş bir mezarda, el figürlerine ve bu figürlerdeki parmak uçlarında parmak izini oluşturan papil hatlarını gösteren çizgilere rastlanmıştır. Soruda geçen konuyla ilgili yorumlar özetle böyledir. (a) şıkkında yer alan bilgiler gerçekten çok tuhaf hayallere benziyor. Mağaralarda yaşayanların gelenin dost veya düşman olduğunu “parmak izinden” tespit ettikleri iddia etmek, oldukça hayalperestlik görünümünü sergilemektedir. Evvela, mağaraya gelenleri yakından görmeden parmak izlerini nasıl alabilirler. Adamların yüzlerini gördükten sonra parmak izini almanın ne manası vardır. Ayrıca dışarıda parmak izini gösteren bir tablonun varlığını düşünelim, bu adama eğer ev sahiplerine zarar vermek 34 için gelmişse, o parmağı yakından görmek için ev sahiplerinin dışarıya çıkıp onu görmeleri gerekir. Bu takdirde ölüme hedef olmaları içten bile değil. Ayrıca yüzlerce insan o mağaralara gidebilir. Her biri defalarca gidebilir. Bu takdirde yüzlerce parmak izini gösteren yüzlerce parmak izi tablosunun olması gerekiyor. Bununla beraber bu yorumları yapan kimsenin de “Milattan önceki yüzyıllarda mağara duvarlarında bulunan parmak izleri bu yöntemlerin ne kadar eski olduğunu hayal etmeye yardımcı olabilir sanırım.” şeklindeki ifadesi, bu bilgilerin kesin olmadığını göstermektedir. (b) şıkkında yer alan “Suç işleyeni ifşa etmek amacıyla, damgalama veya elin üst kısmını metal kızgın bir mühürle dağlamak eski uygarlıklarda kullanılmış.” ifadesinde bir gerçeklik payı olabilir. Fakat bu “damgalama” işini parmak iziyle ilişkilendirmek hiç de doğru bir argüman değildir. Çünkü, bir kişinin suçlu olduğunu -aleme ibret olsun diye- topluma ifşa etmek üzere bedenin herhangi bir yerini -sürekli iz bırakacak şekilde- damgalamak gizemli bir tarafı olmayan görünen bir işlemdir. Oysa, parmak izi yöntemi tamamen gizemli olan bir metottur. “Çinlilerin özellikle sahtecilik olaylarını önlemek amacıyla parmak izlerini kullandıklarına dair tarihi vesikalar vardır.” ifadesi de doğrusu bize pek vesikalı olduğu intibaını vermemektedir. (c) şıkkında en eski parmak izini gösteren resmin bulunduğu tarih 1939 olduğu ifade edilmiştir. Bu tespit varsayalım ki, eski devirlerde parmak izleriyle ilgili bilgi söz konusu olsa da bunun dünyaca bilinmediği ve şöhret bulan bir olay olmadığını göstermektedir. Özetlersek: a. Elimizdeki bilgilerin önemli bir kısmı bazı mekânlara kazınmış parmak izleri figürlerinden hareketle böyle bir uygulamanın olduğunu seslendirmektedir. Bu açıdan bunları kesin bilgi kaynağı kabul etmemiz mümkün değildir. Bir elin, bir parmağın resminin çizilmesi, mutlaka onun taşıdığı gizemli özelliğinden dolayı olmak zorunda değildir. Bu mantıkla hareket edilirse, görülen her dikili taşı, bir minareye benzetmek ve dolayısıyla İslam’dan önce de minareli camilerin olduğunu savunmak gibi olur. b. Varsayalım ki, gerçekten Çin’de ve benzeri eski uygarlıklarda böyle bir uygulama olsa bile, bunun Kur’an’ın o gaybî işaretine zarar vermez. Çünkü, okuma yazma bilmeyen bir toplulukta yaşamış ve kendisi okuma-yazması olmayan bir kimlikle meşhur olmuş Hz. Muhammed (asv)’in Babil ve Çin’deki bu uygulamalardan haberdar olması imkânsızdır. On beş asır sonra bu teknik ve teknoloji gelişmiş, iletişimin imkânları ortaya çıkmış olmasına rağmen, en entelektüel ve kalburüstü insanlar bile bu uygulamalardan yeni yeni haberdar olmaya başladığı halde, on beş asır önce o cehaletin karanlıklarında Hz. Muhammed (asv)’in -bir beşer olarak- bu hakikati bildiğine ihtimal vermek, akla ziyandır. c. En ufak bir yanlışı bütün davasının yıkılmasına sebep olacağını en iyi bilen Hz. Muhammed (asv)’in -imkansız bir varsayım olarak- sağdan soldan kulak dolgusu, duyumlara, dedikodulara dayalı bilgi kırıntılarını ciddiye alması ve onu Allah tarafından bildirdiğini söylemesi, gerçekten akıldan uzak bir ihtimaldir. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, 35 “İnsan zanneder mi ki ölümünden sonra Biz kemiklerini toplayıp onu diriltmeyeceğiz? Evet, toplarız, hem de parmak uçlarına varıncaya kadar eski halinde düzenleriz!”(Kıyamet, 75/3-4) mealindeki ayet, on beş asır önce bu gizemli parmak izlerine işaret ederek, bir i’caz parıltısını daha göstermiştir. Bu gün dünyada yaklaşık yedi milyar insan yaşıyor. Geçmişte yaşayanlarla birlikte düşünüldüğünde yüzlerce milyar insanın yaşadığı tahmin ediliyor. Ve bunlardan hiçbirinin parmak izi diğerine benzemiyor. Allah'ın insana doğuştan verdiği bu kimlik numarası, bir vatandaşlık no'su gibidir. Ve böyle bir yaratmaya kadir olan Allah, ancak böyle bir sırra işaret edebilir. 36 Peygamber Efendimiz (asv)'in, ben ahir zamanda gelseydim kalabalıklara değil, fert fert anlatırdım ilgilenirdim, anlamında bir hadisi var mıdır? Kaynaklarda böyle bir hadis rivayetine rastlayamadık. Peygamberimiz (asv) zaten ahir zamanda gelmiş ahir zaman peygamberidir. Nitekim, Efendimiz -Ahmed b. Hanbel’in sahih olarak rivayet ettiği- bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Peygamber olarak gönderilirken, ben ve kıyamet şu iki parmağım gibiyiz.” dedi ve “bitiştirdiği şahadet ve orta parmaklarını işaret etti.”(Macmau’z-Zevaid, 10/311). Bundan şunu anlıyoruz ki, Peygamberimiz (asv) ahir zaman peygamberi olarak gönderilmiştir. Ve kendisi zaten öncelikle fert fert insanları irşat etmekle işe başlamıştır. Peygamberliğinin yarısından fazlası olan on üç yıllık Mekke devrinde tamamen fertlere yönelik tebliğ görevini icra etmiştir. On yıllık Medine döneminde de tebliğ görevi yine fertleri hedef seçmiştir. Kur’an’ın bir bütün halinde en son inen Nasr suresinde “insanların gruplar halinde dine gireceklerine” dair müjdesi de gösteriyor ki, Mekke fethine kadar imana gelmeler de ferdî olmuştur. Hudeybiye anlaşmasının hazırladığı barış ve güven ortamı, insanların İslam’ı yakından tanımalarına imkân tanımış ve bu vesile ile gerek Mekke fethinden önce gerek Mekke fethinden sonra, insanlar gruplar ve kabileler halinde İslam’a girmişlerdir. Medine Site devletinin olması, Musab b. Umeyr gibi sahabilerin oradaki fertleri bilgilendirme sonucunda doğal bir tablo olarak ortaya çıkmıştır. Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, Peygamberimiz (asv)'in tebliğ metodu, tamamen fertleri irşat etmeye yönelik bir eğitim sistemine dayanıyordu. İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberimiz (asv)'in tebliğ ve nasihat metodu nasıldı? Tebliğ metodu nasıl olmalıdır? Nelere dikkat etmek gerekir? Tebliğde üslubumuz nasıl olmalıdır? Peygamber efendimizin tebliğinde göze çarpan konular nelerdir? 37 Kur'an yakanlara, Kur'an ve Sünnet çizgisinde nasıl tepki verebiliriz? Kur’an’ı yakan veya yakmaya teşebbüs eden kimselere karşı şiddet içermeyen her türlü tepki verilebilir. Önemli olan bu çirkin işi yapan bir adamı linç etmek değil, bu tür kindar zihniyete karşı ilmî mücadele vermektir. Bu mücadelenin başında Kur’an’ın semavî kimliğini müdafaa edecek donanıma sahip olmaktır. Karanlığı sövmekle gündüz gelmez. Onun için her şeyden önce Müslüman olarak biz Kur’an'ımızı anlayarak, yaşayarak korumaya çalışacağız. Kur’an’ın emir ve yasaklarını çiğnemek de manen Kur’an’ı yakmak anlamına gelir. Bizim kendi ülkemizde, kendi ailemizde, kendi mahallemizde, yanı başımızda Kur’an’a isyan ederek onun manen yakmaya teşebbüs edenlerle mücadele etmek için Kur’an’ı öğreneceğiz, öğreteceğiz, onunla amel edeceğiz, onun hayatımıza hayat olmasına vesile olacağız, hayatımızın en büyük gayesini ona hizmet bileceğiz… Böyle yapmak en büyük bir cihattır. Bir şey daha var ki, Kur’an’ın imajını zedeleyecek bir tutum içinde olmak, söz gelimi, söz konusu Kafiri öldürmek veya onun yerine Tevrat, İncil’i yakmaya teşebbüs etmek gibi şiddet içeren eylemler, Kur’an’a asla bir hizmet değildir. Kim bu konuda fazla hamiyet gösteriyorsa, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu dünyaya ilan edecek bilgi donanımı elde etmeye çalışsın. Uzun vadede de olsa bu yolun yolcusu olan, Kur’an’a saygı ve sevgisini göstermedeki samimiyetini kanıtlamış olur. İlave bilgi için tıklayınız: Peygamberimize hakaret içeren karikatürcülere karşı tavrımız nasıl olmalıdır? 38 Allah, “Zikri (Kur'an) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) deyip Kur’an’ı koruduğu halde, Tevrat için de Zikir denildiğine göre (Enbiya, 21/105), Tevrat da korunmuş olmalı değil mi? 1) “Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.”(Hicr,15/9) mealindeki ayette yer alan “ZİKR” kelimesi, Kur’an için kullanılmıştır. Bu konuda İslam alimleri ittifak halindedir. Buradaki Zikrin Tevrat için de kullanıldığına dair hiç bir yorum söz konusu değildir. “Şu kesindir ki Biz Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zeburda da: “Dünyaya salih kullarım varis olacaklar. Dünya onlara kalacak” diye yazmışızdır.”(Enbiya, 21/105) mealindeki ayette ise “ZİKR” kelimesi Tevrat için kullanılmıştır. Bazı alimlere göre bu kelime, bu ayette “levh-i mahfuz” için kullanılmıştır.(bk. Zemahşerî, Beydavî, ilgili ayetin tefsiri). Bir ismin ortaklığı isimlenmiş olanların her konuda ortaklığını gerektirmez. Aynı adı taşıyanlardan biri yüz yıl yaşarken, biri bir yıldan sonra ölür. Aynı “Zikir” sözcüğüyle anılan Kur’an ve Tavrat, sadece “koruma” konusunda değil, muhteva açısından da son derece farklılık göstermektedir. “ZİKR” kelimesi, Allah’ı hatırlatan, tanıtan, O’nun emir ve yasaklarını zihinlere yerleştiren kitap manasına gelir ki, iki büyük ahkam kitabı olan Tevrat ve Kur’an bu açıdan bu ortak ismi almıştır. Bu ortak vasıfta olmaları bütün diğer vasıflarında da müşterek olmalarının gerekliliğini iddia etmek hiçbir ilmî delile dayanmamaktadır. Realiteler de bunun böyle olmadığını göstermektedir. Sadece İsrail oğullarına gönderilen Tevrat’ın bütün insanlara gönderilen Kur’an ile bütün vasıflarda aynı ortak paydayı paylaştığını ileri sürenlerin bu iki kitabı da anlamadıklarını göstermektedir. 2) Allah’ın vahiyleri asırlara, insanların seviyelerine, ortadaki sosyal, kültürel ihtiyaçlara göre farklılık arz eder. Bu sebepledir ki, -bilindiği kadarıyla- 100 sayfa, dört büyük kitap ve 124.000 peygamber gönderilmiştir. Eğer bu farklı ihtiyaçlardan olmasaydı, Hz. Adem (as)'e gönderilen sahifeler kıyamete kadar devam edecekti. İnsanlık camiasının –teşbihte hata aranmaz- ilk okul, orta okul, lise ve Üniversite çağlarına göre farklı sahife ve kitaplar gönderilmiştir. Kur’an, en son kitap olarak ve eski bütün vahiylerin temel esaslarını içine alan kapsamlı evrensel bir vahiy olarak korunması zorunludur. Kur’an’ın varlığı sebebiyle Tevrat’ın bazı yönlerden tahrif edilmesinde vahiy olgusu bakımından bir zarara yol açmaz. Fakat en son vahiy olan Kur’an’da böyle bir bozulmanın varlığı halinde bütün semavî kitapların ortaya koyduğu hakikatlerin dayanaksız kalmasına yol açar. Çünkü, Kur’an’ın dışındaki diğer semavî kitapların hiç biri üslup ve lafzî dizayn bakımından bir mucize değildir. Kur’an ise bu yönüyle mucizeliğini ispat etmiş ve “Müheymin”(kontrol eden, gözeten) vasfıyla eski kitaplardaki hakikatleri tashih ederek onları koruduğu gibi, insanlar tarafından karıştırılan yanlışları da tashih ederek onların semavî kimliklerini muhafaza etmektedir. 39 Aşağıdaki ayetlerden ilkinde yer alan “Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle...” ifadesi, Tevrat’ın ilahî koruma altında olmadığını, ikinci, ayette yer alan “onu koruyacak olan da biziz” ifadesi ise Kur’an’ın ilahî korumaya alındığını açık göstergesidir: “İçinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı biz indirdik. Kendilerini Hakka teslim eden nebîler, Yahudilerle ilgili meselelerde onunla hükmederlerdi. Alimler ve mürşitler de Allah’ın kitabını koruma ile görevlendirilmeleri sebebiyle yine onunla hüküm verirlerdi.”(Maide, 5/44). “Hiç şüphe yok ki o zikri/Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.”(Hicr,15/9). Sonuç olarak “Kur’an’ın ilahî korumaya” alınması, “Allah seni, zarar vermek isteyen insanların şerlerinden koruyacaktır.”(Maide, 5/67) mealindeki ayette vurgulandığı üzere, ilahî korumaya alınmış olan Hz. Muhammed (asv)’in konumuyla da çok uygun düşmektedir. Hz. Musa (asv) için böyle bir koruma söz konusu olmadığı gibi, Tevrat için de böyle bir koruma söz konusu değildir. İlave bilgi için tıklayınız: Diğer ilahi kitapların tahriften korunmamasının sebebi nedir? "Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur" ayeti, diğer ilahi kitapların da değiştirilemeyeceği anlamına gelmez mi? 40