Ramazân - Osmanlı Tarihi Padişahlar Kültür ve Medeniyet

advertisement
Ramazân
6
R AM AZÂN
1436
23 Haziran 2015 Salı
Osmanlilar.gen.tr’nin Ramazân gazetesidir.
Hicrî Şemsî: 1393 Hızır: 49
Ramazanda bir oruçluya
iftar verenin, günahları
affolur. Cehennemden
azat olur.
Hadîs-i şerîf
Osmanlilar.gen.tr/ramazan | irtibat@osmanlilar.gen.tr
Gazilik ve Alplik
Pro f. D r. A h m e t Ş i m şir gil
Ölüm iki değil birdir cihanda
Döşekte ölme kanda kanda kanda
B
üyük âlim Kemalpaşazade, dünyada ölümün
insanı bir kez ziyaret
edeceğini ve bir daha asla gelmeyeceğini belirtirken ölümü
arzuladığı yere de vurgu yapıyor. O yer yatak ve döşek değildir, cihat meydanlarıdır. Şahadet arzusudur, aşkıdır.
Neden şahadet bu kadar sevgilidir. Elbette bir Müslüman için
dininin bu konudaki emirleri
onun için en mühim rehberdir.
Kuran-ı kerimde Cenabı Hak:
“Ey iman edenler Allah’tan korkun, Ona yakınlaştıracak vesile
arayın ve Allah yolunda cihad
ediniz. Böylece felaha kurtuluşa erersiniz”, Maide suresi: 35)
buyurmaktadır.
Peygamber efendimizin şu hadisi şerifi bunun en açık işaretidir:
“Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez. Ancak Allah yolunda şehit olanlar
müstesna. Onlar şehitliğin derecesini gördükleri için on kere
de olsa geri dönüş şehit olmak
isterler” (Buhari).
Peygamber efendimizin bu konuda daha pek çok hadisleri vardır.
Bir adam Peygamber efendimize gelerek “insanların hangisi
üstündür” diye sordu. Peygamber efendimiz:
“Allah yolunda canıyla malıyla savaşan mümindir” cevabını verdi.
Başka bir hadislerinde, “Şehit,
aile ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecektir”, buyurdu.
İşte bu sebeple İslam Devleti
savaş ilan ettiği zaman Müslümanlar can u gönülden ona iştirak etmişlerdir. Ölüme bu kadar
arzulu ve istekli gidişi genelde
müsteşrikler çözememekte ve
başka maksatlar aramaktadırlar.
Hâlbuki bütün İslam devletleri
aynı inanış ve samimiyetle yoğurulmuşlardır. Peygamber efendimiz ve eshabının bu konudaki
gayretlerini kendilerine rehber
edinmişlerdir. Peygamber efendimiz üç büyük meydan harbi ve
yirmi dört gazveye katılmıştır.
Hazreti Ebubekir ve Hazreti
Ömer devirlerinde İslam devleti
bir dünya imparatorluğunu tarihten kaldırmış (Sasaniler) bir
diğerini ise (Roma imparatorluğu) şiddetli darbelerle sarsmıştır.
İşte Oğuz Türkleri de İslam dini
dairesine girmesi ile birlikte
Peygamber ve ashabının yolunu kendilerine rehber edinmeyi
en büyük bahtiyarlık bilmiştir.
Türklerin İslam dini dairesine girmekteki ve kabuldeki en
önemli hususlardan birinin tabiatlarına son derece uygun olmasının olduğu da bilinmektedir.
Beyati Şeyh Mahmud’un Cam-ı
Cem ayin isimli eserinde eski
Uygurca bir Oğuznameye dayanarak verdiği bilgilerden Türkler’in Nuh aleyhisselamnı oğlu
Yafes’ten itibaren doğru itikat
ve inançtan sapmadıkları Süleyman aleyhisselam ve Davut aleyhisselamın şeriatına bağlı olarak
kaldıkları rivayet edilmektedir.
Bu arada Türklerin “Tanrı kutu
tanhu” yani kendilerine Cenab-ı Hak tarafından insanların
idaresi, hükümdarlık verildiği
inancı meşhurdur. Bu itibarla Türklerde diğer milletlerde
olduğu gibi tanrılık iddiası hiç
görülmemiştir. Türklerin bu
inancı İslamiyet’teki “es-Sultan
zıllullahifi’l-arz” (Sultan yeryüzünde Allah’ın halifesidir) inancı ile paralellik arz etmektedir.
Bu itibarla İslam dairesine giren
Türkler yine aynı doğrultuda
faaliyet göstermişlerdir. Zulüm
altındaki herkesin hamisi olduklarını da “ye’viileyhi küllü
mazlum” (bütün mazlumlar ona
sığınır) düsturunca ilan etmişlerdir. Bu iki temel ifadenin yer
aldığı hadisi şerif (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi II, 617, 384 nolu hadis)
Fatih Sultan Mehmed’in sarayı
Topkapı Sarayının bab-ı Hümayunun iki yüzüne hak edilmiştir.
İşte dininin gereği olarak gaza
ve cihat etmek Müslümanların gıdası gibi olmuştur. Ancak
gaza ve cihad herkesin kendi
başına göre yapabileceği, istediği bibi davranacağı bir uygulama değildir. Şartları ve prensipleri vardır. devamı 6. sayfada
İstanbul namaz vakitleri
İm s ak :
3:03
Gü n e ş : 5 : 2 5
İşra k : 6 : 1 9
Va k i t bilgile r i www.namazvakti.com’dan alınmış t ır.
Ö ğ l e : 1 3:1 7
İ k i nd i : 1 7:1 8
Akşam : 20:49
Yat s ı : 2 2 :50
2
Ramazân
Bü y ü k A l i m l e r
d i ni mi z i sla m.c om
Cafer-i Sadık
C
afer-i Sadık hazretleri, Ehl-i
beytten olup, on iki imamın
altıncısı, Silsile-i aliyyenin
dördüncüsüdür. Babası Muhammed Bâkır, dedesinin dedesi Hazret-i Ali’dir.
İlim ve fazilette zamanının bir tanesi oldu. Din bilgilerinde olduğu gibi,
zamanının bütün fen ilimlerinde de
söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler,
cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli
keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu
teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi pek çoktu. Kimyanın babası sayılan Cabir de, Cafer-i Sadık
hazretlerinin talebesidir.
İmam-ı Cafer’in en meşhur talebesi olan İmam-ı a’zam Ebu Hanife,
Cafer-i Sadık’ın sohbetlerine iki
sene devam ederek, o gizli ve açık
marifet kaynağından ilim ve evliyalık yolunda çok faydalandı. İmam-ı
a’zam, onun huzurunda kavuştuğu
yüksek mertebeleri anlatmak için;
“O iki sene olmasaydı, Numan
helak olmuştu” buyurdu.
Hakiki İslam âlimleri, dinimizi,
hiç değiştirmeden bugüne kadar
ulaştırmıştır. Bu âlimlerden iman
bilgilerini anlatanlara “Mütekellimin”, ibadetlerin nasıl olacağını bildirenlere, “Fukaha”, kalb ile
yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf” ve bu ilmin
âlimlerine de “Mutasavvifin” denildi. İşte imam-ı Cafer hazretleri,
bu üçüncü ilmi anlattı.
Zamanın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, imam-ı
Cafer’i buraya getir, öldürmek
istiyorum.” Vezir, hükümdarı
bundan vazgeçirmek için çok çalıştı ise de ikna edemedi. Mecburen
çağırmaya gitti. Hükümdar da cellatlara emir verdi. “İmam-ı Cafer
içeri girince, ben başımdan külahımı çıkarınca hemen başını
vurun!” dedi. Bir müddet sonra,
imam-ı Cafer-i Sadık hazretleri
içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir
tevazu ile onu karşıladı. Koltuğuna
oturttu, edeple karşısına diz çöküp
oturdu. Cellatlar şaşırıp kaldı. Hükümdar, Hazret-i İmama ,”Efendim, benden isteğiniz olursa
emredin, hemen yapayım” dedi.
Hükümdara “O halde lütfen beni
bir daha çağırıp da ibadetten
alıkoyma” buyurup, gitmek üzere
ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikramla onu uğurladı. Gittikten sonra
vücudunda bir titreme oldu, bayılıp
düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâl?” Hükümdar; “O
içeri girince, yanında bir aslan
gördüm. Sanki bana “Onu incitirsen seni parçalarım” diyordu. Ne yapacağımı şaşırdım”
dedi.
Buyurdu ki:
“Şunlarla
sakın:
beraber
bulunmaktan
1. Yalancıdan.
2. Cimriden.
3. Ahmaktan. Çünkü en çok işine
yarayacağı zaman, seni bırakır.
4. Fâsıktan yani günah işlemekten utanmayandan!“
“Bir hata işlediğiniz zaman istigfar edin, hatada ısrar helak
olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfara
devam etsin.”
“Mihnete şükretmeyen, nimete
şükretmez.”
“Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz. Tasarrufa riayet eden sıkıntı çekmez.
Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır. İnsanlarla iyi
geçinmek, aklın yarısıdır. Musibet zamanında dizini döven,
sevabından mahrum olur.”
“Şu dört şeyin azı da çoktur:
Ateş, düşman, fakirlik, hastalık.”
“Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte
bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak.”
ye me kzev k i . c o m
Oruç ve İftar
İftar Sofrası
Kaymaklı Güllaç
Ramazân 3
Malzemeler (4-6 kişilik):
•
•
•
•
•
6 yaprak güllaç
3 su bardağı süt
3 su bardağı toz şeker
1 su bardağı ceviz içi
250 gram kaymak
Hazırlanışı:
Sütü ve şekeri bir tencerede kaynattıktan
sonra ılınmaya bırakın. Bir tane güllaç
yaprağını tepsiye yerleştirin. Üzerine şekerli
sütten gezdirin. Kalan yufkaları da aynı
şekilde hazırlayıp üst üste yerleştirin. En
üstteki yaprağın ortasına uzunlamasına
kaymağı sürün ve ince çekilmiş ceviz içini
serin. Daha sonra rulo şeklinde özenle
sarın. Dilimleyip kesin ve üzerini cevizle
süsleyerek servis yapın.
Hastalıkta Okunacak Duâlar
• Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Kıyâmette, sahifesinde çok istiğfar bulunanlara, müjdeler
olsun!” Ölümden başka, her dertten kurtarır
ve rızkı artırır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder.
• Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “Lâ havle velâ kuvvete okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi, hemmdir.” Buna, Kelime-i temcîd denir. Korkulu zamanlarda ve cinden korunmak için de
okunur. Hemm; gam, hüzün ve sıkıntı demektir.
• ”Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ-havle ve
lâ-kuvvete illâ billâhil’ aliyyil’azîm.” okumak,
sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi gelir.
• ”Fâtiha”, “Âyet-el-kürsî” ve “Dört Kul”
(Yani, Kâfirûn, İhlâs, 2 Kul-e’ûzü sûreleri)
7’şer defa okunup hastaya üflenirse, bütün
âfetler, dertler, sihir, nazar, hayvan sokması
ve ısırması için iyi gelir.
• Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem
buyurdu ki: “Yağmur suyunu toplayıp, üzerine; (Fâtiha-i şerîfe, Âyet-el-kürsî, İhlâs-ı
şerîf ve Kul-e’ûzü sûreleri) 70’şer defa okunur. Bu sudan aralıksız 7 sabah içenlerin
hastalıkları, ağrıları zâil olur.”
• Göz değen kimseye, Peygamber efendimizin
bildirdiği şu tâvîzi okumalıdır: “E’ûzü bi-kelimâtillâhittâmmati min şerri külli şeytânın
ve hâmmatin ve min şerri külli aynin lâmmetin.” Bu tâvîz her sabah ve akşam 3 defa
okunup kendi üzerine veya yanındakilerin
üzerine üflenirse, göz değmes inden ve şeytânların ve hayvanların zararından korur.
• Dertlerden kurtulmak, murâda kavuşmak,
din ve dünya zararlarından kurtulmak için,
500 defa “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah”
ile evvelinde ve sonunda 100’er defa salevât-ı şerîfe okuyup duâ etmelidir. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye.
SAHUR: Tokluğu sağlayan gıdalar; yumurta,
peynir, süt, yoğurt, ekmek, yulaf ezmesi, zeytin,
ceviz içi, çorba, ayran, komposto veya meyvedir.
Tatlı olarak tahin pekmez alınabilir. Sahurda
börek, poğaça, tost, sucuk, salam gibi, ağır gıdalardan uzak durulmalıdır.
Ramazanda, pidenin tüketiminde aşırıya
kaçmamalı, tatlı tüketimini sınırlandırmalı ve ağır tatlılar yerine güllâç, kazandibi, sütlâç.. tercih edilmelidir.
4
Ramazân
Kü lt ü r
ekrembugra e ki nc i .c om
ESKİ EVLERİMİZİN
MANEVÎ SİGORTALARI
Osmanlı evinin duvarlarında, hem evi
belâlardan korumak;
hem de içindekilere nasihat teşkil
etmek üzere hat
levhaları asılırdı. Resim ve heykel İslâm
cemiyetinde yasak
olduğu için, bunun
yerini hat levhaları
doldurmuştur. Bunlar zarafetiyle aynı
zamanda eve estetik bir hava katardı.
Baktıkça levhadaki
yazının mânâsını
düşünür; ibret ve
nasihat alırdı.
Pro f. D r. Ek rem Bu ğra Ekin ci
sigorta poliçeleri asılmasını söylerken, bu anekdottan ilham almış olmalı.
Cirosu yüksek şirket
Y
angın ve zelzele, bu coğrafyada evlerin iki büyük düşmanıdır. Eskiler, evin dış duvarına,
“Yâ Hâfız” yazarak, bu ism-i ilahînin
himayesine sığınırdı. Rivayet odur ki,
bir zamanlar İngiliz sefiri, Keçecizade
Fuad Paşa’ya bunların mânâsını sormuş; o da her zaman ki nüktedanlığı
ile, “Osmanlı sigorta şirketi poliçeleri” diye cevap vermiş. İngiliz sefiri
de, “Cirosu yüksek bir şirket olsa gerek. Çünki bütün evlerde görüyorum”
demiş. İttihatçı mebuslardan ve nice
inkılâpların mimarı Kılıçzade Hakkı,
insanları ekonomik teşebbüsten alıkoyduğuna inandığı levhaların yerine
Amentü gemisi
Hemşin Tepan köyünde Kalkanoğlu konağı kapısı
üzerinde ya hafız yazısı
Osmanlı evinin her köşesine sinmiş,
eşyasına sirâyet etmiş bir ruhu vardı.
Bunun da en mühim sembolü, duvardaki levhalar idi. Bunlar, eski evlerin
iç mimarisinin, insan ve cemiyetin
davranış kalıplarına nasıl tesir ettiğine misaldir. Sadece süs değildir; insana bir takım mânâ ve mesajlar ilham
eder; sâkinleri ile ev arasında manevî
bir irtibattır. Yeni devirde evlerin tezyinatı için bunların yerine, ya resmî
dairelerin girişi gibi aile fotoğrafları; ya
da Avrupa işi yağlı boya resimler, hatta
bunların kötü birer kopyası asıldı. Ar-
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
tık evlerin karakteristiği kalmamıştır.
Bir eve girince, kime ait olduğunu anlamak mümkün değildir. Epey zaman
önce gazeteler yazmıştı. Almanya’da
bir Türk doktorun evine hırsız girmiş.
Neyi varsa alıp götürmüş. Birkaç gün
sonra doktora bir mektup gelmiş. Mektupta şöyle yazıyormuş: “Abi ben de
Türküm. Senin Türk olduğunu bilseydim, evini soymazdım. Eşyaların filan
yerde, git al. Ama insan duvara bir âyet
asmaz mı? O zaman Türk olduğunu anlardım” demiş. Mamafih hat sanatının
kıymetini anlayan bazı Avrupalılar; bugün birbirinden güzel levhalarla evlerinin duvarlarını süslemektedir.
Emevî ve Abbasîler zamanında câmilere hat levhaları asılmaya başlandı. Selçuklular ve Osmanlılar bu geleneği devam ettirdi. Yazılar, çinilere,
mermere, nihayet deri ve mukavva
üzerine yazılırdı. Sadece câmilerde
değil, türbe, tekke, medreselerde de bu
levhalara rastlanır. Tekkelerdeki levhalar, umumiyetle divanhaneye asılır.
Bunlardan biri, tekke pirinin isminin
istiflenmiş hâlidir. “Edeb Ya Hû” gibi
tasavvuf kültürüne yakışır levhalara
tekkelerde daha çok rastlanır.
Edeb Ya Hû
“Kur’an-ı kerim, Hicaz’da indi; Mısır’da okundu; İstanbul’da yazıldı” sözü
meşhurdur. Gerçekten Osmanlı hattatları, hat sanatına başka bir zarafet katmıştır. Avrupa’da soyluların sanatçılara yaptığı gibi, Osmanlılarda da devlet
adamı ve zenginler hattatları himaye
etmişler; bu sayede hat sanatı çok inkişaf etmiştir. Göçler, yangınlar, zelzeleler bir yana; harf inkılâbı, hat eserlerinin
ölüm fermanı oldu. Câmi, tekke, türbe
ve medresedekilerin çoğu vakıflar tarafından toplanıp, depolara tıkıldı. Burada
çoğu zâyi oldu. Şahıslar da korkularından bu levhaları ya yok ettiler; ya da bir
şekilde elden çıkardılar. Böylece muazzam bir miras yok oldu.
Levhaya bak, ibret al!
Evlerin duvarına asılan levhalar,
ev sahibinin iç dünyası ile alâkalıdır.
Bunlar, kendisine hayat düsturu aldığı
âyet, hadîs, kelâm-ı kibar veya beyitlerdir. Ehl-i tarikat ise, pîrinin ismini
asar; zaman zaman bakıp râbıtaya dalar. Büyük sahâbilerin, Ehl-i Bedr ve
Ehl-i Beyt’in isimleri de unutulmaz.
Bu ibret levhaları, hattat işi olduğu
gibi; evdeki kızların atlas üzerine simli
ipliklerle işledikleri de vardır. “Mâl ve
mülke olma mağrur, deme var mı ben
gibi/Bir muhalif rüzgâr eser, savurur
harman gibi!”, “Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünya sim ü zer/Bir harab
olmuş gönlü, tamir etmekdir hüner”;
“Hak tecellî eyleyince her işi âsân
eder/Halk eder esbâbını bir lahzada
ihsân eder”; “Rızk-ı halkeden hâlık
rızksız kul yaratmaz ya/Açılır bahtın
birgün hemen battıkça batmaz ya”;
Evlerin bilhassa girişinde Hazret-i
Peygamber’in şemâilini anlatan hilye-i
şerif asılır. O evi ve içindekileri, her
çeşit belâdan koruduğuna inanılır. Hilye asılı olmayan ev yok gibidir. Bütün
levhalar gibi, bunun kenarı da tezhiple
süslüdür. Dükkânlarda, bereket için
karınca duası asılıdır. Bazı levhalar, sarık, kayık gibi cansız resimleri ile tatbik
edilmiştir. Leylek gibi canlı resimleriyle yazılan yazılar veya tetbeş, yani hem
sağdan hem soldan yazılmış yazılar
varsa da, ulemaca tasvip görmemiştir. Vav Gemisi denilen ve âmentünün
yazıldığı levhalar da hemen her evde
vardır. Vav, Allah’ın vâhid (bir) ismini;
imanın altı şartını, hem de secde hâline
benzediğinden dolayı insanın hakikatini sembolize eder.
Misafir odalarında ibrik ve leğen
bulundurulur; kıble duvarında da “Ey
misafir kıl namazın, kıble bu cânibdedir/İşte leğen, işte ibrik, işte peşkir iptedir!” yazar. Yatak odalarında, korkudan koruması ve çocuklara rahat uyku
vermesi için Eshab-ı Kehf’in (Yedi
Uyuyanlar’ın) isimleri asılır. Şimdi
çocuklar, duvarlardaki posterlere ve
raflardaki korkunç oyun kahramanlarına bakarak yeni yeni kâbuslara yelken açmaktadır.
Ramazân 5
Hilye-i Şerif
Amentü gemisi
Antalya Kaleiçi’nden eski bir evin duvarında
Ya Hafız yazısı
Kuş şeklinde yazı
6
Ramazân
1. sayfanın devamı: Bunları devlet tayin
eder. Gaziler onlara harfiyen uymak zorundadırlar. Yoksa yaptıkları gaza olmaktan çıkar ve bir nevi haramilik haline geçer.
Risaletü’l-İslâm adlı ilmihal kitabında gazi
olmanın şartları şu şekilde ifade edilmiştir:
Ana ve atanın rızası bulunmalıdır.
Üzerindeki emanetleri yerine getirmiş olmalıdır (mesela borçlarını ödemiş olmak).
Ailesinin geçimi için nafaka bırak­mak
Gazâ sürecinde gerekli geçimini sağlamış
olmalıdır (aksi takdirde yolda eşkıyalığa vye
başka türlü hukuksuzluğa yönelebilir).
İslâm hükümdarının gazâ için emretmiş
olması gerekir. Yani sava­şın İslâm topluluğunun hayrına bir hareket olduğunu Emiru’l-Müminin’in onay­lamış bulunmasıdır.
Yoldaşına yardımcı olmalı, dayanışma ve
birlik içinde bulunmalıdır.
Yolda kimseyi incitmeyecek (askerin geçtiği güzergâhta Müslüman halkın yağ­
malanması her dönemde idarecilerin baş
ağrısı olmuştur. Bunu önlemek için idam
cezası bile uygulanırdı.)
Düşmanla çarpışma halinde kaçmamalıdır, sonu­na kadar sebat etmelidir. İslâm,
bu yolda ölene şahadet, sağ kalana gazilik
mertebe­si vaat eder.
Ganimet malına ihanet etmemelidir, İslâm
kurallarına göre ganimet malının bölüştürülmesinde çok dikkatli davranılması önemlidir.
Gazinin ni­yeti samimi olmalıdır. İslâm dini ve
Müslüman halk için savaştığını unutmamalıdır. (Gazâda tama’ ve riya olmamalı, hareketlerinde dinî hayır düşüncesinden uzaklaşmamalıdır. Gazaya sırf ganimet için gitmemelidir.
Gaza ve gazi
Moğol istilasının İslam dünyasını kan ve
ateşe boğduğu dönemde büyük guruplar
Ta r i h & M e d e n i y e t
halindeki Oğuz Türkleri daha güvenli bir
liman olarak gördükleri Anadolu Selçuklu
ülkesine doğru hareketlenmişlerdi. Bunlardan bir tanesi deErtuğrul Gazi liderliğindeki Kayılardı. Sultan Alaaddin’in Söğüt ve
Domaniç mıntıkasına yerleştirdiği bu Oğuz
kitlesi önce Selçuklu Sultanı emirliğinde
sonra kendi gazileri liderliğinde gaza ve cihad hareketlerine katıldılar. Onların bu faaliyetlerini nakleden kaynaklarda gazanın
önemi yanında onların gazi kimliklerini ortaya koyan pek çok bilgi yer almaktadır:
Ünlü akıncı beylerinden Mihaloğlu Ali Bey’in
gazalarında bulunmuş olan büyük Türk şairlerinden Suzi Çelebi Gazavatname isimli
eserinde gazanın önemini şöyle belirtir:
Gaza Allah katında sevgilidir
Delili cahidüdür katelûdür
Gazanun hüccet ü burhanı çoktur
Gazaya münkirin imanı yoktur
Gazayiçün ‘alem çekti Peygamber
Gazayiçün kuşandı tiğıHayder
Gazayiçün bulandı kana Yahya
Biçildi baştan ayağa Zekeriyya
Gaza içün sahabe oynadı baş
Bu yolda oldu yoldaş üzre yoldaş
Gaza ehline geldi fazl-ı Allah
Bu kavme hoş gaziler vermiş Allah
İlk Osmanlı tarihçisi kabul edilen Ahmedi
de İslam âleminde daima büyük hürmet ve
saygıya mazhar olan Gazi’nin değerini şu
ifadelerle belirtir:
Gazi olan hak dinündür âleti
Lâcerem hoş olasıdır hâleti
Gazi olan Hüdanın ferrâşıdur
Şirk çirkinden bu yeri arıdur
a hmets i msi r g i l.c om
Gazi olan Hak kılıcıdur yakîn
Gazidür püşt ü penâh-ı ehl-i din
Ola kim ol Huda yoluna şehid
Öldi sanma kim diridür said
Görüldüğü üzere Ahmedi’ye göre gazi, İslam
dininin aletidir ki onun için hali hoş olur. Huda’nın hizmetçisidir (ferraş), hakkı batıldan
ayırır. Allahü tealanın kılıcıdır, din ehlinin sığınağıdır (püşt ü penah). Bu yolda ölüm vaki
olursa elde edeceği makamı şehitliktir.
İlk Osmanlı beyleri
Osmanlılar Bizans ucunda bulunmaları hasebiyle ilk andan itibaren gaza kılıncını ellerine almışlardır. Bu da onlara daha Ertuğrul
Bey’den itibaren İslam dünyasında büyük
değere sahip gazi unvanını kazandırmıştır.
Nitekim Ahmedi, Ertuğrul Bey için:
Pes heves etti ki ede ol bir cihad
Ola kim gazi uralar ona ad
Leşkerini cem idüp girdi yola
Gündüz Alp Ertuğrul anunla bile
Dahi Gök Alp u Oğuzdan çok kişi
Olmuş idi ol yolda anun yoldaşı
Yine Osmanlı tarihçilerinden Hadidi, Ertuğrul Bey’in Selçuklu Sultanından kendisine
yer vermesini isterken Rum’a (Anadolu’ya)
gelmekten maksadını şu ifadelerle belirtir:
Makamum maşrık u Ertuğrul’dur adım
Gazadur Rum’a gelmekten muradum.
Bize bir gûşe göster kim varavuz
Ölünceye dek kâfire kılıç vuravuz
Sultan Alaadin’in Ertuğrul Gazi’den memnuniyeti ve hakkındaki düşünceleri ise pek
manidardır:
ah me t si m si r g i l . c o m
Ta r i h & M e d e n i y e t
Ramazân 7
Ol namı ulu yiğit gazi, ordusuyla hücum ederek
ülke, şehir ve diyar fethetsin. Nitekim orada din
için çok gazâlar etti ve adı gazi olmaya layık oldu.
Murad-ı Hüdavendigar’ın tahta çıktığı sırada gaza ile ilgili düşünceleri ise şöyle yer
bulmaktadır.
Çünki ol Gazi Murad’a erdi baht
Buldu arayiş anunla tac ü taht
Nezr etti kim kıla daim gaza
Anı ede kafire ki oldur seza
Ol bahâdurlık da key mârûf idi
Hem gazâya himmeti masrûf idi
Görür Sünni sözüdür niyeti pâk
Olur Sultan Alaaddin ferah-nâk
Sözü Sünni sözü, itikadı ise pak ve temiz olan
Ertuğrul Beyin bu hasletleri ahfadının genlerine işlenmiştir sanki. Nitekim tarihçi Neşri‘de
gaziliğin tanımını yapıp Osman Bey’e gazi
denmesinin sebeplerini şöyle izah etmektedir.
Ve Osman Gazi kılıç kuşanup atası Ertuğrul
tariki üzerine gazaya nasb-ı nefsidüp ve niyet-i
hayr olup “mahza etmeği (ekmeği) gazadan
çıkarayın ve hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim. Hem dünya hem de ahiret elime girsin”
derdi. Onun zamanında olan cümle sultanlar
ve melikler gördüler ki Osman Gazi’nin halis ve
doğru bir niyeti vardır. kâfirlerden her ne feth
ederse ona helal olsun dediler. Ol vakit anın çün
Osman’a ve evladına Gazi denildi. Zira bunların bünyadı (amacı) sair melik ve hükümdarlar
gibi İslam memleketlerine tahakküm olmayıp
hemanmahza gaza ve cihadlaolmağın hakikaten gazi denmeğe layık oldular.
Neşri burada meseleyi izah ederken bir taraftan da diğer beyliklerle Osmanlı beyliğinin
farkını ortaya koymaktadır. Diğer Anadolu beylikleri genelde birbirlerine üstünlük kurmaya
uğraşır ve Müslüman halka zarar verirlerken,
Osmanlıların tek bir gayesi hedefi bulunmaktadır ki o da Cenab-ı Hakkın dinini yaymaktır.
Belki eline geçenle yetinmek Müslüman’a asla
yanlış nazarla bakmamak tekfur memleketlerinden de kendilerine bir saldırı gelirse karşılık
vermektir. Bunun için çevredekiler Osmanlılar
hakkında konuşurlarken ağızlarında tek bir kelam dökülür: “Onlar gazilerdir”.
Bu durum gerçekten şaşırtıcıdır. Böyle bir
devlet böyle bir ahlak ve böyle bir haslet nasıl
oluşmuştur. Nasıl bir araya gelmiştir ve nasıl şaşırtıcı bir biçimde devam etmiştir. Bu
hal kolay anlaşılabilecek bir durum değildir.
Kaynaklar da bu hususun üzerinde özellikle
dururlar. Müneccimbaşı şöyle belirtmektedir:
“Osmanlı Devleti sahabe ve tabiinden olan
selef-i sâlihinin ortaya çıkışları gibi, en
güzel şekilde ortaya çıkmıştır. Bu devletin
hükümdarları, bütün gayretlerinin İslâm’ın
tevhid akidesi ve ilayıkelimetullah için harcadılar. Kâfirlere ve müşriklere karşı gaza
ve cihad edip, dinsizleri ortadan kaldırmaya
çalıştılar. Allah onlara Süleyman Peygamberden sonra yeryüzünde hiç kimseye vermediği bir hükümdarlık lütfetmiştir. Allah
bu hükümdarlık ve mülkü tedricen ihsan
ederek onlara lütfunu tekrarlamıştır”.
Müneccimbaşına göre Osmanlı Devleti Hazreti Peygamber ve hemen ondan sonra gelen
tabiin döneminden sonra kurulan en hayırlı
devlettir. Zira bu devletin padişahları bütün
gayret ve enerjilerini İslam’ın yayılması için
sarf ettiler. Gazada bulundular. Allah da onlara Süleyman aleyhisselamdan sonra hiç
kimseye bahşetmediği bir devlet ihsan etti.
Bu lütuf ve ihsanını yavaş yavaş yaparak hem
lütfunu tekrarladı ve hem de devletlerinin
sağlam ve uzun süreli olmasını temin etti.
Orhan Gazi oğlu Süleyman Şah’ı Rumeli yakasına göndermesi kaynaklarda şöyle nakledilmektedir:
Ne fazîletdür gazâ bilür idi
Hak yolında terk-i cân kılur idi
Berbidi Esre geçeye anı Orhan
Kim gazâ ede orada bir zaman
Kim yüriye leşker ile ol nâm-dâr
Memleket feth ide vüşehr ü diyâr …
Din içün itdi orada çok gazâ
Oldı gâzî olmağa adı sezâ
Süleyman Paşa gazânın ne fazilet ve ululuk
olduğunu bilirdi. Hak yolunda canını verirdi.
Orhan Gazi onu Esre geçe’ye (Rumili’ne) gönderdi ki, orada bir süre gazâ ile meşgul olsun.
Gazi Murad’a saltanat bahtı erişti. Tac ve
taht onunla süslendi. O kendini devamlı surette gazaya adamıştı. Zira en güzel iş kafire
karşı gaza etmekti. O yiğitlikte çok tanınmıştı Gayreti ve himmeti de gazâya çevrilmişti.
Âşıkpaşazâde, bir “Menakıb-ı Âl-i Osman”
yazarıdır. Günümüzde özellikle müsteşrikler ve onların her söylediğini hiç etüd etmeden doğru gibi kabul eden yerel yazarlar
bunları menkıbe/hikâye diyerek tek kalemde atmayı marifet addetmektedirler.
Aşıkpaşazade asırlar öncesinden bu hali sezmiş gibi gazilere hitap ederken sanki bugün
onlara hitap edercesine şöyle seslenmektedir:
“Hey gaziler, bu menakıbı kim yazdım. Vallahi cümlesine ilmüm yetişüp yazdum, sanmanuz kim yabandan yazdum”.
O, çeşitli vesilelerle menakıp kitaplarını
inceleyip hülasa ettiğini veya bizzat görüp
işittiği olayları yazdığını ileri sürer. “İnsanlar Osmanlı Sultanları’nın kahramanlıklarını okudukları veya dinledikleri zaman, onların ruhlarına dua etsinler” der.
Oruç Bey Tarihi’ne göre; Osmanlılar, “Gazilerdir ve galiplerdir, fi sebilillah hak yoluna
durmuşlardır, gaza malını cem idüp Hakk’a
harc edicilerdir ve Hak’tan yana gidicilerdir.
Din yoluna gayretlüdürler dünyaya mağrur
değillerdür. Şeriat yoluna gözeticilerdür
ehl-i şirkten intikam alıcılardır”.
Bu tür eserlerde alplar, alp-erenler gibi ahiler de Osman Gazi’nin en yakınları olarak
gösterilirler. Osman, bir ahi şeyhi olması
kuvvetle muhtemel olan Şeyh Edebalı’nın
irşadı ve beline gaza kılıcı bağlaması ile gazi
olmuş, gaza akınlarına başlamıştır
Kemalpaşazade’nin ölümün bir kez ziyarette bulunacağını ifade eden beytiyle konuya giriş yapmıştık. Yine onun bu cihanda
ölümden kurtuluş olmadığı insan ve cin her
ne mahlûk var ise ölüm acısını çekeceğini
belirttikten sonra en güzel ölümün ne olduğunu belirten bir kıtası ile tamamlayalım.
Ölümden kurtuluş yoktur cihanda
O derdi çekmez olmaz ins ü canda
Kişinin ömrü çünkim ahir ola
Yeğ oldur ki gaza yolunda öle
8
Ramazân
Soh be t
ra ma za nay va lli .c om
Müslümanlar İçin Fıkıh İlminin Lüzumu
M
üslümanların bilmeleri,
öğrenmeleri gereken ilimlere “Ulum-i İslamiyye(İslâmi İlimler)” denir. İslâmi
ilimler, “Akli” ve “Nakli” ilimler
olmak üzere ikiye ayrılır. “Nakli
ilimler”, alelade insanların akıllarının üstünde olup bunlar Tefsir,
Hadis, Kelam(Akaid), Fıkıh,
bunların Usul’leri ve Tasavvuf gibi
ilimlerdir. Bunlara “Din Bilgileri”
de denir. Bunlardan Akaid, Fıkıh
ve Tasavvuf (Ahlak) ilimlerini, ihtiyaç miktarınca öğrenmenin, kadın
ve erkek, akıllı ve baliğ her müslümana farz-ı ayın, diğerlerini öğrenmenin ise farz-ı kifaye olduğu, İslam
alimlerince ifade edilmektedir.
“Akli ilimler”, akıl ile incelenerek,
tecrübe edilerek elde edilen ilimler
olup, nakli ilimlerin anlaşılmasına ve
tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu
bakımdan bunların da öğrenilmesinin farz-ı kifaye olduğu belirtilmektedir. “Fen Bilgileri” de denilen bu
ilimler, matematik, mantık ve diğer
tecrübi ilimlerdir.
Dünyaya gönderilen ilk insan ve aynı
zamanda ilk peygamber olan Hazret-i Âdem’den îtibâren bütün ilâhî(semavi) dinler, iman ve ibadetlerin
yanı sıra, toplumun sosyal hayâtını
düzenleyen kaideleri de bildirmiştir.
Her asırda gönderilen peygambere, o
asırda yaşayan insanların ihtiyaçlarını içine alan hükümler bildirilmiş
ve o peygamberler de bunları tebliğ
edip, tatbikatını yapmışlardır. Ne var
ki, bu hükümler zamanla insanlar tarafından değiştirilmiş, ilâhî olmaktan
çıkıp beşerî kurallar haline dönüşmüştür. Zamânımıza kadar sadece
ismini muhâfaza eden Tevrat, Zebur
ve İncîl ismindeki ilâhî kitaplar da,
tahrif edilmekten, değiştirilmekten
kurtulamamıştır. Bu kitaplarda bildirilen şimdiki hükümler, din hüviyeti
adı altında belli zümrelerin fikirle-
Ramazân
rini, düşüncelerini yansıtmaktadır.
Dolayısıyle, zamânımızda bunların
bildirdiği hukuk kurallarına, ilâhî hukuk gözüyle bakmak yanlış olur. İlâhî
dinlerin sonuncusu olan İslâmiyetin
mukaddes kitabı Kur’ân-ı kerîmin
bildirdiği hükümler, kurallar, hiç değişmeden zamânımıza kadar ulaşmıştır. Kıyâmete kadar, her asırdaki
insanların ihtiyaçlarını karşılamaya
devam edecektir.
İslâm Hukûku diye anılan hukuk
sistemi, bütün beşerî hukuk sistemlerinden ayrı bir yapıya sâhiptir.
Kaynağı ilâhî olup, insanların düşüncelerinden doğmamıştır; tamâmen dînî hükümlere dayanmaktadır.
Bu hükümler, biraz sonra bahsedeceğimiz gibi, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâdan ve yüksek
din âlimlerinin ictihâdlarından çıkmıştır. Bunlar, her zaman ve her yerde geçerlidir ve bir değişiklik olmaz..
Kur’ân-ı kerîm’in bildirdiği ilâhî
hükümler, Hazret-i Muhammed’in
(aleyhisselam) hadisleri, sözleriyle
açıklanmış, İslâm hukûku ismi ile
kitaplara geçmiş, müslümanlar tarafından günümüze kadar öğrenilip
uygulamaya konulmuştur.
Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği hükümlerin bir kısmı, Allahü teâlânın haklarını, diğer kısmı ise, insanların
haklarını bildirmekte ve bunların
muhâfazasını sağlamaktadır. Îmân
etmek ve ibâdet vazifelerini yerine getirmek Allah’ın hakkıdır. İnsanların
cemiyet hayatında, daha çok günlük
hayatı ilgilendiren muâmelelerinde,
âilenin kurulması ve sona ermesini
sağlayan sözleşmelerde, tek taraflı
tasarruflarda ve İslâm dîninin suç
olarak bildirdiği fiilleri işleyenlerin
cezâlandırılmasında şahısların hakları düzenlenmiş olup, her biri hakkında ayrı ayrı hükümler konmuştur.
İşte İslâm hukûkuna dahil bütün
bu konuları düzenleyen ve öğreten
ilme “Fıkıh ilmi” denir. Fıkıh ilmini ilk olarak sistemleştiren İmâm-ı
A’zam Ebû Hanîfe’dir. Onun talebeleri ve diğer müctehid alimler
daha da geliştirmişlerdir.
Netice olarak söylemek gerekirse,
İlâhî dinlerin, en son halkası ve İlahi
hukûkun zamânımıza kadar hiç değişmeden hayâtiyetini devâm ettiren
tek temsilcisi olan İslâm Hukuku,
dört ana kaynağa dayanmaktadır:
1. Kur’ân-ı Kerîm: İslamın temel
hükümlerini veciz olarak ihtiva
etmektedir. Bunun için müctehid
olmayanlar Kur’ân-ı kerîmi anlayamazlar.
2. Hadîs-i Şerîfler: Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in sözleridir. Hadisler, Kur’ân-ı kerîmi
açıklar. Hadisleri de, ancak ihtisası olan âlimler anlayabilirler.
3. İcmâ: İctihad derecesine yükselmiş müctehid âlimlerin, dini bir
konudaki sözbirliğidir.
4. Kıyâs: Müctehid âlimlerin, hükmü bildirilmeyen bir meseleyi,
benzerlerini bularak, hükmü bilinen önceki bir meseleye göre
netîcelendirmeleridir.
Bunlara ilâveten İslâm hukûkunda, İslâm dîninin temel esâslarına muhâlif olmayan örf ve âdetler
de kaynak olarak alınmıştır. İslâm
hukûku, bildirilen bu kaynaklarla,
insanların meselelerini çözmektedir. İslam âlimleri, toplumun her kesimindeki insanların anlayacağı şekilde fıkıh, ilmihâl kitapları yazarak
bu hükümlerin, kuralların anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlarlar.
Bu konu, son derece önemli ve aynı
zamanda çok uzun bir konu olduğundan, tek bir makale çerçevesine sığmaz. Bu bakımdan, inşaallah muhtelif zamanlarda, değişik isimlerle
konuyu ele almaya devam edeceğiz.
Osm anlilar.g e n . tr ’ n i n R amaz ân ay ın a mah s u s yay ın ıdır. Bu gazetenin hazırlanmasında;
ahmetsimsirgil.com, ramazanayvalli.com, ekrembugraekinci.com, dinimizislam.com,
turktakvim.com, namazvvakti.com, yemekzevki.com internet sitelerinden istifade edilmiştir.
w ww.osmanli l ar .g en.t r | i rt i ba t@o s man l i l ar .g en.t r
S ayfa d üze n i
Download