EKONOMİDE DURUM: VATANDAŞ GEÇİM, AKP KAPANMA DERDİNDE! Hani bir atasözümüz var: “Koyun can, kasap et derdinde!” denir. Ekonominin içinde bulunduğu durumu ve buna bağlı olarak, esnafın, sanatkarın, çiftçinin, memurun, işçinin, emeklinin, kısacası vatandaşın durumunu ve bu durum karşısında kayıtsız kalan ve yaklaşan krizi ciddiye almayan, sadece kapatılma davasına odaklanan AKP Hükümetinin tutumunu dikkate alınca, konuya en uygun söz “vatandaş geçim, AKP kapanma derdinde!” olsa gerekir. Bu yazıda, önce dünyada yaşanan krizi ve Türkiye ekonomisindeki makro gelişmeleri ele alacağız. Sonra da bu çerçevede, AKP’nin ve yandaşı medyanın pembe tablolar çizerek gözlerden kaçırmaya çalıştığı vatandaşın durumunu sizlerin dikkatine sunmaya çalışacağız. DÜNYADA YAŞANAN KRİZ VE TÜRKİYE’YE ETKİLERİ ABD'de “mortgage” kriziyle başlayan ve tüm dünyaya yayılan ekonomik ve finansal kriz birçok ülkenin yanı sıra, Türkiye'yi de olumsuz etkilemektedir ve etkileyecektir de. Çünkü, ABD'deki talep daralması bu ülkeyle ticaret yapan tüm ülkeleri etkileyecektir. Dolayısıyla, ABD ekonomisindeki krizin, başka bir deyişle durgunluğun önlenmesi doğrudan ve dolaylı olarak bizim ekonomimizi de önemli ölçüde etkileyecek bir husustur. Çünkü Türkiye ekonomisi tarihinde hiç olmadığı kadar dışa bağımlı ve kırılgan bir hale gelmiştir. Ancak, AKP hükümetinin Türkiye'nin bu krizden etkilenmeyeceğini düşündüğü, yani dünyada yaşanan bu krizi ciddiye almadığı (ya da öyle görünmeye çalıştığı) görülmektedir. Hiçbir somut önlem almamaları ve almaya da niyetli görünmemeleri, suni gündemlerle ve gerilim politikasıyla durumu idare etmeye çalışmaları krizi ciddiye almadıklarının açık göstergeleridir. Bütün bunlar piyasalardaki beklentilerin kötüye doğru gitmesine neden olmaktadır. Türkiye'nin buradan alması gereken birinci ders krizi ciddiye almaktır. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sorunların temel nedenlerinden biri olan "dalgalı kur" sisteminin bütün sorunları kendiliğinden çözeceğini beklemek en hafif tabiriyle saflıktır. Bu çerçevede Merkez Bankası'nın uyguladığı "yüksek faiz düşük kur" politikasının bizi getirdiği nokta, ekonomideki kırılganlığın önemli boyutlara ulaşması olmuştur. Kısacası, Türkiye uyguladığı politikaları gözden geçirmeli ve sorunları ciddi bir şekilde inceleyerek, yapısal önlemler almalıdır. Sorunlara karşı devekuşu gibi kafamızı kuma gömerek, görmezden gelebiliriz. Ama bu şekilde sorunları çözemeyiz ve zaman geçtikçe ödeyeceğimiz bedel de artar. BÜYÜME SANAL, İŞSİZLİK GERÇEK! Bugün Türkiye ekonomisi, makroekonomik göstergelerde ifade edilen iyileşmelerin aksine, oldukça kırılgan bir yapıya sahiptir. İstihdam yaratmayan ve vatandaşın refahına yansımayan büyüme, bozulan gelir dağılımı, sürdürülemez boyutlara ulaşan borç stoku, yüksek dış ticaret ve cari işlemler açıkları, yüksek reel faiz, gerçekçi olmayan kur politikası, ithalat bağımlısı üretim ve ihracat, giderek yabancılaşan bir finans sektörü, sıcak paraya ve dış borçlanmaya dayanan kırılgan yapı ülkemiz ekonomisinin içinde bulunduğu temel sorunlardır. Düşük kur- yüksek faiz nedeniyle yurda gelen kısa vadeli sermaye, ekonomiyi birçok yönüyle tahrip etmektedir. Bunlardan en önemlisi ekonomik büyümenin yavaşlamasıdır. 2004 yılından sonra büyüme bir düşüş trendine girmiştir. Büyüme rakamları incelendiğinde, sağlıklı ve kalıcı bir büyüme olmadığı da görülmektedir. 2004 ve 2005 yılında açıklanan yüksek büyüme rakamlarından önemli bir kısmı, yapılan revizyonlardan kaynaklanmaktadır. Kamu yatırımları giderek azalmaktadır. Özel yatırımlar da istenen seviyeye ulaşmamıştır. Yerli ve yabancı sermaye yeterince yatırım yapmamaktadır. Doğrudan yabancı sermaye daha ziyade hazır kurulu tesislerin satın alınmasına yönelmektedir. Büyümenin bütün sektörlere yayılmamış olması diğer bir sorundur 2006 yılının büyüme verilerini yeni(!) hesaplama yöntemine göre açıklayan TÜİK, 2007'nin son çeyrek verilerini de buna göre açıkladı. Yeni milli gelir hesaplama yöntemine göre Türkiye'nin 2006 yılı GSYH'sı 758 milyar YTL, kişi başına düşen milli gelir ise 7 bin 500 dolar olarak açıklanmıştı. TÜİK, 576 milyar YTL olan 2006 yılı GSYH'nın yüzde 31,6 artışla 758 milyar YTL'ye ulaştığını söylemişti. Yeni hesap yöntemine geçilmesine rağmen, 2007 yılının son çeyrek büyüme rakamı yüzde 3.4 olarak gerçekleşti. Eski yönteme göre yüzde 1.5 olan üçüncü çeyrek büyüme oranı ise yüzde 3.4 olarak revize edildi. Böylece 2007 yılının tamamında büyüme yüzde 4.5 oldu ve beklenen yüzde 5’in altında kaldı. Şayet yeni hesap yöntemine geçilmemiş olsaydı yıllık büyüme yüzde 3.5 civarında kalacaktı. Yeni hesap yöntemi ve nüfusun tahminden az çıkması, 2007 yılı büyüme ve kişi başına milli gelir rakamlarının gerçeğin üzerinde açıklanmasını sağladı. 2007'de milli gelir 658.8 milyar dolara çıkarken, kişi1 başına milli gelir 9.333 dolar oldu. Hesaplama yöntemi değiştirilerek, döviz kuru düşürülerek ve nüfus azaltılarak milli gelir rakamları kağıt üzerinde artırıldı. Bu artış hiçbir şekilde üretim artışına dayanmamaktadır. Döviz kurunun düşmesi de dolar cinsinden milli gelirde tamamen sanal bir artışa yol açmıştır. Gelir, 2002 yılının sabit fiyatları ve 2002 yılı döviz kuruyla hesaplanmış olsaydı, 2007'de milli gelir 321 milyar dolara, kişi başına milli gelir ise 4.544 dolara gerileyecekti. TÜİK tarafından açıklanan 2007 yılı büyüme rakamları, Türkiye'nin 2001'deki ekonomik krizin ardından en düşük büyümesini yaşadığını ortaya koydu. 2007 yılında yüzde 5 büyüme hedefleyen Türkiye, yüzde 4.5 oranında büyüdü. 2007 yılında büyümede yaşanan yavaşlamadan en fazla etkilenen tarım sektörü olmuştur. Tarım sektörünün GSYH içindeki payı yüzde 9.7'den yüzde 8.6'ya inerken, tarımda 2007 yılında yüzde 7.3 küçülme olmuştur. 2007'de, tarımda son 40 yılın üçüncü en büyük gerilemesi gerçekleşmiştir. 2004-2006 yıllarının büyüme rakamlarında yapılan manipülasyonları daha önce yine bu dergide yayınlanan yazımızda ayrıntılı şekilde tartışmıştık. Yeni hesaplama yöntemiyle 2006 ve 2007 büyüme rakamlarında yapılan iyileştirmeyi(!) ise yukarda açıkladık. 2002 yılında krizden sonraki yıl olmasına rağmen, yüzde 6.2 büyüyen ekonomi, her türlü "manipülasyon ve illüzyona" rağmen, yeni hesaplama yöntemlerine rağmen 2007'de ancak yüzde 4.5 büyü(tül)müştür! Böylece son altı yılın en düşük büyümesini yaşayan Türkiye, kağıt üzerinde tarihinin en yüksek kişi başına gelir rakamına ulaşmış oldu. Ekonomik büyüme vatandaşların refahında artış sağlaması gerekirken, çalışanların, emeklilerin, bu dönemde bırakın refahtan pay almayı, enflasyon nedeniyle oluşan kayıpları bile karşılanamamaktadır. Bu büyüme gerçekse, neden esnafın, sanatkârın, çiftçinin, işçinin, memurun, emeklinin refahına yansımamaktadır? Neden istihdam artmamakta, işsizlik azalmamaktadır? Yüzde 10’ların üzerinde bir resmi işsizlik oranıyla karşı karşıya bulunan ve her yıl 700-800 bin kişiye istihdam yaratması gereken Türkiye'nin, GSYH büyüme hızının revize edilmiş ve tanımı değiştirilmiş rakamlarla bile, yüzde 4.5'e kadar düşmesi ve düşüş eğiliminin de devam etmesi gelecek açısından kaygı verici bir durumdur. Bu noktada açıklanan rakamların 2007'nin son çeyreğine ait olduğunu ve küresel mali krizin şiddetlendiği ve iç siyasi istikrarın bozulduğu ilk çeyrek dönem rakamlarının çok daha vahim olacağı açıktır. Tüm bu hususları dikkate alınca, 2008'de ekonomide ciddi sıkıntılar yaşanacağını ve önlem alınmazsa krizin derinleşebileceğini söyleyebiliriz. 2008 yılı büyümesi yüzde 5.5 olarak tahmin edilmektedir. Ancak bu gerçekleşebilir görülmemektedir. Büyümeyi yavaşlatan en önemli etken ise düşük kurun ithalatı çok cazip hale getirmesi sonucu yurt içinde özellikle ara malında yaşanan üretim daralmasıdır. Ancak bu durum sürdürülebilir değildir. Bu trend böyle devam ederse düşük büyümeyle yüksek cari açık birlikte yaşanacaktır. Bunun anlamı içeride bir çok firmanın kapanması ve işsizliktir. 2002 yılında yüzde 10,3 olan işsizlik oranı 2003 yılında 10,5'e yükselmiş, 2004 ve 2005 yıllarında ise 10,3 olarak gerçekleşmiştir. 2006 yılında ise yüzde 9,9'a düşen ve 2007’de de yüzde 9,9’da kalan bu oran Şubat 2008 itibarıyla ise 11,6'ya yükselmiştir. Son işsizlik verilerine baktığımızda işsizlikteki artış ve istihdamdaki azalış açıkça görülmektedir. 2008’in ilk çeyreğinde istihdam önemli ölçüde azalırken, işsiz sayısında da artış kaydedilmiştir. 2 milyon 642 bin kişi işsizdir. Ayrıca, tarihsel olarak verilere baktığımızda; 2004 yılından itibaren "iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar" kaleminde önemli artışlar olduğu görülmektedir. Bu rakam 2002 yılında 1 milyon 20 bin kişi iken Şubat 2008 itibarıyla 2 milyon 160 bin kişiye yükselmiştir. Bunlar normal açıklanan işsizlik rakamları içinde görülmemektedir. Aslında bu kişiler de normalde işsiz olup, bunlar içinde bir kısmı iş bulma ümidini yitirmişlerdir. İş bulma ümidi olmayanların sayısı 2002 yılında 73 bin kişi iken, 10 kat artışla, 20068 Şubat itibarıyla 732 bin kişiye yükselmiştir. Buradaki artışı ihmal ederek işsizlik analizi yapmak veya yıllar itibarıyla mukayese yapmak yanıltıcı olacaktır. 2002 yılında yüzde 10.3 olan işsizlik oranı Şubat 2008 itibarıyla yüzde11.6'dır. 2002'den bu yana işsizlik oranındaki artışın temelinde üretim yapısındaki bozulma vardır. Eksik istihdam ve mevsimlik çalışanlar da dahil edildiğinde gerçek işsizlik oranı yüzde 20'yi aşmaktadır. İstihdam yaratmayan sanal büyümeye paralel olarak, ülkemizde yoksulluk da artmaktadır. TÜİK'in 2005 yılı yoksulluk araştırmasına göre; nüfusun yüzde 0,87'si gıda (açlık) yoksulluğu sınırının altında iken, gıda ve gıda dışı yoksulluk oranı yüzde 20,5'tir. Bu oran, kentlerde yüzde 12,8'e kadar düşerken kırsal kesimde yüzde 32,95'e kadar yükselmektedir. 2 Başka bir ifadeyle; Türkiye genelinde her beş kişiden biri, kentlerde her sekiz kişiden biri ve kırsal kesimde her üç kişiden biri yoksuldur. Toplam 14,7 milyon yoksul vatandaşın 9 milyonu kırsal kesimde yaşamaktadır. Vatandaşların yoksulluktan kurtarılarak refah düzeyini yükseltmenin yolu; öncelikle onları iş sahibi yapmaktır. ENFLASYONDA HEDEFLER ŞAŞIYOR! STAGFLASYON TEHLİKESİ VAR! Enflasyon ülkemizin önemli sorunlarından biri olmuştur. 2001 kriziyle tekrar yükselen enflasyon 2002 yılı sonunda yüzde 29,7’ye düşürülmüştü. Belli bir düşüş trendine giren enflasyonu daha da düşürmek ve fiyat istikrarını sağlamak üzere AKP hükümetleri de benzer politikalar uyguladılar. Örtük enflasyon hedeflemesinin ardından, 2006 yılında açık enflasyon hedeflemesi rejimine geçildi. Ancak, 2006 yılında yüzde 5’lik hedefe karşılık yüzde 9,65’lik bir gerçekleşme oldu. Buradaki sapma yüzde 93’dür. Yine 2007 yılında da benzer bir durum yaşandı. Yüzde 4 olarak hedeflenen, sonra tutturulamayacağı anlaşılınca yüzde 5.8’e revize edilen enflasyon oranı, yüzde 8.39 olarak gerçekleşti. Yine hedeften yüzde 100’den fazla bir sapma gerçekleşti. 2008 yılında da enflasyondaki artış eğilimi sürmüştür. Mayıs ayında TÜFE yüzde 1.49, ÜFE yüzde 2.12; yıllık bazda ise TÜFE yüzde 10.74, ÜFE yüzde 16.53 olmuştur. Yılın ilk 5 ayında, TÜFE yüzde 6,38 artış göstererek yıllık hedef olan yüzde 4’ü çoktan aşmıştır. Zaten Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da hedefin tutmayacağını ve revize edilmesi gerektiğini söylemiş ve sonraki yılların da buna göre revize edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu durum Merkez Bankasının enflasyonla mücadeledeki kredibilitesi açısından çok olumsuz olmuştur. Ayrıca, Merkez Bankasının politika faiz oranlarını yüksek tutmasının temel nedeni de bu başarısızlıktır. Rakamlara bakıldığında, son beş yılın en yüksek rakamları olmanın yanı sıra tüm beklentilerin çok üzerinde gerçekleştiği görülmektedir. Bu hedeften sapmanın yanı sıra çok önemli bir oranda beklentilerin de gerçekçi olmadığını göstermektedir. Üretici fiyatlarında gözlenen farklılık ise çok daha vahim boyutlara ulaşmıştır. Bu durum üretim maliyetlerinin enflasyon üzerinde bir baskı oluşturduğunu göstermektedir. Bu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir husustur. Çünkü bir taraftan büyüme yavaşlarken diğer taraftan enflasyonun beklenmedik şekilde artış eğilimine girmesi, durgunluk hali ile enflasyonun birlikte yaşandığı bir "stagflasyon" tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Üretimi artırmak için gerekli önlemler bir an önce alınmalıdır. Ama bu hususun yetkililerce pek dikkate alındığı söylenemez. Çünkü Hükümet dünyada yaşanan krizi de hafife almakta ve "bize bir şey olmaz" yaklaşımı içinde gelişmeleri dikkate almamaktadır. Dolayısıyla, içerde yaşanan olumsuzlukları da görmezden gelmeleri doğaldır. Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen de enflasyonla ilgili bazı endişelerimizi paylaşmaktadır. Tüzmen ihracatçılarla iç içe olduğu için zaman zaman onların sıkıntılarını dile getirmekte ve bu sorunların temelinde yatan düşük kur yüksek faiz politikasını eleştirmektedir. Özet olarak, uygulanan kur ve faiz politikasının yanlış olduğunu, bunun ihracat artışını sınırladığını, ithalatın ise aşırı artmasına neden olduğunu söyleyen Tüzmen, benzer hususları Bakanlar Kurulunda da ifade ettiğini belirtmiş, ama ne tepki aldığını söylememiştir. Ama tepkilere ilişkin ipuçlarını diğer bakanlar vermiştir. Örneğin, Tüzmen ile ters düşen Sanayi ve Ticaret Bakanı Zafer Çağlayan ise endişe edilecek bir durum olmadığını belirtmiş. Çağlayan, hükümetin enflasyonla mücadelede izlediği politikalarda herhangi bir gevşeme olmadığını, sorunun gıdadan ve enerji fiyatlarındaki artıştan kaynaklandığını ve enflasyon konusunda Merkez Bankası'nın kendisini sorgulaması gerektiğini söylemiş. Çağlayan şöyle diyor: "Merkez Bankasının da enflasyonun bu seviyede çıkması konusunda, zannediyorum ki bir öz eleştiride bulunması gerekir." Peki Merkez Bankası bir öz eleştiride bulunuyor mu? Bu konuda ne diyor? Bu düzeyde yüksek ve beklenemeyen enflasyon oranı konusunda bir açıklaması var mı? Maalesef doyurucu bir açıklama yok. Merkez Bankası her zaman olduğu gibi, enerji fiyatlarını ve ayrıca bu sefer kötü hava şartları nedeniyle gıda fiyatlarındaki aşırı artışı neden olarak gösteriyor. Yani enerji ve gıda fiyatları artmasa Merkez Bankası enflasyonu ne güzel düşürecek! Gıda fiyatları artıyor, enerji fiyatları artıyor, tütün fiyatları artıyor, kiralar artıyor... Ama Merkez Bankası bunları dikkate almıyor. Başka bir deyişle gıda fiyatları ve enerjide aşırı artışlar olmasa enflasyon da bu kadar yüksek çıkmayacak! Yani Merkez Bankası'nın açıklamasında bir öz eleştiri falan yok. Sadece nedenleri açıklama çabası var! Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, Hükümet maalesef uyarılarımızı dikkate almamaktadır. Merkez Bankası da sadece fiyat istikrarını amaçlamaktadır. Ancak bunda da başarılı olunamamaktadır. Hep3 hedeflerden yüzde 100'den fazla sapma yaşanmaktadır. Hükümet en fazla övündüğü enflasyonda da başarılı olamamıştır. Merkez Bankası'nın "ben enflasyonun düşürülmesi dışında bir şeyle ilgilenmem" yaklaşımı yanlış bir yaklaşımdır. Merkez Bankası uyguladığı politikaların büyüme üzerindeki ve de büyüme ile ilişkili istihdam üzerindeki olumlu veya olumsuz etkilerini dikkate almalıdır. "Fiyat istikrarı sağlanmadan sürdürülebilir büyüme sağlanamaz" yaklaşımı da gözden geçirilmelidir. Aynı şekilde; "sürdürülebilir büyüme sağlanmadan fiyat istikrarı sağlanamaz" görüşü de dikkate alınmalıdır. Kalıcı yapısal önlemlerle desteklenen sürdürülebilir büyüme sağlanmadan, geçici önlemlerle ancak enflasyon belli düzeylere düşürülebilir. Ancak, enflasyonun düşmesi ile fiyat istikrarı farklı şeylerdir. İstikrarın sağlanması için, belli bir süre enflasyonun düşük düzeylerde seyretmesi gerekir. REKOR CARİ AÇIK KIRILGANLIĞI ARTIRIYOR Son beş yılda cari açıkta hızlı bir artış meydana gelmiştir. Bunun nedenleri; aşırı değerli YTL'nin ithalatı ucuzlatması, yurt dışı kredi maliyetlerinin düşük olması nedeniyle bu ithalatın dış finansmanla karşılanması, bu süreçte yabancı girdi kullanımındaki artışın yerli üretim ve istihdamı olumsuz yönde etkilemesi ve yerli üretimin ve ihracatın giderek artan ölçüde aramalı ve enerji ithalatına bağımlılığının dış ticaret açığını sürekli olarak artırması olarak sıralanabilir. Doların Euro karşısında değer yitirmesi de ithalatı artırmaktadır. Uluslar arası petrol, hammadde, metal ve altın fiyatlarındaki artışlar da cari açık üzerindeki baskıyı artırmaktadır. İthalata bağımlı bir üretim ve ihracat yapısının olması, 2008 yılı için öngörülen 182 milyar dolar ithalat hedefinin üzerine çıkılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Zaten 2007'de 170 milyar dolara ulaşılmıştır. Cari işlemler dengesi açığının, 2007 yılı programında 30,4 milyar dolar, 2008 yılı programında 39,2 milyar dolar olması öngörülmüştür. Ancak 2007’de 37.4 milyar dolar olan cari açığın, 2008’de 50 milyar doları bulacağı beklenmektedir. Bu çerçevede hesaplanan cari açığın milli gelire oranı, yüzde 8’i aşmaktadır. Cari açığın bu düzeyde yüksek olması ekonomideki kırılganlığı ciddi derecede artırmaktadır. 2002 yılından bu güne cari işlemler açığının GSMH'ya oranı binde 8'den, on kattan fazla artarak yüzde 8 in üzerine çıkmıştır. Cari işlemler açığının boyutunun yanı sıra, nasıl finanse edildiği de önemli bir konudur. Türkiye'de cari açığın önemli bir bölümü sıcak para ile finanse edilmektedir. Yüksek reel faiz ise ekonomiye sermaye girişini artırmakta ve böylece bir yandan ülke kaynakları faiz olarak yurt dışına aktarılmakta, öte yandan cari açığın finansmanında kullanılan sıcak para, kurlar üzerinde baskı yaparak ekonomide sanal göstergeler oluşmasına sebep olmaktadır. Üretim yapımızdaki bir diğer bozulma da ihracatın giderek daha fazla ithalata bağımlı hale gelmesidir. İthalat yapıp düşük katma değerle ihraç etme giderek yaygınlaşan bir üretim modeli haline gelmiştir. Bunun anlamı daha az istihdamdır. Ayrıca, ithalatın cazip olmaktan çıktığı bir senaryoda, ihracat büyük darbe görecektir. Bu sağlıklı olmayan bir ihracat yapısıdır. 2002 yılında 36,1 milyar dolar olan ihracat 2007 yılı sonunda 112 milyar dolara, 2002 yılında 51,6 milyar dolar olan ithalat ise 2007 sonunda 170 milyar dolara çıkmıştır. Böylece aynı dönemde dış ticaret açığı 58 milyar dolara yükselmiştir. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise 2002 yılında yüzde 70 iken 2007 yılında yüzde 62'ye düşmüştür. İhracatta bütün şartlar zorlanarak gerçekleştirilen artış, değerli kurun ve ithalata bağımlılığın arttığı bir ortamda sürdürülebilir değildir. Kur seviyesinin 2008 yılı boyunca düşük seyretmesinin öngörülmesi, ithalattaki artış hızının, ihracattan fazla olmasına, dış ticaret açığının yükselmesine ve cari açığın da hızla artmasına neden olacaktır. BORÇ EKONOMİSİ: “BORÇ YİYEN KESESİNDEN YER!” İç ve Dış Borç Stoku Artıyor AKP 5 yılda kamu borç stokunu 114 milyar dolar, toplam borç stokunu 225 milyar dolar artırmıştır. 2002 sonunda 180 milyar dolar olan kamu iç ve dış borç stoku 2007'de 295 milyar dolara yükselmiştir. 5 yıllık dönemde kamu borç stoku dolar bazında yüzde 61 oranında artmıştır. Özel kesim borç stokunda da son 5 yılda hızlı bir artış yaşanmıştır. 2002'de 43 milyar dolar olan özel kesim dış borç stoku Eylül 2007 itibariyle 148 milyar dolara ulaşmıştır. Ayrıca özel sektörün kısa vadeli borç stoku 36 milyar dolara ulaşmış olup, kur riski aşırı derecede artmıştır. Kamunun yanı sıra, özel sektörün borcundaki hızlı artış da üretmeden tüketen ve borcu borçla kapatan bir ekonomik yapının özel sektörde de hakim olduğunu ve sürdürülemez bir yapıya dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye'nin özel kesim dış borcu dahil toplam borç stoku 2002'deki 224.4 milyar dolar düzeyinden yüzde 100 oranında artışla 445 milyar 4 dolara yükselmiştir. Başbakan Erdoğan "Borç yiğidin kamçısıdır" veya "Bunlar leblebi çerez" gibi sözlerle borçları hafife almakta ve kamu net borç stokunun GSMH'ya oranının düşmesini tek borç göstergesi olarak kullanmaktadır. Oysa brüt borç stokunda rekorlar kırılmıştır. Aileler Borç Yüzünden Dağılıyor 2007 yılında Türkiye'nin büyüme hızı yavaşlarken, vatandaşın borçları hızla büyümeye devam etti. Vatandaşların, tüketici kredisi, otomobil kredisi, konut kredisi, kredi kartı ile firmaların bankalardan sağladıkları krediler ile bu kredilere ait faiz tahakkuk ve reeskontlarından oluşan toplam borçları bir önceki yıla göre yüzde 28.7 artarak 321.9 milyar YTL'ye yükseldi. Bu rakam 2000 yılında sadece 35 milyar YTL idi. Dolayısıyla, toplam nakdi kredilerin milli gelire oranı olarak hesaplanan ve 2000 yılında yüzde 20.9 olan borçluluk oranı, 2006 yılında yüzde 33'e 2007 yılında ise yüzde 37’ye çıktı. Türkiye’de son yıllarda bütün kesimlerin borçlanmaları hızla arttı. Bireysel kredilerdeki artışlar da çok dikkat çekici boyutlara ulaştı. Ankara Ticaret Odası'nın hazırladığı "Ailelerin Borcu" raporuna göre, Türk ailesinin borcu son dört yılda 7 kat artarken geliri sadece 2 kat artmış. Ailelerin bankalar, katılım bankaları ve tüketici finansman şirketlerine 2003 yılında 13,4 milyar YTL olan borcu, 2007 yılı sonunda 100,6 milyar YTL'ye yükselmiş. Ailelerin borçlarının harcanabilir gelirlerine oranı da dört yılda yüzde 7.5'ten yüzde 29.5'e çıkmış. Ailelerin borçluluk oranı artması ve gelir dağılımının bozulması toplumun sosyal ve psikolojik dengesini bozmakta, her gün gazetelerde borç yüzünden intihar edenlerin veya cinayet işleyenlerin haberleri yer almaktadır. Türkiye'deki borçlanma araçlarının en önemlisini ise kredi kartları oluşturmaktadır. Türkiye'de toplam cebinde 56 milyon 284 bin adet kredi kartı bulunmaktadır. Diğer ülkelerde ödeme aracı olarak kullanılan kredi kartı Türkiye'de tam bir borçlanma aracına dönüşmüş durumdadır. Türkiye'deki kredi kartı müşterilerinin yaklaşık 12 milyonunun kredi kartı borcunu son ödeme tarihinde tümüyle ödemeyip borç bıraktıkları belirtiliyor. Vatandaşların, kredi kartı harcamaları nedeniyle yüklendiği borç miktarı ise 26,9 milyar YTL’dir. Bunun 10,9 milyar YTL'sini taksitli alışverişlerden kaynaklanan borçlar meydana getirmektedir. Kredi borcunu ödeyemeyip temerrüde düşerek Merkez Bankası'nın kara listesine giren kişi sayısı da 2007 sonu itibariyle 687 bin 16'ya yükselmiştir. 26 milyon 949 kişinin Sayın Başbakan “Borç yiğidin kamçısıdır!” diyor, ama vatandaşın kamçı yiyecek hali kalmamıştır! Ayrıca, “Borç yiyen kesesinden yer!” atasözünü de hatırlatmak gerekmektedir. ESNAF VE SANATKAR PERİŞAN Açıklanan büyüme rakamlarına rağmen, derin bir ekonomik kriz yaşayan esnaf ve sanatkar borçlarını ödeyemez hale gelmiştir. Esnaf, sanatkar ve tüccar haciz şoklarıyla sarsılmaktadır. Esnaf ve sanatkarlar piyasadaki durgunluğun yanı sıra ağır vergi yükü altında ezilmektedir. AKP döneminde, esnaf ve sanatkar sicilinde kayıt sildirenlerin sayısındaki yükselme, protestolu senet ve karşılıksız çek rakamlarında görülen yüksek artışlar ve vergi mükellefi sayısında görülen azalma esnaf, sanatkar ve bütün ticaret erbabının faaliyetlerini yürütmekte sıkıntıya düştüğünü açıkça göstermektedir. TCMB verilerine göre protestolu senet ve karşılıksız çek miktarında, AKP iktidarı döneminde yüksek oranda artış görülmektedir. Bu durum, AKP'nin ekonomi politikasının esnaf ve sanatkar kesimini borçlarını ödeyemez ve iş yapamaz hale getirdiğini göstermektedir. Protestolu senet sayısı 2007 yılında 1.470.758 adete ulaşmış olup, 2002 yılındakine göre yüzde 194 oranında artış göstermiştir. Protestolu senet tutarı ise 2007 yılında 5,7 milyar YTL'ye yükselmiş olup, 2002 yılındakine göre 7 kat artmıştır. Karşılıksız çek miktarında da her geçen yıl artış görülmekte olup, 2007 yılında 1.397.166 seviyesine ulaşan karşılıksız çek miktarında 2002 yılındakine göre yüzde 87 oranında artış olmuştur. Türkiye'deki borçların önemli bir bölümünü de esnaf ve sanatkârların Bağ-Kur'a, işyerlerinin de SSK'ya olan sigorta pirim borçları oluşturmaktadır. Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, 1.417.000 bağımsız çalışan ve esnaf-sanatkârın Bağ-Kur'a toplam 23,4 milyar YTL borcu bulunmaktadır. Yani, esnaf ve sanatkârın yaklaşık yüzde 60'ının Bağ-Kur'a borcu vardır. Özel sektör işverenleri de çalışanlarının ücretlerinden kestikleri sigorta primleri ile işveren katkılarını zamanında SSK'ya ödemedikleri için borçları artmaktadır. Halen 891.390 özel sektör işvereninin SSK'ya faizleriyle birlikte 8,2 milyar YTL borcu bulunmaktadır. Bağ-Kur üyesi toplam 734.348 çiftçi 6,7 milyar YTL tutarında prim borcuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Buna göre, çiftçilerin yüzde 65'i Bağ-Kur'a borçlu durumdadır. 5 SEÇİM EKONOMİSİ VE MALİ GEVŞEME AKP Hükümeti 2007 genel seçimleri öncesinde seçim ekonomisi uygulamış, bütçe kaynaklarının yanı sıra KÖYDES ve BELDES gibi uygulamalarla önemli harcamalar gerçekleştirmişlerdir. Yaklaşan yerel seçimler öncesinde de benzer bir tutum içerisinde oldukları görülmektedir. Mali gevşeme konusunda uyarıda bulunan Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ı hem bakanlar azarlamış, hem de beş saatten fazla Başbakanlık’ta bekletilmiştir. Mali gevşeme konusu geçtiğimiz günlerde Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) mali disipline ilişkin olarak yayınladığı rapora da konu olmuştur. Raporda, mali disiplindeki gevşemenin nasıl devasa boyutlara ulaştığını, dolayısıyla ekonomi için, piyasalar için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu açıkça ortaya konulmuştur. TEPAV, hükümetin önümüzdeki dönemde izleyeceği maliye politikasına esas teşkil edecek olan kararların tahmini maliyeti raporda hesaplanmıştır. Buna göre, "Konut Edindirme Yardımı Ödemeleri", "GAP’a Kaynak Aktarımı", "İşsizlik Fonu’ndan İstihdam Paketi Kapsamında Kaynak Aktarılması", "Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun İle Mini Tahkimler Yapılması", "Yerel Yönetimlere, Merkezi Yönetim Vergi Gelirlerinden Aktarılacak Kaynağın Artırılması ve Aktarılacak Kaynaktan Yapılacak Kesintinin Düşürülmesi" ile " Kamu İhale Kanunu’nun Değiştirilerek Müteahhitlere Fiyat Farkı Ödenmesi" kararlarının uygulanması durumunda doğacak sonuçlar hesaplanmış ve bu kararların uygulanmasının, belli varsayımlar altında, toplam 45 milyar YTL’lik bir maliyet oluşturacağı hesaplanmıştır. Rapor’da Orta Vadeli Mali Çerçeve (OVMÇ)’ye ilişkin değerlendirme yapılırken, "Bir bütün olarak OVMÇ, kamuoyuna varsayımları ve ayrıntılı harcama planları açıklanmamış yönleri ile, ileriye yönelik tutarlı bir maliye politikası uygulama niyetinden çok, yaklaşmakta olan yerel seçimlere yönelik bir tercihi yansıtır gibi gözükmektedir" ifadeleri kullanılmaktadır. Kısacası, AKP’nin seçim ekonomisi uygulayabilmek için mali kaynak yaratmaya çalıştığı ve bunun mali disiplini bozacağı açıkça ortaya konulmaktadır. SONUÇ Sadece rakamlarla oynayarak, hesaplama yöntemlerini değiştirerek göz boyamanın da bir sonu var! Artık "sanal büyüme masalının" sonu geldi! İnşallah bu masal büyük bir krizle sonuçlanmaz! Daha doğrusu, hükümet bir an önce önlem alır da kriz çok derinleşmeden atlatılır. Çünkü, Türkiye ekonomisi zaten birkaç yıldır büyüyememe (üretememe!), daha doğrusu ithalata dayalı sanal büyüme sorunu yaşıyor. Çiftçimiz, çalışanlarımız, sanayi ve ticaret erbabımız ve esnafımızın sıkıntıları da giderek artıyor. Protestolu senet ve karşılıksız çek rakamlarında görülen sürekli artışlar ve borç rakamları, esnaf, sanatkar, işadamı ve sanayicinin sıkıntı içinde olduğunu, borçlarını ödeyemez hale geldiğini ve açıklanan yüksek büyüme rakamlarına rağmen reel sektörün bundan pay alamadığını açıkça göstermektedir. AKP iktidarının ve yandaşlarının çizdiği pembe tablolara rağmen, hiçbir kesimin durumunda iyileşme görülmemektedir. Ödenmeyen kredi kartı ve bireysel kredi borçları ile zirai kredi borçları, çalışan kesimin, emeklilerin ve çiftçilerin de durumunun iyi olmadığının bir göstergesidir. AKP Hükümeti bir an önce kafasını kumdan çıkarıp, krizi ciddiye almalı ve gerekli önlemleri planlamalı ve acil olanları hemen gerçekleştirmelidir. 6