HÜZNÜNÜZ BOL OLSUN! 21 Mart Salı günü, benim de bir parçası olmaktan mutluluk duyduğum Bilkent Edebiyat Kulübü, tüm gayretlerini seferber ederek buram buram emek ve özen kokan, muhteşem bir etkinliğin gerçekleştirilmesine olanak sağladı. Çeşitli ülkelerin Ankara büyükelçilerinin davet edildiği programda amaç, hiç şüphesiz şiirin ahenginin her dilde kendini dışa vurabildiğini kanıtlamak ve genel anlamda edebiyatı, farklı kültürleri bir araya getirebilen bir sanat dalı olarak göstermekti. Öylesine samimi ve hoş bir havada ilerledi ki program, büyükelçiler yer yer şiirlerin hikâyelerini anlattı, yer yer ülkelerinden bahsetti. Program boyunca her ne kadar fotoğraf çekebilmek için ordan oraya bir gayret koşturuyorduysam da, dinlediğim şiirler anlamlarını bilmediğim hâlde bana huzur veriyordu. Bu nasıl mümkün oluyordu? Şiir, kuşkusuz, efsunlu bir olguydu. Geçen yıl da, yine aynı şekilde gerçekleştirilen etkinliğe katılmıştım fakat o zamanlar şiir yazma meselesi üzerine bu kadar düşünmüyordum. Son zamanlarda -bilhassa güz yarıyılı başladığından berisebebini tahmin edebildiğim bir takım sıkıntılar içerisindeydim: İlham kıtlığı. Bir şairin şiirini yazmak için kuvvetli bir kalemden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayacağı hurafesinden bütün bütün sıyrılmış, ilhamım olmadığı müddetçe birşeyler karalayamayacak olmamın verdiği ıstırapla kıvranıyordum. Ne değişmişti de ben ilhamımı kaybetmiştim, bilmiyordum. Aslında dürüst olmak gerekirse, ilhamımın hangi koşullarda beni ziyarete geldiğini az çok biliyordum ancak alın yazım, o koşulları sağlamak görevini layığıyla yerine getirmekten aciz kalıyordu. En azında ben bir el atayım, hiç değilse sebepleri tam manasıyla saptayayım düşüncesiyle kaybettiğim ilhamı aramaya koyuldum ben de. Kim bilir bu yolculuğun sonunda bir parça ilhamım olurdu belki de. Yakın zamanda zaten hiçbir şiir yazmamış, yazamamıştım bu bahsettiğim ilham kıtlığı yüzünden. Buna sebep olan başlıca sıkıntı da ruhumdan bağımsız takılıyor olmam, dolayısıyla farkında olmadan hislerimle aramı açmış bulunmamdı. Yaşamdan keyif almıyor, hatta yaşamıyor yalnızca hayatta kalıyor; sürekli aynı notayı basan bir müzisyen gibi kendimi tekrar ediyordum. Hayatımda ne heyecan namına, ne korku namına; ne sevinç ne de hüzün namına bir iz vardı. İstiyordum ki hiç değilse kalbim kırık olsun, üç beş kelime dökülsün kalemimden. Olmuyordu; kalbim kırık olmayalı da, kalbime herhangi biri adım atmayalı da öylesine uzun zaman olmuştu ki, bir kalbimin varlığından şüphe etmeye başlamıştım. Zaten bunu yalnızca şiir yazamadığım zaman değil, dinlediğim şarkıları hissedemediğim zaman da açıkça görüyordum. Zaman zaman “Yahu ne güzel olurdu şimdi Morrisey’ den Let Me Kiss You şarkısını dinlerken bana karşı aynı hisleri beslemeyen birine âşık olsam…” diye hayıflanırken buluyorum kendimi mesela. Elbette Tanrıdan kırık bir kalp istemek kulağa tuhaf geliyor olabilir ancak kendimi öğrendiğim kadarıyla ve diğer şairlerin başyapıt olmuş şiirlerini okuduğum kadarıyla söyleyebilirim ki bir sanatçıya ilham sağlayan en büyük kaynak kırık bir kalp ve buna sebep olan acı, hüzün ve nefret gibi hislerdi. Gel gelelim, bunların hiçbiri sağlıklı düşünceler değil. Hangi çılgın böylesine bir şeyi arzu edebilir ki, değil mi? Zannediyorum buna en güzel cevap, sanatçılar olacak. Yazarken de farkına vardım ki evet, bendeniz -naçizane bir şair olarak- en çok kalbim kırıkken ilham ile dolup taşıyorum ve evet, en güzel şiirlerim hüzünle karışık acıyla barışık anlarım sayesinde vücut buluyor. Bir üretkenliğimin olmamasının yegâne sebebi de bu, ömrümün yüzde doksan beşinde rahatım öylesine yerinde ve hayat öylesine olması gerektiği gibi ki oturup da şöyle eli yüzü düzgün bir şiir yazamıyorum. Buna üzülsem mi, sevinsem mi inanın bilmiyorum. Görüyorsunuz ya, sanatçı dediğinizin keyfinin her an yerinde olması pek de umulan bir durum değil; hayat her an güzel olsa, yazmaya değer ne geçer ki insanın eline? Şimdi yapabileceğim en güzel şey, elimden geldiğince çabuk kalbimi kıracak birini bulmak. Görünen o ki, bu vaziyet böyle daha fazla devam edemez. Firuze Nur ATMACA